vakanüvis 4. sayı

Transkript

vakanüvis 4. sayı
Vakanüvis
ODTÜ GV Özel Lisesi Atatürkçü Düşünce ve Tarih Kulübü Gazetesi
Sayı: 4
Haziran 2013
Şu Dersim’in Dağları
‘‘Beni görmek demek behemahal
yüzümü görmek değildir. Benim
fikirlerimi, benim duygularımı
anlıyorsanız ve hissediyorsanız bu
kafidir.’’
Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK
Aref Ghafouri ile
Röportaj Yaptık.
Arkadaşımız
Melis Naz
Taheri
İllüzyonist
Aref ile
bizler için röportaj yaptı.
* Öncelikle
sizi tanımak isteriz. Bize kısaca kendinizden bahseder misiniz?
- Adım Aref Ghafouri, 18 Aralık 1989
tarihinde İran’ın Urmiye şehrinde
doğdum.
* İşin en başına dönelim. İllüzyonla
kaç yaşında ve nasıl tanıştın?
- 11 yaşında iken amcamın bana gösteri
yapmak için bir ampul kırıp yemesi
benim gösteri dünyasına girmemi
ateşledi.
* Peki bu konuda kendini nasıl
geliştirdin? Herhangi bir eğitim aldın
mı?
- Hayır bir eğitim almadım, ancak internette genel illüzyon ve mentalizm
tarihine ilişkin araştırmalar yaptım elbette.
* Peki bunun bir eğitimi var mı?
- Her işin bir eğitimi vardır, önemli
olan sen o işi yapabilecek beceriye sahip misindir?
* Yaptığın gösteriler yetenek işi mi
yoksa herkesin yapabileceği şeyler
mi?
- Buna cevap vermek zor, aslında her
ikisi de demek doğru ama şu bir gerçek; ne kadar yetenekli olursan ol, herkese herşeyi beğendirmek mümkün
değildir.
* En beğendiniz gösteriniz hangisidir?
- Deli gömleği ile bağlanıp, ters asılarak
bir kapandan kurtulduğum gösterim ve
ışınlanma gösterim.
(devamı 2. sayfada)
Bir kıstırılmış halktır Dersim halkı, ötekidir, yabandır. Bir yanı Munzur ormanları, bir yanı Keban Gölü’dür. Bir yanı
Osmanlı’da kalmış, bir yanı modern cumhuriyete tutunmuştur. Ol bapta bu yazıda, birkaç güzel örnek üzerinden Dersim halkının laik, demokratik cumhuriyetten yana olduğunun örnekleri verilmiştir.
Erzurum Kongresi’ne katılan ve kongreye başkanlık eden Mustafa Kemal, Sivas’a geçmek üzere yola çıkar. Aynı tarihte,
Koçgiri İsyanı’nın zeminini hazırlamaya çalışan İngilizler, Mustafa Kemal’in öldürülmesine karar verir. Bir zamanlar
M. Kemal’le aynı sıraları paylaşmış, dönemin Elazığ valisi Ali Galip’in de desteğiyle, Dersim aşiretlerinden biri
ile görüşülür ve para karşılığında Mustafa Kemal’i öldürmeleri istenir. Görevi ve parayı alan aşiret üyeleri, Kemah
Boğazı’nda Mustafa Kemal’in yolunu keser; fakat beklenenin aksine, bağlılıklarını bildirip aldıkları parayı da milli mücadelede kullanılması için Mustafa Kemal’e verirler. Bu olay Nutuk’ta anlatılmış; ancak bu onurlu Dersimliler isimlerinin duyulmasını istemedikleri için, onlarla ilgili ayrıntı verilmemiştir.
Bir diğer hikaye de Dersim mebusu Diyap Ağa’ya ait. Tarih Ağustos
1921. Mebusların çoğu, düşman ilerleyişinden korkmuş, olası bir
işgale karşı Meclisi Kayseri’ye taşımayı konuşmaktadır. Diyap Ağa,
mebusları ve konuşulanları sessizce izler ve kürsüye doğru yönelir. Elindeki al bayrağı kalbine koyar “Biz buraya kaçmaya mı geldik, kavga edip ölmeye mi?” Herkesin beklediği o cesur ses Diyap
Ağa’dan çıkmıştır. “Eğer meclisi taşıyacaksanız, buyrun gidin. Ama
ben gidemem. Tek başıma bile olsam, bayrağım, dinim, vatanım
için son kurşunuma kadar savaşırım. Son kurşunu da kafama
sıkarım. Bu böyle biline.” Bu sözler üzerine uzun bir sessizlik olur,
meclisin Kayseri’ye taşınmasından vazgeçilmiştir.
Bunlar gibi nice örnekler mevcut Dersim tarihinde. Diyap Ağa,
1935’te kapadı o görmüş geçirmiş gözlerini. Ne Seyit Rıza’nın
ayaklanmasını, ne de Ankara’nın ”kırmızı” harekatını gördü. Her ikisine de kalbi dayanmazdı. Artık bu halkın sesini,
çığlıklardan değil, Diyap Ağa’nın Atatürk’ün kulağına fısıldadığı sözlerden işitelim. İşitelim ki Fırat suyu bir daha kan
akmasın.
Kerem Şenol
“Dersim dağları, hepimize yeter Paşam’’
Анастасия Николаевна Романова, где Вы?
(Anastasia Nikolaevna Romanova, nerdesiniz?)
Hepimiz Disney’i biliriz, Disney prenseslerini: Pamuk Prensesleri ve
Uyuyan Güzelleri. 1997 yılında Disney “Anastasia” adında bir çizgi film
yaptı ve benim en sevdiğim çizgi filimdi. O zamandan beri hep merak
ettim. O Prenses Anastasia’ya gerçekten ne olmuştu? Sonradan öğrendim
ki bu prenses çarlık döneminin son ailesindenmiş. Evet, Bolşevik Devrimi sonrasında öldürülen Romanovlar’dan bahsediyorum. Bu olayla ilgili
birçok efsane vardır. Özellikle küçük prensin ve/veya prenses Anastasia’nın
kurtulduğuna (kurtarıldığına) dair söylentiler hala vardır.
17 Temmuz 1918’de Çar II. Nikola, karısı Aleksandra ve ailesi Bolşevik
Devrimi’nde verilen emirle Yekaterinburg’daki bir evin bodrumunda
öldürüldüler. Bu olay sonucunda 300
yıl süren Romanov Hanedanlığı sona erdi ve çarlık dönemi bitti. Ancak Prenses Anastasia ve onun küçük kardeşi Aleksei’nin kurtulduğu ile ilgili dedikodular çıktı. Bu
söylentilerin olduğu yıllarda birçok insan kendini Prenses Anastasia olarak tanıttı
ve insanları buna inandırmaya çalıştılar. Böylece Romanov mirası ellerine geçecekti. 1920 yılında Berlin’de Anna Anderson isimli bir genç kadın Anastasia olduğunu
iddia etti ve hatta Çar’ın Avrupa’da yaşayan akrabalarının bir kısmını ikna etmeyi
başardı. Anna Anderson 1964 yılında, ABD’de hala “Kayıp Prenses” olduğunu iddia
ederek öldü.
1991 yıllında Rus araştırmacı Gely Ryabov bu konuyla ilgili birçok araştırma
yaptı. Önceden 1970 yıllarında bir Bolşevik nöbetçisinden ailenin gömüldüğü
yeri öğrenmişti. Orada gömülü olan kemikler 9 cesede aitti ,ancak sadece beşi Romanovlara aitti. Bu da “Kayıp Prenses” iddialarını güçlendiriyordu. Ryabov, Anna
Anderson’ın da bir şekilde DNA’sına ulaştı (bir ABD hastanesinde doku örneği vardı)
ve laboratuvarda incelenmesini istedi. 1964 yılında ölürken bile Prenses Anastasia olduğunu iddia eden Anna Anderson
kesin olarak Anastasia değildi. Peki Anastasia’ya ne oldu? Sonradan öldürüldü mü yoksa kaçmayı başardı mı? Şu an için
bu sorulara cevap bulunamadı…
Sera Rengim Sezer
Atatürkçü Düşünce ve Tarih Kulübü
SAYFA 2
Aref Ghafouri
Röportajı
* Peki Aref illüzyonist olmasaydı ne olmak isterdi?
- Ben bunu çok düşünmedim, ticaretle uğraşabilirdim
diye düşünüyorum.
* Bir film yapmaya karar versen adı ve konusu ne
olurdu?
- Gerilim filmi yapmak isterdim; konusu da dünyadaki olumsuz ve kötü niyetli insanlardan alınan intikam olabilirdi.
* En büyük hayaliniz ve gerçekleştirmek istediğiniz
projeler nelerdir?
- Suyu ikiye yarıp yürümek, ışınlanmak (bunu yaptık
siz göremediniz).
* Kimsenin göremediği bir özelliğiniz var mı?
- Sanmıyorum, varsa da kimse görmemiş, siz de
bilmeseniz sorun olmaz.
*Kendini 3 kelimede özetleyebilir misin?
- “Akıl doğadan üstündür”, Aklımızı doğru
kullanmalıyız.
*Dünyada örnek aldığınız bir illüzyonist
var mı?
- Örnek aldığım yok ama beğendiğim tabi ki
var; David Copperfield’in ismi öne çıkıyor
aklımda.
* Hayvan besliyor musunuz?
- Evet, maymun besliyorum.
*Benzetildiğiniz biri var mı?
- Yorumlarda bazen söylüyorlar ama insan insana benzer zaten, ben bunu çok düşünmedim.
*Okumak için neden Türkiye’yi seçtin?
- Bu ülkeyi seviyordum ve istediğim okul ve bölümler
bu ülkede olduğu için tercih ettim.
* Peki neden Türk vatandaşlığına girmeyi tercih ettiniz?
- Çünkü Türkiye bana böyle bir vatandaşlık hakkı
tanıyordu ve ben burada yaşayıp burada bir gelecek
düşündüğüm için, bana verilen vatandaşlığın yaşamımı
kolaylaştıracağını düşünüp, Türk vatandaşı oldum.
* Vatandaşlığa geçtikten sonra hayatınızda neler
değişti? O günle bugün arasında ne tür benzerlik ve
farklılık var?
- Bir kağıdın değişmesi o insanı değiştirmez. Önemli olan şey; ben İran’ da doğdum, Azerbaycan Türk’ü
olarak büyüdüm ve Türk vatandaşı oldum. Hepsi de
gurur duyulacak şeylerdi. Bu yüzden hayatımda sadece
yasal haklarım değişiklik gösterdi.
Çin’de Saklanan Türk Piramitleri
Bugün Çin Halk Cumhuriyeti’nin sınırları içerisinde yer alan, Xian şehrine 100 km uzaklıkta, Qin Ling Shan dağlarının etrafında irili ufaklı 100 adet höyükle beraber, 300 metre yüksekliğinde Beyaz Piramit olarak da adlanırılan bir höyük bulunmaktadır. Batıda en azından yüz yıldır bilinmekle beraber, varlıkları bazı ülkelerde sansasyonel bir şekilde tartışma konusu haline getirilmiştir. İlk kez insan mumyalama tekniğini mükemmel bir şekilde uygulayanlar Altay Türkleri’dir. Uygur
bölgesinde bulunan, Mısır piramitlerinden yüzyıllarca önce yapılan ve Mısır piramitlerinden daha büyük olan piramitleri yapan Türklerdir. Türk araştırmacı-yazar
Oktan Keleş piramitleri ziyaret ettiğinde Türk tarihinin baştan sona değişebileceğine değinmiştir. Yaşlı bir Çinli rehber ile piramitlere giren Keleş, piramitlerin
içinde Türklere ait sembol, heykel ve tabletler olduğunu da belirtir. Piramitin içinde 2 metreye yakın bir mumya, üzerinde kurt başları ve ayyıldız sembolleri
bulunmaktadır. İçeride 3 metre yüksekliğinde Oğuz Kağan’ın temsili sureti bulunmaktadır. Çin piramitlerinin, diğer adıyla “Türk piramitlerinin” keşfi konusunda
birçok iddia bulunuyor. Bunların arasında en yaygın olanı ise İkinci Dünya Savaşı sırasında Amerikalı pilot James Gaussman’ın Hindistan’dan Çin’e uçarken piramitleri gördüğüne dair iddiasıdır. Fakat buna karşın, iddiaları doğrulayacak bir kanıt bulunmuyor. Gaussman’ın iddialarının aslında Trans World Havayolları’nın
Uzak Doğu yöneticisi Binbaşı Maurice Shehan’a ait olduğu düşünülüyor. Keleş, Gaussman’ın bölgedeki piramitleri görmesinin ardından Alman araştırmacı yazar
Hartwig HausDorf ’un bölgeye gittiğini ve piramitler hakkında birçok materyal topladığını aktardı. Bunun yanında Hausdorf ’un bu piramitlerde, ön Türklere ait “yazılar ve çok değişik mumyalar olduğunu”
söylediğini, ancak bunları delillendiremediği için bilgilerinin kuşkuyla karşılandığını belirtti. Piramitlerin ebat, orijinal şekil ve büyüklükleri, dikkat çekmemesi açısından Çin hükümeti tarafından
maksatlı olarak tahrip ve kamufle edilmiştir. Piramitlerin üst tarafları kesilmiş ve üstleri
toprakla doldurulup, kamuflaj amacıyla ağaçlandırılmıştır ve halen etrafında tarım yapılarak, piramitlerin tahribine devam edilmektedir.
Çin hükümeti buraya girişi tamamen yasaklamıştır. Çünkü bu piramitlerin içinde proto-Türk yazıtlar
mevcut.Arkeologların dahi girişine kesinlikle izin verilmiyor. Çünkü dünya tarihinin tekrar yazılması
gerekebilir.
“Ceviz Kabuğu” adlı programa telefonla katılan Halil Şıvgın (eski sağlık bakanı) demiş ki:
“1984 yılında ben Çin’i ziyaret ettim, Çin’i ziyaretim sırasında Turfan’a götürdüler. İlk defa Turfan’a
giden Türk heyetinin mensubu olmakla da gerçekten gurur duyuyorum. Orada bizi gezdirirken
mumya bulduklarını söylediler ve biz mumyaları gördük. O gördüğümüz mumyaların Mısır’daki
mumyalardan çok farklı olduğunu ifade ettiler, yani teknik olarak, yapım olarak Mısır’daki mumyaların önünde olduğunu belirttiler. Daha sonra aradan yıllar geçti,
bir televizyon kanalında bu konunun tartışılmakta olduğunu gördüm. Gerçekten bilimsel olarak, Mısır mumyalarıyla Turfan’daki mumyalar arasında bir kıyaslama
yapılıyor.Ben orada kadın mumyaları gördüm, çocuk mumyaları gördüm, erkek mumyaları gördüm.”
Bu mumyalardaki üstünlüğü bilim adamları ortaya koymaya başladılar. Bilim adamlarının ortaya koydukları bir gerçek var ki, ilk defa mumya kültürünün
Türklerden geliştiği ortaya çıkıyor. Ben bilim adamı değilim, ama bizim bilim adamlarımızın bu olayın üzerine ciddiyetle eğilmeleri gerekiyor. Eğer Mısır’da
mumya kültürü olduysa, onun etrafında da bir kültürün olması lazım. Mısır’ın etrafında mumya kültürüyle ilgili herhangi bir şey yok. Dolayısıyla, Orta Asya’ dan
o bölgeye giden Türkler’in varlığı söz konusu olabilir…”
Ilgaz YAKAR- Begüm BALABAN
Adalet Savaşçıları
Yıl 1968, o yıl New Mexico’da düzenlenen olimpiyat oyunlarında 200 m. finali koşulmuş birinci ve üçüncü Amerikalı Tommie Smith
ve John Carlos’un olmuş ikinciliği ise Avustralyalı Peter Norman kazanmış.
Madalya seromonisi için bekledikleri sırada siyahi John Carlos, beyaz Peter Norman’a doğru gelerek sormuş:
- İnsan haklarına inanıyor musun?
- Evet, inanıyorum.
- Peki ya tanrıya?
- Bütün kalbimle.
Daha sonra iki siyahi atlet Amerika’daki ırkçılığı ve gösterilen 2. sınıf vatandaş muamelesini protesto edeceklerini, ama hala bir
yolunu bulamadıklarını söylerler. Aradıkları fikir ise Peter Norman’dan çıkar. Bir çift siyah eldiven bulan Norman sağ tekini
Tommie Smith’e sol tekini ise John Carlos’un eline geçirir ve kürsüye doğru yönelirler buna ek olarak fakirliği temsilen ikili, çıplak ayakla kürsüye çıkıyor, başları
öne eğik bir şekilde yumruklarını kaldırıyor. Yanlarında duran Norman ise göğsünde İNSAN HAKLARI İÇİN OLİMPİYAT PROJESİ kokartıyla o dönemde
devrim niteliği taşıyacak bu eyleme destek veriyordu. Ertesi gün bütün dünya bu olayı konuşmaya başlamıştı, ama bu eylem amacına ulaşsa da, bu üçlünün hayatı
kararmaya başlar. İlk önce olimpiyatlardan, daha sonra sporculuktan ihraç edilir, tehditler alır ve eşleri tarafından boşanırlar .İlerleyen dönemde Smith ve Carlos
onur ödülüne layık görülerek itibarlarını geri alsalar da, Avustralya, Norman’ı hiçbir zaman affetmemiş, hatta 2000 Sidney Olimpiyatları açılış seromonisine o güne
kadar olimpiyatlara katılmış tüm Avustralyalılar çağırırken bir tek Norman çağrılmamış ve 64 yaşında hayata gözlerini yumduğu güne kadar da affedilmemiştir.
Buna karşın hala Avusturalya 200 m. rekoru Norman’a aittir. Sadece Smith ve Carlos ona sırt çevirmez, onunla ölene kadar arkadaş kalır ve öldüğü zaman cenazesini omuzlarında taşıyarak vefa borçlarını öderler.
Umut ÖZASLAN
SAYFA 3
Atatürkçü Düşünce ve Tarih Kulübü
İnsanlık Ayıbı: STRUMA
1940 yılından itibaren Doğu Avrupa’ya egemen olmaya başlayan
Hitler, ülkesinde Yahudilere uyguladığı sert politikaları bu
bölgede de şiddetli bir şekilde devam ettirdi. Polonya’da Yahudileri katleden Hitler, Romanya’yı ele geçirince de politikasını
devam ettirdi ve binlerce Yahudi öldürüldü. Romanya’da yaşayan
Yahudiler’ in ülkelerinden kaçmaktan başka çareleri kalmamıştı.
Romanyalı zengin ve üst tabakadan Yahudiler, Türk karasularını
kullanarak Filistin’e gitmek amacıyla, daha önce hayvan ve kömür taşımacılığında kullanılan Struma isimli
bir gemiyi kiraladılar. Geminin küçüklüğü hakkında yakınan Yahudiler “İleride sizi daha büyük bir gemiye
alacağız” denilerek kandırılır. 169 kişi kapasiteli gemiye 760 (sayı net olarak bilinmiyor) Yahudi bindirildi
ve yeteri kadar erzak olmadan İstanbul’a doğru yola çıkarıldı. Fakat gemi İstanbul’a varmadan açık denizde
motoru arızalandı ve yolcuların para, mücevherleri karşılığında başka bir geminin mürettebatına tamir ettirildi.Gemi İstanbul’a vardığında motorunda yeniden bir arıza meydana geldi ve Sarayburnu açıklarında
demirlemek zorunda kaldı. Günlerce bu gemide çok zor koşullarda mahsur kalan gemi sakinlerinin bu süre içinde kıyıya
çıkmasına izin verilmedi. Bir taraftan Almanya’nın İstanbul büyükelçisi, gemide salgın hastalık olduğunu iddia ederek
yolcuların karaya çıkarılmaması konusunda Türkiye’ye baskı yaptı. Öte yandan, Filistin’i manda yönetimi altında tutan
ve yeni aldığı bir kararla Filistin’e Yahudi göçünü sınırlandırma kararı alan İngiltere de Türkiye’ye baskı yapmaya başladı.
Yemek stoku biten gemiye, Kızılay tarafından yemek ve yardım malzemeleri ulaştırıldı. Gemide durumlar insanlık dışı
boyutlara ulaştı, öyle ki tuvaletler tıkanmış, insanlar üst üste uyumaya başlamıştı. Romanya ’da geminin geri dönmesi
halinde asla kabul edilmeyeceğini açıkladı. Gemiden sadece Vehbi Koç’un Türkiye temsilciliğini yaptığı özel bir petrol şirketinin Romanya temsilcisi ve kanaması olan hamile bir kadının çıkışına izin verildi. Bu sıkıntılı durum savaşta
tarafsızlığını korumak isteyen Türk hükümeti için büyük bir sorundu. 9 hafta süren müzakereler sonuç bulmayınca motor arızası devam eden Struma gemisi bir römorkör tarafından Şile açıklarına, Karadeniz’e, çekilerek kaderine terk edildi.
Birkaç gün hareketsiz bir biçimde Karadeniz sularında bekleyen Struma, korkunç bir sesle patladı ve 760 kişiden sadece 18 yaşında, David Stoliar adlı bir genç
kurtuldu. Kazadan sonra yaptığı açıklamalarda, olaydan Türk hükümetini sorumlu tutar fakat yıllar sonra ortaya çıkan Sovyet belgelerinde, boğazların çıkışında
devriye gezen bir Sovyet denizaltısı tarafından batırıldığı anlaşılmaktadır. Struma faciası 2. Dünya Savaşı’nın en acı olaylarından biri olarak tarihe geçti. Stratejik hesaplar ve siyasi baskılar nedeniyle yüzlerce masum insanın ölüme gönderilmesi tarihe kara bir leke olarak düştü. İşte bu trajedi son yıllarda birçok yazar
tarafından romanlaştırıldı. Bunlar arasında Doğan Akhanlı’nın Madonna’nın Son Hayali (2005); Zülfü Livaneli’nin Serenad (2011) ve Halit Kakınç’ın StrumaYüzen Tabut (2012) kitapları sayılabilir.
Alihan ALTUNIŞIK-Konuralp CANBAZGİL
Güneş Batmayan İmparatorluğu Tek Bir Kurşun Bile Sıkmadan
Önünde Diz Çöktüren Adam
“Önce önemsemezler, sonra gülerler, sonra kıskanırlar, en sonunda ise yenilirler... “
“Batı medeniyeti hakkında ne düşünüyorsunuz?’’ sorusuna böyle yanıt veriyor.Mohandas Karamçand Gandi, Hindistan pasif direnişinin siyasi ve ruhani lideri ve Satyagraha felsefesinin öncüsü. Bu felsefe Hindistan’ı bağımsızlığına
kavuşturmuş ve dünya üzerinde vatandaşlık hakları ve özgürlük savunucularına ilham kaynağı olmuştur. “Eğer zalimlere karşı, zalimlerin usullerini kullanırsak, onlardan farkımız kalmaz.” diyor Gandi. İşte Satyagraha felsefesinin
temelinde de bu yatıyor. Gandi ve arkadaşları silaha silahla karşılık vermediler. Düşmanlığı sevgi, saldırıyı merhamet ile
karşıladılar. Gandi, Hindistan’da ve dünyada, yüce ruh anlamına gelen mahatma ve baba anlamına gelen bapu adlarıyla
anılır. Hindistan’da resmî olarak “Ulus’un Babası” ilan edilmiştir ve doğum günü olan 2 Ekim “Gandhi Jayanti” adıyla
ulusal tatil olarak kutlanır.
Mohandas Karamçand Gandi 2 Ekim 1869 günü Porbandar’da bir Hindu ailesinin oğlu olarak dünyaya gelmiştir.
Canlılara zarar vermeme, et yemezlik, kişisel arınma ve farklı inançlara saygı gösterme gibi öğretileri benimsemiştir.
18 yaşında avukat olmak için hukuk okumak üzere University College London’a girdi. Buradan mezun olduktan sonra Güney Afrika’da bir Hindistan firmasının
önerdiği işi kabul etti. Gandi, Güney Afrika’da Hintlilere uygulanan ayrımcılığa maruz kaldı. Maruz kaldığı olaylar karşısında halkının Britanya için ne ifade
ettiğini sorgulamaya başladı.
Gandi, kendini Güney Afrika’daki yerli halkın ve Hintlilerin yaşam şartlarını iyileştirmeye adadı. Hintlilerin oy kullanmasını engelleyen bir yasa tasarısına karşı
çıkması, Güney Afrika’da Hintlilerin yaşadığı sorunlara dikkat çekme yönünden başarılı olmuştur. 1894’te Natal Hint Kongresi’ni kurdu ve bu örgütü kullanarak
Güney Afrika’da bulunan Hintlileri toplayabildi. Yedi yıl süren mücadelesinde şiddet içermeyen başkaldırıları nedeniyle hapsedildi ve işkenceye maruz kaldı.
Afrika’daki pasif direnişi başarıya ulaşan Gandi aynı başarıyı ülkesinde de sağlamak için tam 21 yıl sonra tekrar Hindistan’a döndü. Afrika’daki ünü ondan önce
buraya ulaşmıştı bile, artık o Hindistan’ın kurtuluş ümidiydi. İlk olarak bütün arkadaşlarına devlet hizmetinden çekilme çağrısı yaptı. Pasif direniş başlamıştı.
Vücuduna beyaz bir bez sardı ve direniş boyunca sadece keçi sütü içti. İngilizler en başta ona güldüler ve onun delirdiğini düşündüler. Ancak zamanla bu idealist adamın bütün Hindistan’ı arkasına alarak bağımsızlığa doğru olan sessiz yürüyüşünü dehşet ve hayret içinde izleyeceklerdi. İngizlere karşı Satyagraha silahını
kullandı ve zamanla tüm Hindistan’a yayılarak milyonlarca destekçi kazandı. Gandi, bu süreçte defalarca hapse atıldı. 1924’te hapisten çıkınca etrafına gençleri de
toplayarak genel boykotu başlatmış oldu. Bu süreçte sürekli hapse atılıyor ama yine de mücadelesinden taviz vermiyordu. Mart 1930’da tuz vergisine karşı yeni bir
satyagraha başlattı. Kendi tuzunu yapmak için Ahmedabad’dan Dandi’ye 400 km yürüdüğü Tuz Yürüyüşü bu pasif direnişin en önemli bölümüdür. Çabalarının
sonunda Gandi 1931’de Londra’daki Yuvarlak Masa Konferansı’na katıldı ve İngiltere ile anlaşarak, sivil
itaatsizlik kampanyasını sona erdirdi. Hindistan’a döndüğünde ise tam bir kaos ortamı ile karşılaştı. Zor
direniş günlerinin bittiğine dair umutlar, Gandi ve daha sonra Hindistan devlet başkanı olacak olan
Nehru hapse atılınca sona erdi.
1935 yılında İngiliz Parlementosu’nun Hindistan Hükümeti Yasası’nı kabul etmesiyle, Hindistan sınırlı bir
kendi kendine yönetim hakkı kazanmış oldu. 1939 yılında İkinci Dünya Savaşı patlak verince Hint hükümeti, tam bağımsızlık verilmedikçe İngilizler’in savaş çabalarını desteklemeyeceğini açıkladı. Gandi ve
Kongre Çalışma Komitesi’nin tamamı, Britanyalılar tarafından 9 Ağustos 1942’de Bombay’da tutuklandı.
Gandi burada ağır bir sıtma krizi geçirdi. Sağlığının kötüleşmesi ve ameliyat gereksinimi nedeniyle
savaş sona ermeden 6 Mayıs 1944’te salıverildi. Britanyalılar Gandi’nin hapiste ölmesi karşısında ülkeyi
kızdırmak istemedi. Her ne kadar Hindistan’ı Terket eylemi hedefine ulaşma konusunda tam başarılı
olamadıysa da eylemin acımasızca bastırılması, 1943 sonlarında Hindistan’a bir düzen getirdi. Savaşın
sonunda Britanyalılar yönetimin Hintlilere verileceğine dair bariz açıklamalarda bulundu ve Gandi
bütün dünyaya şiddetsizde sonuca ulaşılabileceğini gösterdi.
Dilhan AKKAYA
Atatürkçü Düşünce ve Tarih Kulübü
SAYFA 4
Yada Taşı Efsanesi
Çok eski devirlerden kalan yaygın bir inanca göre: “Türklerin atalarına göklerden gelen sihirli bir taş armağan edilmiştir. Bu taş her devirde Türk Şamanları’nın ve
büyük Türk komutanlarının ellerinde bulunmuştur.” Ve yine bu inanca göre günümüzde hâlâ bu taşın önde gelen Şamanların ellerinde bulundukları iddia
edilmektedir.
Bu anlatılanların sadece bir söylentiden ibaret olmadığını binlerce yıl öncesine ait eski Çin tarihi kayıtları göstermektedir. Eski Türklerin de elinde bu tür bir taşın
(Yada Taşı) bulunduğuna dair çok sayıda tarihi kayıt vardır. Çin kaynakları tarafından tutulan bu kayıtlarda, Türklerin bu taş vasıtasıyla istedikleri zaman yağmur
veya kar yağdırabildikleri uzun uzun anlatılmaktadır. Çin kaynaklarında 449 yılında meydana gelen bir savaş anlatılırken konuyla ilgili satırlara rastlıyoruz:
Evvelce Kuzey Hunlarının idaresinde bulunan Yüce Han ahalisinde öyle kâhinler vardır ki, Cücenler’in saldırılarına karşı durduklarında çok şiddetli yağmur
yağdırdılar, fırtına çıkarttılar. Cücenler’in onda üçü sellerde boğuldu, soğuktan kırıldı.
İslâm kaynaklarında Türklerin bir zamanlar ellerinde bulundurdukları taş; yağmur taşı anlamına gelen “Hacer-ül Matar” olarak isimlendirilmiştir. İslam
kaynaklarında anlatılanlara baktığımızda, Türklerin bu efsanesi ile Müslümanların da yakından ilgilendiklerini görüyoruz.
Bu gizemli taşla ilgili elimizdeki tüm bilgileri yan yana getirdiğimizde, onun kullanım yöntemleri olarak; taşın su içine konulduğu, suyun üzerine asıldığı, birbirine
sürtüldüğü veya taşın sağa sola hareket ettirilerek sallandığını görüyoruz.
Bu taşın en son hangi tarihe kadar kullanıldığı tam olarak bilinmiyor ama bu taştan Osmanlıların da haberdar
olduklarını yine tarihi belgelerden anlıyoruz. Şaban Şifaî’nin IV. Mehmet’e yazdığı “Risâle-i Şifâiyye Fi Beycini
Enva-i Ahcar” isimli eserinin 14. sayfası bu taşla ilgili önemli anlatımlar içerir:
“Hiç bulut olmadığı halde Yada Taşı ile yapılan işlemden iki saat sonra bulutlar gökyüzünde görülmeye başlar
ve ardından bereketli yağmurlar yağar. Ne kadar gerekiyorsa ihtiyaç olunan kadarıyla yağmuru yağdırmak
Yadacı’nın hünerine bağlıdır.’’
Taşlar farklı renklere sahip olabilmektedir. Genellikle siyaha çalan toprak renginde olup üzerinde kırmızı noktalar vardır. Beyaz olup üzerlerinde kırmızı noktalar olanlara da rastlanmıştır. Büyüklükleri bir kuş yumurtası
kadardır.”
Belki de Türkler Atlantis’den gelen bu taşı buldular ve Gök tanrı tarafından gönderildiğine inandılar. Bir şekilde
kullanımını öğrenerek de savaşlarda kendileri için kullanabildiler. Elbette bunların hepsi destanlardan ve
kayıtlardan ortaya çıkan teorilerden ibaret, ne kadarı gerçektir bilemeyiz. Yine de milletimizin böyle bir mitolojiye sahip olduğunu bilmek gerçekten heyecan verici ve “acaba gerçek mi?” dedirtebiliyor...
Batuhan Mert ALTUN
Bir “Anadolu Ateşi” Hikayesi
Seyirciler yerlerini alıyor, sahne henüz karanlık. Sahne arkası seyirci trübünlerindeki hareketlilikten daha canlı.
Kostümlerini yerleştirenler, saçını ve makyajını yapan kızlar, gösteri öncesi ısınanlar, herkes defalarca sahneye
çıkmış olmasına rağmen hepimiz aynı heyecanı paylaşıyoruz. Kimse sabahtan beri devam eden ve saatler süren
provaların yorgunluğunu taşımıyor. Heryer karanlık olup anons yapıldıktan sonra kalın bir ses:
“Önce ateş vardı
Ölümsüzlük dağında Nemrut’ta, tanrıların katında
Ateşe kutsandı herşey tüm varoluş
Bedenin o kutsal diliyle
Ateşe banılıp güneşe sunuldu
Doğunun ve batının kucaklaştığı yerde
Dünyadaki ilk batış anıtında, ateş dağında
Anadolu bir Prometeus ateşi ulaştırdı insanlara
Işık ırmakları gibi aktılar yeryüzüne çoğaldılar
Hayat oldular.” diye sesleniyor.
Sonra ilk dansımızla sahneye giriyoruz. Aslında ortaya koyduğumuz tek şey dansımız değil, Anadolu’nun binlerce yıllık efsanesini, zengin medeniyetler
buluşmasını sergilemek.
Prometheus insanlık ve umut karşıtı olan Zeus’dan intikam almayı kafaya koymuştur. İnsanlar soguktan ve vebadan kırılırken tanrılar ateşi sadece kendilerine
saklamaktadırlar. Kendiside tanrı olan Prometheus’un gönlu buna razı gelmez ve ateşi bir gece Hephaistos’un ocağından kıvılcım olarak çalıp insanlara verir
ve Zeus’tan büyük bir intikam alır. Fakat cezası çok büyük olur. Zeus tarafından kayalara baglanıp cigerlerinin kargalar tarafindan yenmesine mahkum edilir.
Ölümsüz oldugundan bu işkence sonsuza kadar hep tekrarlanacaktır. Zeus kendinden ateşi çalıp insanlara veren Prometheus’un kardeşi Epimetheus’a balçıktan
yapılmış tanrısal güzellik ve zekaya sahip Pandora’yı eş olarak gönderir. Epimetheus kardeşinin tüm uyarılarına karşı Pandora ile evlenir. Zeus, Pandora’ya evlilik
hediyesi olarak bir kutu gönderir, fakat bu kutu hiç açılmamalıdır. Bir süre sonra merakına yenilen Pandora kutuyu açar ve böylece kutudaki tüm kötülükler
dünyaya yayılmaya başlar. Son anda kutuyu kapatır, bu da insanların içindeki “umut”tur. Umut insanları kötülükten koruyan zırh haline gelir. İnsanlar umudunu
kaybetmedikçe Prometheus güç bulur ve yaşam devam eder. Umut yeryüzündeki kötülükleri bir bir temizler.
Başak SEKBAN
Kulüp Günlüğü
Biz Atatürkçü Düşünce ve Tarih Kulübü olarak bu dönem ‘‘Somut Olmayan Değerler Müzesine’’ gittik. Kulüb öğrencileri olarak 10. Cumhurbaşkanımız
Sayın Ahmet Necdet Sezer’i ziyaret ettik ve ropörtaj yaptık. Tübitak proje yarışması sergisini ziyaret edip sergide görevli arkadaşlarımıza destek olduk.
Coğrafya kulübü ile birlikte Bursa’ya gezi düzenledik. Coğrafya ve Felsefe kulüpleri ile birlikte Sivas TOKİ Şht. Uzm. Çvş. Bahattin Erturhan İ.Ö. okuluna
destek amacıyla kermes düzenledik ve geliriyle fotokopi makinesi alarak hediye ettik.Coğrafya kulübü ile TBMM’yi ziyaret ederek, Genel Kurul oturumuna
izleyici olarak katıldık
Bu gazete ODTÜ GV Özel Lisesi Atatürkçü Düşünce ve Tarih Kulübü tarafından basıma hazırlanmıştır.
Kulüp danışman öğretmeni: Elif ÖZEN.
Gazete Editörleri: Kaan OKUMUŞOĞLU, Mehmet KÖKSAL
Kulüp Öğrencileri:Alihan ALTUNIŞIK , Arda SÜMER, Batuhan Mert ALTUN, Başak SEKBAN, Bora DEMİRER, Çağatay TIRPANCI, Deniz BIÇAKCI, Dilhan AKKAYA,
Emre BAĞCI, Levent YAZER, Melis Naz TAHERİ, Melis KORKUT, Mert Can POLAT, M. Kerem ŞENOL, Umut ÖZASLAN, Yağmur UZUNIRMAK.
Katkılarından dolayı öğretmenimiz Süleyman KEÇECİ’ye teşekkür ederiz.