Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi
Transkript
Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi
Türk Eğitim Bilimleri Dergisi Bahar 2009, 7(2), 237- Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi Bahar 2010, Sayı : 30 Spring 2010, Number: 30 İletişim 2003/18 G. Ü. İ. F. Adına Sahibi Sorumlu Yazı İşleri Müdürü Rıza AYHAN M. Naci BOSTANCI Editör Cengiz ANIK Editör Yardımcıları Umur IŞIK Ayşe Gül SONCU Yayın Kurulu Zülfikar DAMLAPINAR Sirel GÖLÖNÜ Ç. Murat HAZAR Cem YAŞIN Yayın Kurulu Sekreteryası Eda Turancı Danışma Kurulu Ömer AÇIKGÖZ Suat ANAR Nejdet ATABEK Ümit ATABEK Bilal ARIK Nabi AVCI Burhan AYKAÇ Aysel AZİZ Hasan BACANLI Hamza ÇAKIR Dilruba ÇATALBAŞ Yusuf DEVRAN İhsan ERDOĞAN Fatma GEÇİKLİ Suat GEZGİN Nilgün GÜRKAN Nurettin GÜZ Metin IŞIK Süleman İRVAN Ahmet KALENDER Asker KARTARİ Kurtuluş KAYALI Metin KAZANCI Fahrettin KORKMAZ Hale KÜNÜÇEN Ahmet TOLUNGÜÇ Hasan TOPBAŞ Mustafa YAĞBASAN Kırıkkale Üniversitesi Yeditepe Üniversitesi Anadolu Üniversitesi Yaşar Üniversitesi Erciyes Üniversitesi Başbakanlık Gazi Üniversitesi Yeni Yüz Yıl Üniversitesi Gazi Üniversitesi Erciyes Üniversitesi Galatasaray Üniversitesi Yeditepe Üniversitesi Gazi Üniversitesi Atatürk Üniversitesi İstanbul Üniversitesi Gazi Üniversitesi Gazi Üniversitesi Erciyes Üniversitesi Akdeniz Üniversitesi Selçuk Üniversitesi Hacettepe Üniversitesi Ankara Üniversitesi Ankara Üniversitesi Atatürk Üniversitesi Başkent Üniversitesi Başkent Üniversitesi Atatürk Üniversitesi Fırat Üniversitesi ISSN: 1302-146x Copyright © Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi. Tüm hakları saklıdır Yayın ve Türü: Yılda iki kez basılan hakemli, yaygın, süreli bir dergidir. Yönetim Merkezi ve Adresi: Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi, 06510 Emek, Ankara Tel: 90 312 212 6495 Fax: 0 312 212 1832 e-mail: iletisimdergisi@gazi.edu.tr Basım yeri: Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi Basımevi, Emek, Ankara. TÜBİTAK/ULAKBİM SBVT tarafından taranmakta ve dizinlenmektedir. İÇİNDEKİLER YURDAGÜL BEZİRGAN ARAR - NURİ BİLGİN Gazetelerde Ötekileştirme Pratikleri: Türk Basını Üzerine Bir İnceleme / 1 Otherıng Practıces in Newspapers: An Analysis on Turkish Press CANER ARABACI İletişim Araştırmaları ve Arşiv / 19 Communication Researches and Archive ŞÜKRÜ BALCI - HÜSAMETTİN AKAR - BÜNYAMİN AYHAN Kullanımlar ve Doyumlar Yaklaşımı Çerçevesinde Seçim Dönemlerinde Gazete Okuma Alışkanlıkları ve Motivasyonlar: Konya Örneği / 51 Newspaper Reading Habits and Motivations During Election Periods Within The Framework of Uses and Gratifications Perspective: The Case of Konya HASAN TOPBAŞ David Easton’un Siyasal Sistem Kuramı Bağlamında Siyasal Katılma: Erzurum Seçmeni Üzerine Bir Araştırma / 81 Political Participation in Respect to Political System Theory of David Easton: A Survey on Erzurum Voters FAHRETTİN KORKMAZ – DERYA TELLAN Fikri Mülkiyet Haklarının Gelişimini İletişim Teknolojileri Örneğinde Değerlendirmek / 113 Evaluating The Development of Intellectual Property Rights in The Scope of Communication Technologies ÖZLEM AŞMAN ALİKILIÇ Örgüt ve Paydaş İşbirliği Geliştirilmesinde Alternatif Gerçeklik Oyunlarının Kullanılması: ″Lost Experience Örneği″ / 139 Using Alternate Reality Games for Developing Collaboration Between Organizations and Their Publics: Example of Lost Experience M. SERDAR ERCİŞ Pazarlama İletişiminde Motivasyonun Önemi ve Çok Uluslu Alışveriş Merkezi Örneği / 165 The Importance of Motivation in Marketing Communication and An Example for A Multinational Shopping Center EMEK ÇAYLI RAHTE Aile İçi Şiddet ve Medya: Gündüz Kuşağı Televizyonunda Şiddetin Görünürlüğü ve Yeniden Üretimi / 181 Domestic Violence and The Media: The Representation and Reproduction of Violence Daytime Television GÖKHAN UĞUR Yeni Tayvan Sineması: Hüzün Şehri’ne (Bei Qing Cheng Shi) Genel Bir Bakış / 209 New Taiwan Cinema: An Overview on A City of Sadness (Bei Qing Cheng Shi) CAVİT YAVUZ - GÖNÜL YÜCE Öğretim Elemanlarının İletişim Davranışlarına Yönelik Öğrenci Algı ve Beklentileri (Ordu Üniversitesi Ünye İ.İ.B.F’de Bir Araştırma) / 225 The Student’s Perceptions and Expectatıons Toward Communication Behaviors of Lecturers (A Pre-Investigaton at Economic and Administrative Faculty of Ordu University) B. ZAKİR AVŞAR Siyasal İletişim Bağlamında Bir Biyografi Çalışması: Mehmet Akif Ersoy / 241 A Biographical Study in The Context of Political Communication: Mehmet Akif Ersoy ‘S U N U Ş’ LOGOS OLARAK İLETİŞİMİ TARTIŞMAK Disiplinimizin karakteri ve bu disiplin kapsamındaki ürünlerin niteliğine ilişkin olarak, sunuş yazıları bağlamındaki değinmeler, logos kavramı etrafında bizi sörf yapmaya zorlamıştı. Akademik metinle diğer metin türleri arasındaki en belirleyici farkın metodolojik kalıp olduğu genelde kabul görmektedir. Ancak, kabaca modernite dediğimiz moment, disipliner çalışmalara bazı misyonlar yüklemiş, metodolojik kalıbı da ‘hikmet-i kendinde menkul’ bir mekanizma haline getirmiştir. Kaçınılmaz olarak da bu yüzden, hem disiplinlerin bizatihi kendileri hem de metodolojik kalıp (ya da kalıplar) kimi müzakerelerin konusu haline gelmiştir. Çıkış arayan bazı kuramcılar ve özellikle sosyal bilimcilere göre (sözgelimi Herbert Blumer, Symbolic Interactionism: Perspective and Method) disiplinlerin ayırt edici vasfına ölçüt olarak ‘inspection’, ‘exploration’ ve ‘critic’ kavramları önerilmiştir. Bilim insanlarının ise misyon yüklenmelerinin ‘tarafsızlık’larına, etiket kullanmalarının ‘erdem’lerine, kasıtlı tercihlerinin de ‘masumiyet’lerine halel getireceği vurgulanmıştır. Bu öneri ve vurgular; bilim olanla bilim olmayan arasına ton farkı koymaktadır ama renk ayrımı yapmaya imkan tanımamaktadır. Bununla birlikte elde var olan birikim harmanlandıkça; hasat edilmemiş nice ürünün henüz yeterince tedavüle sokulmadığı sezinlenmektedir. Bu birikim kanaatimizce, en azından iletişim bilimi açısından ufuk açıcı bir gizem içermektedir. Örneğin hocası Husserl ve öğrencisi Gadamer ile birlikte Heidegger, bir kez de bu gözle hasat edilirse, umudumuz o ki, iletişim bilimini çerçevelemek, -çerçeve işini sakıncalı bulmasına rağmen- için bir şans ortaya çıkacaktır. Heidegger’e göre söz, söylem, ifade anlamlarına gelen “logos”u Grekler daha ziyade; derleyip - toparlama, bir araya getirme, seçip - ayırma, düzenleme - hizaya sokma, kısacası tanzimat anlamıyla kullanmışlardır. Demek ki dominant olan bu anlamıyla logos günümüze, ya icat (innovation ve invention anlamlarıyla) ya da keşif (investigation, discovery ve exploration anlamlarıyla) güzergahı ile tevarüs etmiştir. Bu düşünce atmosferinde logos, bilhassa bu bağlamıyla tebarüz etmiştir. Aynı zamanda da bu coğrafyanın diğer en hususi özelliklerinden birisi; Aydınlanma Dönemi ile birlikte, birbirini sürekli teyit, telin ve tenkit eden pek çok akımı bünyesinde barındırması, onları da bir araya toplaması ve biriktirmesidir1. Sonuç olarak ne boyutta ele alınırsa alınsın, Latin ve Grek geleneğinde logos, bir tür dini ayin gibi, karışıklıktan, kargaşadan, yani ‘kaostan çıkış marifeti’ kabul edilmiştir. ‘Kaostan çıkış marifeti’ demek son kertede, anlaşılmayan, doğal bir durumun; anlaşılabilir, sırrına vakıf olunabilir bir gerçekliğe dönüştürülmesi demektir. Yani kaotik duruma; malumata konu olabilecek bir düzenlilik, anlaşılırlık, 1 Esasen merkantilizm ve ekonomik teraküm, siyasal temerküz ve totalitarizm, demografik yığılma, ekolojik dizayn, teknolojik terkip ve daha bir takım biçimlerine tanık olduğumuz tezahürler dikkate alınırsa, bu coğrafyada derleyip toparlama ve biriktirme ile çeki düzen verme ve hizaya sokma işinin oldukça ‘nev-i şahsa münhasır’ olduğu söylenebilir. açık ve seçiklik kazandırılarak, onu malum hale getirme ‘marifet’i ifa edilmiş olacaktır. Böylece, bilim ve düşün camiasının gündeminde hep yer bulmuş olan gerçek ve hakikat (truth anlamının yanı sıra, correct anlamındaki doğruyu da kapsayan) kavramlarının yanına, bir de kaos kavramı iliştirilmiştir. Kaos ve son otuz yıldır pek çok seçkin lisans üstü programlarda ilgi konusu seçilen kaos bilim, özel olarak üzerinde duracağımız bir konu değil. Ama metin içinde geçtiği için onun hakkında şu kadarını belirtmek gerekmektedir. Kaos ve Kaos Bilim T. Li ve J.A.Yorke isimli iki matematikçi 1975 yılında yazdıkları bir makalede (“Period three implies chaos”) görüşlerini kaos paradigması olarak tanıtmışlardır. Onların dışındaki başka pek çok fizikçi, kimyacı, uzay bilimci v.s. de çalışmalarında kaos tavsifini kullanmıştır. Kaos paradigması; aksiyomatik bir disiplin olan matematik ile, olgusal tekabüliyet koşuluna tabi fizik bilimlerini, yani çok farklı çalışma alanlarına sahip disiplinleri adeta bir kavşakta buluşturmuştur. Esasen uzlaşımsal kurallara tabi olduğu ve kuramları arasında mantıksal bir bağ bulunduğu için aksiyomatik disiplinlerde kaosa yer olmaması gerekir. Zira matematiğin sonuçlarını biz tayin ettiğimiz ve bu yüzden onun kesinlik taşımasını beklediğimiz için, onda kaosa yer bırakmamış oluyoruz. Fen bilimleri ise kuşkusuz ki doğal olaylara mütekabil olmaları bakımından kaosa açıktırlar. Fiziksel olaylar bizim onlar için öngördüğümüz kurallara, yasalara uymak zorunda değillerdir. Ancak kaos bilime ilişkin çalışmalar bu iki farklı alana da sirayet eden bir özellik taşımaktadır. Matematikte düzenliliği, periyodikliği, sıralanmayı tanımlayan ‘mod’larla; fen bilimlerinde doğallığı, düzensizliği, kontrolsüzlüğü tanımlayan ‘türbülans’ın birbirine karışması, hatta kimi durumlarda birbirlerini takviye ve ikame etmesi, bu alanlardaki bazı paradigmaların işlerliğini kuşkulu hale getirmiştir. Kelebek Etkisi isimli filmi hatırlayalım. Filmin kahramanının çocukluğuna her geri dönüş esnasında müdahil olduğu son derece önemsiz bir olay, ileriki yaşlarda onun ya da yakınlarının hayatına mal olacak kadar önemli sonuçlara neden oluyordu. Nitekim Meteorolog E. Lorenz, çok önemsiz, kesinlikle ihmal edilebilir düzeydeki niceliği görmezden gelmenin çok önemli bir atmosfer olayını anlamayı nasıl güçleştirdiğini göstermiştir. Bu teorisini de, Hindistan ormanlarında kanat çırpan kelebeğin yarattığı hava akımının, uygun bir zaman aralığı içinde, Amerika kıtasında fırtına olarak patlayabileceği örneği ile somutlamaya çalışmıştır. Çok karmaşık fizik ve matematik kuramlarını basit bir dille anlatan D. Ruelle de “Rastlantı ve Kaos” isimli kitabında şu örneği kullanmaktadır: Çevresi engelle kapalı bir dama tahtasının karelerinden birisinin içine bir pire bırakın. Ordan oraya zıplayan pire, ilk bırakıldığı karenin üzerine mutlaka tekrar geriye dönecektir. Ama o anı bizim kestirebilmemiz zamansal olarak mümkün olmayabilir. Biraz daha karmaşıklaştırmak için, numaralandırılmış yüz adet pireyi dama tahtalarının karelerine dizip bırakalım. Hepsinin de ilk zıpladıkları kare üzerine, tekrar aynı anda, hep birlikte ne zaman dizileceklerini görebilmemiz mantıksal olarak mümkündür ama buna bizim tanıklık etmemiz zamansal olarak mümkün değildir. Gerçekten de bir tavla zarını yuvarlayalım. İstatistiki hesaplara göre 1 ile 6 arasındaki herhangi bir rakamı yakalama ihtimalimiz altıda birdir. Buna göre, altı kez zarı yuvarlayıp, 1 den 6’ya kadar rakamları birer defa yakalamayı umabiliriz. Ancak altı atışın altısı da 1 ya da 6 veya 5 olabilir. Üçü 3, ikisi 4, biri 6 olabilir. Yani çok sayıda ihtimal söz konusudur ve her atışta kaç rakamı ile karşılaşabileceğimizi kestirmek matematiksel - istatistiksel açıdan oldukça zordur. Tıpkı, hayatımızı ne kadar planlarsak planlayalım, hayatın bize yaşatmak istediklerini bir biçimde yaşamak zorunda kaldığımız gibi, büyük ölçüde tesadüflere tabiyiz. Gerçekten de bu örneklere benzer sonuçları elde eden ilk bilim insanlarından birisi olan C. Shannon’un çalışmaları iletişim alanı ile ilgilidir. Onun ileti içeriklerinin nakline ilişkin ölçümler yapmaya çalıştığı eserinde (A Mathematical Theory of Communication), fizik ile matematiğin birlikte sergiledikleri cümbüşü gözlemlediğini söyleyebiliriz. Shannon 1940’ların sonlarında ortaya attığı bilgi teorisinde, belirli bir ileti içeriğinin taşınması esnasında, taşınan ortalama anlamlı bilginin niceliğinin büyük ölçüde tesadüfi bir nitelik arz ettiğine vurgu yapmaktadır. Zira parazit adını verdiği etkenler; içeriği, aracı ve kanalı çeşitli biçimlerde etkilemektedir ve bunu da tam olarak belirlemek ve paraziti bertaraf etmek mümkün görünmemektedir. Zira aracın kapasitesi, kodlama, kod açımlama, içeriğin simgesel düzenekle anlamlandırılması ve bu anlamın aktarılması, kanalın niteliği ve özellikle her aşamada sirayet etmesi mümkün potansiyel, muhtemel ya da mevcut parazitler yüzünden, ortalama yararlılıkta bilgi aktarma başarısı, programlamalardan daha fazla tesadüflere bağlıdır. Bunu, teknolojik bir aygıt aracılığı ile gerçekleştirilen iletişimde olduğu kadar, yüz yüze gerçekleştirilen iletişimde de gözlemlemek mümkündür. Kısacası kaos, doğal olayların belirleyici bir ögesidir. Sosyal bilimler söz konusu olduğunda ise kaos faktörü çok daha belirleyici hale gelmektedir. Çünkü sosyal bilimler, yüzlerce tür benlik sergileyen bireyle, gene yüzlerce tür benlik sergileyen başka bir bireyin yüzlercesi ve bir o kadar da grup, kurum, örgüt, kuruluşlar arasındaki ekonomik, siyasal, sosyo-kültürel ve psikolojik etkileşimler ve iletişimlerle ilgilenmektedir. Üstelik bu değişkenlere zaman ve deneyimler, iklim, coğrafya ve daha pek çok faktörü de eklemek gerekecektir. Ama bu kaotik ‘türbülans’a karşılık her bir birey için bir yığın ‘mod’ saptamak da mümkündür. Hepimizin normal vücut ısısı 37 derecedir. Zira kaos teorisine göre her sistem ilk başladığı noktaya geri dönmeye eğilimlidir. Vücut ısısı yükseldi veya düştü. Bunu dengelersiniz ve sistemi ortalamaya (moda) taşır ve kaotik durumu sona erdirirsiniz. Zaten hayatımızı da, buna benzer sayısız geri dönüşlerle güven içinde yaşanılır hale getirebiliriz. Yürüyecek yolumuz, yatacak yatağımız, çalışacak işimiz, yiyecek ekmeğimiz vardır. Güneş her gün aynı yönden doğar ve yerçekimi bizi gezegende tutar. Ne kadar kaotik bir tarzla olursa olsun, eninde sonunda spermin yumurtayı, uygun şartlardaki her seferinde dölleyebiliyor ve neslimizin bu sayede sürdürülebiliyor olmasının garanti altında bulunması ve buna benzer pek çok başladığı yere geri dönüşler sayesinde varlığımızı koruyabiliyoruz. Yüzlerce benlik gösterisinden bir tanesinin, tüm nüfuz edici faktörleri de sabitleyerek, yüzlerce benlik gösterisinden tek bir tanesine, başladığı yere tekrar geri dönmesi mümkün değilmiş gibi görünmekle birlikte; bazı durumlarda yaklaşık olarak geri dönüşün tekrarlanmasını bireyin iletişim becerisi mümkün kılabilmektedir. Bu tür yaklaşık geri dönüşlerin iletişimsel olarak mümkün olması sayesinde birliktelikler, gruplaşmalar, cemaat ve cemiyetler teşekkül etmektedir. Biri, birisine (kuşkusuz ki buradaki “biri” ve “birisi” kavramlarından sadece herhangi bir özneyi değil, aynı zamanda simgesel birtakım gerçeklikleri de anlamak gerekmektedir) bir şeyler anlatmaya çalıştığı, diğeri de onu anlamaya çabaladığı, yani bu şekilde bir ‘niyet’(intention)2 zuhur ettiği takdirde, yaklaşık geri dönüşleri yakalamak mümkündür. Bununla birlikte iletişim partnerlerimizle yürüttüğümüz etkileşim süresince, gözümüzden çok küçük ve önemsiz bir ayrıntı kaçabilir. Bu basit neden bizde, görmezden gelemeyeceğimiz çok büyük olumlu ya da olumsuz etkiler yaratıyor olabilir. Biz bunu tesadüfle açıklayıp geçiştirebiliriz. Ama geri dönüşe (pirenin ilk defa zıpladığı kareye tekrar geri dönüş ihtimalini hatırlayalım) yaklaşabilmek için önemsiz ayrıntıları (o bize kendini kapatmadan ve biz ona kendimizi kapatmadan) yakalamak zorundayız. Demek ki, kaos bilim bize, hayatımızın modlar ve türbülanslarla sürdürülen bir orkestrasyon olduğunu vaaz etmektedir. Bir sistem ne kadar karmaşıksa, daha önce bulunduğu duruma en yakın noktaya o kadar geç dönecektir. Bunun için çok uzun bir zamana ihtiyaç olabilir. Ancak sözgelimi ne denli karmaşık olursa olsun, genetik kodların bakteriden insana organizmanın değişmez ögeleri olması gibi, doğa bazı durumlarda bize, anlaşılabilir düzenlilikler sunmaktadır. Kaldı ki doğayı anlaşılabilir düzenliliklere dönüştürme gibi, biz insan varlıkları, müstesna bir yeteneğe sahibiz. Modern Bilimle İlgili Bazı Tersten Okumalar Husserl tarafından “Avrupa Bilimleri” olarak adlandırılan Grek ve Latin kökenli (önceki satırlarda dile getirilen Heidegger’in vurguladığı bağlamıyla) Logos algısının günümüz bilim anlayışları üzerinde oldukça muhkem ve dominant bir ağırlığı bulunmaktadır. Oysa Heidegger’e3 göre logos her şeyden önce ‘söz’ anlamına gelmektedir. Özellikle Platon ve Aristo’da logos bu temel anlamından uzaklaştırılacak biçimde çok anlamlı olarak tanımlanmış, temel anlamın müspet rehberliğine başvurulmamıştır. Zaman içinde de logos, “nutuk” demek olan sahih anlamından kopartılmış, keyfi yorumlarla logosa; akıl, yargı, kavram, tanım, sebep, ilinti gibi çok çeşitli anlamlar yüklenmiştir. Hatta bilimsel terminolojileri biçimlendirecek bir evsafla donatılmıştır. Ona göre söz anlamındaki logos her şeyden önce, söylenen bir şeyin sözü edilerek gün yüzüne çıkarılması, açığa vurulması, alenileştirilmesi anlamlarına gelmektedir. Bir şey hakkında dile getirilen nutuk anlamındaki logos; hakkında konuşulan her ne ise, o şeyin, konuşana göre ne anlam ifade (yargı anlamı taşıyacak boyutuyla) ettiğini göstermektedir. Yani söz; konuşanın konuşulanı, konuşulan aracılığı ile görünür kıldığı bir etkinliktir. Konuşulan ne denli dile getirilebildiyse, ifade edilebildiyse, konuşma da o kadar sahici olabilmektedir. Konuşmayı dinleyenin konuşulanı görmesi (anlaması, kavraması, resmetmesi) de büyük ölçüde 2 Husserl’in köşe taşı kavramlarından biri olan ve etkileşim ile iletişim arasındaki farkı gösterme işlevine sahip niyet kavramı ile ilgili çok önemli çalışmalar için Bkz: Intentions in Communication, P.Cohen, J. Morgan, end M.E. Pollack, ed. Cambridge, Mass: Bradford Boks, MIT Pres 1990. Ayrıca, John R. Searle, Intentionality an Essay in the Philosophy of Mind, Cambridge U. Pres, New York, 1983. isimli eser de konuya temel teşkil etmektedir. Ayrıca William Lyons, Approaches to Intentionality, Oxford U. Pres. New york 1995’e de bakılabilir. 3 Martin Heidegger, Varlık ve Zaman, Türkçesi Kaan H. Ökten, Agora kitaplığı, İstanbul, 2008. Sayfa: 33-34-35. bu sahicilik düzeyine bağlıdır. Söz, bizatihi kendisi ile birlikte sözü edileni de bu şekilde ifşa etmektedir. Demek ki söz, sözcüklerin sesli olarak beyan edilmesi aracılığı ile aydınlatılması gerekene ışık4 tutarak, görünmesi gerekenleri görünür hale getirmektedir. Kısacası, “sayesinde bir şeylerin görünür hale geldiği” bu ”sesli beyan”, ‘fenomene fon olma’ demektir. Bir şeyleri ayan beyan kılarak fenomene fon olan logos, bunu; içerdeki ile dışarıdakini bir araya getirip bütünleştirmek suretiyle gerçekleştirmektedir. Daha doğrusu dışarıdaki varlıklarla, var olmakta olanlar, var olup bitenler, zihinde teşekkül edenleri buluşturup birleştirerek; “bir şeyi başka bir şeyle birlikte olarak, bir şeyi bir şey olarak görünür kılmak”tadır. Bu nedenle logos doğru da olabilmektedir yanlış da. Bunun anlamı şudur: Logos, bu işlevini ifa ederken, ilgili olduğu her ne ise, onu ayan beyan kılacağı, bir keşif gerçekleştirebileceği gibi; o şeyi bir şey olarak görünür kıldığı için onu ört bas da edebilmektedir. Bu durumda sahiciliğin hakikiliği gündeme getirmesi söz konusu olmaktadır. Görünür kılma işlevi, görünür kılınacak olanın önüne, onu görünür kılacak şeyi getirmekle mümkün olduğundan, görünür kılacak şey, görünür kılınacak olanı, olmadığı bir şeymiş gibi gösterebilmektedir. Bir araya getirme, ilişkilendirme yoluyla görünür kılma işlevine sahip logosun, bu işlevini, hakikatli bir biçimde ifa etmesi, aklı bir zemin olarak kullanmayı gerektirmektedir. Dilthey’in belirlemeleri ve Husserl’in tesbitleri, logosun bu şekilde anlaşılmadığını, daha doğrusu eksik yorumlandığını ve hatta keyfi “çerçeve”lenmiş olduğunu gözler önüne sermektedir. Dilthey5, sosyal bilimler ile diğer disiplinler arasına çok basit, çok net ama bir o kadar da sert bir çizgi çizmektedir. Doğa ve doğadaki canlı - cansız her şey açıklanmak için vardır. Dolayısıyla onlar sadece keşfedilebilirler. İnsan ve toplumla ilgili bilimler ise anlamak için vardır. Anlamak, ani bir zihinsel aydınlanma sonucu gerçekleşen süreçtir. Doğal olan varlıklar metodoloji kullanılarak açıklanabilir belki ama sosyal varlıklar metodoloji ile asla anlaşılamaz. Doğal olaylara ilişkin süreç, onların geçmişte keşfedilmiş olabileceğini, bugün de yeniden keşfedileceğini, gelecekte de keşfe konu olabileceklerine işarettir. Yani bu süreç, takdir ettiğimiz kurala, usule, güzergaha onlar tabi olmadıkları için, her zaman kesin olarak akledilebildikleri ve akledilebilecekleri iddiasını geçersiz kılmaktadır. Zira geist, cogito, akıl, mantık ne denirse densin, bunların hepsi zihinsel aktivitelerle yaratılan imgesel güçlerdir. Varlık, varoluş, fenomen, olgu ne denirse densin, bunlar da simgesel olarak varedilmeye mahkum gerçekliklerdir. Elbette kendilerinde saklı bir gerçeklikleri vardır ama bunların varolabilmeleri, karşılıklı anlaşılmaları ve taşınabilmeleri için simgesel olarak yeniden yaratılmaları gerekir. Dolayısıyla tüm bu doğal varlıklar, simgesel olarak varolabildikleri kadar vardırlar. 4 Fenomen teriminin Yunanca kökeni phainomenon, kendisini bilmek anlamına gelen phainesthai fiilinden gelmektedir ve phaino, güneş ışığı gibi parlaklığı anlatmaktadır. Onun kökü olan pha kendi kendini ayan beyan etme anlamı taşımaktadır. 5 Ayrıntılı bir inceleme için BKZ: Richard E. Palmer, Hermenötik, Çeviren : İ. Görener, Anka yayınları, İstanbul, 2002 Sosyal bilimler için elzem olan anlamak; bir zihnin başka bir zihni kavraması, bir hayatın başka bir hayata vakıf olması demektir. Anlamak, etkileşimle başlayarak kurulan bir ilişkinin nihayetlenmiş halidir. Anlaşılırlık, deneyimler aracılığı ile gerçekleşir. Formül şudur: Deneyim, ifade, anlama. Bu da iletişimsel bir süreçtir. Bu süreçte bilim insanının sözgelimi bir sosyal olayı, olguyu anlamak istemesi yeterli değildir. Olay ve olgudan da bir ışığın sızması, onun da kendini gösterecek bir görüntü sergilemesi gerekir. Yani anlamayı karşılıklı niyet mümkün kılmaktadır. Zira anlama, deneyimlenmiş değerler üzerinde hareket etmektedir ve esasen karşılıklı olarak kendini belli eden bu yönelimler, şu veya bu biçimde zihinlerde teşekkül eden gerçekliklerdir. Kısacası, hem doğa bilimlerine ilişkin açıklamalar hem de sosyal bilimlere ilişkin anlamalar son tahlilde zihinsel olarak inşa edilen gerçekliklerdir. Husserl bu şekilde inşa edilen bilimsel gerçekliklerin kesinlik iddiasına itiraz etmekte ve itirazını şöyle dile getirmektedir. Husserl’in6 Avrupa bilimi için yaptığı ilk tespit Platon’un etkisidir. Ona göre bilim insanları asırlar boyunca, zihinlerindeki teorilere uygun pratikler varetme çabası içinde olmuştur. Böylece varlıklar dünyasının seyircisi olmaktan öte geçememişlerdir ve kendi epistemolojik dünyalarından kurtulup, ontolojik dünyaya adım atma başarısı gösterememişlerdir. Husserl’in ikinci tespitine göre, evreni tümüyle matematikleştirme kaygısından doğmuş, Galileo’nun bilim anlayışı, Rönesans düşüncesinin temelini oluşturmaktadır. Yaşadığımız evren, Galileo’nun tasarımlarına uygun şekilde matematikleştirilerek idealize edilmiş ölçülü - sayılı evrenle ikame edilmiştir. Buna göre bütün evren matematizasyonla aynı evrensel ilkelere tabi olacaktır. Tümevarım yöntemiyle de idealize edilmek üzere tüm bilimsel çalışmalara çeki düzen verilecektir. Matematik - geometri aynı zamanda tüm diğer disiplinler için yegane ölçüt, en güvenilir sayısal dayanak olacağı için, kesinlik ve evrensellik garanti altına da alınmış olacaktır. Böylece nesnel bilgi kuşkuya mahal bırakılmadan üretilmiş olacaktır. Matematikleştirilmiş bu idealizasyon, Husserl’e göre, bireyselliği ve gündelik tekil yaşam deneyimlerini gizlemiştir. Tüme varımın bir hipotez olmaktan çıkartılıp, fiziksel bir kesinliğe dönüştürülmesi, yaşam dünyasını, ölçüler ve sayılarla idealize edilmiş bir taslak haline getirmiş, yaşam dünyasının kendini göstermesine izin vermemiştir. 6 Edmund Husserl “The Crisis of European Sciences and Transcendental Phenomenology”, Northwestern U. Pres, Evanson, 1989. isimli eserin, (özellikle II. Bölüm) günümüz bilimsel anlayışlarına egemen epistemik yapının sorgulandığı en çetin ilk eser olduğu söylenebilir. (Ayrıca Türkçeye çevrilen 1935 tarihli konferans metni olan, Avrupa İnsanlığının Krizi ve Felsefe, Afa yayınları, 1994’e de bakılabilir.) Fransızca literatürde aynı sorgulama Rene Guenon’un Türkçeye çevrilen “Niceliğin Egemenliği ve Çağın Alametleri” isimli eserinde yapılmıştır. Türk okuru bu sorgulamayı daha ziyade F. Capra’nın “Batı Düşüncesinde Dönüm Noktası” isimli eserinden okumuştur. Ayrıca “Sayı Tapıncı” bölümüyle Armand Mattelart, “Bilgi Toplumunun Tarihi”nde özellikle Leibniz’deki benzer takdisi işlemekte, “İletişimin Dünyasallaşması”nda da iletişimin dinselleşmesine değinmektedir. Bu taslak, Leibniz’in mekanik - teknik evrensel matrisleriyle daha da tahkim edilmiştir ama Husserl’e göre günümüz biliminin özünü, Descartes’in kartezyen düalizmi oluşturmaktadır. Descartes’a göre geleneksel bilgi türlerinden kuşku duyarak işe başlamak gerekmektedir. İkinci olarak kanıtları apaçık olduğu için sadece matematik sahih bilgi sunmaktadır. Rakamlaştırarak, parçalara bölerek, dışta tutarak, yok sayarak her şeyi nicelleştirmek, nicelleştirdikçe de nicelleştirilen nesneleri denetim ve gözetim altına almak mümkündür. Üçüncüsü matematikte olduğu gibi tüm evrende de tertip, nizam, intizam ve hiyararşi bulunmaktadır. Doğadaki her şey, basitten karmaşığa, tikelden tümele, dardan genişe, küçükten büyüğe doğru akledilebilir belirli bir düzen içermektedir. Ona uygun sistematik bir yapı ile onlara ilişkin doğru ve kesin bilgiler elde etmek mümkündür. Dördüncüsü, eksiksiz sayım ve sürekli bir test ile doğanın sırlarına vakıf olmak mümkün olacaktır. Beşincisi, açık seçik olan, maddi dünyaya ilişkin, kesinliğinden ve doğruluğundan kuşku duyulmayan yararlı bilgi ile zararlı ve lüzumsuz bilgi birbirinden mutlaka ayrılmalıdır ve sonuncusu, tanrısal kaynaklı ruh ile bir çuval etten ibaret olan bedenin birbirinden ayrı olması gibi, cogito ile onun dışında yer alan ‘ten’ birbirinden özenle ayrıştırılmalı ve cogitonun, kendi dışındaki ten ve tensel tüm zaaflara hakimiyeti tesis edilmelidir. Avrupa bilimleri için kriz olarak belirlediği bu tespitlerden sonra Husserl çıkış yolu olarak, fenomenolojiyi kullanarak, yaşam dünyasının anlaşılması gerektiğini vurgulamaktadır. Doğal, İmgesel ve Simgesel Gerçeklikler Bilindiği gibi, bilim insanları bir çerçeve ile bilim yapmak durumundadır. İçerdiği düzenliliklerle çerçeve, uyumlu düzenliliklerin işletilmesi işine yaramaktadır. Ancak, onun kuralına uygun düşmeyen durumlar kaos ya da tesadüf olarak kendilerini açığa vurmaktadır. Yunan ve Grek geleneği, bilginin bir özne ya da nesne mülkü olmadığı fikrini paylaştığı için, kesin ve doğru bilginin varlığına inanmışlardır. Kesin ve doğru bilgi belirli bir özne ya da nesne temellükünde olmadığı için, uygun metod kullanıldığı takdirde, bilginin kendi başına bir mülk olarak elde edilmesi ve taşınması mümkündür. İçinde yeşerdiği toprağı kendine mesnet alan Gadamer7 bu inancı paylaşmamaktadır. Ona göre gerçeğe metod değil sadece diyalektik ulaştırabilir. Metod araştırmacıya bakış açısı dayattığı için gerçeği görecek güce sahip değildir. Araştırmacı, amacına uygun olarak; test, ölçüm ve denetimlerle gerçeği değiştirmekte, dönüştürmektedir. Bu sorgulama ile gerçeğin bir yönü fark edilebilir belki ama kendisi açığa çıkartılamaz. Gadamere göre metod yerine diyalektik kullanılmalıdır. Çünkü diyalektik katılıma, karşılıklı açılmaya, deneyime izin vermektedir. Dolayısıyla gerçeğe ilişkin kesin ve doğru bilgiden değil, gerçek üzerindeki mutabakattan bahsetmek daha isabetlidir. Bu tespit ve değerlendirmelerden sonra gözlem terimini ya da bilim yapma iddiasını kullanmak çelişkili olabilir. 7 Hans – Georg Gadamer, Hakikat ve Yöntem I ve II, Çeviren Hüsamettin Aslan, Paradigma yayınları, İstanbul, 2009 Bununla birlikte, bizim denetim ve tasarrufumuz dışında, kendi düzenine göre işleyen, bizim henüz bilemediğimiz ve belki de bilemeyeceğimiz bir mekanizmanın bulunduğunu kabul etmeliyiz. Aynı zamanda, tüm bu tespit ve değerlendirmeleri haklı çıkaran, sadece kendi gerçekliğine kendisinin vakıf olduğu veya gerçekliği kendinde menkul organizmalar sisteminin var olduğunu inkar etmek de mümkün değildir. Bu gerekçeyle bile olsa, bizim bilim ve (büyük birader gibi olsa da) gözlem yapma ihtirasımızı gizlememize kanaatimizce gerek yoktur. Çok açıktır ki buradaki anahtar kavram gerçektir. Gerçek nedir ki, bilim insanları onun peşinde bu kadar koşmaktadır. Bu konuyla ilgili en taze meyveleri kanaatimizce Searle’de8 bulmak mümkündür. Anlamayı, dış dünyaya ilişkin bir gerçekliğin zihnimizdeki tezahürü olarak tanımladığımıza göre, gerçekliği de bizim onu tasavvur ve temsil edişlerimizden bağımsız olarak varolan dış dünya olarak kabul edebiliriz. Anlama ile gerçeklik arasındaki örtüşme, kesin ve doğru bilginin belirlenmesine kriter teşkil ettiğine göre; bir bilginin doğru ve kesin olabilmesi için hem gerçek nesneye uygun düşmesi hem de ona ilişkin onun ayırt edici bir niteliğini veya birtakım niteliklerini betimlemesi gerekir. Bu da özne, nesne, olgu, olay v.s. bir şeyi düşünmek ve düşüncenin, düşünülene uyması anlamına gelmektedir. Kısacası bu örtüşme, tutarlılık ve uygunluk kavramlarıyla açıklanabilir: Tutarlılık, bir parçanın, parçası olduğu bütün içindeki konumu ve bağlantılarının tam olarak fark edilmesini; uygunluk ise gerçeğin ne olduğu ve ne tür nitelikler taşıdığının anlaşılıp, anlatılmasını tanımlamaktadır. Gerçekliğe ilişkin bu belirlemeler, gerçeğin kendisi ile temsiline atıf yapmaktadır. Demek ki bizim temsil edişlerimizden bağımsız bir gerçeklik vardır. Buna doğal gerçeklikler diyebiliriz. Bir de temsil edişlerimizle inşa ettiğimiz gerçekliklere sahibiz. Bunlar da imgesel gerçekliklerdir. Bizim açımızdan belki de biraz daha önem arz eden sosyal gerçeklikleri ise biz yaratır, inşa eder ve imgesel gerçekliklerden farklı olarak onları paylaşırız. Sosyal gerçeklikler, uylaşımsal ve uzlaşımsal olarak var edilmektedir.9 Simgesel olarak yaratılan bu gerçeklikler; bizatihi bizi de, belirli birtakım kurallara tabi kılarak, onların gerçek bir gerçeklik olduklarından bizim kuşku duymamıza izin vermezler. İmgesel gerçeklikler henüz mutabakat sağlanmadığı için etkili değilmiş gibi görünmekle birlikte, uylaşım ve uzlaşımlarla simgesel gerçeklikler haline gelmektedirler. Demek ki, matematik, geometri, mantık gibi bazı disiplinler için de söz konusu olmakla birlikte, sosyal gerçeklikler olarak bizi daha fazla nüfuzu altında bulunduran simgesel gerçeklikler, gerçekliğini kabullendiğimiz ve hatta kuşku duymadığımız gerçekliklerdir. Onlara biz ne kadar gerçek demişsek o kadar gerçektirler. Gelenek, görenek, örf, adet, hukuk; evlilik, para, ticaret, miras, mülkiyet; yargı, yürütme, siyasi parti, dernek, parlamento, bakanlık, genel müdürlük, atom enerjisi kurumu gibi sosyal hayatta gerçekliğinden kuşku duymadığımız pek çok kurum, olay ve olgu, bizim iletişimsel bir materyal aracılığı inşa ettiğimiz simgesel gerçekliklerdir. Sosyal kurumlar ve diğer oluşumlar, dile muhtaç olduğu ve zorunlu olarak kurucu - düzenleyici 8 9 John R. Searle, “Toplumsal Gerçekliğin İnşası”, Çeviri: M. Macit-F. Özpilavcı, Litera Yayıncılık, İstanbul, 2005. “Söz Edimleri”, Çeviri: R. L. Ayseven, Ayraç yayınları, Ankara, 2005. “Zihin, Dil ve Toplum”, Çeviri: A. Tural, Litera Yayıncılık, İstanbul, 2006. “ Bilinç ve Toplum”, Çeviri: M. MacitF. Özpilavcı, Litera Yayıncılık, İstanbul, 2005. John L. Austin, “Söylemek ve Yapmak”, Çeviren: R. L. Aysever, Metis yayınları, İstanbul, 2009 kurallara ihtiyaç duyduğu için, daha sonra bunlar, gene birer iletişim materyali olarak kural haline getirilmektedir. Kural olarak dayatılarak ya herkesin bu kural üzerinde uylaşması istenmekte ya da kimi zaman müzakerelerle kural üzerinde herkesin uzlaşması beklenmektedir. Paylaşılmaları düzeyinde de, simgesel düzeneklerle, her biri simgesel birer gerçekliğe dönüştürülmektedirler. Simgesel gerçekliklerin en önemli bölümünü teşkil eden sosyal gerçekliklerin var olabilmeleri için (a)işleve, (b)niyete, (c)faydaya, (d)ideolojik hedefe (e)rasyonel tercihe ve (f)etik tasarrufa tekabül etmeleri gerekir. Bu gerçeklikler (a)artistik, (b)estetik, (c)edebi, (d)cazibe, (e)pratikleştirme, (f)eğitim gibi amaçlara ulaşmak, (g)afet, tehdit ve tehlikeleri bertaraf etmek gibi kaygıları gidermek için imgesel olarak imal ve simgesel olarak inşa edilmektedirler. Sosyal gerçeklikler, bizim ona yüklemediğimiz kimi işlevler, misyonlar da yüklenmiş olabilir. Örneğin para, herhangi bir kağıt parçasıdır. Karşılıklı anlaşıyoruz ve biz ona bir değer yüklüyoruz. Ürettiklerimizi, eserlerimizi değiş dokuş ederken ve tedavüle sürerken bize faydalı olsun istiyoruz. Ama bir süre sonra öyle işlevler yüklenmiş oluyor ki (söz gelimi egemenlik ve boyunduruk ilişkilerindeki tayin edici rolü, cinayetlere varacak kadar kişilere hırs telkin etmesi v.s.); onun, nev-i şahsına münhasır hale gelen bu işlevlerini denetim altına almamız bile mümkün olmuyor. Pek çok sosyal kurum ve örgütlenmelerde bunu görmek mümkündür. Kısacası, bilim insanlarının bilim yapma işini ifa ederken onlara konu teşkil edecek gerçeklikleri üç kategoride toplamak mümkündür. Bu kategoriler (1) imgesel, (2)simgesel ve (3)doğal gerçekliklerdir. İmgesel gerçekliklere ilişkin bilim yapma işini inspection, exploration ve critic ile sınırlandırabiliriz. Ancak simgesel ve doğal gerçekliklere ilişkin bilim yapmak için, discover ve revelation kavramlarıyla tanımlanacak bir iş daha gerçekleştirmek gerekmektedir. Özellikle doğal gerçekliklerle, daha sonra disfonksiyonel hale gelmiş simgesel gerçeklikleri revelation ile aşikar kılabiliriz. Bilim Yapma İşi Olarak Discover ve Revelation Simgesel ve doğal gerçekliklere ilişkin bilim yapma işi için, inspection, exploration ve critic kavramlarının yanı sıra discover ve revelation’a da gerek olduğunu belirtmiştik. Discover yeni bir kavram değil. Revelation, yeni değilse bile alışılmadık bir kavram. Revelation’ı bu metin bağlamında şimdilik ‘ifşa’ terimi ile karşılayacağız. İfşa; örtüyü kaldırıverme, zihnin aniden aydınlanması, bir şeyi ayan beyan kılma, aşikar hale getirme, gün yüzüne çıkarma gibi sözcük anlamlarının yanı sıra; araştırmacının araştırma yapma niyetini, daha doğrusu zihnini belirli bir sorunsalın meşgul etmesini de anlatmaktadır. Gerçekten de bazı cisimlerin su yüzeyinde nasıl olup da kalabildiği sorunu ile zihni meşgul olmayan bilim erbabının, banyo suyunun üzerinde tasın kalmasını “buldum, buldum” çığlıklarıyla tarif etmesini anlayamazdık. Pek çok insanın kafasına elma düşmesine rağmen, bunun çekim kanuna delalet teşkil ettiğini tek bir tanesinin anlaması mümkün olmazdı. Bilim her şeyden önce sorunsal ile yapılmaktadır. Bununla birlikte ifşanın bu bağlamdaki anlamı, araştırmacının sorunsal ile zihnini meşgul etmesini anlatmaktan ibaret bir anlamla yüklü değildir. Belki de ondan daha fazla, araştırma konusunun kendisini araştırmacıya teşhir etmesini anlatmaktadır. Yani insanlar suyun kaldırma kuvvetini bulmak amacıyla banyo yapmazlar. İnanılması güç bir tesadüf (pirelerin dama tahtalarındaki ilk zıpladıkları karelere hep birlikte tekrar konmuş olma ihtimalini hatırlayalım) sayesinde elma, belirli bir sorunsalı takıntı haline getirmiş bir kafaya düşüyor. Yani teşhirin zuhur etmesi sonucunda ifşa gerçekleşmiş olmaktadır. Tutarlı ve inandırıcı görünmeyen bu iddiayı zihinlerde bir filmle canlandıracağım ve ayrıca, yurtdışındaki bir araştırmam esnasında bizzat yaşadığım bir başka örnekle de bunu somutlamaya çalışacağım. İçgüdü filmini hatırlarsınız: Bir zoolog orangutan ailesi üzerinde gözlemlerde bulunmaya çalışıyor ama bir türlü onların aile yaşamının şifrelerini çözemiyor. Bir süre sonra onlarla birlikte yaşamaya başlıyor. Ama hayvanlar onu arasına almıyorlar. Bebeklerine el bile sürdürtmüyorlar. Belirli bir zaman geçtikten sonra onun bebeklere dokunmasına izin verilerek ve vücutlarındaki parazitleri ayıklama lütfu ona bahşedilerek, zoolog, orangutan ailesinin bir üyesi kabul ediliyor, o kadar ki onları korumak için zoolog cinayeti bile göze alıyor. Mahkumiyeti boyunca ona bir psikolog yardımcı olmaya çalışıyor ama zoolog, psikolog ile uzun süre konuşmuyor. Psikolog, kendi kızı olduğu halde orangutan ailesinin bir üyesi olmasını ve onun bu kadar kendini kapatmasını anlayamadığı gibi, zoolog da, psikoloğun kendisini patolojik bir vaka olarak görmesini anlayamıyor. Film gayri ihtiyari olarak, zoolog mu bir bilim adamı, psikolog mu sorusu etrafında gelişiyor? Kazakistan’ın, Çimkent eyaletine bağlı Türkistan kentinde, bir araştırma vesilesiyle bulunduğum birkaç aylık süre içinde, hiyerarşik olarak toplumsal ilişkilere hakim olan “cüz” meselesini anlamaya çalışmıştım. Bölge 250 yıllık bir süre boyunca Hokand ve Buhara hanlıkları, Çarlık Rusyası ile Sovyetler gibi pek çok siyasal gücün hakimiyeti altında bulunmuştu. Ancak yerli tarihçilerin bazı haklı tespitleri bile “cüz” meselesine tatmin edici bir açıklama getiremiyordu. Nihayet, birkaç öğrencimle birlikte, babadan - dededen “aksakal” adı ile maruf bir aile büyüğünün evine misafir olduk. Kazak öğrencilerim, ne olursa ve ne şekilde olursa olsun ikram edilen bir şeyi geri çevirmemem konusunda beni uyarmışlardı. Sofrada aksakal diye tanıtılan yaşlı adam, eliyle avuçladığı pilavın bir kısmını kendi ağzına koyduktan sonra kalan kısmını bana uzattı. Yaşlı olduğu için ağzı ve burnundaki sıvıları pek de kontrol edemiyordu. Parmaklarının üzeri de soğuk ve sıcaktan çatlamıştı ve eller çok sık yıkanmadığı için çatlakların içi siyah lekelerle dolmuştu. Ben onun bana uzattığı bu parmakların arasındaki pilavı ağzıma aldım. Yemekten sonra yaşlı adam, ailesi tarafından bizzat yaşanmış, pek çoğu oldukça mahrem olan hikayesini anlattı ve neredeyse toplumsal bir tabaka (ama kesinlikle toplumsal tabaka olmayan) haline getirilmiş “cüz” meselesini, farkında olmadan önemli ölçüde aydınlattı. Öğrencilerim, güven sınavına tabi tutulduğumu, şayet kirli parmaklar arasındaki lokmayı yemeseydim, yaşlı adamın benimle asla konuşmayacağını söylediler. Gene aynı yörede, Türkiye’den ve diğer Türk dünyasından gelen öğrencilerle, Kazak öğrencilerin zaman zaman belirli evlerde, topluca bir araya geldiklerini öğrendim. Öğrencilerim, birkaçına benim de katılabileceğimi söylediler. Bu toplantılarda, yirmiyi aşkın öğrenci, evin teras gibi düşünülmüş açık alanında oturuyorlar, geç saatlere kadar sohbet edip eğlendikten sonra, (kimi zaman kız erkek karışık) hepsi birden bir odaya yan yana uzanıp uyuyorlardı. Yan odada da ev sahibi ailenin diğer üyeleri kalıyordu. İlk bakışta, yatak kıyafetleri ile, genç kızlarla genç erkeklerin hep birlikte, adeta kucak kucağa uyumaları, kaygı verici bir rahatsızlığa yol açıyordu. Oysa bu algı çok yanlıştı. Birbirlerinin en nahoş hallerine tanıklık ettikleri için, bu toplantılara defalarca katılanlar bir süre sonra birbirlerini kardeş gibi görmeye başlıyorlardı. Çünkü birbirlerinin en doğal ve en mahrem hallerine tanık oluyorlardı. Herhangi bir tehdit altında olmamalarına rağmen, duygusal ilişkilerinde çok titiz davranıyorlardı. Bu toplantıların en önemli sosyal işlevi, kentleşmenin yol açtığı rekabet, kıskançlık, ihtiras ve bencillik gibi olumsuz kimi duyguları bastıracak güçte, müthiş bir grup bağlılığı ve dayanışma, birbirine sahip ve arka çıkma duygusunu, genç kuşaklara telkin etmesiydi. Bir süre sonra birbirlerini yakın akraba gibi görmeye başlıyorlar, aynı ailenin, sülalenin üyesiymiş gibi bir mensubiyet bilinci ediniyorlardı. Kendini teşhir ederek, olgunun araştırmacıya kendini ifşa etmesine daha pek çok örnek vermek mümkündür. Aslında bu örnekler yeni bir bilim yapma işini de anlatmıyor. Katılmalı yöntem olarak bilinen sosyolojik çalışmalar neredeyse yüz yıldır gerçekleştiriliyor. Ancak buradaki vurgu, bunun iletişimsel bir etkinlik ve süreç olduğu, iletişimin bilgi alma, işleme ve verme tarzı olarak kendini gösterdiği iddiasıdır. Kendisi de bizatihi araştırma konusu olan iletişim olgusunun, burada, aynı zamanda bir araştırma tarzı olarak kendini var ettiğine dikkat çekilmeye çalışılmaktadır. Araştırmacı ile araştırma konusu, iletişim etkinliği ile, karşılıklı olarak niyetlerini açığa vurdukları için, ifşa adını verdiğimiz, kendini açığa vurma şeklinde gerçekleşmiş, bilimsel bir çalışma ortaya konulmuş olmaktadır. Daha açık bir ifade ile burada gayri ihtiyari bir biçimde iletişim, işlemci olarak devreye girmektedir. Gerçek’in ya zihnimizde oluşan zihinsel bir durum ya da toplumsal olarak inşa edilen bir yaratı olduğunu biliyoruz. Zihnimizde var olan imgesel ve bizzat inşa ettiğimiz simgesel gerçeklikler, iletişimsel eylemlerimizle bilgi elde ettiğimiz, edebileceğimiz; akledildikleri ve düzenlendikleri için akledebileceğimiz ve düzenliliklerine vakıf olabileceğimiz; kendilerine bilgi hamledildiği için onlara ilişkin bilgi edinebileceğimiz ve onlara yeni bilgiler hemledebileceğimiz gerçekliklerdir. Bunlara epistemolojik gerçeklikler diyebiliriz. Öte yandan, sahip olduğumuz bilgi ve vukufiyetlerimizin dışında, biz onu bilmiyor olsak, ona vakıf olmasak da, tasavvur ve temsillerimizin dışında bir gerçeklik vardır. Bu gerçekliğin doğasına, düzenliliğine ve sırrına vakıf olamadığımız için bize kaotik gelmektedir. Sırrına vakıf olamadığımız doğal gerçeklik adını verdiğimiz kaotik durumlara da ontolojik gerçeklikler adını verebiliriz. Bu sınıflandırmanın yukarıdaki üç kategori halinde ayırdığımız gerçekliklerden farkı şudur: Para örneğinde olduğu gibi, bazı durumlarda, bizzat bizim imal ve inşa; zaman içinde ihya ve ıslah ettiğimiz gerçekliklerimiz bile kaotik durumlar, biçimler, içerikler kazanabilirler. Bu yüzden onları da kimi durumlarda ontolojik gerçeklik olarak görmemiz gerekecektir. Bu sınıflandırma ve vurgu önemlidir. Zira ontolojik gerçekliklerin sırrını sadece ifşa (revelation) yolu ile aşikar kılabiliriz. İnspection, exploration, critic ve discover usülleri kullanılarak da epistemolojik gerçekliklerin kendilerini teşhir etmesini sağlayabiliriz. Bu bağlamda Heidegger’in logos, fenomen ve techne (teknolojinin kökeni) kavramlarını nasıl anlamlandırdığına geri dönmemiz gerekmektedir. Zira bu kavramlar; araştırma işi, araştırılan ve ürün konularında bize ışık tutmaktadır. Bilimler, yaşam dünyaları üzerinden kurulmaktadır. Zira yaşam dünyaları bilimden önce vardır. Bilim, kendisinden önce zaten var olan bir yaşam dünyasını yeniden kurmaktadır. Çerçevelemek demek olan bu kurgu, kendini ifşa etmek için bekleyen yaşam dünyalarının önünü kapatmaktadır. Logos, fenomen ve techne bu kapatılmayı ortadan kaldırmak için var olmalıdır. Bahisle, bahsi geçenin aşikar kılınmasını temin edecek bir akıl kullanılarak, onların bir araya getirilmesi işlemini anlatan logos, esasen, bahsi geçenin gün yüzüne çıkartılmasına vesile olmaktadır. Nitekim fenomen kavramının ışık-parlaklık, kendini açık-görünür kılma köklerinden türetilmiş olması bundandır. Dolayısıyla bilim, gizlemek için değil, açığa çıkarmak için yapılmaktadır. Demek ki, bilgi yapılarıyla kurulan çerçevelerin gizleme işlevini denetim altına alabilmek için, fenomenin kendini açığa vurmasına ve teşhir etmesine imkan tanımak gerekmektedir. Bilimin çalışma konularından olan imgesel ve simgesel gerçeklikler incelemeye, teste, teftişe ve keşfe tabi tutularak onların kendilerini ayan beyan kılmalarına aracılık etmek mümkündür. Zira bunların nasıl kuruldukları bilindiği, içerdikleri kurallarla ilgili malumattar olunduğu için, zikredilen yollardan biri veya birkaçı kullanılarak, onlara işlenmiş giz örtüsü veya zaman içinde kaplandıkları peçelerden onları bu yolla kurtararak, onların aşikar kılınmaları mümkündür. Ancak doğası gereği kaotik ya da zaman içinde kaotik hale gelmiş bir fenomenin sırrına vakıf olmak için, onun ışık sızdırmasına vesile olmak gerekmektedir. Esasen bu, şimşek çakması gibi zihne aniden geliveren bir ışık yansımasını andırmaktadır. Yıldız kayması gibi, fenomenden sızıp kayboluveren ışığı zihnin fark edip yansıtmasını (reflection) ifşa terimi anlatmaktadır. Bizim kanaatimize göre bu refleksiyonda mistik ya da metafizik bir yan aranmamalıdır. Bu sadece, belirli bir etkileşimin, iletişim olarak tezahür etmesi sürecinden ibarettir. Fenomenin kendini açığa vurma, ifşa niyeti vardır. Logos fenomeni açığa vurmak, ifşa etmek için çabalamaktadır. Bu karşılıklı niyet, iletişimi doğurmakta ve bilimsel bir ürün bu yolla zuhur etmektedir. Bu ürünlerin bir bölümünü teşkil eden techne’ye gelince. Techne, zenaatkarların hünerlerinin yanı sıra edebi ve artistik eserleri de anlatmaktadır. Yani bu kavram bir yanıyla epistemi diğer yanıyla çiceklerin aniden patlayıp kendini gün yüzüne çıkarması gibi zuhur etmeyi (physis) kapsamaktadır. Zuhur etme, en yüksek derecede açığı çıkma (poiesis) demektir. Demek ki techne tıpkı ‘discover’de olduğu gibi, üzerindeki örtüden sıyrılıp kurtulma, kendini aşıkar hale getirme anlamına gelmektedir. Nitekim Grekler de bu anlamda kullanmışlardır. Ancak zaman içinde techne, varolanı belirleyen, değiştiren, denetleyen; varolanın üstünü örten haline getirilmiştir. Kuramsal çerçevesine uygun pratikler olarak teknolojiler; bir meydan okuma, hakimiyet kurma; el altındaki varlıkları amaçlara uygun olarak tanzim etme, onları sistematize ve kategorize etme ülkülerine aracılık eden aygıtlar haline getirilmiştir. Enstrümental aygıtlar olarak kabul edilen teknolojiler, bu kavramın düzene sokma, tertip etme, bir araya getirme anlamından ibaret bir işlevle çerçevelenmişlerdir. Belirli birtakım parçaların (alet, edavat, araç, gereç v.s.) derlenip toparlanıp, tertip ve düzene sokulup, sistematik bir mekanizma kurulması, ona ilişkin bir çerçeveye ihtiyaç doğurmuştur. Bu da, tahkim edilmiş bir çerçeve içine hapsedilerek, tekil yetenek ve yaratılar demek olan techne’nin, aşikar kılma anlamının ortadan kaldırılmasına yol açmıştır. İletişimin gerçekleşmesi için ihtiyaç duyduğu aracı mekanizma olan medya, teknolojik aygıtlar halinde üretilirken, sözü edilen bu eksen kaymasına maruz bırakılmıştır. Medya teknolojileri bu nedenle, iletişim ile birlikte ayrılmaz bir mütemmim cüz olarak düşünüldükleri takdirde, iletişimin burada dile getirilmeye çalışılan işlemsel işlevini ifa etmesine imkan verilmeyecektir. Dolayısıyla akademik bir disiplin olarak ele alındığında iletişim ile medyayı, başka bazı nedenlerin yanı sıra bu nedenden dolayı da ayrı birer akademik çalışma alanı olarak yapılandırmak gerekmektedir. Medyatik bir mekanizma olmaksızın etkileşim ile iletişim süreçlerinin işlemesi mümkün değildir. Etkileşim sürecinde medyatik mekanizma örtme, gizleme, perdeleme, maskeleme işlevine de aracılık edebilmektedir. Ancak iletişim sürecinde medyatik mekanizma ifşa etme, aşikar kılma, açığa çıkarma işlevlerine aracılık etmek durumundadır. Zira iletişimin olabilmesi ya da sürece iletişim adının verilebilmesi için karşılıklı niyetin varolması gerekmektedir. Niyet kavramı bu bağlamda amaç, hedef, vuslat gibi anlamlara gelmemekte, temayülü anlatmaktadır. Kuşkusuz ki temayül, özne rolünü, hatta öznenin inisiyatif ve tasarruflarını gündeme getirmektedir. Bu noktada şimdi, daha da tehlikeli bir dönemeç ortaya çıktı. Yani genelde bilim, özelde iletişim bilimi yapma işine değinmeye çalışırken, daha zorlu bir girdabın ürkütücü burgularına saplanıyoruz. Öznenin yaptıkları eninde sonunda belirli bir takım tercihlerden ibaret olduğuna göre, nasıl bir mazeret beyan edilerek, bu işe meşruiyet tesis edilecektir? Cengiz ANIK GAZETELERDE ÖTEKİLEŞTİRME PRATİKLERİ: Türk Basını Üzerine Bir İnceleme Yurdagül BEZİRGAN ARAR Nuri BİLGİN ÖZET Birey ve grupların ‘farklılık’ karşısındaki tepkileri, rekabet, işbirliği, tolerans, birlikte yaşama yönünde olabileceği gibi, düşmanlık, dışlama şeklinde de olabilir. Bu ikinci tepkiler, çoğu kez gruplar arası ilişkilerde ötekileştirme eğiliminin bir göstergesi olarak gözlenir. Çatışma içinde bulunan gruplar, kendi grup kimliklerini (iç grup) olumlu imajlarla temsil Ege Üniversitesi İletişim Fakültesi, Gazetecilik Bölümü, Dr. Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi, Psikoloji Bölümü, Prof. Dr. ederken; diğer grubu (dış grup) olumsuz imajlarla temsil eder. Günlük konuşmalar yanında medya metinlerinde de gözlenen ötekileştirme, böylece kimlik inşa etme sürecinin önemli bir parçası haline gelir. Bu çalışmada, ötekileştirme eğilimi gruplar arası ilişkiler bağlamında, Türk basınından 4 ulusal gazetenin 1979-2005 yılları arasındaki nüshaları üzerinde yapılmış bir araştırmanın (Bezirgan Arar, 2009) sonuçlarına dayanarak ortaya konulmaktadır. Türk basınının dönem boyunca ötekileştirme eğiliminin seyri ve bu eğilimin dayandığı akıl yürütme tarzları, haber metinleri üzerine odaklanarak örneklendirilmektedir. Anahtar Kelimeler: Ötekileştirme, Ötekileştirme Stilleri, Dışlama, Kategorizasyon, Türk Basını. OTHERING PRACTICES IN NEWSPAPERS: An Analysis on Turkish Press ABSTRACT Individuals and groups react to ‘difference’ with competition, agreement, tolerance, inclusion or exclusion. Some of these reactions indicate the othering tendency more. Groups who are in conflict with each other, represent their own group identities (in group) with positive images, but on the contrary, represent the other group identities (out group) with negative images. Thus the othering which is observed both in daily conversations and media texts, becomes an important part of idendity construction process. In this study, othering tendency is displayed in the context of intergroup relations and examined by the findings of a research (Bezirgan Arar, 2009) which covers 4 newspapers from Turkish Press including 1979-2005 period. Othering tendency of Turkish Press and its implication forms are probed by focusing on news texts. Keywords: Othering, Othering Styles, Categorization, Exclusion, Turkish Pres. Giriş İnsanın içinde bulunduğu kültürel dünyayı oluşturan kişiler, nesneler, olaylar ve durumlar, bir takım sosyal anlamlarla yüklüdür ve bu anlamda sosyal birer gerçeklik olarak inşa edilmişlerdir. Sosyal dünyamızın dokusunu oluşturan tüm bu şeyler, ne saydamdır, ne de çıplak brüt verilerdir; anlaşılmak için belirli algı ve yorum ızgaralarından geçirilerek anlamlandırılmaları gerekir. İnsanın dünyayı anlamlandırma konusunda en önemli etkinliği kategorizasyondur. Kategorizasyon, insanın fiziksel ve sosyal çevresini kategoriler halinde bölümlemesi ve çevredeki çeşitli öğeleri bu kategorilere yerleştirme etkinliği ve sürecidir. Bu süreçte çok çeşitli insan, eşya ve olay kategorileri kullanılabilir; örneğin insanlar, meslek, yaş, cinsiyet, gelir düzeyi, yerleşim yeri gibi çeşitli kriterlere göre gruplandırılabildiği gibi aidiyet kriterine göre, ‘biz’ ve ‘onlar’ veya iç grup (in-group) ve dış grup (out-group) şeklinde de kategorilendirilebilir. Sosyal psikologlar (Bruner, Goodnow ve Austin, 1956)1 bu konudaki ilk çalışmalardan itibaren kategorilendirmenin çeşitli işlevleri olduğunu vurgulamıştır: Çevrenin karmaşıklığını azaltmak: (her bir öğeyi tek tek ve tekil özelliklerinde kavramak yerine kategoriler halinde algılamak); yeni şeyleri mevcut kategorilerimizden hareketle tanımak; davranış ve eylemlerimizi yönlendirmek; kategorilerimizi pekiştirmek; olay, kişi veya nesne sınıflarını düzenlemek ve birbiriyle ilişkilendirmek gibi. 1 Leyens, J P (1983), Sommes-nous tous des psychologues?, Bruxelles: Pierre Mardaga, s. 11-13’den alıntı. Kategorizasyon öncelikle bilişsel temelli bir insan etkinliğidir; pratikte son derece hayati bir rol oynar; çevremizdeki şeylerden, belirli bir açıdan benzer ve farklı olanları toplamayı sağlar; bu sayede anlamlı, açıklanabilir ve öngörülebilir bir dünya temsili oluşturulur. Bunu yaparken çevreden gelen enformasyonları ayıklar, süzgeçten geçirir, uyaranlar arasındaki bazı benzerlikleri abartıp bazı farklılıkları da görmezden gelerek gerçekliği basitleştiririz (Fiske ve Taylor, 1991). Dil pratiklerimiz de kategorilendirici bir özelliktedir. Karşılaştığımız uyaranları “bu nedir/kimdir?” sorularıyla karşılar ve kategorileri belirten sözcükler sayesinde tasnif ederiz, yani bir kategoriye sokarız. Sapir-Whorf Hipotezi’yle vurgulandığı gibi (Jandt, 1998: 129), dilin kategorileri, algı ve düşüncelerimizi de etkiler. İki kategori arasındaki kontrast belirgin olduğu ölçüde, kategorilendirme de etkili olur; bu nedenle çoğu kez, kategoriler arası fark abartılarak kontrast da artırılır (Doise, 2003: 254). Bu Tajfel’in ilk çalışmalarının da bir örneğidir; çeşitli nesneler, farklı kategoriler halinde gruplandırıldığında, yukarıdaki örneğe benzer bir şekilde, aynı kategorideki nesneler, birbirinden fiziksel olarak farklı da olsalar, benzer olarak algılanırlar. Gruplar Arası İlişkilerde Kategorizasyon ve Ötekileştirme Sosyal gruplara ilişkin kategoriler söz konusu olduğunda, aidiyet grubu ile dış grupların kontrast haline sokulması, gruplar arası farklılığın büyütülmesi ve iç ve dış grupların üyelerinin ortak bir paydada (insanlık) birleşememesi sonucunu doğurmaktadır. Üstelik grup aidiyeti salt kognitif bir ayırmaya tekabül etmemekte; aidiyet vasıtasıyla öz-saygıyı yükseltme ihtiyacı nedeniyle, duygusal bir renge boyanmaktadır. Bu ihtiyaç, ait olunan grubun, olumlu özelliklerle yüklenmesine; dış grubunsa olumsuz olarak nitelenmesine yol açmaktadır. Belirli bir grubun üyelerinin, salt bu gruba aidiyetleri dolayısıyla bir başka grup tarafından farklı bir gözle görülmesi ve dolayısıyla olumsuzlanması, ötekileştirme olgusunun temelidir. Kuşkusuz, farklı olanlarla ilişkilerimiz geniş bir yelpaze oluşturur. Bu ilişkiler işbirliği ve birlikte yaşama yönünde gelişebildiği gibi, yabancılık, rekabet, dışlama, düşmanlık gibi biçimler de alabilir. Bu ilişki çeşitliliği dikkate alınarak denilebilir ki her ötekileştirmenin temelinde bir kategorilendirme vardır, ama her kategorilendirmenin sonucu ötekileştirme değildir. Gerçekte, insanları içine yerleştirdiğimiz kategorilerin çeşitliliği ve çokluğu dikkate alınırsa, farklı olanlarla ilişki, sosyal yaşamın en belirgin çizgilerindendir. Bu farklılık, bir takım boyutlarda saptanan eşitsizlik durumundan ayırt edilerek ve daha derinleştirilerek ‘başkalık’ (alterite) anlamında alındığında, bir tür karşıtlık ilişkisini çağrıştırır. Ancak her tür karşıtlık, ötekileştirmeye yol açmadığı gibi, karşıt olanların birbirini tamamlaması ve bir arada bulunması da mümkündür. Bu nedenle ötekileştirmeyi, esas olarak sosyal dışlamayla karakterize etmek daha doğru görünmektedir. Anlam ölçümüyle ilgilenen sosyal psikologların vurguladığı üzere, insan zihninin çeşitli kişi, şey veya durumları iki uçlu sıfatlara göre, yani iki karşıt kutup arasına yerleştirerek kavrama eğiliminde olduğu dikkate alınırsa, başkalık, aynılığın öteki yüzüdür. Kişi veya grupların kendilerini tanımlama tarzı, “negatif tanımlama” yolundan, ne ya da kim olmadıklarını belirtmekten geçmektedir. Buna göre, insan zihninde biz, ‘onlar’a; burası ‘başka yer’e, beriki ‘öteki’ne göre kurgulanmaktadır. Bu açıdan baktığımızda, bir grubun ötekileştirilmesi, bir kimlik tanımına hizmet etmesi ve bu anlamda da meşrulaştırılmış bir dışlama durumunda netlik kazanmaktadır. Öte yandan günümüzde, küreselleşmenin baskısı, modernleşmedeki aşırılıklar veya başarısızlıklar, büyük ideolojilerin yıkılması gibi çeşitli nedenlerle kolektif kimlik arayışlarının artışı, etnik ve dinsel nitelikli kökensel toplulukları ve cemaat tipi örgütlenmeleri ön plana çıkarmaktadır. Bu sürecin uzantısında, gruplar arası ilişkiler çok daha çatışmalı bir hale gelmektedir. Zira ‘özsel’ iddiaları nedeniyle birbirine göre antagonist konumlarda bulunan ve kaynakları yetersiz toplumlarda çıkarları çelişen bu tür topluluk veya örgütlerin birbiriyle uzlaşması son derece problematiktir. Gerçek çatışmalar teorisinin öngördüğü üzere, ortak bir proje yokluğunda bu tür gruplar, birbirini ötekileştirmeye eğilimli olacaktır. Bu eğilimi telafi edecek ve bir bakıma insan ilişkilerinde entropiyi dengeleyecek psiko-sosyal mekanizmalar, normatif ve hukuksal çerçeveler bulunmadığında, söz konusu eğilim, sadece bir yatkınlık olmaktan çıkarak eyleme dönüşecektir. Nitekim çıkar çatışması içinde bulunan gruplar, çoğu kez kendilerine ve diğerine karşı farklı bir tutum izleme; kendine hoşgörülü, diğerine karşı anlayışsız davranma; ilişkilerinde birbirinin imajını bozma, kişi veya grubun tekil özelliklerini silme, değersizleştirme, ayrımcılık yapma eğilimindedir. Aidiyet grubu üyeleri özsel olarak iyi, diğerleri ise özsel olarak kötü sayılır. Vinsonneau’ya göre (2002: 205) bu, ontolojikleştirme yaklaşımıdır; iç grupta arzu edilmeyen, dış grupta ise arzu edilen davranışlar tesadüfe bağlanır. “Eş zamanlı olarak grup üyelerinin aşırı yüceltilmesi dış grubunkilerin ise yerilmesi, iyi ve kötünün, sosyal aktörlerin tözüne yerleştirilmesi sağlanır”. Farklıklara karşı olumsuz yaklaşımlar, tarih boyunca hemen her toplumda görülmüştür. Bu genellik, ötekileştirmenin araçsal niteliğiyle ilgilidir. Çünkü dışlama ve ayrımcılık tepkileri, bedava olgular olmayıp grupların çıkarına hizmet etmektedir. İki grubun ilişkisinde iktidar veya güçlü konumda bulunan taraf, dışladığı grubu kaynaklardan mahrum etme ve bunu meşrulaştırma imkânına kavuşmaktadır. Üstelik her dışlama, grup içi sosyal bağı da pekiştirmektedir. Dışlananlar, kötü, tehlikeli veya ‘riskli’ olduğuna göre, her dışlama aidiyet grubunun arındığı hissine ve üyelerinin güvenlik duygusuna hizmet etmektedir. Nitekim günümüzde de pek çok ülkede, özellikle seçimler arifesinde ortak düşmanlar yaratarak, sosyal bağın tesisi yoluna gidilmekte; bir iç grup, yani ‘biz’ oluşturmak için biz’in negatif garantisi gibi işlev görecek bir dış grup, yani ‘onlar’ kurgulanmaktadır; heterofobi beslenmektedir. Bu, muhayyel bir karşıt inşası, kısaca ötekinin icadıdır. Ötekileştirmenin Zihinsel Patikaları Ötekileştirme, bir dış grup (out group) hakkında olumsuz bir sosyal temsil geliştirmek; yani bu grubun aleyhinde, aidiyet grubumuzdan farklılaştırıcı bir takım tutum, kanaat, inanç, imaj ve anlamlar, önyargı ve stereotipler oluşturmaktır. Bunlar, günlük konuşmalar içerisinde ve kitle iletişim kanallarında şekillenirler. Dolayısıyla çeşitli grupların ötekileştirilmesinde, medya önemli bir rol oynar. Bu bakımdan medyada ötekileştirme pratiklerinin incelenmesi (Gitlin, 1980; Chomsky, 1993; Brookes, 1995, Myers ve ark., 1996, vb.), iletişim sorunlarıyla ilgilenen araştırmacılar kadar, kamusal yaşamın aktörleri için de büyük önem taşımaktadır. Kişi ve grupların birbirine ilişkin algı ve beklentilerinin şekillenmesinde, kitle iletişim araçlarından her birinin etkililiği ve payı, muhakkak ki birbirinden oldukça farklıdır. Bu açıdan bakıldığında, radyo ve televizyona kıyasla, tarihsel olarak daha eski olması ve alıcısının daha aktif bir katılımını gerektirmesi bakımından yazılı basının, somut bir deyişle gazetelerin ağırlıklı bir rolü vardır. Gazeteler alıcıyı ilgilendirme/çekme, yalın fikirler oluşturma, eyleme itme boyutlarında, diğer bazı iletişim araçlarına göre güçlü bir konumda bulunmaktadır (Moles, 1974). Yöntem Bu teorik çerçevede düzenlenen araştırmamız, Bezirgan-Arar (2009) tarafından Türk basınından bazı gazetelerin haber başlıklarındaki ötekileştirmeler konusunda yapılan bir çalışmanın arşivinin, yani veri kütüğünün farklı bir açıdan analizine dayanmaktadır. Bu veri kütüğü, Türk basınından seçilmiş farklı yönelimlerden 4 ulusal gazetenin 1979 ile 2005 yılları arasındaki haber başlıklarından oluşmaktadır. Analiz için oluşturulan örneklemde, yayın sürelerindeki farklılıklar nedeniyle Cumhuriyet, Hürriyet, Tercüman ve Zaman’ın oluşturduğu bu 4 gazeteden, ilk ikisinin söz konusu dönemin tümü boyunca; Tercüman’ın 1991’e kadar, Zaman’ın ise 1987’den itibaren yayınlanan sayıları dikkate alınmıştır. Örneklem, her gazeteden haftada bir günün nüshası (Çarşamba) seçilerek tesadüfî olarak oluşturulmuştur. Böylece Cumhuriyet gazetesinden 1.625, Hürriyet gazetesinden 1.592, Tercüman gazetesinden 740 ve Zaman gazetesinden 1.292 nüsha örnekleme dahil edilmiştir. Bu sayılar, 4 gazete için toplam 4.368 haftaya tekabül etmektedir. Araştırmanın haber başlıklarına odaklanması, rastlantısal veya keyfi bir tutumun ifadesi değildir. Gazetelerin etkisi, büyük oranda ilk sayfa haberlerinin ve manşetlerinin etkisidir. Zira haber manşetleri, gazeteler için bir tür vitrin işlevi gördüğü ölçüde, bir haberde en çok kafa yorulan ifadelerden oluşur. Gazeteler için Goffman anlamında bir ‘cephe görüntüsü’ sunan manşetler, haberin çekiciliğinin artırılması, okuyucuların dikkatinin odaklaştırılması, ‘öncelik etkisi’ (primacy effect) yaratılması, hedeflere ilişkin izlenim oluşumu ve yönetimi (impression management) bakımından büyük önem taşır ve özenle düzenlenir. Gazetelerde haberlerin işlenmesi, haberlere konu olan kişi veya grupların, olay veya durumların birebir yansıtılmasına indirgenemez. Gazeteci, bunların bir kopyasını çıkarmak, yeniden üretmekten ziyade, belirli bir koda ve birtakım tekniklere göre haber üretmektedir (Bilgin, 1978). Gazete haberlerinde anlatılanlar, brüt ve yalın gerçeklik değil; inşa edilmiş bir gerçekliktir. Haberleştirme, bir inşa etkinliğidir. Bu etkinlik, her şeyden önce anlatımda ve dilde kendini gösterir. Araştırmamızda ilk olarak, De Vito’nun tipolojisine uygun olarak, gazetecilerin akıl yürütme ve argümantasyon süreci üstünde durulmuş ve çeşitli muhakeme stilleri örneklenmiştir. Bulgular Gazetelerde ilk sayfada yer alan ve manşetten verilen haberler, genelde betimsel bir stilden ziyade değerlendirici (evaluatif) stilde verilir. Bu normatif stilde, haber konusu kişi veya grubun, olay veya durumun çağın ve toplumun anlayışına uygun kriterlere göre yargılanması söz konusudur. Her yargı bir argüman temelinde oluşturulur. Argümanlar belirli bir düşünceye, olaya, sonuca veya gelişmeye inanma sebeplerinden oluşur; bu sebeplerden hareketle bir sonuca varma süreci, akıl yürütmedir. İletişim olgularında gözlenen akıl yürütme tipleri (De Vito, 1993: 330334), gazetecilerin pratiğine de uyarlanabilir ve bunları örneklerle şöyle sıralamak mümkündür: Tümevarım yoluyla sonuç çıkarma: Bu akıl yürütme tarzında, mevcut öğeleri veya seçenekleri gözden geçirmeden genel bir sonuca varmak söz konusudur. Ancak pratikte 1-2 kenti görülen bir bölge veya ülke hakkında yargıya varmak gibi, gazeteler de bazen bir iki örnekten hareketle iddialarda bulunmakta; yeterli örnek olmadan, istisnalar dikkate alınmadan ve farklı olayları kapsayan bir çeşitlilik sağlamadan dar bir yelpaze içinde sonuca varmaktadırlar. Örneğin; - “Dinslaken’de 9 yaşındaki Türk çocuğunu kaçıran Almanlar, Kaya ailesine telefon etti ‘Çocuğu öldürdük.’...”; “ Yabancı düşmanlığı vahşete dönüştü” (T, 14 Temmuz 1982). - “Her 24 dakikada bir cinayet işleniyor, Amerikalı artık sokağa çıkamıyor, kapısına kilit üstüne kilit vuruyor, tek başına gezmekten kaçınıyor”; “Amerikan toplumu bunalım geçiriyor” (H, 1 Nisan 1981). Analoji yoluyla sonuca varma: Bu tip akıl yürütmede, benzerleri kıyasla sonuç çıkarma söz konusudur ve bu mantıksal bir kanıt sağlamaktan ziyade, bir fikir geliştirmeye yöneliktir. Bunun için ya aynı tür öğeler (gıdalar, arabalar, kişiler, ülkeler) ya da farklı sınıftan öğeler karşılaştırılır. Örneğin; - (PKK için) “Ermeni gibi vuruyorlar“ (Z, 27 Ekim 1993). - “Miloseviç’ten Saddam taktiği...” (Z, 14 Ekim 1998). - “Şaron’a Hitler benzetmesi...” (C, 3 Nisan 2002). Nedensel akıl yürütme: Burada bir nedenden hareketle sonuca varma (bazen de tersi) söz konusudur. Pratikte gazeteler, çoğu kez, bir sonucu bir nedene bağlarken, diğer nedenlerden ileri gelme ihtimalini dikkate almamakta veya nedensel bir bağ yerine zamansal bir ardışıklık olma ihtimalini hesaplamamaktadır. Örneğin; - “Etme, Bulma dünyasıdır bu… Ermenilerle Fransa’nın başı dertte” (H, 18 Kasım 1981). - “Fena azdılar… ‘Metris gafleti’ yıkıcı ve bölücü örgütlere cesaret verdi” (H, 30 Mart 1988). Bir takım işaret veya göstergelerden hareketle akıl yürütme: Burada gazetecinin tıpkı hekimler gibi, bir duruma eşlik eden, onunla birlikte gözlenen işaretlere bakarak sonuç çıkarması söz konusudur. Ancak pratikte çoğu kez, incelenen durumun başka göstergelerinin bulunup bulunmadığı kontrol edilmemekte, çelişkili işaretler olup olmadığına bakılmamaktadır. Örneğin; - “Stohos Gazetesi’nin Yunanistan Genelkurmay Başkanlığı bütçesiyle hazırlayıp tüm birliklere ve dünya kamuoyuna dağıttığı Megali İdea haritasında ‘Milli uyanış hayal değil’ yazılı!... Yunan basını hezeyanlarını sürdürüyor” (Z, 2 Eylül 1992). - “Dört kentte Türklere ait ev ve işyerleri yine kundaklandı... Naziler top yekûn saldırıya geçti” (C, 9 Haziran 1993). - “Pakistan, Afganistan, İran ve Suriye’deki uyuşturucu üretimi ve tüketimi endişe verici boyutlara ulaştı... İslam ülkeleri uyuşturucu batağı” (C, 10 Ağustos 1994). Tümdengelim yoluyla sonuç çıkarma: Bu tip akıl yürütmede genel bir kuraldan veya bir olgudan sonuç çıkarma söz konusudur ve bu, mantıksal bir akıl yürütme tarzıdır. Örneğin; - “Kiliseden sinsi tuzak.. İşte münafıkça taktikleri… İslâmi değerlere saygılı görünerek Müslümanlara Hıristiyanlığı telkin edecekler” (Z, 9 Haziran 1993). - “Avrupa’da hortlayan hastalık: Nazizm...” (C, 3 Mayıs 2000). - “Global kapitalizm, ülkelerin kültürel değerlerine ve siyasetlerine de saldırıyor...” (C, 9 Eylül 1998). Tüm bu akıl yürütme tarzları, kurallarına dikkat edilmediği ve gerekleri yerine getirilmediğinde hatalı sonuçlara götürür. Gazeteciler, zaman darlığı ve çaba tasarrufuna giderek sıradan insanların günlük çıkarımlarında sıklıkla görülen zihinsel kestirmelere başvurur. Böylece, çeşitli ikna biçimlerinde ortak olan ve aşağıda sıralanan ‘hatalı argüman’ kullanımları görülür (Ruggiero, 1990): Etiketleme: Gazetenin bir gruba veya ideolojiye pejoratif bir etiket yapıştırmasını belirtir. Bununla alıcı kitle, argümanları incelemeden grubu mahkûm etmeye sevk edilir. Örneğin; - “Freudçuluk çağdışı” (Z, 1 Temmuz 1992). - “Faşist terör tırmanıyor” (C, 6 Mayıs 1998). - “Irkçı İngilizler, Alpay’ı astılar“ (H, 15 Ekim 2003). Cazip genelleştirmeler: Okur kitlesinin önem verdiği şeylerle (demokrasi, kuzey Amerikan yaşam tarzı, din kardeşliği gibi) çağrışıma sokulan bir fikrin kabul ettirilmesi çabasıdır. Örneğin; - “Batı Sevr’i hortlatıyor… Avrupa ‘Türkiye toprakları’ üzerinde Ermenilerden sonra..” (T, 14 Eylül 1988). - (Danimarka için)”...Dine hakaret özgürlük olamaz” (Z, 21 Aralık 2005). - “Üniversitelerde MHP kadrolaşması...” (C, 12 Temmuz 2000). Fikir transferi: Bir fikrin, kitlece onaylanan bir şeye veya onaylanmayan bir şeye bağlanmasını ifade etmektedir. Örneğin; - (Onaylanan fikir, demokrat demokrasizede” (Z, 1 Temmuz 1992). gelenek çizgisinde) “İmam-hatipliler - (Onaylanmayan önerinin tehlikesine işaret etme) “İSKİ’nin sürgün kampı ‘Nazi kampı’na döndü” (C, 12 Şubat 1997). Onaylatma: Gazetecinin, kendi görüşünü belirtirken bir uzmanın veya kişinin otoritesine referansta bulunmasını ifade eder. Burada bir mercîye onaylatma, alıcı kitlenin sevdiği birini referans gösterme söz konusudur. Örneğin; - “Carter’ın danışmanı Dr. Paul Henze: Terörü Sovyetler Birliği destekliyor” (T, 6 Ekim 1982). - “Uluslararası Terörizm Sempozyumu’na katılan yerli ve yabancı ilim adamları aynı noktada birleştiler: ‘Ermeni terörünü de Rusya destekliyor” (T, 18 Nisan 1984). - “Batı’dan demokrasi dersi. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, RP’nin kapatılmasında Türkiye’yi haklı buldu” (C, 1 Ağustos 2001). Sıradan insanlarla özdeşleşme: Gazetecinin alıcı kitlesiyle özdeşleşmesini, gazeteci ve söyleminin, halkın içinden çıktığı duygusunun yaratılmasını belirtir. Örneğin; - (Ermeni terör örgütü ASALA’nın eyleminin ardından) “Gazap ve infial doluyuz... Kanınız tarihe miras kalmayacak... Milletimizden kopartılan altı evladımızı, toprağa verdik” (T, 11 Ağustos 1982). - “Kahreden çaresizlik! Köylüler baskına gelen eşkıyaya karşı direnmek, karşı koymak istiyorlardı ama…” (T, 8 Temmuz 1987). Seçici argümantasyon: Gazetecinin olayları doğallığından çıkarması ve hatta kanıtları tahrif pahasına da olsa kendi görüşünü destekleyen örnekleri, taraflı kanıt ve argümanları seçmesini ifade eder. Örneğin; - “(K. Çocukevi’nde üşüyen bir grup çocuk resmiyle birlikte) ‘Adil düzen’ çocukları üşütüyor” (C, 1 Aralık 1993). - “NATO’da İslam korkusu… İspanyol parlamenter: Batı demokrasiyi değil, İslam karşıtı baskıcı rejimleri destekliyor” (Z, 19 Mayıs 1993). Sürükleme etkisine başvurma: Gazetecinin söyleminde, herkesin böyle yaptığını, akıllı insanların böyle düşündüğünü ileri sürerek bir fikri kabul veya ret ettirmeye uğraşmasıdır. Örneğin; - “Terör ve şeriatın gölgeleyemediği törenlere tüm yurtta halk coşkuyla katıldı... Cumhuriyet sevinci” (C, 30 Ekim 1996). - “Dünya Papandreu ile alay ediyor… Yunanistan Başbakanı’nın ‘zırva’larına cevap bile vermeyeceğiz" (H, 3 Mart 1982). Ötekileştirmenin etkili yollarından birisi de metaforlar kullanmaktır. Bu yaygın dil pratiğinde, daha önce farklı bir bağlamda kullanılmış bir terimi, bir başka bağlamda kullanmak söz konusudur. Gittikçe ‘uslanan’ haşarı bir genç veya bilgeleşen bir politikacı için ‘törpülenme’ deyiminin (aynı şekilde günlük yaşamda o anda hatırlanamayan tırnak törpüsü yerine ‘eye’ denilmesi), ihaneti belirtmek için ‘hançer’ (Fransız meclisinin 1915 olaylarıyla ilgili kararının basının manşetlerinde ‘Fransız hançeri’ olarak ifade edilmesi), seçim zaferini ifade etmek için ‘süpürge’ (“sandıkta rakiplerini sildi süpürdü” gibi) sözcüğünün kullanımı gibi. Analojik ikame yoluyla bir şeyden diğerine anlam transferi yapan metafor, bir başkası yerine kullanılan bir sözcük veya soyut bir sözcük yerine kullanılan somut bir sözcüktür. Günlük dilde metaforların sıklıkla kullanılması, onları ikna mesajlarının da önemli bir öğesi haline getirmektedir. Örneğin; - “PKK, posta trenine filmlerdeki Kızılderililer gibi saldırdı” (H, 4 Eylül 1991). - “Osmanlı’yı içerden yıkmaya çalışan dış güçler, misyoner okullarını çok iyi kullandılar. Misyoner okulları bağrımızdaki hançer ” (Z., 3 Ağustos 1994). - “RP’nin kültür terörü” (C, 2 Kasım 1994). - “ Kuzey Irak çıbanbaşı ” (Z, 3 Mayıs 1995). - (Sırp katliamı hakkında) “Kan çiçekleri” (H, 30 Ağustos 1995). Ötekileştirme Tarz ve Pratikleri Zihinsel ve işlemsel yollarını gözden geçirdiğimiz ötekileştirme olgusu, somut olarak gazetelerin pratiğinde çeşitli biçimlere bürünmektedir. Dış grup üyelerini bir araya toplayarak kategorilendirmek, zorunlu olarak dile başvurmayı ve etiketlemeyi içermektedir. Dış gruplar hakkında kullanılan etiketler, gruplar arasındaki ilişkilere göre ‘basit adlandırma’ ile ‘düşmanlık derecesinde damgalama’ arasında farklı düzeylerde bulunmaktadır. Ayrımcılığa yol açacak ölçüde etiketlendirme, bir tür damgalama şeklini alır. Moscovici’nin ifadesiyle (2002: 27), “acı, azap ve aşağılanma üreten damgalama, kişinin insan olma niteliğini kısmen veya tümden yadsır; çünkü damgalılar onları soyutlayan, diğerleriyle temaslarını engelleyen, onları ayrı bir türe koyan farklı bir ontolojik düzleme sokulur”. Literatürde araştırmacıların, inceledikleri metin ve alanlara göre farklı ötekileştirme pratiklerine başvurdukları gözlenmektedir (Bar-Tal, 1989 ve 1990; Oren ve Bar-Tal, 2005; Volpato ve Cantone, 2005). Yukarıda yöntem bölümünde kapsamı ve özellikleri belirtilen 5.249 haberlik gazete örneklemi üzerinde daha önce yapılan bir araştırmada (Bezirgan Arar ve Bilgin, 2009) 16 ötekileştirme tarzı saptanmıştır. Söz konusu gazetelerin, uzun bir zaman diliminde ötekileştirme eğilimlerine bakıldığında, Cumhuriyet’te 27 yıl için 842, Hürriyet’te yine 27 yıl için 826, Tercüman’da 12 yıl için 474 ve Zaman gazetesinde 18 yıl için 862 sayılarına ulaşılmaktadır. Bir gazetenin ötekileştirme eğilimi yıldan yıla aynı şekilde seyretmemekte; bazı yıllar güçlenirken bazı yıllar zayıflamaktadır. Öte yandan gazetelerin farklı ötekileştirme tarzları kullandıkları gözlenmektedir. Nitekim Bezirgan Arar ve Bilgin (2009), gazete haberlerinde 16 farklı ötekileştirme tarzı saptamıştır. - İnsanlık dışına atma/insanlıkta alçaltma - Olumsuz özellikler atfetme - Sosyal dışlama - Siyasal etiketleme - Gruplar arası kıyaslama - Başat grubun temel özelliklerinin ve törelerinin yokluğu - Dış grubun sayısal önemini abartma - Grubu kendisinde mahkûm etme - Dış grubu soyutlama, yalnız veya zayıf gösterme - Etik dışı ve yasadışı davranışla suçlama - Evrensel değerlerden yoksunluğu vurgulama - Tehdit kaynağı olarak gösterme - Bir olayın faili olarak suçlama - Düşman görülen bir grupla ilişkilendirme - Grubu kendi üyesine kötületme - İç grubun mağduriyeti üzerinden ötekileştirme. Gazetelerin ötekileştirme eğilimini yıllık ortalama değerler üzerinden ifade ettiğimiz zaman, yıl başına (her hafta bir gazete nüshası hesabıyla 52 hafta başına) Hürriyet’in 31; Cumhuriyet’in 31; Tercüman’ın 40; Zaman’ın ise yıllık ortalama 48 ötekileştirmede bulunduğu anlaşılmaktadır. Bu sayılar, yukarıda da belirtildiği gibi incelenen dönem boyunca yıllara göre değişiklik göstermektedir. Zira, gazetelerin ötekileştirme pratikleri, konjonktürdeki gelişmelerden etkilenmektedir. Bu durum, yukarıda söz ettiğimiz gerçek çatışmalar teorisinin öngörülerine uygundur. Gazeteler, hedef kişi veya gruplarla ilişkilerindeki değişmelere paralel olarak, bunlara karşı tutum ve yaklaşımlarını değiştirmektedir. Aynı şekilde, gazetenin iktidar organlarıyla ilişkileri de zamanla değişmekte ve bu değişikliğe göre, işbirliğine girilen gruplar kadar, hedef alınan gruplar da farklılaşmaktadır. Grafik-1, dört gazetenin ötekileştirme sayılarının incelenen dönemler boyunca değişimini karşılaştırmalı olarak göstermektedir. Türkiye’nin 1979-2005 yılları arasındaki politik, kültürel, toplumsal iklimindeki değişimlerin bulduğu yansımaya bağlı olarak gazetelerin ötekileştirme eğilimleri açısından hayli hareketli bir tablo ortaya çıkmaktadır. Grafikteki eğriler yakından incelendiğinde; Cumhuriyet gazetesinin ötekileştirme eğiliminin, 1979 ile 1992 arasında en düşük düzeyde olduğu; ancak bu tarihten sonra Türkiye’de toplumsal ve siyasal dokuda yaşanan dönüşümün etkisiyle ve bu bağlamda gazetenin çeşitli gruplara ilişkin yaklaşımındaki sertleşmeye paralel olarak hızla artamaya başladığı görülmektedir. Öyle ki 1990’ların başından itibaren, aidiyet bağı kurduğu gruplar ve değerlere karşı tehdit olarak gördüğü gruplara üslubunu sertleştirmeye başladığı açıkça fark edilen gazete, başlangıçta diğerlerine oranla ötekileştirme eğilimi en düşük gazete olmaktan çıkıp, bu eğilimin en çok güç kazandığı gazeteye dönüşmektedir. Öte yandan bu değişiklik, gazetenin habercilik anlayışındaki bir dönüşüme de işaret etmektedir. Tehdit algısı belirdiği anda, bu algının yoğunluğuna bağlı olarak habercilik standartlarından ödün verme eğilimi yükselmektedir. Yani habercilik standartları ile ötekileştirme eğilimi arasında ters orantılı bir grafik vardır. Hürriyet gazetesinin ötekileştirme eğilimi, 27 yıl boyunca oldukça istikrarlı bir seyir izlemektedir. Bu durum gazetenin, ideolojik planda merkezi bir konumda bulunması ile ilişkilendirilebilir. Genel olarak Hürriyet gazetesinin üslubu ve haber dili Cumhuriyet gazetesine oranla daha popülist ve yargılayıcı görünmektedir. Cumhuriyet gazetesinin 1990’lar sonrasında belli gruplara ilişkin söyleminde belirginleşen bu dil ve üslup, Hürriyet gazetesinde çok farklı Öteki tanımlarında kendini gösterebilmektedir. Çoğu haberde gazetenin öncelikle hem ulusal/milli (kimi zaman etnik) hem de düzene dair hassasiyetlerinin yüksek olduğu görülmektedir. Ancak bu hassasiyetler genel olarak oldukça farklı yelpazedeki bir aktörler grubunu hedef almakta; konjonktürel değişimlerden çok fazla etkilenmemektedir. Bir anlamda ötekileştirilen farklı gruplar birbirini ikâme etmektedir; böylelikle gazetenin ötekileştirme oranları istikrarlı bir sonucu yansıtmaktadır. Tercüman gazetesinin başlangıçta diğer iki gazeteye kıyasla daha yüksek oranda ötekileştirme yaptığı ve 1990’ların sonuna doğru bu eğilimin zayıfladığı gözlenmektedir. Tercüman gazetesinin politik duruşu ve dünya görüşü, ötekileştirme eğiliminin 1979’da yüksek, 1980-81’de düşük ve 1983’ten sonra yine yüksek olmasını açıklayıcı bir faktör olarak değerlendirilebilir. Söz konusu dönem Türkiye için oldukça çalkantılıdır ve Tercüman özellikle iç çatışma ve anarşi yıllarının hayli politize olmuş gazetelerinden biridir. Öte yandan gazetenin milliyetçi-mukaddesatçı ideolojisi, kimi gruplar karşısında sadece politik ya da etnik değil; dinî hassasiyetler planında da tavır alışını anlaşılır kılmaktadır. Zaman gazetesi yayın hayatının ilk yıllarında, 1995’e kadar yüksek oranda ötekileştirme yapan bir gazete olarak görülmekte ve ideolojik angajmanı (commitment) yüksek bir gazete manzarası çizmektedir. Ancak daha sonraki yıllarda, bu duruşundan uzaklaşmakta ve ötekileştirme eğilimi daha mutedil bir düzeye gelmektedir. Bu değişimde, gazetenin zaman içersinde içyapısında ve bunun gazetecilik pratiğine yansımasında etkili olan çeşitli dinamikler etkilidir. Gazete, 1987’de yayınlanmaya başladığında, ana akım medyaya ve onun temsil ettiği sisteme/düzene karşı muhalif/alternatif bir söylem üretme iddiasıyla ortaya çıkmıştır. Bu nedenle sistemle olan çatışması ve ek olarak muhafazakâr İslamcı eğilimleri, ötekileştirme pratiklerinin asıl kaynağını oluşturmuştur. Öte yandan, grafikte görüleceği gibi Zaman gazetesinin 1990’ların ortalarından itibaren ötekileştirme oranlarındaki düşüş aynı yıllarda Cumhuriyet gazetesinin ötekileştirme oranlarındaki artışla ters orantılıdır. Bu, iki gazetenin ve aidiyet grupları ile olan ilişkilerinin Türkiye’deki politik koşullardan farklı ve ters yönde etkilendiklerini göstermektedir. Belirtilmesi gereken bir diğer nokta da, gazetelerin ötekileştirme eğiliminde zaman içinde gözlenen değişimin, ötekileştirilen kişi ve grupların farklılaşmasıyla paralel geliştiğidir. Bezirgan Arar (2009) tarafından bu konuda yapılan analiz, gazetelerin öncelikli ötekilerinin zamanla değiştiğini ortaya koymaktadır. Gazetelerin hangi grupları ötekileştirdiği daha ayrıntılı bir araştırmada ele alınacak olmakla birlikte kısaca şu bulgulardan söz edilebilir: Tüm dönem boyunca bakıldığında, Hürriyet gazetesinin öncelikli ötekileri dışta Yunanistan, içeride PKK, düzen bozucu gruplar ve bir dönem Refah Partisi’dir. Cumhuriyet gazetesi için başlangıçta ideolojik sağ gruplar, daha sonra ise dışta Amerika içeride irticai gruplar ve laiklik karşıtları; Tercüman gazetesi için yine başlangıçta ideolojik sol gruplar ve daha sonra ASALA, PKK ve diğer terör örgütleri; Zaman gazetesi için ise başlangıçta Amerika ve Batı dünyası daha sonra ise yerleşik sistemin kurum ve uygulamalarıdır. Sonuç ve Değerlendirme Gazetecilik mesleğinin tarafsızlık, objektiflik, dürüstlük, saydamlık gibi ilkeleri yücelten deontolojisi, ötekileştirme eğilimlerine karşı koruyucu bir kalkan görevi görmektedir. Ancak pratikte gazeteler çoğu kez, çeşitli işlevleri yanı sıra, kolektif kimlikleri inşa etmenin de etkili bir aracı olarak belirmektedir. Çünkü gruplar arası bir takım gerilim ve çatışma durumlarında, kutuplaşan gruplara olan mesafelerine göre onlar’a karşı biz’in, dış gruplara karşı iç grubun ya da aidiyet grubunun kontrastını arttırarak kolektif kimlik oluşumuna hizmet etmektedir. Kitle iletişimi planındaki önemleri nedeniyle gazeteler, kimlikleri tanımlamanın, tasarlamanın ve korumanın; benzerleri veya benzer sayılanları bir arada tutarken biz’den olmayanı dışlamanın, öteki olarak konumlamanın ve bunu pekiştirip, yeniden-üretmenin kitlesel uygulayıcıları olarak görünmektedir. Meslek etiğinin çerçevesinin dışına taşarak, toplumdaki çeşitli gruplarla farklı aidiyet kriterlerine (din, dil, etni, kültür vs.) göre kimlik özdeşliği kurmaları halinde gazeteler, aidiyet grubu için tehdit olarak gördükleri dış gruplara, birtakım tarihsel, konjonktürel, ideolojik değerleri, önyargı ve stereotipleri de devreye sokarak yaklaşmakta ve çeşitli akıl yürütme biçimleri kullanarak ötekileştirmektedirler. Ötekinin farklılığını ve tehdit potansiyelini habercilik pratiği aracılığıyla hem üretip icat etmekte, hem de pekiştirerek yeniden-üretmektedirler. Dolayısıyla biz/öteki ilişkilerini üretici, şekillendirici veya pekiştirici bir rol oynayarak toplumsal gruplar arasındaki ilişkileri meşrulaştırıcı bir işlev görmektedirler. Gazetelerin ötekileştirme eğilimleri ve ötekileştirdikleri gruplar, beslendikleri ideolojik arka plana ve aidiyet bağı kurdukları gruplara, iç ve dış konjonktüre, yerleşik iktidara yakınlık ya da muhaliflik konumlarına göre farklılaşmakta; değişip dönüşebilmektedir. Nitekim bu saptama çalışmanın bulguları tarafından da desteklenmektedir. Gazeteler ideolojik ayrışmalara rağmen kimi zaman ortak grupları hedef almakta; kimi zaman da ötekileştirdikleri aktörler konusunda ayrışmakta, çatışmaktadırlar. Grafikte ters yönde görülen bazı dalgalanmalar, ötekiler arasındaki kutuplaşmalarla da ilgilidir. Gazeteler ulusal hassasiyetlere aykırı grupları ötekileştirmede çoğu kez uzlaşırken; politik ve dinsel aidiyetleri öne çıkarmayı tercih ettiklerinde, birbiriyle çatışan ötekileştirme örnekleri verebilmektedirler. Gazetelerin ötekileştirme eğilimleri, etik planda habercilik ilke ve kurallarıyla çatışmaktadır. Esas olarak habercilik, gerçekleşmiş olay ve olguları metine dönüştürme pratiğidir ve bu pratik, dil aracılığıyla somutlaşan bir etkinliktir. Dildeki çok anlamlılık ve esneklik, pek çok durumda, daha önce de belirtildiği gibi haberlerin betimsel olmaktan çok değerlendirici tarzda verilmesine zemin hazırlamakta; böylece bazı grupların kınanması, ayıplanması, aşağılanması veya mahkum edilmesini içeren bir yargı şeklinde tezahür etmektedir. Ötekileştirmenin zemini, çeşitli argümanlar temelinde akıl yürütmekle ve yargılamakla örülmektedir. Kuşkusuz, gazetelerin tüm haberlerinde aynı ölçüde ötekileştirme yaptıkları söylenemez. Gazetecilik ve haber pratiği bir bütün olarak alındığında, ağırlıklı olarak ötekileştirme etkinliğinden uzak olduğu açıkça görülmektedir. Genel olarak ilk sayfadan iç sayfalara; manşet haberlerden ikincil haberlere doğru gittikçe ötekileştirme eğilimi zayıflamaktadır. Ötekileştirici tarz ve pratikler genel olarak, gazetelerin bağlandıkları profesyonel meslek kodlarına (‘nesnel’, ‘tarafsız’ dolayısıyla ‘önyargısız’ davranmak) aykırı bir eğilime işaret etmektedir. Ancak pratikte, kimlik siyasetleri ve gruplar arası ilişkiler, pek çok durumda gazetelerin meslek etiğiyle bağlarından daha başat ve etkili görünmektedir. Grafik-1, konjonktürel değişimlerin, gazetelerin habere konu olan aktörlere yaklaşımlarını hayli etkilediğini ve buna bağlı olarak habercilik anlayışlarını da (mesafeli veya iç içelik, yanlılık veya yansızlık) belirgin şekilde kırılganlaştırdığını ortaya koymaktadır. Bu kırılganlık yani grafikteki iniş çıkışlar da gazetelerin bir gruba aidiyeti ya da bir grubu temsiliyeti, mesleki ilkelere bağlılığın önüne koyduklarının bir işareti sayılabilir. Evrensel kodlarla, meslek ilkelerine bağlanması gereken habercilik pratiği, önyargıların batağına saplandığı ölçüde bu deontolojik kodlardan uzaklaşmaktadır. Kaldı ki, mesleğin bazı rutinleri de bu önyargıları habercilik dil ve pratiklerine içsel hale getirmektedir. Bu bağlamda, basının önyargısız bir dil geliştirmesi azami bir çabaya bağlı görünmektedir. KAYNAKÇA Bar-Tal, D (1989) Delegitimization: The Extreme Case of Stereotyping, D Bar-Tal, C F Grauman, A Kruglanski ve W Stroebe (Eds.), Streotyping and Prejudice, New York: Springer-Verlag, s. 169-188. Bar-Tal, D (1990) Causes and Consequences of Delegitimization: Models of Conflict and Ethnocentrism, Journal of Social Issues, 46 (1), s. 65 – 81. Bezirgan Arar, Y (2009) Sosyo-Politik Bağlama Göre Türk Basınının “Öteki”leri, Yayınlanmamış Doktora Tezi, İzmir: Ege Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü. Bezirgan Arar, Y ve Bilgin, N (2009) Gazete Haber Başlıklarında Öteki’nin İnşası, Kültür ve İletişim, 12 (2), s. 133-157. Bilgin, N (1978) Haberlerin İşlenmesi, Psikoloji Dergisi, n.2, s. 9-17. Brookes, H J (1995) ‘Suit, Tie and A Touch of Juju’ The Ideological Construction of Africa: A Critical Discourse Analysis of News on Africa in the British Press, Discourse and Society, 6 (4), s. 461-494. Bruner, J, Goodnow, J ve Austin, A (1956) A Study of Thinking, New York: Wiley. Chomsky, N (1993) Medya Gerçeği, A Yılmaz (Çev.), İstanbul: Tüm Zamanlar Yayıncılık. De Vito, J A (1993) Essentials of Human Communication, New York: Harper Collins. Doise, D (2003) Les Relations Entre Groupes, La Psychologie Sociale, S Moscovici (Ed.), Paris: PUF, s. 253–274. Fiske, S T ve Taylor, S E (1991) Social Cognition, Reading: Addison-Vesley. Gitlin, T (1980) The Whole World is Watching: Mass Media in the Making and Unmaking of the New Left, Berkeley: Universitiy of California Press. Halsam, N, Loughnan, S, Reynolds, C ve Wilson, S (2007) Dehumanization: A New Perspective, Social Personality and Psychology Compass, 1 (1), s. 409-422. Jandt, F E (1998) Intercultural Communication: An Introduction, London: Sage Publications. Leyens, J Ph, Paladino, M P, Rodriguez-Torres, R, Vaes, J, Demoulin, S ve Rodriguez-Perez, A (2000) The Emotional Side of Prejudice: The Attribution of Secondary Emotions to In Groups And Out Groups, Personality and Social Psychology Review, 4 (2), s. 186–197. Moles, A A (1974) Television and Forward Planning in Culture, Education and Culture, n. 25, s. 33-40. Moscovici, S (2002) Pensée Stigmatique et Pensée Symbolique. Deux Formes Elementaires de la Pensée Sociale, Les Formes de la Pensée Sociale, Paris: PUF, s. 21-53. Myers, G, Klak, T, ve Koehl, T (1996) The Inscription of Difference: New Coverage of the Conflicts in Rwanda and Bosnia, Political Geography, n. 15. s. 2146. Oren, N, Bar-Tal, D (2005) La Delégitimation: Un Obstacle au Processus De Paix, M Sanchez-Mazas ve L Licata (Eds.), L’Autre: Regards Psycho-Sociaux, Grenoble: PUG, s. 175-210. Ruggiero, V R (1990) The Art of Thinking: A Guide to Critical and Creative Thought, New York: HarperCollins. Vaes, J, Paladino, M P, Castelli, L, Leyens, J Ph ve Giovanazzi, A (2003) On The Behavioral Consequences of Infrahumanization: The Implicit Role of Uniquely Human Emotions In Intergroup Relations, Journal of Personality and Social Psychology, 85 (6), s. 1016-1034. Vinsonneau, G (2002) L’Identite Culturelle, Paris: Armand Colin, U Collection. Volpato, C ve Cantone A (2005) Un Tout-Autre: Le Colonisé. Une Etude de Delégitimation dans la Presse Fasciste, M Sanchez-Mazas ve L Licata, (Eds.), L’Autre: Regards Psycho-Sociaux, Grenoble: PUG, s. 211- 240. İLETİŞİM ARAŞTIRMALARI VE ARŞİV Caner ARABACI* ÖZET İletişim alanında geçmişe dönük araştırmalarda arşivlerden yararlanma oranının artırılması gerekmektedir. Özellikle basın tarihi düşünüldüğünde bu konuda zengin malzeme bulunmaktadır. Basın koleksiyonları yanında arşiv malzemelerinin incelenmesi, araştırmacıların alana katkısını artıracaktır. Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü bünyesindeki Osmanlı Arşivi ve Cumhuriyet Arşivi göz ardı edilemeyecek mahiyettedir. Bu arşivlerde gazete, sansür, matbuat, muzır neşriyat ve basın gibi bazı kelimeler üzerinden yapılan tarama, değerlendirilebilecek belge çokluğunu göstermiştir. Basının tarihi seyri, ekonomik, siyasi ilişkileri, gelişimi açısından arşive yönelik belge ve bilgilerin değerlendirilmesi gerekmektedir. Tarihçiler yanında bu konuda iletişim fakültelerine de önemli görevler düşmektedir. Anahtar Kelimeler: T.C. Başbakanlık Osmanlı Arşivi, T.C. Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi, gazete, matbuat, sansür, muzır neşriyat. COMMUNICATION RESEARCHES AND ARCHIVE ABSTRACT In communication field the rate of usage of archives for retroactive researches should be increased. There are rich materials especially for the history of press in archives. Beside press collection, searching of materials in archives will increase contribution of researchers. Ottoman Archive and Republic Archive which are under Republic of Turkey Prime Ministry General Directorate of State Archives are remarkable. In these archives scanning for the words like newspaper, censorship, newsprinting, prejudicial publications and press shows that there are many remarkable documents. It is necessary to assess the informations and documents in archives for the motion of history of press, its economic and politic relations and its progress. Beside the historians, faculties of communication also have important duties in this subject. Keywords: Republic of Turkey Prime Ministry Ottoman Archive, Republic of Turkey Prime Ministry Republic Archive, newspaper, newsprinting, censorship, prejudicial publications. Giriş İnsanoğlunun temel ihtiyaçlarından birisi, bilgiye ulaşmadır. Bilgininin, tatmin edici, kalıcı olabilmesi; doğru olması ile mümkündür. Onun için bilgiye ulaşma, doğru bilgiyi elde etme sorunu ile iç içedir. İnsanlık, doğru bilgiyi elde etme hedefinden tarih boyunca vazgeçmediği gibi gelecekte de bunu göz ardı edemeyecektir. İletişim araştırmalarında, bilgiye ulaşmanın birçok yolu bulunmaktadır. Bunlardan en çok kullanılanı, elektronik kaynaklar yanında gazete-dergi koleksiyonları, hatıratlar, günlükler, kaynak şahıslardır. Habercilikte, elde edilen bilginin doğruluğunu test etme veya elde edilenleri başka kaynaklardan doğrulama gibi bir yöntem bulunmaktadır. Bilginin doğrusuna ulaşma, yanlışın altında * Selçuk Üniversitesi, İletişim Fakültesi, Gazetecilik Bölümü, Yrd. Doç. Dr. kalmama, başkalarını yanıltarak güven yitirmeme gibi birçok haklı nedene dayanan bu tavır; iletişim araştırmaları için de vazgeçilmez olmak durumundadır. Basın koleksiyonlarından elde edilen bilginin, hatıratlarla beslenmesi, günlükler veya kaynak şahısların yazıya geçmemiş bilgilerinin yok olmaktan kurtarılarak olayların anlamlandırılması; araştırmaların seviyesini, güvenilirliğini artıracaktır. Bu tür araştırmalara, arşiv kaynaklarının eklenmesi, büyük katkı sağlayacaktır. Basın arşivleri, devletin değişik kurumlarının arşivleri, özel arşivler gibi birçok belgelikler, ilgilenilen dönemin çok yönlü aydınlatılmasında vazgeçilmez öneme sahiptir. Bir arkeolog için, toprak altında, höyüklerde gizlenen bilgi hazineleri ne ise; iletişim araştırmacıları için değişik arşiv kaynakları ondan daha ileri önemdedir. Arkeolog, bulgularını; bilgi birikimi, anlayış kabiliyeti, eserin sahibi olan toplum ve değerleri gibi unsurları ilişkiye geçirerek anlamlandırmaya çalışırken; iletişim araştırmacısı, yazılı belgelerle doğruda daha şanslı irtibata geçecektir. Elbette, satır aralarını okumak, kelimelerin gerisinde gizlenen anlamları çözmek, birinde değinilip açıklanmayan gerçeklere ulaşmada arkeoloğa göre daha çok isabet kaydetme şansına sahiptir. ARŞİVİN ÖNEMİ Arşivler, bir devlet, kurum veya kişilerin; geçmişleri, yaptıkları işler, çalışmaları vb. konularda yazılı malzemelerini saklayan belgelikleridir. Tarih boyunca insanın sahip olduğu “şuurlu hafızasının” temeli, insanlık arihine eklenen her şey, insanı tanımaya, insan tabiatını daha iyi anlamaya vesile olan delillerdir. Ekonomik ve sosyal hayatla ilgili geçmişteki belgeler, günümüzde karşılaşacağımız aynı tür sorunların çözümünde bize yardımcı olacaktır (Delmas, 1991: 1-11). Hele “enformasyon çağı”nda hem bilgiye olan açlık, hem ona ulaşmada hızlılık, verimlilik artmaktadır (Mykland, 1992: 10). Toplumda, araştırılan konunun gerisine doğru gidildiği zaman belgelikler, vazgeçilmez olmaktadır. Genelde önemini vurgulamak için arşiv; “geçmiş ile bugün arasında irtibat kurar, ülkenin tapusu, milletin hüviyet vesikası hatta milletin bir nevi hatıratıdır. Milletin bütün varlığı, hakları ve özellikleri ile onu geçmişinden bugüne, bugününden yarına bağlayan temel dayanağı, en değerli kültür ve tarih hazinesidir” denilir (www.bsm.gov.tr/sunu/docs/Personel). Fakat bu hazine, paradan daha önemli değerleri saklamaktadır. Bunlar, “devletin ve fertlerin hakları, milletlerarası ilişkilerle ilgili belgeler”dir. Arşiv, bunları sadece korumaz, aynı zamanda onların ait olduğu devrin örf ve adetlerini, sosyal yapısını, müesseselerini ve bunlar arasındaki münasebetleri ortaya koyar. Şüphesiz bir milletin “en değerli hazinesi ve devlet varlığının hafızası” sayılan arşiv, “devletin, kişilerin haklarını milletlerarası münasebetleri belgeler ve korur, bir konuyu aydınlatmaya, düzenlemeye ve tesbite yarar, ait olduğu devrin örf ve âdetlerini, içtimaî yapısını, müesseselerini ve aralarındaki bağlantı ve münasebetleri belirtir, ilmî araştırmalara imkân sağlar” (Binark, 1980: 11). Muhtevanın genişlemesi, arşiv türlerinin de artması anlamına gelmektedir. Devlet, şehir, bucak (nahiye), noter, dinî, özel, hastane, ekonomik, kartografik, ikonografik, folklor, odyo-vizüel, günlük kullanılan arşivler gibi dünyadaki arşiv türlerine benzer arşivler, ülkemizde de kurulmuştur (Koşay, 1936: 5; Binark, 1980: 10). Ağırlığı resmî olan bu arşivlerden bazıları şunlardır; Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü bünyesinde Osmanlı Arşivi Daire Başkanlığı (BOA)2, Cumhuriyet Arşivi Daire Başkanlığı (BCA)3 başta olmak üzere birçok resmî arşiv bulunmaktadır. Topkapı Sarayı Müzesi Arşivi, Vakıflar Genel Müdürlüğü Arşivi, Maarif Nezareti Arşivi, Tapu ve Kadastro Genel Müdürlüğü Arşivi4, Deniz Müzesi Arşivi, Maliye Nezareti Arşivi, ATASE Arşivi5, Harbiye ve Tophane Nezaretleri Arşivi, İstanbul Belediyesi Arşivi, Sıhhiye Nezareti Arşivi gibi arşivlerin Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü kurulmuşken varlığını açıklamak zor gözükmektedir6. 2 3 4 5 6 Dünyanın en büyük arşivlerinden olan Osmanlı Arşivi’nde; 150 milyon civarında belgenin 60 milyonu tasnif edilmiş, 3726 katalog hazırlanarak hizmete sunulmuş bulunmaktadır. Bu arşiv, insanlık tarihinin en büyük iki devletinden birisi olan Osmanlı’nın Asya, Afrika ve Avrupa kıtalarında 600 yıla yakın süren hâkimiyetinin sonucu olarak, yerinde kurulan devletleri her yönüyle ilgilendirmektedir. Onun için aralarında Rusya’nın da bulunduğu 20 devletle arşiv işbirliği protokolleri imzalanmıştır (Özkul, 2000: 30, 47). Osmanlı Arşivi’nin belki en önemli özelliği, zenginliğidir.Türkiye kadar, bağımsız devlet olmuş 50’yi aşkın Orta ve Yakındoğu, Balkan, Akdeniz, Kuzey Afrika, Kafkasya, Orta Asya ve Arap ülke ve toplumlarının kültür, iktisat ve siyaset tarihlerinin gün ışığına çıkarılmasında vazgeçilmezdir. Uluslararası hakların ispatı, korunması, insan hakları konusunda gerektiğinde hakuki belge olması bakımından önemlidir. Bugün dünyada; 20’si Arap, 15’i Balkan ve Avrupa, 5’i Kafkas, 7’si Türkistan Türk Devleti, 2’si Kıbrıs, İsrail ve Türkiye Cumhuriyeti olmak üzere 50’yi aşkın ülke ve topluluk, Osmanlı Devleti’nin hâkim olduğu coğrafya üstünde yer almaktadır. Osmanlı Arşivi, bu devletleri ve bu devletlerle yoğun ilişkisi olan devletleri yakından ilgilendirmektedir. Bunların bir kısmının adları, önemi vurgulamak üzere anılabilir: Bulgaristan, Yunanistan, Sırbistan, Karadağ, Bosna-Hersek, Hırvatistan, Makedonya, Slovenya, Romanya, Slovakya (Uyvar), Macaristan, Moldova, Ukrayna, Azerbaycan, Gürcistan, Ermenistan, Güney Kıbrıs, Kuzey Kıbrıs, Rusya'nın güney toprakları, Polonya (himaye, Lehistan), İtalya (güneydoğu kıyıları Otranto ve çevresi), Arnavutluk, Belarus (himaye), Litvanya (himaye), Letonya (himaye), Kosova, Voyvodina (Banat), Irak, Suriye, İsrail, Filistin, Ürdün, Suudi Arabistan, Yemen, Umman, Birleşik Arap Emirlikleri, Katar, Bahreyn, Kuveyt, İran (batı toprakları), Lübnan, Mısır, Libya (Trablusgarp), Tunus, Cezayir, Sudan (Nübye), Eritre (Habeş), Cibuti, Somali (Zeyla), Kenya (sahil kesimi), Tanzanya (sahilleri), Çad (kuzey bölgeleri, Reşade), Nijer (bir kısmı, Kavar), Mozambik (kuzey toprakları), Fas (himaye), Batı Sahra (himaye), Moritanya (himaye), Mali (Osmanlı Gat kazası), Senegal, Gambiya, Gine Bissau, Gine, Etiyopya (bir kısmı: Habeş).. Yalnız bazı saldırgan ülkeler, arşiv ve kütüphane tahribinin; toplum hafızası, bütünlük şuurunu yok etme anlamına geldiğini iyi bildiği için belgelikleri yok etmeye yönelmektedir. 1992’de Saraybosna’daki kütüphane tahribi bu anlamdadır. Sırplar, çoğu tek nüsha olan 5300 cilt el yazması, 300 bin Osmanlı dönemi belgesi, 50 bin cilt seçilmiş kitabın bulunduğu Şarkiyat Enstitüsü’nü topa tutarak (17 Mayıs 1992), “Bosna tarihini mahvetmek” istemişlerdir. Yine Sırplar, Kosova’da arşiv belgelerini, Kosova tarihini saklayan belgeleri taşıyıp götürmüşlerdir. 1931 yılında İstanbul’dan, kilosu 3 kuruş on paraya tam 50 ton arşiv belgesinin Bulgaristan’a satılması, bunlardan farklı değerlendirilebilir. 54 çuvalı geri alınan bu belgeler, Bulgaristan’da tasnif edilmiş, Kril Metodiyev Kütüphanesi’de birinci derecede koruma altına alınmış, toplam 4 milyon Osmanlı belgesidir (Özkul, 2000: 8, 9, 49). Her zaman böyle olmamaktadır. I. Dünya Savaşı sırasında Trabzon’un Rus işgaline uğrama tehlikesi karşısında Vali Cemal Nazmi Bey, Trabzon Vilâyet Arşivini denkleyip, Samsun’a göndermiş, işgal tehlikesi geçince tekrar Trabzon’a getirtmiştir. Zor şartlarda korunan 500 yıllık Trabzon Vilâyet Arşivi, 19882’de imha edilmiştir. Aynı şekilde Konya Vilâyet Arşivi de 1987’de 76 kamyona yüklenerek SEKA’ya gönderilerek yok edilmiştir (Bkz. Küçükdağ, 1998: 228-229). Millî Mücadele’den günümüze T.C. ile ilgili belgeleri bulundurmaktadır. Önceki düzenlemelerin üzerine 1976’da Cumhuriyet Arşivi Daire Başkanlığı kurulmuş, 1984’te Başbakanlığa bağlı Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü’ne bağlı iki daire başkanlığından birisi olarak örgütlenmiştir (Özkul, 2000: 3). Taşınmaz mal rejimi ile ilgili yasal düzenlemeler, tapu sicillerinin asılları ile ilgili bu genel müdürlük arşivinde 22.250 cilt Tapu Zabıt Defteri, 271 bin cilt Tapu Senedi, 320 bin cilt Tapu Kütüğü ayrıca Standart Kadastral Pafta, Nirengi Noktası Koordinatları harita ve hava fotoğraflarından zengin bir koleksiyon bulunmaktadır. Burada kurum, iki yüz civarında defterin transkripsiyonunu yaptırıp bilgisayara girişini sağlamıştır (Bkz. Yeşilyılmaz, 1998: 364-366). Kırım Harbi yıllarından günümüze ordu arşivi olarak önemli bilgi ve belgeleri içeren bir arşivdir. Tarih-i Harp Şubesi olarak 1916’da İstanbul’da kurulmuştur. 19 koleksiyonda sekiz milyon belgeyi barındırmaktadır. Tasnifi tamamlanmıştır (Geniş bilgi için bkz. Yüceer, 1998: 353-361). Bütün Türkiye Arşivleri için geçerli olacak bir çalışma, saklama, belgeleri çoğaltma ve okuyucuya sunma yeknesaklığını temin etmek için N. Göyünç, 1998 I. Millî Arşiv Şûrası’nda bir Devlet Arşiv Konseyi kurulmasını teklif eder, Arşiv Kanununun çıkarılması gerektiğini belirtir. Böylece millî bir arşiv siyaseti ortaya konarak, bütün arşivler bir araya getirilecektir. Değilse yalnız iki birime hakim bir kurumdan bütün Türkiye’yi kapsayacak kararlar beklenemeyecektir (Göyünç, 1998: 20). Bir de bunların dışında normalde bir merkezde toplanması gerektiği halde genel müdürlükler, bölge müdürlükleri, il müdürlükleri elinde yığınla arşivlik malzemenin bulunduğunu ve onların arşiv ortamında olmadığını düşünmek gerekmektedir7. Yalnız sayılan arşivler içinde basın arşivlerinin olmaması dikkat çekicidir. İletişim araştırmaları açısından bir eksiklik gözükmese de aslında önemli bir durumdur. Basın koleksiyonlarının bulunduğu başta Ankara, İzmir’deki Millî Kütüphaneler olmak üzere birçok kütüphane ve dokümantasyon merkezinin bulunması, basın alanındaki eksiklik açısından bir tesellidir. Günümüzden geriye doğru iki yüz yıllık basın arşivinin bazı ülkelerde elektronik ortamda okunabiliyor olması araştırıcılar için bir kazançtır8. Aslında basına dönük ülkemizde de benzeri çalışmaların yapılması zor olmasa gerektir. Devletlerin kültür politikalarını, arşivsiz yürütmeleri mümkün değildir. Bir büyük bilim adamı, arşivin önemine vurgu yaparken, “Türk devletinin devamlılığını sağlayan temel kuruluşlardan biri”, “Millî tarih ve kültürün gerçek kaynağı”, “Türk Milletinin hafızası”,”Millî anıtlarımızın en belagatlısı”, “Bütün sosyal ve insanî bilim dallarının ana kaynağı”, “Yüzyıllarca kader birliği yaptığımız milletlerle, sonra bütün medeni dünya milletleri ile bilgi ve düşünce alışverişine ve kaynaşmaya götürebilecek, en sağlam ve en zengin kaynaktır” der (İnalcık, 1985: 31). Uluslar arası üne sahip İnalcık’ın, T.C. Başbakanına şöyle söylediği anlatılır: ‘Bana Osmanlı Arşivini verin, size bir Kültür İmparatorluğu kurayım..’ (Yavuz, 2008). İnalcık, bu cümleyi şöyle söylediğini anlatır: “Bana arşivi verin Osmanlı İmparatorluğunu yeniden kurayım, derken bunu kastediyorum. Millî Türk devleti ancak bir kültür birliğinin merkezi olabilir..” (İnalcık, 1985: 37). Aynı bilim adamı bir başka yerde bu görüşmeyi şöyle nakleder: “Bana bu arşivi verin, size Osmanlı İmparatorluğu’nu bir kültür imparatorluğu olarak yeniden kurayım.” (İnalcık, 1988: XXXIV). Kültürel etkinin yayıldığı alanın genişliği, devlet yıkıldıktan sonra yerine kurulan devletlerin çokluğu ve onların kendi tarihleri ile ilgili bilgi edinebilmek için Osmanlı Arşivine ihtiyaç duymaları bu sözleri söyletmektedir. Değilse zaten gerçeğe en yakın şekilde geçmişi, yaşanan devre anlatabilmenin yolu belgelere dayanmak, “bununla da kalmayarak, onları birbirleri ile karşılaştırıp, eleştirmek, doğruları ile eğrilerini ayırmak, sonra da sonuca varmaktır.” Tabi bu işlemleri yaparken “şüphecilik de elden bırakılmamalıdır” (Göyünç, 1985: 53). Belge-bilgi değerlendirmesinde, şüpheci yaklaşım gereklidir. Belge karşılaştırmaları, bilgi denetimi vazgeçilmezdir. Ayrıca, insan olarak araştırıcının durduğu yer, bakış tarzı, algı-kavrama düzeyi dâhil birçok “masum” etken, gerçeğin olduğundan farklı anlaşılmasına sebep olabilmektedir. Onun için; “göreceli olduğu bilinen gerçeğe daha çok yaklaşmak için çaba göstermek zorunludur” (Alemdar, 2001: 260). 7 8 Taşrada Osmanlı devrinde Vilâyet, Vakıflar İdaresi, Tapu ve Kadastro, Özel İdare, Maarif Müdürlüğü, Nüfus, Müftülük, Tekke Arşivleri bulunmaktadır. Cumhuriyet devrinde taşra arşivleri ise Millî Eğitim Müdürlüğü, Belediye, Vilâyet, Sosyal Sigortalar Kurumu, Okullar, Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu Müdürlükleri, Üniversitelere ait arşivler olarak tasnif etmek mümkündür. Yalnız bunların arşiv eğitimi almış görevlileri bulunmamaktadır. Onun için Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü’nün taşrada il, ilçe müdürlükleri şeklinde açılımının profesyonel anlamda gerçekleştirilmesi gerekmektedir (Bkz. Küçükdağ, 1998: 228-245). İngiliz ve Amerikan gazetelerinin 200 yıllık arşivi, bir arama motoru tarafından internet kullanıcılarının hizmetine sunulmuştur. Böylece, Google News Archive Search, sadece Amerika ve İngiliz basının 200 yıllık arşivini, araştırma yapılabilecek şekilde hizmete sunmakta, yaklaşık 3300 yayın ve 40 milyon dokümana ulaşmak mümkün olmaktadır (Bk.Anf News Agency). İLETİŞİM-ARŞİV Gerçeğe daha çok yaklaşmak için başvuru vazgeçilmezlerinden birisi elbette arşivdir. İletişim alanının sorunlarına, onların köklerine iz sürmek için kaçınılmazdır. Şu halde, insanlık tarihi kadar eski, bilimsel çalışma alanı olarak da bir o kadar yeni olan iletişim; insanı, toplumu ilgilendiren arşive ne kadar ilgisiz kalabilir? Bu soruya şunun da eklenmesi gerekmektedir; iletişim alanında araştırmacılar, arşivlerden ne kadar yararlanmaktadırlar? İletişim toplum belleğinden hareket eder. Belleğini, yaşadığı coğrafyadaki birikimini yitiren toplumların kaybı Bunların ardından kimlik, hürriyet, güç kaybı da gelir. Bu tarihle irtibatı iyi kurması, tarihte yol almada arşivi gerekmektedir. yani tarih bilgisini, bu kadarla kalmaz. bağlamda iletişimin iyi değerlendirmesi Bu konuda yayınlanmış eserler9, kurum arşivlerini kullanarak yazılmış makaleler bulunmaktadır10. Elbette bu tür çalışmaların çoğalması gerekmektedir. Çünkü basın yayın organlarını birer zihin çeldirici olarak kullanmaya yatkın olan güçler, sadece içinde yaşanılan zamanı değil geleceği de yanıltmayı, yönlendirmeyi düşünmekte tahminleri aşan düzeyde hırslı davranabilmektedirler. LOWRY ÖRNEĞİ Burada arşiv, iletişim tarihi ve siyasi gelişmelerin kesiştiği bir örneğin verilmesi yerinde olacaktır. Bilindiği üzere yakın tarihte, Amerikalı örgütlerin, Ermeni, Rum, Bulgar ayrılıkçılarını yetiştirme, koruma, kollama gibi hizmetleri olmuştur. Bu faaliyetler içinde biri çok önemlidir. Zira günümüz dünyasında canlandırılan, “Türk aleyhtarlığının temel taşlarından biri Morgenthau’nun kitabı”dır. Henry Morgenthau, 1913–16 arasında İstanbul’da ABD Büyükelçiliği yapan, 26 aylık bir görevden sonra Amerika’da, Büyükelçi Morgenthau’nun Öyküsü’nü (Ambassador Morgentau’s Story) kaleme alan Yahudi asıllı bir emlakçidir. Devlet başkanına yakın olduğu için, zengin emlakçilikten büyükelçiliğe sıçrayan Morgentau’nun hatıratı, önce 120 bin basan Amerika’nın tanınmış dergilerinden The World’s Work’te tefrika edilir. Ardından toplam tirajı 2.630.256 olan bir düzineyi aşkın gazetede bazı bölümleri yayımlanır. Sonra kitap haline getirilip “etkili bir reklâm”la piyasaya sürülür. Yayınlandığı ay 22.233 adet satılan kitap, tesirini göstermiştir. Film hakkı için Hollywood’dan 25.000 dolarlık bir teklif de alır (Lowry, 1991: 2-5). Kitap, Büyükelçinin çalışmaları ile birlikte dünya çapında, Ermeni soykırım iddialarının temel kaynaklarından birisi olmuştur. İngiliz tarihçi Arnold Toynbe, Alman Protestan papazı Johannes Lepsisus, İngiliz Lord Bryce gibi üç önemli 9 10 Bazıları için bkz. Nesimi Yazıcı, 1983, Takvim-i Vekayi “Belgeler”, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi yayını, Ankara; Hamza Çakır, 2002, Osmanlıda Basın İktidar İlişkileri, Siyasal Kitabevi yayını, Ankara. Yurt dışı arşiv vb. yerlerden faydalanılarak hazırlananlar için bkz. Cavit Orhan Tütengil, 1985, “Yeni Osmanlılar”dan Bu Yana İngiltere’de Türk Gazeteciliği (1867-1967), Belge Yayınları, İstanbul; Muammer Göçmen, 1995, İsviçre’de Jöntürk Basını ve Türk Siyasal Hayatına Etkileri, Kitabevi yayını, İstanbul. Bkz. Korkmaz Alemdar (2001) İletişim ve Tarih, Ümit yayıncılık, Ankara. Bu eserin, s. 99-200 arasında Anadolu Ajansı (1920-1980), kendi arşivindeki malzemelerden faydalanılarak anlatılmaktadır. Bu açıdan Devlet Arşivlerine katılmayan kurum arşivleri, dönem ve kurumlarla ilgili önemli bilgileri içermektedir. Ermeni iddiacısının da kaynağıdır. Savaş zamanı, yalnız İstanbul ve çevresinde kalabilen ABD Büyükelçisinin yazdıkları ne kadar doğrudur? Gerçeği ne kadar yansıtmaktadır? Bir başka Amerikalı araştırmacı, Büyükelçisinin kitabının yanlışlarını ortaya çıkartır. Amerikan arşiv ve kütüphanelerinden karşılaştırmalı olarak durumu inceleyip, Büyükelçi Morgenthau’nun Öyküsü’nün Perde Arkası’nı yazan Lowry, gerçeğe ulaşır. Tespit çarpıcıdır: Büyükelçi, kitabı kendisi yazmamıştır. Kitabın gerçek yazarı, Burton J. Hendrick adlı meşhur bir gazetecidir. Zira Morgenthau’nun belgeleri arasında, gazeteci ile anlaşmalarını, kitap kârından ona ayırdığı payları da bulmuştur. Daha ötesi, belge, bilgi olarak Türkiye aleyhinde sunulan bilgiler de sahtedir. Çünkü savaşta Anadolu’yu, doğusunu görmeyen elçi, elçilikteki Ermeni memurlar ile Amerikan misyonerlerinden, dünyayı yanılttığı “belgeleri” temin etmiştir. Türkiye’de hâla tekrar edilen soykırımı iddiasının kökeni olan Talât Paşa ile ilgili kısımlarda, Paşayı töhmet altında bırakan delil çarpıcıdır11. Bakan, sigorta şirketlerinden “Ermeni poliçe sahiplerinin tam listesini” istemekle suçlanmaktadır. Böylece, ölen ve geride varisleri kalmayan Ermenilerin mal varlıklarını, devlet bütçesine geçirecek soykırımcı Türk devlet adamının; kana susamışlığı, aç gözlülüğü ortaya çıkarılmaktadır. Hâlbuki Büyükelçinin, o tarihe ait günlükleri, aile mektupları, resmî yazışmalarında böyle bir görüşme ve konuşma yoktur.. Tam tersine bir Ermeni tarafından şehit edilen Osmanlı devlet adamı, ölmüş Ermeni parasına göz dikmediği gibi poliçe sahiplerini korumak, onların ileride doğabilecek taleplerini karşılatmak üzere şirkete tedbirler aldırmıştır. Wilson’a yakın, emlak zengini Büyükelçi, Başkanın ve Dışişleri Bakanının isteği ile bu kitabı meydana getirtmiştir. Böylece Başkanın, savaş politikasına destek vererek, Türk-Alman aleyhtarı hava ile onun elini güçlendirecektir (Lowry, 1991: 5-6, 41-43). BİR DOLAYLI FAYDALANMA ÖRNEĞİ Bârika dergisi, ilk sayısını, 1 Şubat 324 (1908) tarihinde yayınlamıştır. Konya’da çıkarılan bir yayın organıdır. 1908-1912 arasında önce dergi sonra gazete olarak çıkan yayın organının, tam bir koleksiyonu bulunmamaktadır. Bundan dolayı, Anadolu’daki Meşrutiyet basını hakkında bilgi veren Bârika’nın, yayın seyri hakkında bilgi eksiklikleri bulunmaktadır. Derginin Haziran 1909’dan sonra kapandığı tahmin edilmektedir. Zira aynı yıl içinde bir süre aradan sonra aynı adla gazete olarak çıkmıştır. Kapanışını; tam koleksiyonu, yazarlarından hatırat bulunamadığı için netleştirmek mümkün olmamıştır. Ama Başbakanlık Osmanlı Arşivi’nde, sahibinin 1909 sonlarında (03.11.1909), bir ilin (liva) Yazı İşleri Müdürlüğüne atanmak için müracaatı ile ilgili belge bulunmaktadır (BOA FK: DH.MUİ., D.N: 97/-1, G.N: 7, 19/L /1327 Hicrî). Belge tarihi, derginin kapanışına dair fikir vermektedir. Çünkü sahibi, başvuruda, Konya merkezi konusunda ısrarcı 11 Bu kadar kasıtlı bir siyasi bürokratın yazdıklarının, Türkiye’de de hâlâ bazı yazarlarca muteber kabul edilmesi şaşırtıcıdır. Bir Amerikalı araştırmacının, iddialarını tek tek çürüttüğü Amerikan Büyükelçisinin eserine gazetecilerimizden atıfta bulunanlar vardır (Bkz. Ayşe Hür, Ermeni mallarını kimler aldı?, Taraf, 02.03.2008, ,http://www.taraf.com.tr/Detay.asp?yazar =12&yz=370, 19 Nis 2008. Hür, sahteciliği yıllar önce ispatlanmış elçiyi kaynak göstererek tarihe göndermelerde bulunur: “Talat Paşa, işi Ermenilerin Amerikan sigorta şirketlerindeki paralarını istemeye kadar götürmüştür. Çünkü Amerikan Büyükelçisi Henry Morgenthau anılarında Talat’ın “Keşke Amerikan hayat sigortası şirketlerine başvursaydınız da Ermeni poliçe sahiplerinin tam bir listesini bize göndermelerini sağlasaydınız. Nasıl olsa hepsi öldü şimdi, parayı alacak mirasçıları da yok. Tabii ki bunun tümü devlete kalır. Hükümet şimdi yasal olarak mirasçı durumundadır yapar mıydınız bunu?” dediğini anlatır). değildir. “Liva tahrirat müdürlüklerinden birine” atanmayı istemektedir. Buradan çıkarım yapmak gerekirse durum, Konya merkezindeki günlük takip gerektiren basın işinin sona erdiğini göstermektedir. 1. Arşivde İletişim Malzemesi Bir fikir vermek amacıyla iki önemli arşivde iletişimle ilgili tarama yapılmıştır. Sayısal veriler üzerinden yapılan taramaya, bu alana henüz girmemiş olan katalog verileri dâhil değildir. Taramada kullanılan anahtar kelimeler; “gazete, sansür, matbuat, muzır neşriyat, muzır, neşriyat, basın” sözcükleridir. Tüm fonlardan yapılan taramada (20 Mayıs 2008 tarihi itibariyle), “gazete” ile ilgili olarak BOA’nde 3 bin kayıt bulunurken BCA’nde 2145 kayıt çıkmıştır. “Sansür” kelimesi ile ilgili BOA’ndeki 666 kayıta karşılık BCA’nde 26 kayıt bulunmuştur. Aynı şekilde “Matbuat” hakkında, BOA’nde 3.165; BCA’nde 165 kayda rastlanılmıştır. “Muzır neşriyat”, BOA’nde 691, BCA’nde 3 defa geçmektedir. Kelimeler ayrı ayrı tarandığında “muzır” BOA’nde 4814, “neşriyat” ise 4525, BCA’nde ise sadece 167 kayıtta gözükmektedir. “Basın” kelimesi, BOA’nde 6412, BCA’nde 629 kayıtta geçmektedir. Burada, anahtar kelimelerin çoğunluğu tarama amacına uygun veriler sağlarken, “muzır, basın” sözcükleri, aranılanın dışındaki konularda da kayıt verdiği için kayıt rakamlarının yüksekliği yanıltıcı olmamalıdır. Buradan sırayla, anahtar kelimelerle ilgili tarama örneklerine geçmek uygun olacaktır. 2. Gazete 2.1. BOA’nde Gazete Gazete, kelimesi ile ilgili BOA’ndeki kaydın 3 bin olması ilgi çekicidir. Zira gazete kaydı sadece Osmanlı Devleti sınırları içindeki gazetelerle ilgili belgeleri içermemektedir. Şaşırtıcı bir şekilde Rus, Alman, Macar, Fransız vb. milletlerle ilgili yayın organları hakkında bilgileri içermektedir. Yabancı ülke basını ile ilgili tezler hazırlanabilecek miktarda belge çokluğu, Osmanlı Devleti’nin dış ilişkileri ile de ilgilidir. Yurt dışına gönderilen temsilciler, bulundukları ülkedeki yayınları kaynak göstererek devleti bilgilendirmişlerdir. Gazete kaydının geçtiği belge içeriklerinden bazıları şöyledir: “Alınan çağrı üzerine Amerika'da Saint Louis şehrinde toplanan Basın Konferansı'na Osmanlı gazeteleri adına katılmaya izin verilmesi dileği” (DN.55, GN.16, FK. Y..PRK.AZJ), “Matbuat İdaresi'nce resmen tebliğ edilmedikçe devlet sırlarını ifşa eden gazetelerin ve muhbirlerin cezalandırılması” (DN.55, GN.18, FK. Y..PRK.AZJ), “Branko ve arkadaşlarının Devlet-i Aliyye aleyhine yazılar yazdıkları Serbest Türkistan gazetesinin para ile susturulmaya çalışılmasının siyaseten yanlış olduğu” (DN.56, GN.5, FK. Y..PRK.AZJ), “Times gazetesi muhabirinin ihtiyaç içinde bulunduğundan bahisle padişahtan yardım talebi” (DN.56, GN.51, FK. Y..PRK.AZJ), “Gazetelerdeki neşriyatın Rusya tarafından tanzim edildiği” (Resmi irade, GN.15220, FK. Y..MRZ.d..), “Tuna gazetesi” (GN.2, FK. YB..04.d.. vd.), Çeşitli yer ve şahıslara gönderilen Arapça, Farsça yazılı “Takvim-i Vekayi gazetelerinin adedleriyle daire-i hümayuna Seraskerlik müntesiblerine Asakir-i Mansure ve Humbarahane alaylarıyla darphane esnafının , ekabir-i enderuna, Ermeni ve Rum patrik, rahib ve zimmilerine ve Bursa, İzmid, İzmir, Midilli, Aydın, Tarsus, Sakız, Kengiri, Trabzon, Canik, Bolu, Karaman, Ankara, Selanik, Kayseriye, Saruhan, Balıkesir, Kütahya, Isparta, Eskişehir, Kıbrıs, Teke, Kastamonu, Menteşe, Haleb, Diyarbekir, Maraş ve Adana vali, mütesellim, muhassıl ve voyvodalarına ve diğer mahal ve zevata gönderilen Takvim-i Vakayi miktarlarıyla sair bazı ilgili umur, muamelat, kuyudat ve meşruhatı havi Takvim-i Vekayi Gazetesi Defteri GN.7080, FK.MAD. d..), “Mevaliden Vakainüvist Esad Efendi'nin nezareti tahtında Dersaadet'de tesis olunan Takvim-i Vakayi matbaasının makineleri ve tezgahları ile teferruatının mübayaası ile tanzimi ile küşadını ve zat-ı şahaneye tahsis olunan oda ile nazır, tercüme, memurin, müstahdemin odalarının tefrişini ve mezkur matbaada kendi namıyla intişar eden muayyen miktar gazete bedelatının Darbhane'den tahsili ile Mansura Hazinesine teslimini ve kitab ve saire tab’ ve temsilinden hasıl olan mebaliğden her ay memur, ketebe, hademe maaşat ve ücuratı ile matbaa mesarifatının tesviyesinden sonra kalan hasılatının mukataat hazinesine yatırılmasını ve lüzumu kadar memurin ve müstahdeminin tayinine mütedair muharrer malumatı ve icab eden makamlara takdim kılınan ilmuhaberlerin kayıtlarını ihtiva eden Takvim-i Vakayi Matbaası'nın Tesis ve Küşadı Defteri” (GN.8257,FK. MAD.d..), “La Turguie gazetesine arsa verilmesi gibi hususlar ile 1295 senesi 107-707 sıra numarasında kayıtlı muhtelif mali işlere ait evrak kayıd defteri” (DN.8671, FK.MAD.d..), “Ecnebi gazetelerin abone bedelatına vesair muhtelif umur ve hususat hk. kayıtları muhtevi maliyenin evrak-ı varide kayıt defteri (GN.8703, Fk.MAD.d..), Rum patriği maaşı, Seddü'l-Bahir'den İstanbul'a ve oradan Aleksinaç ve Rusçuk'a olan telgraf tellerinin arttırılması, Journal Costantinople gazetesinin hükümetçe satın alınması .. kayıtlarını ihtiva eden kuyud-ı ilmuhaber defteri” (GN.10575, FK.MAD.d..), “Bazı ecnebi matbuatından iktibas olunan gazete maktularından 24x37 ebadında bir deftere yapıştırılmış olan ve "Suret-i Nutuk" diye başlayarak "Yüz Kızarması" hakkında bir fıkra ile nihayet bulan "Hikayat ve Makalat-ı Müntehibe" isimli defter” (GN.12602, FK.MAD.d..), “İzmir'de çıkan Empercial gazetesi tab ve müessisine maaş itasına ve emsali hususata dair gelen mazbata, tahrirat, inha ve sair muharreratın .. kayıt defteri” (GN.12905, FK.MAD.d..), “Faris Efendi'nin tab ettiği Arabi gazetesinden Arabistan eyaletine gönderilenlerin esmanı (bedel) vb. kayıtları muhtevi evrak hulasa kayıt defteri” (GN.13221, FK.MAD.d..), “Bükreş'de intişar eden gazete muharririne şehri otuz Macar altunu itası” vb. çeşitli evrak kayıt defteri (GN.13900, FK.MAD.d..), “Tercüman-ı Efkar, Vakit gazetesine verilen bir senelik ilan bedeline, Takvim-i Vekayi'in bir senelik masarif-i tabiyesine ve emsali .. muameleleri havi evrak kayıt defteri” (GN.14225, 14264, FK.MAD.d..), “Journal de Constantinople gazetesini Hükümet-i Seniyye'ye terk etmesi üzerine Mösyö Tukes'e tahsis olan maaşın mahdumuna tahsisi istirhamı ..muamelelerini havi evrak kayıt defteri” (GN.14306, FK.MAD.d..), “Takvim-i Vekayi'nin yevmi neşrine başlandığından badema Türkçe gazetelere ilan ve ücret verilmemesine dair ..evrak kayıt defteri” (GN.14312.MAD.d..). Gazetelere verilen ilanlarla ilgili kayıtların tutulduğu defterlerin arşivde bulunması ve çokluğu, basın-iktidar ilişkisinin, özellikle mali boyutları yönünden önemli bir kaynaktır. Bunlar, üzerinde ayrıca bir araştırmanın yapılması ufuk açıcı olacaktır. Siyasi içerikli gazetelerle ilgili belgeler yönünden de arşiv zengin bir malzeme deposu durumundadır: “Atina'da münteşir Patrik gazetesinin vermiş olduğu haberlere nazaran, Anadolu'daki isyan hareketi ve Mustafa Kemal'in faaliyetleri, yeni bir mebuslar meclisinin Ankara'da toplanacağı..” (DN.64,GN.42,FK. DH.EUM.AYŞ.), “Atina'dan gelen Yunan gazetelerinden San Remo Konferansı'nda Türkiye'nin parçalanması hakkında verilen kararlarla alakalı telgrafnamelerin tercümesinin takdimi” (DN.64,GN.43,FK. DH.EUM.AYŞ.), “Loryan gazetesinden naklen Neopatris gazetesinde veliahd-ı saltanat Yusuf İzzeddin Efendi'ye hitaben dercedilen mektubun tercümesinin takdimi (DN.89,GN.60,FK. DH.EUM.THR.), “Galata Gümrüğü'nde el konulan günlük defterinin kendisine iadesini isteyen gazeteci Leonard Fişer'in Fransızca mektubunun takdimiyle icabının icrası hakkında” (DN.31/1, GN.24, FK. DH.MUİ.), “Gazeteci Balak'ın ailesine Mansure Hazinesi'nden muhassas bin kuruş maaşın verilmesine dair İstefanaki mühürlü arzuhal” (25/R /1153 (Hicrî), DN.85, GN.4222, FK. C..MF..), “Avrupa ahval-i umumiyesi hakkında Avrupa gazetelerinden iktibas olunan havadis” (28/Ra /1160 (Hicrî), DN.55,GN.2737,FK. C..HR..), “Nemçede çıkarılan Rumca gazetenin ve Rusya'dan getirilen ve Horlaka denilen müskiratın men-i ithali” (08/B /1198 (Hicrî), DN.77,GN.3806,FK. C..HR..), “Hamburg ve Frankfurd taraflarından gazetelerin yalan havadis neşrettikleri hakkında” (19/Za /1212 (Hicrî), DN.142,GN.5900,FK. HAT), “Fransızlar'ın Akka'dan Ariş'e kaçtığına ve mağlubiyetlerine aid emirnameyi aldığına, ittifak maddesi hakkındaki emirnamenin de vasıl olup yazıldığı gibi hareket edildiğine, gazete havadis tercümelerinin takdimine dair” (01/Ra /1214 (Hicrî), DN.140, GN.5833, FK.HAT), “Monitor isimli Fransız resmi gazetesinden alınan havadis olup, Fransa şura meclisinin Napolyon'u imparatorluk tahtından iskat hakkında verdiği karardan ve neşrettiği beyannamelerden bahistir” (29/Z /1229 (Hicrî), DN.1284, GN.49816,FK.HAT), “Beç'ten gelen gazete evrakında görülen havadisin tercümesi olup Aleksandır İpsilanti başına topladığı askerle Eflak'ta zulmetmekte ve Rusya'nın kendisine arka olduğunu işaa etmekte ise de Rusya'nın kendisine muavenet etmediği ve rütbesini refedip Rusya'dan tard ettiğini Devlet-i aliyye'ye bildirmesi için Nemçe elçisine tenbih olunduğu hakkında” (24/C /1236 (Hicrî), DN.1143, GN.45465/E, FK.HAT). 2.2. BCA’nde Gazete Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi’ndeki “gazete” kelimesi ile ilgili 2415 kayıttan bazıları şöyledir: “Daily Express gazetesinin Musul meselesi ile ilgili Cumhurbaşkanlığı makamına yönelttiği sorular” (18/10/1925, D.A1, FK. 30..1.0.0, Yer No: 1.3..9.), “Siirt Mebusu Mahmut'un, Başbakan İsmet İnönü'nün Sivas'ta söyleyeceği nutuk hakkında, gazetelere verilmek üzere istediği kısa özet” (27/8/1930, D.A1, FK. 30..1.0.0, Yer No: 1.6..17.), “Kıbrıs Söz gazetesinin yardım isteği” (21/5/1927, D.A5, FK. 30..1.0.0, Yer No: 10.59..6.), “Başvekil Adnan Menderes'in, İstanbul Gazeteciler Cemiyeti Başkanı Burhan Felek'e yazmış olduğu teşekkür telgrafı” (21/7/1950, D.A5, FK. 30..1.0.0, Yer No: 10.60..1.), “Başbakan Şükrü Saraçoğlu'nun, Maarif Şurasında irticalen sunduğu nutukla ilgili olarak, Ulus gazetesinde yazılan yazı” (22/2/1943, D.A6, FK. 30..1.0.0, Yer No: 11.63..7.), “Başbakan Recep Peker'in, yedek subayların diploma töreninde verdiği demeç hakkında, Ulus gazetesinde çıkan yazı” (20/10/1946, D.A6, FK. 30..1.0.0, Yer No: 11.66..1.), “Başbakan Recep Peker'in, Türk Gazeteciler toplantısındaki konuşmaları” (30/11/1946, D.A6, FK. 30..1.0.0, Yer No: 11.68..1.), “New York Times gazetesi Muhabiri Danell'in, Amerikan yardımı ile ilgili demeci” (17/4/1947, D.A6, FK. 30..1.0.0, Yer No: 12.70..5.), “Yeni İstanbul gazetesinin 2.yıldönümü münasebetiyle Başbakanın beyanatı” (30/11/1951, D.A6, FK. 30..1.0.0, Yer No: 13.76..9.), “Vakit gazetesi Muhabiri Celal Salih Güney'in yardım isteği” (11/4/1939, D.A7, FK. 30..1.0.0, Yer No: 17.94..10.), “Anadolu gazetesi Sahibi ve Tunceli Milletvekili Haydar R. Öktem'in yardım isteği” (27/4/1939, D.A7, FK. 30..1.0.0, Yer No: 17.94..13.), “Sıkıyönetim Komutanı General Ali Rıza'ya gazetelerde arzu edilmeyen yayınları denetlemesi hususunda verilen emir” (18/7/1941, D.A7, FK. 30..1.0.0, Yer No: 17.96..10.), “Kıbrıs'ta çıkan İstiklâl isimli günlük gazete için sahibi M. Necati Özkan'ın yardım talebi” (9/3/1950, D.A7, FK. 30..1.0.0, Yer No: 17.98..3.), “Tevhid-i Efkar gazetesinin neşriyatına dikkat edilmesi hususunda yazışma” (2/10/1924, D.B1, FK. 30..1.0.0, Yer No: 40.237..4.), “Hasılatı İstanbul Gazeteciler Cemiyetinin muhtaç üyelerine tahsis edilmek üzere, Marmara'da yapmayı kararlaştırdıkları tenezzüh gezisinin, Savarona yatı ile yapılmasına izin verilemeyeceği” (20/8/1946, D.B2, FK. 30..1.0.0, Yer No: 40.241..2.), “Atom Gazetesi sahibi Talat Sümer'in gazetesini yeniden çıkarmak için maddi yardım isteği” (27/7/1950, D.B2, FK. 30..1.0.0, Yer No: 41.242..8.), “Mason Olmak İsteyen Milletvekilleri başlığı altında Ulus gazetesinde çıkan yazı hakkında, Yozgat Milletvekili Yusuf Karslıoğlu'nun mektubu” (29/1/1951, D.D3, FK. 30..1.0.0, Yer No: 50.301..2.), “Gazete muhabiri olup, Türkiye ve Avusturya arasında kurulacak ticari münasebete zemin hazırlamak isteyen Oskar Pöffel'in Başbakan'la görüşme isteği” (25/5/1946, D.E4, FK. 30..1.0.0, Yer No: 60.368..6.), “Yeni Türkiye gazetesinin kapatılması” (27/7/1946, D.E5, FK. 30..1.0.0, Yer No: 65.402..6.), “Türkiye'de bulunan bütün resmi ve özel okullarla kitabevlerinin ve yayınlanmakta olan gazete ve mecmuaların adlarını gösteren listeler” (1/10/1951, D.F1, FK. 30..1.0.0, Yer No: 95.596..1.), “Ermenice Nor Lur gazetesinde çıkan ve Ermenilerin Sovyet Ermenistana göçlerinin haklı olduğunu, Türkiye'de iyi muamele görmediklerini yazan makalenin tercümesi” (1/2/1946, D.F1, FK. 30..1.0.0, Yer No: 101.623..4.), “İstanbul'da çıkan Rumca Apoyevmatini ve Metapolitefsis gazetelerinde yayınlanan yazıların tercümeleri” (13/5/1946, D.F1, FK. 30..1.0.0, Yer No: 101.623..10M). 3. Sansür 3.1. BOA’nde Sansür Sansür kelimesi, hakkında kopan fırtınaya rağmen, arşiv kaydı az sayılabilecek olan bir kavramdır. Yalnız dönemler, sansür çalışanları, maaşları, ödüllendirilmeleri ile ilgili zengin bilgi bulunmaktadır. Sansörlerin, ileride görüleceği gibi, bazen sınırı aşarak üst makamlarla ilgili işlemlerde bile sansür uygulamaları üzerine cezalandırılmaları, yabancı dilde yayınların kontrolü için sansör görevlendirilmesi dâhil iletişim tarihine çalışanlar için önemli bilgiler bulunmaktadır. Başbakanlık Osmanlı Arşivi’deki 666 kayıttan bazı örnekler şöyledir: “İkyoyadi Efendi, Mihalaki Haralambos Efendi oğlu, Kayseri doğumlu, Matbuat-ı Dahiliye Kaleminde Rumca Gazeteler Sansür Memuru” (29/Z /1277 Hicrî/08.07.1861 Miladî, DN.14, GN.17, FK.DH.SAİD.MEM.), “Sırbistan'da redif askerinin seferber olması gazetelerin politik haberlerine sansür konulması ..” (26/Z /1302 Hicrî/05.10.1885 M., DN.183, GN.117, FK.Y..A..HUS.), “Matbuat İdaresi'nce sansür usulünün icrası için görevlendirilen memurlara Hazine-i Celile'den verilen meblağ muntazaman ödenmediğinden, belirtilen meblağın Hariciye Nezareti'nce gazetelere verilen paradan karşılanmasının taleb edildiği” (17/Z /1304 (Hicrî), DN.1444, GN.70, FK.DH.MKT.), “Dersaadet'te neşrolunan İngilizce ve Fransızca gazetelerin müsveddelerini tedkik için Matbuat-ı Ecnebiye Kalemi'nce görevlendirilen memurların maaş ve masrafları için sansür tahsisatından meblağ ayrılması ve bunun Bank-ı Osmani tarafından tahsil edilmesi” (08/R /1306 (Hicrî), DN.1563, GN.92, FK: DH.MKT.), “Gazetelerin sansürden sonra havadis beklemeleri ve çıkan vukuatları kontrol ettirmeksizin yayınlamaları sansür usulünü ihlal ettiğinden, bunun bir esasa oturtulması için gerekli tedbirlerin alınması” (01/Z /1305 (Hicrî), DN.1520, GN.68, FK.DH.MKT.), “Matbaalarda basılan gazetelerin Türkçe Gazeteler Müfettişi'ne gönderilerek muayene edildikten sonra dağıtımına geçilmesi şeklindeki sansür kararının uygulanmasının kabulü” (15/Z /1305 (Hicrî), DN.1525, GN.3, FK.DH.MKT.), “Gazetelerin erkenden sansür edilebilmeleri için tab işlemlerinin öğleden sonra yapılması talebi” (22/M /1306 (Hicrî), DN.1547, GN.109, FK: DH.MKT.), “Ahmed Arifi Bey'in Matbuat Müdüriyeti'ne tayini ve sansür usulünun ıslahı” (04/Ra /1306 (Hicrî), DN.36, GN.10, FK: Y..MTV.), “Mizan gazetesinin sansür kanunnamesine aykırı hareketinden dolayı tamamıyla kapatılması hakkında” (05/Ca /1306 (Hicrî), DN.46, GN.10, FK: Y..A..RES.), “Sansür memurları aleyhindeki neşriyatından dolayı geçici olarak kapatılan ve müdürü tarafından asılsız haber yayınlanmayacağı taahhüt edilen Moniteur Oriental gazetesinin neşrine müsaade edilmesi talebi” (12/C/1306 (Hicrî), DN.1393, GN.115, FK: DH.MKT.), “Matbuat-ı Dahiliye Müdürü Ahmed Arif Bey ile Sansür Memuru Hıfzı Bey'in Osmani nişanı ile taltifi” (19/Ş /1306 (Hicrî), DN.15, GN.64, FK: Y..PRK.BŞK.), “Mektubi Kalemi hulefasından olup Türkçe gazetelerin sansür memurluğuna atanan Fuad Bey'in uygunsuz hal, harekat ve tehditlerine muhatap olan Matbuat Müdürü Arifi'nin şikayeti” (29/L /1309 (Hicrî), DN.5, GN.36, FK: Y..PRK.DH..), “Mısır'da tabolunan ve Hilafet aleyhinde neşriyat yapan gazetelere abone olunarak birer nüshalarının celbiyle gözden geçirilmesi, Dersaadet'te neşredilen Arabi, Farsi ve Musevi gazetelerin sansürü işinde muvakkat memur istihdamına başlanıldığı halde henüz kendilerine birşey tahsis edilmemiş olduğundan gereğinin biran evvel yapılması” (03/S /1307 (Hicrî), DN.1661, GN.129, FK: DH.MKT.), “Avrupa'dan gelen telgrafları sansürden geçirmeden abonelerine ulaştıran Konstantinopol ve Oryantal telgraf acentelerinin bu tür işlemlerine karşı önlem alınması” (10/R /1307 (Hicrî), DN.173, GN.30, FK: HR.HMŞ.İŞO.), “Yazıları sansür memurunun çıkarttığı muzır kısımlarıyla yayınlayan Tercüman-ı Hakikat gazetesinin cezalandırılması” (18/C /1307 (Hicrî), DN.1696, GN.98, FK: DH.MKT.), “Sansür memuru tarafından çıkarılan bir metni, muharrirlerinden Tahir Bey'in emriyle yayınlayan Servet gazetesinin bir müddet kapatılmasının teklif edildiği” (19/B /1307 (Hicrî), DN.1707, GN.67, FK: DH.MKT.), “Nezaretler ve sair merkez dairelerince gazetelere yazdırtılan makalelerin sansür memurlarınca çıkartılmasının önüne geçmek için bu kabil makalelerin Daire-i Matbuat vasıtasıyla bildirilmesi gereği” (27/S /1308 (Hicrî), DN.1769, GN.98, FK: DH.MKT.), “Almanca gazete ve kitapların tercüme ve sansürü için Roma Sefareti eski kâtibinin görevlendirilmesi” (25/Ra/1308 (Hicrî), DN.13, GN.88, FK: Y..PRK.HR..), “Beyoğlu, Galata, İstanbul ve Üsküdar'da sahneye konulacak piyeslerin kimler tarafından nasıl sansür edilip oynanılacağına dair bir nizamname hazırlanmasının Maarif Nezareti ile Şura-yı Devlet Riyaseti'ne bildirildiği” (25/Ra/1308 (Hicrî), DN.1782, GN.11, FK: DH.MKT.), “Levant Herald gazetesi imtiyaz sahibi Withcer'in, sansür usulünün mutazarrır olduğundan bahisle fazla para istemesi meselesinin Hariciye Mektubcusu Münir Bey tarafından halledilmesinin münasib olacağı” (01/C /1308 (Hicrî), DN.243, GN.1, FK: Y..A...HUS.), “Beyrut'ta çıkan el-Fevaid adlı gazetede Papalık hakkında hakaretvari tabirler kullanıldığından sansür edilmesi” (18/C /1308 (Hicrî), DN.20, GN.38, FK: Y..PRK.BŞK.), “Rusya'da sansür memurlarından birinin Kur'an-ı Kerim'den on sekiz ayetin tayy ve ihracını emrettiğinden oradaki Müslümanlar arasında hasıl olan heyecan” (18/C /1308 (Hicrî), DN.243, GN.61, FK: Y..A...HUS.), “Gazetelerin, sansür memurlarının kontrolünden sonra nafia işleri hakkında yazı yazabilecekleri” (15/Z /1308 (Hicrî), DN.1851, GN.69, FK: DH.MKT.), “Beyoğlu'ndaki Fransız tiyatrosunda oynayacak Ali Baba adlı muzır oyunun oynatılmaması. Tiyartrolarda oynatılacak oyunların sansürü vazifesinin Zabtiye Nezareti'ne tevdii” (17/Ca/1309 (Hicrî), DN.24, GN.63, FK: Y..PRK.BŞK.), “Polis tarafından yasaklanan Ali Baba adlı oyunun oynanamamasından dolayı Fransız Tiyatrosu'nun zarar ettiğine dair yazıyı sansür memurlarına göstermeden yayınlayan Neo Logos gazetesinin benzeri ikinci bir hareketinde kapatılacağı” (22/Ca/1309 (Hicrî), DN.5, GN.8, FK: Y..PRK.DH.), “Rum Tiyatrosu Sansürlüğü'ne, Ceyb-i Hümayun Ruzname Mütercimi Milyakas Efendi'nin münasib mikdar maaş tahsisi ile icra-yı memuriyeti” (14/C /1309 (Hicrî), DN.1260, GN.98969, FK: İ..DH.), “Edirne'de yayınlanan Ceride gazetesinin, Hristiyan Bulgaristan, Bosna ve Hersek hakkında yalan yanlış yayın yaptığı ve bunun sansürünün yapılamadığının anlaşılmasıyla bu gazetenin bundan sonraki yazılarının kontrol altında tutulması için gerekenin yapılması” (16/C /1309 (Hicrî), DN.1912, GN.68, FK: DH.MKT.), “Matbuat-ı ecnebiyeye ait İzmir'de basılan ve neşredilen muhtelif lisanlardaki gazete dergi ve kitapların mütalaa ve tedkiki için müteaddid lisana aşina sansür memuru istihdamı ve maaşının mal sandığından karşılanması hususunda gereğinin yapılması” (26/C /1309 (Hicrî), DN.1915, GN.58, FK: DH.MKT.), “Dersaadet'te çeşitli dillerde tab ve neşredilmekte olan ve ajanslara gelen haber evraklarının sansür memurlarınca inceleneceği” (15/L /1309 (Hicrî), DN.1948, GN.59, FK: DH.MKT.), “Tiyatrolar için beş nefer sansür memurunun tayini ve tiyatrolar için teftiş vazifesine Zabtiye Nezareti'nce dikkat ve itina olunması” (05/Za/1309 (Hicrî), DN.1278, GN.100523, FK: İ..DH.), “Sadrazam Cevat Paşa'nın rahatsızlığına biaen iki gün Babıali'ye gidememiş olduğu hakkındaki havadisi gazetelerden çıkartan sansür memuru Hıfzı Bey'in bu hareketi vekalet makamını tahfiften başka bir şey olmadığından memuriyetten azli” (28/Za/1309 (Hicrî), DN.261, GN.153, FK: Y..A...HUS.), “Matbuat-ı Ecnebiye Kalemi Sansür Memuru Yervant Handanyan Efendi'nin sicil dosyası” (06/R /1310 (Hicrî), DN.2, GN.21, FK: HR.SAİD.), “Matbuat-ı Ecnebiyye Kalemi Sansür Memuru Ganati Efendi'nin taltifi” (19/Za/1310 (Hicrî), DN.22, GN. 1310/Za-109, FK: İ..TAL). 3.2. BCA’nde Sansür Sansürle ilgili BCA’de sadece 26 adet kayıt geçmektedir. Dönem itibariyle 1920’den günümüze belgelerin bulunduğu BCA’nde Millî Mücadele, Cumhuriye öncesi ve sonrasındaki gelişmeleri aydınlatacak belgeler vardır. Savaş döneminin uygulamaları olarak mektuptan, telgraflara, yabancı-yerli basılı evraktan haberleşme malzemelerinin tümüne varıncaya kadar yasal bir sansür uygulamasının Cumhuriyet başlarında, tek parti döneminde de devam ettiği görülmektedir. Sansür görevlileri, sadece sıradan vatandaşın iletişim araçlarını kontrolden geçirmemektedir. Milletvekillerinin bazen bakanların mektuplarını da sansürden geçirmektedir. 1923 Mayıs’ında Bayındırlık ve Adalet Bakanlarının mektuplarını sansür eden iki görevlinin işine son verildiğinin arşiv belgeleri arasında yer alması ilginçtir. “Güç bende” demeye başlayan ve devlet erkini insanlar üzerinde bir baskı aracı olarak kullanmaya alışan insanların, hatırlatılmazsa nerede duracaklarını bilemedikleri anlaşılmaktadır. 24 Temmuz 1908’de fiili bir durum olarak gerçekleşen sansürün kaldırılması olayının, bayram olarak kutlanması kararının 1948’de alındığı bilgisinin de yer aldığı arşiv kayıtlarından bazıları şunlardır: “İstanbul ile haberleşmenin yasaklanması, İstanbul'dan gelecek resmi evrakın iadesi, posta ve telgraf haberleşmesinin sansüre tabi olmak şartı ile serbest bırakılması” (6/5/1920, S.2, FK: 30..18.1.1, YN: 1.1..2.), “Sahillerdeki sansür merkezlerine Türkçe ve Fransızca dillerindeki mektupların kabulü ve diğer dillerde yazılmış mektupların iadesi” (20/7/1920, S.83, D.53-13, FK: 30..18.1.1, YN: 1.5..5.), “Sansür Yönetmeliği'ne üç madde eklenmesi” (16/8/1920, S.164, D.53-14, FK: 30..18.1.1, YN: 1.9..6.), “Yurtiçinden yurtdışına gidecek ve yurtdışından yurtiçine gelecek mektupların büyük merkezlerde sansür edilmesi” (28/10/1920, S.292, D.53-15, FK: 30..18.1.1, YN: 1.16..8.), “Şark Cephesi mıntıkasındaki tüccarlara gelen Almanca ve İngilizce ticari kataloglarla, İranlı tüccarlara gelen Farsça, Azeri ve Gürcü mültecilere gelen Rusça mektupların sansürden geçirilmesi” (5/7/1921, S.1044, D.53-18, FK: 30..18.1.1, YN: 3.29..15.), “İzmit'le İstanbul arasında doğrudan doğruya telgraf haberleşmesi yapılamayacağı, ancak sansür edilmek kaydıyla Anadolu'dan gelecek mektup ve telgrafların posta ile İstanbul'a gönderilebileceği” (10/7/1921, S.1054, D.167-2, FK: 30..18.1.1, YN: 3.30..5.), “Harp bölgelerinde iç ve dış haberlere askeri sansür konulabileceği dikkate alınarak ticari haberleşmelerin geciktirilmemesi” (21/12/1921, S.1273, D.53-19, FK: 30..18.1.1, YN: 4.41..13.), “Şark-ı Karib Amerika Muavenet Heyetleri adına Avrupa ve Amerika'dan gelen gazete ve dergilerin sansürden sonra Anadolu'ya girebileceği” (20/2/1922, S.1410, D.86-10, FK: 30..18.1.1, YN: 4.49..6.), “İstanbul merkez telgrafhanesindeki İngiliz sansürünün kaldırıldığı ve bu sansürün sadece matbuata ait telgraf ve mektuplar için uygulanacağı” (16/11/1922, S., D.16711, FK: 30..10.0.0, YN: 159.115..11.), “İstanbul'daki Anadolu Sansür memurlarına, Müdafaa-i Milliye Vekaleti'nin örtülü ödeneğinden verilecek miktarın Dr. Adnan'a gönderilmesi” (31/12/1922, S.2115, D.53-20, FK: 30..18.1.1, YN: 6.42..15.), “Mebusların yazışmalarının sansüre tabi edilmeyeceğine dair” (23/2/1922, S., D.517, FK: 30..10.0.0, YN: 4.23..17.), “Nafia ve Adliye vekillerinin mektuplarını sansür eden iki görevlinin işine son verildiği” (17/5/1923, S., D.537, FK: 30..10.0.0, YN: 55.369..7.), “Barışın yapılmasından dolayı Genelkurmay ile ilgili haberleşmelerde sansürün kalktığı, basındaki sansürün ise İstanbul'un tahliyesine kadar devam edeceği” (31/7/1923, S., D.538, FK: 30..10.0.0, YN: 55.369..8.), “Devletin genel siyasetini ve bilhassa dış siyasetini ilgilendiren haberlerin basılmadan önce sansür edilmesi” (12/7/1921, S., D.856, FK: 30..10.0.0, YN: 83.545..6.), “Hariciye Vekaleti'nin haberleşmesinde sansüre uğramaması için özel işaret kullanılmasının uygun olduğu” (10/8/1940, S., D.1168, FK: 30..10.0.0, YN: 130.933..12.), “Türkiye'de sansürün kaldırılmasının yıl dönümü olan 24 Temmuz gününün, Gazeteciler Bayramı olarak kutlanması hakkında” (24/7/1948, DN.F11, FK: 30..1.0.0, YN: 101.628..2.). 4. Matbuat 4.1. BOA’nde Matbuat Osmanlı devrinde gazetelere,”basın” yerine toplu ad olarak, “matbuat” denildiği için BOA’nde bu kelime de ayrıca anahtar sözcük olarak kullanılmıştır. 3165 kayıttan bazı örnekler şunlardır: “Matbuat İdaresi'nce resmen tebliğ edilmedikçe devlet sırlarını ifşa eden gazetelerin ve muhbirlerin cezalandırılması” (DN.55, GN.18, FK: Y..PRK.AZJ.), “Yunan matbuatının serbest olduğu ve hükümetin emrinde olmadığı cihetle istediklerini yazabilecekleri hakkında Sovienir nam Yunan gazetesinde Devlet-i Aliyye aleyhine intişar eden makaleden dolayı Rusya elçisine şikayet edilerek onun tarafından Yunanistan'a yazılan mektuba cevaben Zografo'dan Rusya elçisine gelen mektubun tercümesi” (29/Z /1249 (Hicrî), DN.960, GN. 41185/R, FK: HAT), “Fransa'daki karışıklıklar ve matbuat hürriyetinin tehdidi .. Avusturya İmpatatorunun mutad hediyelerden başka Ahmed Paşa'ya verdiği hediyeler vesaire hakkında Beç Maslahatgüzarı Mavroyani'den Sadaret'e ariza” (29/Z /1250 (Hicrî), DN.1040, GN. 43060, FK: HAT), “İkbal gazetesinin Saltanat-ı Seniyye'ye dokunup makalat neşrinden dolayı bir ay müddetle tatil edilmesine rağmen ilk çıkan nüshada tatiline dair yazdığı makalede hükümeti istihzasından dolayı ilgası hakkında Hariciye Nezareti Matbuat Odası'nın tezkiresi” (13/L /1253 (Hicrî), DN.2, GN. 5, FK: HSD.CB.), “Takvim ve Tabhane'nin Maarif-i Umumiye Nezareti'ne ilhakı ile Takvim-i Vekayi'ye derc edilecek ilanların Matbuat Müdürlüğü'ne gönderildiği” (20/Ş /1278 (Hicrî), DN.401, GN. 81, FK: A.}MKT.NZD.), “Matbuat İdaresi ile Takvim-i Vakayi İdaresi'nin birleştirilip Matbuat Nezareti'ne dönüştürülerek Lütfü Efendi'nin rütbe-i evvel sınıf-ı sanisi tevcihi ile tayini” (19/S /1281 (Hicrî), DN.306, GN. 99, FK: A.}MKT.MHM.), “Matbuat Nezareti'nin yeniden Maarif Nezareti'ne bağlanmasına Meclis-i Vala tarafından karar verildiği” (15/C /1281 (Hicrî), DN.318, GN. 4, FK: A.}MKT.MHM.), “Matbuat Nezareti'nin lağvıyla Maarif Nezareti'ne ilhakına ve Lütfi Efendi'nin emekliliğine dair” (23/Za/1281 (Hicrî), DN.535, GN. 37169, FK: İ..DH..), “Matbuat Müdürü Ohannes Efendi ile refakatinde bulunanlara rütbe verilmesi” (05/Ra/1283 (Hicrî), DN.220, GN. 12817, FK: İ..HR..), “Midilli ahalisinden Kondobulos'un bir gazete neşretmek için istidada bulunması üzerine; hakkında tahkikat yapılarak matbuat nizamnamesine uyacağına dair bir senet alınarak ruhsat verilmesi” (15/Ca/1289 (Hicrî), DN.2, GN. 160, FK: MF.MKT.), “Ermenice olarak çıkardığı Eğlence gazetesini Türkçe olarak da çıkarmak için ruhsat isteyen Artin Sıvacıyan'ın Matbuat Nizamnamesi'ne uymak şartıyla böyle bir gazete yayınlamasında sakınca olmadığı” (30/B /1289 (Hicrî), DN.5, GN. 142, FK: MF.MKT.), “Sirac isimli bir gazete çıkarması için, Matbuat Nizamnamesi'nce kendisine ruhsat verilmesi uygun görülen Mehmed Tevfik Efendi'nin ruhsat senedinin verilmesi” (04/Ş /1289 (Hicrî), DN.5, GN. 167, FK: MF.MKT.), “Beyrut'ta Müşerref adlı bir gazete tab etmek üzere matbaa açmak için ruhsat isteyen Hatar el-Dahdah adlı kişi hakkında Matbaa ve Matbuat Nizamnamesi ahkamınca muamele olunması” (29/Ş /1290 (Hicrî), DN.14, GN. 88, FK: MF.MKT.), “Matbuat Nizamnamesi çıkıncaya kadar yeni gazete çıkarılamacağı” (06/L /1290 (Hicrî), DN.469, GN. 13, FK: A.}MKT.MHM.), “Çocuklara mahsus Hoca isminde bir gazete çıkarmak isteyen Mekteb-i Tıbbiye İdadisi öğrencisi Kandıralı Mehmed Raşid Efendi'nin talebi hakkında Matbuat Nizamnamesi'ne göre gerekenin yapılması” (19/L /1290 (Hicrî), DN.15, GN. 78, FK: MF.MKT). 4.2. BCA’nde Matbuat Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi kayıtlarında, “matbuat”la ilgili 165 kayıt bulunmaktadır. Buradaki Millî Mücadele’den itibaren, basını değişik yönlerden ilgilendiren belgelerin önemli bir kısmı, Matbuat Genel Müdürlüğünün tayin ve nakilleri ile ilgilidir. “Matbuat ve İstihbarat Müdüriyet-i Umumiyesi”nin, Basın Yayın Enformasyon Genel Müdürlüğüne nasıl evrildiğini takibe almak mümkündür. Bu arada basının yurt içi ve dışında temsili, kontrolü hakkında önemli belgeler bulunmaktadır. Bunlardan bazıları şunlardır: “Karahisar'daki İkaz Matbaası'nın Matbuat ve İstihbarat Müdüriyet-i Umumiyesi'nce satınalınarak Ankara'ya getirilmesi” (10/10/1920, S.283, D.146-2, FK.30..18.1.1, YN.1.15..19.), “Anadolu halkını ülkenin kurtuluşu için uyandırmak ve aydınlatmak için memurlardan yararlanılması ve Matbuat ve İstihbarat Umum Müdürlüğü'nce köylere kadar ulaşarak yazılar ve beyannameler bastırılması” (17/11/1920, S.379, D.38-10, FK.30..18.1.1, YN.1.20..16.), “TBMM Matbuat ve İstihbarat Genel Müdürlüğü Komisyonu'na Selahaddin (Mersin), Ali Şükrü (Trabzon) ve Basri (Karesi) beylerin seçildiği” (8/4/1921, S., D.851, FK.30..10.0.0, YN.83.545..1.), “Matbuat Müdüriyeti'nce düzenlenen günlük haberlerin telgraf şeklinde Erkan-ı Harbiye-i Umumiye Reisliği'ne değil Bakanlar Kurulu üyelerine gönderilmesi” (9/1/1923, S.2161, D.85-7, FK.30..18.1.1, YN.6.45..1.), “İstiklâl Mahkemesi'nin adilane hareket edeceği kanaatinde olduklarına dair, Türk Matbuat Cemiyeti Başkanı Halit Ziya'nın telgrafı” (12/12/1923, S., D.842, FK.30..10.0.0, YN.9.54..49.), “Matbuat Umum Müdürlüğünde görevli Zekeriya'nın (Sertel) görevden alınması” (13/11/1923, S.6/178, D., FK.30..11.1.0, YN.1.15..19.), “Bütün gazetelerin Matbuat ve İstihbarat Genel Müdürlüğü'nce incelendiği ve Matbuat Kanunu'na aykırı görülenlerin Başbakanlık ve Dahiliye Vekaleti'ne bildirileceği” (29/12/1923, S., D.8519, FK.30..10.0.0, YN.83.545..20.), “İsmet Paşa'nın, İstanbul Matbuat Cemiyeti'ne para verilmesi isteği” (12/4/1924, S., D.8530, FK.30..10.0.0, YN.83.546..9.), İstanbul'da teşkil edilen Matbuat-ı Umumiye Heyeti karşılığında, Anadolu matbuatını teşmil etmek için bir heyet kurulması” (8/10/1924, D.B1, FK.30..1.0.0., YN.40.237..10.), “Matbuat Umum Müdürlüğü'nce İstanbul'da yayımlanacak Fransızca Echo de Turquie, İngilizce Echo of Turkey gazetelerinin basımı için gerekli malzeme ile basım işinin pazarlıkla temini” (3/6/1925, S.2004, D.85-19, FK.30..18.1.1, YN.14.33..16.), “Matbuat Umum Müdürlüğü tarafından yayınlanan Ecnebi Matbuatı Hulasaları adlı yayının Yeni Gün Matbaası'na bastırılması” (10/3/1926, S.3298, D.85-25, FK.30..18.1.1, YN.18.17..16.), Kolonya'da (Colonia/Köln-Almanya) açılacak olan Uluslararası Matbuat Konferansı'na Türkiye'yi temsilen Yunus Nadi'nin gönderileceği” (31/7/1927, S., D.4129, FK.30..10.0.0, YN.229.543..9.), “Kolonya'da açılacak Beynelmilel Matbuat Sergisi'ne Muğla Milletvekili Yunus Nadi'nin başkanlığında Falih Rıfkı, Necmeddin Sadık, Haydar Rüşdü ve Hakkı Tarık'ın gönderilmeleri” (22/4/1928, S.6480, D., FK.30..18.1.1, YN.28.24..15.), “Köln'de açılan Beynelmilel Matbuat Sergisi'ndeki Türkiye'ye ait pavyonun masraflarını karşılamak üzere Temsilcimiz Yunus Nadi'ye ödenek verilmesi” (5/8/1928, S.6963, D.186-13, FK.30..18.1.1, YN.30.48..17.), “Devletin emniyetini ihlal edecek surette muzır neşriyatta bulunduğu anlaşılan Hronika gazetesinin, Matbuat Kanunu'nun 23. maddesi gereğince basımının durdurulması” (3/3/1929, S.7729, D., FK.30..18.1.2, YN.2.16..39.), “Türkçe matbuata prim verilmesi hakkında Giresun Mebusu Hakkı Tarık Bey'in kanun teklifi” (8/6/1929, S., D.4113, FK.30..10.0.0, YN.3.17..23.), “Vakit gazetesi görevlilerinden Bedii'nin Giresun Milletvekili ve Matbuat Cemiyeti Reisi Hakkı Tarık'ı tabancayla yaraladığı” (18/1/1930, S., D.597, FK.30..10.0.0, YN.5.25..5.), “Dışişleri Bakanlığı'na bağlı Matbuat Genel Müdürlüğü'nün mali yılbaşından itibaren bütçesi ile beraber İçişleri Bakanlığı'na devri” (15/6/1931, S., D.85116, FK.30..10.0.0, YN.83.550..14.), “İstanbul matbuatını takip etmek üzere 7. derece memurluğa Kadınhanı Kaymakamı İbrahim'in tayini” (9/4/1932, S.8575, D., FK.30..11.1.0., YN.70.11..6.), “Matbuat Umum Müdürlüğü'nce yayınlanmakta olan Ayın Tarihi ve La Turquie Kemalist mecmualarının pazarlıkla Devlet Matbaası'nda bastırılması” (14/7/1934, S.2/998, D.85-52, FK.30..18.1.2, YN.46.49..18.), “Yugoslavya Kralı'nın Sofya'yı ziyaretleri sebebiyle Türk basınında Yugoslavya aleyhinde haber yayınlanmamasına dair Matbuat Genel Müdürlüğü'nün tamimi” (3/10/1934, S., D.432196, FK.30..10.0.0, YN.252.697..28.), “Matbuat Kanunu'na muhafeletten hakkında dava açılan Siirt Milletvekili Mahmut Soydan öldüğünden açılan dava dosyasının kapatılması” (24/12/1936, S., D.759, FK.30..10.0.0, YN.9.52..13.), Halkevlerine Matbuat Cemiyeti almanağının gönderildiği” (1/4/1936, S., D.1.BÜRO, FK.490..1.0.0, YN.3.12..16.), “Gümrük tarifesinin 328/A pozisyonundan ithal edilecek kağıdın Matbuat Umum Müdürlüğü tarafından dağıtılması” (9/11/1937, S.2/7627, D., FK.30..18.1.2, YN.80.91..15.), “Balkan ülkelerinde incelemelerde bulunacak olan Matbuat Umum Müdürlüğü Müşavirlerinden Server İskit'e döviz verilmesi” (3/8/1939, S.2/11813, D.238-517, FK.30..18.1.2, YN.88.83..8.), Paris-Orient gazetesi Sahibi Dr. Lütfi'nin Paris’te Matbuat Mümessilliği teşkili ile bu vazifeye tayini” (11/4/1939, D.A25, FK.30..1.0.0., YN.33.195..3.), “Tenzilatlı tarife ile ithal edilecek matbaa kağıdına ait tevziatın, Matbuat Umum Müdürlüğü'nce yapılması, gazete ve mecmuaların kurdukları istihlak kooperatiflerinin bir müessese sayılması” (17/6/1941, S.2/1606, D., FK.30..18.1.2, YN.95.52..1.), “İngiltere hükümetinin daveti üzerine Hindistan'a gidecek olan Matbuat heyetine mensup Burhan Belge, Muvaffak Menemencioğlu ve Burhan Felek'e siyasi pasaport verilmesi” (9/1/1943, S.2/19293, D.112-252, FK.30..18.1.2, YN.100.110..19.), “Romanya Sefareti Matbuat Ateşesi Profesör Dr. Aurel Decei'nin Romen Tarihini ilgilendiren belgeler üzerinde Başbakanlık Arşivi'nde araştırmayapma izni isteği” (21/4/1945, S., D.18253, FK.30..10.0.0, YN.19.107..23.), “Romanya ve Macaristan'da yayınlanan bilumum matbuatın yurda sokulmasının ve dağıtılmasının yasaklanması” (20/12/1951, S.3/14103, D.52-242, FK.30..18.1.2, YN.127.91..13.). 5. Muzır Neşriyat 5.1. BOA’nde Muzır Neşriyat BOA’ndeki kayıtlarda “muzır neşriyat”la ilgili 691 belge bulunmaktadır. Belge içeriklerinde, yurt içinde yayını zaralı bulunduğu için kapatılanlar olduğu gibi, yurt dışında yayınlanan ama yurda sokulması sakıncalı görülenler de bulunmaktadır. Osmanlı Devleti’nin, bölücülük, iç fitne karşısındaki hassasiyeti ile ilişkili olan “muzır neşriyat” tavrı engellemede çok başarılı değildir. Zira “muzır” olanlar, yabancı elçilik mensupları, ülke içinde dağıtım yapma hakkına sahip yabancı posta teşkilatları gibi bir çok vasıta bularak yine yurda girebilmişlerdir. “Muzır neşriyat”la ilgili kayıtlardan bazıları şöyledir: “Yayın politikası devlet yanlısı olması dolayısiyle bahse konu gazeteye istediği onayın verildiği, ancak muzır bir neşriyatta bulunması halinde gazetenin kapatılacağı” (10/N /1204 (Hicrî), DN.1319, GN.32, FK.DH.MKT.), “Muzır neşriyattan dolayı kapatılan Telgrafos adlı Rumca gazetenin tab'ı Pasaport Odası Memurlarından Hristo Foridiye verildiğinde açılması” (12/Ca/1271 (Hicrî), DN.100, GN.48, FK.HR.MKT.), “Yunanistan'da basılan ve muzır neşriyatta bulundukları tespit edilen İsto, Etnikon Minoma, Ura, Mernos, Melon, Meraya adlı gazetelerin Memalik-i Şahane'ye duhullerinin meni” (09/L /1294 (Hicrî), DN.1322, GN.53, FK.DH.MKT.), “Constantinpol Messager adlı gazetenin Levant Herald adıyla neşrine müsaade edilmesi ve muzır neşriyat yapıldığı takdirde kapatılacağının ihtar edilmesine dair mesul müdüründen teminat alınması hakkında” (28/R /1296 (Hicrî), DN.160, GN.112, FK: Y..A...HUS.), Muzır neşriyatta bulunan Levant Herald gazetesinin muvakkaten tatil edildiği” (09/S /1306 (Hicrî), DN.218, GN.34, FK: Y..A...HUS.), “Yayın hayatına yeni başlayan Teessüf isimli gazetenin, zabıtanın teftişinden kurtulmak maksadıyle, Paris'de basılıyormuş gibi gösterilme ihtimali olduğu ve bu gibi zihinlerde karışıklık doğurabilecek muzır neşriyatın engellenmesi gerektiği” (06/R /1297 (Hicrî), DN.1295/-1, GN.101848, FK: İ..DH..), “Avrupa'da muzır neşriyatta bulunan gazetelerin idhal edilmemesinin ilgililere tebliğ edildiği, ecnebi postahanelere geldikleri takdirde müsadere edilmesi vesaire hakkında” (24/Za/1297 (Hicrî), DN.165, GN.153, FK: Y..A...HUS.), “Moniteur de Commerce gazetesinin muzır neşriyatından dolayı lağvedildiği” (04/Ş /1298 (Hicrî), DN.4, GN.28, FK: Y..PRK.TKM.), “Muzır neşriyatta bulunan Ali Şefkati'ye yardımdan vazgeçmesini sabık Hidiv İsmail Paşa'ya tebliğ için, Roma Safareti'nden gönderilen memuru, İsmail Paşa kabul ederek bu mevzuyla alakasını inkar için ne gibi ifadelerde bulunduğuna dair” (08/Ş /1298 (Hicrî), DN.168, GN.9, FK: Y..A…HUS.), “İstikbal gazetesi sahibi Ali Şefkati'nin sabık Hidiv İsmail Paşa'nın yanında bulunduğuna ve İstikbal ve Mütenebbih gazetelerinin neşr sebeblerinin tahkiki ve muzır neşriyattan meni lüzumuna dair” (18/S /1301 (Hicrî), DN.175, GN.88, FK: Y..A...HUS.), “Vakit gazetesinin muzır neşriyatı hakkında Saffet Paşa'nın tezkiresi” (27/N /1298 (Hicrî), DN.43, GN.144, FK: Y..EE.), “Et-Takdim gazetesi sahib-i imtiyazının bir daha muzır neşriyatta bulunmayacağına dair senet verdiği takdirde kapatma cezasının kaldırılması hakkında Suriye Vilayeti'nden mütalaa istenmesi” (26/Z /1298 (Hicrî), DN.1338, GN.21, FK: DH.MKT.), “Gelibolu sancağında satılmak üzere götürülen Protestan kitaplar muzır neşriyattan olmadığından neşredilmesinde sakınca bulunmadığı” (29/C /1299 (Hicrî), DN.1338, GN.104, FK: DH.MKT.), “İttihat gazetesi muharriri İbrahim, Londra'da muzır neşriyatta bulunacak olursa cezalandırılacağı hakkında” (07/Ra/1302 (Hicrî), DN.180, GN.71, FK: Y..A...HUS.), “Cezayir-i Bahr-ı Sefid Vilayeti (12 Adaları da içine alan idari birim) istinaf ve bidayet azalarının bir yanlış yorum nedeniyle Türkçe bilmediklerinden dolayı mahkemelere kabul edilmeyişleri ve bu konuda Efimeris gazetesinin muzır neşriyatı” (29/Ca/1303 (Hicrî), DN.31, GN.83, FK: Y..PRK.ASK.), “Filibe'de basılan Filipo Polis gazetesinin muzır neşriyatından dolayı Nemçe Postası'yla Edirne'ye girişine mani olunması” (10/N /1303 (Hicrî), DN.1350, GN.41, FK: DH.MKT.), “Muzır neşriyatı dolayısıyla tatil ettirilmiş olan El-Zaman gazetesinin tekrar açılması için sahibi Aleksan Tarafyan'ın yapacağı müracaat hakkında Gazi Ahmet Muhtar Paşa'nın tahriratı” (02/Z /1303 (Hicrî), DN.130, GN.60, FK: Y..EE.), “Muzır neşriyatta bulunan Politische Volks Platej gazetesiyle (Peşte) Allgemeine Zeitung gazetesinin (Münih) Memalik-i Şahane'ye idhalinin meni” (09/Ra/1304 (Hicrî), DN.1389, GN.108, FK: DH.MKT.), “Muzır neşriyat yapan üç Ermeninin sürgün edileceği yerin tespiti” (17/C /1304 (Hicrî), DN.2, GN.12, FK: Y..PRK.DH..), “Paris'te basılan Constituionel gazetesinin muzır neşriyatına binaen memlekete idhalinin yasaklandığı” (16/L /1304 (Hicrî), DN.1430, GN.49, FK: DH.MKT.), “Nineteenth Tennory nam gazetenin muzır neşriyatına binaen Memalik-i Şahane'ye idhalinin meni” (26/Ca/1305 (Hicrî), DN.1484, GN.44, FK: DH.MKT.), “Ülkeye muzır neşriyatın sokulmaması için Ecnebi Postaları ile gelen şüpheli zarfların açılması” (11/N /1305 (Hicrî), DN.1509, GN.40, FK: DH.MKT.), “Ermenileri iğfal etmek üzere Bulgaristan ve Romanya gibi ülkelerden ecnebi matbuatı vasıtasıyla ülkeye sokulan muzır evrak ve neşriyatın red ve tekzibiyle sair tedbirlerin alınması ve Romanya'da tesis olunan bir cemiyetin abone bedellerinin, Anadolu'da ihtilal çıkarmak üzere, dağıtılmakta olduğu yolundaki ihbarın tahkiki” (06/L /1305 (Hicrî), DN.1512, GN.109, FK: DH.MKT.), “Paris'de yayınlanan ve neşriyatı muzır bulunan Siecle gazetesinin memlekete giriş ve dağıtımına getirilen muvakkat yasak uyarınca lazım gelen muamelatın icrası” (15/Z /1305 (Hicrî), DN.1535, GN.11, FK: DH.MKT.), “Muzır neşriyatta bulunan Svoboda adlı Bulgar gazetesinin tercümesinin takdimi ve yurda sokulmasının yasaklanması” (14/Ra/1306 (Hicrî), DN.36, GN.28, FK: Y..MTV.), “Nius Aristofanis ismiyle Atina'da neşrolunan mizah gazetesinin muzır neşriyatı sebebiyle girişinin yasaklandığı” (28/Ra/1306 (Hicrî), DN.1570, GN.32, FK: DH.MKT.), “Muzır neşriyatı havi bazı gazetelerin Anadolu'nun içlerine kadar ecnebi postalarıyla sokulduğu görüldüğünden, ecnebi postaları kaldırılmadıkça bu gibi neşriyatın men-i idhalinin kabil olamayacağının anlaşıldığı ve yasağın muhafazası için dikkatli olunması hususunun tebliği” (05/R /1306 (Hicrî), DN.1572, GN.64, FK: DH.MKT.), “Rum lisanıyla İzmir'de neşredilmekte olan Armonia adlı gazetenin, neşriyatındaki muzırrat nedeniyle üç ay müddetle kapatıldığı” (07/R /1306 (Hicrî), DN.1573, GN.62, FK: DH.MKT.), “İngiltere'de tab olunan Glasko Herald gazetesinin muzır neşriyatı havi bir nüshasının Osmanlı topraklarına sokulmasının yasaklandığı” (22/R /1306 (Hicrî), DN.1578, GN.106, FK: DH.MKT.), “Mısır'daki muzır neşriyat yapan gazetelerin desteğinin Suriye'de bulunan yabancılar olduğu” (03/B /1306 (Hicrî), DN.4, GN.59, FK: Y..PRK.MK..), “Atina'da neşredilen Messager d'Athenes gazetesinin muzır neşriyatına binaen idhalinin yasaklandığı” (25/Za/1306 (Hicrî), DN.1641, GN.123, FK: DH.MKT.), “Londra'da tab ve neşr olunan Echo ve Manchesther Guardian gazetelerinin muzır neşriyata devam etmeleri nedeni ile ülkeye sokulmaması” (04/M /1307 (Hicrî), DN.1652, GN.141, FK: DH.MKT.), “Muzır neşriyat yapan Figaro gazetesinin ele geçirilen bir nüshasının takdimi ve Memalik-i Şahane'ye ithalinin yasaklanması” (17/Ra/1307 (Hicrî), DN.41, GN.19, FK: Y..MTV.), “Beyrut'ta ruhsatsız olarak yayınlanan el-Neşretü'l-Usbuiyye gazetesinin muzır neşriyatından dolayı ruhsat alıncaya kadar kapatılması” (29/R /1307 (Hicrî), DN.1684, GN.35, FK: DH.MKT.), “Muzır neşriyatta bulunmayacaklarına dair müdürü tarafından teminat verilen La France nam gazetenin, Memalik-i Şahane'ye girişindeki yasağın kalkmasının istendiği” (09/Ca/1307 (Hicrî), DN.1686, GN.67, FK: DH.MKT.), “Mithat Paşa ve yakınlarının Londra ve Paris'te Genç Osmanlılar adı altında komiteler kurarak zararlı risaleler yayınladıkları ve muzır neşriyatın bundan sonra da devam edeceğinden, bu hususta alınacak tedbirlerin acilen icrası” (09/Ca/1307 (Hicrî), DN.338, GN.21916, FK: İ..HR..), “Avrupa matbuatının muzır neşriyatının meni için, bunlara sebep olan halleri ortadan kaldırmak gerektiği, mesela bozuk yolların tamiri, donanmanın Haliç'te muattal bir halde bırakılmaması, adliyenin ıslahı ve Kürt asi kabilelerinin terbiyesi gibi ıslahata teşebbüs olunması icap edeceği mütalaası” (17/C /1307 (Hicrî), DN.233, GN.36, FK: Y..A...HUS.). 5.2. BCA’nde Muzır Neşriyat Cumhuriyet Arşivi’nde “Muzır Neşriyat” ile ilgili yalnız üç kayıt bulunmaktadır. Birisi kanun tasarısı, ikisi iki Yunan gazetesinin ülkeye girişinin yasaklanması ile ilgili olan kayıtlar şöyledir: “Gençleri muzır neşriyattan koruma kanun tasarısı” (4/5/1927, D., FK.30..18.1.1., YN:24.28..20.), “Devletin emniyetini ihlal edecek surette muzır neşriyatta bulunduğu anlaşılan Hronika gazetesinin, Matbuat Kanunu'nun 23. maddesi gereğince basımının durdurulması” (3/3/1929, S.7729, D., FK.30..18.1.2., YN:2.16..39.), “Atina'da çıkan Politiya gazetesinin muzır neşriyatından dolayı Türkiye'ye girmesinin yasaklanması” (3/4/1929, S.7850, D.86-95, FK.30..18.1.2., YN:2.20..18.). 6. Neşriyat 6.1. BOA’nde Neşriyat BOA’nde “neşriyat” kelimesi, 4525 ayrı kayıtta geçmektedir. İçinde basına karşı, “havuç”un da “sopa”nın da bulunduğu bu kayıtların bazıları, Türkiye’de basının doğuşundan bir hayli eskidir. Osmanlı Devleti sınırları içinde ilk Türkçe gazete olarak bilinen Vekayi-i Mısrıyye’den (1828) seksen, ilk yabancı dilde (Fransızca-1795) çıkan (İskit, 1939, 7) gazeteden de yarım asır önce devletin, yabancı basını takip ettiğine dair arşiv belgeleri bulunmaktadır. 01.01.1748 tarihli bir belgeye göre, “Rusya İmparatoriçesi (nin) yüz bin askerle Devlet-i Aliyye üzerine hareket edeceği, Kolonya'da çıkan ve kapu kethüdasına gönderilen gazetelerde yazılmakta”dır. Yine aynı belgeye göre, “bu gazete imparatoriçenin talimatıyla intişar” eylemektedir. “Eflak voyvodasından gelen tahrirat”ın adresi bellidir: (29/Z /1160 Hicrî/01.01.1748 M., DN.88, GN.4381, FK: C..HR). Bu tür belgelerden, Osmanlı siyasetçilerinin, kendi ülkesinde gazetelerin çıkmasından onlarca yıl önce yabancı basını takip ettiklerini, bu gazeteleri Türkçeye çevirterek onlardan haber aldıklarını ve onları sakladıklarını öğreniyoruz. Bu tür gelişmeler, onlarca yıl sonra ilk resmî gazetenin devlet başkanı emri ve ad koyması ile çıkmasını yönlendirmiş olmalıdır. Neşriyat kavramı ile ilgili kayıtlardan bazıları, bir çok konuda fikir verecek mahiyettedir: “Umum Avrupa ahval-i siyasiyesine ve hususi ile Osmanlı Rus muharebesine dair Avrupa gazeteleri neşriyatından alınan tercüme hülasası” (09/Ş /1205 (Hicrî/13.4.1791 M.), DN.36, GN.1795, FK: C..HR.), “Fransalı'nın Mısır hakkındaki niyyat-ı fasidesini havi gazete neşriyatı ile Fransa'da sefirimiz Seyyid Ali Efendi'den gelen tahrirat” (04/Za/1212 (Hicrî), DN.267, GN.15594, FK: HAT), “Mısır'da beylerin fena hareketlerine karşı Fransa Hükümeti'nin oraya asker çıkarıp istila niyetine aid gazetelerde vaki neşriyat üzerine” (09/M/1213 (Hicrî), DN.141, GN.5870, FK: HAT), “Gazeteci Edvard'ın, Devlet-i Aliyye menfaatlerie uygun neşriyat yapmak için gazete çıkarmasına izin verilmesi” (24/C /1260 (Hicrî), DN.5, GN.35, FK: HR.MKT.), “Paris'de Litan gazetesini çıkaranlardan Mösyö Balifo'nun Devlet-i Aliyye lehinde neşriyat yapması için tarafına para gönderdilmesi hakkındaki şukkasının (yazı) gönderildiği” (11/M /1265 (Hicrî), DN.23, GN.17, FK: HR.MKT.), “Rum reayası mazhar oldukları refah ve asayişten memnun oldukları cihetle Yunan gazetelerinin garazkarane neşriyatından müteessir olmayıp evvelce Yunanistan'a kaçmış olanların avdet edecekleri (ni) .. havi Rumeli Mutasarrıfı Ragıb Paşa'dan gelen tahrirat” (25/S /1265 (Hicrî), DN.100, GN.4997, FK: C..DH..), “Uncu esnafından Hacı Halil Ağa'nın tedarik ettiği bir kaç matbaa makinası ile zararsız kitap ve neşriyat basacağından, kendisine Takvimhane-i Amire'ce bir senet verilmesi” (28/S /1267 (Hicrî), DN.28, GN.30, FK: A.}AMD.), “Nişan verilmek üzere isimleri deftere kaydedilenlerin hepsine nişan verilmesinin uygun olmayacağı, bu şahısların arasında devlete karşı neşriyat yapan gazetecilerin de bulunduğu” (19/Z /1270 (Hicrî), DN.85, GN.28, FK: HR.MKT.), “Prens nam Fransız gazetesinin Osmanlı Devleti aleyhinde bazı neşriyatından dolayı açılan dava için yapılan masarifat” (24/C /1275 (Hicrî), DN.164, GN.8789, FK: İ..HR.), “Edeb ve emniyeti bozacak neşriyatta bulunan gazetecilerle zabtiye nizamına muhalif hareket edenlerin cezalandırılması” (10/R /1279 (Hicrî), DN.242, GN.44, FK: A.}MKT.MHM.), “Rusların ordularını seferber ettikleri hakkındaki tamimimize karşı; Jurnal de Saint Petersburg, Gazette ve Nouvelle Presse gazetesinin bir güna neşriyatta bulunmadıkları hakkında Adolf Berti imzalı mektup” (28/Za/1283 (Hicrî), DN.42, GN.78, FK: Y..EE..), “Girid'de yeni bir gazete çıkarıldığı ve bir nüshasının gönderildiği, bu gazetenin çıkması ile Girid'deki ihtilal ateşinin söneceği, doğrular yazılarak asayiş ve emniyetin sağlanacağı umudunun taşındığı ve neşriyattan dolayı memnunuluk duyulduğu” (23/B /1285 (Hicrî), DN.426, GN.14, FK: A.}MKT.MHM.), “Havass Telgraf Ajansı'nın neşriyatı lehimizde olup, yalnız İstanbul'da bulunan muhabirin kolaylıklar görmediği hakkındaki şikayetleri olduğundan, nezd-i Devlet-i Aliyye'de muhabere kolaylıkları gösterilmesine dair Sadık Paşa'nın Hariciyeye mektubu” (11/Za/1293 (Hicrî), DN.44, GN.60, FK: Y..EE..), “Osmanlı Devleti lehine kamuoyu oluşturmak maksadıyla yapılacak neşriyat için, Paris Sefareti vasıtasıyla gazete muharriri John Mayer'e verilecek para” (02/M /1294 (Hicrî), DN.272, GN.16473, FK: İ..HR..), “Rusya'nın Balkanlar'a asker, erzak, mühimmat sevketmesi ve başlatacağı askerî harekât, Osmanlının Plevne muzafferiyetine dair çıkan neşriyat hakkında sefaretlerden gelen malûmat” (12/Ş /1294 (Hicrî), DN.1, GN.60, FK: Y..PRK.HR). 6.2. BCA’nde Neşriyat BCA’nde “neşriyat” kelimesi ile ilgili 167 kayıt gözükmektedir. Bunlardan bazıları: “Trabzon Rumlarının, orduya yapacakları yardımın kendi arzularıyla olduğu hakkında neşriyat yapmaları gerektiği” (24/8/1920, D.94B1, FK.30..10.0.0., YN.109.724..1.), “Hrıstiyan azınlığa zulmediliyor şeklindeki neşriyatı çürütmek ve Yunan mezalimini dünyaya duyurmak için gerekli bilgi ve belgelerin gönderilmesi” (7/6/1922, FK.51..00.0.0., YN.7.63..37.), “Tevhid-i Efkar gazetesinin neşriyatına dikkat edilmesi hususunda yazışma” (2/10/1924, S., D.B1, FK.30..1.0.0., YN.40.237..4.), “Tevhid-i Efkar gazetesinin Vasıf Bey aleyhindeki neşriyatı ile ilgili olarak ne düşündüğünün Mustafa Kemal Paşa tarafından İsmet Paşa'ya sorulduğu” (1/9/1924, D.15, FK.30..10.0.0., YN.1.1..5.), “Ahlak dışı neşriyatın piyasadan kaldırılmasına dair sözleşmenin tasdiki hakkında kanun tasarısı” (6/5/1926, S.3560, D., FK.30..18.1.1., YN.19.30..19.), “Memleket menfaatlerini gözeten Millî Ticaret gazetesine bütün Ticaret Odaları ile iktisadi kuruluşların abone olmalarının sağlanması ve bu tür neşriyatın sürekliliğine yardımcı olunması gerektiği” (13/9/1926, D.M55, FK.230..0.0.0., YN.149.54..4.), “İstanbul'da yayımlanan Yeni Kafkas dergisinin zararlı neşriyat yapması sebebiyle kapatılması” (29/9/1927, S.5664, D.86-87, FK.30..18.1.1., YN.26.54..13.), “Türkiye aleyhine neşriyatta bulunmayacağını taahhüt eden Patris gazetesine ait yasaklama kararının kaldırılması” (23/9/1928, S.7147, D.86-90, FK.30..18.1.1., YN.30.58..1.), “Türkiye Cumhuriyeti hakkında Avrupa'da bir nüsha yayınlayacak olan Exportateur gazetesinin neşriyatını 10.1.1929'da yaptığından gazete mümessiline verilen 1000 liranın bu yılki bütçeden ödenmesi” (13/2/1929, S.7686, D.247-51, FK.30..18.1.2., YN.2.15..36.), “Türkiye Cumhuriyeti ve Cumhurbaşkanı aleyhinde neşriyatta bulunan Kahire'de çıkan El Feth, Müsavat ve Seda-yı Hak gazeteleri hakkında, Mısır hükümeti tarafından kanuni takibat yapıldığı” (6/1/1929, D.43912, FK.30..10.0.0., YN.266.795..12.), “Devletin emniyetini ihlal edecek surette muzır neşriyatta bulunduğu anlaşılan Hronika gazetesinin, Matbuat Kanunu'nun 23. maddesi gereğince basımının durdurulması” (3/3/1929, S.7729, D., FK.30..18.1.2., YN.2.16..39.), “Komşu ve dost hükümetler aleyhine neşriyatta bulunan Yeni Kafkas, Otlu Yurt, Bildiriş ve Azeri Türk adlı gazete ve dergilerin kapatılması” (17/8/1931, S.11631, D.86-112, FK.30..18.1.2., YN.22.59..13.), “Memleketimiz hakkında propaganda neşriyatı yapan Daily Telegraph gazetesine verilecek para” (1/8/1934, D.42289, FK.30..10.0.0., YN.234.579..14.), “Radyo neşriyatının Radyo Şirketi'nin feshinden sonra da bakanlıklararası komisyon tarafından yürütülmesi” (28/6/1938, D.1104, FK.30..10.0.0., YN.129.929..4.), “Türk-Alman Hususi Anlaşması gereğince Cumhuriyet Halk Partisi neşriyat htiyacını karşılamak üzere Ulus Müessesesi'nce Almanya'dan getirtilecek kağıtlara ayrılan ödenek” (13/11/1940, D.7956, FK.30..10.0.0., YN.79.524..10.), “Görevine son verilen Ankara Radyosu Neşriyat Şefi Ekrem Reşit Rey'in tekrar eski görevine tayini” (11/3/1940, S.2/13029, D.85-66, FK.30..18.1.2., YN.90.23..10.), “Devletin dış siyasetine aykırı neşriyatta bulunduğu için kapatılan Turkische Post gazetesinin tekrar yayınına izin verilmesi” (20/4/1940, S.2/13347, D.85-70, FK.30..18.1.2., YN.90.39..7.), “II. Dünya Savaşı esnasında muharip taraflar ve bilhassa Sovyetler aleyhinde yapılan neşriyatın engellenmesi için Refik Saydam'ın Müsteşar'a gönderdiği yazı” (18/7/1941, S., D.A20, FK.30..1.0.0., YN.30.179..1.), “Ankara Radyosu programlarından olan ve her akşam yayınlanan Radyo Gazetesi'nin neşriyatı” (4/8/1944, D.1109, FK.30..10.0.0., YN.129.929..9.), “İstanbul'da çıkmakta olan Nor Lur adındaki Ermenice gazetenin tandansı ve neşriyatı hakkında rapor ve gazetede çıkan bazı yazıların tercümesi” (2/4/1946, S., D.F11, FK.30..1.0.0., YN.101.623..6.), “Komünizm propogandası yapan solcu neşriyat hakkında, gereken tedbirleri tesbit etmek üzere CHP Komisyonu'nun görevlendirilmesi” (8/6/1948, S., D.C1, FK.30..1.0.0., YN.42.252..1.), “Radyo neşriyatının sevimli ve seviyeli bir hale getirilmesi için yapılması lazımgelen hususlar” (8/9/1953, S., D.F19, FK.30..1.0.0., YN.106.664..1.), “Akis mecmuasının Ajans Türk hakkında yaptığı maksatlı neşriyata cevap” (28/1/1956, D.S2, FK.30..1.0.0., YN.131.849..3.), “Köylü gazetesi sahibi ve neşriyat müdürü Tarık Mümtaz Göztepe'nin basmayı düşündüğü Köye Candan Selamlar ve Öz Yürekten Kelamlar adlı kitabı hakkında” (28/3/1957, D.S2, FK.30..1.0.0., YN.131.850..5). 7. BCA’nde BASIN BOA’nde “basın” kelimesinin taranmasına gerek görülmemiştir. BCA’nde “basın” hakkında 629 kayıt bulunmaktadır. Yalnız aynı kelime ile yapılan tarama sağlıklı sonuç vermemiştir. Çünkü kayıtların bir kısmı, gerçekten basın ile ilgili iken bir kısmında “s” yerine “ş” harfinin de görülmesi üzerine alan dışı olanlar da belirtilen rakam içine girmiştir. Buna rağmen kayıt sayısı azdır. Azlıkta, matbuat yerine, “basın”ın 1930’lu yıllardan sonra kabul görmesinin, ardından “medya” kavramının yaygın kullanılmasının etkisi bulunmaktadır. Netice itibariyle tarama, basınla ilgili siyasi, ekonomik yönelişleri, devir devir dışarı ile de ilgili değişim sürecini gözler önüne serecek önemdedir. Seçilen kayıtlardan bazıları şöyledir: “İstanbul'da ilan edilmiş olan sıkıyönetimin devam etmesi ancak basına uygulanan sansürün kaldırılması” (7/10/1923, S.2816, D.106-17, FK.30..18.1.1., YN.7.35..19.), “Ajanslar ve basın tarafından yabancı ülkelerle yapılacak haberleşmelerde telgraf ücretlerine yüzde elli indirim uygulanması” (10/9/1924, S.876, D.168-19, FK.30..18.1.1., YN.11.43..12.), “Merkezi İstanbul'da bulunan Türkiye Mahdut Mesuliyetli Basın İstihlak Kooperatifi Şirketi'nin esas sözleşmesinin tasdiki” (12/9/1938, S.2/9577, D.179, FK.30..18.1.2., YN.84.81..16.), “Matbuat Umum Müdürlüğünce hazırlanan Basın Kartı Tüzüğü'nün yürürlüğe konulması” (4/3/1942, S.2/17485, D., FK.30..18.1.2., YN.97.125..12.), “Resmi daire ve kuruluşlara ait ilanların Türk Basın Birliği'nce yayınlanması” (29/4/1943, S.2/19828, D., FK.30..18.1.2., YN.101.29..14.), “Tenzilatlı tarife ile ithal edilecek 2465 ton gazete ve matbaa kağıdına ait dağıtımın 2/20066 sayılı Kn.ye göre Basın ve Yayın Umum Müdürlüğü'nce yapılması” (21/6/1944, S.3/1040, D.7694, FK.30..18.1.2., YN.105.42..4.), “Türk Basın Birliği ile Esnaf Odalarının kırtasiye ihtiyaçlarının Devlet Kırtasiye ve Matbua İdaresinden verilmesi” (15/11/1944, S.3/1809, D.76-102, FK.30..18.1.2., YN.107.80..13.), “CHP Meclis Grubu'nun, 21 Aralık 1944 tarihinde verdiği karar üzerine grupça vazifelendirilen komisyonun hazırladığı basın konusundaki raporu” (21/12/1944, D.C1, FK.30..1.0.0., YN.42.249..3.), “Basın ve Yayın Umum Müdürü Selim Sarper'e ortaelçi derecesi verilmesi” (10/3/1944, S.18537, D., FK.30..11.1.0.,YN.166.8..1.), “Gazete ve mecmualarda çıkacak ilanların Basın Birliği eliyle yayını hakkında kanun tasarısı” (24/3/1945, S.3/2321, D.71222, FK.30..18.1.2., YN.107.106..14.), “Dışarıdan gelmiş ve gelecek filmlere Basın ve Yayın Umum Müdürlüğü'nce elkonulup dağıtım ve satışını kontrol etmesine dair K/603 sayılı Kararın yürürlüğe konması” (20/8/1945, S.3/2993, D.75, FK.30..18.1.2., YN.109.51..6.), “1945 yılı bütçe kanununun 18. maddesi gereğince tenzilatlı vergiyle idhal edilecek basım kağıdının dağıtımının Basın ve Yayın Umum Müdürlüğü'nce yapılması” (5/12/1945, S.3/3380, D.7694, FK.30..18.1.2., YN.109.70..13.), “Basın rejimi ve basın teşkilatı konularında inceleme yapmak için Avrupa ülkelerine gönderilecek Hüseyin Cahit Yalçın'a yevmiye ve yolluk verilmesi” (7/2/1946, S.3/3710, D., FK.30..18.1.2., YN.110..19.), “Britanya'nın Orta Şark Siyaseti hakkında Londra Basın Ataşeliği'nin rapor özeti” (29/5/1946, D.F11, FK.30..1.0.0., YN.101.623..12.), “Basın işlerinde çalışan sanatkarların, istismarlarının önlenmesi için Türk Basın Teknisyenleri Birliği'ne üye olmaları” (31/7/1946, D.F11, FK.30..1.0.0.,YN.101.624..7.), “İtalyan Basın Kanunu” (8/2/1948, D.S, FK.30..1.0.0.,YN.128.832..5.), “Fransız, Belçika ve İsviçre basın mevzuatı ile Türk Basını'nın karşılaştırılması” (D.S, FK.30..1.0.0.,YN.128.834..13.), “Kamu özel ve tüzel kuruluşları ile belediye veya özel idarelerce verilecek ilan ve reklamların basına verilme şeklinin tesbiti” (13/9/1950, S.3/11793, D.8-12, FK.30..18.1.2., YN.123.70..10.), “Paris'te Dr. Refik Nevzat tarafından yayınlanan Haraç Mezat Satıyoruz Hesap Başına ve Siyaseti Hazırai Meşume adlı Arap harfli broşürlerin Türkiye'ye sokulmasının yasaklanması” (11/4/1951, S.3/12869, D.52226, FK.30..18.1.2., YN.125.29..20.), “Merkezi Ankara olmak üzere Türkiye Basın ve Yayın Türk Anonim Ortaklığı'nın kurulmasına izin verilmesi” (27/6/1951, S.3/13307, D.9-468, FK.30..18.1.2., YN.126.51..17). SONUÇ İletişim araştırmalarında, arşivin özel bir yerinin bulunduğu açıktır. Gelişmeleri, bunların sosyal, siyasal boyutlarını değerlendirebilmek için, devlet arşivleri başta olmak üzere belgelikleri göz ardı etmek, bilgiyi reddetmekle aynı olacaktır. Zaman itibariyle geriye doğru gidildikçe, belgeliklerin önemi artmaktadır. Dünya çapında büyük ve onlarca devletin, toplumun da geçmişinin aydınlatılması için zorunlu başvuru yeri olan Osmanlı Arşivi, iletişim araştırmaları açısından ilgi çekici malzemelere sahiptir. Sıradan sayılabilecek bir tarama, bunu gözler önüne sermeye yetmektedir. Basınla ilgili yasal düzenlemelerden, sansür vb. denetim uygulamalarına, yasaklara, ekonomik denetim çabalarına, uluslar arası ilişkilere varıncaya kadar araştırılmayı bekleyen belgelerin çokluğu dikkat çekicidir. Elbette bu alanda yapılmış araştırmalar bulunmaktadır. Ama daha fazlasının yapılması gerektiği de açıktır. Basın tarihimizin ilk yüz yılı, Osmanlı paleografyası ile yazılı koleksiyonlardan oluşmaktadır. Millî tarihimizin de bin yılında bu durum vardır. İletişim tarihini geçmişten geleceğe bir süreç olarak değerlendirdiğimizde 1928 öncesine kayıtsız kalmamız mümkün değildir. Onun için iletişim fakültelerinde geçmişe dönük araştırmaları yapabilecek donanımda araştırmacıların yetiştirilmesini sağlayacak alt yapı çalışmalarının yapılması gerekmektedir. Türkiye’nin asırlık, bitmeyen sorunu olarak dayatılan, aleyhte korkunç propagandalarla şişirilen konular (soykırımı iddiası gibi) bulunmaktadır. Bunun için Ermenice, Rumca, İbranice bilen genç araştırmacıların iletişim araştırmalarına katkıda bulunması acil ihtiyaç durumundadır. Sosyal düşünce, sosyal gelişmeler, her zaman ekonomik ve teknolojik gelişmelerin öncüsü durumundadır. Toplum bütünlüğü, gelişmesi açısından da iletişim araştırmalarının özel bir önemi bulunmaktadır. Düşüncedeki değişim ve gelişmelerin, uygulamalarla at başı paralel gidişi değerlendirilerek, belgeler ışığında ortaya konmalıdır. Bunun için dönemlik, dar araştırmaların birbirini takip etmesi yeni açılımları sağlayacaktır. KAYNAKÇA Alemdar, Korkmaz (2001) İletişim ve Tarih, Ankara: Ümit Yayıncılık. Binark, İsmet (1980) Arşiv ve Arşivcilik Bilgileri, Ankara: T.C. Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi Daire Başkanlığı Yayını. Bulgaristan’a Satılan Evrak ve Cumhuriyet Dönemi Arşiv Çalışmaları, Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü yayını, Ankara 1993. Çakır, Hamza (2002) Osmanlıda Basın İktidar İlişkileri, Ankara: Siyasal Kitabevi Yayını. Delmas, B., (1991) Arşivler, Ankara: T.C. Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü Cumhuriyet Arşivi Daire Başkanlığı Yayını. Göçmen, Muammer (1995) İsviçre’de Jöntürk Basını ve Türk Siyasal Hayatına Etkileri, İstanbul: Kitabevi Yayını. Göyünç, Nejat (1985) Osmanlı Araştırmalarında Arşivlerin Yeri, Osmanlı Arşivleri ve Osmanlı Araştırmaları Sempozyumu, İstanbul, Mayıs 1985, s. 53-60. Göyünç, Nejat, (1998) Devlet veya Millî Arşiv Kurulu Lüzumu ve Teşkili Hakkında, I. Millî Arşiv Şûrası (Tebliğler-Tartışmalar) 20-21 Nisan 1998 Ankara, T.C. Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü yayını, Ankara, s. 15-20. İnalcık, Halil (1985) Osmanlı Arşivlerinin Türk ve Dünya Tarihi İçin Önemi (A. Konuşma Metni), Osmanlı Arşivleri ve Osmanlı Araştırmaları Sempozyumu, İstanbul, Mayıs 1985, s. 31-37. İnalcık, Halil (1998) Prof Dr. Halil İnalcık’ın Konuşması, I. Millî Arşiv Şûrası (Tebliğler-Tartışmalar) 20-21 Nisan 1998 Ankara, T.C. Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü yayını, Ankara, s.XXXIII-XXXIX. İskit, Server R. (1939) Türkiye’de Matbuat Rejimleri, İstanbul: Matbuat Umum Müdürlüğü Yayını. Koşay, Hâmit (1936) Arşiv Nedir?, İstanbul: Ankara Halkevi Neşriyatı. Küçükdağ, Yusuf (1998) Mahallî Arşivlerin Kurulması, I. Millî Arşiv Şûrası (Tebliğler-Tartışmalar) 20-21 Nisan 1998 Ankara, T.C. Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü yayını, Ankara, s. 223-256. Lowry, Heath W. (1991) Büyükelçi Morgenthau’nun Öyküsünün Perde Arkası, Çev. Belkıs Torfilli, İstanbul: İsis Yayını. Mykland, Liv (1992) Arşivcilikte Bütünlük ve Muhafaza Arşivistin Kimliği ve Uzmanlık, XII. Milletlerarası Arşiv Kongresi 6-11 Eylül 1992, Montreal, T.C. Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü Cumhuriyet Arşivi Daire Başkanlığı yayını, Ankara, s. 1-12. Özkul, İsa (2000) Türk Arşivleri Bugünü ve Geleceği, Ankara: T.C. Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü Yayını. Tütengil, Cavit Orhan (1985) “Yeni Osmanlılar”dan Bu Yana İngiltere’de Türk Gazeteciliği (1867-1967), İstanbul: Belge Yayınları. Yavuz, Hilmi (2008) Osmanlı Arşivleri (1), Ocak 27, 2008, http://www.hilmiyavuz.net/zaman-gazetesi/2008/01/27/osmanli-arsivleri-1/, 6 May 2008. Yazıcı, Nesimi (1983) Takvim-i Vekayi “Belgeler”, Ankara: Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi yayını. Yeşilyılmaz, Yavuz (1998) İmparatorluktan Günümüze Yaşayan Arşivlerimiz ve Bilgi ve Belgelerde Bilgisayar Uygulamaları, I. Millî Arşiv Şûrası (Tebliğler-Tartışmalar) 20-21 Nisan 1998 Ankara, T.C. Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü yayını, Ankara, s.363-367. Yüceer, Nâsır (1998) Genelkurmay Askerî Tarih ve Stratejik Etüt (ATASE) Başkanlığı Arşivi (Tasnif, Bakım-Onarım, Yararlanmaya Sunma, Kopyalama), I. Millî Arşiv Şûrası (Tebliğler-Tartışmalar) 20-21 Nisan 1998 Ankara, T.C. Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü yayını, Ankara, s. 353-361. KULLANIMLAR VE DOYUMLAR YAKLAŞIMI ÇERÇEVESİNDE SEÇİM DÖNEMLERİNDE GAZETE OKUMA ALIŞKANLIKLARI VE MOTİVASYONLAR: KONYA ÖRNEĞİ Şükrü BALCI Hüsamettin AKAR Bünyamin AYHAN ÖZET İnsanların gerek yakın çevrelerinde gerekse uzak coğrafyalarda olup bitenler hakkında bilgi sahibi olmalarını sağlayan en eski kitle iletişim araçlarının başında gazeteler gelmektedir. Gerek kamuoyunun oluşmasında, gerekse de toplumsal yaşam hakkında insanların bilgilenmesi, eğlenmesi ve meraklarını gidermede gazeteler, gündelik hayatımızın ayrılmaz bir parçası olarak önemini günümüzde de devam ettirmektedir. Özellikle partiler ya da adaylar arasında kıyasıya mücadelelerin yaşandığı ve dolayısıyla insanların enformasyona olan ilgilerinin arttığı bir süreç olarak seçim dönemlerinde de gazeteler insanların tercih ettiği bir araçtır. İşte bu çalışmada 29 Mart 2009 Yerel Seçimlerinde insanların gazete okuma alışkanlıkları ve motivasyonları incelenmiştir. Konya merkezde yaşayan 948 katılımcıdan elde edilen verilere göre; insanların gazete okumalarında etkili olan 4 motivasyon belirlenmiştir. Bunlar önem sırasına göre; rehberlik, boş zamanları değerlendirme-kaçış, bilgi arama- kolaylık ve eğlencerahatlama’dır. Çalışmada seçim dönemlerinde gazete okuma süresine etki eden değişkenler olarak; yaş, aylık gelir, günlük televizyon izleme süresi, haftalık gazete okuma sıklığı ve gazete okuma motivasyonları tespit edilmiştir. Anahtar Kelimeler: Gazete, okuyucu, seçimler, kullanımlar ve doyumlar. NEWSPAPER READING HABITS AND MOTIVATIONS DURING ELECTION PERIODS WITHIN THE FRAMEWORK OF USES AND GRATIFICATIONS PERSPECTIVE: THE CASE OF KONYA ABSTRACT Newspapers are the oldest mass media that inform ate people about their close environment and far away geographies as well. Whether in the formation of public opinion or in the process of informing, entertaining and communicating in social life, newspapers are maintaining their importance as an essential part of our everyday lives. Particularly during election periods when candidates and parties are engaged in fierce competition and hence information need of the people is much increased, newspapers are the preferred media for many. This study explored newspaper reading habits and motivations of the people during the March 20, 2009 municipal elections. According to the data obtained from 948 participants living in Konya city center, four motivations have been found as effective on the newspaper reading habits. These were, in order of importance, guidance, leisure-escape, information seekingconvenience, and entertainment-relaxation. The independent variables that were found to affect the newspaper reading time were, age, income, daily television watching time, newspaper reading frequency per week, and motivators of newspaper reading. Keywords: Newspaper, reader, elections, uses and gratifications. GİRİŞ Demokrasi ile idare edilen ülkelerde basın, demokrasinin gelişme düzeyini gösteren araçların başında gelmektedir. Haber ve bilgilendirme ile başlayan fonksiyonları zamanla çoğalan basın; toplumun vazgeçilmez unsurlarından biri Selçuk Üniversitesi İletişim Fakültesi, Yrd. Doç. Dr. Selçuk Üniversitesi İletişim Fakültesi, Arş. Gör. Selçuk Üniversitesi İletişim Fakültesi, Doç. Dr. olmuştur. Öyle ki basın; bilginin ve haberin fikir, kültür ve bilgi formlarında üretilmesine ve dağıtımına karışır. Kaynaktan hedef kitleye, bir izleyici kitlesinden diğerine ve toplumdaki herkese iletişim kanalları hazırlar. Yine bu araçlar, toplumun kurumlarını teşkil edenlere ve bazı insanları diğerlerine anlatmak için işlev görür. Bu kanallar sadece fiziksel kanallar değildir. Halk üzerinde büyük oranda etkili olduğu kabul edilen bu araçlar; zorlama olmadan hedef kitlenin kuruma izleyici, okuyucu veya dinleyici olarak gönüllü katılımını sağlar (Güz, 1996: 982). Bireylerin gerek yakın çevrelerinde gerekse dünyada olup bitenlerden haberdar olması, ürün ve hizmetlere ilişkin bilgi edinmesi, çevreyi gözlemlemesi, boş zamanlarını değerlendirmesi, eğlenmesi ve rahatlaması gibi işlevleri kitle iletişim araçları sağlamaktadır. Bireyler kitle iletişim araçlarını kullanarak bir takım gereksinimlerini karşılamakta; medyadan elde ettiği doyumlarla psikolojik olarak rahatlamakta ve gerginlikleri azaltmaktadır (Bayram, 2008: 322). Kitle iletişim araştırmalarında kullanım ve doyumlar yaklaşımı olarak adlandırılan bu bakış açısının temel aldığı çok önemli bir nokta; kitle iletişim araçları kullanımının, bireysel hedef kitle üyeleri tarafından kontrol edildiğidir (Morrison, 1979: 83). Bir başka anlatımla kullanımlar ve doyumlar yaklaşımının özünü oluşturan aktif izleyici (Rubin, 1993: 99), sunulan içerikleri kendi amaçlarına yönelik seçer ve kullanır (Rosengren 2003: 21; McQuail 1994: 318). Bu anlamda kitle iletişim araçları içeriğini seçme işi, içeriğin kaynağına değil, alıcıya dayanmaktadır (Rubin ve Windahl, 1986: 184; Katz vd., 1995: 164-165). Yaklaşım; “medyanın insanlara ne yaptığı sorusu yerine, insanların medya ile ne yaptığı” yönünde bir araştırma sorunsalına kayılmasında aktif rol oynamıştır (Severin ve Tankard 1984: 250; Rubin, 1986: 285). Psikolojik etki kuramları arasında sayılan kullanımlar ve doyumlar paradigmasının (Küçükkurt vd., 2009: 38) dayandığı beş çağdaş varsayımı Rubin (2002), şu şekilde ifade etmektedir: İlk olarak, bir bireyin medya tercihi ve tüm diğer iletişim davranışları hedefe yönelik, dürtüsel ve kasıtlıdır. Bir başka anlatımla hedef kitle tüketeceği medyayı kendisi seçmektedir. İkinci olarak medyanın hedef kitlesi, iletişim araçlarının seçimini başlatan etkin birer iletişimcidir. Bu aşamada bireyler, kendi ihtiyaç ve arzularını tatmin etme çabasıyla medya seçiminde bulunurlar. Üçüncü olarak çevre, bireysel eğilimler ve kişilerarası etkileşimler gibi çeşitli psikolojik ve sosyal faktörler, iletişim davranışına yol gösterir ya da aracılık eder. Dördüncü olarak, medyanın kişilerarası etkileşim gibi işlevsel alternatifleri; seçim, dikkat ve bireyin ihtiyaçlarını ve isteklerini tatmin etme kullanımı için mevcut bulunmakta ve bunlar için rekabet halinde olmaktadır. Beşinci olarak medya seçim sürecinde bireyler, genellikle (her zaman değil) medyadan daha etkili olabilmektedir (aktaran Brubaker, 2005: 13-14). Bunların yanında kişilik özellikleri, sosyal roller ve tecrübeler ya da belirli koşullarda ortaya çıkan değişikliklerle belirlenen kişi tiplerinin de; benzer kitle iletişim araçları kullanımı örüntülerini sergilemeleri beklenmektedir (Morrison, 1979: 83). Öte yandan insanlar siyasi ihtiyaçlarını karşılamak için de medyaya yönelebilmektedirler. Kullanımlar ve doyumlar yaklaşımı siyasi ilgiyi iki şekilde ele almaktadır. İlk olarak, hedef kitle doğası gereği genellikle siyasi olarak görülen medya içeriğine yönelmektedir. İkinci olarak kullanımlar ve doyumlar araştırmaları daha önceki medya etkileri perspektifinden doğan bıkkınlıktan ortaya çıkmıştır; birçok medya etkisi siyasidir ve etki incelemeleri siyasi bir içerik kazanabilmektedir. Vatandaşların çoğunun siyasete ilgi duymadığını iddia eden genel yaklaşımlarına rağmen, haberlerin bir hedef kitlesi mevcuttur. İnsanların kamusal olaylara ilgi göstermeleri durumunda bu siyasi bilgi arayışının arkasındaki dürtülere ya da aranan tatminlere bakılması gerekmektedir (aktaran Brubaker, 2005: 20). Söz konusu bakış açısından hareketle bu araştırma; Konya örneğinde insanların seçim dönemlerinde gazete okuma alışkanlıkları ve motivasyonlarını belirlemeyi ve gazete okuma süresine etki eden temel değişkenlerin neler olduğunu tespit etmeyi amaçlamaktadır. 1. Gazeteler ve Siyasal Etkiler Geçirdiğimiz son yüz yıl değerlendirildiğinde, gazetenin etkileri konusunu ele alan geniş bir literatür bulunmaktadır. Araştırmalar siyasal bilgilenme (Choi ve Becker, 1987; Chaffee vd., 1994; Scheufele ve Nisbet, 2002), siyasi konularda konuşma (McLeod vd., 1996; Sotirovic ve McLeod, 2001; Ball-Rokeach vd., 2001; Nah vd., 2006) ve siyasi katılım (Shah vd., 2001; Kim ve Ball-Rokeach, 2006) gibi politik alanın farklı yönlerine eğilerek, insanların medyaya maruz kalmalarıyla oluşan davranış örüntülerini açıklamaya çalışmışlardır. Gazeteler siyasal bilgilenmenin önemli bir kaynağıdır (Weaver ve Buddenbaum, 1979: 3, Chaffee ve Kanihan, 1997: 423) ve gazete okumak, siyasal bilgilenmeyi kolaylaştırır. Çalışmalar göstermiştir ki; gazete okuma siyasal bilgilenmede diğer medyalara, özellikle televizyona, göre daha güvenilir bir yoldur (Kim ve Kim, 2007: 344). Televizyon daha çok adaylara ilişkin bilgi sunarken; gazeteler siyasal partiler ve bunlar arasındaki farklılıklara yönelik bilgiler vermektedir (Chaffee ve Frank, 1996: 48). Choi ve Becker (1987:267) yaptıkları araştırmayla, gazete okuyucularının siyasi kampanyalar, adaylar ya da siyasi konuların ayrımı noktasında, televizyon izleyicilerinden daha fazla bilgi elde etme ve saklama eğiliminde olduklarını ortaya koymuşlardır. Kamusal politikalar hakkında bilgi edinmek amacıyla gazete okuyan insanlar, daha çok siyasal bilgilenmekte ve dolayısıyla daha çok siyasi katılım göstermektedirler. Buna karşılık eğlence amaçlı televizyon izleme ile siyasal bilgilenme ve siyasal katılım arasında negatif yönde bir ilişki bulunmaktadır. Bir başka anlatımla eğlence amacıyla televizyon karşısına geçen insanlar, siyasi konularda daha az bilgiye sahip olmakta ve daha az siyasi katılım sergilemektedirler (Sotirovic ve McLeod, 2001: 286). Araştırmalarda televizyon izlemenin, insanların siyasi katılımını negatif yönde etkileyen ya da dikkate değer herhangi bir değişikliğe sebep olmayan bir faktör olduğu ortaya konurken; gazete okumanın, siyasi katılım noktasında insanlar üzerine pozitif yönde etki eden bir faktör olduğu sonucuna ulaşılmıştır (Kim ve Kim, 2007: 345). Ayrıca politik soruların cevapları için televizyona daha az bağımlı olarak tanımlanan insanlar, bu konuda gazetelere daha fazla güvenmektedirler (Becker ve Whitney, 1978: 1; Miller vd, 1988: 14-15). Weaver ve Buddenbaum (1979: 3), televizyonun topluma ilişkin daha genel bir gözlem yapma olanağı sağlamasına karşın; gazete okumanın özel bilgi elde etme, bir konu hakkında derinlemesine bilgi sağlama ve seçim zamanlarında rehberlik fonksiyonu yerine getirme bakımından önemli bir ayrıcalığa sahip olduğunu ifade etmektedir. Bir diğer çalışmada Weaver ve Mauro (1978: 88-89), insanların gazeteleri, daha çok destekleyici bilgi bulma, gözlemleme ve eğlence fonksiyonu için okuduklarını bildirmektedir. Geçmişte yapılmış araştırmalar, yaş ve eğitim değişkenleri ile gazete okuma alışkanlığı arasında ilişki olduğunu göstermiştir. Yüksek eğitimli (Chafetz vd., 1998: 481) ve yaşlı insanlar (Chaffee ve Wilson, 1985; Pecchioni vd., 2005: 230) daha fazla gazete okumaktadırlar ve televizyona karşı daha az bağımlılık göstermektedirler (Becker ve Whitney, 1978: 10). McLeod ve arkadaşları, demografik değişkenler (yaş, cinsiyet, eğitim, gelir) ve gazete okuma ile farklı tip siyasi katılımlar arasında pozitif bir ilişki olduğu sonucuna ulaşmışlardır (aktaran McLeod vd., 1999: 317). Yüksek statüdeki insanlar, muhtemelen daha fazla bir siyasi farkındalık, daha çok siyasi yetenek, daha fazla siyasi kaynak ve daha fazla siyasi duyarlılık içerisindedirler (Vedlitz ve Veblen, 1980: 36). Viswanath ve arkadaşları (1990: 906) yaptıkları araştırmada yerel ya da ulusal gazetelere abone olma ile siyasi katılım arasında pozitif bir ilişki olduğu sonucuna ulaşırken; McLeod ve arkadaşları ise, kamusal konu ve sorunlara maruz kalmanın ve gazete ile televizyonun eğlenceli içeriğini tüketmenin yerel siyasi katılımı önemli derecede etkilediğini ortaya koymuşlardır (aktaran McLeod vd., 1999: 318). Bazı araştırmalar da ise, gazete okumanın insanları, siyasi konularda diğer insanlarla konuşma noktasında cesaretlendirdiği sonucuna ulaşmıştır (Sotirovic ve McLeod, 2001: 279; Ball-Rokeach vd., 2001: 419; Nah vd., 2006: 235). Gazete okurları, televizyon izleyicilerine oranla siyaset, ekonomi, ülke sorunları ve ülke gündemi hakkında daha fazla bilgi arayan (Güneş, 1996: 821) ve dolayısıyla son tahlilde oy verme olasılığı daha yüksek insanlardan oluşmaktadır (Johnson-Cartee ve Copeland, 1991: 200-201, 207; Kinsey, 1999: 119). Öyle ki, Kalender (2003: 31), Konya ilinde yaptığı bir alan araştırmasında insanların partilerin politikalarını öğrenmede ve adayların gündem konuları hakkındaki pozisyonlarını algılamalarında bu araçlardan önemli ölçüde yararlandıkları sonucuna ulaşmıştır. Söz konusu kişiler, aynı zamanda oluşmuş kanaatlerini rahatlıkla çevrelerindeki insanlara da taşıyabilirler. Kalender‘e (2003: 35) göre gazeteler, oy verme karar sürecinde, ikinci derecede önemli gözlenen bir kitle iletişim aracıdır. Araştırmada insanların seçim dönemlerinde kampanya ve konulara ilgi düzeyi ile gazete yayınlarını önemli bulma dereceleri karşılaştırılmış ve insanların kampanyalara ve konulara ilgi düzeyi arttıkça gazete yayınlarına verdikleri önemin de arttığı görülmüştür. 2. Gazete Okuma Alışkanlıkları ve Motivasyonlarına İlişkin Araştırmalar Yapılan çoğu araştırma, kullanımlar ve doyumlar yaklaşımı perspektifinden medyanın genel etkilerini ele alırken; Blumler ve McQuail (1969), medyanın siyasi içeriğinden insanların elde ettiği sekiz doyumu ortaya koymuşlardır. Buna göre insanlar oy verme rehberliği, tutumlarını pekiştirme, çevreyi gözlemleme, heyecan bulma ve gelecekle ilgili tahminde bulunabilmek, yabancılaşma, partizanlık ve rahatlamak için medyayı kullanmaktadırlar (aktaran Becker, 1976: 28). Oy kılavuzluğu bağlamında medyaya yönelen insanlar, oy verme kararında kendilerine yardımcı olacak siyasi içeriklerle daha çok ilgilenmektedirler. İnsanlar medyayı gözetim için kullanırken, haberlere, bilgilere ve de olaylara başvurmaktadır (Becker, 1976: 28). Heyecan arayanlar; siyasete bir spor ya da oyun gibi yaklaşmakta ve siyasi sürecin çatışmalarından ve belirsizliklerinden keyif almaktadırlar. Öyle ki; vatandaşlar bir seçim kampanyasını bir at yarışını takip eder gibi izleyerek, eğlence motivasyonlarını da tatmin edebilmektedirler. Bu yüzden eğlence motivasyonu insanların siyasi kampanyaları takip etmeleri için önemli bir sebep olarak ortaya çıkmaktadır (Ohr ve Schrott, 2001: 423). Son olarak, gelecekte oraya çıkacak kişilerarası iletişim ve tartışma durumlarının beklentisi içerisinde olan kişiler ise, bu tür durumlara hazırlıklı olma çabasıyla medyaya yönelmektedirler (Tan, 1980: 242). Becker (1979) ise söz konusu motivasyonları biraz daha sadeleştirerek; gözetim, oy rehberliği, siyasal destek, iletişim yararı ve heyecan olmak üzere 5 kategoride toplamıştır (aktaran, Inoue, 2001: 34). Yapılan bir diğer araştırmada ise Kim ve Kim (2007: 343), insanların özellikle seçim dönemlerinde medyanın siyasal içeriğini kullanma sebeplerini; bilgilenme ve oy verme gibi özel politik davranışlara uyum sağlama (rehberlik), sosyo politik çevrenin izlenmesi (gözlemleme), diğer insanlarla konuşacak bir şeyler bulabilmek (sosyal fayda) ve son olarak da siyasi dedikodular, eğlendirici kampanya materyalleri ya da seçimle ilgili yarış haberleriyle rahatlamak (eğlence) şeklinde sıralamışlardır. McLeod ve arkadaşları (1982: 7) 1976 ABD Başkanlık Seçimleri sırasında yaptıkları araştırmada insanları medya kullanmaya yönelten üç motivasyonunun varlığına işaret etmektedirler. Öncelikle insanlar çevreyi gözetlemek ve oy tercihlerine yardımcı olması için medyaya yönelmektedirler. İkincisi heyecan arayanlar ve siyasetin mücadele arenasından keyif alanlar için medya çeşitli alternatifler sunmaktadır. Yazarların iletişimsel fayda olarak adlandırdıkları üçüncü faktör ise; bilgilenme ve siyasi konularda tartışmada materyal sağlamak için insanların medyayı kullandığını ortaya koymaktadır. Berelson (2000: 145-148) insanların gazete okumalarında etkili birçok faktörün olduğuna işaret etmektedir. Söz konusu faktörlerden biri; insanlar için gazetenin kamu işleri hakkında önemli bilgi ve yorum kaynağı olmasıdır. Bazıları için ise gazete, günlük yaşantı için bir araç olarak görülmektedir. Öyle ki; gazeteler günlük yaşantıya dolaysız bir yoldan yardımcı olmaktadır. Okuyucuyu yakın dünyasından alıp uzaklaştırmak, okuyucusunu günlük bireysel dertler yerine soluk alacak bir boş zamana kavuşturmak bakımından da gazeteler işe yarayabilmektedir. Bir başka faktör olarak sosyal bir prestij için de gazetelerin kullanıldığı görülmektedir. Yine yazara göre sosyal temas açısından da gazetenin önemli bir işlevi yerine getirdiği göz ardı edilmemelidir. Towers’ın (1985: 25) telefonla anket tekniğini kullanarak ulaştığı 543 yetişkinden elde ettiği verilere bakıldığında; eğlence, gözetim ve etkileşim insanların gazete okurken elde etmeye çalıştıkları başlıca doyum kategorileridir. Lain (1986: 71) ABD’nin Ohio Eyaleti’nde 1980’li yılların başında 400 kişi üzerinde yaptığı araştırmada gazete okumada etkili 3 faktör tespit etmiştir. Söz konusu faktörler önem sırasına göre; gözetim, arkadaşlık ve uyarım’dır. Benzer bir diğer çalışma da yine ABD’de Thorson ve arkadaşları (2003: 13) tarafından yürütülmüştür. Yazarlar 376 katılımcıdan elde ettikleri verilerle insanların seçim döneminde medyaya yönelmelerinde etkili üç motivasyon belirlemişlerdir. Bunlar çevreyi gözlemleme, etkileşim ve eğlencedir. Öte yandan Türkiye’deki literatür incelendiğinde ise kullanımlar ve doyumlar perspektifinden seçim dönemlerinde insanların gazete okuma alışkanlıkları ve motivasyonlarını ölçmeye çalışan herhangi bir araştırmaya rastlanmamaktadır. Bunun yanında insanların normal zamanda gazete okuma motivasyonlarını tespit etmeye yönelik iki çalışmadan söz edilebilir. Söz konusu çalışmalardan birincisi Koçak ve Kaya (2004: 1005-1006) tarafından Konya’da 1043 üniversite öğrencisi üzerinde yapılan araştırmadır. Bu çalışmada yazarlar, üniversite öğrencilerinin gazete okumalarında etkili 4 motivasyon tespit etmişlerdir. Söz konusu motivasyonlar önem sırasına göre rahatlama/ eğlence, bilgilenme/ kişisel ilgi, sosyal etkileşim/ medya kullanımı ve faydadır. Diğer bir araştırma ise Bayram (2007: 161) tarafından Eskişehir’de basılı gazete okuyucularının gazete okuma davranışlarını ve doyumlarını ortaya koymak amacıyla yapılmıştır. Çalışmada gazete okuma nedeniyle elde edilen doyumlar arasında enformasyon edinme, eğlence, boş zaman değerlendirme ve kendini gerçekleştirme motivasyonlarının ön plana çıktığı görülmektedir. Araştırmaya katılan 925 kişinin gazetelerinde sıklıkla takip ettiklerini belirttikleri bölümler arasında; dünya haberleri, eğitim haberleri, sağlık haberleri ve köşe yazıları başta gelmektedir. En az okunan bölümler ise sırasıyla; reklamlar, küçük ilanlar ve moda haberleri olarak belirlenmiştir. Yine okuyucuları daha çok tatmin eden basın türüne bakıldığında, katılımcıların yaklaşık yarısı, ulusal basından daha fazla tatmin olduklarını ifade etmektedirler. Yukarıdaki literatür taraması ışığında, bu çalışmada aşağıda sıralanan 6 araştırma sorusuna yanıtlar aranmaya çalışılacaktır: Araştırma Sorusu 1: Katılımcıların seçim döneminde haftalık gazete okuma alışkanlıkları nasıldır? Araştırma Sorusu 2: Seçim dönemlerinde katılımcıların en çok okudukları gazete bölümleri hangileridir? Araştırma Sorusu 3: Katılımcıları seçim döneminde gazete okumaya yönelten motivasyonlar nelerdir? Araştırma Sorusu 4: Gazete okuma motivasyonlarına verilen önem, demografik değişkenlere göre farklılık gösteriyor mu? Araştırma Sorusu 5: Gazete okuma motivasyonları arasında ne tür bir ilişki vardır? Araştırma Sorusu 6: Seçim döneminde gazete okuma süresine etki eden değişkenler nelerdir? 3. YÖNTEM 3.1. Araştırmanın Uygulanması ve Örneklem İnsanların seçim dönemlerinde gazete okuma motivasyon ve davranışlarını belirlemek amacıyla 29 Mart 2009 Yerel Seçimleri öncesi Konya’nın üç merkez ilçesi Selçuklu, Karatay ve Meram’da bir saha araştırması gerçekleştirilmiştir. Örneklem seçiminde amaçlı örneklem esas alınmıştır. Çalışmanın esas amacı seçim döneminde seçme yaşına ulaşmış (18 yaş ve üzeri) insanların gazete okuma alışkanlıklarını ve motivasyonlarını belirlemek olduğundan, haftada bir günden daha az ya da hiç gazete okumayanlar örneklem dışında tutulmuştur. Bu noktada insanlara öncelikle gazete (yerel ya da ulusal) okuyup okumadıkları sorulmuş, eğer cevap okuyorum yönünde ise, anket uygulamasına devam edilmiştir. Araştırmada katılımcılara yüz yüze anket uygulanmış, ön inceleme sonucunda 948 anket analiz için uygun görülmüştür. 3.2. Veri Toplama Araçları Katılımcıların seçim döneminde gazete okuma davranışları ve motivasyonlarını belirlemek amacıyla 3 bölümden oluşan anket formu hazırlanmıştır. İlk aşamada gazete okuma motivasyonlarını belirlemeye çalışan, kullanımlar ve doyumlar ifadelerinden oluşan 5’li likert tipinde 32 maddelik bir ölçek bulunmaktadır. Ölçek, daha önceki araştırmalarda (Becker, 1976; Erdoğan, 1977; McLeod vd., 1982; Blood vd., 1983; Lain, 1986; Schlagheck, 1997; Sanders, 1997; Abdulrahim, 1999; Park, 2002; Koçak ve Kaya, 2004; Quezada, 2004; Zhang, 2005; Kim ve Kim, 2007) kullanılan gazete okuma motivasyonları temel alınarak ve yer yer değişiklikler yapılarak uygulamaya hazır hale getirilmiştir. Bu ölçekte Tamamen Katılmıyorum (1), Katılmıyorum (2), Kararsızım (3), Katılıyorum (4) ve Tamamen Katılıyorum (5) aralıklarında cevaplar alınmıştır. Soru formunun ikinci bölümünde katılımcıların gazete okuma davranışları ile siyasal tutum ve davranışlarını keşfetmeye yönelik sorular yer almaktadır. Soru kâğıdının son bölümü ise, görüşülen kişilerin sosyo-demografik özelliklerini ortaya koyacak sorulardan meydana gelmektedir. 3.3. Verilerin Analizi ve Kullanılan Testler Alan araştırması 10-27 Mart 2009 tarihleri arasında katılımcılarla yüz yüze görüşme yoluyla gerçekleştirilmiştir. Elde edilen veriler, SPSS 17.0 istatistik programı kullanılarak elektronik ortamda işlenmiştir. Verilerin analizinde sırasıyla; ankete katılanların demografik özellikleriyle gazete okumaya ilişkin bazı davranışlarını ortaya koymak amacıyla frekans dağılımları gibi betimleyici istatistik teknikleri esas alınmıştır. Haftalık gazete okuma davranışının demografik özelliklere göre farklılaşıp farklılaşmadığını ortaya koymak için Ki-Kare Testine başvurulmuştur. Araştırmanın temel amaçlarından olan gazete okuma motivasyonlarının alt boyutlarının belirlenmesinde, keşfedici faktör analizi (Exploratory Factor Analysis) kullanılmıştır. Faktör analizi sonucu elde edilen gruplar değişken olarak kaydedilip, demografik özelliklerle olan ilişkisi Bağımsız Örneklem T-testi (Independent Samples T-Test) ve Tek Yönlü Varyans Analizi (ANOVA) aracılığıyla test edilmiştir. Çoklu karşılaştırmalarda Tukey testi esas alınmıştır. Faktörler arası ilişkinin gücünü ve yönünü ortaya koymak amacıyla Korelasyon Analizi’ne; seçim dönemlerinde gazete okumanın başlıca belirleyici değişkenlerini tespit etmek için de Doğrusal Regresyon Analizi’ne başvurulmuştur. 4. BULGULAR 4.1. Katılımcıların Bazı Özellikleri Katılımcıların demografik özellikleri, gazete okuma alışkanlıkları ile siyasal kampanya ve konulara ilgilerine ilişkin bazı bulgular şu şekildedir: Ankete katılanların cinsiyet bakımından yüzde 61.3’ü erkek, yüzde 38.7’si kadındır. Oranlar cinsiyet bakımından karşılaştırmanın yapılabileceği bir düzeydedir. Medeni duruma göre katılımcıların yüzde 64.7’si evli, yüzde 35.3’ü ise bekârdır. Araştırmanın on sekiz yaş ve üzeri insanla yapıldığı düşünüldüğünde, evli oranın bu kadar yüksek bulunması gayet doğaldır. Yaş dağılımının betimleyici istatistikleri incelendiğinde en düşük 18, en yüksek 71 yaşında katılımcılarla görüşüldüğü ortaya çıkmaktadır. Anket sorularını cevaplayanların yaş ortalaması 34.29, dağılımın standart sapması ise 10.74 olarak hesaplanmıştır. Katılımcıların yaşı kategorilendirildiğinde ise; katılımcıların yüzde 36.2’si 18-28, yüzde 35.2’si 29-39, yüzde 18.7’si 40-50, yüzde 7.1’i 51-61 ve yüzde 2’si 61 ve üzeri yaş grubunda yer almaktadır. Yaş sorusuna 8 kişi (% 0.8) cevap vermemiştir. Eğitim durumu açısından katılımcıların yüzde 1.7’si okur-yazar olduğunu ifade ederken; yüzde 13’ü ilkokul, yüzde 14.3’ü ortaokul, yüzde 36.8’i lise, yüzde 30.1’i üniversite ve yüzde 3.4’ü lisansüstü eğitime sahip olduklarını ifade etmişlerdir. Katılımcıların yüzde 0.7’si (7 kişi) bu soruyu cevapsız bırakmıştır. Oranlara bakıldığında katılımcılar arasında lise ve üniversite eğitimi almış kişiler ağırlığı oluşturmaktadır. Mesleğe göre katılımcıların yüzde 10.1’i işçi, yüzde 16.4’ü memur, yüzde 17.6’sı esnaf, yüzde 19.4’ü serbest meslek, yüzde 8.8’i emekli, yüzde 1.9’u sanayici-tüccar, yüzde 13.7’si ev hanımı ve yüzde 11.9’u öğrencidir. Katılımcıların ailelerinin aylık toplam gelirlerine ilişkin betimleyici istatistik sonuçlarına bakıldığında, en düşük 250 TL, en yüksek 10000 TL gelire sahip oldukları göze çarpmaktadır. Bu sonuçlara göre aylık gelirle ilgili soruya cevap veren katılımcıların ortalama aylık geliri 1513 TL’dir. Aylık gelir kategorilendirildiğinde ise; katılımcıların yüzde 5’i 500 TL’den az, yüzde 38’i 5011000 TL, yüzde 23.4’ü 1001-1500 TL, yüzde 13.1’i 1501-2000, yüzde 3.5’i 20012500 TL, yüzde 3.9’u 2501-3000 TL ve yüzde 5.9’u 3001 TL ve üzerinde gelire sahiptir. Katılımcıların yüzde 7.3’ü bu soruya cevap vermemiştir. Katılımcılardan 1 ile 10 puan arasında değişen bir skala (1= hiç ilgilenmem, 10= çok ilgiliyim) üzerinde seçim döneminde siyasal kampanya ve konulara ilgi düzeylerinin ne olduğu sorulmuştur. Araştırmaya katılanların verdiği cevaplar, söz konusu kişilerin siyasal kampanya ve konularla orta düzeyde ( X = 5.08) ilgilendiklerine işaret etmektedir. Gazete okuma süresinin betimleyici istatistik sonuçları incelendiğinde ise; katılımcıların en düşük 10 dakika, en fazla da 330 dakika gazete okuduğunu ortaya koymaktadır. Araştırmaya katılan kişilerin ortalama gazete okuma süresi ise 59 dakikadır. Gazete okuma süresinin standart sapması 43 dakika olarak bulunmuştur. 4.2. Gazete Okuma Sıklığı Araştırmaya katılan insanların yüzde 27.8’i her gün gazete okuduğunu ifade ederken; yüzde 17.6’sı hafta 5-6 gün, yüzde 26.2’si haftada 3-4 gün ve yüzde 28.3’ü haftada 1-2 gün gazete okuduklarını bildirmişlerdir. Katılımcıların yüzde 1.9’u (18 kişi) ise bu soruya yanıt vermemiştir. Sonuçların da açıkça ortaya koyduğu gibi; araştırmaya katılanların üçte bire yakın bir kısmı, her gün gazete okumaktadır. Gazete okuma sıklığının demografik değişkenlere göre dağılımı Tablo 1’de gösterilmektedir. Tablo 1. Gazete Okuma Sıklığının Demografik Özelliklere Göre Dağılımı Her gün Düzenli % CİNSİYET Erkek 30.4 Haftada Haftada Haftada 5–6 Gün 3–4 Gün 1–2 Gün % % % X²= 9.13; sd.= 3; p< .05 18.4 26.1 25.1 Kadın YAŞ 18-28 Yaş 29-39 Yaş 40-50 Yaş 51-61 Yaş 62 Yaş ve üzeri EĞİTİM Okur-yazar İlkokul Ortaokul Lise Üniversite Lisansüstü+ MESLEK İşçi Memur Esnaf Serbest Meslek Emekli Sanayici-Tüccar Ev Hanımı Öğrenci TOPLAM 23.9 25.7 29.8 28.2 26.2 42.1 18.8 24.2 26.5 26.5 32.5 28.1 21.3 27.6 36.4 28.9 28.0 55.6 18.1 26.4 27.8 16.4 26.4 33.3 X²= 10.23; sd.= 12; p> .05 17.3 29.6 27.5 17.0 23.1 30.1 17.8 29.3 24.7 21.5 21.5 30.8 21.1 10.5 26.3 X²= 27.52; sd.= 15; p< .05 25.0 25.0 31.3 10.8 23.3 41.7 15.9 22.7 34.8 17.8 27.4 28.3 19.3 27.5 20.7 28.1 25.0 18.8 X²= 62.13; sd.= 21; p< .001 28.7 27.7 22.3 17.1 32.9 22.4 17.0 20.6 26.1 15.6 29.4 26.1 22.0 23.2 26.8 11.1 11.1 22.2 11.0 20.5 50.4 19.1 29.1 25.5 17.6 26.2 28.3 Seçim dönemi gibi siyasal enformasyonun yoğun bir şekilde dolaşıma sokulduğu bir zamanda gazete, erkekler tarafından daha çok okunan bir kitle iletişim aracı konumundadır. Bu anlamda araştırmaya katılan erkeklerin yüzde 30.4’ü her gün gazete okuduklarını ifade ederken; bu oran kadınlar için yüzde 23.9’dur. Haftada 1-2 gün gazete okuma kategorisinde ise erkeklerin oranı yüzde 25.1, kadınların oranı ise yüzde 33.3’tür. Söz konusu çapraz tablonun ki-kare analiz sonuçları da incelenmiş ve bu farklılaşmanın anlamlı olduğu ortaya konmuştur (X²= 9.13, p< .05). Katılımcıların yaşı ile haftalık gazete okuma sıklığı arasındaki çapraz tablo sonuçları incelendiğinde; her gün gazete okuma kategorisinde 62 yaş ve üzeri katılımcıların, haftada 5-6 gün gazete okumada 51-61 yaş aralığındaki insanların, haftada 3-4 gün gazete okumada 18-28 yaş aralığındaki katılımcıların ve haftada 1-2 gün gazete okumada 51-61 yaş aralığındaki bireylerin üstünlüğü bulunmaktadır. Bu sonuçların da açıkça ortaya koyduğu gibi yaşlı insanlar arasında günlük düzenli gazete okuma alışkanlığı daha fazladır. Öyle ki; 62 ve üzeri yaş grubundaki katılımcıların yüzde 42.1 gibi yarıya yakın bir kısmı, günlük düzenli olarak gazete okumaktadır. Eğitim durumuna göre okur-yazarların yüzde 18.8’i, ilkokul diplomasına sahiplerin yüzde 24.2’si, ortaokul mezunlarının yüzde 26.5’i, yine lise eğitimlilerin 26.5’i, üniversite mezunu olanların yüzde 32.5’i ve lisansüstü eğitime sahip olanların yüzde 28.1’i her gün gazete okuduklarını ifade etmişlerdir. Bu sonuçlara göre araştırmaya katılanların eğitim düzeyi arttıkça, günlük gazete okuma sıklığı da artmaktadır. Her gün gazete okuma kategorisinde üniversite mezunları, haftada 5-6 gün gazete okumada lisansüstü eğitim almış olanlar, haftada 3-4 gün gazete okumada yine üniversite mezunları ve haftada 1-2 gün gazete okumada ise ilkokul diplomasına sahip olan katılımcılar daha çok ön plana çıkmaktadır. Söz konusu çapraz tablonun ki-kare analiz sonuçları da incelenmiş ve bu farklılaşmanın anlamlı olduğu bulunmuştur (X²= 27.52, p< .05). Katılımcıların bağlı bulunduğu meslek kategorisine göre haftalık gazete okuma sıklığı anlamlı bir şekilde farklılık göstermektedir (X²= 62.13, p< .001). Araştırmaya katılanların mesleklerine göre sanayici-tüccarların yüzde 55.6’sı, esnafların yüzde 36.4’ü, serbest meslek sahibi olanların yüzde 28.9’u, memurların yüzde 27.6’sı, öğrencilerin yüzde 26.4’ü, işçilerin yüzde 21.3’ü ve ev hanımlarının yüzde 18.1’i günlük gazete okuma alışkanlığına sahip olduklarını dile getirmişlerdir. Sonuçların da gösterdiği gibi; sanayici-tüccar ve esnaf kesimi, her gün gazete okumada diğer meslek kategorilerine göre daha çok ön plana çıkmaktadır. Burada dikkati çeken bir diğer nokta ise; diğer meslek kategorileri ile karşılaştırıldığında ev hanımlarının günlük gazete okuma alışkanlığı açısından düşük oranlara sahip olmalarıdır. Öte yandan haftada 5-6 gün gazete okuma alışkanlığı kategorisinde emekli olanların, haftada 3-4 gün gazete okumada memurların ve haftada 1-2 gün gazete okumada ise ev hanımlarının üstünlüğü görülmektedir. 4.3. Gazetedeki Bölümlerin Okunma Oranları Gazetelerde yer alan bölümlerin okunma sıklığı incelendiğinde aritmetik ortalama değerleri açısından en çok okunan bölümlerin arasında; gazetelerin vitrin sayfası olarak değerlendirilen birinci sayfada yer alan haberler, asayiş/ suç haberleri, dini haberler, siyaset haberleri ve Konya ile ilgili gelişmeleri yansıtan haberler ilk beş sırada yer almaktadır. Spor haberleri, magazin haberleri ve tanıtım/ reklamlar katılımcıların daha az ilgi gösterdikleri gazete bölümleri olarak dikkat çekmektedir. Tablo 2. Gazetedeki Bölümlerin Okunma Sıklığı Güncel Olaylar (1. Sayfa) Asayiş Haberleri Dini Haberler Siyaset Haberleri Konya Haberleri Sağlık Haberleri Köşe Yazıları Bulmacalar Dış Haberler Ekonomi Haberleri Kültür-Sanat Haberleri Spor Haberleri Magazin Haberleri TanıtımReklamlar Hiç Okumam % Ara-Sıra Okurum % Çoğunlukla Okurum % Mutlaka Okurum % 6.4 10.4 29.7 12.3 28.1 11.9 X SD 53.6 3.30 0.89 32.1 27.5 2.74 0.99 31.4 29.1 27.6 2.72 0.99 14.3 28.5 31.9 25.3 2.68 1.00 14.1 33.7 23.7 28.5 2.66 1.03 12.5 36.3 26.0 25.2 2.63 0.99 19.2 24.3 14.7 27.8 25.8 38.5 30.6 23.5 31.9 22.5 26.4 14.8 2.56 2.52 2.46 1.03 1.12 0.91 19.7 35.0 26.4 19.0 2.44 1.01 18.9 39.0 25.2 16.9 2.40 0.97 34.3 21.3 17.3 21.4 2.37 1.20 36.2 31.6 18.5 13.7 2.09 1.04 38.8 34.6 17.4 9.2 1.97 0.96 Tablo 2’de yer alan bölümler içerisinde güncel olaylar (yüzde 83.3), asayiş haberleri (yüzde 59.6), dini haberleri (yüzde 56.7), siyaset haberleri (yüzde 57.2), Konya ile ilgili gelişmeler (yüzde 52.2), sağlık haberleri (yüzde 51.2) ve köşe yazıları (yüzde 53.1) büyük çoğunlukla mutlaka okunan gazete bölümleri olarak ön plana çıkmaktadır. Öte yandan dış haberler (yüzde 38.5), ekonomi haberleri (yüzde 35.0) ve kültür- sanat haberleri (yüzde 39.0) ara sıra takip edilen bölümlerdir. Ayrıca, araştırmaya katılanların yüzde 38.8’i tanıtım- reklamları, yüzde 36.2’si magazin haberlerini ve yüzde 34.3’ü spor haberlerini hiç okumadıklarını belirtmişlerdir. 4.4. Gazete Okuma Motivasyonları Araştırmaya katılanlardan seçim dönemlerinde gazete okuma motivasyonlarını tespit etmek amacıyla hazırlanan likert tipi 30 maddeye verilen yanıtlar doğrultusunda faktör analizi uygulanmış; öz değer (evigen value) ve yamaç eğrisi grafiği (scree plot) incelemesi sonucunda 4 faktör grubunun ele alınabileceği görülmüştür. Ölçekte yer alan ifadelerin faktör yüklemesi, aritmetik ortalama ve standart sapma değerleri Tablo 3’de ele alınmaktadır. Tablo 3. Seçim Döneminde Gazete Okuma Motivasyonlarına Yönelik Faktör Analizi Sonuçları (Principal Component Analysis, Varimax Rotation, N= 948) Seçim Dönemlerinde Gazete Okuyorum Çünkü… 1. Faktör: Rehberlik Gazete oy kararımı vermede bana yardımcı olduğu için Bir adayın seçilmesi durumunda ne yapacağını görmeme yardımcı oluyor Adayın kişisel özellikleri konusunda yargıya varmamı sağladığı için Gazete önemli konular hakkında belli bir tutuma sahip olmamı sağlıyor Tarafsız bir bakış açılarına ulaşmak/ görmek için Seçim döneminde parti/ adayların faaliyetlerini takip etmek için Desteklediğim adayın güçlü yönlerini bana hatırlattığı için Aradığım özel siyasal bilgileri/ yazıları bulmak için Kamuoyu araştırmaları sonuçlarını okumak için Siyasi konular ve adaylar hakkında konuşacak bir şeyler sunduğu için Gazeteler olayların perde arkasını gösterir Kendi siyasi fikrime yakın yazılar/ görüşler bulabildiğim için 2. Faktör: Boş Zamanları Değerlendirme/ Kaçış Konuşacak birisi olmadığında bana arkadaşlık yaptığı için Kendimi daha az yalnız hissetmemi sağladığı için Ev, okul, iş ve arkadaş çevremdeki dertlerimi unutturduğu için Beni sıkan insanlardan kurtulmamı sağladığı için Günlük rutin işlerimden bir an olsun uzaklaşabilmek için X SD Faktör Yüklemesi 2.58 1.29 .775 2.99 1.21 .759 2.90 1.21 .753 3.21 1.22 .656 2.86 1.25 .633 3.36 1.22 .625 2.88 1.25 .621 3.33 1.19 .507 3.32 1.21 .465 3.13 1.18 .441 3.02 1.27 .419 3.25 1.28 .415 2.57 1.26 .809 2.40 1.19 .807 2.28 1.16 .781 2.39 1.25 .758 2.96 1.23 .620 Sıkıldığımda vakit geçirmek için 3.03 1.31 .583 4.05 0.91 .777 3.91 1.02 .714 3.84 1.02 .699 3.64 1.11 .551 Kolayca bilgi elde edebilmek için Haberleri derinlemesine ve ayrıntılı bir şekilde sunduğu için Gazeteler diğer insanların düşüncelerini öğrenme yoludur 4. Faktör: Eğlence ve Rahatlama 3.67 1.10 .523 3.27 1.19 .523 3.39 1.14 .521 Gazete okumak hoşuma gidiyor 3.63 1.13 .813 Gazete okumak eğlendirici bir iştir 3.37 1.15 .774 Rahatlamama yardımcı olduğu için 3.02 1.25 .623 Köşe yazılarını okumayı seviyorum 3.50 1.21 .611 Gazete okumak zamanı iyi değerlendirmektir 3.63 1.16 .502 3. Faktör: Bilgi Arama/ Kolaylık Dünyada ve ülkemde neler olup bittiğini öğrenebilmek için Gündemdeki önemli konuları/ meseleleri takip etmek için Yaşadığım şehirdeki gelişme/ olayları takip edebilmek için Farklı tür yazılar arasından seçim yapabiliyorum Faktör gruplarının sınıflandırılma ve değerlendirilmesinde Varimax rotasyonlu tablo dikkate alınmıştır. Faktör analizine tabii tutulan maddelerin özdeğeri 1’den daha büyük ve minimum yükleme büyüklüğü olarak 0.40 kriteri kullanılmıştır. Faktör analizine dâhil edilen 30 maddenin güvenilirlik oranı (Cronbach’s alpha) .919 olarak bulunmuş olup; söz konusu değer kabul edilebilir sınırlar içinde ve yüksek derecede güvenilirliğe sahip olduğu ifade edilmektedir (Özdamar, 1999: 522). Faktör analizinde Kaiser-Meyer-Olkin (KMO) örnekleme değeri 0.924; Barlett’s testi sonucu 11740.7 değeri ve p< .0001 düzeyinde gerçekleşmiştir. Elde edilen sonuçlar; bulguların yüksek derecede gerçekleştiğini ve kabul edilebilir sınırlar içinde olduğunu ortaya koymaktadır. Analiz sonucunda ortaya çıkan dört faktör, katılımcıların seçim döneminde gazete okuma motivasyonlarındaki toplam varyansın yüzde 52.5’ini açıklamaktadır (bakınız, Tablo 4). Ayrıca, bu faktör boyutları değişken olarak kaydedilmiş ve demografik değişkenlerle olan ilişkileri de analiz edilmiştir. Tablo 4. Faktör Özdeğerleri, Açıklanan Varyansları ve Güvenilirliği Özdeğer (Eigenvalu e) Açıklanan Varyans (%) Güvenilirlik (α) Rehberlik 9.12 16.62 .889 Boş Zamanları Değerlendirme/ Kaçış 3.22 13.39 .848 Bilgi Arama/ Kolaylık 2.07 13.35 .799 Eğlence ve Rahatlama 1.33 9.16 .800 52.53 .919 FAKTÖRLER TOPLAM KMO Measure of Sampling Adequacy: .924; Barlett’s Test of Sphericity: X2= 11740,7; df= 435; p= .000 Seçim dönemlerinde insanları gazete okumaya yönelten ilk ve en önemli motivasyon Rehberlik’tir. Bu ilk faktörün özdeğeri 9.12; güvenilirlik derecesi ise .889 gibi oldukça yüksek bir orana sahiptir. Faktörün tanımladığı fark yüzdesi de (açıklanan varyans) 16.6 olarak belirlenmiştir. Rehberlik faktörünü oluşturan maddeler incelendiğinde; seçim dönemlerinde insanlar; oy kararını vermelerine yardımcı olmada, adayın performansı ve kişisel özellikleri hakkında yargıya varmada, tarafsız bakış açılarına ulaşmada, parti-adayların faaliyetlerini takip etmede, desteklenen adayın güçlü yönlerini görmede, özel siyasal bilgi ve yazılara ulaşmada, kamuoyu araştırmaları sonuçlarını takip etmede, siyasal içerikli konuşacak sohbet konuları bulmada ve kişinin kendi siyasi fikirlerine yakın yazılar/ görüşler edinmede gazeteleri bir araç olarak görmekte ve kullanmaktadırlar. Demografik değişkenler açısından Rehberlik faktörü incelendiğinde, cinsiyetin anlamlı bir farklılaşma meydana getirmediği ortaya çıkmaktadır (t= 0.577; sd.= 931; p> .05). Bir başka anlatımla gazete okumada Rehberlik faktörüne verdikleri önem bakımından erkekler ( X = 3.08) ve kadınlar ( X = 3.05) birbirine yakın değerlere sahiptirler. Katılımcıların yaşı (F= 2.17; sd.= 4; p> .05), eğitimi (F= 1.23; sd.= 6; p> .05) ve aylık geliri (F= 0.62; sd.= 6; p> .05) ile Rehberlik faktörü arasında anlamlı bir farklılaşma tespit edilememiştir. Faktör analizi sonucunda ortaya çıkan ikinci motivasyon Boş Zamanları Değerlendirme/ Kaçış’tır. Bu faktörü oluşturan maddeler; insanların konuşacak birisi olmadığında kendilerine arkadaşlık etmede, yalnızlığı gidermede, günlük rutin işlerden bir an olsun uzaklaşmada, ve bunun yanında ev, okul, iş ve arkadaş çevresindeki dertleri unutmak amacıyla gazete okuduklarına işaret etmektedir. Boş Zamanları Değerlendirme/ Kaçış faktörü tek başına toplam varyansın yüzde 13.3’ünü açıklarken; faktörün güvenilirlik (Cronbach’s α = .848) ve özdeğeri (Eigenvalue= 3.22) tatmin edici düzeydedir. Boş Zamanları Değerlendirme/ Kaçış faktörü ile demografik değişkenler arasındaki ilişki incelendiğinde, cinsiyetin anlamlı bir farklılaşma meydana getirmediği(t= 0.171; sd.= 931; p> .05) ortaya çıkmaktadır. Cinsiyetle olduğu gibi yaş (F= 0.46; sd.= 4; p> .05) eğitim düzeyi (F= 1.63; sd.= 6; p> .05) ve gelir (F= 1.77; sd.= 6; p> .05) ile de Boş Zamanları Değerlendirme/ Kaçış faktörü arasında anlamlı bir ilişki bulunmamaktadır. Üçüncü faktör Bilgi Arama/ Kolaylık olarak adlandırılmıştır. Söz konusu faktör çatısı altında 6 madde yer almıştır. Bunlar; “dünyada ve ülkemde neler olup bittiğini öğrenebilmek için”, “gündemdeki önemli konuları takip etmek için”, “yaşadığım şehirdeki gelişmeleri takip etmek için”, “farklı tür yazılar arasından seçim yapabiliyorum”, “kolay bilgi elde etmek için”, “haberleri derinlemesine ve ayrıntılı bir şekilde sunduğu için” ve “gazeteler diğer insanların düşüncelerini öğrenme yoludur” şeklindeki ifadelerdir. Söz konusu bu maddeler, diğer faktörleri oluşturan maddelerle karşılaştırıldığında; yüksek aritmetik ortalama değerlerine ve düşük standart sapma değerlerine sahiptir. Bir başka ifadeyle, bilgi arama ve kolaylık faktörüne daha çok önem veren katılımcılar, örneklem içerisinde homojen bir dağılım sergilemektedir. Faktör toplam varyansın açıklamaktadır. Güvenilirlik değeri .799, özdeğer ise 2.07’dir. yüzde 13.3’ünü Cinsiyet ile Bilgi Arama/ Kolaylık faktörü arasında anlamlı bir ilişki bulunmaktadır (t= 2.17; sd.= 931; p< .05). Özellikle seçim döneminde erkekler ( X = 3.72) gazeteyi bilgi arama/ kolaylık amaçlı okuma bakımından kadınlara ( X = 3.62) nazaran daha yüksek değerlere sahiptir. Katılımcıların yaşı, Bilgi Arama/ Kolaylık faktörüne verilen önem bakımından anlamlı bir farklılaşmaya neden olmaktadır (F= 2.63; sd.= 4; p< .05). Tukey testi sonuçlarına göre bilgi arama/ kolaylık motivasyonu doğrultusunda en çok gazete okuyanlar 61 yaş ve üzeri bireylerken; bilgilenme amaçlı en az gazete okuyanlar 29-39 yaş aralığındaki katılımcılardır. Katılımcıların eğitim düzeyi (F= 0.44; sd.= 6; p> .05) ve geliri (F= 0.86; sd.= 6; p> .05) ile de Bilgi Arama/ Kolaylık faktörü arasında anlamlı bir ilişkinin izlerine rastlanmamıştır. Dördüncü ve son faktör “Eğlence ve Rahatlama” olarak ele alınmıştır. Bu faktörü oluşturan maddeler incelendiğinde; insanların seçim dönemi gibi oldukça hareketli günlerin yaşandığı ve bilgiye olan talebin arttığı bir dönemde bile eğlenmek, rahatlamak ve zamanı iyi değerlendirebilmek için gazete okuyabildiği ortaya çıkmaktadır. Eğlence ve Rahatlama Faktörü, yüksek güvenilirlik değeriyle (Cronbach’s α= .800) toplam varyansın yüzde 9.1’ini açıklamaktadır. Faktörün özdeğeri ise 1.33’dür. Eğlence ve Rahatlama faktörü ile demografik değişkenler arasındaki ilişkiye bakıldığında; cinsiyetin anlamlı bir farklılaşma meydana getirmediği anlaşılmaktadır (t= -1.22; sd.= 931; p> .05). Katılımcıların eğitim düzeyi ile Eğlence ve Rahatlama faktörü arasında ise anlamlı farklılaşma bulunmaktadır (F= 2.49; sd.= 6; p< .01). Betimleyici istatistikler ve çoklu karşılaştırma tablosu incelendiğinde, farklılaşmanın ilkokul mezunları ile üniversite eğitimine sahip insanlar arasında yaşandığı ortaya çıkmaktadır. Buna göre ilkokul eğitimi almış katılımcılar; üniversite mezunlarına göre seçim döneminde Eğlence ve Rahatlama amacıyla daha fazla gazete okumaktadırlar. Öte yandan katılımcıların yaşı (F= 0.57; sd= 4; p> .05) ve aylık geliri (F= 0.98; sd= 6; p> .05) ile Eğlence ve Rahatlama faktörü arasında anlamlı bir ilişki söz konusu değildir. Boş Zamanları Değerlendirme/ Kaçış Bilgi Arama/ Kolaylık Eğlence ve Rahatlama Tablo 5. Gazete Okuma Motivasyonları Arasındaki Korelasyon Analizi Bulguları (Pearson r) Rehberlik 1 .415** .624** .502** Boş Zamanları Değerlendirme/ Kaçış .415** 1 .198** .419** Bilgi Arama/ Kolaylık .624** .198** 1 .509** Rehberlik FAKTÖRLER ARASI KORELASYON ANALİZİ Eğlence ve Rahatlama .502** .419** .509** 1 Aritmetik Ortalama 3.07 2.61 3.68 3.43 Standart Sapma .83 .93 .72 .88 Not: **p< .01 Diğer taraftan faktörler arası ilişkinin düzeyini tanımlamak açısından korelasyon analizi sonuçları incelendiğinde; en güçlü ilişkinin Rehberlik ve Bilgi Arama/ Kolaylık faktörleri arasında yaşandığı dikkat çekmektedir (r= .624, p< .01). Diğer bir ifadeyle seçim dönemlerinde kendilerine rehberlik etmesi için gazete okuyan insanlar, aynı zamanda bilgi arama/ kolaylık amacıyla da gazete ile zaman geçirmektedirler. Bilgi Arama/ Kolaylık ile Boş Zamanları Değerlendirme/ Kaçış faktörleri arasında ise, nispeten düşük düzeyde pozitif anlamlı ilişkinin varlığından söz edilebilir (r= .198, p< .01). Öyle ki; seçim dönemlerinde bilgi arama amaçlı gazeteye yönelen insanlar, bu aracı sosyal kaçış mekanizması olarak daha az görmekte ve kullanmaktadırlar. 4.5. Seçim Döneminde Gazete Okuma Süresine Etki Eden Değişkenler Seçim döneminde insanların gazete okuma sürelerine etki eden değişkenleri belirlemek amacıyla doğrusal regresyon analizine başvurulmuştur. Analize tabii tutulan ilk grup bağımsız değişken içerisinde cinsiyet, yaş, aylık gelir durumu, eğitim ve meslek gibi sosyo demografik değişkenler yer almaktadır. Medya davranışları çatısı altında verilen günlük televizyon izleme süresi ve haftalık gazete okuma sıklığı bir başka bağımsız değişkenler grubunu oluşturmaktadır. Diğer bağımsız değişkenler olarak ise; rehberlik, boş zamanları değerlendirme/ sosyal kaçış, bilgi arama/ kolaylık ve eğlence/ rahatlama gibi gazete okuma motivasyonları analize dâhil edilmiştir. Regresyon analizinde katılımcıların cinsiyet, eğitim durumu, mesleği ve haftalık gazete okuma sıklıkları “dummy” değişken haline dönüştürülmüş ve “erkekler”, “ilkokul” mezunu olanlar, “ev hanımları” ve “haftada 3-4 gün” gazete okuyanlar referans alınmıştır. Seçim döneminde gazete okuma süresine etki eden değişkenleri gösteren doğrusal regresyon analizi sonuçları Tablo 6’da gösterilmektedir. Seçim döneminde gazete okuma süresine etki eden faktörler içerisinde ilk grupta cinsiyet, yaş, gelir, eğitim durumu ve meslek gibi değişkenler bulunmaktadır. Söz konusu değişkenler içerisinde katılımcıların yaşı ve aylık ortalama geliri modele anlamlı katkıda bulunmaktadır. Katılımcıların yaşı arttıkça günlük gazete okuma süresi 0.4 dakika artmaktadır. Benzer şekilde insanların aylık ortalama geliri arttıkça günlük olarak gazete ile geçirdikleri zaman da artış göstermektedir. Bu grup içerisinde yer alan kişilerin cinsiyeti, eğitim düzeyi ve mesleği ile gazete okuma süresi arasında anlamlı bir ilişki ortaya çıkmamaktadır. Günlük televizyon izleme süresi ve haftalık gazete okuma sıklığı modele anlamlı katkı sağlayan iki değişken konumundadır. Günlük televizyon izleme süresi arttıkça gazete okuma süresi de artmaktadır. Bu anlamda kitle iletişim araçlarının kullanımın birbirini etkilediği sonucuna ulaşmak mümkündür. Yine her gün düzenli gazete okuyan katılımcılar, haftada 3-4 gün gazete okuyanlara göre, bir günde gazete ile daha fazla zaman harcamaktadırlar. Seçim dönemlerinde siyasal kampanya ve konulara ilgi düzeyi ele günlük gazete okuma süresi arasında anlamlı bir ilişki bulunamamıştır. Tablo 6. Seçim Döneminde Gazete Okuma Süresine Etki Eden Değişkenlerin Doğrusal (Linear) Regresyon Analizi Sabit (Constant) Gazete Okuma Süresi Sosyo-Demografik Özellikler Cinsiyeta Yaş Gelir Okur –yazarb Ortaokulb Liseb Üniversiteb Lisansüstü+b İşçic Memurc Esnaf c Serbest Meslekc Emeklic Sanayici-Tüccarc Öğrencic Medya Davranışları Günlük TV İzleme Süresi Haftada 1-2 günd Haftada 5-6 günd Her gün düzenlid Siyasal Kampanya ve Konulara İlgi Düzeyi Gazete Okuma Motivasyonları Rehberlik Boş Zamanları Değerlendirme/ Kaçış Bilgi Arama/ Kolaylık Eğlence ve Rahatlama R²= .162 Adjusted R² = .137 a B -18.578 Beta t -1.383 Sig. .167 .514 .464 .004 -4.915 -2.040 1.853 4.906 -6.619 -6.941 -.456 -.220 3.131 -10.090 -9.622 4.395 .006 .112 .113 -.015 -.016 .020 .051 -.027 -.046 -.004 -.002 .028 -.065 -.029 .031 .138 2.204 3.067 -.424 -.349 .350 .821 -.662 -.960 -.068 -.034 .497 -1.260 -.778 .592 .890 .028 .002 .672 .727 .727 .412 .508 .337 .946 .973 .620 .208 .437 .554 .036 -5.274 7.069 10.795 .276 .111 -.052 .061 .111 .016 3.144 -1.287 1.546 2.648 .463 .002 .198 .123 .008 .643 6.603 -1.423 -2.226 9.984 .125 2.582 .010 -.030 -.764 .445 -.037 -.792 .429 .200 4.638 .000 F= 6.28; sd.= 24; p= .000 Değişkenler dummy değişkene dönüştürülmüş, “erkekler” referans alınmıştır. b Değişkenler dummy değişkene dönüştürülmüş, “ilkokul” referans alınmıştır. c Değişkenler dummy değişkene dönüştürülmüş, “ev hanımı” referans alınmıştır. d Değişkenler dummy değişkene dönüştürülmüş, “haftada 3-4 gün” referans alınmıştır. Doğrusal regresyon analizine dâhil edilen gazete okuma motivasyonları arasında rehberlik ve eğlence/ rahatlama motivasyonlarının gazete okuma süresiyle anlamlı ilişki gösterdiği dikkat çekmektedir. Rehberlik faktörüne verilen önem bir birim arttıkça, gazete okuma süresi de 6.6 dakika artmaktadır. Ayrıca Eğlence ve Rahatlama faktörüne verilen önem, gazete okuma süresini 9.9 dakika arttırmaktadır. Sonuç olarak regresyon analiziyle ortaya konulan modelin anlamlı bir ilişki gösterdiği görülmektedir (F= 6.28; sd.= 24; p< .001). Model gazete okuma süresini etkileyen faktörlerle ilgili toplam varyansın yüzde 16’sını açıklamaktadır (R2= .162). Bir başka ifade ile bu değişkenlerle gazete okuma süresini etkileyen faktörlerin % 16’sı açıklanabilmektedir. Geriye açıklanamayan yüzde 84’lük bir kısım bulunmaktadır. Bu sonuçlar; gazete okuma süresini etkileyen faktörleri daha fazla açıklayabilmek için, başka değişkenlerin dikkate alınması ve test edilmesi gerektiğini ortaya koymaktadır. TARTIŞMA ve SONUÇ Bu araştırma 29 Mart 2009 Yerel Seçimleri öncesi Konya’da gazete okuyucularının gazete okuma davranışlarını belirlemek, seçim döneminde insanların gazete okumadan elde ettikleri doyumları ortaya koymak ve bu doyum kategorilerinin demografik değişkenlerle ilişkisini tespit etmek amacıyla tasarlanmıştır. Araştırma sonuçları incelendiğinde öncelikle katılımcıların günlük ortalama gazete okuma süresinin yaklaşık bir saat olduğu anlaşılmaktadır. En çok okunan bölümlerin arasında ise; gazetelerin vitrin sayfası olarak değerlendirilen birinci sayfada yer alan haberler, asayiş/ suç haberleri, dini haberler, siyaset haberleri ve Konya ile ilgili gelişmeleri yansıtan haberler ilk beş sırada yer almaktadır. Spor haberleri, magazin haberleri ve tanıtım/ reklamlar, bireyler tarafından daha az ilgi duyulan gazete bölümleri olarak ön plana çıkmaktadır. Çalışmanın bulguları, insanların seçim döneminde gazete okumalarında etkili dört motivasyonun varlığına işaret etmektedir. Bunlar önem sırasına göre; rehberlik, boş zamanları değerlendirme/ kaçış, bilgi arama/ kolaylık ve eğlence/ rahatlamadır. Seçim dönemleri gibi siyasal enformasyonun yoğun bir şekilde dolaşıma sokulduğu bir dönemde insanlar öncelikle gazeteyi oy kararlarının şekillenmesinde kendilerine rehberlik etmesi için okumaktadırlar. Özellikle okuyucular seçim döneminde gazetelerin; aday ve partilerin vaatlerinin daha iyi anlaşılmasına ve geleceği ilişkin çıkarımlarda bulunmaya yardım ettiğine inanmaktadırlar. Bunun yanında bilhassa seçim dönemlerinde gazeteler, özel siyasal bilgilere ulaşmada, kamuoyu araştırmaları sonuçlarını takip etmede ve insanların belli siyasal tutum edinmelerinde işlevsel olabilmektedir. Partiler ya da adaylar arasında kıyasıya mücadelelerin yaşandığı ve dolayısıyla insanların enformasyona olan ilgilerinin arttığı bir süreç olarak seçim dönemlerinde bile gazeteler bireyler için önemli bir boş zamanları değerlendirme ve sosyal kaçış ortamıdır. Öyle ki gazeteler; insanlara, konuşacak birisi olmadığında arkadaşlık etmekte ve kendilerini daha az yalnız hissetmelerini sağlamaktadır. Yine gazeteler ev, okul, iş ve arkadaş çevresinde sıkılan insanlar için adeta sığınılan bir liman konumundadır. Özellikle seçim dönemlerinde gazeteler, derinlemesine bilgi arayan insanlar için önemli bir kitle iletişim aracı konumundadır. İnsanlar, seçim dönemlerinde bir taraftan ülkelerinde ve yaşadıkları coğrafyada olup bitenleri öğrenmek için gazete sayfalarını karıştırırken; diğer taraftan siyaset arenasında parti ve adayların faaliyetlerini takip etmek, siyaset arenasında meydana gelen gelişmeleri daha ayrıntılı irdelemek ve diğer insanların düşüncelerini öğrenmek amacıyla gazete okuyabilmektedirler. Aynı zamanda gazeteler insanlara farklı tür yazılar arasında seçim yapma kolaylığı da sunmaktadır. Seçim döneminde gazeteler erkekler tarafından bilgi arama amaçlı olarak daha çok talep edilmekte ve kullanılmaktadır. Türkiye özelinde siyasete duyulan ilgi ve katılım açısından erkeklerin daha çok ön planda oldukları göz önünde bulundurulduğunda, böyle bir sonucun ortaya çıkması gayet doğaldır. Yine genç nesile göre, yaşlı insanlar arasında bilgi arama amaçlı gazete okuma alışkanlığı daha çok görülmektedir. Yapılan araştırma, gazete okumanın insanlar için eğlence ve rahatlama kaynağı olduğu sonucunu da ortaya koymuştur. Bir başka anlatımla insanlar eğlenmek, hoşça vakit geçirmek ve rahatlamak için gazetelerden faydalanmaktadırlar. Çünkü gazeteler; yorucu iş temposu içinde bedensel ve zihinsel yorgunluk yaşayan insanları rahatlatmak ve yorgunluklarını üzerlerinden atmak için birçok alternatif sunmaktadır. Eğitim düzeyi açısından ilkokul eğitimi almış katılımcılar; üniversite mezunlarına göre seçim döneminde eğlence ve rahatlama amacıyla daha fazla gazeteye yönelmektedirler. Seçim dönemlerinde gazete okuma süresine etki eden değişkenler arasında yaş, aylık gelir, günlük televizyon izleme süresi, haftalık gazete okuma sıklığı ve gazete okuma motivasyonları temel belirleyicilerdir. İnsanların yaşı arttıkça günlük gazete okuma süreleri de artmaktadır. Benzer şekilde insanların aylık ortalama geliri arttıkça günlük olarak gazete ile geçirdikleri zamanda da bir artış yaşanmaktadır. Öte yandan günlük televizyon izleme süresi ve haftalık gazete okuma sıklığı, gazete okuma süresine pozitif yönde katkı sağlayan iki bağımsız değişken konumundadır. Sonuç olarak bu araştırma ülkemizde seçim dönemlerinde insanların gazete okuma alışkanlıkları ve motivasyonlarını tespit etmeye yönelik girişimlerden birini oluşturmaktadır. Şüphesiz bu konuda ülkenin farklı bölgelerinde yapılacak yeni çalışmalara ihtiyaç bulunmaktadır. Böylelikle farklı bölgelerdeki insanların seçim dönemlerinde gazete okuma alışkanlıkları ve motivasyonlarındaki farklılıklar daha iyi ortaya konabilecek ve karşılaştırmalar yapılabilme imkânı ortaya çıkacaktır. Yine bu araştırma, seçme yaşına ulaşmış insanlar üzerinde yürütülmüştür. Gelecekteki araştırmalar daha geniş bir örneklemeye giderek, 18 yaşından küçük insanları da hedef alabilirler. KAYNAKÇA Abdulrahim, Masoud (1999). Newspaper Readership and Credibility in Kuwait: An Analysis of Uses and Gratifications Theory, Unpublished Doctoral Dissertation, School of Journalism Southern Illinois University Carbondale, UMI Dissertation Information Service. Ball-Rokeach, Sandra J.; Kim, Yong-Chan ve Matei, Sorin (2001). Storytelling Neighborhood: Paths to Belonging in Diverse Urban Environments, Communication Research, 28 (4), 392-428. Bayram, Fatih (2007). Bireylerin Gazete Okuma Alışkanlıkları: Kullanımlar ve Doyumlar Yaklaşımına Göre Okuyucu Davranışları, Tercihleri ve Nedenleri Üzerine Bir Uygulama, Yayınlanmamış Doktora Tezi, Eskişehir: Anadolu Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü. Bayram, Fatih (2008). Gazete Okurlarının Okuma Motivasyonları ve Doyumları Üzerine Bir Kullanımlar ve Doyumlar Araştırması, Anadolu Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, 8 (1), 321-336. Becker, Lee B. (1976). Two Test of Media Gratifications: Watergate and the 1974 Election, Journalism Quarterly, 53 (1), 28-33. Becker, Lee B. ve Whitney, D. Charles (1978). The Effects of Media Dependencies on Audience Assessment of Government, Paper Presented at the Annual Meeting of the Association for Education in Journalism, August 13-16, Washington, 1-27. Berelson, Bernard (2000). Gazetesiz Kalmak Ne Demektir?, Ünsal Oskay (Çev.), Kitle Haberleşme Teorilerine Giriş, İstanbul: Der Yayınları, ss. 135-156. Blood, R. Warwick; Keir, Gerald J. ve Kang, Namjun (1983). Newspaper Use and Gratification in Hawaii, Newspaper Research Journal, 4 (4), 43-52. Brubaker, Jennifer (2005). The Role of the Internet in Agenda Setting: A Synthesized Uses and Gratifications and Agenda Setting Model, Unpublished Doctoral Dissertation, College of Communication and Information of Kent State University, UMI Dissertation Information Service. Chafetz, Paul K., Holmes, Helen vd. (1998). Older Adults and the News Media: Utilization, Opinions, and Preferred Reference Terms, The Gerontologist, 38 (4), 481-489. Chaffee, Steven H. ve Kanihan, Stacey Frank (1997). Learning about Politics from the Mass Media, Political Communication, 14 (4), 421-430. Chaffee, Steven H.; Zhao, Xinshu ve Leshner, Gleen (1994). Political Knowledge and the Campaign Media of 1992, Communication Research, 21 (3), 305324. Chaffee, Steven ve Frank, Stacey (1996). How Americans Get Political Information: Print Versus Broadcast News, Annals of the American Academy of Political and Social Science, 546, 48-58. Chaffee, Steven ve Wilson, Donna (1975). Adult Life Cycle Changes in Mass Media Use, Presented at the Meeting of the Association for Education in Journalism, Ottawa, Ontario, August. Choi, Hyeon Cheol ve Becker, Samuel L. (1987). Media Use, Issue/Image Discriminations, and Voting, Communication Research, 14 (3), 267-290. Erdoğan, İrfan (1977). Television and Newspaper Uses and Gratifications of Foreign Graduate Students at the University of Pittsburgh: Some Correlates, Unpublished Doctoral Dissertation, University of Pittsburgh, UMI Dissertation Information Service. Güneş, Sadık (1996). Medya ve Siyasal Bilgilenme, Yeni Türkiye Dergisi Medya Özel Sayısı, 2 (11), 803-825. Güz, Nurettin (1996).Türk Basınında Gündem Oluşturma, Yeni Türkiye Dergisi Medya Özel Sayısı, 2 (12), 982-997. Inoue, Yasuhiro (2001). Selective Exposure, Uses and Gratifications of a Cyber Election Campaign: Presidential Election 2000, Unpublished Doctoral Dissertation, Michigan State University, UMI Dissertation Information Service. Johnson-Cartee, Karen S. ve Copeland, Gary A. (1991). Negative Political Advertising: Coming of Age, New Jersey: Lawrence Erlbaum Associates Publishers. Kalender, Ahmet (2003). Seçmenin Karar Sürecinde İletişim Araç ve Yöntemlerinin Önemi Üzerine Bir Araştırma, Selçuk İletişim, 2 (4), 30-41. Katz, Elihu; Blumler, Jay G. ve Gurevitch, Michael (1995). Utilization of Mass Communication by the İndividual, Oliver Boyd-Barrett and Chris Newbold (Eds.), Approaches to Media: A Reader, London: Arnold Published, pp. 164-173. Kim, Kyun Soo ve Kim, Yong-Chan (2007). New and Old Media Uses and Political Engagement among Korean Adolescents, Asian Journal of Communication, 17 (4), 342-361. Kim, Yong-Chan ve Ball-Rokeach, Sandra J. (2006). Community Storytelling Network, Neighborhood Context, and Cvic Engagement: A Multilevel Approach, Human Communication Research, 32 (4), 411-439. Kinsey, Dennis (1999). Political Consulting: Bridging the Academic and Practical Perspective, Bruce I. Newman (Ed.), Handbook of Political Marketing, London: Sage Publications, Inc., pp. 113-127. Koçak, Abdullah ve Yalçın Kaya, Ahmet (2004). Information and More: Uses and Gratifications of Print Newspapers among University Students in Turkey, 2nd International Symposium, Communication in the Millennium: A Dialogue Between Turkish American Scholars, Vol II, İstanbul: İstanbul Üniversitesi, pp. 1099-1107. Küçükkurt, Mehmet; Hazar Ç. Murat vd. (2009). Kullanımlar ve Doyumlar Yaklaşımı Perspektifinden Üniversite Öğrencilerinin Medyaya Bakışı, Selçuk İletişim, 6 (1), 37-50. Lain, Laurence B. (1986). Steps Toward A Comprehensive Model of Newspaper Readership, Journalism Quarterly, 63 (1), 69-74. McLeod, Jack M.; Bybee, Carl R. ve Durall Jean A. (1982). Evaluating Media Performance by Gratifications Sought and Received, Journalism Quarterly, 59 (1), 3-12. McLeod, Jack M.; Daily, Katie vd. (1996). Community Integration, Local Media Use, and Democratic Processes, Communication Research, 23 (2), 179-209. McLeod, Jack M.; Scheufele, Dietram A. ve Moy, Patricia (1999). Community, Communication, and Participation: The Role of Mass Media and Interpersonal Discussion in Local Political Participation, Political Communication, 16 (3), 315-336. McQuail, Denis (1994). Mass Communication Theory: An Introduction, London: Sage Publications. Miller, M. Mark; Singletary, Michael W. ve Chen Shu-Ling (1988). The Roper Question and Television vs. Newspapers as Sources of News, Journalism Quarterly, 65 (1), 12-19. Morrison, Andrew J. (1979). Mass Media Use by Adults, American Behavioral Scientist, 23 (1), 71-93. Nah, Seungahn; Veenstra, Aaron S. ve Shah, Dhavan V. (2006). The Internet and Anti-War Activism: A Case Study of Information, Expression, and Action, Journal of Computer-Mediated Communication, 12 (1), 230-247. Ohr, Dieter ve Schrott, Peter R. (2001). Campaigns and Information Seeking: Evidence from a German State Election, European Journal of Communication, 16 (4), 419-449. Özdamar, Kazım (1999). Paket Programlar İle İstatistiksel Veri Analizi, Eskişehir: Kaan Kitabevi. Park, Jaeyung (2002). Online Journalism: How Journalists and Their Audience Perceive the Journalist Role, Newsworthiness and Public Dialogue, Unpublished Doctoral Dissertation, University of Missouri-Columbia, UMI Dissertation Information Service. Pecchioni, Loretta L.; Wright, Kevin B. ve Nussbaum, Jon F. (2005). Life-Span Communication, Mahwah, New Jersey: Lawrence Erlbaum Associates. Quezada, Robert G. (2004). Reading the College Newspaper: A Readership Survey of the Daily Titan, Unpublished Master of Arts Dissertation, California State University, UMI Dissertation Information Service. Rosengren, Karl Erik (2003). Communication: An Introduction, London: Sage Publications. Rubin, Alan M. (1986). Uses, Gratifications and Media Effects Research, Jennings Bryant and Dolf Zillmann (Eds.), Perspectives on Media Effects, New Jersey: Lawrence Erlbaum Associates Publishers, pp. 281-301. Rubin, Alan M. (1993). Audience Activity and Media Use, Communication Monographs, 60 (1), 98-105. Rubin, Alan M. ve Windahl, Sven (1986). The Uses and Dependency Model of Mass Communication, Critical Studies in Mass Communication, 3 (2), 184199. Sanders, Jeannette A. (1997). Combining Expectancy- Value and Uses and Gratifications Theory to Predict Consumption Attitudes and Behaviors among Egyptian Faculty Members, Unpublished Doctoral Dissertation, The Florida State University, UMI Dissertation Information Service. Scheufele, Dietram A. ve Nisbet, Matthew C. (2002). Being a Citizen Online: New Opportunities and Dead Ends, Press/ Politics, 7 (3), 55-75. Schlagheck, Carol A. (1997). Newspaper Readership Choices among Young Adults, Unpublished Doctoral Dissertation, The Graduate College of Bowling Green State University, UMI Dissertation Information Service. Severin, Werner J. ve Tankard James W. (1984). Communication Theories: Origins, Methods and Uses, New York: Hastings House Publishers. Shah, Dhavan V.; Kwak, Nojin ve Holbert, R. Lance (2001). “Connecting” and “Disconnecting” With Civic Life: Patterns of Internet Use and The Production of Social Capital, Political Communication, 18 (2), 141-162. Sotirovic, Mira ve McLeod, Jack M. (2001). Values, Communication Behavior, and Political Participation, Political Communication, 18 (3), 273-300. Tan, Alexis S. (1980). Mass Media Use, Issue Knowledge and Political Involvement, Public Opinion Quarterly, 44 (2), 241-248. Thorson, Esther; Jin, Yan ve Beaudoin, Christopher E. (2003). When Uses and Gratifications Meet the Knowledge Gap: The Impact of Media Motives and Demographics on Political Activity, Paper Presented at The Annual Meeting of the International Communication Association, May 27, San Diego, pp. 1-24. Towers, Wayne M. (1985). Weekday and Sunday Readership Seen Through Uses and Gratifications, Newspaper Research Journal, 6 (3), 20-32. Vedlitz, Arnold ve Veblen Eric P. (1980). Voting and Contacting: Two Forms of Political Participation in a Suburban Community, Urban Affairs Review, 16 (1), 31-48. Viswanath, Kasisomayajula; Finnegan Jr, John R. vd. (1990). Community Ties in a Rural Midwest Community and Use of Newspapers and Cable Television, Journalism Quarterly, 67 (4), 899-911. Weaver, David H. ve Mauro, John B. (1978). Newspaper Readership Patterns, Journalism Quarterly, 55 (1), 84-92. Weaver, David H. ve Buddenbaum, Judith M. (1979). Newspapers and Television: A Review of Research on Uses and Effects, ANPA News Research Report, 19, 1-15. Zhang, Jueman (2005). Uses and Gratifications of Non-Journalists‘ Political Blogs, Unpublished Master of Arts Dissertation, The Faculty of the Graduate School University of Missouri-Columbia, UMI Dissertation Information Service. DAVID EASTON’UN SİYASAL SİSTEM KURAMI BAĞLAMINDA SİYASAL KATILMA: ERZURUM SEÇMENİ ÜZERİNE BİR ARAŞTIRMA Hasan TOPBAŞ 12 ÖZET Toplumsal yaşam içerisinde vatandaşlar çeşitli amaçlar doğrultusunda ve çeşitli şekillerde siyasetle ilgilenmekte ve siyasal sisteme siyasal katılma yoluyla girdi sağlamaktadır. Seçmenlerin, siyasal karar mercilerini etkilemeye yönelik davranış ve eylem türlerini içeren siyasal katılma “kişinin otonom olarak yaptığı tercihler ve verdiği kararlar sonucunda siyasal karar mevkilerine gelecek olanları veya bu mevkileri ellerinde bulunduranları etkilemek üzere yaptıkları eylem ve davranışlar” olarak tanımlanmaktadır. Ancak bu siyasal katılma türleri veya düzeyleri siyasal sistemden sisteme değişiklik göstermektedir. Sistem analizi içerisinde bireyler siyasal olmayan rollerden siyasal rollere geçişi ancak siyasal katılma yoluyla gerçekleştirebilirler. Vatandaşlar, toplumsal ve bireysel isteklerini, beklentilerini ve umutlarını, ancak siyasal katılma yoluyla siyasal sisteme göndermektedir. Siyasal sistem, bu siyasal katılma girdileri doğrultusunda karar almakta ve eyleme geçmektedir. Aksi takdirde siyasal sistem, toplum için bağlayıcı karar alma ve eyleme geçme gereği görmeyecektir. Çünkü siyasal katılma girdileri siyasal sistemin aldığı karar ve gerçekleştirdikleri eylemlerin hem varlık nedeni hem de hammaddesidir. Bu keşif çalışması, siyasal sistem kuramı bağlamında Erzurum seçmeninin siyasal olmayan rollerinden siyasal rollere geçerek hangi tür ve sıklıkta siyasal sisteme katıldıklarını analiz etmektedir. Ayrıca çalışmamızda, siyasal katılma türleri ile Erzurum seçmeninin sosyo-ekonomik ve sosyo kültürel değişkenleri arasındaki ilişkileri de incelenmiştir. Anahtar Kelimeler: David Easton, Siyasal Sistem Kuramı, Siyasal Katılma POLITICAL PARTICIPATION IN RESPECT TO POLITICAL SYSTEM THEORY OF DAVID EASTON: A SURVEY ON ERZURUM VOTERS ABSTRACT In social life, citizens deal with politics for various purposes and in various ways, and provide inputs to political system through political participation. Political participation, including the types and behaviours of voters, directed to affecting the decision-makers is defined as “the behaviours and activities realizde to affect those to come to pasitions to give political decisions or those holding these positions as a result of preferences decisions one makes autonomously ” however, these political participation types or levels change from one political system to another. Individuals can realize the transfer from nonpolitical roles to political ones only by political participation. Citizens can only address their socialand individual wishes, expectations and hopes to political system only through political participation. The political system makes decisions an puts them into action within the context of these political participation inputs. Otherwise, political system won’t see the necessity of taking enforcing decisions and putting tehm ınto operation. This is because, political participation inputs are the exıstence reason and now material of the decisions and the operations of the political system. This survey analysis in what types an how often Erzurum voters participate the political system by transferring from nonpolitical roles to political ones withing the context of political system theory. In addition, the study brings forword the political participation types, and the relations between socioeconomic and socio- cultural variables of the voters. Keywords: David Easton, Theory Of Political System, Political Participation. GİRİŞ İnsanların en temel özelliği onun toplumsal ve siyasal bir varlık olmasıdır. Dünyaya gelişiyle birlikte kendisinde var olan refah, mutluluk ve güven içinde yaşama ihtiyacı bireyi diğer bireylerle bir araya gelerek toplum adı verilen bütün içerisinde, ortak amaç ve ihtiyaçlarını gerçekleştirme durumu ile karşı karşıya bırakmaktadır. Dolayısıyla doğasından kaynaklanan bir gereklilikle toplumsal yaşama dâhil olan birey, oluşan bu yapı içerisinde diğer bireylerle çeşitli ve sayısız ilişkiler kurmakta ve böylelikle doğumuyla başlayan ve yaşamı boyu devam eden bir 12 Atatürk Üniversitesi İletişim Fakültesi, Halkla İlişkiler ve Tanıtım Bölümü, Arş.Gör.Dr. etkileşim süreci içerisinde yerini almaktadır. İnsanoğlunun toplu halde yaşamaya başlamasıyla birlikte söz konusu toplumsal bütün içerisinde düzenin temini, ortak amaçların gerçekleştirilmesi için iş bölümü ve kurumsallaşmanın sağlanması gibi pek çok sorun ile karşı karşıya kalmakta, bu durum ise, siyaset olgusunun ortaya çıkmasına neden olmaktadır. Siyasetin, karmaşık bir yapıya sahip olması neticesinde günümüzde, siyasal analizlerin yapılmasında diğer bilimlerin verilerinden de büyük oranda yararlanılmaktadır. Özellikle psikoloji biliminin insan davranışına özgü tespit ettiği kuralların siyasal davranışlarında açıklanmasında da kullanılmaya başlanması ile birlikte siyaset çok yönlü bir olgu olarak, gerek bireylerin ve gerekse sistemlerin ilgi alanına girdiği görülmektedir. Başlangıçta sadece yönetici ve yönetim şekline ait olgularla açıklanan siyaset, uygulama sürecinde ise topluma ve bireye olan geniş etkisi nedeniyle çok farklı boyutlarda incelenmesi kaçılmaz hale gelmiştir. Oluşturduğu bu etki nedeniyle siyasetin, siyasal hayatta bireyleri ilgilendiren sorunları, sorunların oluşturduğu ortamı, toplumsal yaşam ve yapıyı, toplumsal ilişkileri, siyasal yapı ve kişileri, siyasal yaşamda aktif olmaya çalışan grup ve örgütleri, siyasal sistemin işleyiş ve kararlarını, sistemlerin değişim ve gelişimini, kısaca birey hayatını kuşatan hemen hemen her konuyu kendisine çalışma alanı olarak seçtiği görülmektedir (Çam, 1995: 37-38). Siyasal davranışta her davranış gibi insana özgü bir niteliğe sahiptir. Siyasal sistem ve sağladığı siyasal hakların muhatabı insan olması nedeniyle, siyasal davranışların toplum içinde gerçekleşerek bir anlama ve değere sahip olması nedeniyle siyasal katılımın irdelendiği her çalışma “toplumcu” ve “bireyci” yaklaşımın verilerinin kullanılması söz konusu olmaktadır. Psikolojik (bireyci) yaklaşım, siyasal davranışı, bireysel nitelikler ve değerler sisteminden hareket ederek açıklamakta ve bu iki unsurun seçmen davranışının temel belirleyicileri olduğunu kabul etmektedir. Bu yaklaşıma göre, seçmen davranışı, seçmenlerin bir uyarıcıya verecekleri tepki ve davranışın, seçmenlerin dış dünyayı algılayışına, yorumlayışına bağlı olmakta ve seçmenler psikolojik baskılar altında seçimini yapmakta ve bu baskılar korku, bencillik, otoriterlik, saldırganlık gibi içgüdüsel tepkiler şeklinde davranışlara yansımaktadır (Gülmen, 1979: 4-5). Seçmen davranışlarına yön veren psikolojik etkilerin yanı sıra toplumsal etkenlerde bulunmakta ve bunlar kurumsal ve olgusal nitelikli olarak karşımıza çıkmaktadır. Sosyolojik yaklaşım seçmenlerden daha ziyade, ortak çıkarları bulunan bireylerin oluşturduğu grupları inceleme alanı olarak seçmektedir. Siyasal davranışın sistem bütünlüğü içerisinde açıklanması noktasında David Easton’un “Sistem Analizi Yaklaşımı” ön plana çıkmaktadır. Siyasal sistem, genel toplum bütünü içerisinde otoriter yöntemle değer ve varlık dağıtan daha önce belirlenmiş roller ve roller arası ilişkilerden oluşan bir öğeler dizisi olarak karşımıza çıkmaktadır (Easton, 1965a: 77). Siyasal sistem her şeyden önce özünde iktidar fenomeni bulunan bir örgütlenme biçimi (Uysal Sezer, 1984: 10) olması, siyasal sisteme onu toplumdaki diğer iktidar ve otorite ilişkilerinden ayıran, bir kapsam ve emredicilik kazandırmaktadır. Emredicilik siyasal sistemin yaşaması için, gereksinim duyduğu düzenliliği, bütünlüğü ve sürekliliği ortaya çıkarmakta, bu nedenle söz konusu emredicilik siyasal sistemin, sürekliliğini sağlamak için, sistem değerlerinin topluma kabul ettirilmesi yönünde güç kullanma yetkisi de vermektedir. Siyasal katılma noktasında siyasal sistemler arasında yoğunluk ve biçim açısından önemli farklar bulunmaktadır (Turan, 1986: 30). Siyasal rekabete dayanan sistemlerde toplum üyelerinin siyasal sürece etkin bir biçimde katılmaları genellikle siyasal kültürü oluşturan değerlerden kaynaklanmaktadır. Katılma konusunda sistemler değişik anlayış ve uygulamalara yönelmişlerse de katılmasız bir siyasal sistem ve süreç bulunmamaktadır. Bu sebeple bireylerin siyasal katılma davranışlarındaki değişim ve gelişim toplumsal alt sistemlerin değişmesine ve gelişmesine sebep olacak bu değişim ve gelişim de toplumsal sisteme de yansıyacaktır. Siyasal sistem ile etkin bir "siyasal katılma" arasındaki ilişki halkın siyasal katılımının basitçe sandığa giderek oy kullanması veya temel vatandaşlık görevlerini yerine getirmesiyle değil, siyasetin etkin öznesi haline gelmesi, yani kamusal kararların alınmasına etkin siyasal katılımı sağlayan eylemlilik aracılığıyla gerçekleşecek, böylelikle de siyasal sistem bir değişim ve gelişim gösterecektir. Bu açıklamalar doğrultusunda, çalışmamızda siyasal katılma bir siyasal eylem olarak kabul edilmekte ve toplumun üyesi ile o toplumdaki siyasal otorite arasındaki bir bağ olarak ele alınmaktadır. Çalışma, Seçmenler siyasal sistemin dinamik bir yapıya kavuşması, siyasal sistemin uygulayacağı politikaların belirlenmesine ve etkilenmesine yönelik olarak siyasal sisteme, siyasal katılma yoluyla girdi sağlamaktadır. Seçmenlerin siyasal sisteme katılma düzey ve biçimleri, seçmenlerin sosyo ekonomik ve sosyo-kültürel değişkenlere göre değişiklik göstermektedir; temel varsayımları üzerine oturtulmakta ve seçmenler siyasal sistemin sağlıklı işlemesi için siyasal otoritelere ne tür siyasal gidiler vermektedir? Bu girdiler hangi değişkenlere göre faklılık göstermektedir? sorusuna da cevap aramaktadır. 1- DAVİD EASTON’UN SİYASAL SİSTEM KURAMI David Easton siyasal teori alanında, ikinci dünya savaşı sonrasındaki çalışmalar arasında çok önemli yeri olan bir teoriysen, gelişmesinde Easton’un büyük katkısı bulunan “sistem analizi” de son zamanların, bu alanda ortaya konmuş en kapsamlı modeli olarak kabul edilmektedir. (Saybaşılı; 1985: 23–24). Bu açıdan David Easton’ın siyasal sistem kuramı çok yönden ele alınmış eleştirilmiş, lehinde ve aleyhinde birçok eser yayınlanmıştır13 13 Easton’ın siyasal sistem kuramı hakkında eleştiriler çok çeşitli olup, araştırmacılar özel ilgi alanlarına göre, bazı noktalara ağırlık vermiş, diğer bazı noktalar üzerinde durmamışlardır. Tekeli bu eleştirileri sistemleştirerek, üç başlık altında toplamıştır (Tekeli, 1976: 271–336). Bunlardan birincisi, Easton’ın çalışmalarını, ya tümü ya da ortaya attığı bazı problemler açısından doğrudan doğruya inceleme konusu yapanlardır. Bu tür çalışmalarda ayırıcı özellik, tamamıyla kavramsal bir çalışma getirmiş olmasıdır. (Michel, 1970: 117–131; Reading, 1972: 258-267; Gross, 1967: 156-158 ve Magid, 1955: 201-205). İkinci grup eleştiri ise, Easton’a uygulamacılar tarafından yöneltilmiştir (Tekeli, 1976:274). Üçüncü grup eleştiri ise Easton’ın kuramının çoğu zaman metaorik veya metodoljik incelemeler sırasında kurama benzeyen ve benzemeyen “genel, analitik, ampirik” kuramlar mukayese edilerek incelendiği ve çoğu zaman inceleyenin, incelediği bütün kuramları birleştirdiğini düşündüğü bir kavram çerçevesinde bu mukayesenin yapıldığı türden eleştirilerdir (Grego, 1968: 425–489 ve Campbell, 1971: 21–40). David Easton siyasal sistem kuramını geliştirirken Max Weber ve Talcott Parsons geleneğinden önemli ölçüde etkilenmekle birlikte, yapısal - işlevsel yaklaşımdan farklı bir sistem yaklaşımı ile siyasal olayı açıklamaya yöneldiği görülmektedir (Kalaycıoğlu, 1984: 46). Easton'a göre yapısal - işlevsel yaklaşımın geliştirmiş olduğu kavramlar siyasal sistemi incelemek için yeterli değildir. Üstelik yapısal-işlevselci yaklaşımın temel kavramı olan “işlev” bir teorinin temelini oluşturamaz. Her sistemin işlemesi için bazı işlevlerin yerine getirilmesi koşulu, (asgari olarak gerekli olduğundan), siyasal sistem için de gerekli varlık koşuludur. Sistem terimi bazı asgari işlevlerin yerine getirildiğini zaten belirtmekte ve tanım itibarıyla bunu varsaymaktadır. Kaldı ki, işlev kesinlik içeren bir terim değildir ve onun görgül olarak uygulanması çok zordur. İşlev kavramının ortaya çıkmış olduğu ilk alan olan antropolojide inceleme birimleri basit, tecrit edilmiş ve toplumsal dengeden sapışları kendiliğinden düzenlenen bir özel denge durumu içindedirler. Çağdaş veya modern, karmaşık siyasal sistemlere uygulandığında işlev tanımını büyük ölçüde genişletmek ve soyutlaştırmak gereklidir. Bu tür bir uygulama, işlev kavramını çok büyük ölçüde soyut bir hale sokacaktır ki neden-sonuç ilişkilerini onun aracılığıyla inceleyebilmemiz olanaksızlaşacaktır veya güçleşecektir. Bu durum ise sorun çözmekten çok sorun yaratmaktadır. Dolayısıyla, Easton doğrudan doğruya siyasal sistemin ayakta kalması için gerekli ve yeterli olan işlevlerin neler olduğunu araştırmamaktadır (Easton, 1965a: 105-120). Easton'un çeşitli yazılarında ortaya koyduğu ve yanıtını aradığı temel sorun veya kendisine göre siyasal teorinin temel sorunu, nasıl olup da istikrar ve değişimlerle dolu bir dünyada herhangi bir siyasal sistemin varlığını ısrarla sürdürebildiği sorunudur. Bu sorunun yanıtı siyasal sistemlerin yaşam süreçlerini de, onları sürdüren tepki biçimlerini de açığa çıkaracaktır. Dolayısıyla siyasal teorinin temel sorunu bu süreçleri ve söz konusu tepkilerin doğası ve koşullarını incelemektir. Bu sorun analiz edilip ortaya konmadan, siyasal sistemin varlığını devam ettirmesinde önemli roller üstlenen “işlevler” de anlaşılamayacaktır (Easton, 1965b: 17–18). Easton, bu sorunun cevabını bulmaya çalışırken bazı varsayımlarda bulunmaktadır. Easton’ın bu aşamada çözmeye çalıştığı şey, sistem ile çevresinin ilişkileridir (Tekeli, 1976: 117). Easton öncelikle, siyasal sistemin çevre içinde konumlu olan, çevre tarafından etkilenen ve çevreyi tepkileriyle etkileyen bir nitelik olduğunu kabul etmekte ve Şekil-1 de bu süreç ifadelendirilmektedir (Easton,1965b: 75). Şekil- 1: Siyasal Sistemin Akım Modeli Toplum İçi Çevre Siyasal Sistem O Ç E TALEPLER V DESTEK R Haber Geri Beslemesi T Taleplerin R Çıktı İ Karar ve Eylemler Çıktılara Dönüşümü E Toplum Dışı Çevre Ç O T E E V R E L Haber Geri Beslemesi E R Geri besleme döngüsü Easton’un siyasal sisteme ilk olarak yaklaşımında, siyasal sistemi kapalı kutu olarak kabul etmekte ve siyasal sistemin içinde ne olup bittiğine ilgi göstermemektedir (Easton, 1965b: 78). Easton bu noktada çözümlemeye çalıştığı şey, siyasal sistem ile çevresinin ilişkileridir. Easton “siyasal sistem analizi” ile siyasal yaşamın içerisine gömüldüğü, etkilere açık, sosyal sistemlerce çevrelenerek sınırlarının belli ve karşılıklı ilişkilerin yoğun olarak yaşandığı bur durumu ifadelendirmektedir (Easton, 1965b: 25). Siyasal Sistemin Akım Modeli siyasal sistemin geniş kapsamını göstermektedir. Şekil-1’den de anlaşılacağı üzere, siyasal sistem bir toplumsal sistemin içerisinde bulunmakta ve bu toplumsal sistem de bir dış çevrenin içine oturtulmaktadır. Aynı zamanda, siyasal sistem içsel çevre ile dışsal çevre arasındaki “alışveriş” ya da etkiler akışı da, çift yönlü olarak gerçekleşmektedir. Bu durumlarda siyasal sistemdeki canlılığın, geride kalan toplumsal sistemler üzerinde önemli sonuçlar ortaya çıkartabileceği gibi tam tersi bir durumda söz konusu olabilmektedir. Herhangi bir siyasal sistemin değişim göstermeden varlığını sürdürebilmesi için, ya siyasal sistemin çevreden gelen etkilere muhatap olmaması ya çevrede hiçbir değişikliğin olmaması, ya da siyasal sistemin bu çevresel etkilere kapalı bir sistem olması gerekmektedir. Oysaki siyasal sistem, açık bir sistemdir ve çevresinde de sürekli değişiklikler meydana gelmekte, siyasal sistem, toplumun tümü için değerlerin otoriter dağıtımı amacıyla karar alabilecek ve bunları uygulayabilecek gücü elinde tutabilecek şekilde gerektiğinde değişebilecektir. Siyasal sistem içerisinde gelişen bu süreç, sistemin varlığını sürdürebilmesi için bir gerekliliktir. Çevreden gelen ve sistemde değişikliği öngören etkiler, sisteme yönelik bir baskı aracı olarak kabul edilmekte ve siyasal sistem söz konusu baskıya rağmen varlığını sürdürmek amacıyla “baskıya cevap verebilme kapasitesi” ve “baskıyı kontrol altına alma süreci” ni devreye sokmaktadır (Tekeli, 1976: 163) Siyasal sistemin temel değişkenleri üzerindeki “gerilimlerle başa çıkabilme kapasitesi” onun varlığını sürdürebilmesi için sahip olması gereken temel özelliklerden birisidir. Bu kapasitenin kullanılıp kullanılmaması bir siyasal sistemin varlığını sürdürüp sürdürememesiyle yakından ilgilidir. Dolayısıyla söz konusu kapasite var olmakla birlikte onun kullanımı olmayabilir. Kullanımın söz konusu olabilmesi için gerilim olasılığı içeren koşulların çevreden siyasal sisteme iletilmesi veya ulaştırılması gerekmektedir (Kalaycıoğlu, 1984: 50). Çevre, bilindiği gibi çok karmaşık bir yapı olduğu için ondan gelecek etkiler de aynı derecede çeşitli ve karmaşık olacaktır. Çevreden gelecek olan her bir etki ayrı ve kendine özgü bir biçimde ele alınır ve bu etkilerin teker teker özgül sonuçları siyasal sistem içinde incelenmeye çalışılırsa, kimsenin başaramayacağı karmaşıklıkta bir çözümleme sorunu ortaya çıkacaktır. Onun için çevrenin etkilerini sistematik olarak inceleyebileceğimiz bir biçime dönüştürmemiz, bu çok sayıda etkiyi bazı genel başlıklar altında toplayabilmemiz zorunludur. Dolayısıyla, çevreden kaynaklanan çok sayıda etkiyi az sayıda gösterge haline dönüştürmek onları incelenebilir kılmak için kaçınılmazdır (Easton, 1965b: 25) Bu doğrultuda incelenen siyasal sistemle çevresinin ilişkilerini iki öğe sağlamaktadır. Bunlar çevreden gelen ve sisteme itici güç veren girdiler (input) ile sistemin girdilere cevap şeklinde çevreye gönderdiği tepkiyi ifadelendiren çıktılardır (output) (Easton, 1965a:108). Çıktılar çevrede bir tepkime yaratarak yeni girdilerin doğmasına yol açmakta, siyasal sistem ise bunlara yeni çıktılar ile cevap vermektedir. Siyasal sistem diğer sistemlerden gelen etkiler, bunlar için çıktıları, siyasal sistem için ise girdileri simgelemektedir (Easton, 1965b: 25). Aynı şekilde, siyasal sistemin çıktıları da diğer sistemler için birer girdi olarak değerlendirilmektedir (Easton; 1965a: 109). Bu sibernetik devre ilkesine uygun olarak sürüp gitmekte ve ne başlangıcı nede sonu olmayan sürekli bir akış halinde devam edipgitmektedir (Duverger, 1986: 351). İşte “girdiler” ve “çıktılar” siyasal sistemle çevresi arasında bu etkileşimi açıklayabilmek ve karmaşıklığı sadeleştirerek incelenebilir veya siyasal çözümleme yapılabilir hale getirmektedir. Siyasal sistem bir bütünü oluşturan, birbiriyle bağlantılı bir örgütler dizisi olması nedeniyle sistem otoritelerinin almış olduğu kararlar bir boşluk oluşturmamaktadır. Toplumun çeşitli kesimlerinde meydana gelen gereksinimler, istekler, sorunlar ve siyasal sistem otoritelerinin bunları algılamaları, kendi düşünce ve eğilimleri, kısa ve uzun dönemli amaçları, siyasal kararların alınmasında etkili olmaktadır. Bu noktada siyasal süreç, toplumdan ve sistemin kendisinden gelen isteklerin, sistem tarafından kararlara dönüştürülmesi ve uygulanması olarak karşımıza çıkmakta ve bu olay bir girdi-çıktı sürecini oluşturmaktadır. Talepler siyasal sisteme girmekte, sistem kendi içinde bu talepleri işleme tabi tutmakta ve sonuçta siyasal kararlar olarak çevreye ulaşmaktadır (Turan, 1986: 19). Siyasal sistem analizinde, gerek girdi ve gerekse çıktı kavramları bir soyutlamayı ifade etmektedir. Bu soyutlama bireyin siyasal olmayan rollerden siyasal olan bir role geçişini ifade etmektedir ki, bu aslında bireylerin siyasal sisteme katılma anlamı taşımaktadır (Kalaycıoğlu, 1984; 58). Siyasal sistemi herhangi bir yolla değiştiren veya etkileyen sistem dışı her türlü olayı içeren girdiler ikiye ayrılarak incelenmektedir (Easton, 1965b: 27). Bunlar; “talep (demand) girdisi” olarak ifade edilen ve siyasal sistemin otoritelerine yönelik gerilim yaratıcı unsurlar ile siyasal sistem üyelerinin sisteme yönelik tutumlarını içeren “destek (support) girdi”leridir. Talep girdisi, çevrede oluşan değişiklikleri siyasal sisteme ulaştırarak, sistemi bir eyleme yönelten ve böylece sistemin varlığını sürdürmesini sağlayan temel bir etken olarak karşımıza çıkmaktadır. Talepler incelenirken başlıca iki perspektif göz önünde bulundurulmaktadır. Birinci olarak, talepler çevrede meydana gelen bazı değişiklikleri siyasal sisteme ilettiklerinden, siyasal sistemin davranışları üzerinde etkili olduğu, ikincisi ise, taleplerin siyasal sistem üzerinde bir baskı oluşturdukları ve dolayısıyla siyasal sistemin varlığını tehdit ettikleri için, siyasal sistemin varlığını sürdürebilmek üzere talepleri ne şekilde minimize etmeye çalıştığı yaklaşımdır (Tekeli; 1976:184). “Talep girdisi” belli bir konuya ilişkin olarak siyasal otoritelerce emredici bir değer dağıtımı yapılıp yapılmaması hususunu ifade etmektedir (Easton, 1965b: 38). Başka bir ifadeyle “talep girdisi”, belli bir konuda siyasi otoriteye ilişkin bir tahsisin yapılıp yapılmaması hakkında ileri sürülen bir fikir veya düşünce olarak da tanımlanmaktadır. Böylece bir düşünce ne derece geniş çaplı veya özgül olursa olsun, siyasi otoriteye ilişkin bir bölüşümün yapılması veya yapılmaması gerektiğine işaret edecek biçimde ifade edildiği zaman talep haline dönüşmektedir (Kalaycıoğlu, 1984; 54). “Talep girdisi” toplumsal isteklerin, beklentilerin, umutların belli öneriler olarak sistemin otoritelerine yöneltilip, onların karar almaları ve eyleme geçmelerinin istenmesini yansıtmaktadır. Easton için “talep girdileri” mutlaka açık olarak belirtilmesi gereken ifadeler değil aynı zamanda örtülü (zımni) olarak da ifade edilen girdilerdir. Örneğin belirli bir adaya oy vermek, belirli bir rejim karşıtı örgüte üye olmaya karar vermek de örtülü olarak taleplerin iletilmesi anlamına gelmektedir. Çünkü yukarıda ifade edilen davranış türleri mutlaka talep belirtme anlamına gelmemektedir (Kalaycıoğlu, 1984: 54) “Talep girdileri” siyasal sisteme yönelmiş olan çok sayıda etkiyi özet bir biçime indirgeyerek algılamamızı sağlamaktadır. “Talep girdileri” etrafında oluşan rekabet ve çatışmalar en basit veya ilkelinden en gelişmişine kadar tüm siyasal sistemlerde siyasetin özünü oluşturmaktadır. Talepler, siyasal sistem için bir enformasyon girdisi olması nedeniyle siyasal sistem analizinin temel “bağımlı değişkeni”dir. Bu noktada “talep girdilerinin” “sıfıra” yaklaştığı bir siyasal sistem çözülme durumuyla karşı karşıya kalacaktır (Tekeli; 1976: 185). Çünkü siyasal sistem kendisine yönelik “talep girdisi” olmadığı takdirde toplum ve bireyler için bağlayıcı kararlar alması için sebep ve gerekte görmeyecek siyasal sistemin faaliyette bulunması anlamsızlaşacaktır. “Talep girdileri” siyasal sistemin ürettiği, kararlar ye eylemlerin hem varlık sebebi hem de hammaddesidir. Nasıl hammadde olmaksızın bir fabrika üretimde bulunamazsa, talep olmaksızın da siyasal sistemler çıktı oluşturamazlar ve faaliyette bulunamazlar. Siyasal sistemde “çıktı”ların oluşmasına bir şeyin teşvik ve tahrik etmesi gerekmektedir. İşte bu kaynak “talep girdisidir”. “Talep girdileri” farklı, çatışan talepler otoritelere toplumsal sorunların neler olduğunu göstermekte aksi takdirde ise bu sorunların otoriteler tarafından algılanabilmesi imkânsız hale gelmektedir (Easton, 1965b: 40). Talep mevcut olmadığı takdirde siyasal bir sistemin hâkim üyeleri (otorite) hangi problemlere hangi enerjilerini yönelteceklerini kestirmekte zorlanmaktadır. Hangi sebeple olursa olsun (bu sebepler toplumun güvenliği, hâkim sınıfın iktidarını koruması, bürokrasinin devamı, kamu hizmetleri) herhangi bir eyleme geçebilmek için bireylerin yöneticilerin dikkatini bu sorunlara çekmesi gerekmektedir (Easton, 1965b: 49). Talep ve destek girdisi dışında siyasal sisteme yönelik iki tür girdiden de söz etmek mümkündür. Bunlardan ilki sistemin kaynak gereksinimleri ile ilgilidir. Kaynak gereksinmesi, siyasal sistemin işlevlerini yerine getirebilmesi kontrol ettiği, edebildiği ve edebileceği kaynakların varlığı ve büyüklüğüne bağlıdır (Grumm: 1973: 235-249) İkinci girdi tür ise “siyasal katılmadır”. Siyasal katılma olgusunda sistemler arasında yoğunluk ve biçimi açısından önemli farklar bulunmaktadır (Turan; 1986b: 30). Siyasal rekabete dayanan sistemlerde toplum üyelerinin siyasal sürece etkin bir biçimde katılmaları genellikle siyasal kültürü oluşturan değerlerden kaynaklanmaktadır. Katılma konusunda sistemler değişik anlayış ve uygulamalara yönelmişlerse de katılmasız bir siyasal sistem ve süreç bulunmamaktadır. 2. SİYASAL SİSTEMLERDE SİYASAL KATILMA Günümüzün en yaygın toplumsal-siyasal örgütlenme biçimi olan ulus devletlerin özünü oluşturan ilkelerden bir tanesi, siyasal iktidarın gücünü yönetilenlerden almasıdır. Siyasal iktidarın ilahi kaynaklara dayandığı düşüncesinin bırakılarak, yönetilenlerin rızasına dayandırılması uzun bir siyasal değişim süreci sonunda ortaya çıkmıştır. Sanayi devriminden sonra, yönetimden etkilenenler, giderek toplum adına uyulması zorunlu kararlar alma işlemine katılmak isteği göstermişler ve birçok toplumda uzun hatta zaman zaman kanlı çatışmalar meydana gelmiş, sonuçta yönetilenler siyasal sürece katılım hakkına sahip oldukları anlayışı gelişmiş ve yerleşmiştir. Bütün, modern siyasal toplumlarda siyasal katılma veri olarak benimsenmekten öteye, iyi vatandaşın katılımcı bir vatandaş olduğu düşüncesi yerleştiği görülmektedir. (Turan, 1987: 67). Geniş halk kitlelerinin pek çok ülkede sandık başına giderek oy kullandığı çağımızda, siyasal katılma olayının da, özellikle 1960’lı yıllardan beri siyasal bilim uzmanlarınca artan bir ilgi ile izlendiği görülmektedir. Siyasal katılma olayına iki yaklaşım söz konusudur. Bu yaklaşımlardan birincisi, siyasal katılmayı modernleşmenin bir sonucu veya siyasal gelişmenin bir göstergesi olarak ele alan yaklaşımdır (Weiner, 1971: 159-200). İkinci yaklaşım ise, siyasal katılmaya kişisel çözümleme düzeyinde yaklaşan ve kişiyi oy vermeye, sorunlarını siyasal otoritelere yansıtmaya, siyasal gösterilerde bulunmaya neden olan koşulları araştıran yaklaşımdır (Verba, Nie ve Kim, 1978). Bu iki yaklaşımı bağdaştırmaya yönelik çabalar kullandıkları veriler ve bağlamlar dolayısıyla sınırlı kalmaktadır. Kaldı ki, bu alanda güvenirliliği yüksek, uzun süreli gözleme dayalı verilere sahip olmamamız, özellikle siyasal değişim gibi ancak süreç olarak ifade edilebilecek siyasal olaylarla siyasal katılma arasındaki bağı gerektiği gibi incelenmesinde ciddi zorluklar çıkarmaktadır. Bu pratik veya teknik engellerin yanı sıra değişik yaklaşımlar kullanan bilim adamlarının siyasal katılmayı kavramsallaştırmaları da farklılıklar göstermektedir. Ayrıca, siyasal katılmanın kabul edilen tanımları ile bu tanımların içselleştirilmesi arasında da ciddi ayrılıklar ortaya çıkmaktadır. Lerner, “The Passing Of The Tradiotional Society”(1958) adlı eserindeki ortaya sürdüğü varsayımlarında sürekli olarak siyasal katılmaya atıfta bulunmakta, ölçümlerini ise tamamıyla oy vermeye dayandırmaktadır. Keza Karl Deutch da “Social Mobilization And Political Developmant” (1966: 384–405) adlı makalesinde de siyasal katılmanın bağımlı değişkeni olarak toplam oy verme istatistiklerini incelemektedir. Türkiye üzerindeki çalışmalar arasında da şüphesiz en önemlileri olan Deniz Baykal’ın “Siyasal Katılma” (1970) ve Ergun Özbudun’un “Toplumsal Değişme ve Siyasal Katılma”( 1975) adlı eserleri de büyük ölçüde oy verme istatistiklerine dayanmaktadır. Siyasal katılma kavramı, gerek 1920'lerden sonra, davranışçı akımın yaygınlaşmasının etkisi (Dahl, 1969: 69), gerek modernleşme sürecinin siyasal katılma üzerindeki etkileri paralelinde modern-geleneksel toplumların karşılaştırılmasında bir ölçü olarak kullanılması (Huntington, 1968: 32-36) ve gerekse liberal demokrasiye yöneltilen eleştiriler nedeniyle, 20. Yüzyılın ikinci yarısından itibaren birçok araştırmanın14 konusu olmuş, ancak üzerinde düşünce birliği sağlanmış bir tanıma da henüz ulaşılamamıştır. Bu durumun nedeni olarak siyasal katılmanın çok yönlü bir olgu olması paralelinde farklı yaklaşımlar çerçevesinde açıklanması ve hangi eylemlerin siyasal katılma olarak ele alınacağının sınırının net olarak çizilememesi gösterilmektedir. Çeşitli alanlardan derlenmiş olan siyasal katılma kavramı, siyasal tercihin yaşamın her anında kendini ortaya koyması anlamında, siyasal etkileşimi anlatmak amacıyla kullanılmaktadır (Anık, 2000: 161). Araştırmacılar arasında hukuka aykırı eylemlerin, istenilen sonucu sağlayamayan "başarısız" etkileme girişimlerinin ve irade dışı katılma eylemlerinin siyasal katılma sayılıp sayılmayacağı konusunda da görüş birliği bulunmamaktadır (Özbudun, 1975: 2). Katılmaya dair ortak bir tanımın olmamasının diğer bir nedeni de, katılmanın daha çok uygulamaya yönelik olmasıdır. Ulusal, yerel ya da çalışma yaşamı gibi farklı alan ve düzeylerde çeşitli katılma uygulamalarının varlığı her düzey ve alanın kendi amacına uygun tanımlar yapmasına neden olmaktadır (Uysal Sezer, 1984: 2). Ayrıca toplumların sosyoekonomik gelişme düzeylerinin farklı olması ve demokrasilerin uygulama farklılığı da ortak bir tanım yapılmasının önündeki engellerdendir. Siyasal katılma kavramının tanımları etrafında farklı yaklaşımların olması, bu konuda ortak bir tanıma ulaşılamaması, kavramın zihinlerde yeteri kadar berraklaşması bakımından yerli ve yabancı kaynaklarda yer alan birçok tanımın ortaya konulmasını gerekli kılmaktadır. McClosky (1972:252) siyasal katılmayı, "yöneticilerin ve yönetilenlerin doğrudan ya da dolaylı olarak kamusal politikaların nasıl oluşturulacağının belirlenmesinde toplum üyelerinin gönüllü olarak yaptığı faaliyetler" olarak tanımlamaktadır. Weiner (1971:164)'ise siyasal katılmayı, "yerel veya ulusal bütün düzeylerdeki siyasal liderlerin tercihlerini meşru veya gayri meşru yöntemler kullanarak etkilemeyi amaçlayan, başarılı ya da başarısız örgütlü ya da örgütsüz, sürekli ya da süreksiz olarak yapılan bütün eylemler" şeklinde tanımlamaktadır. Mılbrath ve Goel'de (1977:2) “vatandaşların devlet yönetimini etkileme veya desteklemek için yaptıkları eylemlerin siyasal katılmayı” ifade ettiğini belirtmektedir. Parry, Moyser ve Day (1992: 16) ise siyasal katılmanın kamu politikalarının formülasyonu ve uygulanmasında rol almayı içerdiğini belirtilerek, "kamu temsilcileri ve memurları tarafından alınan kararları etkilemeyi amaçlayan vatandaşların eylemi" olarak tanımlamaktadır. Başka bir tanımda ise siyasal katılma, 14 1960-1980 yılları arasındaki donemde yapılmış Türkiye ve dünyadaki bazı çalışmalar su şekilde sıralanabilir. Deutsch (1961), Frey (1963), Dahl (1963), Bulutay ve Yıldırım (1968), Nie, Bıngham, Prewıtt (1969), Pızzorno (1970), Baykal (1970), Verba, Nie, Kım (1971), Weıner (1971), Ozankaya (1971), Verba, Nie (1972), Cornelıus (1973), Sencer (1974), Karaesmen (1975), Karpat (1975), Kongar (1975), Mardin (1975), Özbudun (1975,A,B), Vergin (1977), Tekeli vc Gökçeli (1977), Ergil (1980). "kimlerin yöneteceğini ya da onların nasıl yöneteceklerini etkilemek niyetiyle sergilenen bireysel davranışlar" olarak tanımlanmaktadır (Hague, Harrop ve Breslın, 1992: 156). Siyasal katılımın bir davranış olmanın ötesinde normatif bir karakter de kazandığına değinen Birch (1993: 81); “Siyasal katılımın kötü bir şey olduğunu düşünen çok az insan vardır. Pek çok kişi, katılımı Batılı demokratik sistemlerin başarısında önemli bir unsur olarak görmekte ve bireylerin genel katılım düzeyinden ve biçiminden de demokrasinin kalitesini ve belki de etkinliğini arttıracağı kanısındadır.” şeklinde değerlendirmede bulunmaktadır. Yabancı araştırmacılar yanında yerli araştırmacılar da siyasal katılma kavramı üzerinde değerlendirmeler yaparak çeşitli tanımlamalarda bulunmuşlardır. Özbudun (1975: 4) siyasal katılmayı, "vatandaşların, merkezi veya yöresel devlet organlarının personelini yahut kararlarını etkilemek üzere kendilerince ya da başkalarınca tasarlanmış, hukuki veya hukuk dışı başarılı veya başarısız eylemlere girişmeleri" şeklinde tanımlamaktadır. Daver (1993: 203) siyasal katılmayı, bireyin siyasal sistem karşısındaki durumunu, tutumunu ve davranışlarını gösteren bir kavram olarak ifade etmektedir. Katılım basit bir meraktan, yoğun bir eyleme kadar uzanan geniş bir tutum ve faaliyet alanını kapsamaktadır. Kışlalı (1983:186)'da siyasal katılmayı "vatandaşların, devletin çeşitli düzeylerdeki karar ve uygulamalarını etkileme eylemleri" olarak tanımlamakta, Eroğul (1991: 17) ise siyasal katılımı devlet yönetimine katılma ile eş görmektedir. Tokgöz ise (1979: 297) "oy vermeyi de içerecek şekilde kampanyalarda çalışma, siyasal tartışmalara girme, siyaset adamlarıyla ilişki kurma ve benzeri şekildeki pek çok davranışsal faaliyeti" siyasal katılma olarak ifadelendirmektedir. Kısaca bu tanımlardan yola çıkarak siyasal katılmaya "kişinin otonom olarak yaptığı tercihler ve verdiği kararlar sonucunda, siyasal karar mevkilerine gelecek olanları veya bu mevkileri ellerinde bulunduranları etkilemek üzere yaptıkları eylem ve faaliyetler" Kalaycıoğlu (1983: 10) şeklinde bir tanımlamak mümkündür. Siyasal katılmada birey ile sistem değerleri ve süreçlerinin bütünleşmesi amaçlandığı için bu iki unsur arasında değer ve görüş birliğinin oluşturduğu bir uyum, birey davranışlarında siyasal sürecin devamı ve işlerliği için uygunluk, devamlılık ve yaygınlık kazanacaktır. Bu sebeple bireyin siyasal katılımı, bireyin beklentilerini, taleplerini, tutum ve değerlerini ve bunların geliştirip şekillendirdiği biçimde sisteme ve eyleme yönelişini kapsayan bir bütün (Uysal Sezer, 1984: 4) olarak karşımıza çıkacaktır. Siyasal katılmanın yaygın olarak görülen iki tür uygulama biçimi bulunmaktadır (Turan, 1986: 68-73). Bunlardan birincisi “oy kullanma”dır. Hemen her demokratik toplumda bireyler, siyasal tercihlerini, öncelikle oy verme davranışıyla ortaya koymaktadır. İkinci ve etkili biçimi olduğu için daha fazla önemsenen siyasal katılma ise, siyasal sistemde görev alan kişilerle ilişki kurulmasıdır. İkinci tür siyasal katılma, yönetilenlerin çağdaş demokratik siyasal sistemler için öngörülen denge ve denetim mekanizması işlevini yerine getirmektedir (Anık, 2000: 161). Yani siyasal katılmanın, tanımına uygun olan bu ikinci tür, seçmenin “oy” teveccühüne mazhar olmuş siyasi kişi, kurum, program veya kadroların “vekâlet” ettikleri süre içinde “azil” ya da teveccühten mahrum bırakma tehdidiyle onların denetim altında tutulması anlamına gelmektedir (Anık, 2000: 161). Hangi boyutta ve nasıl bir niteliğe sahip olursa olsun bireylerin siyasal katılmalarında belli bir amaç bulunmaktadır. Bu amaçları gerçekleştirme yönünde "Genellikle dört çeşit güdü insanları siyasete katılmaya sevk etmektedir. Bunlar kişisel bağlılık, dayanışma, çıkar ve vatandaşlık duygusudur (Özbudun, 1975: 6). Bu güdülerle harekete geçen bireylerin siyasal katılımdan beklentileri ise; çıkarlarını koruma, sosyal dayanışma ve uyum, grubuyla hareket etme, dünyayı anlama, psikolojik tatminsizliklerin ikame edilmesi ve itibar görme, takdir edilme ihtiyaçları olarak karşımıza çıkmaktadır (Yücekök; 1987: 28). Siyasal katılmayı ifade eden tanımları büyük ölçüde genişletmek ve daha birçok tanım yapmak olanaklıdır. Gerek burada ele alınan gerekse alınmayan araştırmacıların tanımları değerlendirildiğinde; "siyasal eylem" yörüngesinde farklılaşmalar oluşmaktadır. Özellikle eylemin "içeriği" ve "niteliği" noktalarında bir ayrım söz konusudur. Nitekim McClosky, Weiner, Milbrath, Pizzorno, Nie ve Verba siyasal katılmanın vurgusunu içeriğine vererek "ne için" katılımda bulunduğunu ön plana çıkarmaktadır. Özbudun, Kalaycıoğlu, Kapani ve Tokgöz ise -"ne için"e de cevap vermekle birlikte- "ne tür eylemler" sorusunu yanıtlarken eylemin "niteliğini" de ön plana çıkmaktadır. Ayrıca tanımların bir kısmı dar kapsam içerisinde sadece davranış (eylem) boyutunu öne çıkartırken, bir kısmı ise daha geniş anlamda siyasal ilgi, bilgi ve tutumları da siyasal katılma kavramın içine almaktadır. Siyasal katılma kavramı üzerine yapılan tanımlardan yola çıkarak, siyasal katılmanın üç önemli özelliği ön plana çıkmaktadır: 1. Tutumlar ya da eğilimler her zaman eylemi ifade etmemesine rağmen, siyasal katılım eylemleri değil tutumları da içermelidir. (Huntington ve Nelson 1976: 4-6). Dolayısıyla siyasal katılımda “fiili eylem” önem taşımaktadır. 2. Katılımcıların siyasal eylemi geçici, belirli zamanları kapsayan ve genellikle diğer sosyal rollerle karşılaştırıldığında ikincil gelmektedir. 3. Siyasal katılım sadece hükümet kararlarını etkilemek için gerçekleştirilir. Dolayısıyla herhangi bir özel şirketin yönetimini etkilemek için yapılan bir grev, ne şekilde olursa olsun siyasal katılım sayılamaz. "Siyasal katılım toplumsal sorunların çözülmesinde bir konsensüs oluşturması bakımından, hem demokratik yapılanma hem de bireyler açısından büyük önem taşımaktadır" (Akarlı ve Ben-Dor, 1975: 33). Son analizde ise, tanımlama şekli ne olursa olsun siyasal katılmanın halk tarafından yönetim formülünde ifadesini bulan demokratik yönetimin hem ilkesi hem de demokrasiyi sürdürme aracı olarak; karar alma, alınan kararları etkileme ve uygulama amaçları ile belirli bir ortamda, farklı düzey ve biçimlerde gerçekleşen, bireylerin tutum ve davranışları ile ilgili bir süreçtir. 3. NİCEL ARAŞTIRMA Siyasal katılma bağlamında, Doğu Anadolu Bölgesi’ndeki en büyük seçmen kitlesine sahip Erzurum ili- merkez ilçelerinde yaşayan seçmen kitlesinin, hangi tür siyasal katılma biçimlerini hangi düzeyde yaptıklarına ilişkin görüşlerini tespit etmek ve faktör analizi ile siyasal katılma biçimlerinin tipolojisini çıkartarak bunlara etki eden bio-fizyolojik ve sosyo-ekonomik faktörlerin (etkenlerin) etkisini ortaya koymak amaçlanmaktadır. 3.1 Araştırma Evreni (Nüfus) ve Örneklemi Araştırma, Doğu Anadolu Bölgesindeki tek Büyükşehir belediyesi olma özelliği olan ve 452 bin 333 seçmen sayısına sahip Erzurum ili merkez ilçelerinde tesadüfî örneklem yöntemi ile 15- 29 Nisan 2009 tarihleri arasında 578 seçmen üzerinde gerçekleştirilmiştir. Örneklem tespiti yapılırken, 29 Mart 2009 Genel Mahalli İdareler Yerel Seçimlerde siyasi partilerin aldıkları oylar ve merkez ilçelerinin seçmen sayıları göz önünde bulundurulmuştur. Yapılan örneklem testinden sonra örneklemin dağılımı belirlenmiştir. Bu bağlamda; Erzurum ili merkez ilçelerinde 29 Mart 2009 Genel Mahalli İdareler Yerel Seçimlerinde siyasi partilerin aldıkları oy oranları ve örneklemdeki temsilleri aşağıdaki Tablo-1 de gösterilmektedir. Tablo-1: 29 Mart 2009 Genel Mahalli İdareler Yerel Seçimlerinde Siyasi Partilerin Almış Oldukları Oy Oranlarına Göre Örneklem Testi PARTİLER 29 Mart 2009 Genel Mahalli İdareler Yerel Seçimlerinde Siyasi Partilerin Almış Oldukları Oy Oranları (%) Ak Parti MHP CHP SP DİĞER TOPLAM 56,8 33,9 1,1 5,8 2,4 100 Örneklem Temsili (%) 58,3 33,0 1,6 6,6 0,5 100 3.2 Uygulama ve Veri Toplama Aracı Araştırmada, araştırmanın varsayımlarına ve seçilen örnekleme uygun olarak belirlenen hipotezleri test etmek amacıyla, siyasal otoriteler tarafından alınan kararları etkilemeyi amaçlayan seçmenlerin doğrudan ve ya dolaylı olarak yaptığı basit meraktan yoğun bir eyleme kadar uzanan geniş bir tutum ve faaliyet alanını kapsayan siyasal katılma faaliyetlerinden oluşan 22 maddelik siyasal katılım skalası oluşturulmuştur. Oluşturulan bu siyasal katılma faaliyetleri katılma derecelerine göre 5 noktalı Likert tipi ölçek ölçek [hiçbir zaman, (1), çok seyrek (2), ara sıra (3), genellikle (4) ve her zaman (5) kullanılmıştır. Daha sonra bu 22 maddeden oluşan siyasal katılma skalası faktör analizine tabi tutularak faktörlerin diğer değişkenler (yaş, eğitim, meslek, gelir düzeyi ve cinsiyet) ile ilişkileri analiz edilmiştir. 3.3 Veri Analizi Aynı şekilde seçmenlerin siyasal sistemin işlevselliği ve siyasal otoritelerin alacağı kararları etkilemesi açısından siyasal katılma faktörleri 22 maddelik siyasal katılma skalası üzerinde Açıklayıcı Faktör Analizi (Exploratory Factor Analysis) ile incelenmiştir. Faktör analizi sonucunda oluşturulan siyasal katılma faktörleri ile seçmenlerin bio-fizyolojik ve sosyo-ekonomik durumları (demografik özellikler) Ttesti, tekyönlü varyans analizi (ANOVA) test edilmiştir. 3.4 Araştırmanın Bulguları Araştırmaya katılan 578 seçmenin (deneğin) sosyo-demografik özelliklerinin belirlenmesi amacıyla, Erzurum mücavir alanı içerisinde ikamet ettikleri ilçe, cinsiyet, yaş, meslek, aylık gelir ve eğitim durumları ve ideolojik kimliklerine yönelik sorular sorulmuştur ve elde edilen bulgular aşağıda özetlenmiştir. 3.4.1 Araştırmaya Katılanların Sosyo-Demografik Özellikleri Araştırmaya katılanların cinsiyetleri açısından değerlendirildiğinde araştırmaya katılan deneklerin yüzde 66,1’i erkek, yüzde 33,9’u ise kadınlar oluşturmaktadır. Yaş açısından incelendiğinde seçmenlerin yüzde 20,2 si 18-24; yüzde 32,5 i 25-30; yüzde 26,6’sı 31-35; yüzde 12,3’ü 36-40; yüzde 5,9’u 41-50 ve % 2,4’ü ise 51 yaş ve üstü yaş aralığında yer aldığı görülmektedir. Araştırmaya katılan seçmenler meslekleri açısından incelendiğinde; yüzde 10,7’si işçi, yüzde 22,3’ü memur; yüzde 14’ü esnaf; yüzde 10,7’si serbest meslek; yüzde 8,1’i emekli; yüzde 12,1’i ev hanımı; yüzde 10,2’si öğrenci ve yüzde 11,8’i ise işsiz olarak yaşamını sürdürmektedir. Araştırmaya katılan seçmenlerin meslek grupları açısından değerlendiğimizde meslek gruplarının hemen hemen hepsinin de belirli oranda araştırmanın örnekleminde temsil edildiği görülmektedir. Ailenin aylık ortalama gelirler seviyeleri incelendiğinde, araştırmaya katılan seçmenlerin yüzde 29.8’i 0-750 TL; 751-1500 TL yüzde 27,9; 1501-2500 TL arasındakiler yüzde 30,8; 2501 -4000 TL arasında olanlar yüzde 7,8 ve 4001 TL ve üzerinde aylık gelire ise yüzde 3,8’dir. Bu veriler incelendiğinde ise Erzurum seçmenini genelde 0-2500 TL arasında gelire sahip olduğu söylenebilir. Araştırmaya katılan seçmenler eğitim seviyeleri açısından incelendiğinde; yüzde 2,8’unun okuryazar; yüzde 7,6’sının ilkokul; yüzde 11,2’sinin ortaokul; yüzde 34,4’ünün lise; yüzde 38,9’unun üniversite ve yüzde 4,3’ünün ise master ve doktora eğitimi aldığı görülmektedir. Bu veriler doğrultusunda araştırmaya katılan deneklerin büyük çoğunluğunun yüksek öğrenim gördüğü anlaşılmaktadır. Ayrıca araştırmaya katılan seçmenler ideolojik olarak kendilerini nasıl tanımladıkları incelendiğinde ise yüzde 6,4’ü Kemalist Atatürkçü; yüzde 31,7’si Milliyetçi; yüzde 25,1’i İslamcı, yüzde 16,1’i sosyal demokrat; yüzde 15,6’sı sağcı; yüzde 2,2 si liberal ve yüzde 2,9’u ise solcu olarak tanımlamaktadır. Araştırma verilerine göre Erzurum seçmeninin oy tercihlerinden de anlaşılacağı üzere milliyetçi ve İslamcı kimliklerinin ön palana çıktığı görülmektedir. 3.4.2 Seçmenlerin Siyasal Katılmalarına İlişkin Faktör Analizi Araştırmamıza katılan Erzurum seçmeninin siyasal katılmalarını incelemek amacıyla soru formumuzda yer alan ve çeşitli siyasal katılma faaliyetlerini içeren 22 maddelik siyasal katılma skalası, seçmenleri siyasal katılma faktörlerinin belirlenebilmesi amacıyla faktör analizine tabi tutulmuştur. Faktör yapısının ortaya çıkartılmasında, bütün değişkenleri maksimum varyansı açıklaması beklenen Temel Bileşenler Metodu (Principal Compenents) kullanılmıştır. Kullanılan ölçeğin güvenilirlik katsayısının ise Cronbach’s Alpha 0,9235 olarak gerçekleşmiştir. Faktör analizinin güvenilirliği konusunda; örneklem uygunluk ölçütü olarak hesaplanan Kaiser-Meyer-Olkin (KMO) değeri 0,925 ve küresellik sınama testi olarak kabul edilen Barlett’s Test of Sphericity: 11273,393 (sig= 0,000) ile anlamlı bulunmuştur. Bu iki test, üzerinde çalışılan örneklemin büyüklüğünün ve verilerin faktör analizi için uygun olduğu sonucunu ortaya çıkarmaktadır. Özdeğeri 1’den büyük olan ve faktör yükü 0,5 ve üzeri değişkenler faktör boyutlarını yorumlamada kullanılmıştır. Faktör analizi, kullanıcılar için toplam varyansın yüzde 88,334 açıklayan 5 faktör boyutunun ortaya çıkmasıyla sonuçlanmıştır. Rotasyona uğramış (Varimax) bileşen matrisi incelendiğinde faktörlere atanan değişkenler ve faktör yükleri Tablo-2 deki gibidir Tablo- 2: Siyasal Katılma Faktörüne İlişkin Rotasyonlu (Varimax) Temel Bileşen Matrisi FAKTÖRLERE ATANAN DEĞİŞKENLER FAKTÖRLER 1 2 3 4 5 ,975 Genel Seçimlerde oy kullanma ,970 Yerel Seçimlerde oy kullanma ,915 Bir siyasi partiye üye olma ,887 Bir siyasi partide görev alma ,903 Bir siyasi partinin veya adayın seçim kampanyasında yer alma ,896 Siyasetle ilgili bir sivil toplum kuruluşuna üye olma ,812 Basında güncel siyaset ile ilgili çıkan haberleri izleme Siyasal içerikli panel, sempozyum, konferanslara dinleyici olarak ,745 katılma ,937 Bir protesto gösterisine katılarak hükümeti protesto etmek Desteklediğim siyasi parti/adaya diğer seçmenlerin oy vermelerini ,913 sağlamak için ikna etme ,932 Güncel siyasal anketlere görüş belirtme Gazetede yer alan siyasal haberler ya da köşe yazılarıyla ilgili olarak ,928 mektup, faks, internet aracılığı kişisel düşünceleri aktarma ,953 Propaganda amaçlı bildiri, gazete, dergi vb. dağıtma, afiş yapıştırma ,890 Siyasi konuları diğer vatandaşlar ile tartışma ,839 İmza kampanyasına imza verme ,959 Bir parti / aday rozeti / amblemi taşıma / arabaya asma ,792 Televizyonda yayınlanan siyasal içerikli programları seyretme Beğenilen bir uygulama için devlet yetkililerine takdir mektubu ,824 yazma Herhangi bir toplumsal konuda, bilgi istemek amacı ile yetkililere ,817 dilekçe ile başvurma Kamusal konularda şikâyetleri/beğenileri bildirmek için devlet ,765 yetkililerini ziyaret eden bir grup içinde bulunma ,961 Siyasal mitinglere katılma ,900 Siyasi konularda bilgi sahibi olarak bilgileri çevreme aktarma 41,1116,30 9,86 8,74 7,17 Eingenvalues (Özdeğer) 26,4122,9717,6212,648,86 Açıklanan Varyans 0,96 0,95 0,98 0,93 0,90 Cronbahc’s Alfa Extraction Method: Principal Component Analysis. Rotation Method: Varimax with Kaiser Normalization. a Rotation converged in 6 iterations. Faktör analizi sonuçlarına göre araştırmaya katılan Erzurum seçmeninin siyasal sistemin daha sağlıklı işlemesi için girdi sağlaması açısından siyasal katılma biçimlerine ilişkin ilk ve en güçlü faktörün “Siyasal Eylem” olduğu görülmüştür. Bu faktörü açıklayan ve yükü 0,5 üzerinde olan 7 (Bir protesto gösterisine katılarak hükümeti protesto etme, Güncel anketlerde görüş belirtme, Gazetede yer alan haberler ya da köşe yazılarıyla ilgili olarak mektup, faks, internet aracılığı kişisel düşünceleri aktarma, İmza kampanyasına imza verme, Beğenilen bir uygulama için devlet yetkililerine takdir mektubu yazma, Herhangi bir toplumsal konuda, bilgi istemek amacı ile yetkililere dilekçe ile başvurma ve Kamusal konularda şikâyetleri/beğenileri bildirmek için devlet yetkililerini ziyaret eden bir grup içinde bulunma) siyasal eylem (item) tespit edilmiştir. Siyasal eylem faktörü toplam varyansın yüzde 26,41 açıklamakta ve güvenilirlik katsayısı Cronbach’s Alphası ise 0,96 ve özdeğeri ise 41,11 olarak belirlenmiştir. Siyasal katılmaya ilişkin ikinci faktör, seçmenlerin siyasal konulara ilgilerini ifadelendiren “Siyasal ilgi” faktörü olarak tanımlanmıştır. Siyasal ilgi faktörü toplam varyans içindeki payı yüzde 22,972 ve güvenilirlik katsayısı Cronbach’s Alphası 0,95 ve özdeğeri ise 16,30’dur. Siyasal ilgi faktörüne ilişkin olarak atanan değişkenler dikkate alındığında bu gruptaki değişkenlerin genellikle seçmenlerin siyasal konulara ilgisini gösteren, kitle iletişim araçlarında siyasal konularda çıkan haberleri izleme, siyasal içerikli panel konferans ve sempozyumları dinleme ile siyasal konular ile ilgili seçmenlere bilgi aktarma ve onları oy verme konularında ikna etme gibi siyasal ilgilerini gösteren aktiviteleri içerdiği görülmektedir. Siyasal katılmaya ilişkin üçüncü faktör, seçmenlerin siyasal katılma biçimlerinde seçim dönemlerindeki siyasal kampanyalara katılım eylemlerini içeren “siyasal kampanya Aktiviteleri” olarak tanımlanmıştır. Siyasal kampanya aktiviteleri toplam varyans içindeki payı yüzde 17,622, özdeğeri 9,86 ve güvenilirlik katsayısı Cronbach’s Alphası ise 0,98’dir. Siyasal katılma davranışları içerisinde siyasal kampanya aktiviteleri faktörüne atanan değişkenler dikkate alındığında bu gruptaki değişkenlerin genellikle, bir siyasi parti veya adayın seçim kampanyalarında görev alma şeklindeki katılma davranışlarını içerdiği görülmektedir. Bu bağlamda bir siyasal parti veya adayın seçim kampanyalarında görev alma eylemlerine ilişkin olarak üçüncü siyasal katılım faktörü ise siyasal kampanya olarak ifadelendirilmiştir. Siyasal katılmaya ilişkin dördüncü faktör, seçmenlerin siyasal katılma biçimlerinde siyasal parti veya sivil toplum kuruluşlarına üye olarak katılan seçmenleri ifadelendiren “siyasal üyeler” faktörü olarak tanımlanmıştır. Siyasal üyelerin toplam varyans içindeki payı yüzde 12,646 iken özdeğeri 8,74 ve güvenilirlik katsayısı Cronbach’s Alphası ise 0,96’dır. Siyasal katılma davranışları içerisinde siyasal üyelik faktörüne atanan değişkenler dikkate alındığında bu gruptaki değişkenlerin genellikle, siyasal partilerde üye olarak veya görev alarak siyasal katılma davranışlarında bulunan seçmenler ile siyaset ile ilgili herhangi bir sivil toplum kuruluşuna üye olan seçmenleri içerdiği görülmektedir. Siyasal katılmaya ilişkin beşinci ve son faktör, seçmenlerin siyasal katılma biçimlerinde yerel veya genel seçimlerde oy kullanan seçmenleri ifadelendiren “salt oy kullananlar” faktörü olarak tanımlanmıştır. Salt oy kullanarak siyasal katılma faktörünün toplam varyans içindeki payı yüzde 8,680 ve güvenilirlik katsayısı Cronbach’s Alphası 0,94 ve özdeğeri ise 7,17 olarak belirlenmiştir. Siyasal katılma davranışları içerisinde salt oy kullanma faktörüne ilişkin olarak atanan değişkenler dikkate alındığında bu gruptaki değişkenlerin genel ve yerel seçimlerde oy kullanarak siyasal sisteme katıldıkları görülmektedir. 3.4.3 Siyasal Katılmanın Toplumsal Algılanmasına İlişkin Faktörlerin Bazı Değişkenlerle İlişkisi Araştırmamızın bu bölümünde faktör analizi sonucunda ortaya koyduğumuz, Siyasal Eylem, Siyasal İlgi, Siyasal Kampanya Aktiviteleri, Siyasal Üyelik ve Salt Oy Kullanma faktörlerinin ortalamaları üzerinden yaş, eğitim, meslek, aylık gelir ve siyasal kimlikleri arasında anlamlı farkın olup olmadığını ortaya koymak için Tek Yönlü Varyans Analizi (ANOVA) ile test edilirken, değişken boyutunun iki olması nedeniyle cinsiyet değişkeni bağımsız t testi ile analiz edilmiştir. Bu değişkenler ile faktörler arasındaki ilişkiyi belirten tablolar aşağıda sunulmuştur. Tablo-3: Siyasal Katılma Faktörlerinin Cinsiyet İle İlişkisi T Testi Sonuçları Değişken/ Siyasal Katılma Faktörleri Cinsiyet Siyasal Eylem Siyasal İlgi (Faktör 1) (Faktör 2) T değeri p T p değeri 2,20 0,00 5,05 Siyasal Kampanya Aktiviteleri (Faktör 3) T değeri p 0,00 -6,72 0,50 Siyasal Üyelik (Faktör 4) Salt Oy Kullanma (Faktör 5) T p değeri T p değeri 1,80 0,07 2,29 0,02 Siyasal katılma faktörlerinin cinsiyet değişkeni arasındaki anlamlı farklılık ilişkisi “bağımsız t testi” ile analiz edilmiştir. Siyasal katılma bağlamında, cinsiyet rollerinin yol açtığı baskı, kadının daha az veya pasif olarak siyasal katılma davranışı sergilemesine yol açmaktadır. Sanayileşmiş çağdaş toplumlarda dahi kadınların oy kullanma hakları yakın geçmişte tanınmış ve birçok toplumda uzun yıllar siyaset erkeklerin egemenliğinde sürdürülmüştür. Ancak bu anlayışın, özellikle gelişmiş Batı medeniyetlerinde yavaş yavaş çözülmeye başladığı görülse de, yine de toplumsal hayatta kadınların siyasete duydukları ilgi ve katılım düzeyleri erkeklere oranla daha azdır. Bugüne kadar yapılan hemen hemen bütün çalışmalar erkeklerin kadınlara oranla daha çok siyasetle ilgilendiklerini (oy verme, siyasal kampanya faaliyetlerine katılma, parti üyeliği vb.) ortaya koymaktadır. (Carr vd. 1974: 260; Milbrath ve Goel, 1977: 135; Kalaycıoğlu, 1984: 115; Tekeli, 1982: 129; Baykal, 1970: 63; Kışlalı, 1993: 144). Özellikle çocuk doğurma ve annelik işlevinin kadında oluşu, onu ev işlerine yönlendirmekte ve böylece de siyasal olayların kadının ilgi alanı dışına çıkması da doğallaşmaktadır. Bu durum kadının siyasal katılımının erkeğine oranla daha az olması gibi beklenen sonucu doğurmaktadır. Erzurum seçmeninin siyasal katılma faktörleri ile ilgili cinsiyete ilişkin bulgularda bu görüşler ile büyük ölçüde örtüşmektedir. Çünkü araştırma bulgularına göre Erzurum seçmeninin siyasal sisteme “siyasal eylem”, “siyasal ilgi” ve “salt oy kullanma” biçiminde/düzeyinde katılmaları, cinsiyetlerine göre değişmekte (p<0,05) ve cinsiyetler arasında istatistiksel olarak anlamlı bir farklılık bulunmaktadır. Erzurum’da siyasal sisteme erkekler “siyasal üye”, “siyasal ilgi” ve “salt oy kullanma” biçiminde kadınlara oranla daha fazla katıldıkları ve siyasal sistem için girdi sağladıkları görülmektedir. “Siyasal kampanya aktiviteleri” ve “siyasal üyelik” faktörleri açısından yapılan incelemelerde ise cinsiyet temelinde anlamlı bir farklılığın olmadığı görülmektedir. ” (p>0,05) Tablo-4: Siyasal Katılma Faktörlerinin Diğer Değişkenler İle İlişkileri Değişkenler /Siyasal Katılma Faktörleri Siyasal eylem (Faktör 1) SD F p Siyasal İlgi (Faktör 2) SD F p Siyasal Kampanya Siyasal Aktiviteleri Üyelik (Faktör 3) (Faktör 4) SD F p SD F p Salt Oy Kullanma (Faktör 5) SD F p Yaş 5 5,70 0,00 5 0,76 0,10 5 8,08 0,00 5 1,44 0,20 5 1,4 0,19 Eğitim Düzeyi 5 6,88 ,000 6 3,24 0,00 6 1,96 0,10 6 0,70 0,64 6 1,69 0,12 Meslek 7 30,71 0,00 7 15,30 0,00 7 32,66 0,00 7 9,98 0,00 7 1,19 0,30 Aylık Gelir 4 15,06 0,00 4 6,56 0,00 4 8,92 0,00 4 3,86 0,00 4 0,53 0,71 6 6 1,73 0,11 6 1,08 0,37 6 11.6 0,00 6 1,29 0,25 Siyasal Kimlik 1,29 0,39 (ANOVA ) Testi Sonuçları Çalışmamız açısından elde edilen önemli bulgulardan bir diğeri de, siyasal katılma faktörlerinin, seçmenler düzeyindeki sosyo- ekonomik ve sosyo-kültürel farklılıklara göre değişiklik gösterip göstermediğini ve hangi gruplar arasında istatistiksel olarak anlamlı farklılıkların olduğunu ortaya koymasıdır. Bu verilere ulaşmak amacıyla, siyasal sisteme “siyasal eylem”, “siyasal ilgi”, “siyasal kampanya aktiviteleri”, “siyasal üyelik” ve “salt oy verme” faktörleri doğrultusunda girdi veren seçmenlerin, eğitim düzeyi, meslek grupları, aylık gelir, yaş ve siyasal kimlik değişkenleri ile analizleri yapılmış ve siyasal katılma açısından önemli bulgulara ulaşılmıştır. Cinsiyet rolleri gibi bireyin denetimi dışında belirlenen ve siyasal katılma üzerinde etkili olan bir diğer faktör de bireyin “yaşı”dır. Yaş gruplarını "gençlik", "orta yaş" ve "yaşlılık" olarak kategorileştirdiğimiz zaman siyasal katılma farkları daha anlamlı olarak ortaya konulabilmektedir. "Gençlik" kategorisindeki insanın gerek enerji, gerekse zaman olarak siyasal eyleme elverişli bir durumda bulunması ve ayrıca, aile yükümlülüğü, kariyer oluşturan düzenli bir meslek uğraşısı gibi bağlarının bulunmaması nedenleriyle gösteri yürüyüşü, seçim kampanyaları faaliyeti gibi bol enerji ve zaman gerektirebilecek siyasal eylemlere "orta yaş" ve "yaşlı" kategorilerine oranla daha kolay gerçekleştirebilecekleri varsayılmaktadır. Erzurum seçmeni üzerine yaptığımız araştırmada ise, siyasal sisteme “siyasal eylem” ve “siyasal kampanya aktiviteleri” biçiminde/düzeyinde katılan seçmenlerin yaş gruplarına göre değiştiği ve aralarında istatistiksel olarak anlamlı farklılıkların olduğu sonucuna ulaşılmıştır. Özellikle 26-30 ve 35-40 yaş arasındaki orta yaş seçmenlerin, 18-25 yaş arasındaki gençlere ve 41-50 yaş arasındaki orta yaş üstü gruplara göre, “siyasal eylem ve “siyasal kampanya aktiviteleri” faktörleri düzeyinde daha fazla katıldıkları gözlemlenmiştir. Araştırma verilerine göre, “siyasal eylem” ve “siyasal kampanya aktiviteleri” faktörleri düzeyinde katılım genç ve yaşlı gruptaki seçmenlerde düşük, orta yaş grubundaki seçmenlerde ise yüksektir. Yaş ile siyasal katılma düzeyi arasındaki ilişkiye yönelik araştırma bulguları, “siyasal eylem” ve “siyasal kampanya aktiviteleri” faktörleri düzeyinde de farklılık göstermektedir. Genç, orta yaş ve ihtiyarlıkta insanların ihtiyaçları, beklentileri ve toplumsal hayattaki pozisyonları farklılık gösterir. Sıkça iş arayan, yer değiştiren gençler toplumsal hayatta daha statik bir görüntü sergileyen orta yaş ve üstü kategorilere göre daha dinamik bir hayat tarzına sahiptirler. Koruyacakları bir statüleri olmadığı gibi toplum içerisinde saygın bir yer arayışı içerisindedirler. Buna karşılık orta yaş ve üstü gruplarda yer alan insanların yerleşmiş bir hayatı, belli bir statü ve meslekleri vardır ve hayattan beklentileri mevcut durumu koruma, en azından daha da kötüye gitmesini engelleme yönündedir. Araştırma sonucunda elde edilen bu bulgular, her ne kadar çelişik gibi görünse de, siyasal katılma biçimleri ve yaş arasındaki diğer araştırma bulguları ile uyum göstermektedir. Eğitim, siyasal değerlerin aktarılmasında başvurulan en önemli araçlardan biridir. Toplumsallaşma hem bilgi, hem değer yapılarının aktarımı ile ilgili olduğundan, eğitim gören bireyler siyasal katılmanın istenilen bir davranış olduğuna inanmakta, siyasal sistem hakkında daha çok bilgiye sahip olmaları nedeniyle de, siyasal faaliyetlerde bulunmak için kendisini daha yetenekli ya da hazırlıklı görebilmektedir (Turan, 1986: 77). Bu nedenle eğitim düzeyinin yükselmesi ile siyasal katılımın artacağı varsayımı genel kabul görmektedir. Erzurum seçmeninin siyasal katılma faaliyetleri üzerine yaptığımız bu araştırmada ise, siyasal sisteme “siyasal eylem” faktörü düzeyinde katılmada eğitim düzeyleri açısından anlamlı bir farklılık bulunmaktadır. Araştırma bulgularına göre, lise, üniversite ve master/doktora mezunu seçmenler, ilkokul mezunu seçmenlere oranla, daha fazla “siyasal eylem” aktiviteleri içerisinde yer almaktadırlar. Araştırma neticesinde elde ettiğimiz bu bulgu, yukarıda bahsi geçen genel varsayım ile uyum sağlamaktadır. Kısaca seçmenlerin eğitim düzeyleri arttıkça, siyasal sisteme daha fazla “siyasal eylemci olarak katılmaktadır. Bu bulgu aynı zamanda Almond ve Verba’nın beş ayrı ülkede yaptıkları ve elde ettikleri “eğitim seviyesi yüksek olanlar, daha düşük olanlara göre siyasete ve siyasi konulara daha çok ilgi göstermektedir” sonucu ile de örtüşmektedir. Ancak, araştırmamızdan çıkan sonuçlara göre, seçmenlerin siyasal sisteme “siyasal ilgi”, siyasal kampanya aktiviteleri”, siyasal üyelik”, “salt oy kullanma” faktörleri düzeyinde katılmada, seçmenlerin eğitim seviyeleri açısından istatistiksel düzeyde anlamlı bir farklılık görülmemektedir. Yaş, cinsiyet ve eğitimde olduğu gibi, “gelir” ile siyasal katılma arasında da bir ilişki söz konusudur. Yapılan araştırmalar gelir ile siyasal katılma arasında doğrusal bir ilişkinin varlığını ortaya koymaktadır (Milbrath ve Goel, 1977: 120; Baykal, 1970: 38). Lipset, yüksek gelir grubundaki bireylerin yüksek, düşük gelir grubundakilerin ise düşük düzeyde oy vermeye katıldığını ortaya koymaktadır (Lipset, 1986: 204). Erzurum seçmeni, siyasal sisteme katılma biçimleri ile aylık gelir arasındaki ilişkiyi incelediğimizde ise, “siyasal eylem”, “siyasal ilgi”, “siyasal kampanya aktiviteleri” ve “siyasal üyelik” faktörleri düzeyinde katılmada seçmenlerin gelir düzeylerine göre değişmekte ve aralarında istatistiksel olarak anlamlı bir farklılık görülmektedir. Gelir düzeyi yüksek gruplar daha düşük gelir seviyesindekilere oranla daha fazla siyasal katılım sağlamaktadırlar. Meslek grupları açısından da siyasal katılma eylemlerine katılım farklılaşmaktadır. “Siyasal eylem”, “siyasal ilgi”, “siyasal kampanya aktiviteleri” ve “siyasal üyelik” faktörleri düzeyinde; serbest meslek sahipleri, memurlar, esnaflar ve işçiler, ev hanımı, öğrenciler ve işsizlere oranla daha fazla siyasal sisteme girdi vermektedir. Meslekleri birbirlerine göre ve toplum nazarındaki meslek gruplarının sahip olduğu saygınlık/itibara göre bir sınıflandırmada meslek gruplarının yüksek veya düşük statüleri göz önünde bulundurulmasını gereklidir. Ancak saygınlık/itibar esasına dayanan bir sınıflandırma –anlamlı olsa da- nihayetinde mesleğin siyasal katılma üzerindeki etkisini bütünüyle açıklayamamaktadır. Mesleği icabı hükümet kararlarından etkilenildiği varsayılan, toplum nazarında biraz daha saygın olduğu düşünülen, siyasetle ilgilenen bireyleri bir araya getirerek etkileşimi sağlayan ve görev icabı zorunlu olarak bazı siyasi roller oynayan meslek grupları siyasete daha fazla ilgi göstermekte ve siyasal sisteme daha fazla “siyasal eylem”, “siyasal ilgi”, “siyasal kampanya aktiviteleri” ve “siyasal üyelik” biçiminde girdi sağlamaktadır. Seçmenlerin siyasal kimlikleri ile siyasal katılma faktörleri arasındaki ilişki incelendiğinde ise, seçmenlerin siyasal kimlikleri ile “siyasal eylem”, “siyasal ilgi”, “siyasal kampanya aktiviteleri” ve “ salt oy verme” faktörleri arasında anlamlı bir farklılığın olmadığı görülmezken, siyasal kimlik ile “ siyasal üyelik” faktörü arasında anlamlı bir ilişki görülmektedir. Seçmenlerin siyasal partilere üyelik faktörü, seçmenlerin Kemalist Atatürkçü, Milliyetçi, İslamcı, sosyal demokrat, sağcı, liberal ve solcu tanımlamalarına göre değişmektedir. SONUÇ Siyasal Sistem Teorisi Bağlamında Siyasal Katılma (Erzurum Seçmeni Üzerine Bir Araştırma)” isimli bu keşif çalışmasında, “Siyasal Sistem Kuramı” üzerindeki teorik incelemelerden sonra siyasal sistemi herhangi bir yolla değiştiren veya etkileyen sistem dışı olayları içeren “siyasal katılma faktörleri” analiz edilmeye çalışılmıştır. Çalışmanın teorik kısmındaki varsayımlar doğrultusunda oluşturulan soru/sorunlar, Erzurum il ve merkez ilçelerinde 578 denekle yapılan alan araştırması doğrultusunda test edilerek cevapları aranmıştır. Siyasal katılma kavramı, sistem kavramı analizlerine bağlı olarak toplumların kolektif amaçlarını belirlemek ve gerçekleştirmek üzere geliştirdikleri bir örgütler dizisidir. Ayrıca siyasal sistem, aralarında karşılıklı ilişkisi içerisinde bulunan çok sayıda unsurlardan meydana gelmiş karmaşık bir bütün olarak ifade edilmekte ve toplum üyelerinden gelen girdiler (inputs) ve siyasal otoritelerden gelen çıktılarla (outputs) varlığını devam ettirmektedir. Siyasal katılma kavramını ortaya koyma noktasında, tanımsal ve kurumsal çeşitlilik nedeniyle, kavram tanımlama çabaları temel özellikler bakımından iki ana yaklaşım ile ele alınıp incelenmektedir. Bunlar; (1) siyasal katılmayı, siyasal gelişimin ve modernleşmenin bir göstergesi olarak ele alan yaklaşımdır. Bu yaklaşıma göre; siyasal katılma, modernleşmenin ve siyasal gelişmenin bir göstergesidir ve siyasal katılmada belirleyici ölçüt “oy verme”dir. (2) İkinci yaklaşımda ise esas olan seçmen davranışı olmakla birlikte, davranışa kaynaklık eden değişkenlerin öncelikli olarak ele alınıp belirlenmesi gerektiği öne sürülmektedir. Bu yaklaşıma göre incelenmesi gereken; bireyi oy verme ve siyasal taleplerini siyasal otoritelere aktarmak için gerekli siyasal katılma eylemlerinin ve bireyi bu eylemlere yönelten değişkenlerin neler olduğudur. Çalışmamızda, siyasal katılma kavramını tanımlamada ikinci yaklaşım benimsenmiş ve “kişinin otonom olarak yaptığı tercihler ve verdiği kararlar sonucunda siyasal karar mevkilerine gelecek olanları veya bu mevkileri ellerinde bulunduranları etkilemek üzere yaptıkları eylem ve faaliyetler” siyasal katılma olarak değerlendirilmiştir. Bu keşif araştırmasında, siyasal katılma konusunda –yukarıda bahsi geçenbugüne dek yapılmış yerli ve yabancı araştırmaların bulguları ve değerlendirmeleri de göz önünde bulundurularak; seçmenin siyasal karar mercilerini etkilemeye yönelik davranış ve eylem türleri, bu amaca yönelik olarak tasarlanan alan araştırması ile değerlendirilmiştir. Erzurum ölçeğinde, siyasal karar mercilerini (otorite) etkilemeye yönelik siyasal katılma türlerini/düzeylerini ortaya koyabilmek amacıyla tasarlanan 22 maddelik “siyasal katılma skalası” faktör analizine tabi tutulmuş ve siyasal katılma biçimleri sınıflandırılmıştır. 22 maddelik ölçüm skalası üzerinde yapılan faktör analizi, toplam varyansın yüzde 88,334’ünü açıklayan 5 faktör boyutunun ortaya çıkmasıyla sonuçlanmıştır. Aşağıdaki tabloda araştırmamız özelinde ortaya çıkan siyasal katılma faktörleri ve her bir faktörün siyasal sisteme sağlamış oldukları girdiler özetlenmiştir. Tablo-5: Siyasal Katılma Faktörleri Ve Siyasal Sisteme Sağlamış Oldukları Girdiler Siyasal Katılma Düzeyi Katılma aktiviteleri (Girdiler) SİYASAL EYLEM Protesto: (Hükümet siyasalarına karşı fiili harekette bulunma) Takdir: (Hükümet siyasalarına karşı olumlu görüş bildirme/tebrik ziyaretlerine katılma) Anket/imza kampanyalarına katılma/dilekçe yazma Gazetecilere siyasi görüş bildirme SİYASAL İLGİ Dışadönük Bilgi Taşıma (Oy verme ve tercihler konusunda diğer seçmenleri iknaya çalışma, gerektiğine tartışma) İçedönük Bilgi Toplama (Siyasete ilişkin gelişmeler konusunda kitle iletişim araçlarını yakından takip etme) SİYASAL KAMPANYA AKTİVİTELERİ Fiili Katılım (Bir parti ya da adayın seçim kampanyasında yer alma, bildiri dağıtma, afiş asma) Sembolik Katılım (Bir siyasi parti ya da adaya ilişkin rozet, amblem taşıma) SİYASAL ÜYELİK Aktif Üye (Parti merkezli siyasal davranışlar: Bir partiye üye olma, partide görev alma) Pasif Üye (Fikir merkezli siyasal davranışlar: sivil toplum kuruluşlarına üyelik/gönüllülük) SALT OY VERME Oy Kullanma (Genel ya da yerel seçimlerde oy kullanma, halkoylamalarına katılma) Çalışmamızda “siyasal katılma ve eylem düzeyleri”, faktör boyutları ortalamaları ve değişkenlerin özellikleri dikkate alınarak; Siyasal Eylem, Siyasal İlgi, Siyasal Kampanya Aktiviteleri, Siyasal Üyelik, Salt Oy Kullananlar şeklinde sınıflandırılmıştır Öncül araştırmalarla kısmen uyum içerisinde olsa da çalışmamız açısından “siyasal katılma eylem ve düzeyleri” 5 faktörlü bir yapının oluşumuna işaret etmektedir. Erzurum seçmeninin, siyasal sisteme girdi vermesi yönünde ilk olarak gerçekleştirdikleri siyasal katılma faktörü “Siyasal Eylem”dir. Erzurum seçmeni açısından, protesto, anketlere görüş bildirme, gazetelerin köşe yazılarına düşüncelerini aktarma, imza verme, devlet yetkilerine takdir mektubu yazma, bilgi istemek amacıyla dilekçe yazma, şikâyetleri ve beğenileri bildirmek amacıyla otoriteleri ziyaret eden grup içinde bulunma gibi “Siyasal Eylemler” sisteme girdi vermesi açısından öncelikli olarak başvurdukları siyasal katılma biçimini oluşturmaktadır (yüzde 26,41). Erzurum seçmeni, siyasal sisteme ikinci olarak “Siyasal İlgi” düzeyinde katılmaktadır. Kitle iletişim araçlarından siyasal gündemi takip etme, siyasal içerikli panel, sempozyum ve konferanslara katılma, siyasi konular ile ilgili olarak diğer seçmenlerle iletişime geçme (yüzde 22,97) biçiminde ortaya çıktığı görülmektedir. Üçüncü tip siyasal katılmacılar ise, özellikle seçim dönemlerinde biraz daha önem kazanan ve seçim kampanyalarında yerle alma propaganda amaçlı bildiri afiş asma, partinin imgelerini taşıma, mitinglere katılma gibi eylemleri içeren “Siyasal Kampanya Aktiviteleri”dir (yüzde 17,62). “Siyasal Üyelik” ve “Salt Oy Kullanma” ise sırasıyla dördüncü ve beşinci siyasal katılma faktörlerini oluşturmaktadır. Siyasal sistemin karar ve eylemlerini etkilemek amacıyla girişilen siyasal katılma davranışları da siyasal eylem, siyasal ilgi, siyasal kampanya aktiviteleri, siyasal üyelik ve salt oy verme düzeyinde girdi sağlamaktadır. Siyasal sistemin, vatandaşların siyasal katılma düzey ve etkinliklerini dikkate almaları siyasal sistemin demokratikleşmesi, sağlıklı bir şekilde işlemesi ve enerjilerini hangi konulara sarf edeceklerinin öğrenilmesi açısından çok önemlidir. Çünkü bireylerin siyasal katılma davranışlarındaki değişim ve gelişim toplumsal alt sistemlerin değişmesine ve gelişmesine de kaynaklık edecektir. Siyasal sistem ile etkin bir "siyasal katılma" arasındaki ilişki, halkın siyasal katılımının basitçe sandığa giderek oy kullanması veya temel vatandaşlık görevlerini yerine getirmesiyle ölçülmemelidir. Halkın siyasetin etkin öznesi haline gelmesi, kamusal kararların alınmasında aktif rol oynaması, siyasal katılımı sağlayan “eylemler” aracılığıyla gerçekleşecek ve böylelikle de siyasal sistem demokratikleşme, eksiklerini giderme yolunda ilerleme gösterebilecektir. KAYNAKÇA ANIK, Cengiz. (2000) Siyasal İkna, Vadi Yayınları, Ankara. BAYKAL Deniz. (1970) Siyasal Katılma: Bir Davranış İncelemesi, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınları No: 302, Ankara. BIRCH, Anthony. (1993) The Concepts and Theories of Modern Democracy, Routledge, London. CAMPBELL, Angus, Gerald GURİN, Warren MİLLER E. (1954) The Voter Decides, Peterson and Company, New York. CARR, Robert K. Vd. (1974) American Democracy, The Dryden Pres, IIinois. ÇAM, Esat. (1995) Siyaset Bilimine Giriş, Der yayınları, İstanbul. DAHL, Robert. (1969) The Behavioral Approach in Political Science: Epitaph for a Monument to a Succesful Protest, Behavioralism in Political Science, Heinz EULAU (Ed.),Atherton Press, New York. DEUTSCH, Karl W. (1966) Social Mobilization and Political Development”,(Ed.) Finkle, Jason L, Gable, Richard W., Political Development and Social Change, John Wiley and Sons New York. DUVERGER, Maurice. (1986) Siyaset Sosyolojisi, Siyasal Bilimin Öğeleri, Çev Şirin Tekeli, İkinci Basım, Varlık Yayınları, İstanbul. EASTON, David. ( 1965b) A Framework For Political Analysis, Englewood Cliffs, , Prentice-Hall, New Jersey. EASTON, David. (1965a) A System Analysis Of Political Life, Jhon Wiley And Sons, New York. EROĞUL, Cem. ( 1991) Devlet Yönetimine Katılma Hakkı, İmge Yayınevi, Ankara. GREGO, James. (1968) Political Science And Functuonal Analysis” APRS, Vol: 62 No:2 GROSS, Bertram. (1967) Review of Easton’s Analysis of Political System, APRS, Vol 61. GRUMM, Jhon G. (1973) The Lelislative System As An Economic Model, SAGE Publications Ltd New York. GÜLMEN, Yüksel. ( 1979) Türk Seçmen Davranışı: 1960–1970, İstanbul, İstanbul Üniversitesi No:2531, İktisat Fakültesi No: 430, İstanbul. HAGUE, Rod, HARROP Martin, BRESLIN, Shaun. (1992) Comparative Political Goverment, V. Wright (Ed.), McMillan Press Ltd. HUNTİNGTON, Samuel. (1968) Political Order in Changing Societies, New Haven and London, Yale University Press, London. KALAYCIOĞLU, Ersin. (1984) Çağdaş Siyaset Bilim, Teori, Olgu ve Süreçler, Osman Akçay Matbaası, İstanbul. KALAYCIOĞLU, Ersin. (1983) Karşılaştırmalı Siyasal Katılmana, Siyasal Eylemin Kökenleri Üzerıne Bir İnceleme, İstanbul Üniversitesi SBF Yayınları, İstanbul. KIŞLALI, Ahmet Taner. (1994) Siyaset Bilimi, , İmge Yayınevi, İstanbul. LERNER, Daniel. (1958) The Passing of Traditional Society, The Free Pres of Glencoe Collier-Macmillan Limited, London. LİPSET, Martin S. (1986) Siyasal İnsan, Çev. Mete Tunçay, , Teori Yayınları, Ankara. MAGID, Henry. (1955) “A Critique Of Easton On The Moral Foundation Of Theoretical Research In Politic Science” Ethics, Vol:65, No:65. McCLOSKY, Herbert.( 1972) “Political Participation”, International Encyclopedia of Social Sciences, David L. SILLS (Ed.), McMillan and Frre Press, Reprint Edition, C: 12, New York. MIBRATH, Lester W, GOEL, Madan. L. (1977) Political Participation ; How and Why Do People, Get Involved in Politics ?, Rand Mc Nally College Publishing Company, Chicogo. MİCHEL, Evans. (1970) Notes, On David Easton’s Model Of The Political System, Journal Of Commenweath Political Studies, Vol:8. ÖZBUDUN, Ergün. (1975) Türkiye’de Sosyal Değişme ve Siyasal Katılma, Ankara Üniversitesi Hukuk. Fakültesi Yayınları No: 363, Ankara. PARRY, Geraint., MOYSER, George, DAY, Neil. (1992) Political Participation and Democracy in Britain, Cambridge University Press, Cambridge. READING, Reid. (1972) Is Easton’s System Persistence Framework Useful ?, Resarch Notes, Journal Of Politics , Vol 34 No:1 ROSE, Richard, HARVE Mossawir. (1974) Voting And Election:A Functional Analysis, Levis Bowmanve G R Boynton (Der) Political Behavior And Public Opinion:Comparative Analysis, Englewood Cliffs, Prentice-Hall, New Jersey. SAYBAŞILI, Kemali. (1985) Siyaset Biliminde Temel Yaklaşımlar, Birey Toplum Yayınları, Ankara TEKELİ, Şirin. ( 1976) “Davit Easton’un Siyaset Teorisine Katkısı Üzerine Bir İnceleme” İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Yayınları, İstanbul. TEKELİ, Şirin. (1972) İstanbul. Kadın ve Siyasal-Toplumsal Hayat, Birim Yayınları, TOKGÖZ, Oya. (1979) Siyasal Haberleşme ve Kadın, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilimler Fakültesi, Yayını No: 429, Ankara. TURAN, İlter. (1987) Siyasal Demokrasi, Siyasal Katılma, Baskı Grupları ve Sendikalar, Türkiye Denizciler Sendikası, İstanbul. TURAN, İlter. (1986) Siyasal Sistem ve Siyasal Davranış, Der Yayınları 3. Basım, İstanbul. UYSAL SEZER, Birkan. (1984) Siyasal Katılma ve Katılma Davranışına Ailenin Etkisi: İki Çimento Fabrikası Örneğinde Bir Deneme, TODAİ Yayınları, No:209, Sevinç Matbaası, Ankara. VERBA Sidney, NORMAN Nie, JAE-ON Kim. (1978) Participation And Political Aquality: A Seven Nation Comprasion, Cambridge Üniversity Pres, London. WEİNER, Myron. (1971) Political Particition: Crisis of the political Process, Crises and Sequences in Political Development, Ed. Leonard Binder, Sidney Verba, James S. Coleman, v.d. Princeton University Pres, New Jersey. YÜCEKOK, Ahmet. (1987) Siyaset’in Toplumsal Tabanı (Siyaset Sosyolojisi), Ankara Üniversitesi Siyasal Bilimler Fakültesi Yayınları No:565, Ankara. FİKRİ MÜLKİYET HAKLARININ GELİŞİMİNİ İLETİŞİM TEKNOLOJİLERİ ÖRNEĞİNDE DEĞERLENDİRMEK Prof. Dr. Fahrettin KORKMAZ* Derya TELLAN* ÖZET Enformasyonun şirketler için birincil üretim faktörü haline gelmeye başlaması ve ‘hizmetler ekonomisi’nden ‘enformasyon ekonomisi’ne doğru dönüşüm yaşanması, fikri mülkiyet konusunun dünya ticaretinin odağına yerleşmesine neden olmuştur. Yeni iletişim teknolojileri zihinsel üretime bağlı nesnelerin doğasını ve kapsamını hızla dönüştürmektedir. Ağ temelli ve sayısal teknolojiler, fikri özgünlüğün dağınık özellik kazandığı yeni bir dönemi şekillendirme ve eserleri kolayca dağıtabilme potansiyeline sahiptirler. Bu bağlamda, fikri mülkiyet hakları nosyonu, hakların kapsamına ilişkin karmaşık soruları gündeme getirmektedir. Bu makale, fikri mülkiyet haklarının teorik ve uygulamalı meselelerini kapsayan, tarihsel süreç içerisinde biçimlenen ve konuya ilişkin genel saptamalarda bulunan değerlendirmeleri tartışmaktadır. Tartışmalar göstermektedir ki, dünya ticaretinde enformatik içerik sektörünün uluslararası rekabet üstünlüğünün yeni unsuru olarak anlam kazanması, iletişim teknolojilerinde fikri mülkiyet haklarına yoğunlaşılması sürecini de beraberinde getirmektedir. Anahtar Kelimeler: Fikri Mülkiyet Hakları, Enformasyon Ekonomisi, Yeni İletişim Teknolojileri, Sayısal Dönüşüm EVALUATING THE DEVELOPMENT OF INTELLECTUAL PROPERTY RIGHTS IN THE SCOPE OF COMMUNICATION TECHNOLOGIES ABSTRACT Becoming the information to be the primary factor of production in the companies and living transformation from ‘service economy’ toward to ‘information economy’, have moved the issue of intellectual property into sharp focus of world trade. New communication technologies have changed the nature and the scope of intellectual objects rapidly. Network based and digitalized technologies have the potential to shape a new era of decentralized creativity, and make it so much easier to accomplish the distribution of creative material. In this context, the notion of intellectual property rights, make many complex questions about the extent and precise nature of the rights a current issue. This article discusses the perspectives, comprising theoretical and practical issues of intellectual property rights, that are shaped in the historical process and providing general determinations on this theme. Discussions indicate that achieving the sector of informatics a meaning as new competition superiority factor in the world trade carry the process that concentrate the intellectual rights of communication technologies. Keywords: Intellectual Property Rights, Information Economy, New Communication Technologies, Digital Transformation Giriş Sahip olmanın, bir mal ya da hizmetin değerini belirlemenin, piyasa fiyatını oluşturmanın yansıması olan ‘mülkiyet’ kavramı, çalışma ilişkilerinin tarihsel süreci içerisinde farklı anlamlar taşıyan; doğası gereği sürekli değişkenlik gösteren ve kapsamlılığını hukukla meşrulaştıran bir içeriğe sahiptir. İnsan zihninin ve bilişsel * * Atatürk Üniversitesi Hukuk Fakültesi, Prof. Dr. Atatürk Üniversitesi İletişim Fakültesi, Halkla İlişkiler ve Tanıtım Bölümü, Yrd. Doç. Dr. süreçlerinin bir uzantısı olarak ortaya çıkan ve özünü oluşturan fikirlerle birlikte somut ya da soyut üretimin ekonomik değerinin korunması anlamına gelen ‘fikri mülkiyet’ (Intellectual Property - IP) ise, son çeyrek yüzyıllık zaman diliminde dünya geneline hakim olan küreselleşme tartışmalarına ve pratiğine bağlı olarak gelişen bir yapı içindedir. Fikri mülkiyet mevcut hukuki sistem ve kurumsal yapılanmalar çerçevesinde günlük yaşamda –özellikle uluslararası ve/veya çok taraflı ticaret anlaşmaları bağlamında– kilit bir kavram olarak yer bulmaktadır. Fikri mülkiyetin hukuki yollardan korunması doğrultusunda gelişen ekonomik, ticari ve politik örgütlenmeler, temelde özgün fikrin üretime dönüşmesi ve fiziksel olarak ortaya çıkan somut materyallerin korunması ekseninde işlerlik kazanmaktadır (Moore, 2008: 105-106). Patent (patent), telif hakları (copyrights), ticari markalar (trademarks) ve diğer tüm biçimleriyle fikri mülkiyet hakları, enformasyon sahibinin korunması ve kullanım özgürlüğü kazanması bağlamında geçici –ve görece kuvvetli– bir tekel oluşturmakta; mülkiyetin niteliği, dağıtımı ve paylaşımı konularını ise ön plana çıkarmaktadır. Günümüzde sanayileşmiş ülkelerde neredeyse tüm mal ve hizmetler ‘ticari marka’ koruması altında pazarlanmaktadır. Bu türden bir koruma, endüstriyel tasarımdan içecek, kozmetik gibi ürünlerin formüllerinin gizlenmesine değin uzanmaktadır (Garmon, 2002: 1148). Geleneksel Anglo-Amerikan fikri mülkiyet anlayışının temelinde telif hakkı, patent ve ticari sırların (trade secrets) korunması yer alırken; geniş anlamıyla telif haklarının korunması başlığının altında ise edebiyat, müzik, sanat, fotoğraf ve sinematografik eserlerin yanı sıra harita, mimari çalışma ve bilgisayar yazılımları gibi unsurların da bulunduğu görülmektedir. Patent korumasının kapsamınaysa, yeni ve kullanışlı süreçler ile makine ve üretim/işleyiş yapılarının icat edilmesi ya da bulunması –ki bu bağlamda icadı ya da buluşu yapan kişinin bu konuda kullanma, satma ve yönetme hakkı kazanması söz konusudur– girmektedir. Ticari sırlar denildiğinde, formüller, modeller/kalıplar, cihazlar, donanımlar ya da bir işletmenin kullandığı enformasyonun listesi akla gelmektedir. Ticari sırlar, sahibi tarafından kamuya açıklanıncaya değin korunmakta; bilginin kamuyla paylaşımı ile birlikte sırrın korunmasının gerekliliği ortadan kalkmaktadır. Bu bağlamda, kanunlar ve kültürel uygulamalar ekseninde özgün düşünceye sahip olanların ya da mucitlerin ürettikleri üzerinde kontrolü ‘nasıl’ sürdürecekleri sorunsalı, özellikle çokuluslu işletmeler bağlamında gündeme gelmektedir (Garmon, 2002: 1145). Tarihsel gelişmelerin ve ekonomik uygulamaların açıkça gösterdiği gibi fikri mülkiyet hakları, içinde bulunduğumuz XXI. yüzyılın temel hukuki formülasyonu olarak anlam kazanmaktadır. Fikri mülkiyet haklarının ardalanındaki hukuki prensiplerin iletişim teknolojileri özelinde incelendiği bu makalede, fikri mülkiyet haklarının hukuki niteliğini açıklayan kuramsal yaklaşımlar ile hakların tarihsel gelişimi analiz edilmekte ve fikri mülkiyetin iletişim hizmetleri alanında ne düzeyde etkili olduğu tartışılmaktadır. Gerek teorik gerekçelendirmeler gerekse uygulama bağlamında karşılaşılan çeşitlilik, fikri mülkiyet hakları konusunun ‘koruma’ (protect), ‘kontrol’ (control) ve ‘erişim hakkı’ (right to access) çerçevesinde ele alınmasını zaruri kılmaktadır. Fikri mülkiyet haklarının gözetildiği bir ortamda yeni, üretken ve ekonomik değere sahip olan fikirlerin rekabette belirleyici unsur haline geldiği; bireylerin enformasyona erişim ve bu enformasyonu pratik ya da ticari bilgiye dönüştürme haklarının da gelişmekte olan ülkeler bağlamında önemli bir savunuya dönüştüğü görülmektedir. Tartışmalardan da anlaşılabileceği üzere, iletişim teknolojileri ile bu teknolojilerin açığa çıkardığı mal ve hizmetlere ilişkin hukuki düzenlemelerin altyapısını fikri mülkiyet hakları literatürü doldurmaktadır. I. Fikri Mülkiyet Hukuku: Kapsamı, Niteliği ve Sınırlılıkları Modern çağda, düşünsel faaliyet ile bu faaliyetin içeriğe taşınması sonucu açığa çıkan tüm ürünlerin ‘mülkiyet’ ve ‘enformasyonun kontrolü’ ekseninde değerlendirilmeye başlaması, fikri mülkiyet hukukunun ‘hukukun sosyal bağlamı’ çerçevesinde ele alındığı bir yaklaşım tarzı geliştirilmesini gerekli kılmıştır. Fikri mülkiyet hukukunda, nihai ürünün (i) bireysel veya kurumsal üretim sonucu ortaya çıktığı, (ii) sosyal bir fayda (katlanılmak zorunda olunan maliyet sonucunda ulaşılan fayda) sağladığı ve (iii) yazarın/mucidin/icadı yapanın kişiliğini yansıttığı ileri sürülebilmektedir. Temelde ‘enformasyon’, bireyin kendini ifade etme çabası olarak ortaya çıkmakla birlikte, günümüzde sosyal fayda sağlayan ekonomik bir güç olma özelliği ile de önem kazanmış durumdadır. Bu doğrultuda fikri mülkiyet haklarının, serbest pazar ekonomisinin işlerlik kazanmasında önemli bir etken olarak, toplumsal tüketim nesnesi haline gelen ürünlerin açığa çıkmasında inovatif düşüncenin ekonomik, sosyal ve faydacı kazanımlar bakımından teşvikini sağladığı belirtilmektedir (Breakey, 2009: 329). Fikri mülkiyet haklarının gelişimi kapsamında iki tür mülkiyet hakkından söz etmek mümkündür: Endüstriyel ve sanatsal mülkiyet. Endüstriyel mülkiyet (industrial property), endüstriyel ve ticari değer üretimine işaret etmekte; sanatsal mülkiyet (artistic property) ise kitap, sanat objeleri, film çalışmaları ve müzik kayıtları gibi sanatsal ve edebi eserleri içermektedir. Başlangıçta fikri mülkiyet hakkı, sanatçıyla –bu kapsamda ilk akla gelenler ressam, heykeltıraş, yazar ve müzisyenlerdir– bağlantılı olarak gelişmiş; fikri mülkiyet sanatsal üretimin ve sanatçının mental birikiminin doğal uzantısı olarak görülmüştür. Zaman içerisinde gelişen endüstriyel mülkiyeti koruma yolları arasında ise patent, ticari marka, hizmet markası, ticari isimler ile haksız rekabete ve olumsuz eylemlere karşı kabul edilmiş olan yasa, yönetmelik ve tüzük gibi hukuki metinler sıralanabilecektir. Tarih boyunca, fikri mülkiyet hakları ve bununla ilişkili haklar, çoğunlukla kültürel değerlere yansımıştır. Fikri üretimle ilişkili olarak ‘mülkiyet hakkı’nın kökenleri, sanayileşmenin yükselişi ve basılı kitle iletişim araçlarının yaygınlaşmasına dayandırılabilecektir. Sözlü kültürde, kurumsal bir yapının hakim olması ve ‘mülkiyet’in açıkça belirlenmesinin ve ispatının güçlüğüne karşın; basılı materyaller, sahiplenilmesi ve üzerinde hak iddia edilmesi bağlamında özünde bir farklılığa maruz kalmıştır. Kitle iletişim ortamında basılı ürünlerinin yaygınlık kazandığı XIX. yüzyıla değin geçen süre içerisinde, yazılı ürüne/enformasyona erişimin kontrolü ve bu enformasyona ilişkin fikri mülkiyet hakkının kullanımı konusunda önemli bir girişime rastlanmazken; sanatsal/edebi ürünlerin mülkiyeti hukuk konusu olmamıştır. 1800’lerin ikinci çeyreğinden itibaren edebi ve sanatsal eserlerin gerek niceliksel üretim hacmi gerekse pazarlaması ve dağıtımı kolaylaşmış; bu kolaylaşmanın motive edici unsuru ise basım teknolojilerinin yaygınlaşması ve üretim maliyetlerinin görece ucuzlaması olmuştur. Basım temelli kitle iletişim teknolojilerinin gelişimi ile yazarların ve yayımcılarının fikri mülkiyet hakları konusu da gündeme gelmiştir. Fikri mülkiyet haklarının gerek yazarın gerekse yayımcının ekonomik çıkarlarını koruması ve desteklemesi bağlamında yöndeşmesi oldukça ilgi çekicidir. Kitle iletişiminin yaygınlaşmasıyla birlikte fikri mülkiyet sadece eser sahibinin değil, eseri toplumla buluşturan (kitleselleştiren) kişiyle de bağlantılı bir hukuki anlama kavuşmuştur. Fikri mülkiyet haklarının hukuki niteliğini çözümlemek amacıyla geliştirilen teoriler ise konunun hukuk zeminindeki değişimine işaret etmektedir. Dünya genelindeki sanayileşme sonrasında, hukuk kurallarının dönüşümüne paralel olarak, fikri mülkiyet alanındaki sorunların farklı dönemlerde yeniden gündeme geldiği ve farklı niteliklerinin ön plana çıkarıldığı gözlemlenmektedir. Başlangıçta ‘doğal hukuk ekolü’nün etkisinde biçimlenen fikri mülkiyet, bireyin sahip olduğu varlıklardaki mülkiyet hakkına benzer biçimde tanımlanmış; eser/ürün sahibinin üçüncü kişilere karşı bu hakkını öne sürebilmesine ve hatta üçüncü kişilerin kendi fikri mülkiyetindeki ürünlerden yararlanmalarının engellenebilmesine dahi imkan tanınmıştır. Ancak somut varlık mülkiyetinin süresiz korunmasına karşın, fikri ürünler mülkiyetinin belirli süreliğine korunması ve fikri mülkiyetin önemli bir parçasının manevi haklardan oluşmasına karşın manevi hakların her türden ticari işleme rağmen eser sahibi ile mündemiç olması, geleneksel mülkiyet tanımının ötesine geçilmesini de zorunlu kılmıştır. Fikri mülkiyetin ‘sosyolojik hukuk ekolü’ içerisinden tanımlanmasıyla birlikte, eserin sahibi dışındaki özel ya da tüzel şahısların yetkilendirilme ve müdahale imkanları açığa çıkmış; eser sahibinin topluma karşı sorumluluklar ve yükümlülükler bakımından sınırlandırılmış haklar ile ilişkilendirilmesi sonucunu doğurmuştur. Fikir sahibinin ve eserin sosyal, kültürel ve etnografik ortamdan soyutlanamayacak olması nedeniyle, eser sahibinin fikri mülkiyet hakkı üzerindeki yetkilerinin sınırlandırılması gerektiği ifade edilmiştir. Sosyal varlık olarak bireyin tarihsel ve kültürel birikimden hareketle kendi özgün düşüncesini esere döktüğünü ifade eden sosyolojik yaklaşımda, fikri mülkiyet hukuku sınırlandırılmış haklar bütünü şeklinde tanımlanmıştır. Fikri mülkiyet haklarının sanayileşmeye bağlı gelişim gösterdiği XIX. yüzyılın son çeyreğinden itibaren ise hukuki niteliğinin temelinde gerek felsefi gerekse uygulamaya dayanan unsurlar yer almaya başlamıştır. Yasaların ve sosyal prensiplerin, yüzyıllar boyunca gelişerek anlam kazanan kültürel değerlerden, toplumsal yargılardan ve ahlaki normlardan bağımsız bir içerikte ortaya çıkması beklenemeyecektir. Bu nedenledir ki, fikri mülkiyet haklarının sorunsuz bir biçimde, dünya genelinde ve sosyal gelişmelerden bağımsız bir pratikte kabulü ve uygulanması mümkün olmamıştır. Sanayileşme ve ticari emtialaşma süreci, hukuk doktrininde fikri mülkiyetin farklı yetkiler doğuran tek bir hak olduğu, anlaşmalara konu olan yetkilerin belirli bir süre ile sınırlandırılmış olduğu ve eser sahibinin yaşamının sona ermesini müteakiben bir bütün olarak mirasçılarına devredileceği yaklaşımının benimsenmesine neden olmuştur. ‘Liberal hukuk ekolü’nün yansıması olarak anlam kazanan bu yorumda, fikri mülkiyet hukukunun kesinlik içerisinde sunumuna ve fikri mülkiyetle ilgili hukuki karar mekanizmalarının siyasetten, toplumdan ve ahlaki normlardan soyutlanmasına yönelik eleştirel bir tavır sergilenmekte; fikri mülkiyetin fikir sahibi, eser ve toplumsal koşullar çerçevesinde gerçeklik kazandığı vurgulanmaktadır. Toplumların kültürel farklılıkları ve bireylerin değer yargılarındaki çeşitlilikler, kimi zaman uluslararası düzeyde yasal düzenlemeler geliştirmenin önündeki en önemli engel olurken; kimi zaman da ekonomik bölgeselleşme ve globalleşme eğilimine hizmet eden ve uluslararası hukukun oluşumunu destekleyen bir içerik kazanmaktadır. Ancak fikri mülkiyet hakları alanında yakın zamana değin genellikle yerel koşulların dikkate alındığı görülmektedir. Küreselleşme eğiliminin ivme kazandığı son çeyrek yüzyıllık dönemde ise ulusal hukuk normlarını geri plana iten daha genel kabullere yönelindiği gözlemlenmektedir. Özellikle, sanayileşmiş (industrial) ve sanayi ötesi hizmetler sektörü temelinde örgütlenmiş (postindustrial) ülkeler ile gelişmekte olan ya da azgelişmiş ülkeler arasındaki hammadde ve işgücü ticareti temelinde yapılandırılmış olan ekonomik ilişkiler, fikri mülkiyet hakları konusunun gündeme gelmesiyle birlikte derin bir kırılma ile karşı karşıya kalmıştır. Fikri mülkiyet haklarının dünya ekonomisinin zengin ve fakir ülkeleri arasındaki ticari zenginliklerin bölüşümünde eşitsizliğe yol açtığı (Kuzey-Güney ayrımı olarak da nitelenen ülkeler arası servet dağılımı dengesizliğine neden olduğu), tüm kalkınma çabalarına rağmen ekonomik, siyasal ve sayısal uçurumu yeniden ürettiği iddiaları sıklıkla ifade edilmektedir (Garmon, 2002). Sanayileşmiş ülkeler, yüksek koruma standartlarında bir fikrî haklar sistemini savunurken; gelişmekte olan ülkeler kendi koşullarına uygun düzenlemeler yapılmasını tercih etmektedirler. Sanayileşmiş Kuzey, fikrî haklar sisteminin ekonomik büyümeyi hızlandırdığı, yabancı yatırımlara yön verdiği ve yoksulluğu azalttığı görüşünü ileri sürerken; dünya nüfusunun % 80’den fazlasını barındıran Güney ise yeterli teknik kapasite ve insan gücü bulunmadığı sürece bu sistemin, buluşların artmasına çok az etkisi olduğunu ve yabancı sermaye yatırımlarını doğrudan etkilemediğini iddia etmektedir. Uluslararası alanda yapılan bu tartışmalarda fikrî mülkiyet hakları sisteminin ancak ülkeler arası eşit koruma standartlarıyla korunabileceği; buna karşın haklara ulusal ölçekte bazı istisnaların tanınması gerekliliği ifade edilmektedir (DPT, 2007: 2). Fikri mülkiyet haklarının katı savunucuları ise bu tartışmaları, ticari markanın yeni ürünlerin geliştirilmesi ve ürün kalitesinin artırılması açısından ülkelere sağlayacağı faydalar bağlamında yanıtlama yoluna gitmektedirler: “Fikri mülkiyet hakları yönünden zayıf olan ülkelerde bilgi üretiminin kontrolü yüksek sermaye maliyetlerine katlanma gücüne sahip olan şirketlerin elindedir. Bunun en önemli nedeni de zayıf bir fikri mülkiyet hakkına sahip olanların dış yatırımlara açık olmama eğilimidir. Bunun tersi durumda, fikri mülkiyet haklarının güçlü olması halinde yüksek AR-GE yatırımlarında bulunan şirketlerin pazara girişleri ruhsat/lisans karşılığında gerçekleşmektedir” (Nicholson, 2007: 28). Ancak bu yanıt, uluslararası hukuki sistemin sanayileşmiş ülkeler lehine işlerlik kazanması arayışından öte bir anlam ifade etmemektedir. Öyle ki, azgelişmiş ülkeler açısından konuyu değerlendirme yoluna gidenler, fikri mülkiyet hakları sayesinde tekelci çıkarların korunduğunu ve belirli markalar dışında, reklam ile ürün farklılaştırma çabalarına yeterince kaynak ayıramayan işletmelerin ekonomik rekabet olanaklarının ortadan kaldırıldığını dile getirmektedirler: “Fikri mülkiyet hakları konusundaki literatür, fikri mülkiyet haklarının korunması yönünde ve karşıtı fikirler arasında gidip gelmektedir. 1990’ların başında ekonomi teorisyenleri, bu tür politikaların Güney üzerindeki olumsuz etkilerini ön plana çıkarmışlardır. Yenilikleri (innovations) açığa çıkarmanın teşvik edici unsurları ile tekel piyasa gücünün buluşçulara sağladıklarına ilişkin fayda-maliyet mekanizmasını inceleyerek fikri mülkiyet haklarının korunmasının statik refah etkilerini ortaya koymuşlardır… Tüm çalışmalar, Kuzey’den sonra patent politikası benimseyen Güney’in genellikle kaybettiğini, Kuzey ülkelerinin ise her zaman kazanan olduğunu göstermiştir” (Naghavi, 2007: 56). Teknolojik gelişmelerle birlikte başlangıçtaki endüstriyel ve sanatsal mülkiyet ayrımı da bulanıklaşmıştır. Sanatsal mülkiyet, ekonomik ve ticari değeri bulunmayan ya da çok sınırlı olan eserleri de içine alırken; bazı bilimsel fikir ve önermeler de kimi yönleri ile fikri mülkiyet hakları kapsamına dahil olmaktadır. Fikir ve önermelerin temel sosyal, politik ve ekonomik gelişme ve dönüşümlere yol açması önemli bir kriteri açığa çıkarmaktadır. Nitekim AR-GE ile yeni fikirler öne sürme yeteneği, bireyin özgürlükleri bağlamında Batı dünyasındaki hukukun köşe taşları arasında yer almaktadır. Günümüzde, ekonomik haklar, bilimsel olarak üretilen içerik ve süreçler, fikri mülkiyet haklarının kapsamını ve odak noktasını oluşturmaktadır: “Ekonomistlerin aksine, teknolojik ilerleme üzerine çalışan sosyologlar ve tarihçiler, firmalar arası rekabet unsurunu kabul etmekle beraber, teknik ilerlemenin sosyal ve mesleki yanlarını vurgulama eğilimindedirler. Bu sürecin anahtar aktörleri, geniş bir teknik ve bilimsel bilgi temeline sahip uygulama yönelimli bilim adamları veya mühendislerdir. Rekabet ya da yarışma, aynı zamanda, fikirler ve yaklaşımlar arasındadır. Bazı fikirler ve yaklaşımlar ise diğerlerinden daha etkili ve verimlidir. Aslında teknolojik ilerlemeye ilişkin bu iki ayrı yaklaşım birbirini tamamlamaktadır. Her biri, resmin bir parçasını oluşturmaktadır” (Nelson, 1989’dan aktaran Yüksel, 2001a: 103). Birçok yenilik formunun, teknolojik ve ekonomik ilerlemenin esas bileşeni olması nedeniyle, ekonomik bakımdan ‘ileri’/‘gelişmiş’/‘kalkınmış’ şeklinde adlandırılan ülkeler, ‘güçlü koruma’yı tercih etmektedirler. Yenilikçi çalışmaların ekonomik değere sahip olmasına karşın, rakip şirketlerin gözünde kopyalama ve satmanın araştırmaya kıyasla çekici hale gelmesi, sektörde sıçrama yapma beklentisi içindeki şirket açısından potansiyel kârın paylaşılması ve rakiplere üstünlük sağlayamama riskini açığa çıkarmaktadır. Bu tür bir riskin ortadan kaldırılması ve muhtemel sorunların önüne geçilmesi, fikri mülkiyet hakları girişimini güçlendirici bir unsur olarak karşımıza çıkarmaktadır. Fikri mülkiyet hakları sayesinde inovatif gelişimi açığa çıkaran şirket veya birey, geniş haklarla donatılmakta ve sağlanan kısa dönemli tekel hakları sayesinde mucit ya da eser sahibinin katlanmak zorunda kaldığı maliyetlerin karşılanması mümkün olmaktadır (Garmon, 2002: 1149). “Sanayileşmiş ülkelerin büyük bir çoğunluğunun, hali hazırda minimum seviyede de olsa en azından bir veri koruma mevzuatı bulunmaktadır. Diğer ülkelerde de benzeri uygulamalara rastlanmakla birlikte ABD, sadece ulusal seviyedeki bir sınırlı koruma ile dikkate değerdir. Mevcut birçok yasal uygulama, uluslararası organların –ki bu organlar arasında Avrupa Konseyi, OECD (Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Teşkilatı) ile Avrupa Birliği sıralanabilecektir– çabaları ile ortaya çıkmış bulunmaktadır. Mahremiyetin Korunmasına Dair İlkeler (The Guidelines for the Protection of Privacy) ile Kişisel Verilerin Sınır Ötesi Akışı (Trans-border Flows of Personal Data) prensipleri 1980 yılında OECD tarafından tavsiye niteliğinde geliştirilmiş ve uluslararası haklar literatürü üzerinde çok etkili olmuştur. Her ikisi de benimsenmeleri durumunda ulusların veri koruma ve mahremiyet kanunlarının esasını oluşturmaktadır ve Birleşmiş Milletler’in haklar alanındaki ana fikrinin gelişimine de önemli katkıları bulunmuştur” (Muir ve Oppenheim, 2002: 476). Fikri mülkiyet hakları konusunun en önemli çıkmazını yeni iletişim teknolojileri oluşturmaktadır. Geleneksel kitle iletişim araçları olarak sıralanan televizyon, radyo, gazete, dergi ve film ile karşılaştırıldığında internet, eşzamansız iletişim olanaklılığı, simetriğe yaklaşan enformasyon akış tarzı ile içerik üzerinde dönüşüme imkan tanırlığı ve ağ temelli yapısı sayesinde enformasyonun mülkiyeti konusunda yeni tartışma kapıları açılmasına neden olmuştur: “Geleneksel medyada, içerik bir kez şimdiki zaman penceresinden geçmekte ve ardından uygulamaya gitmektedir. Klasik kitle iletişim aracının içeriğine tekrar ulaşılmak istenildiğinde, kitle iletişim aracı sisteminden bağımsız bir ortamda bulunulan arşive erişmek gerekmektedir. İnternetle birlikte, geçen süre zarfında aracın kendi bünyesinde içerik depolamak mümkün hale gelmiş ve diğer pek çok veri deposuna erişim de söz konusu olmuştur” (Danowski ve Park, 2009: 341-342). İnternet’in tüm dünyada yaygınlık kazanmasına paralel ‘açık kaynak hareketi’ (open source movement) gündeme gelirken, ağ üzerinde erişimin serbest olduğu çeşitli formatlardaki –yazı, ses, görüntü ve bunların bileşeni olan– verilerin telif hakkı (copyright) bağlamında kontrolü ise adeta imkansız hale gelmiştir (Mahon, 2000: 185). Açık kaynak hareketinin bir parçası olarak yazılım, en az iki kullanıcının kendi arasında veri paylaşımını olanaklı kılmakta, kullanıcılar genellikle bir hizmet sağlayıcısına ihtiyaç duymaksızın doğrudan bağlantı kurabilmekte ve çoğu zaman da yasal olmayan yollara başvurularak ağ üzerindeki kullanıcılar tarafından çeşitli müdahalelerde bulunulabilmektedir. Günümüz ağdaşları (netizens) –enformasyon temelli yeni kültürün yurttaşları– her türden veri, enformasyon, bilgi, haber ve içeriğe serbest erişebilmenin mümkün olduğu bir sayısal ortam arayışı içerisindeki bireylerdir. Bu çerçevede bireylerin, internetten yasadışı erişim ve korsan (izinsiz) veri indirmeye yönelmenin yanı sıra, düzenli-izinsiz enformasyon erişimine yöneldikleri de görülmektedir. Çokuluslu işletmelerin ve internet üzerinden hizmet sunan perakendeci kuruluşların faaliyetlerini yürütürken bir kısım illegal enformasyonun serbest dolaşımına göz yumduklarına, fikri mülkiyet sahibinin izini olmaksızın enformasyon alışverişinde bulunanlara platform sağladıklarına ve lisanssız program paylaşımı ile deneme sürümlerine (trial version, beta version) izin verdiklerine ilişkin örneklere rastlanmaktadır. Sözgelimi ağ esaslı hizmet sunan kitap ve müzik perakendecisi ‘Amazon.com’, masaüstü elektrik-elektronik donanımı üreticisi ‘Hewlett-Packard (hp.com)’, bilişim ve iletişim cihazları üreticisi ‘Dell (dell.com)’, ağ üzerinden görsel içerik paylaşımını organize eden ‘Youtube.com’ gibi şirketler tüketicilerin alışveriş sıklığını artırmak, müşteri memnuniyetlerini yükseltmek, erişim kaynaklarını çeşitlendirmek ve tüketimi görsel uyarıcılarla yüksek düzeyde güdülemek gibi amaçları sıralayarak özellikle program yazılımlarının, müzik eserlerinin ve kitap-dergi gibi basılı ürünlerin elektronik kopyalarının geçici süreli erişimine imkan sağlamaktadırlar. Bu türden uygulamalar sayısal ağlar üzerinden fikri mülkiyet haklarının korunması sorunsalını ve enformasyon düzeni içerisinde ‘enformasyonun serbest akışı’ argümanlarının yeniden tartışılmasını gündeme getirmektedir. II. Tarihsel Gelişim ve Fikri Mülkiyet Hakları Konusundaki Yeni Eğilimler Eserlere ilişkin telif hakkı, kökeni, Latince ‘copia’ sözcüğüne dayanan İngilizce ‘copyright’ olarak ifade edilen kavramla karşılanmaktadır. Kavram, edebiyat ve sanat eserleri gibi insanın zihinsel üretiminin bir sonucu olarak ortaya çıkarılan ürünleri kapsamakta ve orijinal eseri kopyalama hakkına, kopyalanmış nüshaya sahip olma hakkına ve eseri kopyalamaktan alıkoyma yetkisine işaret etmektedir (Yüksel, 2001a: 89-90). Tarih boyunca ‘atıf’ ve ‘kopyalama’ konuları yönetsel bir iletişim sürecine işaret etmiştir. “XV. yüzyılda sistemli bir patentleme anlayışının geliştirildiği bilinmekte; XVI. ve XVII. yüzyıl Avrupası’nın birçok bölgesinde icat ve buluşların tekel haklarının korunması yönünde hükümdarların ve ulus devletlerin çeşitli uygulamalarına rastlanmaktadır. İngiltere’de patentlerin garanti altına alınması, 1624 Kartel Kanunu’na değin uzanmaktadır. Fransa ve ABD’de ilk patent yasalarının kabul edilmesi ise 1791 ve 1793 yıllarına rastlamaktadır” (Greasley ve Oxley, 2007: 341). Sanayileşme sürecinde basılı kitle iletişim araçlarının insan yaşamına dahil olması ile birlikte, günümüzde telif haklarının atası sayılabilecek olan formel kural dizilerinin oluşmaya başladığı gözlenmektedir. Konuya ilişkin yasalara ve uygulamalara farklı disiplinler içinden bakıldığında farklı çıkarsamalarda bulunmak mümkündür. Siyaset bilimi, erken dönemlerdeki matbaacı birliklerine ilişkin düzenlemeleri –Londra Kağıtçılar Birliği buna örnek olarak gösterilebilecektir– sansür bağlamında ele alırken; ekonomik açıdan rasyonel kurallar (1709’da kabul edilen English Statute of Anne, öğrenmeyi teşvik etmek için getirilmiştir; 1787 tarihli ABD Anayasası’nın telif hakkı hükümleri, bilim ve faydalı sanatların ilerlemesini desteklemenin önemine işaret etmiştir) fikri mülkiyet temelindeki üretim için teşvik edicilik noktasında ön plana çıkmaktadır (Kretschmer, 2005: 231). Statute of Anne –kısaca ‘Copyright Act 1709’ ya da “An Act for the Encouragement of Learning” olarak ifade edilmektedir–, basılı kitapların kopyalanması, yazarları ya da bu kopyaların satıcıları bağlamında korunması hususunda İngiltere’nin ilk telif hakkı yasasıdır ve 10 Nisan 1710 tarihinde yürürlüğe girmiştir. İsmini Kraliçe Anne’den alan yasa, 1557’de I. Mary’nin hükümranlığı sırasında desteklenen Kağıtçılar Birliği’nin –Worshipful Company of Stationers and Newspaper Makers ya da Stationers’ Company olarak da bilinmektedir– sahip olduğu tekeli ortadan kaldırmıştır. 1709 Yasası, çalışmalarının yeniden basılması konusunda basımcılardan ziyade yazarların kendilerini yetkilendirmiştir. Telif haklarının yıllar bazında belirlenmesinin yanı sıra basımevlerini, basılan her bir kitabın 9 kopyasını Kraliyet Kütüphanesi, Oxford, Cambridge, St. Andrews, Glasgow, Aberdeen ve Edinburgh üniversite kütüphaneleri ile Edinburgh’daki Sion College ve Faculty of Advocates kütüphanelerine göndermelerini de karara bağlamıştır. Bu karar ulusal bilimsel bilgi birikimi ile fikri mülkiyet hakları arasındaki bağı da açıkça ortaya koymaktadır. İrlanda’nın 1801’de İngiltere’nin egemenliğine girmesiyle birlikte kitap teslim edilecek kütüphanelerin sayısı artmış, listeye Dublin’deki Trinity College ve King’s Inns eklenmiştir. Bu yasa, 1842 Telif Hakkı Yasası’nın ‘Birinci Kesimi’ ile yürürlükten kaldırılmıştır. İngiltere’de halen yürürlükte olan telif hakkı yasası ise 1988’de yürürlüğe girmiş bulunan Copyright, Designs and Patents Act’dir. Bilgi, doğası itibariyle ‘birincil kaynak’ olma özelliğini taşımaktadır. “Teorik olarak ifade edilecek olursa, mevcut bilginin kullanım potansiyeli sınırsızdır ve ancak geçerliliğini yitirdiğinde tükenmektedir. Bu nedenle herhangi bir buluşun bir birey tarafından kullanımı, diğerleri açısından erişilirliğini azaltmayacak ya da artırmayacaktır” (Pugatch, 2004: 16). Bu bağlamda, bilgiye ve bilginin paylaşımına ilişkin olarak ilk akla gelen, bilginin ekonomik bir kullanım değeri bulunduğu ve üretime katkısı olduğu yönündedir. Nitekim icat veya toplumsal hayata kazandırılan yenilikler bağlamında, yeniliği getirenin mülkiyet haklarının (ownership rights) korunmasını esas alan ve böylece yeniliklerin önünü açan fikri mülkiyet hakları (intellectual property rights), uluslararası kanunlar çerçevesinde işlerlik kazanmaya başlamıştır. Telif hakkı, patent, marka, haksız rekabet (unfair competition) ve gizli bilgi (confidential information) kanunlarının içinde yer aldığı bu hukuki bütünlüğün –temelde telif hakları yasalarının– modern anlamdaki kökleri, 1886 yılında İsviçre’nin Bern kentinde imzalanan Bern Sözleşmesi’ne (Berne Convention for the Protection of Literary and Artistic Works) dayanmaktadır. Bu sözleşme, telif haklarına ilişkin ilk uluslararası anlaşmadır. Victor Hugo’nun üyesi olduğu Association Littéraire et Artistique Internationale’nin teşvikiyle geliştirilen Bern Sözleşmesi, Anglo-Sakson kökeni olan ve konuyu sadece ekonomik açılardan ele alan ‘telif hakkı’ (copyright) kavramına tezat oluşturan Fransız ‘yazarın hakkı’ (droit d'auteur) anlayışından etkilenmiştir. Sözleşme kapsamında, özgün bir çalışma için telif hakları, çalışmanın beyan edilmesi ya da duyurulması ile birlikte otomatikman yürürlüğe girmektedir. Yazarların telif hakkı için herhangi bir kayıt ya da başvuru işlemi yapmasına gerek yoktur. Sözleşmeyi imzalayan ülkelerde, yabancı yazarlar da yerli yazarların telif hakkı taşıyan materyallerine sağlanan tüm haklardan yararlanma imtiyazına sahiptirler. Bern Sözleşmesi öncesinde her ülke kendi ulusal telif hakkı yasaları çerçevesinde kendi sınırları içerisinde üretilmiş olan ürünleri koruma altına almaktaydı. Bu nedenle, bir İngiliz tarafından İngiltere’de basılan bir çalışma, bu ülke sınırları içerisinde telif haklarına sahipken; Fransa’nın herhangi bir yerinde kopyalanabilmekte ve basılmaktaydı. Aynı şekilde Fransa’da basılan bir eser de Fransız ulusal yasaları ile korunurken; İngiltere ya da İtalya’da serbestçe basılabilmekteydi. Bern Sözleşmesi, diğer türlerdeki fikri mülkiyet haklarının (patent, marka, endüstriyel tasarım vd.) uluslararası entegrasyonu çerçevesini ortaya çıkaran Sınai Mülkiyetin Korunması Üzerine Paris Sözleşmesi (Paris Convention for the Protection of Industrial Property)’nin (1883) attığı adımları takip etmiştir. Paris Sözleşmesi’ne benzer bir tarzda Bern Sözleşmesi de yönetsel meseleleri ortaya koymak ve tartışmak üzere bir ‘idari büro’ oluşturmuştur. 1893 yılında bu küçük bürolar birleşmiş ve Bern’de konumlanan United International Bureau for the Protection of Intellectual Property (yaygın olarak kullanılan Fransızca kısaltmasıyla BIRPI) adını almıştır. 1960 yılında BIRPI, BM ve diğer kurumlara yakın olmak amacıyla Cenevre’ye taşınmıştır. 1967 yılında Dünya Fikri Mülkiyet Örgütü’ne (World Intellectual Property Organization - WIPO) dönüşen yapılanma, 1974’den itibaren BM’nin örgütlenmesine dahil olan bir alt kurum özelliği sergilemektedir. Bern Sözleşmesi, 1896’da Paris’te, 1908’de de Berlin’de gözden geçirilmiş; 1914’de Bern’de ek hükümleriyle tamamlanmıştır. 1928 yılında Roma’da, 1948’de Brüksel’de, 1967’de Stockholm’de ve 1971’de de Paris’te yeniden düzenlenmesinin ardından sözleşme son halini kazanmış ve 1979 yılında onaylanmıştır. İngiltere, sözleşmeyi 1887’de imzalamakla birlikte 100 yıl sonrasındaki Telif Hakkı, Tasarım ve Patent Yasası’na (Copyright, Designs and Patents Act - 1988) değin anlaşmanın büyük bir bölümünü uygulamamıştır. Amerika Birleşik Devletleri ise, kendi telif hakları yasasında temel değişikliklere gereksinim duyuncaya değin sözleşmenin bir parçası olmayı reddetmiştir. Bu durum ise, 1952 yılında kabul edilen Evrensel Telif Hakkı Sözleşmesi (Universal Copyright Convention)’nde Birleşik Devletler’in isteklerinin yerine getirilmesine öncülük etmiştir. Ancak, 1 Mart 1989’da Bern Konvansiyonu Uygulama Yasası’nın (Berne Convention Implementation Act of 1988) yürürlüğe girmesiyle ABD, Evrensel Telif Hakkı Sözleşmesi’nden vazgeçmiş ve Bern Sözleşmesi’nin tarafı olmuştur. 2008 sonu itibariyle Bern Sözleşmesi’ne taraf olan 164 ülke bulunmaktadır. Türkiye, sözleşmeye 1951 yılında taraf olmuş ve 1948 yılında Brüksel’de güncelleştirilen metin çerçevesinde hazırlanan 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu’nu 1 Ocak 1952 tarihinden itibaren yürürlüğe koymuştur. Bern Sözleşmesi, edebiyat, bilim ve sanat alanlarında gerçekleştirilen tüm üretimleri ve ürünleri, yazarlarından yana hükme bağlamakta; pratikte kurum ve kuruluşlar da üründen dolayı hak sahibi olabilmektedir. Bu bağlamda, çeviriler, çoğaltmalar, kamu paylaşımı ve uyarlamalar, yazarın yaşından türetilerek ve yazarın ölümünü izleyen en az 50 yıllık bir süre de dahil edilerek –Amerika Birleşik Devletleri ve AB’de 70 yıllık ek bir süre tanınmakta, bu anlayış çerçevesinde telif hakkı süresi 120 yıla çıkmaktadır– eserin sahibinin kontrolü altında kalmaktadır. Ancak kullanıcı hakları ya da özgürlükleri sözleşmede bağımsız olarak kavramsallaştırılmadığından, Bern Sözleşmesi kapsamında yürütülen çalışmalar özgün ve bağımsız olup; ortak bir kültürel zemine dayanmamaktadır (Kretschmer, 2005: 232). Bern Sözleşmesi’ni izleyen süreçte, telif hakkı yasasının değerlendirilmesi aşamasında, teknolojik perspektiften bakışın benimsenmesi yönünde yeni kapıların açıldığı gözlenmektedir. Uzunca bir dönem telif hakkının tamamı sorgulanmaksızın sahibine gittiği içindir ki, gramofon, radyo, televizyon, ses kayıt cihazları, görüntü kayıtlama teknolojileri, fotokopi makineleri, uydular, kablolu yayıncılık donanımları ile bilgisayar ve internet ağlarının insan yaşamına dahil olması sonrasında, teknolojik olarak öngörüde bulunulmamış olan tüm etkinlik sahaları ile buluşların da koruma altına alındığı ve mülkiyet sahibi ile varislerinin, destekçilerinin, ortaklarının ve hatta rakiplerinin dahil edildiği kapsamlı bir fikri mülkiyet rejimi talebi açığa çıkmıştır. Bern Sözleşmesi’nin Kıta Avrupası ile Anglo-Amerikan hukuk düzenlemeleri arasındaki uçurumu uzlaştıramaması nedeniyle, fikir ve sanat eserlerinin dünya genelinde korunmasını sağlamak amacıyla, 1952 yılında UNESCO’nun gözetiminde Cenevre’de toplanan bir konferans sonucunda ‘Evrensel Telif Hakkı Sözleşmesi’ imzalanmıştır. Sözleşme ile hedeflenen hukuk, ekonomi, siyasal rejim ve kültürel gelişim alanlarında farklılıklar sergileyen ülkelerin, fikri mülkiyet alanındaki standartlar etrafında birleştirilmesidir. 1967 yılında Bern Sözleşmesi’nin ilkelerini günün koşullarına uyarlamak ve Bern Sözleşmesi ile Evrensel Telif Hakkı Sözleşmesi arasında hukuki ilke ve yaptırım farklılıklarını gidermek amacıyla Stockholm’de bir araya gelen devletler ise Birleşmiş Milletler bünyesinde uzman bir kuruluş olarak Dünya Fikri Mülkiyet Örgütü’nün (WIPO) kurulmasına karar vermişlerdir. WIPO’nun amacı, dünya genelinde gerek sınai mülkiyet gerekse telif haklarını kapsayacak şekilde fikri mülkiyetin korunmasını geliştirmek ve fikri mülkiyet hakları alanında farklı çok taraflı anlaşmalara katılan ülkeler arasında idari ve denetsel işbirliğini sağlamaktır (Yüksel, 2001b: 248). Ayrıca WIPO, gelişmekte olan ülkelerin ulusal ihtiyaçlarına ve dünya ticaretindeki gereksinimlerine uygun fikri mülkiyet sistemleri oluşturmalarına yardımcı olmakta ve ülkeler arasındaki ticari uyuşmazlıkların giderilmesi amacıyla da hakemlik mekanizması kurmaktadır. WIPO’nun enformasyon teknolojisi ve internetten kaynaklanan ve Bern Sözleşmesi’nde dile getirilmeyen konulara ilişkin Telif Hakları Anlaşması (The World Intellectual Property Organization Copyright Treaty) 20 Aralık 1996 tarihinde kabul edilmiştir. Bu anlaşmanın ‘Giriş’ bölümünde, anlaşmayı kabul eden tarafların, (i) edebiyat ve sanat eserleri sahiplerinin haklarının mümkün olduğunca etkili ve aynı tarzda korunmasını devam ettirmeyi ve geliştirmeyi isteyerek, (ii) yeni uluslararası kuralların sunulması ve yeni ekonomik, toplumsal, kültürel ve teknolojik gelişmelerin oluşturduğu sorulara yeterli çözümlerin sağlanması amacıyla mevcut belirli kuralların yorumlarına açıklık getirilmesi ihtiyacını bilerek, (iii) edebiyat ve sanat eserlerinin yaratılması ve kullanımına ilişkin bilgi ve iletişim teknolojilerinin gelişim ve birleşiminin güçlü etkisini dikkate alarak, (iv) edebiyat ve sanat alanındaki yaratıcılığın özendirilmesinde telif haklarının korunmasının ehemmiyetini vurgulayarak, (v) Bern Sözleşmesi’nde yansıtıldığı üzere, eser sahiplerinin hakları ile daha büyük kamu çıkarları arasında, özellikle eğitim, araştırma ve bilgiye erişim konularında, dengenin sürdürülmesi ihtiyacını görerek anlaştıkları ifade edilmiştir. Bern Sözleşmesi –ki burada ifade edilen 24 Temmuz 1971 tarihli Paris Metni versiyonudur– dışındaki antlaşmalarla bağlantısı bulunmayan WIPO Telif Hakları Anlaşması, diğer sözleşmelerin bağlayıcı hükümlerini de olumsuz yönde etkilememektedir. ‘Telif hakkının korunması’ ile kastedilen, düşünce, yöntem, uygulama esasları ya da matematiksel kavramlar değil, bütün bunların ötesinde ifade ve yorumların korunmasıdır. Örneğin Anlaşma’nın 4. Maddesi’nde, bilgisayar programlarının, Bern Sözleşmesi’nin 2. maddesi kapsamında edebi eser olarak korunduğu; öngörülen korumanın, hangi koşul ya da biçimle ifade edilirse edilsin bilgisayar programlarına da uygulanacağı hükme bağlanmıştır. Yine söz konusu Anlaşma’nın 5. Maddesi, içeriğinin seçimi ya da düzenlenmesi fikri bir özgünlük taşıyan veri veya veri tabanlarının yaratıcı düşünce olarak korunmasını garanti altına alırken; bu korumanın, derleme içindeki veri ya da materyaller üzerindeki mevcut telif haklarını olumsuz etkilemeyeceği ve veri ya da materyaller için genişletilmeyeceğini vurgulamıştır. Anlaşma’nın 6. Maddesi ‘yayma hakkı’na, 7. Maddesi ise ‘kiralama hakkı’na ilişkindir15. Günümüzde kitle iletişim araçlarının her türlü enformasyonu hızlı ve çeşitli formatlarda yayma olanakları göz önünde bulundurulduğunda WIPO Anlaşması’nın 8. Maddesi’nin bu koşulları çeşitli kurallara bağladığı görülmektedir. Bu madde çerçevesinde “edebiyat ve sanat eserleri sahipleri, eserlerinin telli ya da telsiz ortamda, toplum üyelerinin kendileri tarafından seçilen bir yer ve zamanda bu eserlerden kişisel olarak yararlanacak biçimde topluma iletilmesine izin verme hususunda münhasıran hak sahibidir” ifadesi açık bir hüküm olarak karşımıza çıkmaktadır. Benzer bir şekilde, Anlaşma’nın 9. Maddesi, fotografik eserlerle ilgili 15 MADDE 6 - Yayma Hakkı (1) Edebiyat ve sanat eserlerinin sahipleri, eserlerinin özgün nüshaları ya da kopyalarının satılması ya da sahipliğinin el değiştirmesi yoluyla topluma sunulmasına izin verme hususunda münhasıran hak sahibidir. (2) Bu Anlaşmadaki hiçbir hüküm, Âkit Tarafların (1) inci paragrafta öngörülen eser sahibinin izni ile eserin özgün nüshası ya da kopyası üzerindeki sahipliğin, ilk satışı ya da el değiştirmesinden sonra, son bulması koşullarını düzenleme yetkisini etkilemeyecektir. MADDE 7 - Kiralama Hakkı (1) (i) Bilgisayar programlarının, (ii) Sinema eserlerinin ve (iii) Âkit Tarafların ulusal yasalarında tanımlandığı şekliyle fonogramlara tespit edilmiş eserlerin, sahipleri, eserlerinin özgün nüshaları ya da kopyalarının toplumda ticari nitelikte kamuya kiralanmasına izin verme hususunda münhasıran hak sahibidir. (2) Aşağıdaki hallerde; (i) Bilgisayar programları ile ilgili olarak, programın kendisi kiralamanın ana unsurunu oluşturmadığında ve (ii) Sinema eserleri ile ilgili olarak, bu gibi ticari kiralama ile eserler üzerindeki münhasır çoğaltma hakkına maddi şekilde zarar vermeyen geniş miktarda kopyalanmasına yol açmadığında (1) inci paragraf uygulanmaz. (3) (1)inci paragraf hükümlerine rağmen, 15 Nisan 1994 tarihinde, fonogramların içerdiği eserlerin kopyalarının kiralanması karşılığında eser sahiplerine hakkaniyetli bir ücret sistemi uygulayan ve uygulamakta olan Âkit bir taraf, fonogramların içerdiği eserlerin ticari olarak kiralanması, eser sahiplerinin münhasır çoğaltma hakkına maddi şekilde zarar vermedikçe, bu sistemi muhafaza edebilir. olup; 10. Madde, ‘Sınırlamalar ve İstisnalar’ başlıklıdır. Bu başlık altında “(1) Akit Taraflar, ulusal mevzuatlarında, bu Anlaşma ile edebiyat ve sanat eserleri sahiplerine tanınan haklarda, eserin olağan kullanımını engellemeyecek ve eser sahibinin meşru haklarına zarar vermeyecek bazı özel durumlarda, sınırlamalar ya da istisnalar sağlayabilir. (2) Akit Taraflar, Bern Sözleşmesi’ni uyguladıkları sırada, eserin olağan kullanımını engellemeyecek ve eser sahibinin meşru yararlarına zarar vermeyecek bazı özel durumlar için haklara getirilen sınırlamalar ya da istisnalar öngörebilir” açıklaması yer almaktadır. 1996 yılında WIPO çatısı altında internet hukukuna ilişkin kabul edilen bir diğer anlaşma ise Bern Sözleşmesi çerçevesinde yer alan ve 20 Aralık 1996’da Cenevre’de imzalanan WIPO İcraalar ve Fonogramlar Anlaşması (WIPO Performances and Phonograms Treaty)’dır. Anlaşmaya taraf olan ülkeler, “icracı sanatçıların ve fonogram yapımcılarının haklarının mümkün olduğunca etkili ve düzenli olarak korunmasını devam ettirmeyi ve geliştirmeyi istediklerini; ekonomik, sosyal, kültürel ve teknolojik gelişimin oluşturduğu sorunlara, yeterli çözümler öngörmek amacıyla mevcut belirli bazı kuralların yorumlarına açıklık getirilmesi gereksinimi duyduklarını; icra ve fonogramların yaratılması ve kullanımına ilişkin iletişim teknolojileri ve haberleşmenin yaklaşım ve gelişimindeki güçlü etkiyi bildiklerini ve icracı sanatçılar ve fonogram yapımcılarının hakları ile özellikle eğitim, araştırma ve bilgiye erişim ile ilgili geniş kamu yararı arasındaki dengeyi koruma gereksinimini ifade ettiklerini” bildirmişlerdir. Anlaşmanın II. Bölümü icracı sanatçıların haklarını konu edinmekte ve 5. Madde icracı sanatçıların manevi haklarının, 6. Madde ise icracı sanatçıların tespit edilmemiş icralarına ilişkin mali haklarının hangi koşullarda korunacağını hükme bağlamaktadır. Takip eden maddelerde ise icracıların çoğaltma, yayma, kiralama ve umuma iletim konularındaki fikri mülkiyetleri değerlendirilmiştir16. Gerek Telif Hakları Anlaşması gerekse İcraalar ve Fonogramlar Anlaşması, telif hakkına ilişkin yasa yapımı sürecinde teknolojik refleks bağlamındaki örnekler 16 (1) (2) (1) (2) MADDE 7 - Çoğaltma Hakkı İcracılar, herhangi bir şekil veya yöntemle, tespit edilmiş icraların doğrudan ya da dolaylı olarak çoğaltılmasına münhasıran izin verme hakkından faydalanacaktır. MADDE 8 - Yayma Hakkı İcracı sanatçılar, fonogramlar üzerine tespit edilmiş olan icralarının aslı veya kopyalarını satış veya başka bir şekilde hak sahipliğini devretmek yoluyla topluma sunulmasına münhasıran izin verme hakkından faydalanacaklardır. Bu Andlaşmadaki hiç bir hüküm, Akit Tarafların sanatçının izni ile tespit edilmiş olan icrasının özgün nüshası ya da kopyası üzerindeki sahipliğin ilk satışı ya da başka bir şekilde hak sahipliğinin devrinden sonra, (1) inci paragrafta öngörülen hakkın tükenmesine ilişkin muhtemel şartları belirleme yetkisine halel getirmez. MADDE 9 - Kiralama Hakkı İcracı sanatçılar, fonogramlar üzerine tespit edilen icralarının asıl ya da kopyalarının sanatçının verdiği yetki ile ya da bu yetkiye uygun olarak dağıtılmasından sonra dahi, Akit Tarafların ulusal yasaları ile belirlendiği şekilde topluma ticari olarak kiralanması hususunda münhasıran izin verme hakkından faydalanacaklardır. (1) inci paragraf hükümlerine rağmen, 15 Nisan 1994 tarihinde, fonogramların içerdiği eserlerin kopyalarının kiralanması karşılığında eser sahiplerine hakkaniyetle bir ücret sistemi uygulayan veya uygulamakta olan Akit bir taraf, fonogramların içerdiği eserlerin ticari olarak kiralanması, eser sahiplerinin münhasır çoğaltma hakkına maddi şekilde zarar vermedikçe, bu sistemi muhafaza edebilir. MADDE 10 - Tespit Edilmiş İcraları Umuma İletim Hakkı Gerçek kişilerin seçtikleri yer ve zamanda erişim sağlayabilecekleri şekilde, icracılar fonogramlarda tespit edilmiş icralarının aslı ya da çoğaltılmış nüshalarını telli veya telsiz araçlarla topluma iletilmesine münhasıran izin verme hakkından faydalanacaklardır. olarak sunulabilecektir. Bu kapsamda teknolojik refleksin en basit göstergesi olarak Netscape’s Navigator ağ tarayıcısını irdeleyebiliriz. Netscape’in piyasa kullanımına sunulduğu 1994 yılında dijital dosyalar için MPEG sıkıştırma kodu henüz üretim aşamasında idi. Yine bu dönem itibariyle az sayıda kişinin internetin ‘ne için kullanılacağı’ ve ‘nasıl bir gelişim seyri izleyeceği’ konusunda fikri olduğu ifade edilebilecektir. Bu çerçevede Bern Sözleşmesi ve tam telif hakkı formuna bağlı olarak enformasyon kontrolü en hızlı çözüm seçeneği olarak görülmüştür. WIPO Telif Hakkı Anlaşması’nın 8. Maddesi uyarınca teknolojik olarak öngörülmemiş olan bu türden internet uygulamalarının kamunun erişimine açık olduğu ve bireylerin kendilerinin seçecekleri bir zaman aralığında bu çalışmalara erişebilecekleri ifade edilmiştir (Kretschmer, 2005). İlave olarak kopyalama koruma ölçümlerini atlatma ve enformasyon yönetim sürecini bozmanın yasadışı olduğu da ortaya konulmuştur. WIPO Anlaşmalarını tamamlayan Birleşik Devletler Sayısal Milenyum Telif Hakkı Yasası (Digital Millennium Copyright Act, DMCA - 1998) ise salt tecimsel rakipleri değil aynı zamanda tüketicileri de koruyan bir kapsama sahip çıkmıştır. 2001 yılındaki Enformasyon Toplumu Kararnamesi’nin ulusal kanunlara dönük Avrupa karşılıkları da benzer bir şekilde kanuna itaatsizlik cezalarını artırmıştır. Özetle, sayısal telif haklarının üçlü ayağını oluşturan bu yasalar, global ölçekte genişletilmiş benzeri olmayan haklar, teknolojik kısıtlılıklar ve yaptırımlar bağlamında tüketicilerden çok üreticilerin korunması yönünde şekillenmektedir. WIPO Telif Hakları Anlaşması ile WIPO İcraalar ve Fonogramlar Anlaşması, içerdikleri çerçeve düzenlemelerin uygulanmasına ilişkin hükümlere yer vermemekte; bu anlaşmaları kabul eden ülkelerin, iç hukuk düzenlemelerinde gerekyeter koşulunu sağlayarak, var olan telif hakları korumalarının anlaşma hükümleriyle uyumlu hale getirilmesini öngörmektedir. Bu kapsamda Avrupa Birliği 16 Mart 2000 tarih ve 278/EC kodlu Konsey Kararı ile WIPO Anlaşmaları’nın ilgili AB Direktifleriyle uyumlu olduğu ifade edilmiş ve AB üyesi ülkelerin ulusal kanunlarını anlaşma hükümleri doğrultusunda gözden geçirecekleri konusunda teminat verilmiştir. Yine 22 Mayıs 2001 tarih ve 29/EC kodlu enformasyon toplumunda telif hakları ve ilgili hakların uyumlaştırılması konulu direktifte, telif haklarına yönelik tüm eylem, hak ve muafiyetlerin, rekabet açısından belirleyici olduğu düşünülen ‘sayısal haklar yönetimi’ ve ‘teknolojik önlemler’ konulu hükümler bağlamında yeniden yapılandırılması gerektiği bildirilmiştir. III. Fikri Mülkiyet Haklarını Yeni İletişim Teknolojileri Bağlamında Değerlendirmek Fikri mülkiyet hukukundaki son dönem gelişmeler, konunun ticaret ve teknoloji ile ilişkisine vurgu yapan bir içeriğin açığa çıkmasına neden olmuştur. 1990’lı yıllardan itibaren küresel ekonomide malların ve hizmetlerin olduğu kadar fikirlerin de mülkiyeti olduğu sıklıkla vurgulanmaya başlamış; eser ya da icat sahipleri kadar –hatta çoğu zaman onlardan da fazla olmak üzere– çokuluslu işletmeler de hukuki gelişim sürecine doğrudan müdahil olmuşlardır. 1970’lerin ikinci yarısından itibaren dünya ekonomisinde mamul mallar üretiminin ve ticaretinin başat rolünü yitirmeye başlaması ve hizmetler sektörünün güç kazanması, dünya ekonomisine yön vermeye başlayan çokuluslu işletmelerin rekabet üstünlüğünü fikri haklarda araması ile sonuçlanmıştır. Özellikle, gelişmekte olan ülkelerle yapılan anlaşmalar çerçevesinde fikri mülkiyet meselelerinin masaya yatırılması, uluslararası üretim, ticaret ve dağıtım mekanizmasının işlerliğini hızlandırma ve sorunsuz kılma çabalarının da bir uzantısıdır: “II. Dünya Savaşı ve kolonyalizmin çöküşünün ardından ortaya çıkan dünya ölçeğinde yeniden yapılanma sürecinde, uluslararası ekonominin yeniden düzenlenmesi konusunda önerilerde bulunacak bir mekanizma olarak Gümrük Tarifeleri ve Ticaret Genel Anlaşması (General Agreement on Tariffs and Trade - GATT) geliştirilmiştir” (Manion, 2005: 78). Sanayileşmiş ülkelerin, diğer ülkelerle olan ticari ilişkilerinde karşı karşıya kaldıkları sorunları çözümlemek amacıyla tüm ulus devletleri ‘çeşitli kurallara bağlama’ çabası, GATT çerçevesinde belli periyotlarla yürütülen çok taraflı görüşmelerde gündeme gelmiş ve gerek mallar ticareti gerekse insan kaynakları (işgücü) hareketliliği denetim altına alınmıştır. Enformasyon akışının ve ticaretinin hizmetler sektörü içerisinde egemen olmaya başladığı 1990’lı yıllardan itibaren ise, fikri mülkiyet korumasının belirli bir standarda bağlanmadığı ülkelerle ticari ilişkilerin düzenlenmesi konusunda kurumsal mekanizmalar geliştirmenin zorunluluğuna vurgu yapılmaya başlanmıştır. 1995 yılında kurulan Dünya Ticaret Örgütü (World Trade Organization – WTO), global mal ve hizmetlerin akışı üzerinde uluslararası bir kontrol mekanizması oluşturmuş; bununla beraber, sanayileşmiş ülkelerin elinde dengesiz bir güç odağı olduğu şeklindeki eleştirilere maruz kalmıştır. Yeni dönemdeki uluslararası hukuk sürecinin bir parçası olan ve 15 Nisan 1994 tarihinde Fas’ın Marakeş kentinde imzalanan GATT Uruguay Round Sonuç Belgesi kapsamında yer alan Hizmet Ticareti Genel Anlaşması (GATS) ise uluslararası hizmet ticaretine ilişkin temel kavram, kural ve ilkeleri ortaya koyan ilk çok taraflı anlaşma olma özelliğini taşımaktadır. GATS’da uluslararası hizmetler ticareti, (i) profesyonel hizmetler, (ii) iletişim hizmetleri, (iii) mühendislik ve müteahhitlik hizmetleri, (iv) dağıtım hizmetleri, (v) eğitim hizmetleri, (vi) çevre hizmetleri, (vii) mali hizmetler, (viii) sağlık hizmetleri ve sosyal hizmetler, (ix) kültürel hizmetler, (x) turizm ve seyahat ile ilgili hizmetler, (xi) ulaştırma hizmetleri ve (xii) diğer hizmetler (enerji dağıtımı gibi) olarak belirlenmiştir (GİB, 2009: 14). Uruguay Round’un bir diğer sonucu olarak açığa çıkan Ticaretle Bağlantılı Fikri Mülkiyet Hakları Anlaşması (The Agreement on Trade-Related Aspects of Intellectual Property Rights - TRIPS) da Dünya Fikri Mülkiyet Örgütü’nün (World Intellectual Property Organization - WIPO) değil de Dünya Ticaret Örgütü (WTO) sisteminin bir parçası olarak 1 Ocak 1995’den itibaren yürürlüğe girmiştir (Manion, 2005: 79). TRIPS, özgün çalışmalar bağlamında birey ya da kurumlara dönük fikri mülkiyet haklarının ticari boyutları ile ilgilidir ve belirli bir süre içerisinde yasal olmayan yollarla fikrin sahibinin mağdur olmasını önlemeyi hedeflemektedir (Rikowski, 2003: 141). TRIPS Anlaşması’yla, mevcut uluslararası kurallara önemli ilaveler getirilmiştir. Anlaşma, telif hakları sahiplerine kendi haklarının ticari olarak kiralanmasını yasaklama ve bu hakları istedikleri gibi kullanma yetkisi vermektedir. TRIPS, fikri haklar literatüründeki uluslararası yükümlülüklerin ulusal düzeyde etkili biçimde uygulanmasını sağlamak amacıyla tasarlanmış; gelişen ve yenilenen teknolojiler sayesinde hız kazanan sahtecilik, korsanlık, yasadışı kopyacılık ve çoğaltmacılık, tıpkı ya da sahte üretim, fikir taklitçiliği ve bilgi hırsızlığı gibi suçlara karşı bir önlem geliştirilmesi çabasını sergilemiştir. TRIPS Anlaşması fikri mülkiyetin korunması açısından üç önemli sonuç doğurmuştur. Bunlardan ilki, fikri mülkiyetin korunmasına yönelik uluslararası bağlayıcı standartlar açığa çıkarmasıdır. Gerek Bern Sözleşmesi gerekse Evrensel Telif Hakkı Sözleşmesi fikri mülkiyet konusunda çok sayıda standart içermekle birlikte, hükümlerin taraf devletlerin ulusal hukuk düzenlemelerine eklemlenmesi ve bağlayıcı kurallar kapsamında ulusal hukukun yeniden düzenlenmesi TRIPS Anlaşması sonrasında yükümlülük haline gelmiştir. İkinci olarak, fikri mülkiyetin kapsamını genişletmiş ve dağınık, ülkelere göre farklılıklar gösteren ve fikri mülkiyet türlerine göre çeşitlilikler içeren hukuk mevzuatını tümleştirmiştir. Üçüncü olarak da fikri mülkiyet hukuku ile ticaret hukukunun ayrımcılık ve borçlar hukukunun bağlayıcılıkla ilgili hükümlerini güncel gelişmeler çerçevesinde tek bir çatı altında ve uluslararası ölçekte toplamıştır. “Sonuç olarak, daha önceki sözleşmeler, ulusal egemenlik ilkesini, devletlerin kendi politik, ekonomik, sosyal ve kültürel sistemini seçme hakkına sahip olduğunu daha çok gözetirken; TRIPS ayrımcılık yapmama ilkesine vurgu yaparak, ulusal egemenlik ilkesini bir ölçüde sınırlamakta, daha bağlayıcı ve emredici bir düzenin temellerini atmaktadır” (Yüksel, 2001b: 261). TRIPS Anlaşması sonrasındaki dönemde fikri mülkiyet ve telif hakları konusunun sıklıkla gündeme gelmesini sağlayan unsurlar, enformasyon iletim süreci olarak internet teknolojisi ile sayısal depolama teknolojileri olmuştur. Eserlerin basılı ya da klasik görsel-işitsel (audio-visual) basit formattan sayısal formata dönüştürülmesinin ardından çok düşük sabit maliyetlerle ve neredeyse hiçbir kalite kaybına uğramaksızın kopyalanmaları mümkün hale gelmiş; hızlı çoğaltma sürecini takiben sayısal kopyalar enformasyon ağları üzerinden illegal paylaşıma açılmaya başlamıştır. 1990’lı yıllar boyunca yazılım sektörünün hızla büyümesi ve farklı kodlama programlarını birbirine dönüştürecek yeni kodaçımlama programları geliştirmesiyle birlikte başta müzik sektörü olmak üzere, edebiyat, sinema, görsel tasarım alanlarında çok sayıda yasadışı kopyalama-çoğaltma ve izinsiz erişim örneği yaşanmış ve dava konusu olmuştur. Enformasyon iletim ağlarının gerek kablo gerekse uydu aktarım teknolojileri aracılığıyla dünya ölçeğinde yaygınlık kazanması, enformasyona erişimi zamansal ölçekte hızlandırır ve mekansal ölçekte kolaylaştırırken; fikri mülkiyet ihlallerinin ve sayısal olarak depolanmış verilerin kötü amaçlı kullanımının da yaygınlaşmasına neden olmuştur. Başlangıçtaki askeri amaçlılığını zamanla üniversite-sanayi işbirliğine destek sağlayan araştırma ağına dönüştüren internet, 2000’li yıllarda ise hızla ‘ticari enformasyon otobanı’ şeklinde bir görünüm kazanmıştır. Küreselleşme politikalarının en önemli göstergesi olarak kabul edilen internetin özgün eserler temelinde gelişim göstermesi beklenmişse de, “sayısal ağlara reprodüksiyon eserler hakim olmuş ve üretilen özgün eserin tek bir sayısal kopyası birkaç saat içerisinde binlerce kopyaya dönüşerek kitlelerin kullanımına sunulmuştur” (Peters, 1998: 10). Bu durum fikri mülkiyetin ihlalinin hangi boyutlara ulaşabildiğinin açık bir göstergesidir. İnternetin dünya ölçeğinde yaygınlaşması sürecinde, ülkeler, ABD tarafından başlangıçta uygulanan ‘askeri-akademik araştırmaları destekleme rol modeli’nin aksine ‘kamu kuruluşları-hizmetler sektörü temelli ticari model’e sahip çıkmışlardır. Gelişim çizgisindeki farklılaşmanın temel nedeni, dünya ekonomisinin 1990’lı yıllardan itibaren hizmetler sektörü odaklı yeni bir birikim rejimine geçmesi ve yeni dönemde uluslararası ticarete yön veren çokuluslu işletmelerin aynı zamanda iletişim teknolojileri ve ağ hizmetleri sunucusu şirketler (Cisco, Sun Microsystems, Novell, Network Systems vd.) olmalarıdır. Bu dönemde ABD’de, internet kullanıcı sayısının kısa sürede artış göstermesi, internete ekonomik destek sağlayan ve yatırımcı konumunda olan işletme sayısının fazla olması ve internetin diğer kitle iletişim ortamlarına kıyasla karşılıklı etkileşime imkan tanıması nedeniyle pazarlama ve reklamcılık sektörlerince sahiplenilmesi; yeni model olarak açığa çıkan ticari amaçlı örgütlenmenin benimsenmesini ve uluslararası düzeyde yaygınlaşmasını kolaylaştırmıştır. Örneğin ABD olması ise, ABD merkezli çokuluslu şirketlerin altyapı, erişim sağlama, kapasite kullanımı, ağ içeriği üretimi, e-ticaret gibi konularda tartışılmaz bir üstünlüğe kavuşmasını sağlamıştır. 2000 yılında dünya genelinde 360 milyon kullanıcının yararlandığı internet hizmetleri –ki bu kullanıcıların % 29.9’u Kuzey Amerika ülkelerinden bağlanmakta idi–, 2005 yılında 1 milyar kullanıcıyı aşmış; 2009 yılı itibariyle ise 1 milyar 750 milyon kullanıcı düzeyine erişmiştir. Halen internet kullanıcılarının % 42.6’sı Asya, % 24.1’i Avrupa, % 14.6’sı Kuzey Amerika, % 10.3’ü Orta ve Güney Amerika, % 3.9’u Afrika, % 3.3’ü Ortadoğu ve % 1.2’si de Avustralya ve Okyanusya ülkelerinden sayısal ağa dahil olmaktadırlar. Dünya genelinde ise toplam nüfusun ancak % 25.6’sının internet hizmetlerinden yararlandığı tahmin edilmektedir (IWS, 2010). Özellikle son on yıllık dönemde internetin ticaret temelinde örgütlenmesi hızlanmış, pop-up’lar, promosyonlar, ‘dot.com’ olarak adlandırılan ticari siteler ve internet üzerinden alışverişler sıradan hale gelmiştir. Halen Google, Yahoo, Lycos, Altavista gibi arama motorları temelde reklam gelirlerinden ve sponsorlu linklerden para kazanmaktadır. Gerek internetin gerekse her türden ağ temelli veri paylaşım hizmetinin fikri mülkiyet sürecine hızla dahil edilmesinin temelinde, çokuluslu işletmelerin sahip oldukları rekabet üstünlüklerinden yararlanma çabası yatmaktadır. Çokuluslu işletmeler, iletişim teknolojileri donanımına ve içeriğine ilişkin egemenliklerini, ulusal pazarları düzenleyen hukuki kontrol rejimlerini zayıflatarak perçinlemek istemektedirler. Pek çok ülkede fikri mülkiyet düzenlemesinin birbirinden farklı olması ya da mevzuatların boşluklar içermesi ile yasal takip uygulamalarının ‘çok sıkı’dan ‘çok gevşek’e doğru çeşitlenen bir yelpaze üzerinde –mekansal ve zamansal bakımdan– çeşitlilikler göstermesi, çokuluslu işletmelerin ekonomik kayıplara uğramasına neden olmaktadır. Bu kapsamda çokuluslu işletmeler, özellikle ‘içerik çoğaltımı ve çeşitlendirilmesi’ nedeniyle maruz kaldıkları ekonomik kayıpları GATS, TRIPS, WIPO Anlaşmaları gibi hukuki düzenlemelerin getirdiği kazanımlarla gidermeye çalışmaktadırlar. Kuzey’in ticaret fazlası verdiği enformatik içerik sektörünü, uluslararası rekabet üstünlüğündeki yeni etkinlik sahasına dönüştürme çabası, internet hizmetlerinde fikri mülkiyetin gözetimi sürecini de beraberinde getirmiştir: “Hizmetler sektörü ABD ekonomisinde dış ticaret fazlası veren tek sektör konumundadır. Üstelik ABD’nin hizmetler sektöründeki fazlası, fikri mülkiyet hakları (patent, markalar, telif hakları, korsan üretim/tüketim) konusunda uluslararası koruma yasalarının zayıf olması nedeniyle gizilgücünün çok altında seyretmektedir” (Geray, 2002: 70-71). İnternette fikri mülkiyetin gündemini ise açık kodlu erişim, ünlü marka ve kişilerin isimlerinin usulsüz biçimde ‘etki alanı adlandırma’ (domain name) sistemine dahil edilmesi, bilgisayar programlarının tersine mühendislik yoluyla yeniden üretilmesinin kopyalama olup olmadığı gibi konular oluşturmaktadır. İnternet hizmet sağlayıcıları, sunucuların mevcut protokollerde işlemlerin güvenliğini sağlayacak ve bilginin izinsiz kullanımını önleyecek standartlarda koruyucu mekanizmalarla donatılması konusunda çalışmalar yürütmektedirler. Fikri mülkiyetin aşırı korumacı ve katı bir hukuk sistemi içerisinde betimlenmesinin internetin gelişimine zarar vereceği görüşü ile ılımlı düzeydeki korumanın internet üzerinden pazarlaması ve dağıtımı yapılan eserlere ilişkin hakların ihlali ile sonuçlandığı görüşü arasındaki keskin karşıtlık, konu hakkında uzlaşıya varılmasını güçleştirmektedir. Yine internetin suç örgütlerinin propagandasını ve toplumsal suç unsurlarının yaygınlaşmasını teşvik eden içeriğe sahip olduğu yorumu ile sansürlemenin getireceği iletişim hakkına yönelik engellemelerin demokrasiye zıt unsurlar sergilediği yorumu da, sorunun giderilmesi için kapsamlı bir hukuk platformuna gereksinim duyulduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Bu platformun oluşturulmasına yönelik en önemli katkı ise Avrupa’dan gelmiştir. Yaklaşık 5 yıllık bir çalışmanın sonucu olarak ortaya çıkan “Avrupa Konseyi Siber Suç Sözleşmesi”, 23 Kasım 2001 tarihinde Budapeşte’de, 26 Avrupa ülkesi ile ABD, Japonya, Kanada ve Güney Afrika dahil toplam 30 ülke tarafından imzalanmış ve yürürlüğe girmiştir. Sayısal ağlar üzerinden gerçekleştirilen sibernetik suçlar hakkındaki ilk uluslararası belge olarak kabul edilen bu sözleşme henüz Türkiye tarafından imzalanmamıştır. Sözleşmenin hedefleri (i) yeni teknolojilerin kullanımı ile ilgili suçlara ait ortak tanımların oluşturulması, (ii) siber suçların nasıl soruşturulacağının belirlenmesi (veriyi saklama, trafik verilerini arama, toplama ve el koyma ile iletişim yetkisi) ve (iii) uluslararası işbirliği için yöntemlerin tanımlanması şeklinde sıralanmıştır. Sözleşmenin 10. Maddesi ile fikri mülkiyet haklarının korunmasına yönelik açık bir hüküm getirilmiştir17. Siber suçların arasında fikri mülkiyet hakkının ihlali ile ilgili suçların tanımlanmış ve konuyla ilgili yaptırımların geliştirilmeye başlanması olması, önümüzdeki dönemde her türden kitlesel iletişimin fikri mülkiyet hakları gözetilerek yeniden çerçevelendirileceğinin de göstergesidir. Sonuç Günümüzde yeni iletişim teknolojilerinin tüm dünyada yaygınlık kazanması ve dünyanın farklı bölgelerinden bireylerin, günlük yaşamlarında hiçbir zaman bir araya gelmedikleri diğer bireylerle fikir, görüş ve yorumlarını paylaşmaları noktasında ‘mülkiyetin tanımlanması’ giderek güçleşmektedir. Bu bağlamda, hemen her dönem ekonomik değerlendirilmeye koşut gelişim gösteren fikri mülkiyet hakları, değişen ve dönüşen üretim-dağıtım-tüketim sürecine bağlı olarak sürekli yeniden uyumlandırılmaya maruz kalmıştır. Fikri mülkiyet hakları, temelde inovatif ve bağımsız etkinlik ile enformasyondan ‘gelir elde etme hakkı’nı korumayı amaç 17 MADDE 10 - Telif Haklarının ve Benzer Hakların İhlaline İlişkin Suçlar Taraflardan her biri, kendi yasalarında tanımlandığı şekliyle telif haklarının ihlali fiilinin, Edebi ve Sanatsal Eserlerin Korunmasına Yönelik Bern Konvansiyonu çerçevesindeki 24 Temmuz 1971 tarihli Paris Yasası, Fikri Mülkiyet Haklarının Ticari Yönlerine İlişkin Sözleşme ve WIPO Telif Hakları Anlaşması uyarınca, kasıtlı olarak, ticari ölçekte ve bir bilgisayar sistemi aracılığıyla yapıldığında, kendi ulusal mevzuatı kapsamında cezaî bir suç olarak tanımlanması için gerekli olabilecek yasama işlemlerini ve diğer işlemleri yapacaktır. Sözü geçen Konvansiyonlar çerçevesinde verilen ahlakî haklar bu hükme tabi değildir. Taraflardan her biri, kendi yasalarında tanımlandığı şekliyle telif haklarına benzer hakların ihlali fiilinin, Roma’da imza edilen Oyuncuların, Fonograf Yapımcılarının ve Yayım Kuruluşlarının Korunması Hakkında Konvansiyon (Roma Konvansiyonu), Fikri Mülkiyet Haklarının Ticari Yönlerine İlişkin Sözleşme ve WIPO Oyunculuk ve Fonograflar Anlaşması uyarınca, kasıtlı olarak, ticari ölçekte ve bir bilgisayar sistemi aracılığıyla yapıldığında, kendi ulusal mevzuatı kapsamında cezaî bir suç olarak tanımlanması için gerekli olabilecek yasama işlemlerini ve diğer işlemleri yapacaktır. Taraflardan herhangi biri, belirli durumlarda işbu maddedeki paragraf l ve 2 çerçevesinde cezaî yükümlülük ihdas etmeme hakkını, bu konuda başka yasal yolların bulunması ve bu hakkın saklı tutulmasının söz konusu Tarafın işbu maddedeki paragraf l ve 2′de belirtilen uluslararası belgelerdeki uluslararası yükümlülüklerin dışına çıkmasına sebep olmaması şartıyla, saklı tutar. edinmiştir. Öyle ki, fikri mülkiyet hakları, yeni bilgi (new knowledge) ve fikirlerin, – yetkisiz olarak kullanımını önlemek için– yayılımı ve ticarileşmesinin kontrolünü yasal düzlemde yetkilendirmektedir (Garmon, 2002: 1147). Fikri eserlerin kullanılmasının neden olacağı toplumsal fayda ile eserin yaygınlaşma sürecinde mülkiyet sahiplerinin ne düzeyde gözetilebileceği gibi unsurlara ilişkin tartışmaların temelinde ekonomik ve siyasal gelişmelerin bulunduğu açıktır. Fikri mülkiyet hakları konusunda süregelen eleştirilerin arka planında nihai ürün ya da fikrin oluşumundaki etmenlerin göz ardı edildiği iddiası yer almaktadır. Fikri ürünler üzerindeki mülkiyet hakkına karşı çıkanlar ürünün sadece eser sahibinin kendisinden kaynaklanmadığını vurgulamaktadırlar: “Her sanatçı ya da düşünür, tıpkı toprağı işleyen bir çiftçinin, doğa tarafından kendisine bahşedilen toprağa ve kendinden önce o toprağı işlemiş olanlara dayanması gibi, doğanın sunduğu olanaklara ve kendinden önce yaratmış olanların fikirlerine dayanmaktadır” (Yüksel, 2001a: 91). Özellikle iletişim teknolojilerinin kitlesel ölçekte işlediği çağımızda, yenilikçi fikre dayanan ürünlerin kamusal ve özel çıkarların bir arada gözetildiği bağlamda ele alınması, üreten zihni motive etme –ki burada özel mülkiyetin (private property) korunması söz konusudur– ve diğer zihinsel üretimlere öncülük etme ile fikirlerin birikimli bir şekilde ilerlemesinin önünü açma amaçlarının hayata geçirilmesi açısından büyük önem taşımaktadır. KAYNAKÇA Breakey, H. (2009) “Liberalism and Intellectual Property Rights”, Politics, Philosopy & Economics, 8 (3), p. 329-349. Danowski, J. A. ve Park, D. W. (2009) “Networks of the Dead or Alive in Cyberspace: Public Intellectuals in the Mass and Internet Media”, New Media & Society, 11 (3), p. 337-356. Devlet Planlama Teşkilatı (DPT) (2007) “Fikri Mülkiyet Hakları”, Özel İhtisas Komisyonu Raporu, Dokuzuncu Kalkınma Planı 2007-2013, Ankara. Garmon, C. W. (2002) “Intellectual Property Rights: Protecting the Creation of New Knowledge Across Cultural Boundaries”, American Behavioral Scientist, 45 (7), p. 1145–1158. Gelir İdaresi Başkanlığı (GİB) (2009) GATT Bilgilendirme Rehberi, Ankara: Gelir İdaresi Başkanlığı GATT Müdürlüğü Yayınları. Geray, H. (2002) İletişim ve Teknoloji, Ankara: Ütopya. Greasley, D. ve Oxley, L. (2007) “Patenting, Intellectual Property Rights and Sectoral Outputs in Industrial Revolution Britain, 1780–1851”, Journal of Econometrics, No: 139, p. 340–354. IWS (2010) “World Internet Usage and Population Statistics”, http://www.internetworldstats.com/stats.htm [Erişim Tarihi: 24.02.2010]. Kretschmer, M. (2005) “Trends in Global Copyright”, Global Media and Communication, 1 (2), p. 231-237. Mahon, B. (2000) “The Intellectual Property Industries and the New Tech World”, Business Information Review, 17 (4), p. 185-190. Manion, H. K. (2005) “A Global Perspective on Intellectual Property Rights: A Social Work View”, International Social Work, 48 (1), p. 77-87. Moore, A. D. (2008) “Personality-Based, Rule-Utilitarian, and Lockean Justifications of Intellectual Property”, p. 105-130, in The Handbook of Information and Computer Ethics, (eds.) Kenneth E. Himma ve Herman T. Tavani, New Jersey: John Wiley & Sons. Muir, A. ve Oppenheim, C. (2002) “National Information Policy Developments Worldwide IV: Copyright, Freedom of Information and Data Protection”, Journal of Information Science, 28 (6), p. 467-481. Naghavi, A. (2007) “Strategic Intellectual Property Rights Policy and North-South Technology Transfer”, Review of World Economics, 143 (1), p. 55-78. Nicholson, M. W. (2007) “The Impact of Industry Characteristics and IPR Policy on Foreign Direct Investment”, Review of World Economics, 143 (1), p. 27-54. Peters, M. (1998) “The Challenge of Copyright in the Digital Age”, Economic Perspectives, Vol. 3 No: 3, p. 9-13. Pugatch, M. P. (2004) Political Economy of Intellectual Property Rights: New Horizons in Intellectual Property. Cheltenham: Edward Elgar Publishing. Rikowski, R. (2003) “TRIPS Into the Unknown: Libraries and the WTO Agreement on Trade-Related Aspects of Intellectual Property Rights”, IFLA Journal, 29 (2), p. 141-151. Yüksel, M. (2001a) “Fikri Mülkiyete İlişkin Felsefi Tartışmalar”, Kültür ve İletişim, Kış, 4 (1), s. 87-108. Yüksel, M. (2001b) Küreselleşme, Ulusal Hukuk ve Türkiye, Ankara: Siyasal Kitabevi Yayınları. ÖRGÜT VE PAYDAŞ İŞBİRLİĞİ GELİŞTİRİLMESİNDE ALTERNATİF GERÇEKLİK OYUNLARININ KULLANILMASI: ″LOST EXPERIENCE ÖRNEĞİ″ Özlem AŞMAN ALİKILIÇ* ÖZET Alternatif gerçeklik oyunlarını (AGO) yeni bir kitle iletişim aracı olarak tanımlamak söz konusu olduğunda; oyuncularını gerçekliğin ötesine taşıyan ve birbirleriyle işbirliğine sokan yeni nesil bir oyun türü olduğu söylenebilir. Çoklu medya uygulamaları içinde yakınsama teknolojileri ile bütünleştirilmiş AGO’ların en önemli özelliklerinden biri işbirliği geliştirmesidir. İşbirliğine olanak sağlaması gibi güçlü özelliği sayesinde, örgütler ve paydaşları arasında da bir işbirliği aracı olarak kullanılabilirler. Medya bölümlendirmesinin ve bütünleşik iletişim çalışmalarının önem kazanmasıyla, örgütler, kamular ve paydaşlar ana akım medyadan giderek daha bölümlendirilmiş medya ortamlarına kaymaya * Yaşar Üniversitesi İletişim Fakültesi, Halkla İlişkiler ve Reklamcılık Bölümü, Yrd. Doç. Dr. başlamışlardır. Dolayısıyla, halkla ilişkiler ve pazarlama iletişimi uzmanlarının iletişim planlarını, yeni yakınsama teknolojilerine adapte etmeleri gerekmektedir. Bu çalışma, AGO’ları örgütlere paydaşlarıyla işbirliğine girebilmek için önemli bir destek aracı olabileceğinden bahsetmektedir. Ayrıca, AGO’ların iki yönlü simetrik iletişim yöntemi ve işbirliği modeli olduğunu, ve bunu da yeni iletişim teknolojileri üzerinden gerçekleştirdiğini savunmaktadır. AGO’ları değerlendirmek için, dünyanın en ses getiren dizi fenomeni, Lost dizisi için tasarlanmış, “Lost Deneyimi” adlı alternatif gerçeklik oyununu gözlemlemiştir. Çalışmada “Lost Deneyimi” adlı oyunun işbirliği yarattığına dair önerme, Whittington’un “İşbirliği Modeli” üzerinden sorgulanmaya çalışılmıştır. Anahtar Kelimeler: Alternatif Gerçeklik Oyunları, Lost Deneyimi Oyunu, AGO, Halkla İlişkiler, İşbirliği Modeli, Çift Yönlü Simetrik İletişim Modeli, Halkla İlişkilerde Mükemmel Yaklaşım. USING ALTERNATE REALITY GAMES FOR DEVELOPING COLLABORATION BETWEEN ORGANIZATIONS AND THEIR PUBLICS: EXAMPLE OF LOST EXPERIENCE ABSTRACT When describing Alternate reality games as new medium, it can be one of the best designed collaborative experiences which blur the lines of reality. Through a powerful new medium which is applied with converged multimedia applications, Alternate Reality Games (ARG) would become a collaborative tool between the organizations and their publics. As the forces of media segmentation and the need for integrated communications; publics are shifting away from main stream media; public relations professionals and marketing communications specialists should adopt their communications plans into new and converged technologies. This paper presents ARGs as new medium technique that can also be a supportive matterial to help organizations to collaborate with their publics. Paper also claims that ARGs can be very effective two – way symmetrical communication model for organizations to build mutual engagement and collaboration with their publics. Paper indicates one of the best ARG example of Lost serial “Lost Experience” and examine this ARG as a collaborative instance according the Whittington’s “Model of Collaboration”. Keywords: Alternate Reality Games, ARG, Lost Experience, Public Relations, Model of Collaboration, Two –Way Symmetrical Communications Model, Excellence Approach in Public Relations GİRİŞ Halkla ilişkiler uygulayıcıları, internet ve Web 2.0 teknolojilerinden, giderek daha yoğun faydalanmaya başlamışlardır. Özellikle örgütsel amaçlara yönelik iç ve dış halkla ilişkiler etkinlikleri planlanmasında, sosyal sorumluluk projeleri kapsamındaki faaliyetlerin planlanmasında web teknolojilerinden faydalanmaları giderek artmaktadır (Mishra, 2006: 358). Bunun yanı sıra, örgütler mesajlarını paydaşlarına iletmek için, geleneksel medyadan çok daha güvenilir buldukları iddiasıyla, başka internet ortamlarına yani, sosyal medya ortamlarına (Web 2.0 ortamları); örneğin bloglar, sosyal paylaşım siteleri, forum ve haber gruplarına, v.b. doğru yönelmeye başlamışlardır (Steyn, vd., 2010: 87). Pek çok kurum kurumsal iletişim çalışmaları kapsamında, interneti web sitesi kurmanın da ötesinde, internetten, kendisi ve markası hakkında sohbet ortamları yaratmak, paydaşlarını dinlemek, dinledikten sonra bu sohbet ortamlarına katılmak, geri bildirim almak, aldığı geri bildirimler ışığında, gerektiğinde düzeltici ve önleyici faaliyetler tasarlamak, müşteri ilişkilerini etkin yönetebilmek, yeni ürün ve hizmetleri konusunda fikirler almak, herhangi bir vaka konusunda kamuoyu oluşturmak, v.b. gibi birçok amaç için yararlanabileceğini farketmiştir. İnternet ortamlarının Web 1.0’dan Web 2.0’a geçmesiyle tüketici tarafından üretilen (yaratılan) içerikler (User / Consumer Generated Content), bu ortamların çok önemli bir güç haline dönüşmesine yol açmıştır. “Tüketici Güdümlü İçerik” diye de adlandırılabilen bu kavram; tüketiciler tarafından üretilip birbirleri arasında serbest dolaşıma sahip içeriklerdir. Bu içerikler; içerikleri üretenler hakkında, ürünler, markalar, hizmetler hakkında, kişiler hakkında yaratılan, başlatılan, dolaştırılan ve kullanılan, yeni ve gelişen internet kaynaklarını ifade etmektedir (Alikılıç ve Onat, 2007: 5). İnteraktif ve çift yönlü iletişimin gerçekleşebildiği, zaman ve mekân sınırının ortadan kalkıp sınırsız sayıdaki mesaj ve içeriğin tüketici yani kullanıcı tarafından üretilip yine kendi aralarında tüketildiği bu mecra, ister istemez halkla ilişkiler mesleği açısından kurum ve markalar için farklı strateji ve taktikler geliştirmesini mümkün kılmıştır. Geçmişte kontrolü sadece geleneksel kitle iletişim araçlarına bırakılan mesajlar ve içerikler, bunların kontrollü yayılması ve kontrollü geri bildirim gibi özellikler; sosyal medyanın ise bunun tam tersi özelliklere sahip olmasıyla, yer değiştirmiş ve kişilerin eline geçmiştir. Sosyal medya üzerinde yeni online (çevrim içi) gruplar oluşmuş ve örgütler için bu gruplar önemli bir paydaş türü olarak ele alınmaya başlanmıştır. Sosyal ağlar, bloglar, forum ve haber paylaşım grupları, kullanıcılar tarafından üretilen video ve fotoğraf siteleri, hızlı mesaj servisleri, şikayet ve inceleme siteleri, Pod-Cast uygulamaları, sanal yaşam siteleri, interaktif oyun siteleri gibi pek çok Web 2.0 platformu; halkla ilişkiler uygulayıcıları için yeni paydaşlar anlamına gelmektedir. Gerek kurumsal iletişim politikaları çerçevesinde, gerekse pazarlama yönelimli halkla ilişkiler (MPR) politikaları çerçevesinde sosyal medya kullanıcılarıyla etkileşime girerek çift yönlü işbirliğinin sağlanması, çift yönlü simetrik halkla ilişkiler modelinin tanımı ve özellikleri ile örtüşmektedir. Yukarıda da değinildiği gibi Facebook, Myspace gibi sosyal ağlar, kurumsal ve şahıs blogları, Twitter gibi mikro bloglar, Youtube, Flickr gibi kullanıcı tarafından üretilen içeriklerin paylaşıldığı siteler, Msn gibi hızlı mesajlaşma servisleri, Imvu ve Second Life gibi sanal yaşam siteleri, interaktif online oyunlar, v.b. sosyal medya araçların; çift yönlü simetrik halkla ilişkiler modelinin sağladığı özellikleri barındırdıkları söylenebilir. Bu çalışmada, sosyal medya platformlarının çift yönlü simetrik iletişim modeli açısından mükemmel halkla ilişkiler yaklaşımına uymasından yola çıkılmıştır. Mükemmel halkla ilişkiler yaklaşımındaki temel özellik olan “işbirliği” konusunun (Grunig, 2000: 25; Marsh, 2008: 237; Kelly vd. 2010: 183; Grunig vd. 1995: 164), sosyal medyanın yeni platformlarından biri olan, Alternatif Gerçeklik Oyunları (Alternate Reality Games: ARG) ile de örtüştüğü söylenebilir. Dolayısıyla bu çalışmada öncelikle, alternatif gerçeklik oyunlarını (AGO’ları) okuyucuya tanıtmak, bu oyunların paydaşlarla işbirliğinin sağlanması amacına nasıl hizmet edebildiğini, çift yönlü simetrik halkla ilişkiler modeli ve mükemmel halkla ilişkiler yaklaşımının temel özelliği olan “işbirliği” açısından tartışmaya açmak ve son olarak da bu konuda, kurumsal olarak planlanan ve dünya genelinde büyük yankı uyandıran bir AGO örneği üzerinden, nasıl işbirliği sağlanabileceği açıklanmaya çalışılacaktır. Çalışmada ilk olarak halkla ilişkiler modellerine kısaca değinilerek, bugün gelinen son nokta; “halkla ilişkiler modellerinde mükemmellik yaklaşımı ve işbirliği vurgusu”, tarihsel ilişkiler ışığında kısaca değerlendirilecek, daha sonra çift yönlü simetrik halkla ilişkiler modelinden mükemmel halkla ilişkiler vurgusuna ve işbirliğinin önemine değinilecektir. İkinci bölümde “Alternatif Gerçeklik Oyunları” tanıtılarak, bu oyunlarla örgüt ve paydaş; kurumsallaşmış markalar ve paydaşları arasında nasıl işbirliği kurulduğu, bu oyunlarla çift yönlü simetrik iletişim arasındaki paralellikler vurgulanarak, işbirliğinin nasıl sürdürülebileceği tartışılacaktır. Ayrıca, Whittington’un (2003) geliştirdiği “İşbirliği – Etkileşim Modeli” tanıtılarak, işbirliği katmanları detaylandırılacaktır. Üçüncü bölümde dünyada ve Türkiye’de büyük ses getiren ve AGO otoritelerince, en işbirlikçi alternatif oyunlardan biri olarak adlandırılan “Lost Experience” (Kim vd., 2008; Irwin, 2007; McGonigal, 2007) adlı AGO incelenecektir. “Lost Experience”ın örgüt – paydaş işbirliğini geliştiren bir çalışma olup olmadığının değerlendirilebilmesi için, Whittington’un orjinal “İşbirliği – Etkileşim Modeli”, AGO örneği ve paydaşları kapsamında geliştirilerek uyarlanmıştır. Bu çalışmada, AGO’lar ile işbirliğinin sağlanabileceği sorgulanmıştır. “Lost Experience” ile ilgili incelenen ve elde edilen veriler sistematik bir şekilde, sınıflandırılarak, Whittington’un “İşbirliği – Etkileşim Modeli” ne uyarlanmıştır. Son bölümde, tabloda yer alan bilgilerden yola çıkılarak, genel değerlendirme yapılmış ve söz konusu oyuna yönelik genel bir önermeye varılmıştır. İncelenen örnek çalışma kapsamında, özellikle halkla ilişkiler uygulayıcılarına yapılan çeşitli önerilerin de bulunduğu bu bölümle çalışma sonlanmıştır. 1. Mükemmel Halkla İlişkiler Yaklaşımı ve İşbirliği Modeli Bilindiği gibi, kabul edilebilir halkla ilişkiler çalışmalarına yönelik ilk model, “Basın Ajansı / Publicity Modeli”, 19. yüzyılda basın ajansları çalışanlarının, halkla ilişkiler daha doğrusu propaganda faaliyetlerini yürüttüğünden ve siyasal kampanyalar ve şovlar için manüplasyon tekniğini uygulamalarından yola çıkılarak bu ismini almıştır (Peltekoğlu, 2001: 70 ve Seitel, 2007). Daha sonra, yirminci yüzyıl başlarında, büyük şirketlerin ve hükümete ait kurumların başlarına, yaptıkları haberlerle iş açan ajans ve basın mensuplarına oluşan tepkilere dayanarak, bu dönem, ikinci halkla ilişkiler modelini tanımlamıştır (J.E. Grunig ve L. Grunig, 2005: 310). “Kamuoyu Bilgilendirme Modeli” ismi verilen bu modelde, basın ajansları yoluyla yapılan iletişim tek yönlüdür, kitle iletişim araçlarıyla iletilen mesajlar kontrollü, mesaj doğru olsa da çoğu zaman eksik verildiği için, sonuçlar açısından dengesizdir (Kelly, vd. 2010: 191). Birinci ve İkinci Dünya Savaşları döneminde hükümetlerin halkla ilişkiler çalışmalarından faydalandığı görülmektedir. Bu tarihsel dönem, üçüncü halkla ilişkiler modeli olan “Çift Yönlü Asimetrik Model”i işaret etmektedir. Edward L. Bernays, kamuoyunun önemini vurgulaması açısından halkla ilişkilerde çift yönlü iletişim sürecini irdeleyen kişi olmuştur (Rotman, 1995: 13; Seitel, 2007). Ancak bu dönemde, geri bildirimler sonrası herhangi bir örgütsel tutum değişikliğinden asla bahsedilmemektedir (Kelly, vd., 2010: 191). Son model olan çift yönlü simetrik model, kamuları motive veya ikna edecek mesajları anlamayı ve iletişimi kolaylaştırmak için, asıl hedefinin ikna etmek değil; anlamak olduğunu savunur. Burada tamamen denge unsuru bulunmaktadır (Kelly, vd. 2010: 191). İki yönlü simetrik modelin uygulamaya girmesiyle, halkla ilişkilerde araştırma ve sonuçları her zamankinden daha önemli hale gelmiştir (Peltekoğlu, 2001: 95, J.E. Grunig ve L. Grunig, 2005). Simetrik model, diyaloğa dayalıdır; örgütle kamuları arasındaki ilişki süreçlerini ifade etmektedir. Bilim insanları halkla ilişkiler tarihindeki evreleri değerlendirerek dört modele indirgemiş olsalar da, günümüzde bu dört modeli tarihsel evrelerden bağımsız düşünüp uygulayan örgütler olduğu da bilinmektedir (Wilcox ve Cameron, 2009, J.Grunig, 1984; J.E. Grunig ve L. Grunig, 2005; Peltekoğlu, 2001). Ancak bazı bilimsel çalışmalar göstermiştir ki; bu dört modelin uygulanışı, uygulama alanlarının içinde bulunduğu kültürlere göre değişmektedir. Örneğin Avrupa ülkelerinde yaygın olarak kullanıldığı anlaşılan bir halkla ilişkiler modeli, Asya ülkesinde farklılık göstermektedir (Sharpe, 1992: 104; Grunig, vd., 1995: 163). Hatta bu durum örgütün içinde bulunduğu pazar ortamı ve şartlarına bile değişmektedir şeklinde görüşler de bulunmaktadır (Anderson, 1989: 413). Düşük maliyetler, kolay erişim, uygulama kolaylığı ve ulaşılabilir paydaş ortamları gibi özellikler; paydaşlarıyla işbirliklerini sürdürebilmek amacıyla online platformları halkla ilişkiler uygulayıcıları için önemli hale getirmiş hatta diğer günlük meslek aktiviteleriyle diğer mecralar kadar eşit kullandıklarını belirtilmiştir (Kelleher, 2001: 304 ve Mishra, 2006). Mishra çalışmasında Kent ve Taylor’un yapmış oldukları araştırmaya değinerek, örgütlerin özellikle webi kullanarak, paydaşlarıyla ilişkilerini inşa etmede büyük fayda gördüklerini aktarmıştır (akt. Mishra, 2006: 359-360). Taylor bir başka çalışmasında ise, halkla ilişkilerde diyalog modelini ortaya atarak, eğer internet ve web siteleri interaktif olurlarsa, bu araçlar, örgüt ve paydaş diyaloglarının sürdürülebilmesi için mükemmel bir halkla ilişkiler aracı olurlar şeklinde açıklamıştır (Taylor, 2000: 304). Diyaloğa dayalı iletişimi mükemmel iletişim şekli olarak ifade eden yazarlar, bu idealin hem örgüte hem de paydaşlarına birbirleriyle sohbet ortamları yaratarak iletişim kurmalarına ve topluluklar oluşturmalarına imkan tanıyacağını vurgulamaktadırlar (Taylor, 2000: 256 ; Kent ve Taylor, 1998: 329). 1.1. Çift Yönlü Simetrik İletişim Modelinden Mükemmel Halkla İlişkiler Yaklaşımına Geçiş Günümüzde örgütlerin diğer halkla ilişkiler modelleriyle yetinebildikleri gözlemlense de, çift yönlü simetrik modelin; halkla ilişkiler programları içindeki en iyi model olduğu öne sürülmektedir (J. E. Grunig ve L. Grunig, 2005: 314, 343; Seitel, 2007: 49; Wilcox ve Cameron, 2009: 53; Lattimore, vd., 2009: 54). Örgütler, daha az mükemmel olan iki modeli; basın ajansı ve kamuoyu modelini, mükemmel olarak adlandırılan çift yönlü simetrik halkla ilişkiler modelinden daha çok kullansalar da (J. E. Grunig ve L. Grunig, 2005: 326), günümüz kitle iletişim teknolojilerinin halkla ilişkiler uygulamalarına kazandırmış olduğu yeni mecralar ve bunların doğasında bulunan etkileşim ve işbirliği özellikleri; ister istemez çift yönlü simetrik halkla ilişkiler modelinin kullanımını öne çıkartmaktadır. Çift yönlü simetrik halkla ilişkiler modelini mükemmel model olarak tanımlayan bazı araştırmacılar; bunun en önemli sebeplerinden birinin örgüt ve paydaş arasında ya da marka ile paydaşları arasındaki işbirliğinin sağlanması ve uzun vadede sürdürülebilmesine olanak tanıması olduğunu vurgulamaktadırlar (Grunig, 2000: 25; Marsh, 2008: 237; Kelly, vd., 2010: 183; Grunig, vd., 1995: 164). L.A. Grunig, Dozier ve J.E. Grunig’in ortak yaptıkları “Mükemmellik Çalışması”, çift yönlü simetrik iletişim modeline işbirliğinin dahil edilmesini önermektedir (L.A. Grunig, Dozier, J.E. Grunig, 1994). Yazarlar aynı çalışmada, işbirliğinin halkla ilişkiler uygulayıcıları açısından da vurgulanması gerekliliğinde hemfikirler. Grunig, mükemmel halkla ilişkiler modeli ve işbirliği sürecini idealist halkla ilişkiler yaklaşımı olarak adlandırmıştır (Grunig, 2000: 30). Bu yaklaşım, halkla ilişkiler çalışmalarında örgütler ve paydaşlarıyla işbirliği sağlanarak yönetilecektir. 1.2. Mükemmel Halkla İlişkiler Yaklaşımında İşbirliği Vurgusu Spicer çalışmasında, simetrik modelden bahsederken “konsensus” konusunu vurgulamış, hatta bu vurgunun aslının ‘işbirliği deneyimi’ olduğunu dile getirmiştir (Spicer, 1997: 202). Denge unsurunu da işbirliği süreci içine dahil eden Spicer, işbirliği ve denge unsuru olmadan halkla ilişkilerden söz etmenin yanlış olacağını ifade etmiştir. Çift yönlü simetri, halkla ilişkilercilerin örgüt içinde ve örgüt dışında paydaşlarını dinlemeleri ve dinledikten sonra geri bildirim sürecini işletmeleri anlamına da gelmektedir. Burada açıklanmak istenen denge unsuru budur (Grunig, 2000: 34). İşbirliği; mevcut bir anlam ya da konu üzerinde ortak bir anlaşma yoluyla yapılan birlik, tarafların karşılıklı olarak girdikleri etkileşim sonucu ortaya çıkan bir olgudur (Whittington, 2003). İşbirliği aslında “birlikte çalışma” nın daha aktif bir şeklidir. Bilgi, beceri ve değerlerin, aktif çalışarak karşılıklı etkileşimde bulunmasıdır (Whittington, 2003: 15). Conrad da işbirliği sürecini “karşılıklı kabul görecek bir sonuca ulaşmak için bütün tarafların büyük miktarda zaman ve enerji harcaması” olarak tanımlamıştır (Conrad, 1985). Gray, işbirliğini müzakere ile varılan bir durumun yavaş yavaş ortaya çıkışı” olarak tanımlayarak, “müzakere” kavramını da halkla ilişkilerle bağlamıştır (Gray, 1989). Müzakere ile ilgili olarak genellikle çelişkili amaçlar ya da konuları paylaşan “taraflar”dan bahsetmek gerekir (Kennedy, 2004: 8) ki bu “taraflar” halkla ilişkilere uyarlandığında, tarafların örgüt ve paydaş grupları şeklinde oluştuğu gözlemlenebilir. Keza, müzakere her iki ”tarafın”da işbirliği yaparak kazanım elde etme süreçleridir (Kennedy, 2004: 8). Arabuluculuk ise, yansız bir üçüncü ”taraf”ın müzakere sürecine katılımıyla ortaya çıkar (Keltner, 1987; Cremin, 2007). Tüm bu tanımlar ve açıklamalar üzerinden yola çıkıldığında, halkla ilişkilerin örgütün kamuları ve paydaşlarıyla, müzakerelerle bir çözüme ulaşmak ya da kamularıyla çeşitli işbirliği süreçlerine girmek yoluyla çeşitli çözümler icad etmek ve eğer müzakerelerde başarılı olamayınca arabuluculuk görevini üstlenerek; çeşitli rollere büründüğü söylenebilir. Bu şekil, bir anlamda “Mükemmel Halkla İlişkiler” yaklaşımına işaret etmektedir (Kelly, vd., 2010: 183; Marsh, 2008: 237). 1.3. İşbirliği Modeli “İşbirliğinin Geliştirilmesi” kapsamında, Whittington, “A Model of Collaboration” adlı çalışmasında bir işbirliği – etkileşim modeli geliştirmiştir. Bu model iki aşamalı bir modeldir. İlk aşamada, işbirliğine katılan anahtar katılımcıları tanımlamakta ve süreç içinde gözden geçirmektedir (Figür 1.). İkinci aşamada (Figür 2.) ise ilk aşamada tanımlanan işbirliğine giren katılımcıların işbirliği sürecindeki, etkileşim ve bağlarını incelemektedir (Whittington, 2003: 39). Modelin 1. Aşaması: Katmanların Belirlenmesi Modelin ilk aşaması, işbirliğine katılan beş temel katılımcı çeşidini belirler. Bu beş katılımcı çeşidi katman halinde sıralanmaktadır. Modelde katılımcıların katman halinde gösterilme nedeni, her bir katmanın sırasıyla bazı dinamiklere ve özelliklere sahip olmaları ve birbirlerinden etkilenerek, birbirlerinin özelliklerinden alarak oluşmalarıdır. Bu beş katılımcı çeşidi, Whittington tarafından; hizmet kullanıcıları ve hizmet sağlayıcılar katmanı, kişisel katman, profesyonel katman, takımsal katman ve örgütsel katman olarak sıralanmıştır (Whittington, 2003: 40). Figür.1 Figür.2 İşbirliği Modeli, Beş Katman İşbirliği Modeli, İşbirliği – Etkileşim Katmanı (Kaynak: Whittington, 2003: 41) (Kaynak: Whittington, 2003: 46) Figür 1’de gösterilen model, bir akış şeklinde yerleşmiş kompleks bir sistemin mevcut katılımcılardan oluşmaktadır. İşbirliğinde olan katılımcılar üzerindeki oklar, hepsinin hem kendi aralarında hem de sürece etki eden diğer katılımcılarla işbirliği halinde olduğunun birer göstergesidirler. Tek bir kopuşun ya da sistemden ayrılışın görülmemesi de, uzun süreli işbirliği kanıtıdır. Katılımcıların temsil edildiği dairelerin eşit olması da aralarında bir hiyerarşinin olmadığını vurgulamaktadır. Bu durum tüm katılımcıların eşit durumda, eşit özellik ve eşit kaynaklara sahip oldukları anlamına gelmemektedir. Sadece işbirliği süreci içinde, simetrik ve eşit iletişimi sürdürdükleri söylenebilir. Hizmet sağlayıcılar, hizmet kullanıcıları katmanı: Örgüt – paydaş işbirliği oluşturulmasında gereken hizmeti sağlayan kişilerden oluşmaktadır. İşbirliği sağlanması ile ilgili konularda destek veren, işi yürüten kişilerin, bir başka değişle hizmeti sağlayan birey ve grupları içermektedir. Kişisel katman: Bu katman, kişisel özelliklerin işbirliklerin ilerilemesine getireceği olumlu katkıları belirler. Her bireyde mevcut olan yetenek, deneyim, hız, özel ilgi alanları, teknolojik yeterlilik, v.b. gibi kişisel özellikler bireylerin işbirliği içinde birbirleri arasında, örgüte ilişkin ya da organize edilecek olan faaliyetlerde farklı görevler üstlenmesine sebep olabilir. Profesyonel Katman: İşbirliğine girilecek olan paydaş grupları çok çeşitli profesyonel ortamlardan, bir başka deyişle farklı meslek ortamlarından olabilir. Profesyonel yönelimlerine göre yapmış oldukları her katkı, işbirliği sürecine de olumlu katkılar yapacaktır. Takımsal Katman:Takımlar, takım ruhunun oluşması, işbirliği oluşturulmasında son derece önem taşır. Paydaş grupların işbirliğine sokulabilmesi için, örgütlerin bir şekilde paydaşları arasında takım ruhu yaratabilmesi gerekir. Takımların oluşturulması işbirliği için anahtar ögelerdir (Miller, vd., 2001). Örgütsel Katman: Örgütlerin işbirliği sürecinde önemli rolleri vardır. Örgütlerin paydaşlarla işbirliğini sağlamak için desteği şarttır. Bunun için de örgütsel katılım şarttır. İşbirliği sürecinde örgütlerin buna istekli olması için işbirliğinin her aşamasında paydaşlarına ve katmandaki diğer ögelere desteği sürdürmelidir. Modelin 2. Aşaması: İşbirliği - Etkileşim Katmanı Modelin birinci aşamasında, işbirliği sürecindeki katılımcılar belirlendikten sonra, modelin ikinci aşamasına geçilir (Figür 2). İkinci aşamada katılımcılar arasındaki işbirliği süreci değerlendirilir. Bu durumda birinci aşamadaki beş katmandan oluşan katılımcılar; birbirleriyle ve en son olarak da tüm katmanlar birbirleriyle etkileşim ve işbirliğine girerler. Birinci aşamadaki katmanlar, etkileşim formuna geçerler: Hizmet kullanıcıları ve hizmet çalışanların’dan – kullanıcılar ve çalışanlar arasına, kişisel’den – kişilerarası’na, profesyonel’den – profesyoneller arası’na, takımsal’dan – takımlar arası’na ve örgütsel’den – örgütler arası’na geçerler. İkinci aşamada gerçek işbirliği ve etkileşimden bahsetmek mümkündür. Modelden de anlaşılabileceği gibi modelin ikinci aşaması; beş katmanın hem kendi içinde hem de birbirleriyle; tüm ögelerinin, tüm paydaşların kendi içlerinde ve ayrıca paydaş gruplarının birbirleriyle etkileşim ve işbirliğinde bulunmasıyla mümkündür. 2. Alternatif Gerçeklik Oyunları (AGO) ile İşbirliği Geliştirilmesi Çift yönlü simetrik iletişim modeli üzerinden, örgütlerin paydaşlarıyla işbirliği kurarak ve bu işbirliğini sürdürerek, onlara kendi ortamlarını kontrol etmelerine yardım edecek içerikler sunabileceklerine yukarıda değinilmişti. Bu duruma en uygun örneklerden birinin, günümüz Web 2.0 ve yakınsama (convergence) teknolojilerinin olanak tanıdığı yeni medyum; “Alternatif Gerçeklik Oyunları” olduğu söylenebilir (Alternate Reality Games – ARG). Günümüzde örgütlerin ve markaların, kamu ve paydaş grupları ile çift yönlü simetrik iletişim kurma yöntemi olarak alternatif gerçeklik oyunlarını (AGO’ları) kullanmaya başladıkları gözlemlenebilir (Kim, vd., 2008). Alternatif gerçeklik oyunları yeni nesil dijitial oyun türlerinden biridir. Oyunların basit bir eğlendirme aracı olmasının çok ötesinde bir anlam yüklendiği, oyunların örgütler ve paydaşlarıyla iletişim kurarak işbirliğinin sağlanması amacıyla kullanıldığı yeni bir mecra haline gelmiştir (McGonigal, 2007). Bu oyun türü oyuncularının dijital dünyanın içindeki oyun faaliyetleriyle, gerçek dünyadaki bir takım deneyimlerini karıştırarak edindikleri oyun deneyimidir. Öyle ki zaman zaman gerçek dünya ve dijital dünya arasındaki netlik bulanıklaşmaya başlayıp oyuncuları her iki dünya arasına gidip geldikleri bir işbirliği içine katmaktadırlar. Alternatif gerçeklik oyunları (dünyada genel kabul edilmiş kısaltma ismi ARG; Türkçe kısaltması olarak AGO önerilebilir), kurum tarafından sosyal medya platformlarında paylaşılan planlı bilgilerle, gerçek dünyada organize edilen birtakım etkinlikleri kaynaştırarak, paydaş grupları örgüt ve marka ile etkileşime geçirerek, işbirliğine girmelerini sağlamktadır (McGonigal, 2007). Aynı amaç için biraraya gelen kişiler işbirliği yaparak oyunun genel senaryosu içinde yer alan bir çok bulmacayı çözerek, olay örgüsünü genişletirler. Russell, Ito, Richmond ve Tuters (2008) çalışmalarında bu durumdan “medya yakınsaması (media convergence) ve ağlarla (networkler) katılım” şeklinde bahsetmektedirler (Russell, vd., 2008: 54). Yeni ve eski medyanın birlikte kullanılmasıyla oluşan medya yakınsama kültürünün; bilginin paylaşımının ve katılımcılığın artmasına yol açtığı söylenebilir. Toplumlar arası, coğrafyalar arası sınırları ortadan kaldıran sanal ve dijital ortamlar gün geçtikçe örgütlerin, ürün ve markaların medya tercihlerinde önemli roller almaya başlamışlardır. AGO’lar, örgüt – paydaşları arasında işbirliği kurulması ve bu işbirliğinin sürekli tutulması amacıyla dijital oyunların bir başka boyuta geçmiş halidir. Markalar, logolar, web siteleri, şirket isimleri, çalışan isimleri, toplantılar, konferansları, iş başvuruları, müşteri ilişkileri hatları, filmler, kitaplar, müzik grupları, şarkılar, ürün geliştirme, elektronik postalar, bulmacalar, defineler v.b. bir çok ana başlığı içinde barındırmaktadırlar (Russell, vd., 2008: 65). AGO’lar yapıldığı tarihten bu yana, temsil ettiği kurumlar ve markalar adına olumlu gelişmeler sağlamıştır. Özellikle kurumsal marka / kurumsallaşmış marka – hedef kitle arasında işbirliği kurulması anlamında oldukça olumlu sonuçlar veren bu tip oyunlar, sadece oyun ve eğlence sektörüne değil tüketiciler için de önemli bir ilgi alanı da oluşturmuşlardır. Figür 3., alternatif gerçeklik oyunlarında içiçe geçmiş boyutları göstermektedir. Figür 3. Alternatif Gerçeklik Oyunları (Kaynak: Szulborkski, 2005; Dena, 2008) 2.1. Alternatif Gerçeklik Oyunlarının Çift Yönlü Simetrik Model ve İşbirliği Kapsamında Değerlendirilmesi Örgütsel anlamda bakıldığında, Web 2.0 teknolojilerinin sunduğu en önemli katkılardan biri de, örgüt ve paydaş grupları arasındaki sınırları ortadan kaldırmasıdır. Öyle ki, kişiler günlük iletişimlerini, kişisel hikayelerini, fikirlerini, üretmiş oldukları amatör eserlerini bu platformlarda özgürce birbirleriyle ve örgütlerle paylaşabilmektedirler. Örgütler, sosyal medyayı dinlemekte, gerektiğinde ortamdaki iletişim ve etkileşime dahil olmakta ve sohbet etmekte ve çeşitli formlarda geri bildirim elde etmektedir. Dolayısıyla bu durumda, “basın ajansı ve kamuoyu bilgilendirme modellerini” sosyal medya ve alternatif gerçeklik oyunlarıyla birlikte düşünmek oldukça zordur. Web 2.0 teknolojileriyle yapılan iletişimde bilgi ve paylaşım akışı çift yönlüdür. Dolayısıyla bu noktada çift yönlü iletişimden bahsetmek daha doğru olabilir. Bireylerin Web 2.0’ın mevcut platformlarında hem bilgi / konu / olay üreten hem ürettiklerini birbirleriyle paylaşan ve aynı zamanda da tüketen konumunda olması “türetici” kavramını ortaya çıkartmıştır (producer + consumer = prosumer) (Çankaya, 2010). Henry Jenkins, popüler dosya transfer portalı Napster’ın paylaşım kültürünü ateşlemesinin ardından iki yaklaşımın ortaya çıktığını öne sürmüş özellikle bazı endüstrilerin bu iki yaklaşımda taraf olduklarını belirtmiştir. Jenkins’e göre bir kısım örgütler paydaşları ve ürünleri arasındaki bu paylaşım kültürüne çeşitli sınırlandırmalar getirilmesi gerektiğini vurgularlarken; diğer örgütler paydaşlarının katılımcı kültüre bilakis daha çok müdahil olmalarını ve birbirleriyle daha çok iletişime geçerek ve paylaşarak içerik yaratmalarını ve bu yolla kurumsal tanıtımlarının yapma taraftarıdırlar. Jenkins (2006), örgütlerin türeticilerle işbirliği kurarak ve bu işbirliğini uzun vadede sürdürerek tanıtımlarını yapabileceklerini savunmaktadırlar. Jenkins bu durumu “yasak yanlısı” ve “işbirliği yanlısı – işbirlikçi” olarak iki modele indirgemiştir (Jenkins, 2006: 201). Jenkins kitabında ilk modelin bir şekilde geçerliliğini yitirmek zorunda olduğunu çünkü, katılımın ve işbirliğinin öneminin şirketlerce keşfedilmesiyle, ikinci modeli uygulayan şirketlerin özellikle pazarlama ve halkla ilişkiler faaliyetlerinde önemli başarılar elde ettikleri görüşünü savunmaktadır. Savını daha da ileriye götürerek, halkla ilişkiler uzmanlarının işbirlikçi modelin izinden giden kampanyalar tasarlayarak, geleneksel medyayı ve yeni medya uygulamalarını kullanmayı tercih edeceklerini belirtmiştir (Jenkins, 2006: 201). Jenkins’in işbirlikçi modelinin, halkla ilişkiler modellerinden çift yönlü simetrik iletişim modeli ile örtüştüğü söylenebilir. J. Grunig bir çalışmasında, medyanın kullanıcılarını “iletişim sürecine zihnen katılmaya” ve daha çok bilgi edinme ihtiyaçlarını, “konuyu başkalarıyla tartışma ihtiyaçlarını” keşfetmeye yöneltecek bir sunum biçimi kullanabileceği konusundan bahsetmiştir (J.E. Grunig ve L. Grunig, 2005: 343). 2.2. Alternatif Gerçeklik Oyunları ile Örgüt ve Paydaş İşbirliği Geliştirilmesi: Bugüne kadar yapılmış en başarılı AGO çalışmalarından biri, Steven Spielberg’in filmi “Artificial Intelligence (AI) – Yapay Zeka” adlı filminin halkla ilişkiler çalışmaları kapsamında, 2001 yılında ortaya konan “The Beast – Canavar” adlı AGO’dur. Gizem ve cinayet unsurları üzerinden tasarlanan gerçeklik oyunu, milyonlarca kişinin oluşturduğu tartışma grubu üzerinden de (http://www.cloudmakers.org/) devam etmiştir. Oyun geleneksel medyada uzun süreli haber olmuş ve büyük koveraj sağlamıştır (Kim, vd., 2008: 38). 2004 yılında Microsoft firması, yeni bir ürününü tanıtmak için tasarladığı “I Love Bees – Arıları Severim” adlı alternatif gerçeklik oyunuyla milyonlarca kişiye ulaşarak paydaşlarıyla işbirliği sağlamıştır. AGO’lar zaman zaman evrensel sorunlara çözüm bulabilmek için paydaşlardan fikir almak ve hatta farkındalık ve kamuoyu yaratmak amaçlarıyla (crowdsourcing) da kullanılmaktadır (McGonigal, 2007). “World Without Oil” adlı gerçek dünyaya ait, evrensel bir politik soruna dikkat çeken oyun oldukça ses getirmiştir (Olsen, 2007; McGonigal, 2007). Kamu yararına organize edilen son derece ciddi bir plan üzerinden hazırlanan oyun; gerçek dünya için çok ciddi bir sorun olan petrol rezervlerinin bitmesi konusunu kamuoyuna farklı bir şekilde sunmuştur. Oyun, düzenlendiği 2007 yılının sonunda yüzbinlerce katılımcı sayısına ulaşmıştır (http://www.worldwithoutoil.org/metaabout.htm). Türkiye’de AGO uygulamaları henüz yenidir. Ülker, halkla ilişkiler amaçlı olmasa da, bütünleşik pazarlama iletişimi çalışmaları kapsamında, Coco Star adlı alt markası için hazırlamış olduğu bir AGO çalışması tasarlamıştır. Ülker gibi geleneksel bir kurumu sosyal medya ve yeni online paydaşlarla buluşturması ve onlarla aralarında etkileşim ve işbirliğinin sürdürülmesi konusunda önemlidir. Bu çalışma (www.yamangezginkayboldu.com) incelendiğinde, Ülker tarafından belirli bir plan çerçevesinde verilen ipuçlarıyla, etkileşim ve işbirliğinin artırıldığı, yapılan paydaş yorumlarından da anlaşılabilir (Çankaya, http://www.nuricankaya.com/ default.asp?blog_ay=5&blog_yil=2008). Alternatif Gerçeklik Oyunlarını tasarlayan uzmanlara göre başarılı bir AGO’da iki önemli özelliğin olması gerekmektedir (McGonigal, 2007; Irwin, 2007; Kim, vd., 2008). Bunlardan birincisi; oyun bütününün ilgi uyandıran bir hikaye düzenine sahip olması, diğeri de işbirlikçi bir oyun düzenine sahip olmasıdır. Bu özelliklere ilave olarak oyun hikaye planının, web siteleri, elektronik posta mesajları, telefon aramaları, doğrudan mektup gibi çoklu medya kanallarıyla paydaşlarına anlatılması ve mesajların iletilmesi söz konusudur. İkinci önemli özellik; oyunların doğasında var olan “işbirliği” konusudur. Oyun oynayıcılar, kendi fikir ve tutumlarını web ortamında inşa ederlerken, birbirleriyle işbirliğine girerek, örgütlerin planlı bir şekilde yavaş yavaş ortaya sürdükleri ipuçlarını takip ederlerken, her bir aşamada biraz daha ilerleyip örgüt ile etkileşimlerini sürdürürler. AGO’ları diğer oyunlardan ayıran bir diğer özellik de, paylaşımcı olmalarıdır. Oyun oynayıcıların, örgütlerin, markaların birbirleriyle etkileşimde bulunduğu ve işbirliğine girdikleri, katılımcı deneyimler sunmaları da bir başka ayırt edici özelliğidir. Katılımda gönüllük esas olduğu için, katılımcılar senaryonun içine kendilerini gönüllü olarak ilişkilendirirler. İnteraktif olma özelliği de AGO’ları, işbirliği ve etkileşim konusunda önemli bir araç haline getirmektedir. 3. Örgüt ve Paydaş İşbirliği Geliştirilmesinde “Lost Experence Örneği” Çalışmada, “Mükemmel halkla ilişkiler Yaklaşımı”nda önerilen işbirliği vurgusu, örgüt ve paydaş işbirliği geliştirilmesi kapsamında “Lost Experience” adlı alternatif gerçeklik oyunu üzerinden incelenecektir. Bu oyun, senaryosu ve global uygulanabilirliği açısından en iyi örneklerden biri olarak gösterilmektedir (McGonigal, 2007; Irwin, 2007; Kim, vd., 2008; Russell, vd., 2008). “Lost Experience”, bugüne kadar tasarlanmış en iyi oyunlardan biri olarak adlandırılmaktadır. En iyi oyun olarak adlandırılmasının en önemli sebebi, iletişim, etkileşim ve işbirliğini, hem kendi oluşturduğu yeni paydaşlar arasında, hem kurum çalışanları ve paydaşlar arasında, hem de kurum – paydaş arasında sağlaması sebebiyledir (Kim vd., 2008; Irwin, 2007; McGonigal, 2007). “Lost Experience örneği, AGO’lar ile örgüt ve paydaş işbirliği geliştirilmesi konusunda başarılı bir çalışmadır” yargısı üzerinden gidilerek seçilen monografik bir örnektir. 3.1. Lost Experience Oyunu Genel Bilgiler İlk kez 24 Nisan 2006 yılında ABC şirketinin tüm kanallarında duyurulan oyun, Mayıs 2006’da resmi olarak serinin yayınlandığı tüm ülkelerde başlamıştır (http://tr.wikipedia.org/wiki/Lost_Experience). ABC Prodüksiyon tarafından hazırlatılan “Lost Experience” adlı oyunu çalışmada özetlemek amacıyla, oyundaki aşamalar derlenerek aşağıdaki sistematiğe dönüştürülmüştür: 1. Aşama: Hedef Kitle ile Tanışma: 2006 yılında yapımcı ABC Prodüksiyon, ilk olarak kendi resmi sitesinde AGO kampanyasını duyurmuştur. Kendi web sitesinde bilgisayarlara indirilebilecek fotoğraflar, duvar kağıtları, oyuncu bilgi ve fotoğrafları, dizi bölümlerinden parçalar, tartışma / forum grupları eklemiştir (http://abc.go.com/shows/lost). Sitenin içine yerleştirilen dikkat çekici küçük bir görsele tıklanınca, web sitesi kişiyi bir anda oyunun içine katıp etkileşim ve işbirliği sürecini başlatacak olan yere, yani bir başka web siteye yönlendirmektedir. 2. Aşama: Hedef Kitle ile Etkileşimin Başlatılması: Sonra, oyun için özel tasarlanmış kurgu web siteleri yayınlamaya başlamıştır. Dizide bahsi geçen Hanso Vakfı’nın kurgu web sitesine yönlendirilen oyuncu, site içinde dolaşırken oyun kapsamında çeşitli sayısal ve görsel verilere (ipuçlarına) ulaşabilmektedir. Oyun çok önceden bittiği için bugün kapalı olan sitede oyuncular, bu vakfın ve vakfa ait şirketlerin hakkında bilgi toplayarak, dizi hakkında eksik kalan noktaları da tamamlamış olmaktadırlar. 3. Aşama: Hedef Kitle ile Bütünleştirilmesi: Bu aşamada Lost’un yapımcı şirketi tarafından hazırlanan diğer web sitesi - dizinin temelini oluşturan uçak kazası ile ilgilidir. Oceanic Hava Yolları’nın web sitesi oldukça gerçekçi bir şekilde kurgulanmıştır. Sitede gerçeklik ve kurgu arasında izleyiciyi gelgitlere sürükleyen bir diğer uygulama da, düşen uçağın oturma planının bulunması ve karakterlerin hangi koltukta oturduğunun tıklandığında görülmesidir. Çeşitli ipuçları burada da görülmektedir. Lost’un AGO’su, kendi içinde çeşitli evrelerden oluşmaktadır. Dizinin ilk altı haftalık yayını bittikten sonra, Hanso Vakfı’nın web sitesi bilgisayar korsanları tarafından ele geçirilmiş ve hedef kitle yeni ipuçlarıyla başka sitelere yönlendirimektedir (http://stophanso.rachelblake.com/). Böylelikle ilgililerin oyundan sıkılarak işbirliğini bırakmaları da engellenmiştir 4. Aşama: Dizi Oyuncuları - Paydaş Bütünleştirilmesi: Dizide yer alan bazı karakterler için viral çalışmalar tasarlanmıştır. Dizi karakterlerinden Charlie, kardeşiyle birlikte “Driveshaft” adlı kurgu bir müzik grubunun üyesidir. AGO kapsamında, “Driveshaft” için sanal bir web sitesi tasarlanmıştır (http://www.driveshaftband.com/Bootlegs.htm). Dizinin başlangıcı uçak kazası ile olduğu için, Driveshaft’ın web sitesi, Charlie’nin ölüm tarihinde “yas” ilan etmiştir. Sitede Charlie karakterinin adada söylediği bazı şarkıların MP3 formatları, şarkı sözleri, özel fotoğrafları ve grubun hayatta olan diğer üyelerinin görselleri de konulmuştur (www.bigumigu.com/haber.asp?hid=2773 ). Dizideki bir başka karakter olan yazar Gary’nin kitabı da Google arama motoruna eklenmiştir. Kişiler arama motoruna kitabın adını (Bad Twin) veya Gary’nin tam ismini yazdıklarında, dünyanın en büyük internet kitapçısı Amazon’da kitabın satıldığını görebilmektedir, hatta kitabın nasıl satın alınabileceğine dair linkler de vardır (http://www.amazon.com/gp/product/1401302769/ qid=11477076 70/sr=2-1/ref=pd_bbs_b_2_1/102-36827610700107?s=books&v=glance&n=283155). Kitabın arka kapak görselinde, yazarın uçak kazasında hayatını kaybettiği yazmaktadır. Amazon’un sitesi tıklanıp Gary’nin kitabına ulaşıldığında, kurgu karakterin ölmeden önce kitabının tanıtımı için Youtube’a yerleştirilmiş gerçek röpörtaj videolarına da rastlanmaktadır (http://lostpedia.wikia.com/wiki/Gary_Troup). AGO kampanyasının belirli aralıklarla sürdürülen resmi evrelerinin üçüncüsü, online boyuttan offline’a yani çevrim dışı boyuta taşınmıştır. 2006 yılında Comic Konferansı’nda Lost dizisi oyuncularının bazıları, organize edilen Lost Panel’inde fanatikleri ile buluşmuştur. Gerçek dünyada düzenlen bu panelde, sanal oyunun içindeki gazeteci karakter aniden ortaya çıkarak, oyuncularla konuşmuş ve tüm bildiklerini www.hansoexposed.com ’da açıklayacağını beyan etmiştir. Şu anda artık yayında olmayan bu siteye girenler, çıkan açıklama videoları ve Podcast’i izliyerek başka gizem ve ipuçlarına kavuşmuşlardır. AGO’nun tertiplendiği dönemde sitede yer alan videolar Youtube, Daily Motion, v.s. gibi video sitelerinde, forum ve haber gruplarında, viral olarak da paylaşılmıştır. 5. Aşama: Örgüt – Marka – Paydaş İşbirliğinin Geliştirilmesi: Dizinin reklam kuşağında Hanso Vakfı’nın ilanları yayınlanırken, ilanlarda yer alan irtibat telefonlarına gerçek hayatta da ulaşılacak oyuncularla anlaşılmıştır. Hatta ABC şirketi, bu irtibat numaralarını gerçek reklamlarda yayınlatarak, reklamların yayınlandığı ülkelere göre yerel telefon numaraları yerleştirmiş ve telefonda o ülke dilini konuşan kişileri de görevlendirmiştir. Lost’un yapımcı şirketinin Lost’un AGO uygulaması kapsamında, örgüt – marka – paydaş işbirliğinin geliştirilmesi amacıyla yapmış olduğu bir başka çalışması da, Wikipedia’dan esinlenerek oluşturulan “Lostpedia”dır. Kurgu karakter ve olaylar hakkında detaylı bilgilerin yerleştirildiği, isteyenlerin konuyla ilgili veri girişi yapabildikleri sanal Lost kütüphanesi de yürürlüğe konularak, işbirliği geleneksel medya ve geleneksel olmayan medya üzerinden sürdürülmeye çalışılmıştır. 6. Aşama: AGO ve Bütünleşik Medya / Yakınsama: “Lost Experience” oyunu esnasında kişinin her yönlendirildiği sitede yer alan ipuçları, gazete ve televizyon ilanlarında başka ipuçlarına yöneltmiştir. Bu noktada farklı mecraların bütünleşik olarak kullanıldığı söylenebilir. Örneğin, gazetelere gizli kodlar içeren ilanlar verilmiş, artık yayından kaldırılmış olan www.hansocareers.com ’da Hanso Vakfı için verilen iş ilanları, gazete ve televizyonlarda da yer almıştır. Lost dizisi için periyodik olarak çıkartılan Lost dergisi de oyun ve paydaşları arasında işbirliği yaratılmasında katkıda bulunan mecralardan biridir. Derginin arka kapağına, dizide karakterlerden birinin yerken görüntülendiği “Apollo Bar” adlı çikolatanın reklamı verilmiştir. Dizide yer alan kurgu çikolata markası için kurgu reklam, gerçek bir derginin kapağında yer alırken, çikolata hayranları için gerçek bir web sitesi tasarlanarak, satış geliştirme taktiklerinden de faydalanılmıştır. Oyunun finalinde, şifrelerin oyuncuları sürüklediği bir web adresi ve adrese konulan Podcast bildiri, oyunun ve dizinin yapımcısı olan ABC şirketinin resmi web sitesinde yayınlanmıştır. 3.2. Lost Experience Oyununun İşbirliği Modeli’ne Uyarlanması Çalışmanın genel önermesi kapsamında, seçilen “Lost Experience”ın örgüt – paydaş işbirliğini kılan mükemmel yaklaşımı temsil edip etmediğinin değerlendirilebilmesi için, Whittington’un (2003) geliştirdiği “İşbirliği – Etkileşim Modeli” model olarak alınmıştır. Bu model orjinalinden alınırken, değerlendirme kapsamına alınan AGO örneği ve paydaşları kapsamında geliştirilmiştir. Whittington’un işbirliği modeli; aslında bakım hizmetleri sektörü için geliştirilmiş, bakım hizmetleri sektöründe ve paydaşları arasındaki işbirliğini modelleştiren ve çalışma sınırlarını teorik bir perspektiften oluşturan bir çalışmadır. Ancak modeli iki aşamaya yayarak, ilk aşamada işbirliği sürecine katılanları kategorize etmesi ve daha sonra ikinci aşamada süreç içindeki etkileşimleri incelemesi açısından, AGO oyunları ile örgüt – paydaş işbirliği geliştirmesine de adapte edilebileceği düşünülmüştür. Bu örnek çalışma kapsamında, Kasım 2009 – Mart 2010 tarihleri arasında “Lost Experience” adlı AGO ile ilgili veriler toplanırken, ABC Prodüksiyon şirketinin ana web sitesi ve Lost serisi için hazırlatılan site içerikleri, AGO oyunu “Lost Experience” için oluşturulmuş forum ve haber grupları, ABC şirketi tarafından işbirliğinin sağlanması ve geliştirilmesi amacıyla oluşturmuş olduğu gözlemlenen ABC web siteleri, yabancı basında çıkan haberler ve oyuncu yorumları, yorumlara ABC ve Lost ekibi tarafından verilen cevaplar incelenmiştir. Oyunun tamamının ABC şirketi, Lost’un yapım ekibi ve teknik destek ekibi tarafından tasarlandığı, dizi fanatikleri ile sürekli işbirliği halinde olunduğu ve örgüt – paydaş işbirliğinin sürdürülmesi amacına yönelik tasarlandığı kayıtları; incelenen pek çok kaynakta görülebilmektedir (Sepinwall, 2010; Landweber, 2010; Lachonis, 2007a; Lachonis, 2007b; http://wapedia.mobi/tr/The_Lost_Experience). Lost Experience AGO’su, yukarıda açıklanan sistematik aşamalardan yola çıkıldığında, Whittington’un (2003) geliştirdiği “İşbirliği – Etkileşim Modeli” üzerinden aşağıdaki tablolaştırılabilir: KATMANL AR HİZMET SAĞLAYICI LAR KATMANI KİŞİSEL KATMAN PROFESYO NEL KATMAN TAKIMSAL KATMAN ÖRGÜTSEL KATMAN 1. AŞAMA KATMANLARIN BELİRLENMESİ 2. AŞAMA KATMANLARIN İŞBİRLİĞİ Oyunun başlangıcından bitişine kadar, hizmet Lost Experience sağlayıcıların birbirleriyle işbirliği içinde olduğu AGO’sunu hazırlayan anlaşılmaktadır. Tekniksel ve mantıksal olarak ne Oyun Kurucu Ekibi, senaryo aksamıştır ne de oyunun oynanması. Bu durum, Oyun hizmet sağlayıcı hizmet sağlayıcıların birbirleriyle uyum ve işbirliği içinde tüm tedarikçiler çalıştıklarının önemli bir göstergesidir. Lost Experience oyununun takipçileri, oyunun oynandığı tüm evrelerde faal olarak görülmektedirler. Birbirleriyle forum ve haber gruplarında, wikilerde, video paylaşım Lost Experience sitelerinde sürekli etkileşim halindedirler. Sürekli olarak AGO'sunu oynayan, takip marka hakkında konuşmakta ve oyunun şifrelerini eden tüm paydaşlar çözmek için işbirliğinde bulunmaktadırlar. Oyunun takipçilerinin oluşturduğu ve şifrelerin izlerinden takip ettikleri web siteler incelendiğinde, profesyonel ilgi Oyunun takipçilerinin alanlarına göre katkıda bulundukları gözlemlenmiştir. kendi profesyonel ilgi Bilgisayar programcısı, program yazılımlarının içersine alanlarına göre, oyuna saklanan şifreyi çözerek diğerleriyle paylaşırken, bir katkıda bulunan başka konuda uzmanlaşmış bir takipçi, kendi uzmanlık profesyoneller alanıyla ilgili katkılarda bulunmaktadır. Lostpedia adındaki Wiki çalışması, Lost Experience AGO'sunun takımsal katman boyutunun ne denli güçlü Oyun ve dizi olduğunun kanıtlarındnn biridir. Dünyanın dört bir takipçilerinin bir araya yanından yüzbinlerce kişinin veri girişinde bulunması, gelerek oyunun Apollo çikolatalarının satış promosyonu için herkesin ilerlemesine yaptıkları çikolatayı yedikten sonra fotoğrafını çekip internete katkılarla oluşan ve oyun yüklemesi ve birbirleriyle iletişimi sürdürerek şifre süresince gelişen çözme konusunda takım çalışmasına girmesi gibi takımlar örnekler; takımsal katmanın varlığına işaret etmektedir. Oyunun yaptıran ve Hem Lost dizisinin hem de Lost Experience’in yapımcısı yürülüğe koyan, oyunun olan ABC şirketi oyun süresince, hem diziyi hem oyunu işbirliği yaratcağını her türlü mecrada başarılı bir şekilde yönetmiştir. Oyunla düşünen örgüt: ABC Prodüksiyon Şirketi diziyi senkronlu bir şekilde yönetebilmek, her ikisi arasında parallelliği sürdürürken, oyun adına önemli açıklamaları resmi web sitesinden, fanatiklerin birbirleriyle haberleştiği forumlar üzerinden yaparak, örgütsel anlamda olayın tamamına hakim ve tüm paydaşlarla işbirliği içinde olduğunu göstermiştir. ABC şirketi, oyunu dizinin içinde ve dışında kurgulanmasını sağlayan en önemli kaynaktır. Tablo 1: Lost Experience AGO’sunun İşbirliği – Etkileşim Modeli Kapsamında Değerlendirilmesi Tablodan da görülebleceği gibi model, oyuna uyarlandığında, öncelikli olarak birinci aşamadaki katmanlar belirlenmiştir. Hizmet sağlayıcılar, kişisel, profesyonel, takımsal ve örgütsel katmanlar; oyun aşamaları göz önüne alınarak belirlenmiştir. ikinci aşamada, oyun aşamalarındaki her alt süreç ve belirlenen tüm katmanların birbirleriyle işbirliği kapsamında değerlendirilmiştir. Bu değerlendirme katmanların işbirliği sütununda incelenebilir. SONUÇ Tüm dünyada yarattığı fanatik kitleyi saatlerce televizyonun başına kilitleyen yapımcı şirket ABC, Lost fanatiklerinin daha çok sır, daha çok enformasyon, daha fazla bilinmeyen, daha fazla heyecan ve daha fazla etkileşim isteğiyle karşı karşı kaldığında, bu talebe destek vermek için çok özel bir oyun tasarlatmıştır. Bu oyunu diğer oyunlardan ayıran en önemli özellik olan gizem, sır, ipuçları ve bilmeceler de Lost dizisinin genel temasına son derece uygundur. Dolayısıyla, Lost Experience adlı AGO’nun, dizisinden sonra ikinci bir fenomen haline dönüştüğü söylenebilir. Lost’un yapımcısı ABC Prodüksiyon, dizi yayına girmeden önce başlayan ve yayın süresince devam eden çeşitli kampanyalarla, paydaşları ile etkileşim sürecini hiç kopartmamış, serinin başarısında bu yolla büyük avantaj sağlamıştır. Serinin her sezonunda viral pazarlama iletişimi kampanyalarıyla da işbirliği sürecini sürekli olarak desteklemişlerdir. ABC şirketinin Lost için oluşturduğu resmi web sitesi içine yerleştirdiği işbirliği uygulamasının ne derece geri bildirime dayalı olduğu ve yapılan yorumlara, kurumsal anlamda ne gibi cevaplar verildiği, ABC Social adlı uygulamadan anlaşılabilir. ABC şirketinin Lost için oluşturduğu; örgüt – dizi oyuncuları – teknik ekip – oyun tasarlayıcıları – fanatikler gibi paydaş gruplarla kurumsal işbirliğini sağladığı ”ABC Social” adlı uygulama, önemli bir geri bildirim ve işbirliği aracı olarak da gözlemlenmiştir (http://abc.go.com/shows/lost/episodecommentary) Örgütler ve paydaşları arasındaki işbirliğini geliştirdiği düşünülen “Lost Experience”, oynandığı dönemde büyük yankı uyandırmış ve yüksek oranda medya koverajı sağlamıştır. Oyun hakkında forumlar, tartışma grupları kurulmuş, kişiler, tartışma ve ilgi gruplarına dönüşmüş, hem kendi aralarında hem de diğer katmanlarla işbirliği ve etkileşim haline geçmiştir (Mittel, 2006). Bunun kurumsal anlamda örgüte de çeşitli faydaları dokunmuştur. “Grey’s Anatomy, Desperate Housewifes, Flash Forward, Lost” gibi önemli dizileri bünyesinde barındıran ABC Prodüksiyon şirketi, özellikle Lost dizisi sayesinde, itibarını ve istikrarını sağlamlaştırmıştır. Nihai hedef gözetildiğinde, kuruma sadece itibar değil, oyun sayesinde yaratılan publicity ve kurumsal itibarla, kurumun dış pazarlarda Lost adlı serinin ihracat kapasitesini de artırarak, ABC şirketine yüksek kar da getirmiştir (Sepinwall, 2010; Landweber, 2010; Lachonis, 2007a; Lachonis, 2007b; http://wapedia.mobi/tr/The_Lost_Experience). Web tabanlı yeni teknolojik platformlar (Web 2.0 ve Web 3.0 gibi) örgütler ve markaları için yepyeni medya uygulamaları sunmaktadır. Mecra çeşitliliğinin ve bölümlendirmenin arttığı söylenebilir. Bilgisayar oyunları da yeni platformlarla gelişmiş ve farklı boyut ve özelliklere bürünmüştür. Alternatif gerçeklik oyunları buna en güzel örneklerden biridir. Örgüt ve paydaşları arasındaki sınırların birbirine geçmesi gibi, alternatif gerçeklik oyunlarında da gerçek dünya ve sanal dünya sınırları birbirinin içine geçmiştir. “Lost Deneyimi”nin markaya ve yapımcı şirketin üreteceği diğer ürünlerine yüksek sadakat yaratabileceği dışında, çift yönlü simetrik iletişim ve mükemmel halkla ilişkiler yaklaşımındaki işbirliği vurgusu açısından, başarı sağladığı net olarak görülebilir. Tablo 1’deki analizden de anlaşılacağı gibi, oyunun her katmanın kendi aralarında ve katmanların kendi aralarında da varolan etkileşim ve işbirliğinden söz etmek mümkündür. Oyun süresince, eski ve yeni medyanın bütünleşik olarak kullanıldığı gözlemlenebilir. Oyunların kompleks içerikleri ve hikayeleri çoklu medya ortamlarını kullanmayı gerekli kılmaktadır. Çoklu web sitelerinin tasarlanması ve bunlara trafik çekilmesi, telefonun bir mecra olarak kullanılması, elektronik posta, sinema filmi, televizyon reklamı, gazete ilanları, dizi senaryosuna gizlenmiş şifreler, konferanslar, paneller, afiş ve posterler, doğrudan posta, üç boyutlu kutular veya sır dolu posta kutuları, fiziksel lokasyonlar gibi bir çok mecra; işbirliği yaratmak için kullanılmaktadır. Lost Experience adlı oyunun tüm süreçlerine bakıldığında, oyun çift yönlü simetrik iletişim izleri üzerinden gitmektedir. Oyunun ilk duyurumu, sonlandırılması ve arada geçen tüm aktif süreçte, örgütsel olarak ABC prodüksiyon şirketinin yer aldığı ve sosyal medyada oyun hakkındaki tüm sohbet ortamlarda bulunduğu gözlemlenebilmektedir. Oyun kurucuları, örgüt, örgüt çalışanları, dizi çalışanları çeşitli sohbet ortamlarında (çevrim içi – çevrim dışı farkı gözetmeksizin) paydaşlarıyla buluşmakta ve onların forumlardaki talep ve sorularına yönelik yeni çözümler ve gizemler ortaya çıkarmaktadır. Dizi senaristleri, oyundaki gizemleri ve çözülemeyen gariplikleri, diziye taşıyarak birtakım ipuçlarını dizi üzerinden de vermektedirler. Bu sebeple, AGO’lar planlı bir süreç içinde dikkatle dizayn edildiklerinde, çift yönlü simetrik iletişimi sağlayan bir uygulama olarak düşünülebilirler. J. Grunig’in “Mükemmel Halkla İlişkiler Yaklaşımı”nda savunduğu çift yönlü simetrik iletişim ve işbirliği vurgusu; tüm örgütlerin temel felsefesi olmalıdır. Bu felsefeden yola çıkan örgütler, halkla ilişkiler çalışmaları planlarken, her zaman paydaşlarıyla işbirliği yapabilecekleri etkinlikler planlamalıdırlar (Grunig, 2000: 25-27). Bilindiği gibi çift yönlü simetrik model, bir örgüt ve stratejik paydaşları arasında karşılıklı anlayış ve eşgüdüm önermektedir. Bu yaklaşımın bir üst evresi olan mükemmel halkla ilişkiler modeli ise, örgüt ve paydaş işbirliğini önermektedir. Öncelikle anlayış konusu, örgütlerin paydaşlarını anlayabilmesi, paydaşların da örgütlerin hangi amaçla neyi, nasıl yaptıklarını anlayabilmesi açısından son derece önemlidir. Çift yönlü simetrik iletişimin temel amaçlarından biri taraflar arasında denge unsurunun sağlanmasıdır (Kelly, v.d., 2010: 191). Denge ve karşılıklı anlayıştan kasıt, örgütlerin paydaşlarından gelen tüm talepleri karşılayacağı anlamına gelmemelidir. Çift yönlü simetrik iletişim modelinde, simetri; dengedir; bu dengeden de anlatılmak istenen; diyaloglar kurularak müzakere süreçlerinin başlatılması ve bu bağlamda tarafların ilgili konularda ortak anlayışa varmalarıdır (Kelly, v.d., 2010: 191). Sosyal medya platformlarının etkileşimli, işbirlikçi olmasından yola çıkarak; halkla ilişkiler uzmanlarının yöneticilerini, mükemmel halkla ilişkiler çalışmaları kapsamında, paydaşlarıyla işbirliğine girmekten korkmayan, bunu sürdürebilen örgütlerin başarılı olabileceği konusunda ikna etmeleri gerektiği söylenebilir. Günümüzde internet teknolojilerinin toplumlara kazandırmış olduğu AGO’lar gibi yeni platformlar sadece bireyleri değil, kurumları da bu ortamlara çekmeyi başarmışlardır. Etkileşim ve işbirliğine girebilmenin birinci şartı, öncelikle kurumların bu platformlara girmesi, girdikten sonra dinlemeye başlaması, daha sonra dinlediklerinden kendisine paylar çıkartarak gerekli geri bildirim ve tepkileri vermesidir. Elbette ki, çift yönlü simetrik iletişim bu tür bir dengeyi gerektirmektedir. Sosyal medya platformlarında örgütün denge unsurunu da koruyabilmesi gerekir. Ne sohbet ortamlarına çok fazla ve doğrudan girmesi, ne de bu ortamlardan çok uzak kalması doğrudur. Lost Experience için bir oyun tasarlatan ABC şirketinin bu diyaloglardaki dengeyi başarıyla koruduğu gözlemlenebilir. Öncelikli olarak dijital platformlardaki sohbet ortamlarını dengeyi bozmadan takip ettiği, gerektiğinde resmi web sitesi üzerinden ve gerektiğinde resmi forum sitesinde ve fanatiklerin yer aldığı forumlarda sohbetlere katıldığını ve hatta paydaşların oyunla ilgili yardıma ihtiyaç duyduklarını farkettiği anda, oyun sürecinde çeşitli yardımlarda bulunduğu gözlemlenebilir. Örgütlerin halkla ilişkiler konusunda alacakları bu tür stratejik kararlar, giderek yaygınlaşan paylaşım kültürü sebebiyle de olabilir. Sadece örgütlerin değil, özellikle halkla ilişkiler profesyonellerinin yeni mecralara ve bu mecraların oluşturduğu yeni kültürlere kısa sürede adapte olmaları beklenmelidir. Paylaşım kültürü bu kültürlerin başını çekmektedir. Örgütler paydaşlarıyla olan ilişkilerini paylaşım kültürü temelinde gözden geçirmeli ve yeni strateji ve taktiklerini paylaşım kültürünü özümseyerek oluşturmalıdır. Paylaşım kültürüyle işbirliğinin önemi de giderek artmaktadır. Bugün artık paydaşlarıyla en fazla işbirliğine giden örgütler, halkla ilişkiler amaçlarını daha iyi gerçekleştirmekte ve paydaşlarıyla daha yakın ilişkiler kurabilmektedirler. KAYNAKÇA Alikılıç, Ö ve Onat, F (2007) Bir Halkla İlişkiler Aracı Olarak Kurumsal Bloglar, Yaşar Üniversitesi Elektronik Dergisi, Vol. 2: İzmir, s.8. Anderson, G (1989) A Global Look at Public Relations, B. Cantor (Der.), Experts in Action: Inside Public Relations, 2nd ed., New York: Longman, s.412-422. Çankaya, M. N (2010) Dijital Pazarlama Trendleri 2010, DVD, MediaCat ve DijitalAge Dergileri Yayını, Infinity Teknoloji, İstanbul. Conrad, C (1985) Strategic Organizational Communication: Cultures, Situations, and Adaptation, New York: Holt, Rinehart & Winston. Cremin, H (2007) Peer Mediation, Buckingham, GBR: Open University Press. Dena, C (2008) Emerging Participatory Culture Practices: Player – Created Liers in Alternate Reality Games, Convergence 14:1, s.41 – 57. Gray, B (1989) Collaborating: Finding Common Ground for Multiparty Problems, San Francisco: Jossey – Bass. Grunig, J. E (1984) Organizations, Environments, and Models of Public Relations, Public Relations Research & Education, 1(1), s.6-29. Grunig, J. E, Grunig L, Sriramesh, K, Huang, Y. H ve Lyra, A (1995) Models of Public Relations in an International Setting, Journal of Public Relations Research, 7 (3), s.163-186. Grunig, J. E (2000) Collectivism, Collaboration, and Societal Corporatism as Core Professional Values in Public Relations, Journal of Public Relations Research, Vol. 12: 1, s.23- 48. Grunig J. E ve Grunig, L (2005) Halkla İlişkiler ve İletişim Modelleri, James E. Grunig (Der.), Halkla İlişkiler ve İletişim Yönetiminde Mükemmellik, Tribeca İletişim Danışmanlık, İstanbul: Rota Yayınları, s.307-348. Grunig, L, Dozier, D.M ve Grunig, J.E (1994). IABC Excellence in Public Relations and Comunication Management, Phase 2: Qualitative Study, Initial Analysis: Cases of Excellence, San Francisco: IABC Research Foundation. Jenkins, H (2006) Convergence Culture, New York: New York University Press. Kelleher, T (2001) Public Relations Roles and Media Choice, Journal of Public Relations Research, 13(4), s.303–320. Kelly, K.S , Laskin, A.V ve Rosenstein, G.A (2010) Investor Relations: Two-Way Symmetrical Practice, Journal of Public Relations Research, 22:2, s.182208. Keltner, J. W. (1987) Mediation: Toward a Civilized System of Dispute Resolution, Annandale, VA: Speech Communication Association. Kennedy, G. (2004) Essential Negotiation. Princeton, NJ, USA: Bloomberg Press. Kent, M. L ve Taylor, M (1998) Building Dialogic Relationships Through the WorldWideWeb (Special issue: Technology and the corporate citizen), Public Relations Review, 24(3), s.321–334. Kim, J.Y, Allen J.P ve Lee, E (2008) Alternate Reality Gaming, Communications of the ACM, February, Vol.51, No:2. Lattimore, D, Baskin, O, Heiman, S.T ve Toth, E.L (2009) Public Relations: The Profession and the Practice, 3rd ed., NY USA: McGraw Hill International Edition. Marsh, C (2008) Postmodernism, Symmetry, and Cash Value: An Isocratean Model for Practitioners, Public Relations Review, Vol. 34, s.237-243. Miller, C, Freeman, M ve Ross. N (2001) Interprofessional Practice in Health and Social Care: Challenging the Shared Learning Agenda, London: Arnold. Mishra, K.E (2006) Help or Hype: Symbolic or Behavioral Communication During Hurricane Katrina, Public Relations Review, Vol. 32, s.358-366. Peltekoğlu, Balta. F (2001) Halkla İlişkiler Nedir, 2. Baskı, İstanbul: Beta. Rotman, M. B (1995) Public Relations Careers, Illinois, USA: VGM Career Horizons. Russel, A, Ito, M, Richmond, T ve Tuters, M (2008) Culture: Media Convergence and Networked Participation, Kazys Varnelis (Der.), Networked Publics, MA, USA: MIT Press. Seitel, F. P (2007) The Practice of Public of Public Relations, 10th edit. NJ USA: Pearson Prentice Hall. Sharpe, M.L (1992) The Impact of Social and Cultural Conditioning on Global Public Relations, Public Relations Review, Vol.18, s.103-107. Spicer, C (1997) Organizational Publlic Relations: A Political Perspective, Mahwah, NJ: Lawrance Erlbaum Associates, Inc. Steyn, P, Sangari, E.S, Pitt, L, Parent, M ve Berthon, P (2010) The Social Media Release as a Public Relations Tool: Intentions to Use Among B2B Bloggers, Public Relations Review, 36, s.87-89. Szulborkski, D (2005) This is Not a Game: A Guide to Alternate Reality Gaming. Pennsylvania: New Fiction Pub. Taylor, M (2000) Public Relations as Relationship Management: A Relational Approach to the Study and Practice of Public Relations, Public Relations Review, Vol. 26, Issue.2, s.255-256. Whittington, C (2003) Model of Collaboration, Jenny Weinstein, Colin Whittington, Tony Leiba (Der.), Collaboration in Social Work Practice, Philadelphia, USA: Jessica Kingsley Publishers. Wilcox, D. L ve Cameron, G. T (2009) Public Relations: Strategies and Tactics, 9th edit, USA: Pearson. ABC Arg Social, Commentary, (Erişim: Mayıs 2010) http://abc.go.com/shows/lost/episode-commentary. Dosyası (2007) Lost Experience, http://www.bigumigu.com/haber.asp?hid=2773 . (Erişim: Mart 2010) BadTwin, http://www.amazon.com/gp/product/1401302769/qid=1147707670/sr=21/ref=pd_bbs_b_2_1/102-36827610700107?s=books&v=glance&n=283155. (Erişim: Mart 2010) Çankaya, N http://www.nuricankaya.com/default.asp?blog_ay=5&blog_yil=2008 . (Erişim: Ocak 2010) Irwin, M.J (2007) Q & A with Alternate Reality Games Director Elan Lee, Wired Magazine, Issue 15.06, http://wired.com/gaming/virtualworlds/magazine/15-06/st_arg3 . (Erişim: Kasım 2009) Lachonis, J (2007a) Interviews Lost’s Damon Lindelof and Carlton Cuse, Part.1, Buddy Tv, http://www.buddytv.com/articles/lost/buddytv-interviews-lostsdamon-4766.aspx . (Erişim: Mart 2010) Lachonis, J (2007b) Interviews Lost’s Damon Lindelof and Carlton Cuse, Part.2, Buddy Tv, http://www.buddytv.com/articles/lost/more/buddytv-interviewslosts-damon-4762.aspx . (Erişim: Mart 2010) Landweber, M (2010) Alternate Realities on Fringe, Lost and Flashforward, Popmatters, http://www.popmatters.com/pm/post/123553-alternaterealities-on-fringe-lost-and-flashforward/ . (Erişim: Mayıs 2010) Lost Experience, http://wapedia.mobi/tr/The_Lost_Experience .(Erişim: Nisan 2010) McGonigal, J (2007) Unlock Hidden TV Show Plots with Alternate Reality Games, Interview with Jane McGonigal, Wired Magazine, Issue 15.06. http://www.wired.com/gaming/virtualworlds/magazine715-06/st_arg2. (Erişim: Ocak 2010) Mittell, J (2006) Lost in an Alternate Reality, Flow TV, http://flowtv.org/2006/06/lost-in-an-alternate-reality/ . (Erişim: Mart 2010) Olsen, S (2007) Provacative Politics in Virtual Games, Cnet www.news.com/Provocative-politics-in-virtual-games/21001043_36171089.html?tag=item . (Erişim: Aralık 2009) News, Sepinwall, A (2010) Exclusive Interview: Lost Producers Damon Lindelof and carlton Cuse Talk “Across the Seal”, http://www.hitfix.com/blogs/whatsalan-watching/posts/exclusive-interview-lost-producers-damon-lindelofand-carlton-cuse-talk-across-the-sea . (Erişim T: Mayıs 2010) World Without Oil, About, (Erişim:Ocak 2010) http://www.worldwithoutoil.org/metaabout.htm . http://www.cloudmakers.org/ . Erişim: Aralık 2009) www.hansocareers.com . (Erişim: Mart 2010) www.hansoexposed.com . (Erişim: Mart 2010) http://lostpedia.wikia.com/wiki/Gary_Troup . (Erişim: Mart 2010) http://stophanso.rachelblake.com/ . (Erişim:Mart 2010) http://www.driveshaftband.com/Bootlegs.htm . (Erişim: Mart 2010) http://tr.wikipedia.org/wiki/Lost_Experience . (Erişim: Mart 2010) http://wapedia.mobi/tr/Find_815 . (Erişim: Mayıs 2010) www.yamangezginkayboldu.com . (Erişim: Ocak 2010) PAZARLAMA İLETİŞİMİNDE MOTİVASYONUN ÖNEMİ VE ÇOK ULUSLU ALIŞVERİŞ MERKEZİ ÖRNEĞİ M. Serdar ERCİŞ* ÖZET Günümüzde İşletmeler daha etkin ve daha verimli iş olanakları oluşturabilmenin yollarını aramakta ve bu konuyla ilgili çeşitli yönetim kuramları geliştirmektedirler. Geliştirilen bu kuramlar ile insanların motivasyonunu en iyi şekilde gerçekleştirebilme yolları ortaya konmaya çalışılmaktadır. Bu değişim * Atatürk Üniversitesi, İletişim Fakültesi, Halkla İlişkiler ve Tanıtım Bölümü, Yrd. Doç. Dr. ortamı, yönetimleri olduğu kadar iş görenleri de etkilemekte ve işletmeler pazarlama iletişimi çalışmalarında daha etkin iş gören motivasyonu sağlamanın gereğini hissetmektedirler. Bu çalışmada, Erzurum İl merkezinde faaliyet gösteren çok uluslu bir alışveriş merkezinde halkla ilişkiler, pazarlama ve satış elemanı olarak çalışan iş görenlerin, mesleklerine ilişkin motivasyon düzeyleri bütünleşik pazarlama iletişimi değişkenleri açısından incelenmiştir. Araştırmada veriler anket yöntemi ile elde edilmiş ve anket formunda toplam 24 sorudan oluşan “Motivasyon Kaynakları ve Sorunları Ölçeği” uygulanmıştır. Anket sonucunda elde edilen veriler, SPSS 13 paket programı kullanılarak analiz edilmiştir. Elde edilen sonuçlar aritmetik ortalama, standart sapma, yüzdesel oranlar ve t testi ile değerlendirilmiş ve işgörenlerin motivasyonlarının sağlanmasında içsel motivasyonun (X=4.29), dışsal motivasyon ve olumsuz motivasyon boyutlarına göre daha etkin olduğu gözlenmiştir. Anahtar kelimeler: Pazarlama İletişimi, Motivasyon THE IMPORTANCE OF MOTIVATION IN MARKETING COMMUNICATION AND AN EXAMPLE FOR A MULTINATIONAL SHOPPING CENTER ABSTRACT Nowadays, the companies are looking for ways to create mor effective and more productive business opportunities and develop several management theories regarding this issue. These developed theories are aimed to introduce ways to motivate people in the best way. This change environment affects the management and employees as well, and the companies feel the need to provide more effective employer motivation in marketing communication works. In this study, the motivation level of employees working in public relations, or marketing and salesmen in a shopping center regarding their profession, and factors motivating employees and also forming motivation problems for them were investigated from integrated marketing communication variables point of view. In the study, the data were obtained by a survey method and a survey questionnaire form “Sources and Problems Scale of Motivation”, which includes total 24 questions. The data obtained as the result of the survey were analyzed using the package software SPSS and the results were evaluated as average, standard deviation and percentage ratios through t test. According to the analyse results, internal motivation (X=4.29) was observed to be more effective in provifin motivation for the employees than dimensions of external motivation and negative motivation. Keywords: Marketing Communications, Motivation 1. Giriş İşletmelerde yönetimin temel görevlerinden birisi, örgütü oluşturan bireylerin amaçları ile örgütün amaçlarının etkin ve verimli bir şekilde uyumunun gerçekleşmesini sağlamaktır (Nicholson, 2003: 57-67). Bu bağlamda etkinlik ve verimlilik sadece modern teknolojiyle sağlanmamakta, bunun yanında insan davranışları da etkinlik ve verimlilik açısından önemli bir faktör olmaktadır (Draft, 2004: 4). Çünkü işletmelerdeki başarı ancak, örgütün fiziksel ve finansal kaynakları ile insan gücünün uygun bir bileşimi ile sağlanmakta ve belirlenen amaçlara ulaşmak için iş görenlerin motive olma yönündeki istekliliği önem taşımaktadır (Selçuk, 1996). Bu nedenle işletmeler ve işletme yöneticileri için ve aynı zamanda işgörenler için motivasyon kavramı oldukça önemlidir. Motivasyon bir örgütte yer alan insan davranışlarını önemli ölçüde etkilemekte ve yönlendirmektedir. Bununla beraber bir faktör olarak örgütsel davranışı önemli ölçüde etkilemektedir (Yüksel, 2005: 2). Bu araştırmada, Erzurum İl merkezinde faaliyet gösteren çok uluslu bir alışveriş merkezinde halkla ilişkiler, pazarlama ve satış elemanı olarak çalışan iş görenlerin, mesleklerine ilişkin motivasyon düzeyleri ve aynı zamanda iş görenleri motive eden ve motivasyon sorunu oluşturan faktörler bütünleşik pazarlama iletişimi değişkenleri açısından ele alınmıştır. 2. Pazarlama İletişimi ve Pazarlama İletişiminde Motivasyon 2.1. Pazarlama İletişimi Pazarlama, hedef tüketici, müşteri ve toplumun istek ve gereksinimlerini tatmin ederek kâr sağlayacak pazarlama bileşenlerinin (ürün / hizmet, fiyat, dağıtım ve tutundurma) planlanması, yönetimi ve denetimi çabalarıdır (Stone, 1994: 25). Bu tanımdan hareketle, en genel anlamıyla pazarlama; mal ve hizmetlerin, planlanarak yapılmış bir takım organizasyonlar aracılığı ile üreticilerden tüketicilere aktarıldığı süreçtir (Bozkurt, 2004: 15). Bu sürecin bir yanını oluşturan üreticiler ile diğer yanını oluşturan tüketiciler arasındaki karşılıklı ilişki, pazarlama iletişiminin temelini teşkil eder. Pazarlama iletişimi mal ve hizmetlerin tüketiciler tarafından fark edilip satın alınmasına ve satış sonrası tüketici memnuniyetinin sağlanmasına kadar olan süreçtir. Pazarlama İletişimi için yapılan birçok tanım vardır. Bunlardan birkaçı şöyledir; Shimp’e göre pazarlama iletişimi, “Hedef tüketicileri ürün, hizmet ya da kurum hakkında bilgilendirmeyi, onların tutum ve davranışlarını güçlendiren, veya değiştirmeyi ve amaçlanan yeni bir tutum ve davranışı oluşturmayı hedefleyen iletişim çalışmalarıdır” (Shimp, 2003: 30-41). Altın pazarlama iletişimini, “Hedef kitlede arzu edilen tepkiyi uyandırma amacıyla uyarıcılar sunmak, mevcut işletme mesajlarını değiştirmek ve iletişim olanakları yaratmak amacıyla, kurulu iletişim kanalları aracılığıyla, pazardan mesajları alma, açıklama ve o doğrultuda hareket etme sürecidir” (Altın, 2005: 2627) şeklinde tanımlamaktadır. Bir başka tanımda Duran Pazarlama iletişimini, “Bir kuruluşun var oluşuyla ürün ve hizmetleriyle ilişkide bulunduğu ve bulunacağı kesimlere neler vaat ettiğini, neler sağlayabileceğini anlatmasını sağlayacak iletişim çabalarının tümüdür“(Duran, 2006: 25) şeklinde ifade etmektedir. Bu çerçevede, Pazarlama iletişimi pazarlama karması elemanlarının birbirleriyle ve organizasyonun bütün yönetimsel kararlarıyla olan ilişkisini ve bu ilişkinin tüketici ve potansiyel tüketiciler ile olan sürecini kapsamaktadır (Jenkins, 2002: 18-22). 2.2. Motivasyon Kavramı Motivasyon çalışanları, işverenleri, yöneticileri ve liderleri ilgilendiren bir konudur (Kanbur, 2005: 166). Bunun doğal sonucu olarak insanların örgütlü olarak yaşamaya başlamalarından itibaren daha etkin ve daha verimli örgütler oluşturabilmenin yolları aranmış ve çalışanların bu süreçte daha fazla nasıl motive olabileceği konuları üzerinde durulmuştur (Hanks, 2006: 99). Arzovaya göre motivasyon, “örgütün ve bireylerin ihtiyaçlarını tatminle sonuçlanacak bir iş ortamı meydana getirerek bireyin harekete geçmesi için etkilenmesi ve isteklendirilmesi süreci” olarak tanımlanmaktadır (Arzova, 2001: 2021). Motivasyon kavramının özünü güdü oluşturur. Güdü, bireyi bir harekette bulunmaya ya da bir hareket yolunu diğerine tercih etmeye itecek şekilde etkileyen sürücü kuvvet ve faktörlere denir (Oktay ve Gül, 2003: 403). Motivasyonda yararlanılan özendirici araçların etkinliğinin aynı zamanda işletmeleri yönetenlerin anlayış ve davranışlarına da bağlı olduğu söylenebilir (Bayo ve Goldon, 2004: 105). İşletmeyi yönetenlerin başarısı; yönettikleri örgütte çalışanların ekonomik ve sosyopsikolojik yapılarını yakından tanımalarına ve işgörenlerinin çoğunluğu tarafından benimsenen bir politika izlemesine bağlıdır (Uçkun ve Pelit, 2003: 54). İşletmenin merkezî, işgörenlere kapalı ve geleneksel yönetim anlayışı içinde yönetilmesi ile merkezî olmayan, yetki ve sorumlulukların alt basamaklara dağıtıldığı, iş görenlere açık ve çağdaş bir yönetim anlayışının sunulduğu yönetim anlayışı arasında önemli farklar vardır. Merkezî ve geleneksel yönetim anlayışı içinde motivasyon politikası büyük ölçüde ekonomik araçların kullanılmasına ve sıkı bir denetime tabii olmasına dayanır. Oysa merkezî olmayan modern yönetim anlayışı ile yönetilen işletmelerde, ekonomik araçlar kadar psiko-sosyal ve yönetsel araçlara da eşit ölçüde yer verilir. Uzun dönemde bu yönetim politikasının, motivasyon konusunda daha başarılı olduğu söylenebilir (Doğan, 2003, 33-39). 2.3. Pazarlama İletişiminde Motivasyon İşgörenler müşterilerin ilk kontak noktası oluşturmaktadır. Bu temas sırasında da firmaya ilişkin ilk müşteri algılarının oluştuğunu söylemek mümkündür (Lundy ve Alon, 2003: 96). Pazarlama sürecinde iş görenlerle müşteriler arasındaki iletişimi ifade eden pazarlama iletişimi, hizmeti sunan iş görenin müşteriye hizmet verirken onunla iyi iletişim kurmasını, bu konuda beceri ve ustalık göstermesini ifade etmektedir. Aynı zamanda pazarlama iletişimi işletmenin tüketicilere iyi hizmet vermesini sağlamak amacıyla iş görenleri bilgilendirme, eğitme ve motive etme faaliyetlerini de koordine etmektedir. (Chang and Chang, 2007: 266). Çünkü İş görenlerin müşterilerin istek ve beklentilerini karşılayabilmeleri için; bilgilendirilmeye, eğitilmeye, geliştirilmeye, ödüllendirilmeye ve motivasyona ihtiyaçları vardır (Doukakis and Kitchen, 2004: 421). Verilen hizmetin kalitesi, büyük ölçüde hizmeti sunan iş görenin tutum ve davranışlarına bağlıdır (Varinli, 2006: 108). Çalıştığı örgüt ile sürekli sorunlar yaşayan, morali bozuk, kendini güvende hissetmeyen çalışanların dış müşterilere kaliteli hizmet sunması mümkün değildir. Bu nedenle işletmeler, rekabet üstünlüğü sağlamak için, dış müşteriler ve rakipler kadar müşteriye hizmet sunan iş görenlerin istek ve ihtiyaçları üzerine odaklanmaktadırlar. Çünkü müşteri üzerinde olumlu bir imaj oluşturabilmek için önce iş görenler üzerinde olumlu bir imaj oluşturulması gerekmektedir (Lings, 2004: 405). Başarılı bir pazarlama iletişimi süreci ve pazarlama yönlülük için içsel ve dışsal pazarlamanın bir bütünlük içinde çalışması bir zorunluluktur. (Conduit and Mavondo, 2001: 11). Pazarlama iletişim sürecinde işgören motivasyonu açısından, çalışanların iç müşteri olmaları ve içsel ürünlerin hem alıcısı hemde satıcısı olmaları önemlidir (Caruana and Calleya, 1998: 108). Bu nedenle içsel pazarlama iş tatminiyle ilişkilidir. İş tatmini de örgütsel bağlılığı açıklayan önemli faktörlerden biridir (Schweiger and Denis 2007: 110). Görüldüğü gibi, pazarlama iletişiminin en önemli sonuçlarından birisi iş görenlerin motivasyonlarını ve iş tatminini artırmasıdır (Tansuhaj vd., 1991). İş tatmini de, dönüşüm içinde, örgütsel bağlılığı yükseltmekte ve iş performansını, verimliliği artırmakta aynı zamanda personel devir hızını düşürmektedir (Porter, 2004: 664). 3. Araştırmanın Amacı Bu çalışmanın amacı iş görenlerin, mesleklerine ilişkin motivasyon düzeylerini aynı zamanda iş görenleri motive eden ve motivasyon sorunu oluşturan faktörleri, bütünleşik pazarlama iletişimi değişkenleri açısından belirlemektir. Bu amaç çerçevesinde çalışmada, iş görenlerin mesleki motivasyonlarına ilişkin tutumlarını belirleyerek, işveren, yönetici ve iş görenlerin hareket tarzlarına ve iş akışına yardımcı olmak, böylece bireysel ve örgütsel düzeyde verimliliğin arttırılmasına katkıda bulunmak hedeflenmiştir. 3.1. Araştırma Evreni, Örnekleme Hacmi ve Yöntemi Araştırmanın kütlesini Erzurum İl merkezinde faaliyet gösteren çok uluslu bir alışveriş merkezinde halkla ilişkiler, pazarlama ve satış elemanı olarak çalışan 170 iş gören oluşturmaktadır. Araştırma ile ilgili verilerin toplanmasında iş görenlere yüz yüze anket yöntemi uygulanmıştır. Anket çalışması alışveriş merkezinde gerçekleştirilmiş ve anket formu ana kütleyi oluşturan iş görenlerin tümüne bir örnekleme yapılmadan tam sayım yöntemiyle uygulanmıştır. Yapılan ön değerlendirme sonucu 31 anket cevaplayıcıların isteksizliği, eksik ve hatalı dolum gibi nedenlerle analize alınmamış ve toplam 139 anket değerlendirmeye tabi tutulmuştur. Anket sorularına ilişkin bir pilot çalışma yapılarak anket formunda eksik ve anlaşılmayan sorular tespit edilmiştir. Gereken düzeltmeler yapılarak ankete son şekli verilmiştir. Ankette yer alan sorular iki bölümden oluşmaktadır. Birinci bölümde cevaplayıcılara ait demografik bilgiler yer almaktadır. İkinci bölümde toplam 24 sorudan oluşan “Motivasyon Kaynakları ve Sorunları Ölçeği (MKS)” kullanılmıştır. Anket uygulanmadan önce cevaplayıcılara anket soruları ile ilgili açıklayıcı bilgiler verilmiştir. Anketin cevaplandırılması toplam 30 dakika almıştır. 3.2. Motivasyon Kaynakları ve Sorunları Ölçeği (MKS Ölçeği) Toplam 24 sorudan oluşan “Motivasyon Kaynakları ve Sorunları Ölçeği” ilk kez 1978 yılında New York’ta, Nunnaly tarafından kullanılmış ve sonrada Schunk (1996) tarafından geliştirilmiştir. Ölçek güvenirliğinin Cronbach Alfa ölçüt olarak en düşük 0,7 alındığında yeterli olduğu belirtilmiştir (Nunnaly, 1978: 15-35) ve (Schunk, 1996:40). Ölçek 2004 yılında Acat ve Yenilmez tarafından 913 eğitim fakültesi öğrencisine uygulanmış ve ölçeğin IC tutarlılık Cronbach alfa katsayısı 0,89 olarak bildirilmiştir. Buna ilaveten benzer ölçek Acat ve Köseoğlu tarafından 2006 yılında 39 işgörene uygulanmış ve ölçeğin IC tutarlılık Cronbach alfa katsayısı 0,82 olarak bildirilmiştir. Yaptığımız araştırmada ise ölçek 139 iş görene uygulanmış ve ölçeğin IC tutarlılık Cronbach alfa katsayısı 0,86 olarak bulunmuştur. Ölçek içsel motivasyon, olumsuz motivasyon ve dışsal motivasyon olmak üzere toplam 3 alt boyuttadır. İçsel motivasyon alt ölçeği 11, olumsuz motivasyon alt ölçeği 8 ve dışsal motivasyon alt ölçeği 5 maddeyi içermektedir. Ölçekteki 1., 2., 3., 4., 6., 7., 8., 9., 10., 23., ve 24., maddeler içsel motivasyonu (Kişisel öğrenme motivasyonu; işletme içi faktörlerin iş gören motivasyonunu olumlu yönde etkilemesi), 13.,14.,15.,17., ve 20., maddeler dışsal motivasyonu (çevre motivasyonu; çevre faktörlerinin motivasyonu olumlu yönde etkilemesi), 5.,11.,12.,16.,18.,19.,21., ve 22., maddeler olumsuz motivasyonu (motivasyonda sorun oluşturan faktörler) ifade etmektedir. Cevaplayıcılardan sorulara “Hiç Katılmıyorum, Katılmıyorum, Kararsızım, Katılıyorum, Kesinlikle Katılıyorum” seçeneklerinden bir tanesini işaretleyerek cevap vermeleri istenmiştir. İçsel ve Dışsal motivasyon alt ölçeğini oluşturan maddelerde “Hiç Katılmıyorum” yanıtına 1, “Katılmıyorum” yanıtına 2, “Kararsızım” yanıtına 3, “Katılıyorum” yanıtına 4, “Kesinlikle Katılıyorum” yanıtına 5 puan verilmiştir. Olumsuz motivasyon alt ölçeğini oluşturan maddelerde “Hiç Katılmıyorum” yanıtına 5, “Katılmıyorum” yanıtına 4, “Kararsızım” yanıtına 3, “Katılıyorum” yanıtına 2, “Kesinlikle Katılıyorum” yanıtına 1 puan verilmiştir. 3.3. Veri Analizi Anket sonucunda elde edilen veriler, SPSS 13 paket programı kullanılarak analiz edilmiştir. Verilerin analizi aritmetik ortalama, standart sapma ve yüzdesel oranları hesaplanarak, faktörler arasında anlamlı farklar oluşup oluşmadığı bağımsız örnekler T testi ile karşılaştırılmıştır ve istatistiksel anlamlılığın belirlenmesinde alfa (a) yanılma düzeyi p 0,05 olarak alınmıştır. 3.4. Bulgular ve Yorumlar 3.5. İş görenlerin Motivasyon Kaynakları ve Sorunları Halkla ilişkiler, pazarlama ve satış elemanı olarak çalışan 170 iş görenin Motivasyon Kaynakları ve Sorunları Ölçeğine ilişkin 24 soruya verdikleri cevapların aritmetik ortalamaları ve standart sapmaları tablo 1’de verilmiştir. Tablo 1. İçsel Motivasyon Değerleri Genel Bayan Erkek İçsel Motivasyon MKS Ölçeği Ortalamaları X SP X SP X SP 1 4.57 1.20 4.63 1.21 4.51 1.19 4.65 1.28 4.67 1.25 4.63 1.31 3.75 0.90 3.77 0.90 3.73 0.90 3.98 0.92 3.95 0.91 4.01 0.93 4.51 1.01 4.52 0.97 4.50 1.04 4.26 0.95 4.24 0.92 4.28 0.98 4.23 0.93 4.25 0.93 4.21 0.93 4.41 0.99 4.48 0.99 4.34 0.99 4.25 0.93 4.19 0.93 4.31 0.93 4.31 0.97 4.29 0.98 4.33 0.96 4.27 0.95 4.25 0.97 4.29 0.93 2 3 4 6 7 8 9 10 23 24 İşimi ilgi duyduğum için seçtim İşim ile ilgili bilgileri öğrenmeyi içtenlikle isteyerek yapıyorum İşim toplumda kabul görmemi sağlayacak İşim ile ilgili bilgi ve becerileri öğrenirsem kendimi bulmuş olacağım İşim ile ilgili aldığım iş eğitimi insanlarla iletişimde bana yardımcı olur İşim ile ilgili aldığım eğitim iş kaynaklarına daha kolay ulaşmamı sağlıyor İşim kariyerim açısından yükselmemi sağlayacak İşim ile ilgili bilgi ve becerileri öğrenmem beni ve ailemi mutlu eder İşim ile ilgili kazandığım beceriler arkadaşlarım arasında bana saygınlık kazandırıyor İşimle ilgili eğitim almamın yaşam kalitemi artıracağına inanıyorum Gelecekte işimin vazgeçilmez bir meslek olacağına inanıyorum Genel X Ortalama = 4.29 Dışsal Motivasyon MKS Ölçeği Ortalamaları İşim ile ilgili bilgi ve becerileri öğrenmede işini severek yapan ve 13 4.66 1.30 beni motive edebilecek bir kişi ile çalışmam istekliliğimi artırır. İşimin Çekici olması ve ilgi 14 4.66 1.32 çekmesi önemlidir. Birlikte eğitim aldığım gurubun 15 4.60 1.25 istekliliği beni etkiler İş sürecinin beklentilerime uygun 17 olması öğrenme konusundaki 4.53 1.12 istekliliğimi artırır. Öğrendiğim bilgi ve becerileri 20 kullanacağımı bilmek beni daha 4.38 0.99 da motive ediyor Genel X Ortalama = 3.63 Olumsuz Motivasyon MKS Ölçeği Ortalamaları İşim ile ilgili bilgi ve becerileri öğrenmek bir yetenek ve deneyim 5 3.77 0.91 işidir. Ancak bunun bende çok sınırlı olduğunu düşünüyorum İşim ile ilgili bilgi ve becerileri 11 öğrenmeyişimin nedeni yeterli 3.71 0.90 çaba göstermememdir İşim ile ilgili bilgi ve becerileri öğrenemiyorum Çünkü bunları 12 öğrenmeye çabalarken 3.81 0.91 gerginleşiyorum ve unutkanlaşıyorum İşim ile ilgili bilgi ve becerileri öğrenmeye karşı bir dirence sahip 16 olduğumu ve bunu hiçbir zaman 3.85 0.91 tam olarak öğrenemeyeceğimi düşünüyorum Öğrenmem gerekenler konusunda benden beklenenler çok yüksek, 18 3.74 0.90 bu durum beni olumsuz yönde etkiliyor Hata yapma korkusu öğrenmemi 19 3.73 0.90 olumsuz yönde etkiliyor Benimki öğrenmek değil sadece 21 3.76 0.91 bazı şeyleri ezberlemek İletişim kurduğum insanların 22 yarattığı baskı öğrenmemi 3.70 1.26 etkiliyor Genel X Ortalama = 3.76 4.69 1.29 4.63 1.31 4.68 1.35 4.64 1.29 4.64 1.24 4.36 1.26 4.59 1.15 4.46 1.09 4.34 0.98 4.42 1.00 3.75 0.90 3.76 0.92 3.72 0.90 3.70 0.90 3.80 0.91 3.82 0.91 3.87 0.92 3.83 0.90 3.75 0.90 3.73 0.90 3.70 0.90 3.76 0.90 3.79 1.21 3.73 1.39 3.70 1.32 3.70 1.2 Tablo 1’de görüldüğü gibi İçsel Motivasyon, Motivasyon Kaynakları ve Sorunları Ölçeği genel ortalaması X=4.29 değerini alırken, Dışsal Motivasyon, Motivasyon Kaynakları ve Sorunları ölçeği genel ortalaması X=3.63 ve Olumsuz Motivasyon, Motivasyon Kaynakları ve Sorunları ölçeği genel ortalaması X=3.76 değerlerini almıştır. İçsel Motivasyon, Motivasyon Kaynakları ve Sorunları Ölçeğine göre, en yüksek ortalamaya sahip olan maddeler sırasıyla; 2. madde (X=4.65) “İşim ile ilgili bilgileri öğrenmeyi içtenlikle isteyerek yapıyorum “,1. madde (X=4.57) “İşimi ilgi duyduğum için seçtim”, 6. madde (X=4.51) “İşim ile ilgili aldığım iş eğitimi insanlarla iletişimde bana yardımcı olur “ maddeleridir. İçsel Motivasyon MKS Ölçeğine göre, en düşük ortalamaya sahip olan madde, 3. madde (X=3.75) “İşim toplumda kabul görmemi sağlayacak” olmuştur. Dışsal Motivasyon, Motivasyon Kaynakları ve Sorunları Ölçeğine göre, en yüksek ortalamaya sahip olan maddeler sırasıyla; 13. madde (X=4.66) “İşim ile ilgili bilgi ve becerileri öğrenmede işini severek yapan ve beni motive edebilecek bir kişi ile çalışmam istekliliğimi artırır.”, 14. madde (X=4.66) “İşimin Çekici olması ve ilgi çekmesi önemlidir”, 15. madde (X=4.60) “Birlikte eğitim aldığım gurubun istekliliği beni etkiler” maddeleridir. Dışsal Motivasyon, Motivasyon Kaynakları ve Sorunları Ölçeğine göre, en düşük ortalamaya sahip olan madde, 20. madde (X=4.38) “Öğrendiğim bilgi ve becerileri kullanacağımı bilmek beni daha da motive ediyor” olmuştur. Olumsuz Motivasyon, Motivasyon Kaynakları ve Sorunları Ölçeğine göre, en yüksek ortalamaya sahip olan maddeler sırasıyla; 16. madde (X=3.85) “İşim ile ilgili bilgi ve becerileri öğrenmeye karşı bir dirence sahip olduğumu ve bunu hiçbir zaman tam olarak öğrenemeyeceğimi düşünüyorum”, 12. madde (X=3.81) “İşim ile ilgili bilgi ve becerileri öğrenemiyorum Çünkü bunları öğrenmeye çabalarken gerginleşiyorum ve unutkanlaşıyorum” maddeleridir. 5. madde (X=3.77) “İşim ile ilgili bilgi ve becerileri öğrenmek bir yetenek ve deneyim işidir. Ancak bunun bende çok sınırlı olduğunu düşünüyorum” maddeleridir. Dışsal Motivasyon, Motivasyon Kaynakları ve Sorunları Ölçeğine göre, en düşük ortalamaya sahip olan madde, 22. madde (X=3.70) “İletişim kurduğum insanların yarattığı baskı öğrenmemi etkiliyor” olmuştur. Bu sonuca göre; İş görenler üzerinde içsel motivasyon yada kişisel öğrenme motivasyonu diğer motivasyon boyutlarına nazaran daha etkindir. Diğer bir deyişle, kişisel öğrenme diğer motivasyon boyutlarına göre iş gören motivasyonunu olumlu yönde daha fazla etkilemektedir. Analiz sonuçlarından, aynı zamanda İş görenlerin motivasyonu üzerinde dışsal motivasyon yada çevre motivasyonununda etkin olduğu ve çevre faktörlerinin iş gören motivasyonunu olumlu yönde etkilediği görülmektedir. Olumsuz motivasyonun veya motivasyonda sorun oluşturan faktörlerin iş görenlerin motivasyonu üzerinde en az etkin olduğu görülmektedir. 3.6. İş görenlerin Motivasyon Kaynakları ve Sorunlarının Cinsiyetlerine Göre Farklılaşma Durumları Tablo 2’de İş görenlerin cinsiyetleri İle Motivasyon Kaynakları ve Sorunları Ölçeğindeki faktörlerinin karşılaştırılması yer almaktadır. Tablo 2. İş görenlerin cinsiyetleri İle MKS Ölçeğindeki faktörlerinin karşılaştırılması Aritmetik Standart Ortalama Sapma 85 33.01 5.12 54 31.20 5.01 85 44.78 6.41 54 46.12 6.10 85 22.54 4.54 54 23.19 4.32 Maddeler Cinsiyet t df p n Dışsal Erkek 912 137 .44 Motivasyon Bayan Erkek 1190 137 .05* İçsel Motivasyon Bayan Motivasyonsuzluk Erkek (Amotiv) Bayan 641 137 22 *P<0.05 İş görenlerin cinsiyetleri ile Motivasyon Kaynakları ve Sorunları ölçeğindeki faktörler bağımsız örnekler T test ile karşılaştırıldığında “içsel motivasyon” faktöründe istatistiksel olarak anlamlı farklılık belirlenmiştir. Bağımsız örnekler T testi sonucuna göre bayan iş görenlerin “içsel motivasyon” faktörü ortalamaları erkek iş görenlere nazaran daha yüksek bulunmuştur. 3.7. İş görenlerin Motivasyon Kaynakları ve Sorunlarının Eğitim Düzeylerine Göre Farklılaşma Durumları Tablo 3’de İş görenlerin Eğitim Düzeyleri İle Motivasyon Kaynakları ve Sorunları Ölçeğindeki faktörlerinin karşılaştırılması yer almaktadır. Tablo 3. İş görenlerin Eğitim Düzeyleri İle MKS Ölçeğindeki Faktörlerinin Karşılaştırılması Maddeler Eğitim Dışsal Erkek t df 11 13 42 7 Aritmetik Standart Ortalama Sapma 85 37.10 5.4 54 34.60 5.2 85 41.11 4.9 54 42.97 4.41 85 21.87 2.87 54 21.01 2.63 p n .05* Motivasyon Bayan İçsel Erkek 13 13 90 7 126 Motivasyon Bayan Motivasyonsuz Erkek luk (Amotiv) Bayan 43 13 0 7 61 *P<0.05 İş görenlerin Eğitim Düzeyleri ile Motivasyon Kaynakları ve Sorunları ölçeğindeki faktörler bağımsız örnekler T test ile karşılaştırıldığında “Dışsal motivasyon” faktöründe istatistiksel olarak anlamlı farklılık belirlenmiştir. Bağımsız örnekler T testi sonucuna göre bayan iş görenlerin “Dışsal motivasyon” faktörü ortalamaları erkek iş görenlere nazaran daha yüksek bulunmuştur. 3.8. İş görenlerin Motivasyon Kaynakları ve Sorunlarının Gelir Düzeylerine Göre Farklılaşma Durumları Tablo 4’de İş görenlerin Gelir Düzeyleri İle Motivasyon Kaynakları ve Sorunları Ölçeğindeki faktörlerinin karşılaştırılması yer almaktadır. Tablo 4. İş görenlerin Gelir Düzeyleri İle MKS Faktörlerinin Karşılaştırılması Maddeler Eğitim t df p n Dışsal Motivasyon Erkek Bayan Erkek Bayan Erkek Bayan 942 137 .05* 720 137 98 562 137 44 85 54 85 54 85 54 İçsel Motivasyon Motivasyonsuzluk (Amotiv) *P<0.05 Aritmetik Ortalama 71.1 69.24 58.71 51.11 46.66 44.30 Standart Sapma 6.1 5.9 4.7 4.4 4.1 3.8 İş görenlerin Gelir Düzeyleri ile Motivasyon Kaynakları ve Sorunları ölçeğindeki faktörler bağımsız örnekler T test ile karşılaştırıldığında “Dışsal motivasyon” faktöründe istatistiksel olarak anlamlı farklılık belirlenmiştir. Bağımsız örnekler T testi sonucuna göre bayan iş görenlerin “Dışsal motivasyon” faktörü ortalamaları erkek iş görenlere nazaran daha yüksek bulunmuştur. SONUÇ Araştırmadan iş görenlerin motivasyonunda hem işletme içi faktörlerin ve hemde işletme dışı faktörlerin önemli olduğu ve bu faktörlerin iş gören motivasyonunu olumlu yönde etkilediği sonucu elde edilmiştir. Bu çalışmada, Erzurum İl merkezinde faaliyet gösteren çok uluslu bir alışveriş merkezinde halkla ilişkiler, pazarlama ve satış elemanı olarak çalışan 139 iş göreni olumlu yönde motive eden ve motivasyon sorunu oluşturan faktörler çeşitli değişkenler açısından belirlenmeye çalışılmıştır. Bu amaçla halkla ilişkiler, pazarlama ve satış elemanı olarak çalışan 85 erkek ve 54 bayan toplam 139 iş görene “Motivasyon Kaynakları ve Sorunları Ölçeği” uygulanmıştır. Ölçek soruları yapılan iç tutarlılık testi ile incelenmiş ve iç tutarlılığının orijinali ile benzer düzeyde olduğu belirlenmiştir. Çalışmada, iş görenlerin motivasyonlarının sağlanmasında motivasyon boyutları içinde içsel motivasyonun (X=4.29) en etkin olduğu gözlenmiştir. Bu sonuç iş görenlerin motivasyonunda, işletme içi faktörlerin önemli olduğunu ve bu faktörlerin iş gören motivasyonunu olumlu yönde etkilediğini göstermektedir. Yine bulgulara göre, İş görenler işletme içi faktörler içinde motivasyonlarına ilişkin en çok ”İşim ile ilgili bilgileri öğrenmeyi içtenlikle isteyerek yapıyorum, İşimi ilgi duyduğum için seçtim ve İşim ile ilgili aldığım iş eğitimi insanlarla iletişimde bana yardımcı olur” maddelerinden ve en az “ İşim toplumda kabul görmemi sağlayacak” maddesinden etkilenmektedirler. Araştırmadan elde edilen başka bir bulgu, iş görenlerin motivasyonunda, işletme dışı faktörlerinde işletme içi faktörleri gibi önemli olduğunu ve bu faktörlerin iş gören motivasyonunu olumlu yönde etkilediğini göstermektedir. İş görenler işletme dışı faktörler içinde motivasyonlarına ilişkin en çok “İşim ile ilgili bilgi ve becerileri öğrenmede işini severek yapan ve beni motive edebilecek bir kişi ile çalışmam istekliliğimi artırır”, “İşimin Çekici olması ve ilgi çekmesi önemlidir” ve “Birlikte eğitim aldığım gurubun istekliliği beni etkiler “ maddelerinden ve en az ”Öğrendiğim bilgi ve becerileri kullanacağımı bilmek beni daha da motive ediyor” maddesinden etkilenmektedirler. Araştırmadan elde edilen başka bir bulguya göre, iş görenlerin motivasyonunda, işletme dışı faktörlerinde işletme içi faktörleri gibi önemli olduğunu ve bu faktörlerin iş gören motivasyonunu olumlu yönde etkilediğini göstermektedir. İş görenler işletme dışı faktörler içinde motivasyonlarına ilişkin en çok “İşim ile ilgili bilgi ve becerileri öğrenmede işini severek yapan ve beni motive edebilecek bir kişi ile çalışmam istekliliğimi artırır”, “İşimin Çekici olması ve ilgi çekmesi önemlidir” ve “Birlikte eğitim aldığım gurubun istekliliği beni etkiler“ maddelerinden ve en az ”Öğrendiğim bilgi ve becerileri kullanacağımı bilmek beni daha da motive ediyor” maddesinden etkilenmektedirler. Bununla beraber iş görenlerin motivasyonunu olumsuz olarak “İşim ile ilgili bilgi ve becerileri öğrenmeye karşı bir dirence sahip olduğumu ve bunu hiçbir zaman tam olarak öğrenemeyeceğimi düşünüyorum” ve “İşim ile ilgili bilgi ve becerileri öğrenemiyorum Çünkü bunları öğrenmeye çabalarken gerginleşiyorum ve unutkanlaşıyorum“ maddeleri etkilemektedir. Araştırmada, İş görenlerin cinsiyetleri ile Motivasyon Kaynakları ve Sorunları ölçeğindeki faktörler bağımsız karşılaştırılmış ve içsel motivasyon faktöründe istatistiksel olarak anlamlı farklılık belirlenmiştir. Bağımsız örnekler T testi sonucuna göre, bayan iş görenlerin “içsel motivasyon” faktörü ortalamaları erkek iş görenlere nazaran daha yüksek bulunmuştur. Bu nedenle erkek iş görenlerin içsel motivasyon düzeylerini bayanların içsel motivasyon düzeylerine ulaştırma açısından motivasyon istekliliğini artırıcı öğrenme ortamı oluşturulmasına daha fazla önem verilmeli, bu amaçla iş görenlerin profesyonel uzmanlardan yardım almalarına önem verilmelidir. Ayrıca iş görenlerin meslekleri ile ilgili uygulama yapmalarının eğitim motivasyonlarının istenilen düzeyde korunmasına katkı sağlayacağı açıktır. Yine iş görenlerin Eğitim Düzeyleri ile Motivasyon Kaynakları ve Sorunları ölçeğindeki faktörler bağımsız örnekler T test ile karşılaştırıldığında “Dışsal motivasyon” faktöründe istatistiksel olarak anlamlı farklılık belirlenmiştir. Bayan iş görenlerin “Dışsal motivasyon” faktörü ortalamaları erkek iş görenlere nazaran daha yüksek bulunmuştur. Aynı şekilde iş görenlerin Gelir Düzeyleri ile Motivasyon Kaynakları ve Sorunları ölçeğindeki faktörler karşılaştırıldığında “Dışsal motivasyon” faktöründe istatistiksel olarak anlamlı farklılık belirlenmiştir. Bayan iş görenlerin “Dışsal motivasyon” faktörü ortalamaları erkek iş görenlere nazaran daha yüksek bulunmuştur. Ryan ve Stiller (1991) Iş görenlerin motivasyon istekliliği açısından içsel motivasyonun yüksek olması gerektiğini belirtmiştir. Çünkü içsel motivasyon yaratıcı ve yüksek kalitede öğrenmeye yol açmaktadır. Araştırmada elde edilen bulgular Ryan ve Stiller’in içsel motivasyon açısından savundukları bu tezi doğrulamaktadır. Bununla beraber araştırmanın bazı sınırlılıkları mevcuttur. Araştırma sadece bir iş merkezi üzerinde yapılmıştır, çalışmaya katılan deneklerin sayısı kısıtlıdır, araştırmanın alanda ilk kez yapılması nedeniyle, elde edilen sonuçlar diğer alanlarda yapılan araştırma sonuçları ile karşılaştırılmıştır. Elde edilen bulguların yapılacak diğer araştırmalarla desteklenmesi önem arz etmektedir. KAYNAKLAR Altın, Ömer. (2005) Pazarlama İletişiminin Modern Yüzü, Değişim Yayınları, Sakarya. 26-27 Arzova, Burak S. (2001) Motivasyon Artırmada En Önemli Pay Yöneticilerindir, Ekopol: Ekonomi, Politika, Kültür ve Sanat Dergisi, Sayı:9, Ocak-Mart, 2021. Bayo-Morıones, Alberto, Galdon-Sanchez, Jose E. ve Güell, Maia. (2004) Is Seniority-Based PayUsed As A Motivation Device? Evidence From Plant Level Data, IZADiscussion Paper Series, Discussion Paper No:1321, September.105 Bozkurt, İzzet. (2004) İletişim Odaklı Pazarlama, Tüketiciden Müşteri Yaratmak, İstanbul: Mediacat Kitapları, 3. Baskı. Caruana, A. and P. Calleya. (1998) The Effect of Internal Marketing on Organizational Commitment among Retail Bank Managers, International Journal of Bank Marketing, 16(3), 108-116. Chang, C. S. and H-H Chang . (2007) Effect of Marketing on Nurse Job Satisfaction and Organizational Commitment: Example of Medical Centers in Southern Taiwan, Journal of Nursing Research, 15(4), 265-274. Conduit, J. and F. T. Mavondo. (2002) How Critical Is Internal Customer Orientation to Market Orientation?, Journal of Business Research, 51, 1124. Doğan, Selen. (2003) Çalışanların Verimliliğinin Arttırılmasında Ergonomi ve Önemi”, Standard, Yıl:4-2, Sayı:496, 33-39 Doukakis, I. P and P. J. Kitchen. (2004) Internal Marketing in UK Banks: Conceptual Legitimacy or Window Dressing, The Internal Journal of Bank Marketing, 22(6), 421-452. Draft, Richard L. (2004) Management, 3th Edition, The Dryden Pres, Orlando,4 Stone, Bob. (1994) Successful Direct Marketing Methods. 5.Baskı. USA: Bob Stone,25 Duran, Mustafa. (2006) Pazarlama ve Akılda Kalanlar, Göksel Yayınları, 25 Hanks, Kurt. (2006) İnsanları Motive Etme Sanatı, Çev: Can İkizler, Alfa Yayınlar, I. Baskı, Temmuz, 99 Jenkins, M. and P. P. Thomlinson. (2002) Organisational Commitment And Job Satisfaction As Predictors of Employee Turnover Intentions, Management Research News, 15(10), 18-22. Kanbur, Engin. (2005) Toplam Kalite Yönetimi Uygulayan İşletmelerde İş gören Motivasyonunu Etkileyen Faktörler ve Ampirik Bir Araştırma, Balıkesir Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi,37 Lings, I. N. (2004) Internal Market Orientation: Construct and Consequences, Journal of Business Research, 57, 405-413. Lundy, Olive et Alan Cowling. (2003) Strategic Human Resourc Management, International Thomson Business Pres, Boston, 96 Nicholson, Nigel. (2003) How to Motivate Your Problem People, Harvard Business Review, January, 57-67. Nunnally, J. (1978) Psyhometric Theory, New York: Mc Graw- Hill, 15-35 Porter, L. W. R. M Steers, R. T. Mowday ve P. V. Boulian. (2004). Organizational Commitment, Job Satisfaction, and Turnover among Psychiatric Technicians, Journal of Applied Psychology, 59 (5), 603-609. Oktay, Ercan ve Gül, Hasan. (2003) Çalışanların Duygusal Bağlılıklarının Sağlanmasında Conger ve Kanungo’nun Karizmatik Lider Özelliklerinin Etkileri Üzerine Karaman ve Aksaray Emniyet Müdürlüklerinde Yapılan Bir Araştırma”, Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Sayı: 10, 403-427. Ryan, R. M. & Stiller, J. (1991) The social contexts of internalization: Parent and teacher influences on autonomy, motivation and learning. In P.R. Pintrich & M.L. Maehr (Eds.), Advances in motivation and achievement: Vol. 7. Goals and self-regulatory processes (pp. 115-149). Greenwich, CT: JAI Press. Schunk, D. (1996) Motivation in Education: Theory, Research and Applications. Englewood Cliffs, NJ: Prentice Hall, 40 Selçuk, Z. (1996). Eğitim Psikolojisi (4. Baskı). Ankara: Atlas Kitabevi. Shimp, Terence. (2003) Marketing Communications, USA: The Dryden Press, 3041 Schweiger, D.M. and A.S. Denis. (1991) Communication with Employes following a Manager: A Longitudinal Field Experiment, Academy of Management Journal, 34, 110-135. Tansuhaj, P. D. Randall and J. McCullough. (1991) Applying The Internal Marketing Concept within Large Organizations: As Applied to a Credit Union, Journal of Professional Services Marketing, 6(2), 193-202. Uçkun, Gazi ve Pelit, Elbeyi. (2003) Hizmet İşletmelerinde İş gören Motivasyonunun Önemi ve Verimliliğe Etkisi”, Standard, Yıl:42, Sayı:493, 49-54. Varinli, İnci. (2006) Pazarlamada Yeni Yaklaşımlar, Ankara, Detay Yayıncılık. Yüksel, Öznur. (2005) Örgüt Kuramlarındaki Gelişmelerin İnsan Kaynakları Yönetimine Etkileri, AİD, C. 30, S. 2, Haziran, AİLE İÇİ ŞİDDET VE MEDYA: GÜNDÜZ KUŞAĞI TELEVİZYONUNDA ŞİDDETİN GÖRÜNÜRLÜĞÜ VE YENİDEN ÜRETİMİ Emek ÇAYLI RAHTE* ÖZET * Hacettepe Üniversitesi, İletişim Fakültesi, İletişim Bilimleri Bölümü, Dr. Gündüz kuşağında yayınlanan “kadın programları”, izleyici ve katılımcılar olarak kadınlara ulaşabilme ve seslenebilme olanağını kullanabilme, kadın sorunlarına temas etme ve kadının kamusal görünürlüğü açısından erkek-egemen içeriklere bir müdahale olanağı olarak düşünülebilir. Ancak görünürlük elde etmenin ötesinde, görünürlüğün nasıl bir söylem içinde inşa edildiği, üzerinde durulması gereken esas noktadır. “Kadın programı” kategorisine giren yayınlar, kadını geleneksel toplumsal cinsiyet rolleri içinde temsil ederken, cinsiyet ayrımcılığına ve ev içi şiddet sorunlarına karşı eleştirel bir duruş sergileyerek, alternatifler önerme, ele alınan meseleyi kişisel-özel sınırlamasının ötesinde sosyo-politik düzlemde tartışma gibi bir yönelim içine girememektedir. Bu haliyle, müzakere ettiklerini, çözüm yollarını aradıklarını iddia ettikleri sorunları üçüncü sayfa ya da magazin haberi formatında sunmanın dışına nadiren çıkabilmektedirler. Özel hayatın gizliliği ve kişilik hakları, tıpkı adli haberlerde olduğu gibi yeterince korunmamakta, pazarlanmakta, ataerkil bir kadınlık anlatısı sunulmaktadır. Çalışmada, gündüz kuşağında şiddetin hem sorunsallaştırıldığı hem de yeniden üretildiğini imleyen söylemsel unsurlar analiz edilmektedir. Anahtar Kelimeler: Aile içi şiddet, medya, gündüz kuşağı televizyonu, kadın programları, metin analizi DOMESTIC VIOLENCE AND THE MEDIA: THE REPRESENTATION AND REPRODUCTION OF VIOLENCE DAYTIME TELEVISION ABSTRACT Being able to reach and address women as participants and audiences, to serve public participation of women and to handle women’s issues, women’s programs of daytime TV can be seen as an alternative to male-dominated contents. But it is also crucial to deal with how these programs cover the visibility of women’s issues. The programs which are categorized as women’s programs typically represent women within the limits of traditional gender roles. They do not position themselves critically against the sexual discrimination and domestic violence, and also they do not propose alternatives against them, discuss the matters on the sociopolitical ground. The current women’s programs can rarely go beyond tabloid format or as page three news which is prevalent in the media generally. The rights of privacy and the personal rights are not protected sufficiently. Further the grievances are being marketed and a patriarchal narration is dominated. Through textual analysis, this paper analyses how, in the daytime TV, violence is both problematized and reproduced. Keywords: Domestic violence, media, daytime television, women’s programs, textual analysis Giriş Başkalarının acılarına tanıklık etmekten zevk almak anlamında Almancadaki ‘schadenfreude’ kavramı ve başka yaşamları “dikizleme” (voyeurism) arzusu anlamında ‘scopophilia’18, şiddetin seyirlik hale gelmesinin ardındaki psikolojik süreçler hakkında fikir vermektedir. Her iki teriminin işaret ettiği duygulanımlardan beslenerek medyada şiddet, dramatikleştirme ve kişiselleştirme yoluyla sunulmaktadır. Televizyondaki biçimiyle seyirlik şiddet, izleyici talebi gibi gerekçelerle meşrulaştırılarak metalaşma ve sansasyonelleşme unsurlarıyla birlikte, farklı program türleri dolayımıyla medya içeriklerine sirayet etmektedir. Gündüz kuşağının önemli bir kısmını oluşturan ve genel kabulde “kadın programları” olarak anılan yayınların, şiddet söyleminin yeniden üretimindeki rolünü ve aile içi şiddeti nasıl bir söylemle ele aldığını anlamayı amaçlayan bu çalışmada, hem aile içi şiddetin televizyondaki görünümlerine dair genel bir değerlendirme yapılmakta, hem de üzerine sıkça konuşulan kadın programlarına yöneltilen eleştirilere ve süregelen tartışmalara kapsamlı bir analizle katkı sunulmaktadır. Televizyonda şiddet, kadın programlarının genel nitelikleri ve aile içi şiddeti nasıl çerçevelediklerinin tartışıldığı kuramsal kısmı takiben ikinci kısımda metin 18 Freud, izlemekten duyulan derin zevki 'scopophilia' diye tanımlamış, bunun bir 'temel içgüdü' olduğunu söylemiştir (Lochrie, 1999). çözümlemesine yer verilmektedir. TRT, ATV ve Show TV’de gündüz kuşağında yayınlanan üç kadın programının, Mayıs 2007’de, rastlantısal olarak seçilmiş birer haftalık kayıtlarından elde edilen konuşma metinleri analiz edilmektedir. Programlarda kimi konular bir gün, kimi konular bir haftaya yayılacak şekilde ele alındığı için, her bir programın birer haftalık kaydının incelemesi uygun bulunmuştur. 3 kadın programı, her biri kendi alanlarının temsil edici örnekleri oldukları kabulüyle incelenmiştir. ATV’de yayınlanan İtirazım Var, tecimsel yayıncılıkla örtüşen yüksek reyting, sansasyonellik ve düşük bütçeyle yüksek kar elde etme anlayışına paralel olarak, yayın kuşağındaki diğer kadın programlarına göre farklı bir formatı olması nedeniyle araştırmaya dahil edilmiştir. Show TV’de yayınlanan Serap Ezgü ile Biz Bize, “geleneksel gündüz kuşağı talk show19” formatının klasik örneklerinden biri olarak; Ademler ve Havvalar ise kamu hizmeti yayıncılığı iddiası taşıyan TRT’de yayınlanmasından yola çıkarak eğitici ve bilgilendirici olmayı hedefleyen bir yayıncılık ilkesine sahip olduğu varsayılarak incelenmiştir. Çalışmada incelenen programların yayınlandığı kanallarda gündüz kuşağının 2010 yılı yayın döneminde nasıl düzenlendiğine bakıldığında, önceleri öğle kuşağında yer alan içeriklerin sabah kuşağına kaydığı görülmektedir. Sabah kuşağındaki programların öğle kuşağında yayınlanan “kadın tartışma programları”ndan en büyük farkları, stüdyo izleyicisinin katılımın olmaması ya da sınırlı tutulmasıdır. Ancak ortaklaştıkları nokta, sorunlar ele alınırken tarafların, birbirlerini yargılamak, suçlamak, hakaret etmek gibi biçimlerle şiddet söyleminin üretimine katılmalarıdır. Bu da, metin analizi yapılan programların ve elde edilen bulguların, yayın saatleri ve formatları değişen gündüz kuşağı programlarına ilişkin süregelen tartışmalar açısından güncelliğini koruduğunu ve korumaya da devam edeceğini göstermektedir. Makalenin ilerleyen kısımlarında 2007’den 2010’a geçen süre zarfında gündüz kuşağında, üretilen şiddet söylemi başta olmak üzere bir değişiklik olup olmadığı, ya da ne gibi farklılıklar olduğuna ilişkin daha detaylı değerlendirmelere, örnekler üzerinden yer verilmektedir. I. Aile İçi Şiddet, Medya ve Gündüz Kuşağı Televizyonu Aile İçi Şiddet: Tanımlamalar ve Düzenlemeler Şiddet sadece öldürme, yaralama, tecavüz, dayak gibi fiziksel güç kullanımı ve hasarla sonuçlanan bir eylem değil, başta toplusal cinsiyet rollerinin belirlediği normlar olmak üzere yargılama ve rıza göstermeyi de içeren ve etkilerinin doğrudan gözlenemeyebildiği her tür baskı mekanizmasıdır. İster fiziksel güç kullanarak (fiziksel şiddet), ister duygusal tehdit (psikolojik/duygusal şiddet) aracılığıyla, kişinin iradesini ve ifadesini yok sayan tutum ve davranışlar şiddet olarak tanımlanmaktadır. Şiddet türleri içinde ekonomik şiddet ise başta işsizlik sorunundan kaynaklı olmak üzere, gelecek güvencesi olmayan, yarınından korku duyan insanın yaşadığı gerilimin ürünüdür (Çelik, 2000; Köker, 2000). 19 Geleneksel “gündüz kuşağı talk showları”nın ayırt edici özellikleri: konu-yönelimli (issue oriented) olmaları, ele alınan konuların ev içi ve/veya kişisel sorunlardan seçilmesi, sunucu ve uzmanların otoritesi etrafında kurulmaları, sunucu ve uzmanların konuklar ve izleyiciler arasında aracı konumunda olmaları, seyircilerin aktif katılımı, kadın izleyiciler için yapılmaları ve katılımcıların da %80 oranında kadınlardan oluşmasıdır (Shattuc, 1997). Aile içi şiddet ise aile üyelerinin birbirlerine yönelttiği, eşleri, çocukları ama en çok da kadınları tehdit eden, göz dağı veren, sözlü baskı, korkutma ve engellemelerden (sözlü şiddet/duygusal şiddet) manipülasyona, itme, dayak atma, yaralama ve öldürmeden (fiziksel şiddet) tecavüze, tacize (cinsel şiddet), şiddete dair yapılan tanımların tüm yönlerini içermektedir. Aile İçi Şiddeti Önleme Projesi (Domestic Abuse Intervention Project20) aile içi şiddetin içeriğini genişleterek, şiddet tanımında en sık başvurulan kaynak olmuştur: Duygusal istismar (kadını aşağılamak, suçlu hissettirmek); ekonomik istismar (kadının iş bulmasına ya da çalışmasına engel olmak, aile bütçesi konusunda kadını bilgilendirmemek, eğer ev kadınıysa giderler için yeterli parayı vermemek); izole etme (kadının tüm hareketlerini kontrol etmek, kıskançlığı kullanarak kadının her hareketine karışmak); çocukları kullanmak (iyi bir anne olmamakla suçlamak, anneyi çocuktan ayırmakla, çocukları alıp gitmekle tehdit etmek) ve “erkek üstünlüğü”nü kullanmak (erkeğin kadının zekasını küçümsemesi, ona hizmetçi gibi davranması ve önemli kararları almada fikrini sormaması) (Muehlenhard ve Kimes, 1999). Aile içi şiddet sadece kadın, erkek ve çocukların dahil olduğu heteroseksüel ilişkiler ağında değil gay ve lezbiyen birlikteliklerinde de yaşanan bir sorundur. Dolayısıyla aile içi şiddet genel olarak bir iktidar ve kontrol meselesidir (Davis, 1998). Aile içi şiddet çoğu zaman açık değil üstü kapalı bir şekilde seyretmekte, etkileri uzun vadede anlaşılabilmektedir. “Aile içi şiddet” ifadesi kamusal ve özel alanda yaşanan şiddeti birbirinden bağımsız iki farklı şiddet türü olarak kabul etmek gibi yorumlanmamalıdır. Ev içinde şiddet yaşayan bir kadın, bunun izlerini bulunduğu kamusal ortamlara da taşımaktadır. Şiddet yaşayan kişinin güvensizlik ve korku hissi ev içinden, kadının tüm kamusal etkinliklerine kadar sirayet etmektedir. Aile içi şiddeti ayrı bir kategori olarak sorunsallaştırmanın önde gelen ereklerinden biri ise “özel alana”, “hane içine” hapsedilerek önemsizleştirilen bir meselenin ciddiyetinin kabul edilmesini ve çözüm önerilerinin geliştirilmesini sağlamaktır. Aile içi şiddet, dışarıda yaşanan şiddete göre daha yaygındır, kişinin en yakınından gelen şiddet aynı zamanda, en savunmasız, hazırlıksız olunan anlarda yaşanan, adlandırılması zor olan şiddettir. 30 yıl öncesine kadar uluslararası jargonda “aile içi şiddet” , “eşe, partnere tecavüz” gibi kavram ve kavrayışlar olmadığı gibi şiddet sadece “yabancı”dan gelen ve sonuçları fiziksel olarak görülebilen davranışlarla sınırlı kalmıştır. Bu sınırın aşılması ilkin “çocuk istismarı”nın 1960’larda ciddi bir toplumsal problem olarak gündeme gelmesiyle söz konusu olmuştur (Muehlenhard ve Kimes, 1999). “Kocanın karısına tecavüz etmesi, cinsel ilişkiye zorlaması” gibi bir suçun kabulüne gelinceye kadar kadınlar, yasaların erkeklere sunduğu olanaklar nedeniyle bu konudaki mağduriyetlerini keşfedememiş, dile getirememişlerdir. 17. yüzyıl İngilteresinde yasalar tecavüzü “erkeğin malına saldırı” olarak yorumlamış, evlilik kadının cinselliğini erkeğinin kullanımına ve denetimine sunması demek olduğu için kocaların eşlerine cinsel şiddet uygulamakla suçlanamayacağını bildirmiştir. İngiltere’deki bu düzenlemeler Amerika’daki tecavüz yasalarını da etkilemiştir. Charlene Muehlenhard ve Leigh Kimes (1999) 17. yüzyıldaki bu tablonun 70’lere kadar çok da değişmediğini, psikologlar ve sosyologların aile içi şiddete çok ilgi 20 1981’de Amerika’da geliştirilen proje, aile içi şiddete ilişkin düzenlemeler ve toplumsal farkındalık açısından farklı disiplinleri kapsayan ve bir eylemlilik planı içeren ilk program olarak kabul edilmektedir. Ayrıntılı bilgi için projenin web sitesine bakılabilir, www.duluth-model.org göstermediğini ve cinsiyetçi bir yaklaşım içinde olduğunu örneklerle anlatır. 1964’de karılarına şiddet uygulayanlar üzerine yapılan bir araştırma, şiddete uğrayan kadınların “agresif, erkeksi, frijit, mazoşist” eğilimleri olan kadınlar olduğunu öne sürmüş, 1971 yılının bir araştırması ise kadınlık rollerinden sapma yaşayanların şiddete davetiye çıkardıkları sonucuna ulaşmıştır. 1970’lerde hız kazanan feminist hareketler ise bu bakış açılarında köklü değişiklikler yaşanmasında etkili olmuşlardır. Amerika’da 1972 yılında ilk kadın sığınma evi açılmıştır. 1974’te İngiltere’de kadınların kocaları tarafından maruz bırakıldıkları cinsel istismarı konu edinen Scream Quietly or the Neighbours Will Hear adlı kitap yayınlanmıştır. Amerika’da yayınlanan 1976 tarihli Battered Wives “koca dayağı”nın erkeğin patriarkal tahakkümünü sürdürme aracı olduğunu söylemiş, özetle bu yıllarda yapılan pek çok yayın, aile içi şiddetin en çok karşılaşılan ve en az fark edilen toplumsal sorun olduğunu yazmıştır. Bugün “evlilik içi tecavüz” (marital rape) Amerika’da 50 eyalette suçtur. British Medical Association’ın (İngiliz Tabibler Birliği) açıklamasına göre İngiltere’de her 4 kadından 1’i bir erkek yakınının şiddetine maruz kalmakta, haftada ortalama 2 kadın eski ilişkisi ya da yeni erkek partneri tarafından öldürülmektedir. (Wilcox, 2006). Dünya genelinde her 4 kadından 1’i ve her 6 erkekten 1'i yaşamlarının bir döneminde aile içi şiddete uğramaktadır (Council of Europe, 2002; BMA 1998; British Home Office Research Study, 1999). Türkiye’de “aile içi şiddet” kavramının kullanılışı ve konuya karşı hassasiyetlerin artışı 1990’ların başından itibarendir. TC. Başbakanlık Aile ve Sosyal Araştırmalar Genel Müdürlüğü’nün 1994 yılında tamamladığı, 4287 görüşme üzerinden yapılan “Aile İçi Şiddetin Sebep ve Sonuçları” araştırmasının sonuçlarına göre fiziksel şiddete ailelerin %34'ünde, sözlü şiddete ise %53'ünde rastlanmaktadır21. Çocuklara yönelik fiziksel şiddete rastlanma oranı da %46'dır. Anne babaların geçmişteki dayak deneyimi (%70) şiddeti bugüne taşımaktadır. Dayağın şiddeti ve sıklığından çok varlığının önem taşıdığı görülmektedir. Aile büyüdükçe şiddet artmaktadır. Özellikle kayınvalide ile anlaşmazlıklardan doğan sorunlar geleneksel gelin-kaynana ikilemini yaratırken, eşler arasında da çatışmaya yol açmaktadır. Hamilelik döneminde de fiziksel ve sözlü şiddetin sürdüğü, sıklığının da azalmadığı anlaşılmaktadır. Bu dönemde cinsel şiddetin de devam ettiği görülmektedir. Ailelerde cinsel şiddet ve tacize rastlanma oranı %9' dur. Şiddete maruz kalanların %80'i yapacak fazla bir şey olmadığına inanmaktadırlar. Bu durum çaresizliğin kabulü anlamına gelmekte ve şiddete maruz kalanın pasif tutumuna yol açmaktadır. Eşlerden birinin alkol kullanıyor olması aile içi şiddeti artırmaktadır. Eşlerin daha iyi eğitim görmüş olması ise aile içindeki şiddeti azaltmaktadır. Türkiye’de kadına yönelik şiddet sorunun bilimsel verilere dayanılarak anlaşılması açısından en yeni ve kapsamlı araştırmalardan biri Boğaziçi Üniversitesi Öğretim Üyesi Yeşim Arat ve Sabancı Üniversitesi Öğretim Üyesi Ayşe Gül Altınay TÜBİTAK desteğiyle yürüttükleri Kasım 2007 tarihli "Türkiye'de Kadına Yönelik Şiddet" araştırmasıdır. Araştırma 18 ay sürmüş 56 ilde 1800 kadınla görüşülmüştür. Araştırmanın sonucuna göre, her 3 kadından biri, kocasından çok kazanan kadınların 3'te 2'si fiziksel şiddet görmektedir. Ailelerin onayıyla evlenen kadınların yüzde 28'i, 21 www.aile.gov.tr görücü usulüyle evlenenlerin de yüzde 37'si en az 1 kez fiziksel şiddete maruz kalmaktadır22. Bu araştırma şiddetin sadece düşük eğitim ve gelir düzeyindekilerin sorunu olmadığını ortaya koymaktadır. Aile içi şiddete ilişkin siyasalar geliştirilmesi, hukuki düzenlemelerin ihtiyaçları karşılayacak düzeye gelmesi, yasaların uygulanmasında karşılaşılan güçlüklerin aşılması ve şiddete maruz kalan kadın ve çocukların yararlanabileceği sığınma evlerinin etkili biçimde kullanılabilmesi gerek Türkiye’de gerekse uluslararası düzlemde, henüz aşılamamış sorunlar olarak çözüm beklemektedir. Bunların yanı sıra aile içi şiddet konusunda duyarlılık ve bilinçlenme çabalarının çocukları da içeren eğitim kampanyalarıyla desteklenmesi gerektiği düşünülmektedir. Paula Wilcox’un (2006) çocukların aile içi şiddete bakışları ile ilgili saptaması önemli bir şeye işaret etmektedir. Çocuklar dayağın yanlış ve kötü bir şeyi cezalandırmak için başvurulan bir yöntem olduğunu düşündükleri için annelerine babaları tarafından uygulanan şiddeti “babanın annenin kötü davranışını cezalandırması” olarak yorumlayabilmektedir. Kanada bu konuda eğitsel çalışmalarıyla örnek ülkelerden biridir. Eğitim Bakanlıklarının da içinde olduğu, ilkokul ve ortaokul çocuklarını kapsayan, medyadaki şiddet, cinsel şiddet ve ev içinde yaşanan şiddet konusunda çocukları bilgilendiren eğitici programlar 90’ların başlarında hayata geçirilmiştir (Summers ve Hoffman, 2002). Hukuksal düzenlemeler ve şiddete maruz kalmış kişiler için aktif olması gereken kurum ve kuruluşların yanı sıra insanların hayatı birlikte paylaştıkları yakın çevrelerinin de pozitif desteği ve farkındalığı hayati önemdedir. Bu da toplumsal cinsiyet kavrayışı olan, geleneksel cinsiyet rollerini ve yargıları sorgulayan bir yurttaşlık bilgisinin gerekliliği anlamına gelmektedir. Şiddete maruz kalmış kişiler öncelikle bunu yakın çevreleriyle paylaşmaktadır. Yakın çevrenin basmakalıp yargılardan, cinsiyetçi yaklaşımlardan arınabilmiş olması, mağduriyet yaşayanların doğru yönlendirilmesi açısından önemlidir. Türkiye’de aile içi şiddet vakalarında en çok yaşanan sorun, yakın çevreden kaynaklı, bir yanlış bilinç halinin ürünü olan, Wilcox’un (2006) ifadesiyle “negatif destek”tir. Negatif destek, dayakçı koca’ya evini terk eden karısının adresini vererek iyilik yaptığını sanan yakın arkadaş ile örneklenebilir. Ya da “baba evine” giden kadının babası ya da erkek kardeşinin, şiddet uygulayan kocayı eve çağırarak “karından özür dile sonra da al götür evine” demesindeki kutsal evlilik kurumunu ve aile birliğini koruma niyetinde de, şiddete uğrayan kadın açısından negatif sonuçlanabilecek bir destek söz konusudur. Gündüz Kuşağı Televizyonda Şiddet/ Seyirlik Şiddetin Sürekliliği Jib Fowles (1999), mağara duvarlarındaki av sahneleri yoluyla, Roma Kolezyumunda insanların vahşi hayvanlarla dövüşerek hayatta kalma mücadelesine, gladyatör dövüşlerine ve infazlara tanıklık etme hazzıyla ve de çizgi romanlardaki dehşet anlatılarıyla seyirlik şiddetin sürekliliğini dile getirir. Fowles, şiddeti izleme arzusunun altında şiddeti bastırma ihtiyacının yattığı yorumuna da yer vererek, bir nevi tarihsel ve psikolojik analizle şiddetin nasıl anlaşılabileceğinin örneğini verir. Ancak süreklilik ve insan doğasına içkin olma vurgusu toplumsal bir mesele olarak şiddetin eleştirel çözümlemesi açısından yeterli olmamaktadır. Şiddetin mikro düzeyde, gündelik yaşam pratiklerinde tezahürüne ilişkin çözümlemeler, 22 www.ucansupurge.org sorunsallaştırılarak sosyal ve siyasal düzlemde kapsamlı biçimde ele alınması açısından elzemdir. Medyada şiddetin incelenmesinin önemi de buradan kaynaklanmaktadır. Şiddetin eleştirel analizi, sorunun sınıfsal temelini göz önünde bulundurmayı ve meselenin ekonomik, siyasal ve toplumsal arka planını ihmal etmeyen bir bakış açısını gerektirmektedir. Öte yandan medyanın kendisinin sorunsallaştırılması, gündelik yaşamda sürekli maruz olunan bir görüntüler dünyasında üretilen söylemler, bu söylemlerin içerisindeki örtük ya da açık ideolojik örüntüler, sürekli akış içinde olan metinleri üreten ve tüketenlerin dahil olduğu bir “yeniden üretim” mekanizmasını anlamak açısından bir başka eleştirel çözümleme olanağıdır. Seyretme eylemini kolaylaştıran ve yaygınlaştıran, şiddeti de gündelik yaşamın olağan bir parçasına dönüştüren televizyon, hareketli görüntüyü, gelişmiş ses ve resim teknolojilerini kullanma ve “şimdi ve burada” hissettirebilme ayrıcalığıyla, şiddeti zengin bir görsel-işitsel şölen atmosferinde sunmaktadır. Bu da şiddetin sürekliliğine eşlik eden normalleştirme ve kayıtsızlaştırmayı beraberinde getirmektedir. Şiddetin medyada yer alış biçimlerine ilişkin genel bir değerlendirme yapıldığında, ilk olarak iş yeri, aile ortamı ve sokakta farklı biçimlere bürünerek şiddetin gündelik hayatta sıklıkla kendine yer bulduğunu göz ardı eden bir marjinalleştirme söyleminin medyada ağırlık kazandığından söz edilebilir. Medyada şiddet söylemine dair iki temel sorun saptanabilir: Birincisi ağırlıkla fiziksel şiddet vakaları olmak üzere, şiddetin sorunlu bir anlatı ile medya da yer bulması; ikincisi ise gündelik yaşamda sıklıkla deneyimlenen ancak medyada yer vermeye değer görülmeyen “sıradan şiddet”23 olaylarının önemsizleştirilmesi ve kamu vicdanında yer bulmaması. Birinci sorunun işaret ettiği noktada şiddet içeriklerinin haber dilinde üçüncü sayfa formatı ile sınırlandırılarak, dramatizasyon ve sansasyonelleştirme unsurları ile bezeli biçimde temsil edildiği görülmektedir. Yaygın medya anlatısı, şiddeti alt sınıfa dair örneklerle hikayeleştirirken işsizlik, yoksulluk gibi etkenlerle, çevresinde “şiddet eğilimli” olarak tanınan kişilere vurgu yaparak marjinalleştirmekte; öte yandan “aşık koca”, “işsiz sevgili” gibi betimlemelerle gerekçelendirerek meşrulaştırıcı bir dille sunmaktadır. Tıpkı namus gerekçesiyle işlenen cinayetler ve “neftret suçları”nın haber medyasında veriliş biçimlerinde olduğu gibi. Özetle şiddet ya “normal olmayan” kişilerden kaynaklanmaktadır ya da şiddeti eylemini meşrulaştırıcı sebepleri olan görece “normal” kişilerden. Örneğin Gülseren Adaklı’nın (2000) “Reality Show’larda Kadına Yönelik Şiddeti” araştırmasına göre, realty show’larda, bir tutarlılık arz etmemekle birlikte, fiziksel bir şiddet söz konusu olduğunda “saldırgan kişilik özellikleri”, “alkol bağımlılığı” gibi nedenler ilk sırada gelmektedir. Bir yandan da kimi vakalarda saldırgana dair bir masumiyet betimlenirken, bu betimlemenin en tipik ifadelerinden biri “bir anlık öfke” olmaktadır. İster “normal olmayan”, ister “normal” ama “geçerli” sebepleri olan kişilerden kaynaklansın, neticede medyaya yansıyan şiddet öyküleri “olağandışı” ve dolayısıyla da “marjinal” olanı temsil etmekte, toplumsal düzlemde “sıradan şiddet”e karşı takınılan kayıtsızlaştırıcı tutum medyada ifade bulmaktadır. 23 ‘Sıradan şiddet’ ifadesi, Türkiye’de siyasal tartışmalarda sıkça kullanılan “sıradan faşizm” kavramından yola çıkarak bu metinde tercih edilmiştir. Sıradan faşizm, devletler, siyasetin resmi kurumları eliyle yurttaşlara uygulanan planlı politikaların ötesinde gündelik hayatta, mikro iktidar alanlarında tezahür eden faşizm olarak tanımlanabilir. İkinci sorunun işaret ettiği noktada fiziksel şiddet, hatta öldürme ile sonuçlanan yoğun şiddet vakaları ya da kimi cinsel taciz vakaları dışındaki “sıradan şiddet” olaylarının medyada kendine yer bulamadığının altı çizilebilir. Gündüz kuşağının önemi tam da bu noktada ön plana çıkmaktadır. Şiddet hikayeleri marjinalleştirilmeden, sıradan insanın deneyimleme biçimleriyle sunulmaktadır. Gündüz kuşağında şiddetin sunumuna ilişkin sorunlar ise şiddetin olağanlaştırılması ve kişiselleştirilmesi olarak belirlenebilir. Programlara sorunlarının çözülmesi talebiyle katılanların mağduriyetlerinin aşırı vurgulanmasına eşlik eden ağlama, yakınma, yardım isteme gibi davranışlarının yarattığı dramatizasyon ortamı, izleyicinin sürekli tanık olduğu duygusal hezeyanlar karşısında tepkisizleşmesi, gerçeklik duygusunu yitirmesi ve kayıtsızlaşması ihtimalini beraberinde getirmektedir. Gündüz kuşağı, mağduriyetlerin ve mağduriyetlere gösterilen duyarlılıkların sömürüldüğü mecralara dönüşmektedir. Aynı zamanda bu duygusal buhran ortamının gerek stüdyodaki gerekse televizyon karşısındaki izleyicilerde, hatta bizzat programın mutfağında çalışanlarda, psikolojik rahatsızlıklara yol açtığı izleyici şikayetlerinden ve yapılan görüşmelerden anlaşılmaktadır24. Kadın Programları ve Şiddet /Farkındalık Yaratma ve Yeniden Üretme “Kadın programı” öncelikle televizyon kanallarının kullandıkları bir kategoridir. Bu kategoriye sabah ve gündüz kuşağındaki eğlence, tartışma ve konuşma programları dahildir. Programlar sınıflandırılırken bir cinsiyet kategorisi olarak “kadının” vurgulanması ve “kadın programı” gibi bir türleştirmeye gidilmesi hem olumlu hem de olumsuz yönüyle değerlendirilebilir. Olumsuz yönü medyanın genelinin erkek izleyiciye yönelik tasarlanması ve arta kalan alanların kadınlar (ve çocuklar) için düzenlenmesi anlayışıdır. Önüne “kadın” tanımı getirilerek sunulan seçeneklerle kadınlar eğlence, trajedi, güzellik, mutfak, aile, ev ekonomisi gibi belli temaların içine ve klişelere sıkıştırılmaktadır. Olumlu yönü ise ayrı bir kadın kategorisinin aynı zamanda kadına yönelik bir pozitif ayrımcılık yönünde evrilebilmesi potansiyelidir. Erkek-egemen içeriklere bir müdahale olarak kadınlara ayrı saatler, ayrı programlar, kadın dilinin, söyleminin ve dünyasının görünür hale geldiği ayrıcalıklı programlardan söz etmek için bu anlamda “kadın programları”nın “kadına yönelik programlar” olarak uyarlanması ve “yeni” bir söz söyleyebilme potansiyeli taşıması beklenmektedir. Bugünkü haliyle “kadın programı” kategorisine giren programlar, kadını geleneksel “kadın olma halleri” ve kadınlık rolleri içinden yakalamayı hedeflemekte ve “yeni” olanı sunmak gibi bir arayış içine girememektedirler. Var olan kadın programları, kadınların gerçek sorunlarının üçüncü sayfa ya da magazin haberi formatında sunulmasının ötesine geçememiştir. Özellikle haber içeriğinde yaygın olan, kadının kurban olarak yer bulması, kadın programları ile de sürdürülmektedir. Kadının özel hayatının gizliliği ve kişilik hakları, tıpkı adli haberlerde olduğu gibi yeterince korunmamakta, pazarlanmakta, ataerkil bir kadınlık anlatısı sunulmaktadır. Bu anlatı içinde feminizm yabancı bir kavramdır. Kadınların gündelik hayat deneyimleri, farklı yönleriyle kadın programlarına yansıtılmamakta, 24 Kadın programlarının stüdyo katılımcıları, konukları, yapımcıları, yönetmenleri ve sunucuları ile yapılan görüşmelere ilişkin bkz. Çaylı Rahte E. (2009), Kamusallık, Mahremiyet, Medya: Kadın Tartışma Programları Üzerine Etnografik Bir İnceleme, Yayımlanmamış Doktora Tezi, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara programa katılmanın ilk şartlarından biri, yaşamın herhangi bir yerine bir trajedi hikâyesinin sirayet etmesi olmaktadır. Eser Köker (2007) özellikle sabah kuşağındaki kadın programlarında, kadınların özel yaşamlarında karşılaştıkları sorunlar tartışılsa da, kadınlar için, birer yurttaş olarak, içinde yaşadıkları iktidar örgütlenmesi hakkında sınırlı bir enformasyon aktarımının söz konusu olduğunu hatırlatmaktadır. Küresel Medya İzleme Projesi (Global Media Monitoring Project) tarafından 2005 yılında gerçekleştiren bir araştırmaya göre kadınlar erkeklere oranla medyada iki kat daha fazla mağdur olarak gösterilmektedir. Ayrıca uzman (% 83) ya da tanık (% 70) olarak çoğunlukla erkeklere başvurulurken; kadınlar daha çok kişisel deneyimleriyle medyada görünmektedirler (Mater ve Çalışlar, 2007: 175). Yine aynı çalışma kapsamında tek bir günde 13.000 televizyon, radyo ve gazete haberi taranarak gerçekleştirilen bir araştırmanın sonuçları erkeklerin temsil oranının % 79, kadınların ise % 21 olduğu bilgisini vermektedir (Alankuş, 2007: 37). Mine Gencel Bek’in 2006 yılında gerçekleştirdiği Medya ve Toplumsal Katılım Araştırması, Türkiye’deki günlük gazetelerde kadınların temsil oranının yüksek olmasına rağmen yer alış biçimlerinin tartışmalı olduğunu ortaya koymaktadır. Araştırmaya göre kadınlar en çok görüntüleri, güzellikleri ya da mağduriyetleri ile gazetelerde yer almaktadır. Hükümet, bürokrasi, siyasal parti, yerel yönetim haberlerinde kadınların temsil oranı düşüktür25. “Kadın programları” kategorisi ise ilk bakışta, medyada kadına ayrıcalıklı bir temsil olanağı sunulması gibi düşünülebilse de programların kadına, kadın sorunlarına bakışı ve kadınların programlarda yer alış biçimleri açısından, bu programlarda, medyanın genelinde var olan cinsiyetçi, reyting odaklı anlayışın ötesine geçmenin mümkün olmadığı, çalışmada yapılan metin analizlerinden de anlaşılmaktadır. Çalışmada ele alınan “gündüz kuşağı tartışma programları”nı benzer saatlerde yayınlanan diğer kadın programlarından ya da sabah kuşağındaki kadın programlarından ayıran temel özellik “sıradan” kişilerin konuk olması, şarkıcıların canlı performansları ve eğlenceyle bezenmemiş olmaları, stüdyodaki izleyici kitlenin görüşlerine yer verme sıklığı ve bir tartışma ortamı sağlama iddiasıdır. Türkiye’de 1990’ların sonlarına doğru Ayşe Özgün’ün (Ayşe Özgün Show ve daha sonraları Ayşe Özgün Her Gün adını alacak programlar) ve ardından 2000’lerin başlarında Bozkurt’un (ünlü kişilerin –politikacılar, sanatçılar-yaşam deneyimlerinin, özel hayatlarının masaya yatırıldığı Kadının Penceresi, Yasemin’in Penceresi gibi programlardan sonra “sıradan” kadınların sorunlarını ele alan Kadının Sesi) programları “gündüz kuşağı tartışma programları” formatının ilk örnekleri kabul edilebilir26. Bu programların ayırt edici yönü “sıradan” kişilerin yaşamlarına, ailede, evlilikte yaşanan sorunlara, aile içi şiddete yer vermesi ve izleyicinin diğer programlarda olduğundan daha etkin konumda olmasıdır. 25 26 www.britishcouncil.org/tr Kadınlara yönelik programların ilk isimlerinden Ayşe Özgün ile 16. 06. 2007 tarihinde yapılan görüşmede, Özgün televizyon programcılığında ilk yola çıktığında ABD’de talk show’un yaratıcısı Phil Donahue’dan etkilendiğini söylemiştir. “Eğrisiyle Doğrusuyla” adını verdiği TRT’de yayınlanan ilk programı kadınlardan büyük ilgi görmüş ancak bir süre sonra yönetim tarafından “televizyon eğitim aracı değil eğlence aracıdır” gerekçesiyle yayından kaldırılmıştır. TRT’de yaptığı ilk programlarda katılan izleyicilerin konuşmaya çok zor ikna olduklarını anlatan Özgün, toplumsal sorunlara eğilen programlarının C, D, E grubunu hedeflediğini, AB’nin hiçbir zaman hedef kitlesi olmamasına rağmen bu gruptan da ilgi gördüğünü belirtmiştir (Çaylı Rahte, 2009). İzleyiciler Çelik’in ifade ettiği gibi (2000: 138) programın hedeflediği gerçeklik duygusunun, kendiliğindenliğin ve içtenliğin yaratılmasında rol oynasalar da, izleyicilerin davranış serbestisi oldukça sınırlıdır. Varlık nedenleri talk show’lardaki gibi programa canlılık katmanın ötesinde, belirlenmiş ve sınırlanmış rolleri gereği, yorumları ve kendi hikayeleriyle anlatı üretimine aktif olarak katılmaktır. Ancak bu aktif katılım da yapım sorumluları ve izleyici koordinatörleri tarafından kesin ve net biçimde çizilen sınırlar dahilinde olmaktadır. Kadın programlarının şiddetle ilişkisini kurarken feminist hareketlerin “özel alan politiktir” söylemine ve politik olanın, ev içi alandaki iktidardan beslenen tüm problemleri içerecek biçimde genişletildiği kabulüne dayanılabilir. Bu politik zeminden hareketle, kadın programlarında şiddetin, özel alana dair olanın kamusal alanda görünür kılınması gereksinimine dayanarak hem sorunsallaştırılması hem de yeniden üretimine katkıda bulunulması çalışmanın temel savıdır. İlk bakışta ev içine özgü olanın politize edilmesi, görünür hale getirilmesi arayışı içerisinde meşruiyet kazanabileceği beklenen bir türsel özelliğe sahip olan kadın programları yola çıkış itibariyle aile içi şiddet kategorisinde geçen -sözel, ekonomik, duygusal, fiziksel- her tür şiddeti konu edinerek, bir duyarlılık oluşmasını sağlama, farkındalık yaratma şansını elinde bulundursa da temel soru gündüz kuşağı kadın programlarında, medyaya sirayet eden cinsiyetçi yaklaşımların özel yaşamın gizliliği, yansızlık gibi gerekçelerle dışarıda tuttuğu bir alana ne derece müdahale edilebildiğidir. Kadın programlarında şiddetin yeniden üretimi, medya endüstrisinin talepleri gereği şiddetin, toplumsal bir sorunu çözmek için bir araç olarak değerlendirilmesinden uzaklaşılıp, izlenilir olmanın amacına dönüştürülmesi ve bireyselliğe indirgenmesi şeklinde özetlenebilir. Kadın programlarının şiddet ile problemli ilişkiselliği stüdyoda üretilen şiddet söyleminin yanı sıra, şiddetin programa katılan kişilerin günlük yaşamına sirayet etmesi olarak da düşünülmelidir. 2006 yılına kadar kadın programları, programa katılan kişilerin program sonrası şiddete maruz kalmaları sorunu ile karşı karşıya kalmıştır27. Bu durum kadın programlarının sıkça şikayet almasına neden olmuştur. RTÜK’e kadın programlarını şikayet edenler çoğunlukla duygusal şiddete maruz kalmanın yarattığı depresyon haline göndermede bulunmuşlardır. RTÜK’ün talebi üzerine Türk Psikolojik Danışma ve Rehberlik Derneği (Türk PDR-DER) tarafından hazırlanan bir rapora göre, şiddet içerikli programlar gibi, kadın ve aile eksenli yapımlar da çocukların ve gençlerin ruh sağlığını olumsuz yönde etkileyebilmektedir. PDR-Der kendilerine 27 -Nisan 2005. “Kadının Sesi” programına katılan bir aile kurşun yağmuruna tutulmuştu. Berdel usulü evlendirdikleri kızları damatları tarafından “namus” gerekçesiyle öldürülen aile programa katılmış, damadın babası telefonla bağlanarak aileyle küfürleşmişti. Daha sonra damadın babası “dünürlerinin” de içinde bulunduğu otomobile ateş açmış kendi damadının ve bir polis memurunun ölümüne yol açmıştı. -Mayıs 2005. “Kadının Sesi” programına katılan bir kadın, memleketine döndüğünde otogarda 14 yaşındaki oğlu tarafından öldürülmüştü. -Mayıs 2005. “Kadının Sesi” programına çıkan işsiz koca, yediği dayaklar nedeniyle çocuklarıyla birlikte evini terk eden karısına barış çağrısında bulunmuş, eşi tarafından reddedilen adam, karısını sokak ortasında öldürmüştü. -Kasım 2005. yılında “Ayşe Özgün İle Her Gün” programına katılan evli ve 2 çocuk annesi bir kadın, gençliğinde sık sık babasının tecavüzüne uğradığını anlatmıştı. Programa peruk ve gözlükle çıkan kadın daha önce başka programlara da benzer şekilde çıkıp ailesinden şikayetçi olmuştu. Ardından yaşadığı yeri bulan baba tarafından kurşunlanarak öldürülmüştü. Babaya verilen müebbet hapis cezası ise “ağır tahrik indirimi ve iyi halden 15 yıla indirilmişti. -Kasım 2005. Serap Ezgü’nün programına katılan bir aile tarafından reşit olmayan kızlarını alıkoymakla suçlanan evli ve iki çocuk babası bir genç, programdan sonra kızı ailesine teslim etmiş ve “ölümümden Serap Ezgü sorumludur” notu bırakarak intihar etmişti. gönderilen aile, kadın ve şiddet eksenli programlarla ilgili bir rapor hazırlayarak 2006 yılında RTÜK’e sunmuştur. Rapora göre, aile ve kadın eksenli programlarda toplumun yoksulluk durumunun ve duygularının kötüye kullanıldığı, aile içi olumsuz ilişkilerin teşhir edilerek çocukların ve gençlerin ruh sağlığının olumsuz etkilenmesine neden olunduğu belirtilmektedir. Raporda, bu tür programlarda kadının küçük düşürüldüğü, toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin güçlendirildiği de ifade edilmektedir28. Ancak rapora eklenmesi gereken bir husus da hem programa katılanların hem de programı izleyen yetişkinlerin, özellikle de kadınların psikolojik açıdan olumsuz etkileniyor olmalarıdır. RTÜK’ün 2006 yılında izleyicilerin kadın programları konusundaki tutumlarını belirlemeye yönelik araştırmasında kadın programlarını beğenmediğini söyleyen izleyicilerin gerekçeleri arasında, programların psikolojik açıdan rahatsız edici olmaları da yer almaktadır29. 2010 yılı itibariyle, geçmiş deneyimler, kadın programlarına yöneltilen eleştiriler ve izleyici ilgisinin düşmesi gibi nedenlerle gündüz kuşağı programlarında “tartışma” formatı neredeyse terk edilmiştir. 2010 yılının tüm kanallarındaki kadın programlarının genel bir değerlendirilmesi yapılacak olursa: “Evlendirme programları”nın devam ettiği (ya da “izdivaç programları” olarak da adlandırılabilir), el becerisi, “püf noktaları” hakkında bilgilendirme ve yemek bölümlerinin yer aldığı magazin-eğlence içerikli programların hemen hemen tüm kanallarda sabah ve öğle kuşaklarında yer aldığı söylenebilir. Daha çok kayıpların bulunması ya da suçluların cezalandırılması gibi içerikleri olan programlarda (örneğin ATV’nin sabah kuşağında yayınlanan “Müge Anlı İle Tatlı Sert”) ise “tartışma” değil “çözüm sunma” amacı ön planda tutulmaktadır. Genel olarak, bu araştırmada konusunu oluşturan ve kadın sorunlarını “tartışma” iddiası taşıyan programların sayıca azaldığı, ya da var olan programların bir bölümünü oluşturacak şekilde varlıklarını sürdürdüğü görülmektedir. Makalenin ikinci kısmındaki metin çözümlemeleri üzerinden incelenen programların yer aldığı TRT, ATV ve Show TV’de gündüz kuşağının, 2007 yılı ile karşılaştırıldığında, 2010 yılında daha farklı formatlarla ve yer değiştirmelerle yeniden düzenlendiği görülmektedir. Sıradan kişilerin aile içinde yaşadıkları sorunları masaya yatırma işlevi, ATV (Müge Anlı İle Tatlı Sert) ve Show TV’de (Sabahın Sedası) saat 9:00-12:00 arasını kapsayacak biçimde sabah kuşağı programlarına kaymıştır. Sabahın Sedası programının tanıtım metninde “müzik ve eğlencenin yanı sıra sağlıklı yaşam ve astroloji köşelerinin yer alacağı, gündem yaratacak toplumsal konuların masaya yatırılacağı, ayrılık noktasına gelen çiftlerin, aralarında dargınlık olan anne, baba ve çocukların bir araya getirilmeye çalışılacağı” belirtilmektedir.30 Öğleden sonra kuşağında ATV Esra Erol’da Evlen Benimle, Show TV Deryalı Günler ve Yemekteyiz, TRT ise Çeyiz Show adlı programlara yer vermektedir. Bu programlar, öğleden sonraları, “izleyici tartışma programı” formatının terk edilerek, yerlerini bilgi-beceri geliştirme, ünlü konuklar ağırlama ve evlilik temalı yayınların aldığının göstergesidir. Gündüz kuşağında şiddet söyleminin üretildiği mecralar, özellikle sabah kuşağında yayınlanan programlarda yoğunlaşmaktadır. 28 29 30 www.ucansupurge.org (11. 10.2006) www.rtuk.org.tr http://www.showtvnet.com/eglence/sabahin-sedasi/ Yapılan izleme çalışmaları ve stüdyodaki katılımcı gözlemlerden yola çıkarak kadın programlarında şiddetin üretilmesinde kamera önü ve kamera arkası olmak üzere 2 ayrı kategori oluşturulmuştur: Kategori 1-Kamera Önü: Şiddet söyleminin üretildiği 4 farklı konumdan söz edilebilir. 1. Sunucular: Programın sunucusunun programı yönetmek, konuyu irdelemek, sorumlu kişileri uyarmak ve izleyici ilgisini canlı tutmak için tansiyonu yükseltmesi, sert bir karakter sergilemesi ve yargılayıcı bir tutum takınması. Kurma ve konumlandırma ediminin kendisinin şiddet olduğunu söyleyen Derrida’ya dayanarak (aktaran Çelik, 2000) sunucuların bu anlamda şiddetin üreticisi oldukları söylenebilir. 2. Konuklar: Programa öz-hikâyeleriyle katılan konukların şiddet dolayımlı deneyimlerinin seyirlik hale getirilmesi, dramatize edilmesi. 3. İzleyiciler: Stüdyo izleyicilerinin stüdyoda bulunan, telefon ile yayına katılan ya da yayında bulunmayan kişilere yönelik yargılayıcı ve cezalandırıcı bir tutum içinde olmaları. 4. Dolaylı katılımcılar: Telefon ile yayına bağlanan izleyici ya da programda ele alınan meselenin tarafı konumunda olan kişilerin kendilerini savunma, yorum yapma amacıyla sanık ya da tanık kimliğine bürünmeleri. Kategori 2- Kamera Arkası: 1. Yapımcılar: Programın yapımcılarının programın dinamizminin artırılması yönünde müdahaleleri ve “adrenalin talepleri”. 2. Prodüksiyon ekibi: Program koordinatörleri, senaristler ve cast sorumlularının dâhil olduğu bu grup, ele alınacak konunun tartışma biçimini belirleyerek, gerek programa çıkacak konuklara verilen taktikler, gerekse canlı yayın bağlantıları öncesi telefonla arayan kişilerle kurulan diyaloglarda şiddetin üretimine katkıda bulunurlar. İkinci kategoride, medyanın tecimselliği ve kar amacını merkeze alan bir yayıncılık anlayışının, şiddet içeriğinin üretimine, izlenirliği olduğu ve talep gördüğü gerekçesiyle katkıda bulunması göz önünde bulundurulmalıdır. Medya profesyonelleri kendi öznel bakış açıları gereği şiddeti onaylamasalar ve hatta medya içeriklerinde kullanmayı tercih etmeseler de, meslekte hayatta kalabilmek için kendilerini onaylamadıkları bir şeyin üreticisi konumunda bulduklarını söylerler. Dolayısıyla mesleki duyarlılıkları olsa da bunu politik bir eleştiriye dönüştürememeleri temel sorundur. İş güvencesi sorunu, sendikalaşma haklarından yoksunluk da bunda pay sahibidir. Köker’in (2000) yılında yaptığı ve yönetmen, senarist ve reklam metni yazarlarından oluşan 10 medya çalışanı ile görüştüğü araştırmasında, özellikle habercilikte şiddetin normalleştirilerek seyirlik bir gösteri haline geldiğine inanan medya çalışanlarının şiddet gösteriminin reyting almada neredeyse tek yol olmasından rahatsızlık duydukları anlaşılmaktadır. Yakın bir zamanda gerçekleştirilen bir başka çalışmada da (Çaylı Rahte, 2009) medya profesyonelleri ile yapılan görüşmelerde aynı rahatsızlık dile getirilmiştir. Ancak medya çalışanlarının rahatsızlıklarının, oluşumuna katkıda bulundukları içeriklerin iyileşmesi yönünde bir etkisinin olmadığı, söz konusu reyting olduğunda, daha iyi ve “alternatif” olanı ortaya koyma konusunda –çoğunlukla bireysel düzeyde kalan bir takım çabalar olsa da- çok yol kat edilemediği ortadadır. II. Kadın Programlarında Çözümlemesi Şiddetin Söylemsel Üretimi: Metin Kadın Programlarında İçerik Ve Yeniden Üretim Açısından Şiddete İlişkin Bulgular 1. Sözel/ Duygusal Şiddet: a. Kişisel Saldırı Ve Hakaret İtirzım Var programında sorunların masaya yatırılıp tartışılmasının ötesinde, sorunlara neden olanlara kişisel düzeyde saldırı, tenkit ve yeri geldiğinde aşağılama ön plandadır. Katılımcıların saldırgan tutumlarının bilerek ve tercihen olduğunu, jüri üyelerinden birinin şu sözleri açıklamaktadır: “Biz size niye babaanneye verdiniz diye saldırmıyoruz. Niye sevgini vermedin diye saldırıyoruz”. b. Suçlama- Sorgulama-Yargılama Çocukları kullanarak bir kadını iyi annelik yapmamakla suçlamak ve kadını çocuklarından ayırmakla tehdit etmek aile içi şiddetin kapsamına girmektedir (Muehlenhard ve Kimes, 1999). İtirazım Var’da özellikle boşanmış ve ikinci evliliğini yapmış anneye yönelik yoğun bir suçlama ve yargılama olduğu göze çarpmaktadır. Anne, özellikle annelik görevlerini yerine getirememe, iyi bir eş olamamakla suçlanmaktadır hem kendi kızı, kayınvalidesi, eski eşi, hem jüri üyeleri ve sunucu, hem de telefona bağlanan diğer kadınlar tarafından. Jüri üyelerinden biri anneyi “yeni bir koca bulmayı beceren ama iyi bir anne olmayı beceremeyen bir kadın” olmakla suçlamaktadır. Programda anne iyi bir anne olmadığına inandırılmakta ve sonunda suç kabul ettirilmektedir. Serap Ezgü İle Biz Bize programında hem 24 yaşındaki kızını görmesine kayınvalidesi tarafından engel olunan, hem de 17 yaşındaki kızının imam nikahına razı olarak evden kaçması sorununu bir arada yaşayan bir anne –Nevin Hanımstüdyo konuğudur. Kocası hasta olduğu için evin ve çocuklarının tüm sorumluluklarıyla tek başına ilgilenmekte bununla birlikte kızlarından kaynaklı sorunlar yaşamaktadır. Sunucu evden kaçan genç kızı ayıplamaktadır. Bir izleyici ise kendi kızından verdiği örnek üzerinden evden kaçan genç kıza “beyinsiz” yakıştırmasını yapmaktadır. Stüdyodaki diğer izleyiciler ise anne ve babayı suçlamaktadır. Baba evde etkili ve faal olmamasına vurgu yapılarak pasif olmakla itham edilmektedir. Hatta “niye yaşıyor ki böyle bir baba?” gibi bir soru ile de karşı karşıya bırakılmaktadır. Özel yaşamlarına dair detayları, eksik ve zayıf yönleri ortaya konan konuklara karşı “bilgiyi ele geçirenin” iktidarı konumundan seslenilmektedir. Aynı programda bir diğer örnekte 11 yıldır, eski eşi ile birlikte yaşayan oğlunu hiç aramayan bir anne, stüdyodaki eski eş Ecabettin Bey tarafından oğlunu aramaya, onunla ilgilenmeye davet edilmektedir. Konu, 9-10 Mayıs 2007 tarihlerinde olmak üzere, iki gün işlenmiştir. Ecabettin Bey’in verdiği bilgilere göre eski eş yeni bir evlilik yapmıştır. Burada konunun ele alınışında temel sorunlardan biri karşılaşılan durumun arka planı, evli çift arasında geçmişte yaşanan problemler hakkında net bilgi sahibi olunmaksızın, sadece Ecabettin Bey’in beyanlarına dayanarak annenin yargılanması, “her neredeyse ortaya çıkmaya” çağrılmasıdır. Programın uzman psikiyatristi de hiç tanımadığı bir anne hakkında fizyolojik nedenlerle –beyindeki annelik merkezinde hasar- annelik yetisini yitirmiş birisi olduğunu ima eden bir tanı koymaktadır. En çarpıcı noktalardan biri ise çocuğuna sahip çıkmaya çağrılan annenin kardeşlerinin, yani çocuğun teyzesi ve dayısının da etiketlenmekten paylarını almalarıdır. Ecabettin Bey oğlunun dayısını aradığını ve dayısının “ben seni tanımıyorum” cevabını verdiğini, teyzenin ise kendisine “sen psikopat adamsın. Çocuğu bana evlatlık ver” dediğini öne sürmüştür. Bu beyana dayanarak programın uzman psikiyatristi “Demek ki bu sağlıksızlık ailede var. Genetik. Teyzede de var. Hepsinde” diyerek bir ailenin üyelerini, gıyaplarında, genetik olarak hasta ilan etmiştir. Annesi tarafından hiç aranmamış 11 yaşındaki çocuk da telefonla programa bağlanarak olayların içine çekilmiştir. Üstelik annesi için yazdığı özel mektuplar da defalarca VTR’lerle gösterilmekte, hatta sunucu yazılanlardan birini “dokunaklı” bir müzik eşliğinde okumakta, stüdyodaki izleyicilerin ağlarken çekilen yakın plan görüntüleri de yaratılan duygusal tabloyu tamamlamaktadır. Benzer bir olayda bir anne, üç çocuğunu ve eşini bırakıp giden kızını aramaktadır. Annenin ağlamaları ve ağıtları yakın planda uzun uzun gösterilmektedir. Anne kızının ortada hiçbir neden yokken “yuvasını” terk edip gittiğini, tertemiz bir damadı olduğunu, evliliğinde sorun olmadığını söylemektedir. Sunucu ise annenin ve damadının söylediklerine dayanarak evini terk eden genç kadın hakkında yorumlarda bulunmaktadır: Sunucu: Normal bir insan bunu yapamaz. Hani? Evde dayak var mı? Yok. Çapkınlık var mı? Yok. Kumar yok. Para sıkıntısı yok. Aşağıdaki örnekte sunucu, alt-orta sınıf, geleneksel/muhafazakar toplumsal çevrelerde “boşanma”nın görece yaygın olmadığı ve olağan kabul edilmediğini göz önünde bulundurmadan, “baba evi”nin, çevrenin, eşin ve eşin ailesinin, evliliği sürdürme yönündeki olası baskılarını hesaba katmadan yorum yapmaktadır. Bunun da ötesinde sunucu “bu adam iyi bir adam” diyerek, taraf tuttuğu kişiye, sanki onu yıllardır tanırmış gibi ve söz konusu evliliğe, yaşananların detaylarına tanıkmış gibi davranmaktadır: Sunucu:...(evi terk eden kadının telefonla yayına bağlanan kocasını kast ederek) Bu adam iyi bir adam hanımlar!...Bazı kadınlar da huzur azmanı oluyorlar hakikaten. 3 tane nur topu gibi çocuğun var. Kocan o kadar durumu düzeltmiş, evini almışsın. Daha ne ister insan. Bir sorun varsa oturur konuşursun. Olmasa da boşanırsın... var mı böyle şey! c. Tehdit Aile içi şiddet tanımlarında duygusal, sözlü ve psikolojik şiddet kategorisinde ele alınan tehdit, incelenen programlarda çok sık karşılaşılmamakla birlikte örnek verilebilecek somutlukta yaşanmıştır. İtirazım Var’da canlı yayına telefonla bağlanan kadın kocası tarafından şu sözlerle tehdit edilir: Stüdyo konuğu (eşine yönelik): Sema sana dikkatli konuş diyorum. Akşam eve geleceğim. Eğer kızımı kabul etmezsen ben ne yapacağımı yarın stüdyoda göstereceğim... Sema dikkatli konuş...eğer aynı tavrı takınırsan akşam seni evde görmek istemiyorum diyorum. 2. Mağduriyete Övgü ve Fiziksel Şiddet: İzlenen beş günlük bölümlerde yoğun bir sözlü şiddet ortamına tanık olunmuşsa da fiziksel şiddete de stüdyodaki konukların aktardıkları deneyimler üzerinden bir değinme olmuştur. İtirazım Var’da Filiz Hanım stüdyoda yanında duran eski eşi tarafında dayak yediğini söylediğinde hem karşı taraf reddetmiş hem de sunucu ve jüri tarafından gerekli tepki gösterilmemiştir. Hatta sunucu “başka yerlere gidiyor program” diyerek iki tarafın karşılıklı atışmasını da bastırmak amacıyla konuyu kapatmıştır. Bir jüri üyesi de aynı programda iki kez, stüdyodaki anne ve babanın “iyi bir sopayı hak ettiğinin” üstüne basarak dayağı onaylayan bir söylem içine girmiştir. Telefonla bağlanan bir kadın izleyici 31 yaşında ayrıldığı “beyinden” evliliği süresince dayak yediğini, kocasının alkolik olduğunu söylemiştir. Ancak stüdyodaki sunucu ve jüri üyeleri dayak yeme bilgisi üzerinde hiç durmamış, bilakis kadının 6 çocuğuna tek başına bakarken yaşadığı çilekeş hayata övgülerde bulunmaktan öte bir tepkileri olmamıştır. Elbette tek başına ayakları üzerinde duran bir kadının hikayesi önemli bir kadınlık başarısıdır. Ancak burada söz konusu olan izleyici kadının “Ben de alırdım bir koca yaşardım hayatımı, verirdim çocuklarımı. Şimdi hastalıklarla uğraşıyorum... Çocuklarım yesin diye aç kalıyordum. Açlıktan bayıldığım zamanlar oldu” sözündeki dramatizasyona ve mağduriyete sığınarak kendine taraftar bulma durumudur. Burada güçlü ve başı dik bir kadınla değil acılar çekmiş, kendini çocuklarına adamış ve trajik bir hayat yaşamış “mağdur”la özdeşleşim vardır. Hatta kadının konuşması sırasında jüri üyelerinden biri ağlamış ve telefondaki anneye şöyle demiştir: “Sevgili ablacığım senin vücudundan akan ter Kabe suyudur. Senin ellerinden öpüyorum. Annelik budur işte. Sen kocaya gittin” (stüdyodaki anneyi kast etmektedir). Stüdyodaki anne Filiz Hanım herkesin olanaklarının farklı olduğunu, kendisinin farklı deneyimler yaşadığını anlatırken sunucu, Filiz Hanım’a, telefonla bağlanan anne gibi olamadığını öne sürerek şu sözleri sarf etmiştir: “ ‘Örnek bir anneymişsiniz. Sizin yaptığınızı ben yapamamışım’ diyeceğinize saçmalıyorsunuz!”. Jüri üyelerinden biri ise kendi yakınının, boşandıktan sonra çocuğu 18 yıl gösterilmediği için her gün ağladığını Filiz Hanım’ın ise çok rahat bir anne olduğunu söyleyerek, yeterince ağlamayan, acıları ile yaşamayan annenin çocuğu için yeterince mücadele etmeyen, sorumsuz bir anne olabileceği bağlantısını kurmuştur. Sürekli eleştirilen, “yeni kocasıyla gününü gün etmekle” suçlanan stüdyodaki anne ise ayrıldığı kocasından dayak yediğini söyledikten ve daha “ezik”, “çaresiz” bir tablo çizdikten sonra jüri tarafından “kadıncağız” , “terk edilmiş, aldatılmış, çaresiz kadın” olarak adlandırılmaya ve daha çok destek görmeye başlamıştır. Serap Ezgü İle Biz Bize’de cep telefonuna gelen mesaj yüzünden annesi ve ağabeyi tarafından sözel şiddete uğrayan, babasından tokat yiyen 17 yaşındaki genç kız evden kaçmıştır ve 4 gündür haber alınamıyordur. Burada baba hem yapılana aslında “dayak” denemeyeceğini de söyleyerek yaptığı şeyi savunmakta hem de “elim kopsaydı da vurmasaydım” diyerek pişmanlık duyduğunu ifade etmektedir. Dayak konusunda sunucu, uzman ve ebeveynler çelişkili yorumlar yapmaktadır. Sunucu bir yandan dayağı ayıplarken diğer yandan “Tabi ki dayağa, şiddete karşıyız ama 2 tokat atıldı diye kızın evini terk etmesi de doğru bir şey değil...Kızlar da biraz akıllarını başlarına alsınlar. Mutlu yuvalarını bırakmasınlar...” sözleriyle “meşru dayağın” tanımını yapmış olmaktadır. Sunucu hem kızlarının gururlarının kırıldığını söyleyerek dayağı eleştirmekte hem de fiziksel şiddet eylemini “kabul edilebilir/kabul edilemez” olarak ikiye ayırmış ve derecelendirme yapmış olmaktadır. Üstelik “evden kaçma” davranışında bulunan bir kişi, onu bu harekete sevk eden nedenler detaylı anlaşılmadan, genellemeci bir perspektifle eleştirildiğinde meselenin toplumsal özü kaçırılmakta ve şiddet de öznelleştirilmektedir. “Güvenlik”, “dışarıdan gelen tehdit” gibi gerekçelerle şiddetin meşrulaştırılması aile içi şiddetle de sınırlı olamayan bir sorundur. Karısını döven eş, kız kardeşini döven ağabey, sivil demokratik toplumun yurttaşlık hakkına dayanarak gösteri yapan eylemcileri döven polis gibi örneklerde de “ama” aile başlayan ve şiddeti haklılaştıran söylemlerle karşılaşılmaktadır. “Meşru şiddet”in sınırı belirsiz ve bulanıktır. Ayrıca Serap Ezgü’nün dayak atan babaya “kızınız ağladı mı?” diye sorması da konunun eksenini kaydırmakta, dramatizasyon unsurunu ön plana çıkarmaktadır. Bir başka örnekte ise çocuklarını görmesine izin verilmeyen bir anne -Emel Hanım-, kimi zaman eski eşi, kimi zamansa eski eşinin ailesi ile yaşayan çocuklarını görebilme talebiyle programa çıkmıştır. Eski eş cinayet nedeniyle hapis yatıp çıkmıştır, şiddet eğilimleri vardır ve işsizdir. Genç kadının verdiği bilgilere göre eski eşin ailesi ve kardeşleri de alkol sorunları olan, şiddet eğilimli kişilerdir. Burada kadın programları vesilesiyle daha önce de yaşanan ölüm olayları bir kez daha akla gelmektedir. Programa çıkan kişilerin güvenliği tehlikeye girebilmekte, aile içerisinde yaşanan ve aslında toplumun çeşitli kurumlarınca çözüm yolları aranması gereken riskli konular, koşullar olgunlaşmadan kamusallaşmakta ve kamusallaşırken sadece stüdyoda bulunan konuklar değil konu ile ilgili herkes yargılanmaktadır. Bu da sorunları daha da içinden çıkılmaz bir yere taşıyabilmektedir. Yukarıdaki örnekte beyanlara göre suç işleme eğilimli olduğu anlaşılan eski eş ve aileden televizyon aracılığıyla hesap sorulması özellikle stüdyodaki konuğun güvenliği için bir tehdit oluşturabilmektedir. Telefona bağlanan eski kayınpederin tavrı aşağıdaki konuşmalarda geçtiği gibiyken durumun vahameti daha da anlaşılır olmaktadır: Sunucu: Oğlunuzun cinayet sebebiyle hapse girdiği doğru mu? Eski kayınpeder: Tabi. Girdi. Sunucu: Bu az bir şey mi yani? Eski kayınpeder: Olabilir. İnsanlık hali. Ademler ve Havvalar’da ise programın uzmanı fiziksel şiddetin tehlikeli ve yanlış olduğunu “Şiddet gösterme dışında da öfkemizi gösterebiliriz” sözleriyle dile getirir. Ancak şiddeti eleştirirken başka bir şiddet türünü onaylayan bir örnek anlatır: Konuk kadın: Başkasına zarar vermeden nasıl dışa atılır ki öfke? Uzman: Mario Puzo’nun Baba filminde bir sahne vardır. Bir şey istiyor, yapmıyorlar. Baba “peki” diyor. Gidiyor. Dediğini yapmayan kişinin en sevdiği atının başını kesip yatağının içine koyuyor. Hiç kimseye zarar vermiyor...Yöntemler çok önemli (Sunucu bu arada “at ne oluyor” deyip gülmektedir). 3. Mizahlaştırma: İtirazım Var programın kurmaca yapısı, en ciddi konular konuşulurken ve tansiyonun en yüksek olduğu anlarda katılımcıların esprili tonlarda konuşmaları, arka planda stüdyodaki izleyicilerin sürekli gülerken görülmeleri, konukların rollerini oynarken bazı hatalar yapmaları örneklerinin sıkça yaşanmasına neden olmuştur. Bu da izleyiciler açısından ciddi toplumsal sorunlar karşısında kayıtsızlaşma ve kadın programları açısından ise genel bir inandırıcılık yitirme riski anlamına gelmektedir. Programda hakim olan suçlamacı ve kişisel saldırılara izin veren tavır, mizah unsurları ile bezenerek yoğun biçimde sergilenmektedir. Ademler ve Havvalar’da “öfke” konusunun ele alındığı 18 Mayıs 2007 tarihli programda sunucu öfkenin bir tür psikolojik şiddet olduğunu ve bunun fiziksel şiddetle de sonuçlanabileceğini söyleyerek şiddet eleştirisi getirmektedir. Aynı konu hakkında söz alan genç erkek izleyicilerden biri oldukça cinsiyetçi ve şiddeti onaylayan bir üslupla konuşmaktadır: İzleyici erkek : Erkeği öfkelendiren tek şey kadın çenesi “dır dır dır”. Ayşenur Yazıcı: Peki ne yapmalı? İzleyici erkek: Ne yapacaksın. En kötü ihtimalle döveceksin (stüdyodan tepkiler gelir). Yok tabi biz öyle yapmayız...Ne yaparsan durmuyor onların çenesi... Ayşenur Yazıcı: Niye ama bir şeyler yapabilenler nasıl yapıyor. Tamam dediğinde zaten kapatıyor o çeneyi (İzleyicinin tarzına karşı kızgın ama yine de gülen yüzlü bir ifade ile söyler) İzleyici erkek: Yok o dayak yiyenler kapatıyor çeneyi (salonda gülüşme sesleri. Sunucunun tepkisi ise: “Ay aşkolsun”) İzleyici gülerek ve biraz da dalga geçerek konuşmakta ama verdiği mesajın da arkasında durmaktadır. Kadına dayağı öven bu sözlere yeterli ve ciddi bir tepki ya da karşı yorum gelmemiştir. Değerlendirme: Yapılan metin çözümlemesinde, her üç programda da hem ele alınan konular hem de konuları müzakere ediş biçimi bakımından şiddetin önemli bir yer işgal ettiği ortaya çıkmaktadır. Ancak programlarda şiddetin yer alış biçimleri ve yoğunluğu farklılıklar göstermektedir. Şiddetin en yoğun biçimleri İtirazım Var programında açığa çıkmaktadır. Sunucular, programın jüri üyeleri, konuklar ve telefonla bağlananların birbirlerine yönelttiği kişisel saldırı ve hakarete bir de mizahlaştırma unsuru eklenince programın başlı başına şiddeti üreten ve olağanlaştıran bir mecraya dönüştüğü görülmektedir. Programında tüm katılımcılar –sunucu, jüri üyeleri, konuklarbirbirleri ile yüksek sesle, sert tonda tartışmakta, gerilimin yükseldiği anlara kişisel saldırılar eşlik etmektedir. Konuşmanın yanı sıra dinlemede de problemler olduğu görülmektedir. Taraflar sürekli birbirlerinin sözünü kesmektedirler. Gerçekte yaşanabilecek olaylardan yola çıkılarak senaryolaştırma ve canlandırma yöntemi kullanılması ve konukların “gerçek kişiler” olmaması tüm katılımcıların daha acımasız ve saldırgan bir tutum takınmaktan çekinmemelerine neden olmaktadır. Bu durumda kadın programlarına “gerçek” hikayeleriyle katılan “gerçek” kişilerin, aileleri ve yakın çevrelerinden gelecek tehditler nedeniyle hayatlarının tehlikeye atılması karşısında canlandırmaya başvurulması, oyuncuların kullanılması gibi bir seçeneğin de ne kadar sağlıklı olabildiği tartışmalı hale gelmektedir. Serap Ezgü İle Biz Bize programı “İtirazım Var”daki kadar çok kişisel saldırı ve hakaret içeren bir şiddet söylemine yer vermemekle birlikte burada da yargılama, suçlama ve sorgulamanın yoğun yaşandığı gözlenmektedir. Gerek stüdyodaki gerekse ekran başındaki izleyiciler açısından, trajedilere tanıklık sırasında konukların ve stüdyodaki izleyicilerin ağlarken ve ağıtlar yakarken görüntülenmesi ve ağlama sahnelerinin hiç kesintiye uğramaksızın izleyiciye sunulmasından kaynaklı yoğun bir duygusal şiddete maruz kalma söz konusudur. Ayrıca stüdyodaki izleyicilerin ve telefonla bağlananların, ele alınan konu hakkında yorumları esnasında, özellikle stüdyodaki konuğu ya da konu olan kişiyi hedef alan, kişisel saldırı ve hakaret düzeyinde konuşmalar olduğu da gözlenmiştir. Serap Ezgü İle Bize Bize programında “Suçlama-Sorgulama-Yargılama” hem stüdyodaki konuklara hem de programa konu olan kişilere yönelik olarak hiç de azımsanmayacak derecededir. Konukların ve izleyicilerin ağlama nöbetleri de duygusal şiddet kategorisinde düşünüldüğünde hem katılımcıların hem de izleyicilerin, şiddetin çeşitli görünümleri ile karşı karşıya oldukları söylenebilir. Programa ağırlıklı olarak evden kaçan, yıllarca göremedikleri çocuklarından, yakınlarından haber alabilmek için katılan konuklar özellikle stüdyodaki izleyiciler tarafından “kötü ebeveyn olmakla”, “kötü evlatlar yetiştirmekle” ve benzeri eksikliklerle itham edilmekte, yargılanmakta ve suçlamalarla karşı karşıya kalmaktadır. Bu da zaten duygusal travmalar içinde programa çıkan konuklar ve benzer sorunları yaşayan ekran başındaki izleyiciler için psikolojik şiddete maruz bırakılma anlamına gelmektedir. Sunucu da benzer yargılamalara, yaptığı yorumlarla eşlik etmekte, daha yapıcı eleştiriler konusunda izleyicilere örnek olmamakta, olumlu bir yaklaşım için yönlendirici olamamaktadır. Programın uzmanları da hem programa başından itibaren değil, en erken program başladıktan yarım saat sonra iştirak etmekte hem de yargılama ve etiketleme konusunda sunucu ve izleyicilerden geri kalmamaktadır. Ademler ve Havvalar diğer iki programa göre şiddet söyleminin üretimine en alt düzeyde yer verme yönüyle daha olumlu bir atmosferde geçmektedir. Diğer iki programda sıkça görülen “başkasının sözünü kesme”, “susturma”, “kişiliğe yönelik hakarete varan değerlendirmeler” ve yargılamalara ilişkin bulgulara rastlanmamıştır. Burada en çok rastlanan, katılımcıların ele aldıkları konuya kimi zaman muhafazakar ve cinsiyetçi bir yerden yaklaşmaları, kimi zaman ise geleneksel ataerkil normlara karşı çıkan bir söylemin içinden konuşmaları sonucu ortaya çıkan çelişkili tablodur. Tüm programlarda şiddet söyleminin yanı sıra cinsiyetçi bakış açılarının da tüm katılımcılarda hakim olduğu söylenebilir. Aile içi şiddetin ciddi bir sorun olarak kabul edilip tüm toplumda bir farkındalık yaratılmasının önündeki en büyük engel geleneksel toplumsal normlar ve gündelik hayatta kurulan tüm ilişkilere, üretilen söylemlere ve tutumlara işlemiş olan cinsiyetçi bakış açısıdır. Bu perspektifin kadın programlarında ya da genel olarak televizyonda aniden ve radikal biçimde kırılması olanaksızdır. Sorun, geçerliliği olan cinsiyetçi ve gelenekçi perspektiflerin, sadece medyanın geneli için değil, toplumun tüm kurumlarında canlı tutulmasıdır. Bununla birlikte medya, özellikle kadınları hedef alan baskıcı, yargılayıcı muhafazakar söylemin ne kadar yaygın olduğunu anlayabilmek bakımından zengin örnekler sunmaktadır. Burada incelenen ve 2005-2007 yılları arasında uzun bir dönem, neredeyse tüm ulusal televizyon kanallarında öğleden sonra kuşağını kaplayan izleyici katılımlı programların içerdiği karşılıklı suçlama ve hakarete dönüşen tartışma ortamı 2010 yılı itibariyle sabah kuşağında sürmektedir. Örneğin 11 Şubat 2010 tarihli Müge Anlı İle Tatlı Sert (ATV, 09:00) programında, 24 gündür kayıp olan bir genç kızın annesi stüdyoda konuktur. Anne sürekli ağlamaktadır. Genç kız canlı yayına telefonla bağlanarak annesine ve eşinin ailesine suçlamalarda bulunur. Eşinin dayak yediğini söyler. Anne, kendisinin suçu olmadığını ifade ederek kızını görmek istediğini söyler. Sunucu ise genç kıza “sen ne biçim bir evlatsın ki anneni böyle ağlatıyorsun…Allah kimseye böyle evlat vermesin…Sen bir buçuk aylık kocanın peşine takılıp, anneni niye ağlatıyorsun” gibi sözler sarf ederek sert bir tonda eleştiride bulunmaktadır. Ayrıca “nasıl sopalıksınız” diyerek de fiziksel şiddetin normalleştirildiği bir söylem içinden konuşmaktadır. Dolayısıyla şiddet söylemi, ağırlıklı olarak sabah kuşağında, çalışmada incelenen örneklere benzer biçimde, üretilmeye devam etmektedir. Genel Değerlendirme ve Sonuç Ortaya çıkan genel tablo göstermektedir ki psikolojik süreçlerin (schadenfreud, scopophilia.) yanı sıra, ekonomik (üretim ilişkileri, üretim biçimleri vb.), toplumsal (işsizlik, geleneksel toplumsal cinsiyet normları, her türlü ayrımcılık vd.) ve siyasal (şiddete ilişkin geliştirilen siyasalar, hukuki düzenlemeler vb.) kökenlere inmek, şiddetin eleştirel analizi açısından önem taşımaktadır. Medya sektörünün kârı merkeze alan talepleri, izlenirlik oranları üzerinden oluşturulan “programın başarısını ölçme kriterleri”, medya çalışanlarının iş güvencesinden yoksun olmalarından kaynaklı endüstriye uyumlanma eğilimleri, cinsiyetçi yapılanmaların sektördeki tüm çalışma ortamlarına sirayet etmiş olması, çalışanların geleneksel patriarkal normları onaylayan bakış açıları ve hedef kitleye uyma zorunluluğu gibi etkenlerin ortaya çıkan ürünün niteliğini belirlediği de, göz önünde bulundurulması gereken bir diğer noktadır. Aile içi şiddet gibi yaygın olarak yaşanan ve dile getirilmesi, fark edilmesi için başta kadın örgütleri olmak üzere uzun yıllar süren bir mücadele vermeyi gerektiren konularda kadın programları “söyleme kışkırtan31” ve görünür hale getiren bir anlatı ile katkıda bulunmuştur denebilir. Ancak kadın programlarının şiddet konusunda katkısı sadece bununla kalmamakta, kendileri bilfiil şiddet söyleminin üretildiği, şiddetin kimi durumlarda önemsizleştirildiği ve sansasyonelleştirildiği arenalara dönüşerek şiddeti yeniden üretmektedirler. Metin analizinden elde edilen verilerin genel bir değerlendirilmesi yapıldığında, gündüz kuşağı programlarında izleyicilere öğütler ve bilgilendirici mesajlar verildiği, özellikle anne-baba rollerine yönelik öğütlerin ağırlık kazandığı 31 Michel Foucault’dan yola çıkarak kullanılan bu kavram, görünür hale gelenin aynı zamanda iktidarın denetimine daha açık hale gelen olduğunu imler. Kadın programları, bu anlamda, “görünür-duyulur” hale gelen aile içi sorunların alanını, geleneksel ve cinsiyetçi değerlendirmelerin hakim kılınması ile denetim altında tutma olanağı olarak da değerlendirilebilir. görülmektedir. Ancak özellikle, verilen öğütlerde ve katılımcıların yorumlamalarında cinsiyetçi söylemlerin, kimi karşıt değerlendirmelere rağmen ağırlık kazandığı görülmektedir. Programlarda farklı yoğunluklarda olmakla birlikte sözel şiddete kişisel saldırı, suçlama, yargılama gibi biçimlerle, katılımcılar arasında oldukça sık başvurulmaktadır. Kimi konuşmalarda gerek konukların kendi aktardıkları “dayak yeme, dayak atma deneyimleri”, gerekse stüdyodaki izleyicilerin, sunucu ve jürilerin ifadeleri nedeniyle fiziksel şiddet normalleştirilmekte, hatta bazı programlarda mizah unsuru haline getirilmektedir. Konukların, stüdyodaki izleyicilerin ve telefonla bağlananların ağlamalarına salık veren ortam ve ağlayanların yakın plan çekimlerle vurgulanması, ortaya çıkan şiddet tablosunu, yarattığı trajik atmosferle tamamlamaktadır. Tüm bu veriler ve değerlendirmeler ışığında gündüz kuşağı televizyonunda aile içi şiddete ilişkin saptamalar ve öneriler şöyle özetlenebilir: Kadın programlarının şiddetle ilişkisi 2 eksenlidir: 1. Kişisel saldırı, hakaret, suçlama, sorgulama, yargılama, mağduriyete övgü ve cinsiyetçi yaklaşımlarla şiddetin yeniden üretimine katkıda bulunan bir anlatının kadın programlarında hakim olması. 2. Şiddeti yeniden üreten bir söylemin yanı sıra konukların aktardıkları deneyimler ve ele alınan konular üzerinden aile içi şiddetin konuşulur olması, görünür kılınması. Birinci eksenin daha ağır basması göstermektedir ki kadın programlarında şiddete ilişkin bazı ilkelerin belirlenmesi, belirlenen bu ilkelerin hayata geçirilmesi konusunda tüm medya profesyonellerinin duyarlılık içinde hareket etmesi elzemdir. Burada önerilebilecek ilkeler şunlardır: -Medya profesyonelleri ile akademisyenler ve STK’ların irtibat halinde olmasını sağlayacak, enformasyon akışını kolaylaştıracak bir iletişim platformunun hayata geçirilmesi. -Programları hazırlayan ve sunanların, işin mutfağında olanların, aile içi şiddet ve toplumsal cinsiyet konusunda çeşitli seminerler ve eğitim programları ile bilgilendirilmeleri. -Programlara katılan uzmanların kadın ve aile sorunları alanında uzmanlaşmış, aile içi şiddet konusunda duyarlılık sahibi kişiler olmalarına özen gösterilmesi. - İzleyicilerin aile içi şiddet ve hukuki hakları hakkında bilgi sahibi olmaları için gündüz kuşağının eğitici ve öğretici yönde kullanılması. -Programlara katılan konukların sorunlarının, yayın öncesi ve sonrası, uzmanlar eşliğinde detaylı olarak ele alınması, konuklara yol gösterici çözüm önerileri sunulması, bilinçlilik düzeylerinin yükseltilmesi. -Canlı yayın sırasında katılımcıların ağlama, hakaret etme, yargılayıcı sözler sarf etme gibi hem yayına katılanların, hem de ekran başındaki izleyicilerin ruh sağlığını olumsuz özendirilmemeleri. yönde etkileyecek tutum ve davranışlar sergilemeye - “Hassas konular” –aile içi meseleler- ele alınırken, konukların güvenliklerini tehdit edebilecek ya da stüdyoda bulunmayan kişilere cevap hakkı doğuracak, üçüncü kişilere hakaret, suçlama niteliğinde bir seslenişin olmaması konusunda duyarlılık gösterilmesi. -Katılımcıların nasıl bir sosyal ve kültürel arka planı olduğunu iyi tespit ederek, “töre”, “namus” gerekçesiyle yaşamını tehdit edecek bir konuma getirilmesinin önüne geçmek, bunun için gerekirse konuğu programa hiç çıkarmayıp, ilgili kurum ve kuruluşlara yönlendirmek. KAYNAKÇA Adaklı, G (2000) Reality Showlarda Kadına Yönelik Şiddet ve Kadın İmgesi, Televizyon Kadın ve Şiddet, Nur Betül Çelik (Der.), Ankara: KİV Yayınları, s. 111-136. Cooper, C A (1996) Violence on Television, New York: University Press of America. Çaylı Rahte, E (2009) Kamusallık, Mahremiyet, Medya: Kadın Tartışma Programları Üzerine Etnografik Bir İnceleme, Yayımlanmamış Doktora Tezi, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara. Çelik, N B (2000) Talk Show’larda Kadına Yönelik Şiddet ve Kadın İmgesi, Televizyon Kadın ve Şiddet, Nur Betül Çelik (Der.), Ankara: KİV Yayınları. Davis, R L (1999) Domestic Violence: Facts and Fallacies, London: Praeger. Foucault, M (2003) Cinselliğin Tarihi, İstanbul: Ayrıntı. Fowles, J (1999) The Case for Television Violence, London: Sage Publications. Köker, E (2007) Kadınların Medyadaki Hak İhlalleriyle Baş Etme Stratejileri, Kadın Odaklı Habercilik. Sevda Alankuş (Der.), İstanbul: IPS İletişim Vakfı Yayınları, s. 117-148. Köker, E (2000) Medya Çalışanlarının Cinsel Şiddeti Yorumlama Biçimleri, Televizyon Kadın ve Şiddet, Nur Betül Çelik (Der.), Ankara: Dünya Kitle İletişimi Araştırma Vakfı Yayınları, s. 317-352. Lochrie, K (1999) Covert Operations: The Medieval Philadelphia: University of Pennsylvania Press. Uses of Secrecy, Mater, N ve Çalışlar, İ (2007) “Medyadaki Durumu Tersine Çevirmek.” Kadın Odaklı Habercilik, Sevda Alankuş (Der.), İstanbul: IPS İletişim Vakfı Yayınları. Muehlenhard, C L ve Leigh, A K (1999) The Social Construction of Violence: The Case of Sexual and Domestic Violence, Personality and Social Psychology Review, 3(3), s. 234-245. Shattuc, J M (1997) The Talking Cure: TV Talk Shows and Women, New York: Routledge. Summers, R W ve Hoffman, A M (2002) Domestic Violence: A Global View, London: Greenwood Press. Wilcox, P (2006) Communities, Care and Domestic Violence, Critical Social Policy, 26(4), s. 722-747. YENİ TAYVAN SİNEMASI: HÜZÜN ŞEHRİ’NE (BEİ QİNG CHENG SHİ) GENEL BİR BAKIŞ Gökhan UĞUR* ÖZET Modernleşme kimileri için kolonyalist faaliyetlerin meşrulaştırma yöntemlerinden biridir. Yine de genel olarak baktığımızda her ulusun kendine has bir modernleşme tecrübesine sahip olduğu görülmektedir. Batılı kimi değerler benimsenirken, her ülke özgün niteliklerini modernleşme sürecine dâhil etmektedir. Yüzyıllar boyunca gerek Batılı gerekse Doğulu ülkelerin hakimiyeti altında bulunmuş Tayvan da kendine has bir modernleşme yolu çizmiştir. Bu özgün modernleşmenin en net yansıması Yeni Tayvan Sineması’nda görülmektedir. 1980’li yıllardan itibaren ortaya çıkan genç Tayvanlı yönetmenler bu ülkenin çalkantılı ve sıkıntılı siyasi tarihini mercek altına almış, modernleşmenin doğurduğu kimi sorunları modern bir anlatım diliyle işlemiştir. Bu yönetmenler içinde en tanınmış olanı ise adını Hüzün Şehri (Bei Qing Cheng Shi) filmiyle duyurmuş olan Hou Hsiao-Hsien’ dir. Bu filmde yönetmen Tayvan’ın siyasi tarihinde bir dönüm noktası olan 28 Şubat Vakıası’na değinmiştir. Hüzün Şehri filmi Tayvan’ın siyasi tarihinden bir kesiti bizlere filmin karakterlerine yüklediği anlamlar üzerinden verir. Film Tayvan tarihinin en kanlı dönemini şiddet içerikli görüntüleri yansıtmadan ancak daima bu görüntülerin kıyısında durarak özetler. Anahtar Kelimeler: Modernleşme, Tayvan, Yeni Tayvan Sineması, Hou Hsiao-Hsien. NEW TAIWAN CINEMA: AN OVERVIEW ON A CITY OF SADNESS (BEİ QİNG CHENG SHİ) ABSTRACT For some people modernism is a tool for legitimizing colonial activities. Nevertheless it is generally seemed that every single nation has its own unique modernisation experience. Every single country incorporates its own unique qualifications into the process of modernisation while accepting some Western values. Taiwan, which has been under hegemony of both Western and Asian countries, determined its unique modernisation too. The clearest reflection of this unique modernisation can be seen in New Taiwan Cinema. Young Taiwanese directors, who started showing up after 1980’s, focused on the country’s tempestuous and gloomy political history, and they discussed the subject of problems of modernisation through using modern narrative techniques. The most distinguished one among these directors is Hou Hsiao-Hsien, who gained his fame after directing A City of Sadness. In that film the director mentioned 28th February event, which is a turning point in Taiwan political history. A City of Sadness shows us an episode of Taiwan political history via ascribing meanings to its characters. The film summarizes the bloodiest period of Taiwan without reflecting violent scenes, but always staying on the brink of them. Keywords: Modernisation, Taiwan, New Taiwan Cinema, Hou Hsiao-Hsien. Giriş 1980’lerin başından itibaren Tayvanlı yönetmenler daha önceki ürünlerle karşılaştırıldığında nitelik açısından olgun ürünler vermeye başladılar. Pek çokları için bu durum Tayvan’daki ekonomik ve siyasal değişikliklerle açıklanabilen bir * Beykent Üniversitesi, Yard. Doç. Dr. durumdur. Ancak böylesine bir yaklaşım yine de bu dönemi tam olarak açıklamaya yetmemektedir ve bizce bu dönemi anlayabilmek için modernizm kavramının Tayvan’da aldığı şekli iyice kavramak gerekmektedir. Çünkü 1980’lerden bu yana Tayvanlı film yönetmenlerinin ürettiği filmler bizim bugün “modern” olarak nitelediğimiz kalıplar içerisinde yer alırken aynı zamanda Tayvan’a özgü unsurlar da taşımaktadır. Bu sebeplerden dolayı modern-geleneksel veya modern ürüngeleneksel ürün kavramlarının açıklık kazanması son dönem Tayvan Sineması’nı kapsamlı bir şekilde anlamamızı da sağlar. Yukarıda belirttiğimiz sebeplerden dolayı bu çalışmanın ilk bölümünde modernizm kavramı üzerinde durulup bu kavram yine aynı bölümde Tayvan bağlamında ele alınacaktır. Aslında Tayvan’ın da edilgen bir şekilde parçası olduğu sömürgecilik tarihi ile modernizm arasında bazıları tarafından bir bağlantı kurulmak istenmektedir. Daha çok sömürgecilik faaliyetlerini meşru bir zemine oturtabilmek için çabalayan bu kesimin iddialarının aksine modernizm dünyada farklı şekiller almaktadır. Bütün bunları ilk bölümde ele alacağız. Bu çalışmanın konusu temel olarak Tayvan Sineması olduğundan ikinci bölümde Tayvan Sineması hakkında genel bilgiler vermeye çalışacağız. Tayvan sinemanın doğuşundan 1980’lere kadar kendisine ait bir sinema dili geliştiremeyip daha çok başka ülkelerden beslenmiştir. Bunun için ikinci bölüm içerisinde ilk dönem Tayvan sineması hakkında kısaca bilgi verip daha sonra Yeni Tayvan Sineması’nın göze batan eserleri üzerinde duracağız. İkinci bölümde Tayvan Sinemasının özelliklerini genel olarak ele alırken, üçüncü bölümde ise daha dar anlamda bu sinemayı Hou Hsiao-Hsien’in Hüzün Şehri (Bei Qing Cheng Shi) bağlamında değerlendirmeye çalışacağız. Bu yönetmeni ve filmi seçmek bize kendine has bir doğaya sahip olan Tayvan modernizmini anlamamamızda kolaylık sağlayacaktır. I. Modernizm, Türleri ve Tayvan Julius Pratt’ın Amerika’nın kolonyal deneyimini anlattığı çalışmasında “Emperyalizm” kelimesinin bazı insanlar tarafından kötü çağrışımlarla algılanmak istendiğini çünkü bu kavramın “çürümüş kapitalizmin” sonucunda ortaya çıktığını belirtir (Pratt, 1951:2). Pratt’a göre ilkel ve aptal (retarted) toplumların insanları, örneği Filipinlerde görüldüğü gibi, ilk başta gelişmiş ülkelerin varlığını kabul etmeseler de zaman içerisinde batılı ülkelere boyun eğişin onlara neler kazandırdığını fark edip bu ülkeler tarafından yönetilmeye razı olmuşlardır. Böylesine bir yöneten-yönetilen ilişkisi onlara bir yönetim ve korunma imkânı sağlarken, modern dünyada da kendi ayakları üzerinde kalmayı öğretmiştir (Pratt, 1951:2). Pratt aslında tüm kolonyal ülkelerin kendi eylemlerini meşru kılmak için öne sürdüğü bu görüşlerin temeli olarak Darwin’in 1859 da yazdığı Türlerin Kökeni’ni (The Origins of Species) gösterir. Darwin’in biyolojinin sınırları içerisinde dile getirdiği “en güçlü olanın yaşaması” ve “hayatı devam ettirmek için mücadele” gibi kavramları sosyolojinin sınırları içinde kullanır. Eğer var olmak için bireyler arasındaki bu amansız mücadele hayatta kalmakla ve en iyi olanın egemenliği ile sonuçlanıyorsa, o halde ırklar ve uluslararasındaki mücadele de aynı sonuçları doğuracaktır. Bu yüzden acımasız uluslararası mücadele “gelişim” adına onaylanmış olur (Pratt, 1951, syf:23). Darwin’in kitabını 1859 yılında yazdığı ve hemen ardından da “Sosyal Darwinizm” akımının ortaya çıktığı göz önüne alınırsa aslında tarih yorumlamasının zamansal evrim olarak algılanışının oldukça yeni olduğunu ve bunun dünya tarihinin egemen olan Batılı yorum anlayışının yükselişe geçtiği dönemle çakıştığını söyleyebiliriz. (Mingalo, 1998:35). Mingalo’ya göre Dawin’in teorisinden önce insanlar arasındaki farklılıkların insanın bulunduğu her yerde var olduğu kabul edilmekteydi ve bilinen coğrafi sınırların ötesi ise barbar bölgesiydi (Mingalo, 1998:35). Buna ek olarak Mingalo, Batı’da mekânsal sınırlar tarihsel evrim süreci içinde algılanmaya başlandığında kültürel farklılıkların da en tepede Batının yer aldığı kültürel hiyerarşi olarak algılanmaya başlandığını ileri sürmektedir. Böyle bir dönüşümle birlikte artık asıl soru “ilkel” ve “Doğu” içerisinde olanın insan olup olmadığı değil, bu insanların şimdiki zamandan ve medeniyetten ne kadar uzakta olup olmadıklarıdır. Böylece 19. yüzyıldaki Sosyal Darwinizm teorisiyle birlikte ötekinin algılanışı değişmiş ve “Batılı Olmayanlar” değişmesi mümkün olmayan bir zamanda geri kalmışlık durumuna indirgenmiştir (Shu-mei Shih, 2004:18). Bütün bunlardan dolayı Batı kendisinden olmayan topluluklara kendi seviyesine çıkmak için uğraşması gereken insanlar gözüyle bakarken, modernizmi ve onun sahip olduğu nitelikleri de bu toplulukların önüne birer hedef olarak koyar. Onların gözünde batılı olmayan topluluklar zamansal olarak kültürel evrimi tamamlayamamış topluluklardır ve gerekirse bu topluluklara yol göstermek amacıyla müdahale edilebilir. Bütün bunlara rağmen dünyayı yukarıda anlatılan biçimde algılamak bu dünyaya fazlasıyla batı merkezci bir anlam yüklemek manasına gelmektedir. King’e göre günümüz modernitesini anlayabilmek için modern olanı küresel manada göz önünde bulundurmak ve modernizmi sadece endüstrileşmek, şehirleşmek manasında anlayan Avrupa merkezci algılamalardan kaçınmak zorundayız. Böylelikle moderniteyi farklı özelliklere sahip ve her coğrafyaya göre değişebilen bir süreç olarak görmek mümkün olabilir ve dahası eğer modernizm geçmişle bağların koparılması ise böyle bir süreç ilk olarak batıdan önce doğuda sömürgecilik faaliyetleriyle gerçekleşmiştir; bunun için kavramı yukarıdaki gibi anlamak pek de doğru sayılmaz (King, 1995:114). Konuya modernist sanat açısından bakacak olursak Willians’a göre yabancılaşan bir şehirdeki yalıtılmış ve izole olmuş insan… vs. gibi konulara geleneksel kültür ürünlerinde de rastlanabildiği için bu konular her zaman modernist yazının temel öğeleri olarak görülmemelidir. Williams için sanattaki modernizmi gerçekten ortaya çıkaran şey onun formda yaptığı yeniliklerdir ve yeni formlara ilgi “insanların görsel ve dilsel yabancılığı sürekli olarak fark ettiği sosyal ve kültürel alandaki değişikliklerden kaynaklanır” (Williams, 1989:33-46). Yirminci yüzyıl boyunca insanların yaşadığı ve gelişmiş medya araçlarıyla fitili ateşlenen sosyal değişiklikler, iki dünya savaşından ve politik değişikliklerden dolayı katlanılmak zorunda olunan göçler kafa karışıklığını, belirsizliği ve daha önceden dilsel ve kültürel olarak alışılmış olanın yıkılmasına sebep oldu, ki bütün bu sonuçlar temsil krizini doğurdu. Bu atmosfer modernist form arayışlarının gerçekleştiği zemini oluşturmaktadır (Chiu, 2005:57). Chiu’ya göre eğer modernizm yukarıda özetlemeye çalıştığımız atmosferde ortaya çıkan bir “değişim girdabı içerisinde yaşamak”, “zaman ve mekan sıkışmasını tecrübe etmek”, katı olan her şeyin buharlaştığı bir şehirde yaşamak ise bu moderniteyi Tayvan bağlamında konuşabiliriz. Tayvan 1950’lerin sonu ve 1960’ların başında Batılıların anladığı modernite kavramından çok uzak bir ülkedir (Chiu, 2005:57). Ama yine de bu ülkeye daha yakından bakarsak sanıldığından çok daha fazla çeşitliliği ve farklılığı bir arada barındırdığı görülür. 1960’ların Tayvan’ı Vietnam Savaşı’ndan dönüp tatilini burada geçiren Amerikan askerlerinin, Mandarin diyalektini konuşan Çinli göçmenlerin, elli yıllık Japon hakimiyetinden dolayı Japonca konuşan yaşlı kuşağın bulunduğu (Chiang Kai-Shenk hükümetin baskıcı rejimine rağmen) çok canlı ve etkileyici bir ülkedir (Chiu, 2005:57). Böylelikle başkent Taipei aynı zamanda çok kültürlülüğün de yaşandığı bir şehirdi. Bu kadar canlı bir sosyal hayatın olduğu Tayvan’da 60’lar boyunca popüler kültür ürünlerinin tüketimi de gözle görülür farklılaşmalar göstermeye başladı. 1950’lerde görülmeye başlayan Tayvan filmleri, üretim ve gösterim açısından ele alındığında aynen Tayvan toplumu gibi canlı ve hareketliydi (Chiu, 2005:58). Hong Kong’ta üretilen veya Çince’nin değişik diyalektlerinden oluşan filmler Tayvan’da ilgiyle izlenmekteydi. Bütün bunlara ek olarak 1962’de Tayvan’da televizyonun yayın hayatına girmesi insanların hayatı algılamasını ve dünya ile olan ilişkilerini değiştirdi (Chiu, 2005:58). Gözle görülen bütün bu değişikliklerle birlikte Tayvan daha sonradan “Asya mucizesi” olarak adlandırılacak ekonomik büyümeyi de hızla gerçekleştirmekteydi. Sosyal hayatta meydana gelen tüm bu değişiklikler bireyi kendine ve içinde yaşadığı topluma yönelik yeni fikirleri ve farklı görüşleri çıkarma eğilimine itti. Modernizm en yalın ve genel ifadesiyle geçmişin gözden geçirilmesi ve bireyin/toplumun geleneksel dönemlerde kendini bağlı hissettiği kurumların sorgulanması ise Tayvan 1960’lardan itibaren önceleri yavaş ve derinden şimdilerde ise açıktan böyle bir hesaplaşma içerisine girmiştir. Tayvan’ın ünlü akademisyeni Liao Ping-hui karmaşık Tayvan tarihini anlamak için dört farklı modernitenin ayırdına varmamız gerektiğini belirtmektedir. Bu modernite çeşitleri: Tekil modernite, alternatif modernite, çoğulcu modernite ve baskıcı modernitedir. Tekil modernite modernizmin sadece belli bir türünü onun meşru tek türü olarak tanımlanırken, çoğulcu modernite farklı kültür akışlarının birleşmesinden ve baskıcı modernite ise muhalif seslerin bastırılması için otoriter yönetimler tarafından dayatılmasından doğar. Alternatif modernite ise egemen modernitenin belli bir ülke içinde yaşanan, o ülkeye özgün yeniden üretimini içerir (Liao, 1995:29-30). Tayvan için bunun anlamı ise Batı’da ya da Çin’de gerçekleşen modernizmden ayrılıp özgün bir modernizmin inşası demektir. Tayvan’da da çok yoğun olarak endüstrileşme, şehirleşme ve yüksek teknolojinin yaygın kullanımı söz konusuyken Liao’ya göre Batılı modernizm için temel olan bu öğeler Tayvan için temel değildir. Bunlara ek olarak, Çin İç Savaşı’nda Tayvan’ın istemeden de olsa bir şekilde bu savaşa taraf olması ve iki milyon Çinlinin adaya gelmesi, Soğuk Savaş boyunca Tayvan’ın Amerika ile olan ilişkileri ve elli yıllık Japon egemenliğinin doğurduğu bağ Tayvan modernizmini kendine has bir yola sokmuştur. Yukarıda belirttiğimiz gibi Tayvan’ın sahip olduğu farklı tarihi süreç ve dinamikler bu ülkenin modernizm hareketini Batı’dan ve Çin’den farklı bir yere taşımıştır. Bu farklı istikamete gidiş Tayvan halkında son zamanlarda yoğun olarak tartışılan köken sorununu da doğurdu. Uzun yıllar boyunca son derece katı bir şekilde uygulanan örfi idarenin 1987’de kalkmasıyla birlikte Tayvan geçmişle karşılaştırılamayacak bir şekilde özgür bir tartışma ortamına kavuşmuş oldu. Bu tartışma ve eleştiri ortamının sanat dünyasındaki en güçlü yansıması ise uzun yıllar Hong Kong’dan ve Çin’den beslenen, genellikle kung-fu ve melodrama dayanan Tayvan Sineması’nda yaşandı. 1980’lerin başından itibaren Tayvan’da görülen ve Batılı neo-klasik sinema ekolünün özelliklerini barındırsa da bunu kendine has kültür öğeleriyle donatarak özgün üslubuna kavuşan bu sinemaya Yeni Tayvan Sineması denilmektedir (Kellner, 1998:101) . Genel olarak Tayvan Sineması’nın ve özelde ise Tayvan’a özgü modernizmin sanat alanındaki yansımalarıyla ortaya çıkan Yeni Tayvan Sineması’nın ayrıntılarına ise bir sonraki bölümde yer vereceğiz. II. Tayvan Sineması Hsiung-Ping’e göre Tayvan film endüstrisinin kökleri KMT Ulusalcı hükümetiyle beraber çalışan belgesel ve belgesel haber film üreticilerine uzanır (Chiao, 1991:155). İlk başlarda Tayvan’da konulu film endüstrisinden bahsetmek pek de mümkün değildir. Film üretimi Zirai Eğitim Film Birliği (Agricultural Education Motion Picture Corporation), Çin Film Stüdyosu, Tayvan Film Stüdyosu olmak üzere üç ayrı devlet odaklı stüdyo tarafından kontrol edilmekteydi ve her üç stüdyo da konulu olmayan filmler üzerine yoğunlaşmaktaydı. Üretilen bu filmler sadece gizli propaganda ve eğitim amaçlıydı. Bu olguyu yıkmak için Tayvan stüdyoları 1955 yılında kendilerine sağlanmaya başlanan Amerikan mâli yardımını kullanmaya ve Hong Kong film endüstrisiyle birlikte çalışmaya başladı. Bu birlikteliğin sonunda ortaya çıkan ürünler ise geleneksel değerlerin taşıyıcısı olarak ayrı bir önem atfedilen kadının, toplumdaki konumunu vurgulayan Hong Kong aile melodramlarıyla aynı çizgi üzerinde yer alan filmler olmuştur (Chiao, 1991:155). 1963 yılına gelindiğinde ise Merkezi Film Birliği’nin (Central Motion Picture Corporation) Mandarin diyalektinde (anakara Çin’den gelen göçmenlerin kullandığı diyalekt) ürettiği filmleri görmekteyiz. Bu günlük hayatın melodramını yansıtan filmler geleceğe bakışları açısından iyimser olan ve eğlence ile basit siyasal öğeleri birleştiren filmlerdi. Sahip oldukları bu özelliklerden dolayı halkın oldukça ilgisini çekmiş, güneydoğu Asya’da çok büyük bir ihracat başarısı elde etmiş ve 1968 yılında senelik 230 konulu film üretme başarısı elde etmiştir. Denilebilir ki, 60’lar Tayvan’ın nitelik açısından olmasa da nicelik olarak hayli üretken olduğu bir dönemdir. Niteliksel olarak yetkin yapıtların verilmesi için bir yirmi sene beklemek gerekecektir. 1980’li yıllarda Tayvan’da gerçekleşen ekonomik patlama beraberinde entelektüel açıdan kültürel bilinçlenmeyi getirmiştir. Bu dönem içerisinde gelir seviyesinin artmasıyla beraber yurt dışında –özellikle Batı’da- eğitim görmüş otuzlu yaşlarındaki genç yönetmenlerin de ortaya çıktığı görülmektedir. Bu genç yönetmenlerin ilgilendiği asıl konular ise bir dönem önceki Tayvan sinemasıyla karşılaştırıldığında oldukça farklıdır. Bu yönetmenler izleyiciye günlük sorunlarını unutturmaya yönelik (escapist) film türlerinden ziyade kırsal alana yoğunlaşan, günlük yaşamın gerçekliğini vurgulamaya çalışan, dış dünyada gerçekleşen olayları anlamaya koyulmuş ve en genel çerçevede belli bir ulusal kimlik yaratma gayreti içerisinde olan filmler sunarlar. Yip’e göre daha sonradan Yeni Tayvan Sineması olarak adlandırılacak bu sinema akımı 70’lerde ortaya çıkan ve “köklere dönüş” olarak özetlenen kültürel milliyetçiliğin bir sonucudur (Yip, 2003:809). Adada 70’li yıllarda başlayan hızlı değişim ve buna ek olarak Chiang Kai-Shek’in 1975 yılında ölümü üzerine Amerika ve Japonya ile yaşanan siyasi krizlerin doğurduğu yalıtılmışlık duygusu Tayvan’da yerel ve eski olana tekrardan sarılma ve kökleri araştırma duygusunu doğurmuştur (Teksoy, 2005:492; Yip, 2003:809). Yeni Tayvan Sineması olarak adlandırılan yeni sinema hareketi bu köklere dönüş eğiliminin sinemadaki yansıması olmuştur. Bu dönemin başladığını ve üretken bir döneme girildiğini -en azından belli bir süre için- müjdeleyen ilk filmler ise 1982 yapımı Zamanımızda (Guang Yin De Gu Shi) ve 1983 yapımı Sandviç Adam’dır (Er Zi De La Wan Ou). Üç kısa filmden oluşan Sandviç Adam 60’lardaki ekonomik gelişim ve bunun nelere mal olduğunu bizlere göstermeye çalışır (Kellner, 1998:103). Bu film eleştirel gerçekçiliği modernist estetik teknikleriyle birleştirdiği için kendini farklı bir yere konumlandırır. Filmin Hou Hsiao-Hsien tarafından yönetilen ve başrolünü yine Hsiao-Hsien’nin oynadığı ilk bölümü 1962 yılında geçer ve köyden kente göçmüş fakir insanların hayatını yansıtır. İlk bölümü oluşturan bu filmde geçimini sağlamak için palyaço kıyafetiyle çalışmak zorunda olan ve sürekli bunun ezikliğini yaşayan bir babanın kendi ailesiyle ve toplumla olan ilişkisi yalın ve samimi bir dille anlatılır (Kellner, 1998:104). Bu film Hou Hsiao-Hsien’nin kendi sanatsal duruşunun bütün özelliklerini barındırmaktadır. Kullandığı sabit kamera ve çevreyi bize mümkün olduğunca iyi yansıtmak için başvurduğu genel çekimler Hsiao-Hsien’nin filmlerinin sahip olduğu tipik özelliklerdir (Kellner, 1998:104). Vikie’nin Şapkası (Vikie’s Hat) adlı Zeng Zhuan-Xiang tarafından yönetilen bir sonraki bölüm ise 1960’larda Japon ürünleri ve satış teknikleri Tayvan ekonomisini kontrol etmeye başladığında Tayvan’da yaşanan değişikliklerden bahsetmektedir. Zhuan-Xiang burada filmin iki kahramanının bir ürünü satabilmek için harcadığı enerjiyi göstererek Tayvan’da ekonomik büyümenin nasıl sağlandığını ama bunun ayrıca nelere mal olduğunu vurgular (Kellner, 1998:104). Filmin en tartışmalı bölümü ise üçüncü bölümdür. Wan Jen’in yönettiği Elmanın Tadı (A Taste of Apple) adlı bu bölüm Amerikan kültürünün özelliklerini Tayvan kültürüyle karşılaştırmalı olarak verir. Bu bölümde asıl tartışmaya sebep olan kısım ise filmin sonunda yer alır: Yaralanmış olan adamın ailesi Amerika’dan ithal edilmiş bir elmanın tadını çıkarmaktadır. Bu sahne daha sonradan artan yoğun eleştirilerden sonra filmden çıkarılmıştır (Kellner, 1998:103-104). Üçüncü bölümün yönetmeni Wan Jen’in 1986’da çektiği Süper Yurttaş (Chao Ji Shi Min) ve 1987’de çektiği Kıyıya Elveda (Xi Bie Hai An) ise başkent Taipei’nin yer altı dünyasını karamsar bir şekilde yansıtır. Aynen Scorsese’nin Taksi Şoförü (Taxi Driver) filminde bir taksi şoförünün hayatını anlatırken bizlere New York’un karanlık yüzünü göstermesinde olduğu gibi, Süper Yurttaş filminde Wan Jen uzun zamandır kız kardeşinden haber alamayan bir adamın onu arama sürecini yansıtırken aslında bizlere Taipei’nin farklı bir yüzünü göstermek istemektedir. Böylelikle izleyici sahte marka saatler satan sokak satıcılarını, hayat kadınlarını ve Taipei’nin kenar mahallelerini görmüş olur (Kellner, 1998:111). Kıyıya Elveda’da ise Wan Jen aşık olduğu bir fahişenin sözleşmesini çalıştığı genelevden almaya uğraşırken hem yeraltı örgütleriyle hem de polisle başı derde giren bir adamın öyküsünü çok yoğun bir ahlâkî tavır takınarak verir. Filmin sonunda adamın aşık olduğu kadın yakalandığı kanser hastalığından dolayı bir kumsalda can verirken, Jen suç dünyasının tehlikeli yüzünün ve adanın her tarafını sarmış olan bu tehlikeli yapılanmanın altını çizer (Kellner, 1998:112). Yönetmen Lu Kang-ping’in 1985 yapımı filmi Bir Kentin Efsanesi (Myth of a City) ise çalıştığı anaokulundaki son gününde hayatın sıradanlığından bunalan bir servis şoförünün başından geçenleri anlatır. Şoför bir anlık kararla okulun ahçısı, genç bir öğretmen ve servis görevlisiyle birlikte bir kumsala doğru otobüsü sürmeye başlar. Filmin kahramanı uzun zamandır aradığı asıl mutluluğu Tayvan’da marjinal konumuna indirgenmiş kişilerle (asıl yerli halk, bir grup motosikletli grup.. vs) birlikte olarak bulur (Kellner, 1998:112). Tayvan’daki yerli Tayvan halkının durumu ile Amerikan yerlileri arasında çok büyük bir benzerlik vardır. Her iki etnik grup da kendilerine ait olan toprakların egemenliğini dışarıdan gelen, sayıca ve maddi imkânlar açısından kendilerinden çok daha güçlü olan diğer uluslara kaptırmışlardır. Bu filmde kahramanın hayatının en mutlu anlarından birini yerli Tayvanlılar ile birlikte geçirmesi ise Yeni Tayvan Sinemasının temsil ettiği “köklere dönüş” tavrını nasıl ele aldığını bizlere gösterir. Lu Kang-Ping’in bir sonraki filmi İki Sanatçı’da (Two Artists) da yine yerli Tayvanlıların toplumdan nasıl dışlandıklarını, marjinal ve istenmeyen gruplar haline geldiklerini yansıtır (Kellner, 1998:112). Hou Hsiao-Hsien ile birlikte sahip oldu üslup açısından en özgün yönetmenlerden biri de Edward Yang’tır. Yang kırsal alana değil kentsel alana yoğunlaşmayı tercih etmiş ve yeni gelişmekte olan toplumsal yapının hayatın her alanına nasıl egemen olduğunu filmlerinde incelemiştir. Teksoy’a göre Yang O Gün Kumsalda (Haitan de Yitian) adlı filmde Çin anlatım kalıplarını kırmış ve yer yer Antonioni etkisi taşıyan başarılı bir çalışma yapmıştır (Teksoy, 2005:492). Film sık sık yapılan geriye dönüşlerle yıllar sonra karşılaşan iki arkadaşın öyküsünü anlatır. Kullandığı boy planları ve tabiatı öne çıkarması açısından yeni bir anlatım tarzı sergileyen Yang, Teksoy için tragedyaya yakın bir duruş sergilemektedir. Aynı yaklaşımını 1985 yapımı Taipei Öyküsü (Qingmei Zhuma) filminde de sürdüren Yang, bu filminde genç bir çiftin yaşamına eğilerek evlilik ve meslek sorunlarını işledi. Kellner’in “benim bu güne kadar incelediğim filmler içinde en özgün ve modernist olanı” dediği (Kellner, 1998:113) Teröristler (Kong Bu Fen Zi) adlı bir sonraki filmde ise Taipei’de yaşayan ve bir şekilde bir araya gelen üç kişinin hayatı, kent yaşamının insanı her şeye nasıl yabancılaştırdığı vurgulanarak, anlatılır. Yang kentleşme ve kuşak çatışması sorunlarını bundan sonraki filmlerinde de işledi. En son olarak bireyler arası yabancılaşma kavramlarını ele aldığı Bir İki (Yi Yi) (2000) filmi ise Cannes Film Festivali’nde en iyi yönetmen ödülünü kazanmıştır (Teksoy, 2005:493). 1980’lerden itibaren üretilen kayda değer diğer filmlere ise kısaca değinecek olursak en önemlileri arasında Chang Yi’nin Çin toplumunda kadının yerini eleştirel bir biçimde ele aldığı iki filmleri Jade Love (Yu Qing Sao-1984) ve Kueimei-Bir Kadın (Wo Zhe Yang Guo Le Yi Sheng-1985); Ang Lee’nin melezleşmiş ve postmodernleşmiş kimlikleri Çinli-Tayvanlı ve diyasporik kimlikler açısından incelediği filmleri Yaşama Sanatı (Tui Shou-1992), Düğün Ziyafeti (Xi Yan-1993) ve Tatlı Tuzlu (Yin Shi Nan Nu-1995) gibi filmleri sayabiliriz (Kellner, 1998:112-113). III. Hou Hsiao-Hsien ve Hüzün Şehri (Bei Qing Chen Shi) Şu anda Tayvan’ın önde gelen yönetmenlerinden biri sayılan Hou HsiaoHsien 1947 yılında Çin’de doğdu ve Tayvan’da büyüdü. 1949 yılından beri Tayvan’da yaşaması sebebiyle denilebilir ki, Hsiao-Hsien adanın son elli senede gerçekleştirdiği hızlı değişime tanık oldu ama O kendi yaşıtları diğer yönetmenler gibi yurt dışında değil Tayvan’da eğitim gördü. 1973 yılından başlayarak ülkenin o zaman için ünlü olarak anılan yönetmenlerine çıraklık yaparak meslekî hayatına başlayan Hsiao-Hsien bu yüzden sinema sanatında daha geleneksel bir yolu takip etti (Yip, 2003:809). İlk üç filmi ticarî kaygılar güden ve pek de önemli olmayan yönetmenin asıl önemli ilk filmi Sandviç Adam’ın içinde yer alan Çocuğun Büyük Oyuncağı (Son’s Big Doll) adlı epizot olmuştur. Hou kendisinden önceki kuşağın aksine oldukça ağır ve dolambaçlı öyküler işledi. Hüzün Şehri filminde çokça kullanılan ve Hou’nun en belirgin bir diğer özelliği ise O’nun şiddeti hiç bir zaman doğrudan kameraya yansıtmaması olmuştur. Onun filmlerinde şiddet birden patlak verir, izleyiciye ne olduğu konusunda düşünme fırsatı verilmez ama kamera şiddetin daima dışında yer alır, adeta şiddetin içinde değil de çevresinde gibidir. Bütün bu dolaylı ve dolambaçlı anlatım tercihinden dolayı, Stanbrook için Hou, söyleyeceği pek çok şeyi olan ama bunları izleyiciye aktarırken hiç de kolaya kaçmayan bir yönetmendir (Stanbrook, 1990:120). Hüzün Şehri 1989 yılında gösterildikten ve Venedik Film Festivali’nden en iyi film ödülünü alarak tüm dünyanın ilgisini çektikten sonra film hakkında çıkan pek çok makalede film içerisindeki karmaşık aile yapısını açıklayabilmek için Lin ailesinin aile ağacına yer verilmesi bu filmin kendisini ne denli zor kıldığını belirtmesi açısından önemlidir (Cinemaspace, Online). Tayvan halkı bütün bunlara rağmen filme büyük ilgi gösterdi ve örfi idarenin kaldırılmasından sonra 28 Şubat Vakası’na ilk defa değinen bu filmi Tayvan nüfusunun yarısı izledi. Hüzün Şehri geniş bir ailenin 1945-1949 yılları arasındaki hayatından bir kesit sunar. Film çok genel olarak Lin ailesinin dört erkek kardeşini ve babasını konu alır. En büyük erkek kardeş Japonlar adayı Çinlilere devrettikten sonra işlettiği Japon tarzı barın adını “Küçük Şanghay” adıyla değiştirerek işletmeye devam etmektedir. İkinci kardeş ise Tayvan halkının belli bir bölümü Japonya egemenliği zamanında askere alındığı için II. Dünya Savaşı süresince Filipinlerde bir harekatta kaybolmuştur ancak karısı bir gün gelecek umuduyla kocasının kliniğini hâlâ işletmektedir. Üçüncü kardeş ise Şanghay yer altı dünyası ile iç içedir ve bu suç örgütleri ile uyuşturucu işine girer. Ancak en büyük ağabeyleri bunu öğrenince bulduğu uyuşturucuları imha eder. Bunun üzerine ise Şanghaylı mafya üyeleri KMT hükümeti içerisinde yer alan bağlantılarını kullanarak üçüncü kardeşi tutuklatır. İçeride işkence gören adam artık tamamen aklını kaçırmış ve başkalarının yardımı olmaksızın yaşayamaz hale gelmiştir. Dördüncü ve filmin ana karakteri olan Wen-Ching ise küçük yaştan beri sağırdır ve hemen hemen hiç konuşamamakta, insanlarla yazı yoluyla iletişim kurmaya çalışmaktadır (bu türden bir iletişim yöntemi filmde çok önemli bir yer tutan dil olgusuna vurgu yapmaktadır). Filmin açılışında yer alan iyimser bakışa rağmen zamanla ailenin parçalanmasına sebep olacak 28 Şubat Vakası’nın ardında en küçük kardeş Wen-Ching ve bazı arkadaşları tutuklanır. Hapishaneden çıkmasının ardından en iyi arkadaşı Hinoe, KMT Hükümeti karşıtı cephede yer alır ve dağa çıkarak orada muhalif komün hayatını tesis eder. İlk başlarda Hinoe’ye katılmayı düşünen Wen-Ching daha sonradan Hinoe’nin kız kardeşi Hinomi’yi bu kargaşa ortamında korumaya karar verir ve daha sonra onunla evlenir. Hinoe’nin dağdaki muhalif hayatının peşine düşen KMT askerleri onu yakalar ve öldürür. Çok geçmeden Wen-Ching de hükümet tarafından yakalanır. Filmin akıllarda en çok kalan ve en dramatik anlarından biride son sahnedir. Hou bu son sahnede, kendi meşhur durağan kamerasını bu kez bütün yıkımlara rağmen hayatlarını olağan akışında devam ettirmeye çalışan Lin Ailesinin yemek sofrasına çevirir. Sofrada sadece yaşlı baba ve akıl hastası üçüncü kardeş bulunmaktadır. Filmde en göze batan bir diğer özellik ise yazıya atfedilen önemdir (Cinemaspace, Online). Film boyunca gösterilmeyen pek çok olay, gerek WenChing’in zorunlu iletişim yöntemine, gerekse izleyiciyi adeta sessiz sinema dönemine götüren ara-yazıya (intertitle) dayanarak anlatılır. Aslında burada Hou’nun yazıya verdiği önemi kavrayabilmek için Tayvan tarihinin ve dil-ideoloji ikilisinin iyice kavranması gerekmektedir. Price Tayvan’daki kültürler arası iletişimi araştırdığı çalışmasında Sino-Japon Savaşı’ndan sonra Japonya’ya devredilen Tayvan’da yapılan ilk değişikliğin Japon değerlerinin iyice yerleşmesi için başvurulan Japonca’nın toplumun her alanına sokulması olduğunu belirtir (Price, 2004:8). Ayrıca okullarda belli bir süre için Japonca eğitimi müfredatın %70’ ini kapsamıştır. Zamanla Japonca, yayın hayatına da egemen olmuş ve bankalardan parklara kadar her yerde varlığını hissettirmiştir (Hsiau, 2000: 34-36). Japonya’nın adadan çekilmesini coşku ile kutlayan ada halkı, Chiang Kai-Shek hükümetinin uyguladığı aşırı milliyetçi tavır karşısında bir kez daha baskı altında tutulmuştur (Price, 2004:8). KMT hükümetinin kendi kültürel değerlerini ada halkına tamamen yerleştirmek için gerçekleştirdiği ve Beyaz Terör (White Terror) olarak adlandırılacak 10.000’e yakın Tayvanlı entelektüelin idam edilmesiyle sonuçlanan olaydan sonra, sağ kalmayı başaran halk bu sefer bildiği tek dil olan Japonca’yı da konuşamamanın zorluğuyla karşı karşıya kalmış ve adeta bir gün içinde okuma yazma bilmeyen kitlelere indirgenmiştir (Hsiau, 1997: 305). Denilebilir ki, KMT hükümeti de aynen Japonlar gibi eğer bir kültür değiştirilmek isteniyorsa işe önce dilden başlanılması gerektiğini hemen kavramış ve politik birlik sağlamak için dil birliğini temin etmeye çabalamışlardır. Hou’nun film boyunca tarihi olayları “yazarak” yansıtmaya çalışması da bu sefer öze dönüş hareketi içindeki Tayvan halkının Çin ve Japon dönemlerindekinin aksi yönünde bir yazısal ve kültürel birlik eğilimi olarak yorumlanabilir. Bütün bunlara ek olarak, film boyunca kadın kahraman Hinomi’nin günlüğüne kendi günlük yaşamına ve sosyal olaylara dair yazdığı yazılar onun dilinden dış-ses olarak verilir. Tarih boyunca değişik ülkelerin eline geçen, onların istilasına uğrayan ve Portekizliler tarafından Farmosa (güzel) olarak adlandırılarak kadınsı bir anlam bulan Tayvan imajının zihinlerdeki resmi zaten son derece feminendir. Bizler tarihi sürece Hinomi’nin kaleminden ve sesinden tanık olduğumuz için aslında bu yazı ve ses Tayvan’nın kendi öz yazısı ve sesidir. Filmde yer alan bir diğer ilgi çekici husus ise ara-yazılara sıklıkla başvurulması olmaktadır. Filmdeki ilk ara-yazı Wen-Ching’in Hinome ile ilk kez iletişime geçti zaman gösterilir. Burada Hou, Wen-Ching’in sözlerini altyazı olarak vermekten ziyade ara-yazıyı kullanmayı tercih etmiştir ve böylelikle izleyiciyi görmekten ziyade okumaya zorlamaktadır (Cinemaspace, Online). Bu ara-yazıların film içerisinde sahip olduğu yer açısından en önemli nokta ise hepsinin geçmiş zamana ait ifadeler olmasıdır. Bu sebepten dolayı Nornes ve Yueh-Yu bu filmi inceledikleri çalışmalarında (Cinemaspace, Online) bu durumu son derece çarpıcı bir şekilde yorumlarlar. Onlara göre ara-yazıların geçmiş zaman kipinde kullanılmaları aslında Hou’nun mit yaratma kaygısından kaynaklanır çünkü mitin yazımı bir ulusun kendi soyağacını ortaya koymasında hayatî öneme sahiptir ve dahası Hou film içerisinde sadece Tayvan tarihini inşa etmekle uğraşmamış ayrıca Tayvan’ın doğal sınırlarına da vurgu yapmıştır. Bu durum ise ulus bilincine kavuşmakta olan bir ülkenin tarihî bilinçlenmesinden sonra gelmekte olan ikinci önemli noktaya, coğrafi sınırların tayin edilmesine denk düşmektedir. Kayıp iki kardeşin coğrafi sınırları Filipinlerden Şanghay’a kadar uzanan bir alanı kapsamaktadır. Lin ailesinin oğullarının kaybolduğu bölgeler aynı zamanda Tayvan’ın fiziki yerini temsil etmektedir (Cinemaspace, Online). Film içerisinde yazı ile birlikte göze çarpan diğer önemli kullanım ise fotoğraftır. Fotoğraf da aynen yazı gibi geçmişin belgelenmesi ve inşası için önemli bir araç olarak kullanılmaktadır (Cinemaspace, Online). Böyle bir işlevin en güçlü şekilde kullanıldığı kısım ise Wenching’in Japon bir öğretmenin adadan ayrılmadan önce hatıra olarak öğrencileri ile çektirdiği fotoğraf sahnesinde görülür. Hou, Rayns’a verdiği mülakatta ada halkının Japon hakimiyeti boyunca eğitimde pek çok alanda cesaretlendirildiğini ama asla politik eğitim verilmediğini belirtmektedir (Cinemaspace, Online). Ancak Hou tarafından kullanılan kareler bu kez adada politik eğitimi yasaklayan Japonların adadan ayrılmadan önce çektirdikleri fotoğrafın resmini bizlere sunarak yıllarca yasaklanan politik tavrı kurar. Yine de denilebilir ki, filmde Japonların yansıtılması belli bir olumlu anlam içermektedir. Filmin en başında Hinome’nin Japon arkadaşının adadan ayrılmadan önce Hinome’yi ziyaret edip O’na hediyeler vermesi aslında Japonlar ve Tayvanlılar arasında güçlü bir bağın olduğunu da vurgular. Filmdeki en duygusal anlardan biri ise Wenching’in kendi ailesinin fotoğrafını çektiği sahnedir. Bu fotoğrafta kendi kaçınılmaz sonlarının gelmekte olduğunun farkında olan Wenching’in çekirdek ailesinin varlığını belgelemek için kendi kayboluşundan kısa bir süre önce resmedilen kaygılı yüzünü görürüz. Wenching ve Hinome’nin kaygılı yüz ifadelerine karşılık bebeklerinin gülen suratı karenin dramatik etkisini daha da arttırmaktadır. Tayvan tarihi boyunca sürekli işgal edilen ve kaynaklarından faydalanılan bir ülke olmuştur. 1517 yılında Portekizler tarafından keşfedildiğinde farmosa (güzel) olarak adlandırılan Tayvan 1624 yılında Hollanda, 1683 yılında Çin, 1895 yılında Japon, 1945 yılından bu yana yine Çin egemenliği altında bulunmaktadır (Teksoy, 2005:491). Ada 1683 yılında Çin egemenliğine geçene kadar Hollandalı sömürgeciler için hammadde kaynağı olmaktan öteye gidememiş ancak Çin egemenliği boyunca adaya bu sefer de üç milyona yakın Çinli göç etmiştir. Bu dönem aynı zamanda Tayvan halkının acı dolu asimilasyon döneminin de başlangıcını göstermektedir. 1895 yılında Sino-Japon Savaşından sonra Japonya egemenliğine geçen Tayvan’da, Japonlaştırma politikaları çerçevesinde Japonca resmi dil olmuştur (Teksoy, 2005:491). Bütün bu tarihi gerçeklerden dolayıdır ki, Tayvan aslında sürekli şahit olan, etrafında olan olayları gören, izleyen, bunları not alan ama kesinlikle gidişata yön veremeyen bir ülkedir. Tayvan’ın yüzlerce yıllık tarih sonucunda istemeden de olsa edindiği bu konum ile filmin ana karakteri Whenching arasında bir benzerlik vardır. Whenching’te küçük yaştan beri konuşamadığı için sürekli gören, izleyen, etrafındaki olayları not alan ama edilgen kişiliğinden dolayı gidişata yön veremeyen bir kişidir. Dolayısıyla Whenching karakteri Tayvan’ı temsil etmektedir. Yukarıda da belirttiğimiz gibi Hinomi’nin filmde kullanılan dış sesi Tayvan’ın öz sesi iken, buna ek olarak Whenching’in toplumdaki konumu ve eylemleri Tayvan’ın tarihi süreç içerisindeki konumuna tekabül etmektedir. Sonuç Kimi yorumculara göre Sosyal Darwinizm’in uygulamaya konulmasıyla ötekinin algılanışı değişmiş ve Batılı olmayanlar değişmesi mümkün olmayan bir zamanda geri kalmışlığa indirgenmiştir. Bundan dolayı, Batı diğer topluluklara kendi seviyesine çıkmak için sürekli çabalaması gerektiğini söylerken, modernizmi de bu toplulukların önüne birer hedef olarak koyar. Onlar için Batılı olmayan topluluklar kültürel evrimlerini tamamlayamamıştır ve gerekirse bu topluluklara yol göstermek amacıyla müdahale edilmelidir. Ancak ne var ki, her bir birey gibi her bir ulus da yürüdüğü yolların toplamıdır. Dolayısıyla modernleşme sürecini tecrübe etmiş ülkelere baktığımızda yukarıda tasvir edilen tablodan farklı olarak bambaşka bir durum görmekteyiz. Tek boyutlu, alternatifi olmayan bir modernleşmeden ziyade her ülkenin sahip olduğu kendine özgü niteliklerle şekillenen ve kendine has bir boyut kazanan farklı modernleşmelere tanık olmaktayız. Bunlara ek olarak, modernleşme, en nihayetinde, bir toplumun kendini değişim girdabına atması, geçmişin gözden geçirilmesi ve bireyin/toplumun geleneksel dönemlerde kendini bağlı hissettiği kurumların sorgulanması ise bu değişim sürecinde farklılaşan toplumsal yapının doğurduğu yeni sorunlar ancak farklı sanatsal formlarla ifade edilebilir. Tayvan tarihi ve sanatı yukarıda varılan yargıların çok net bir sağlamasını içermektedir. Tayvan’ın sahip olduğu farklı tarihi süreç ve dinamikler bu ülkenin modernizm hareketini Batı’dan ve Çin’den farklı bir yere taşımıştır. 1950’li yıllarda Batılı değerler açsından bakıldığında modern olmaktan çok uzak olan Tayvan 1960’lı yıllardan itibaren hızlı bir toplumsal dönüşüm gerçekleştirmiştir. 1980’li yıllara gelindiğinde ise Tayvan’da baş gösteren toplumsal sorunların en çok sinemada tartışıldığı görülmektedir. Ancak ortaya çıkan bu yeni sinema toplumsal problemleri çok daha gerçekçi bir dil ile sorgulamayı tercih etmiştir. Çalışmamız boyunca Yeni Tayvan Sineması olarak adlandırılan bu yeni akımın en belirgin örnekleri genel olarak sunulmuştur. Daha özelde ise Hou Hsiao-Hsien’in Hüzün Şehri filmi ele alınmıştır. Kullandığı sinema teknikleriyle modern olarak nitelendirilecek bir üslup bulmayı başaran Hou, Hüzün Şehri adlı filminde daha önce üzerinde akıl yürütülmesi yasak olan bir konuya, 28 Şubat Vakıası’na değinmiş ve bu yöntemle de geçmişle hesaplaşma yolunu tercih etmiştir. Hou, bu filminde sahip olduğu ağır dilden ve ana karakterin son derece edilgen olmasından dolayı kimi Tayvanlı eleştirmenler tarafından yoğun bir şekilde eleştiriye maruz kalmış olsa da hâlâ Edward Yang ve Ang Lee ile birlikte Tayvan’ın en tanınmış yönetmenlerinden birini temsil etmektedir. KAYNAKÇA Chiao, H., P., (1991), “The Distinct Taiwanies and Hong Kong Cinemas”, s.155165, içinde Bery, C., 1991, Perspectives on Chinese Cinema, British Film İnstitute: Londra. Chiu, K., (Ocak 2005) “Treacherous Translation: Taiwanese Tactics of Intervention in Transnational Cultural Flows” Concentric Dergisi, c.31, s.47-69. Hsiau, A-Chin, (2000), “Contemporary Taiwanese Cultural Nationalism”, London: Routledge, içinde Price, G., (2004), “Crossing and Code-Switching: Intercultural Communication In Taiwan, Essex Üniversitesi Dil ve Linguistik Bölümü Master Tezi. Kellner, D., (Aralık 1998), “New Taiwan Cinema in the 80s”, Jump Cut Dergisi, c.42, s.101-115. King, A., D., (1995), “The Times and Spaces of Modernity (Or Who Needs Postmodernism?)” Global Modernities. Ed. Mike Featherstone, Scott Lash and Roland Robertson. Londra: Sage,. 108-39, içinde Chiu, K., (Ocak 2005) “Treacherous Translation: Taiwanese Tactics of Intervention in Transnational Cultural Flows” Concentric Dergisi, c.31, s.47-69. Liao, Chao-yang, (1995), “Pathos of the Chinese: a response to Chen Zhao-ying with a note on the constructedness of culture and the problem of national identity”, Chung Wai Literary Monthly c:23.10, s.102-26, içinde Chiu, K., (Ocak 2005) “Treacherous Translation: Taiwanese Tactics of Intervention in Transnational Cultural Flows” Concentric Dergisi, c.31, s.47-69. Mignolo, W. D., (1998), “Globalization, Civilization Processes, and the Relocation of Languages and Cultures” The Cultures of Globalization. (eds) Fredric Jameson ve Masao Miyoshi, 1998, Durham: Duke UP, s.32-53, içinde Chiu, K., (Ocak 2005) “Treacherous Translation: Taiwanese Tactics of Intervention in Transnational Cultural Flows” Concentric Dergisi, c.31, s.47-69. Pratt, J.W, (1951), American’s Colonial Experiment: How The United States Gained, Governed, and In Part Gave Away A Colonial Empire, New York: Prentice Hall. Price, G., (2004), “Crossing and Code-Switching: Intercultural Communication In Taiwan”, Essex Üniversitesi Dil ve Linguistik Bölümü Master Tezi. Shih, Shu-mei, (2004), “Global Literature and the Technologies of Recognition” PMLA c.119.1 s.16-30, içinde Chiu, K., (Ocak 2005) “Treacherous Translation: Taiwanese Tactics of Intervention in Transnational Cultural Flows” Concentric Dergisi, c.31, s.47-69, Stanbrook, A., (Bahar 1990), “The Worlds of Hou Hsiao-Hsien”, Side&Sound Dergisi, c.59, International Film Quaterly, s.120-126. Teksoy, R., (2005), “Tayvan Sineması”, s.491-495, içinde Teksoy, R., 2005, Sinema Tarihi, İstanbul: Oğlak Bilimsel Yayınları. Williams, Raymond, (1989), The Politics of Modernism: Against the New Conformists. London: Verso, içinde Chiu, K., (Ocak 2005) “Treacherous Translation: Taiwanese Tactics of Intervention in Transnational Cultural Flows” Concentric Dergisi, c.31, s.47-69, Yip, J., (20039, “Tayvan Yeni Sineması”, s.809-811, içinde Smith, G., N., (2003), Dünya Sinema Tarihi, Ahmet Fethi (Çev), İstanbul: Kabalcı Yayınları. On-line Kaynaklar Norne, A., M., ve Yueh-yu Y., (1998), “Narrating National Sadness: Cinematic Mapping and Hypertextual Dispersion http://cinemaspace.berkeley.edu/Papers/CityOfSadness/index.html (Erişim 20 Ocak 2010) ÖĞRETİM ELEMANLARININ İLETİŞİM DAVRANIŞLARINA YÖNELİK ÖĞRENCİ ALGI VE BEKLENTİLERİ (ORDU ÜNİVERSİTESİ ÜNYE İ.İ.B.F’DE BİR ARAŞTIRMA) Cavit YAVUZ* Gönül YÜCE** ÖZET Öğretim elemanlarının iletişim davranışlarına ilişkin öğrenci algı ve beklentilerini belirlemek amacıyla yapılan bu çalışmada, genel tarama modeli kullanılmıştır. Çalışma, öğretim elemanlarının kullandıkları iletişim biçimlerinin neler olduğunun belirlenerek öğretim elemanları için öğrenme ve öğretme süreçlerinde etkili bir iletişim kurmada bazı ipuçları sağlaması açısından önem taşımaktadır. Araştırmanın evrenini 2008-2009 öğretim yılında Ordu üniversitesi Ünye İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesinde eğitim alan öğrenci ve örneklemini evrenden tesadüfi örneklem yöntemiyle seçilmiş 200 öğrenci oluşturmaktadır. Beşli likert tipi maddelerden oluşan ölçekle elde edilen veriler; SPSS programıyla aritmetik ortalama, t testi ve ANOVA testi teknikleri kullanılarak çözümlenmiştir. Araştırmanın bulgularına göre yükseköğretim kurumunda öğrenim görmekte olan öğrencilerin, öğretim elemanlarının iletişim biçimlerine ilişkin algılarında cinsiyet, sınıf, bölüm ve bölümden memnun olup olmama değişkenlerine göre sözlü, sözsüz ve yazılı iletişim boyutlarında anlamlı fark bulunurken dinleme boyutuna göre anlamlı bir farklılık yoktur. Ayrıca ilgili değişkenler ile öğrenci beklenti ve boyutları arasında da bir farklılık yoktur. Anahtar Kelimeler: İletişim davranışları, öğrenci algı ve beklentileri THE STUDENTS’ PERCEPTIONS AND EXPECTATIONS TOWARD COMMUNICATION BEHAVIORS OF LECTURERS (A PRE-INVESTIGATON AT ECONOMIC AND ADMINISTRATIVE FACULTY OF ORDU UNIVERSITY) ABSTRACT In this study, in which descriptive scanning model was used, it was aimed to determin the students’ perceptions and expectations toward communication skills and behaviors of lecturers working. The study focuses on the respect of providing some clues in establishing an efficient communication for the academic staff during learning and teaching period determining what types of communication used by the academic staff are.This study consist of students attending Economic and Administrative faculty of Ordu University during 2008-2009 academic year and a sample of 200 students were selected randomly. Data, which was collected through questionnaires, was analyzed and interpreted by descriptive statistics, ANOVA and t test metods. Acording to the findings, the university student towards the types of communicatin of the lecturers in the university according to the students gender, class, department, studing department pleasure or not variables there is a significant difference between the perceptions of verbal, nonverbal and written communication dimension. But there is no any significant difference according to listening communication dimension. Also, there is no any significant difference between the expectations of the university student. Keywords: Communication behaviors, , students perception and expectations GİRİŞ İnsanlar, başkalarıyla birlikte olabilmek, onları anlayabilmek, kendilerini anlatabilmek ve etkilemek amacıyla kısaca toplumsallaşabilmek için iletişim kurarlar. Kişiler, kendileri ve başkalarıyla iletişime girerek aynı zamanda kişiliklerini de tanımlama imkanını elde ederler (Williams, 1979: 282). İletişim, bireylerin hem maddi hem de maddi olmayan gereksinimlerinin tümüyle ilişkilidir. İnsanlar sadece maddi ihtiyaçlarının karşılanmasıyla tatmin olmazlar. İletişim gereksinimi, insanın diğer insanlarla etkileşime girerek yaşamını zenginleştirme çabalarını anlatır (Taşçı ve Eroğlu, 2008: 27). Kişiler arası ilişkilerde ve toplumsal bütün alanlarda etkileşimde en önemli faktörlerden birisi olarak karşımıza çıkan iletişim eylemi, öncelikle dilin iyi * Ordu Üniversitesi, Ordu Meslek Yüksekokulu, Yrd. Doç. Dr. ** Ordu Üniversitesi, Ünye İ.İ.B.F, İşletme Bölümü, Arş. Gör. kullanılması, sözlü ve yazılı ifade yeteneğinin ve bunların yanında beden dilinin kullanılmasıyla etkin bir şekilde gerçekleşecektir. Öğretim elemanlarının sınıf ortamında bu iletişim biçimlerini ifade edildiği gibi etkin kullanmaları daha verimli bir sonucun ortaya çıkmasını sağlayacaktır. İletişim sözcüğü Latince kökenli “communication” sözcüğünün karşılığı olup dilimize Fransızca’dan geçmiştir. Yakın zamanlara kadar sadece haberleşmede kullanılan bu sözcük, haberleşmeyi de içine alan daha geniş kapsamlı bir ileti alışverişi haline gelmiştir (Yatkın, 2003: 42). İletişim, iletilmek istenen mesajın ilgili herkes tarafından anlaşılması amacıyla bilgi, fikir ya da düşüncelerin, yazı, konuşma ve görsel yöntemlerle veya bunların bir arada kullanılmasıyla iletilmesi, alınması veya değiştirilmesi olarak tanımlanabilir (Sillars, 1995: 1). Oskay’a göre iletişim “Birbirlerine ortamlarındaki nesneler, olaylar, olgularla ilgili değişimleri haber veren, bunlara ilişkin bilgilerini birbirlerine aktaran, aynı olgular, nesneler, sorunlar karşısında benzer yaşam deneyimlerinden kaynaklanan, benzer duygular taşıyıp bunları birbirlerine ifade eden insanların oluşturduğu topluluk ya da toplum yaşamı içinde gerçekleştirilen tutum, yargı, düşünce ve duygu bildirişimleri”dir (2001: 9). Üstün Dökmen yapılan çeşitli tanımlardan sonra şöyle bir ortak tanım önerisi geliştirmiştir: “İletişim, katılanların bilgi/sembol üreterek birbirlerine ilettikleri ve bu iletileri anlamaya, yorumlamaya çalıştıkları bir süreçtir” (1994: 321). İletişimin en önemli unsurlarından birisi karşılıklı birlikteliği esas almasıdır. İletişim tek yönlü kurulan bir ilişki olmaktan öte karşılıklı etkileşime ve beraberliğe dayanmalıdır. Eğer iletişim karşılıklı olmayıp tek taraflı bir şekilde gerçekleşirse, gücü ya da yetkiyi elinde bulunduran taraf isteklerini gerçekleştirecek, diğer tarafı baskı altında tutacaktır (Cüceloğlu, 1999). Öğretim elemanları sınıfta genel olarak tek taraflı iletişim kurmayı tercih ediyorsa, sorunların çözümünün mümkün olmayacağı gibi yeni sorunların da yaşanmasına neden olacaktır. Böyle bir ilişkide öğretim elemanı ile öğrenci arasında aşılamayacak bir mesafe ve yabancılaşma yaşanacaktır. Yapılan araştırmalarda; eğitim sürecinde eğitim işlevini yerine getiren öğreticinin öğrenciye olan yakınlığı önemli bir öğretim iletişimi değişkeni olarak ortaya çıkmıştır (Butland ve Bebe, 1992). Aynı şekilde pozitif olan öğretmen davranışları öğrencilerin daha iyi güdülenmesini sağlamaktadır (Frymier, 1993, Mcdowel, 1993, Blatt ve Benz, 1993). Yine yapılan bir araştırmada, öğreticinin sözsüz iletişim özelliklerinin, sınıftaki etkileşimi ve öğrencilerin sözel olarak anlatılanları daha iyi anlamalarını kolaylaştırdığı görülmüştür (Klinzing ve Jackson, 1987). Frymier (1993), sözsüz iletişimin özelliklerinden biri olan gülümsemenin, duruşun, çeşitli jest ve mimiklerin, kendine özen göstermenin, öğrencinin konulara dikkatini vermesinde birinci derecede önemli olduğunu, anlatılan konunun ise ikinci planda kaldığını ifade etmiştir. Mcdowell’de (1993), yaptığı araştırma sonucunda, öğretici konumundaki eğitmenlerin sözel ve sözel olmayan iletişim biçimlerini kullanmalarının öğrenciler üzerinde olumlu etkiler gösterdiğini ortaya çıkarmıştır. Sensenbaug’un yaptığı bir çalışmada öğrenciler; etkili öğretmen davranışları ile ilgili olarak kararlı olmak, öğrenci görüşlerine ilgi duymak, öğrenciyi hakir görmemek, onların sözünü kesmemek, onlara değer vermek gibi unsurları dile getirmişlerdir (Akt., Ergin ve Geçer, 1999: 2). Öğretmenin sınıf içerisinde öğrencinin değerlerine saygı göstermesi, öğrencinin öğretmenini daha çekici ve etkileyici bulmasına sebep olmaktadır (Ergin, 1995:60). Timothy ve arkadaşlarının çalışmasında, öğrencilerin duyuşsal öğrenmeleri ile eğiticilerin yakınlığının ve kullandıkları davranış yöntemleri arasında olumlu bir ilişkinin olduğu tespit edilmiştir (1986). Yapılan çalışmalar, öğreticinin yakınlığı ile öğrencinin öğrenmesi arasında anlamlı bir ilişkinin olduğunu bize göstermektedir. Çalışmalar neticesinde öğrenci ile öğretici arasındaki sözlü ve sözsüz iletişim özelliklerinin öğrenmeyi olumlu ya da olumsuz etkilediği anlaşılmaktadır. Sınıf İçi Etkili İletişim İletişim bireyler, kümeler ve toplumlar arasında söz, yazı, görüntü, el-kol hareketleri ve simgeler aracılığıyla düşünce, dilek ve duyguların karşılıklı iletilmesini sağlayan bir iletişim sürecidir. Eğitimde de amaç olumlu davranış değişikliklerini sağlayabilmektir. Bu değişim ancak yaşanılan iletişim süreciyle gerçekleşir. Sınıfta öğretim elemanı, sosyal ve fiziksel çevresini kasıtlı bir biçimde etkilemek için iletişim kurar. Öğretim elemanı sahip olduğu bilgi, beceri ve tutumları öğrencileriyle paylaşarak öğrenmenin ve davranış değişikliğinin gerçekleşmesine yardımcı olur. Öğrenme ve öğretme sürecinde çoğunlukla kaynak konumunda olan öğretim elemanı önemli rol oynar. Öğretim elemanı, öğrencilere mesajı ulaştıran bir kaynak olarak iletişime yön veren ve böylelikle davranışların kazanılmasını sağlamaya çalışan kişidir. Bunların yanı sıra, öğreticinin kişilik özelliklerinin öğretim ve eğitimde önemli bir etken olduğu bilinen bir gerçektir. Sınıfta sosyal, yaratıcı ve sıcak bir havanın oluşmasında, öğrenmenin yetersiz veya yeterli olmasında öğreticinin kişiliğinin önemli bir rolü vardır. Ayrıca öğretici öğrencilerin karakter gelişimi için model konumundadır. Öğreticinin fiziksel yapısı, uyum ve yaratma yeteneği, konuşma biçimi, yüz ifadesi tertipli oluşu vb. kişilik özellikleri önemlidir. Öğreten pozisyonundaki öğretim elemanlarının sahip oldukları nitelikler, öğrenen konumundaki öğrencilerin davranışlarını doğrudan etkileyecektir (Açıkgöz,1996: 12). Sınıf yönetimi ve öğrenci davranışları üzerinde etkili olan önemli değişkenlerden biri de öğreticinin kullandığı öğretim yöntem ve teknikleridir. Öğreticinin kullandığı öğretim yöntem ve teknikleri ne kadar çok etkili ise o kadar aktif olarak öğrenmeye katılırlar. Köktaş’a (2003: 1) göre, sınıf yönetimi, eğitim yönetimi hiyerarşisinin en önemli basamağıdır. Sınıf yönetimi, öğretimin amaçlarına ulaşmasında, öğrenme ve öğretme ortamının oluşturulmasına yardımcı olan etkinlikler olarak tanımlanabilir. Öğrencilerle yüz yüze iletişimin gerçekleştiği bir yer olan sınıf ortamında eğitim yönetiminin kalitesi büyük ölçüde sınıf yönetiminin iyi olmasına bağlıdır. Öğretim elemanı sınıfı bir orkestra şefi gibi yönetebilmelidir. Sınıf yönetimi sırasında öğretim elemanın tavır ve davranışları eğitimi ve eğitimin kalitesini etkileyecektir. Etkili sınıf yönetiminin olmadığı bir sınıfta öğrenciler istenmeyen davranışları sergilemektedir. Sınıfta istenmeyen davranışların sergilenmemesi için önlem almak, davranış ortaya çıktıktan sonra onunla baş etmekten daha kolaydır. Bunun için öğretim elemanı öncelikle sorunun ne olduğunu öğrencilerle görüşerek anlamalı ve daha sonra soruna çözüm yolları arayarak etkili bir sınıf yönetimi ve verimli bir öğretim ortamı oluşturmalıdır. Verimli bir öğretim ortamı oluşturulabilmesi için sınıf yerleşiminin önemi büyüktür. Kullanılan metot ve tekniklere göre sınıf yerleşim düzeni yapılabilir (Yeşilyurt ve Çankaya, 2008: 276-277). Sınıf içinde etkili öğrenme öğretme süreçlerinin sağlanabilmesi uygun yöntemlerin seçilip kullanılmasıyla gerçekleşmektedir. Öğretim elemanlarının sınıfta kullanabileceği pek çok öğretim yöntem ve teknikleri bulunmaktadır. Önemli olan bu yöntemler içinde öğretim elemanlarının, kendi kişiliğine, öğrencilerin özelliklerine, konu alanına uygun düşen yöntem ve teknikleri, tanımaları, seçebilmeleri ve kullanabilmeleridir (Çatalbaş, 1999: 1). Mükemmel sınıf yönetimi, öğrencinin üç alandaki davranışına etkide bulunmaya çalışmaktadır. Bunlar (Taşpınar, 2005: 197): Öğrencinin dikkatinin sağlanması, Motivasyonun sağlanması, Öğrencide öz denetim oluşturmak. Öncelikle yapılması gereken öğrencinin dikkatinin derse çekilebilmesidir. Uygulamada bunun tam anlamıyla sağlanmasının mümkün olduğunu söylemek zordur. Buna karşın maksimum dikkati sağlamaya çalışmak, öğretim elemanının etkinliği açısından önemlidir. Anlatım gibi tek yönlü iletişime dayanan klasik yöntemler öğretmen ya da öğreten merkezli (otokratik) yöntemler olarak tanımlanmaktadır. Bu tür yöntemlerde tekdüze bilgilerin ve becerilerin verilmesi üzerinde durulmaktadır. Klasik yöntemlerin tatmin edici olmayan sonuçlarını ortadan kaldırmak için çağdaş yöntemler geliştirilmiştir. Dikkatin daha çok bireysel ve grup çalışmaları üzerinde yoğunlaştığı öğrenen merkezli modern yöntemlerde öğrenciler yaratıcılığa, problem çözmeye, kendi fikirlerini geliştirmeye ve bu fikirlerini ortaya koymaya güdülendirilmektedir (Küçükahmet, 1995: 36). Öğretim elemanının rolü, öğrencinin katılımını sağlamak, doğrudan bilgi vermek yerine bilgi kaynağına nasıl ulaşılabileceği konusunda yardım etmek, öğrenciye rehberlik yapmak ve öğrenciyi sürekli güdülemektir. Modern öğrenme yöntemlerinden biri de bireysel öğretim yöntemleridir (Çatalbaş, 1999: 1). Sosyal bir kurum olan eğitimi, toplumun ihtiyacı şekillendirmektedir. Bundan dolayı, eğitim problemleri her toplumda benzerlik gösterse de bunların çözüm yollarının her toplumun bünyesine göre oluşturulması ve toplumun eğitim değerleri, yöntemleri ve konularının toplumun dinamiklerini oluşturan faktörlere göre belirlenmesi tavsiye edilmektedir. Eğitimin temel işlevi toplumsal yaşamın ürünü olan kültürü yeni kuşaklara aktarmaktır. Öyle ise, eğitim hem kökeni, hem de işlevi bakımından toplumsal bir olgudur. Eğitimin içeriğinin toplumdan topluma farklılık ve çeşitlilik göstermesi, her toplumun kendi coğrafyasında ürettiği sosyal, siyasal ve ekonomik değerlerinin yani kültürünün farklılığından ileri gelmektedir (Aslan, 2001: 16). Araştırmanın Amacı Bu araştırmanın temel amacı; Ordu Üniversitesi Ünye İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesinde görev yapmakta olan öğretim elemanlarının iletişim davranışlarına ilişkin öğrencilerin algı ve beklentilerini cinsiyet, okuduğu sınıf, öğrenim gördüğü program ve öğrenim gördüğü programdan memnuniyeti düzeylerini belirlemektir. Yöntem Betimsel bir çalışma olan bu araştırmada tarama türünde bir model kullanılmıştır. Betimsel modelle, mevcut durum araştırıldığından dolayı (Özdamar vd. 1999: 7), Ünye İ.İ.B.F’de görev yapmakta olan öğretim elemanlarının iletişim davranışlarına ilişkin, öğrencilerin algı ve beklentileri bu çalışmanın modelini oluşturmaktadır. Araştırmada veriler, uzman görüşlerine dayalı olarak araştırmacılar tarafından araştırmanın amacına göre anketle elde edilmiştir. Araştırmanın evrenini, 2008-2009 öğretim yılında Ordu Üniversitesi Ünye İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi’nde öğrenim görmekte olan 611 işletme ve iktisat bölümü öğrencileri oluşturmaktadır. Kayıtlı bulunan 611 öğrenciden tesadüfi örnekleme yöntemi ile seçilen 200 öğrenci araştırmanın örneklemini meydana getirmektedir. Veri Toplama Aracı Araştırmanın verilerini toplamak için kullanılan anket formu demografik özellikler ile öğrencilerin algı ve beklentilerini içeren iki sütundan oluşan 42 maddelik bir ankettir. Söz konusu anket uygulanmadan önce Ordu Üniversitesi’nde ki öğretim elemanlarının görüşleri de alınmıştır. Var olan ortak ifadeleri belirli boyutlarda toplamak amacıyla faktör analizi yapılmıştır. Faktör analizi Ordu Üniversitesi Ünye İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi’nde okuyan 611 öğrenciye anket ve envanter uygulanarak gerçekleştirilmiştir. Faktör analizinin uygulandığı grup Ünye İ.İ.B.F İşletme ve İktisat bölümlerinde 1., 2., 3., ve 4. sınıfta okuyan öğrencilerinden oluşmaktadır. Faktör analizi sonuçlarına göre “Öğretim elemanlarının iletişim davranışlarını ölçme” anketinin orijinali 42 maddeden oluşurken hesaplamalar sonucunda 40 maddeye indirilmiştir. Söz konusu anket dört boyut (sözlü, sözsüz, yazılı ve dinleme iletişim biçimleri) altında toplanmıştır. . Bu araştırmada ölçeklerin güvenilirliğinin saptanmasında Cronbach α değeri kullanılmıştır. Öğrencilerin algı düzeylerini ölçmek için hazırlanan soruların Cronbach α güvenilirlik katsayısı 0.8952; beklenti düzeylerini belirlemek amacıyla hazırlanan soruların Cronbach α güvenilirlik katsayısı ise 0.8403 olarak bulunmuştur. Görüleceği üzere değişkenlerin her birinin ayrı ayrı güvenilirlik analizleri yapılmış ve güvenilirlikleri 0.80 ve 0.90 arasında bulunmuştur. Bu çalışmada kullanılan Öğretim Elemanlarını İletişim Biçimleri Envanteri adlı araç Samsa’dan alınmıştır. Anket için faktör analizi yapılmış ve birbirleriyle yüksek ilişkili olan maddeler ankete alınmıştır. Faktör analizi sonucunda seçilen maddelerin, anketin %67,6’sını temsil ettiği görülmüştür. Öğrenciler anket sorularını 4 puanlı bir derece kullanarak (4) her zaman, (3) çoğunlukla, (2) ara sıra, (1) hiçbir zaman şeklinde yanıtlanmıştır. Madde bazındaki değerlendirmelerde envanterdeki ifadelerin orijinal şekli korunmuş, toplam puanlar hesaplanmış, tersine ifadeler ise yeniden kodlanmış ve sonra puanlanmıştır. Kısacası ankette bulunan olumlu ifadeler yukarıdaki gibi puanlanırken anketteki olumsuz ifadeler tersten yani (1) her zaman, (2) çoğunlukla, (3) ara sıra, (4) hiçbir zaman şeklinde puanlanmıştır. İstatistiksel Yöntemler Araştırmanın bilgi toplama aracıyla derlenen verilerin istatistiksel çözümlenmesi SPSS paket programı kullanılarak yapılmıştır. Ankete katılanların kişisel bilgilerini ve ilgili değişkenlerini (cinsiyet, sınıf, bölüm ve bölümden memnuniyet durumu) istatistiksel olarak ifade edebilmek için “tanımlayıcı istatistik teknikleri” nin yanı sıra “t-testi”, “Tek Yönlü ANOVA” ve “Tukey testi” kullanılmıştır. Olumsuz yapıdaki maddelere ait veriler çözümleme aşamasında ters çevrilerek hesaplamalara dahil edilmiştir. Olumlu maddeler için katılma derecesi dörtten başlayarak puanlama yapılırken, olumsuz maddeler için birden başlayarak puanlama yapılmıştır. Bulgular ve Yorumlar Bu bölümde, araştırma sonunda ölçülen verilerin analiz edilmesiyle elde edilen bulgular ve bu bulgulara ilişkin yorumlar bulunmaktadır. Öğretim elemanlarının iletişim davranışlarına ilişkin öğrencilerin algı ve beklentilerinin ölçüldüğü anket formlarından elde edilen verilerin değerlendirilmesi sonucunda ortaya çıkan bulgulara göre; araştırmaya katılan 200 öğrenciye ait demografik özellikler Tablo 1’deki gibidir. Tablo 1. Öğrencilerin Demografik Özellikleri Cinsiyet N % Kız 127 0,64 Erkek 73 0,36 İşletme 64 0,32 İktisat 136 0,68 1.Sınıf 77 0,39 2.Sınıf 65 0,32 3.Sınıf 32 0,16 4.Sınıf 26 0,13 Bölüm Sınıf Tablo 1’e göre; araştırmaya katılan öğrencilerin %64’ü kız, %36’sı erkektir. Öğrencilerin eğitim-öğretime devam ettikleri bölümlere göre, %32 oranında işletme, %68 oranında iktisat olarak dağıldığı görülmektedir. Öğrencilerin %39’u birinci sınıf, %32’si ikinci sınıf, %16’sı üçüncü sınıf ve %13’ü dördüncü sınıfa devam etmektedirler. Dolayısıyla, araştırmaya katılımın sınıflar itibari azalan oranlı olduğu söylenebilir. Demografik Özelliklerin Öğrenci Algı ve Beklentileri ile Boyutları Üzerine Etkisi Öğrencilerin, öğretim elamanlarının iletişim biçimlerine ilişkin algılamalarını cinsiyet, sınıf, bölüm ve bölümden memnuniyet derecesine göre farklılık göstermedikleri ölçülmüştür. Buna ilişkin bulguları elde etmek için t testi ve Tek Yönlü ANOVA uygulanmıştır. Cinsiyetin Öğrenci Algı ve Beklentileri ile Boyutları Üzerine Etkisi Cinsiyetin öğrenci algı ve beklentileri ile boyutları üzerine etkisi olup olmadığı t testi ile araştırılmış ve sonuçlar Tablo 2’de verilmiştir. Tablo 2. Cinsiyetin İletişim Biçimlerinin Boyutlarına Etkisi Algı Sözlü Sözsüz Yazılı Dinleme Beklenti Cinsiyet Ort F t Sig. Ort F t Sig. Bayan Erkek Bayan Erkek Bayan Erkek Bayan Erkek 2,0659 2,1569 1,8425 2,0160 2,7437 2,6481 2,5928 2,6012 ,591 1,271 ,205 ,126 -,003 ,998 ,857 2,418 ,017 1,056 ,668 ,505 4,164 1,498 ,136 2,435 ,836 ,404 3,567 -,109 ,914 2,0642 2,0643 3,1827 3,1589 3,7240 3,6906 1,5534 1,6027 7,956 1,217 ,225 p<0,05 H0: Cinsiyetin, öğrenci algı ve beklentileri ile boyutları arasında anlamlı bir ilişki yoktur. H1: Cinsiyetin, öğrenci algı ve beklentileri ile boyutları arasında anlamlı bir ilişki vardır. Tabloyu incelediğimizde, algılama ve beklentiye ait anlamlılık seviyelerinde öğrencilerin sözsüz iletişim boyutu 0,05’ten küçük iken sözlü, yazılı ve dinleme boyutlarının büyük olduğu görülmektedir. Sonuç olarak, kişinin cinsiyetinin bayan ya da erkek olması öğrenci algılama ve sözsüz iletişim boyutunda anlamlı bir etki yaratırken öğrenci beklenti ve boyutları üzerinde herhangi bir etki yaratmamaktadır. Erkek öğrencilerin ortalaması (2.0160) bayanlardan daha yüksek olduğundan, erkek öğrencilerin öğretim elemanlarının sözsüz iletişimini daha olumlu değerlendirdiklerini söylemek mümkündür. Sınıfın Öğrenci Algı ve Beklentileri ile Boyutları Üzerine Etkisi Sınıfın öğrenci algı ve beklenti ile boyutları üzerindeki etkisi ANOVA testi ile incelenmiş ve çıkan sonuçlar aşağıda Tablo 3’de verilmiştir. Tablo 3. Sınıfın İletişim Biçimleri ve Boyutları Üzerine Etkisi ANOVA Sözlü Algılanan Beklenen F Sig. F Sig. 3,116 ,027 ,427 ,734 Sözsüz 2,093 ,102 1,003 ,275 Yazılı 1,373 ,252 ,797 ,497 Dinleme 5,863 ,001 1,961 ,121 p<0,05 H0: Sınıfın, öğrenci algı ve beklentileri ile boyutları arasında anlamlı bir ilişkisi yoktur. H1: Sınıfın, öğrenci algı ve beklentileri ile boyutları arasında anlamlı bir ilişkisi vardır. Tabloda yer alan ANOVA testi sonuçları; sınıfın öğrenci algı ile sözlü ve dinleme boyutları arasında anlamlı bir ilişkinin olduğunu ve p<0,05 olduğu için H0’ın kabul olduğunu gösterirken sınıf değişkeninin sözsüz ve yazılı iletişim boyutları arasında anlamlı bir ilişkinin olmadığı da görülmektedir (p>0,05 ). Farklı sınıf düzeylerinde ders veren öğretim elemanlarının sözlü ve dinleme iletişim biçimlerinin birbirine yakın ancak sözsüz ve yazılı iletişim biçimlerinin birbirinden farklı olduğu çıkarımı yapılabilir. Bu benzerlik veya farklılık öğretim elemanlarının her gruba ilişkin iletişim biçimi oluşturup oluşturmamalarıyla ilgilidir. Sınıfın beklenti ve boyutları üzerindeki etkisine baktığımızda ise anlamlılık seviyeleri % 0,05’ ten büyük olduğu için H0’ın kabul olduğunu, sınıfın öğrenci beklenti ve boyutları ile anlamlı bir farklılığın olmadığını gösterir. Öğrenci beklentilerinin farklı sınıf düzeylerinde benzer çıkmış olması öğretim elemanlarının iletişim biçimleri ve davranış tarzlarının bilindiğini göstermektedir. Bölümün Öğrenci Algı ve Beklentileri ile Boyutları Üzerine Etkisi Öğrenim gördükleri bölümün öğrenci algı ve beklentileri ile boyutları arasında ilişkisi olup olmadığı t testi ile araştırılmış ve sonuçlar Tablo 4’te verilmiştir. Tablo 4. Bölümün İletişim Biçimleri ve Boyutları Üzerine Etkisi Algılanan Sözlü Sözsüz Yazılı Dinleme Bölüm Ort İşletme 2,1676 İktisat 2,0668 İşletme 2,0729 İktisat 1,8272 İşletme 2,7257 İktisat 2,7014 İşletme 2,6077 İktisat 2,5903 p<0,05 Beklenen F ,013 t Sig. Ort 1,364 ,174 2,0517 F t Sig. 4,158 -,642 ,522 1,471 -1,849 ,066 ,012 -1,036 ,302 5,680 -,940 ,348 2,0701 ,484 3,362 ,001 3,1281 3,1956 4,191 ,368 ,713 3,6825 3,7253 ,365 ,218 ,828 1,5446 1,5840 H0: Bölümün, öğrenci algı ve beklentileri ile boyutları arasında anlamlı bir ilişki yoktur. H1: Bölümün, öğrenci algı ve beklentileri ile boyutları arasında anlamlı bir ilişki vardır. Tablo 4’ü incelediğimizde, algılamaya ait anlamlılık seviyelerinde öğrencilerin sözsüz iletişim boyutu 0,05’ten küçük iken sözlü, yazılı ve dinleme boyutlarının büyük olduğu görülmektedir. Bölümün beklenti ve boyutları üzerindeki etkisine baktığımızda ise anlamlılık seviyelerinin 0,05’ten büyük olduğu görülmektedir. İşletme bölümünün ortalaması (2,0729) iktisat bölümünden daha yüksek olduğundan, işletme bölümü öğrencilerinin öğretim elemanlarının sözsüz iletişimini daha olumlu değerlendirdiklerini söylemek mümkündür. İlgili bölümlerdeki öğretim elemanları öğrencilerle benzer eğitim süreçlerinden geçerek benzer davranış biçimleri sergileyebilecekleri için iletişim biçimlerini algılamaları da benzerdir. Sonuç olarak diyebiliriz ki, öğrenim görülen bölümün işletme ya da iktisat olması öğrenci algılama boyutlarında sözsüz iletişim üzerinde anlamlı bir etki yaratırken öğrenci beklenti ve boyutları üzerinde herhangi bir etki yaratmamaktadır. Öğrencilerin, Öğrenim Gördükleri Programdan Memnuniyet Derecelerinin İletişim Biçimleri ve Boyutları Üzerine Etkisi Öğrencilerin iletişim biçimi boyutlarına ilişkin algı ve beklentilerinin öğrenim görmekte oldukları programdan memnuniyet derecesi üzerindeki etkisi ANOVA testi ile incelenmiş ve çıkan sonuçlar aşağıda Tablo 5’te verilmiştir. Tablo 5. Öğrencilerin, Öğrenim Gördükleri Programdan Memnuniyet Derecelerinin İletişim Biçimleri ve Boyutları Üzerine Etkisi ANOVA Algılanan Beklenen F Sig. F Sig. Sözlü 3,977 ,020 ,544 ,581 Sözsüz 8,367 ,000 2,939 ,055 Yazılı 5,708 ,004 ,014 ,986 Dinleme 2,533 ,082 ,217 ,805 p<0,05 H0: Öğrencilerin, öğrenim gördükleri programdan memnuniyet derecelerinin, öğrenci algı ve beklentileri ile boyutları arasında anlamlı bir ilişki yoktur. H1: Öğrencilerin, öğrenim gördükleri programdan memnuniyet derecelerinin, öğrenci algı ve beklentileri ile boyutları arasında anlamlı bir ilişki vardır. Tablo 5’te yer alan ANOVA testi sonuçları; öğrencilerin öğrenim gördükleri programdan memnuniyet derecelerinin, algılanan iletişim biçimleri boyutlarından sözlü, sözsüz ve yazılı boyutları ile anlamlı bir ilişkinin olduğunu ve sonuç olarak H1’in kabul olduğunu göstermektedir. Dinleme boyutunda ise anlamlılık seviyesi 0,05’ten büyük olduğu için H0 kabul edilir ve öğrencilerin öğrenim gördükleri bölümden memnuniyet derecesi ile algılanan dinleme boyutu arasında anlamlı bir ilişkinin olmadığını söyleyebiliriz. Bu anlamda genel olarak öğrencilerin, öğretim elemanlarının ders anlatımlarını düşük bir motivasyonla takip ederek, öğretim elemanlarının iletişim öğelerini algılayamadıklarını söyleyebiliriz. Öğrencilerin öğrenim gördükleri programla ilgili memnuniyet derecelerinin beklenti ve boyutları üzerindeki etkisine baktığımızda ise anlamlılık seviyeleri 0,05’ten büyük olduğu için H0’ın kabul olduğunu ve bu değişkenin öğrenci beklenti ve boyutları ile anlamlı bir ilişkisinin olmadığını gösterir. Sonuç olarak öğrenciler bölümden memnun olsalar da olmasalar da öğretim elemanlarının iletişim biçimlerine ilişkin beklentileri değişmemektedir. Bu da öğretim elemanlarının, öğrencilere karşı iletişim davranışlarının gelişmiş ve öğrencilerin beklentilerinden haberdar olduklarını göstermektedir. SONUÇ VE ÖNERİLER Ordu Üniversitesi Ünye İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi İşletme ve İktisat bölümü öğrencilerinin, öğretim elemanlarının iletişim biçimlerine ilişkin algı ve beklentilerini ölçmek ve etkili iletişim kurmaları konusu üzerine çalışılan bu araştırmada elde edilen sonuçlar kısaca şöyledir. Cinsiyetin öğrenci algı ve beklentileriyle boyutları üzerine etkisi t testi ile incelenmiştir. Sonuçta, kişinin cinsiyetinin bayan ya da erkek olması öğrenci algılama ve sözsüz iletişim boyutunda anlamlı bir etki yaratırken öğrenci beklenti ve boyutları üzerinde herhangi bir etki yaratmamaktadır. Kız ve erkek öğrencilerin gereksinimleri, boş vakitlerini değerlendirme biçimleri ve iletişimde kullandıkları dilin aynı olduğu görülmektedir. Üniversite çağındaki kız ve erkek öğrencilerin öğretim elemanları ile aynı derecede iletişim kurma gereği duymaları bu farksızlığı yaratan nedenlerden biri olabilir. Sınıfın öğrenci algı ve beklenti ile boyutları üzerinde etkisi ANOVA testi ile incelenmiş, sınıfın öğrenci algı ile sözlü ve dinleme boyutları arasında anlamlı bir ilişkinin olduğunu, sözsüz ve yazılı iletişim boyutları arasında ise anlamlı bir ilişkinin olmadığı görülmüştür. Sınıf değişkeni ile öğrencilerin beklentileri arasında da anlamlı bir farklılık yoktur. Öğrenim gördükleri bölümün öğrenci algı ve beklentileri ile boyutları arasında ilişkisi olup olmadığı t testi ile araştırılmıştır. Öğrenim görülen bölümün işletme ya da iktisat olması öğrenci algılama boyutlarında sözsüz iletişim üzerinde anlamlı bir etki yaratırken öğrenci beklenti ve boyutları üzerinde herhangi bir etki yaratmamaktadır. Öğrencilerin iletişim biçimi boyutlarına ilişkin algı ve beklentilerinin öğrenim görmekte oldukları programdan memnuniyet derecesi üzerindeki etkisi ANOVA testi ile incelenmiştir. Memnuniyet değişkeninin ile algılanan iletişim biçimleri boyutları arasında genel olarak anlamlı bir ilişki varken beklenti düzeyinde anlamlı bir farklılığın olmadığı görülmüştür. Sonuç olarak ankete cevap veren öğrencilerin algı ve beklenti düzeyleri arasında çok büyük farklılıkların olmaması, öğrencilerin öğretim elemanlarının iletişim davranışları ile ilgili benzer değerlendirmeler olduğunu göstermektedir. İletişim, anlatılan dersin öğrenciler tarafından anlaşılabilecek düzeyde olması açısından önemlidir. Dolaylı yollarla anlatım, uzun ve karmaşık cümleler öğrencinin dinleme isteğini olumsuz etkileyeceği için iletişimin kalitesi de düşecektir. Bu anlamda öğretim elemanları, öğrencilerin ilgisini çekecek bir anlatım biçimi ile yoruma yer bırakmadan konuyu aktaracak yapıda olmaları gerekmektedir. KAYNAKÇA Aslan, A K (2001) Eğitimin Toplumsal Temelleri, Balıkesir Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, 5, 16-30. Açıkgöz, Ü K (1996) Etkili Öğrenme ve Öğretme, İzmir: Kanyılmaz Matbaası. Blatt, S J ve Benz C (1993) “The Relationship of Communicaiton Competency to Perceived Teacher Effectiveness” Paper Presented at the Joint Meeting of the Southern States Communication Association ant the Central States Communication Association, Lexington, KY, April, 14-18. Eric (Education Resources Information Center) No: ED360370 Butland, M J ve Beebe S A (1992) “A Study of the Application of Implicit Communication Theory to Teacher Imediacy and Student Learning”, Paper Presented at the Annual Meeting of the International Communication Association , 42nd, Miami, FL, May, 20-25. Eric No: ED346532 Cüceloğlu, D (1999) Yeniden İnsan İnsana, İstanbul: Remzi Kitabevi. Çatalbaş, G Ç (1999) Sosyal Bilgiler Öğretiminde Programlı Öğretim Yöntemi Uygulaması, Pamukkale Üniversitesi Eğitim Fakültesi Dergisi, Sayı: 6. Dökmen, Ü (1994) İletişim Çatışmaları ve Empati, İstanbul: Sistem Yayıncılık. Ergin, A ve Geçer A (1999) Öğrenci Algılarına Göre Öğretim Elemanlarının İletişim Biçimleri, A.Ü. Eğitim Bilimleri Fakültesi Dergisi, Cilt: 32, Sayı 1., 1-28 Ergin, A (1995) Öğretim Teknolojisi İletişim, Ankara: Pagem Yayınları. Frymier, A B (1993) “The Impact of Teacher Immediacy on Students Motivation over the Course of a Semester”, Paper Presented at the Annual Meeting of the Speech Communication Association, 79th, Miami Beach, FL, November, 18-21. Eric No: ED367020 Klinzing, H G ve Jackson J (1987) “Training Teachers in Nonverbal Sensitivity and Nonverbal Behavior”, International Journal of Educaitonal Research, 11 (5), 21-29 Köktaş, K Ş (2003) Sınıf Yönetimi, Adana: Nobel Yayınları. Küçükahmet, L (199) Öğretim İlke ve Yöntemleri, Ankara: Gazi Kitabevi. Mc Dowell, E E (1993) “An Explatory Study of GTA’s Attitudes Toward Aspects of Teaching and Teaching Style”, Paper Presented at the Annual Meeting of the Speech Communication Association, 79th, Miami Beach, FL, November 18-21. Eric No: ED370147 Oskay, Ü (2001) İletişimin ABC’si, İstanbul: Der Yayınları. Özdamar vd. (1999) Sosyal Bilimlerde Araştırma Yöntemleri, Eskişehir: Anadolu Üniversitesi Yayınları No: 1081. Sansa S (2005) Öğrencilerin Yüksek Öğretim Kurumlarında Görev Yapmakta Olan Öğretim Elemanlarının İletişim Biçimlerine İlişkin Algı ve Beklentileri ve Pamukkale Üniversitesi Örneği, (Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi), Pamukkale Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Denizli. Sıllars, S ( 1995) İletişim, Ankara: M.E.B. Yayınları, No: 2916. Taşçı, D ve Eroğlu E (2008). “Kurumsal İletişim Kalitesinin Oluşmasında Yöneticilerin Geri Bildirim Verme Becerilerinin Etkisi”, Selçuk Üniversitesi İletişim Fakültesi Dergisi, (5), 26-34 Taşpınar, M (2005) Kuramdan Uygulamaya Öğretim Yöntemleri, 2.Baskı, Ankara: Nobel Basımevi. Tımothy, G P, Kearney, P, McCroskey, J C ve Richmond, V P (1986) “Power in the Classroom VI:Verbal Control Strategie, Nonverbal Immediacy and Affective Learning”, Communication Education, Vol: 35, 43-55, Eric No: ED258300 Williams, R (1979) İletişim Kavram ve Modelleri, Eskişehir: İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi Yayınları, No: 214-14. Yatkın, A (2003) Halkla İlişkiler ve İletişim, Ankara: Nobel Yayınları. Yeşilyurt, E ve Çankaya, İ (2008) “Sınıf Yönetimi Açısından Öğretmen Niteliklerinin Belirlenmesi”, Elektronik Sosyal Bilimler Dergisi, 7/23, 274295. İNTERNET KAYNAKLARI http://www.donusumkonagi.net/makale.asp?id=5473&baslik=etkili_sinif_yoneti i_ve_Aktif_ogrenme, (Erişim: 25.12.2008) www.fırat.edu.tr, (Erişim: 23.02.2009) http://www.sayistay.gov.tr/yayin/dergi/icerik/der52m2.pdf, (Erişim: 25.12.2008) http://www.idealdusunce.com/index.php/yazarlar/sait-dogan, (Erişim: 28.12.2008) www.istatistikanaliz.com/gecerlilik_analiz.asp, (Erişim: 28.12.2008) SİYASAL İLETİŞİM BAĞLAMINDA BİR BİYOGRAFİ ÇALIŞMASI: MEHMET AKİF ERSOY B. Zakir AVŞAR* ÖZET Bu çalışmada, bir fikir, kültür adamı, şair olarak temayüz etmiş olan Türk İstiklal Marşı’nın şairi Mehmet Akif Ersoy’un siyasal düşünceleri ve aktif siyasi hayatı ve Milli Mücadele’nin siyasal iletişimine katkıları ele alınmaktadır. * Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi, Radyo Televizyon ve Sinema Bölümü, Prof. Dr. Mehmet Akif Ersoy’un siyasi anlayışının şekillenmesinde etkili olan kişiler, olaylar; İslamcı fikir ve siyaset anlayışının içeriği, özgürlükçü yaklaşımı, II. Abdülhamit yönetimine karşıtlığı ve İttihat ve Terakki Cemiyeti ile ilişkileri, II. Meşrutiyet sonrası çalışmalarıyla fikir, kültür hayatına katkıları; özellikle Milli Mücadele sürecindeki pozisyonu üzerinde durulmakta; Milli Mücadele’nin önderi Mustafa Kemal’in Mehmet Akif Ersoy’a bakışı, Mehmet Akif Ersoy’un Milli Mücadele’nin siyasal iletişimine katkıları, I. Büyük Millet Meclisi’ne seçilmesi ve Meclis üyeliği döneminde Meclis içi ve dışındaki faaliyetleri konu edilmektedir. Çalışmada, geniş bir literatür taramasına gidilmiş, Mehmet Akif Ersoy hakkında yapılan pek çok çalışmadan; notlarda ve kaynakça da gösterildiği üzere yararlanılmış; ayrıca birinci elden kaynaklar olarak TBMM I. Dönem zabıtları ve I. Dönem Burdur Milletvekili Mehmet Akif Ersoy’un TBMM özlük dosyası incelenerek faydalanılmıştır. Anahtar Sözcükler: Mehmet Akif Ersoy, İslam Şairi, Siyasal İletişim, Siyasal Hayat, Milli Mücadele A BIOGRAPHICAL STUDY IN THE CONTEXT OF POLITICAL COMMUNICATION: MEHMET AKİF ERSOY ABSTRACT In this study, the political opinions and active political life of Mehmet Akif Ersoy, who is the poet of Turkish National Anthem and who distinguish oneself as an intellectual, a man of culture and a poet -and his contribution to the political communication of Independence War have been explored. The people and incidents having influence on shaping the political approach of Mehmet Akif Ersoy, the content of his Islamic thought and politics, his liberal approach, his opposition to Second Abdulhamid Administration, his relations with the Committee of Union and Progress and his contribution to intellectual and cultural life by the studies after Second Constitutional Monarchy have been emphasized. Besides, the attention has been given particularly to his role and position in the independence war; Mehmet Ersoy from the point of view of Mustafa Kemal, the leader of Independence War, election of him as a member of parliament in the 1st Turkish Grand National Assembly, and his activities in and out of the National Assembly. In this article; a rich literature was reviewed, many studies and resources about the life of Mehmet Akif were used as quoted in footnotes; moreover, as a first hand document the official records of the First Period of the Turkish Grand National Assembly and personal files of Mehmet Akif Ersoy in the Grand National Assembly were examined. Key Words: Mehmet Akif Ersoy, Islamic Poet, Political Communication, Political Life, Independence War Giriş Mehmet Akif Ersoy, (D:1873- Ö:1936) II. Abdülhamit Dönemi, I. ve II. Meşrutiyetin ilânı, İttihat ve Terakki’nin kuruluşu ve iktidara gelişi, imparatorluğun çöküşü, Balkan harpleri, Birinci Dünya Savaşı, Sevr’in, Mondros’un imzalanması, Millî Mücadele, Lozan, Cumhuriyetin ilânı, batılılaşma ve modernleşme çabaları gibi pek çok önemli gelişmenin ve olayın içinde yaşamış, canlı tanığı olmuş, hatta yön verenler arasında bulunmuştur. Akif’i hakkında biyografik eserlerden birini yazan Erişirgil; Akif için Safahat şairliğinden politika şairliğine geçtiğine dair benzetmeyi aktarırken; Onun Muhammed Abduh’un kitaplarını okuduktan sonra şu sözleri sıklıkla tekrarladığını nakleder: “Allah’a sığınırım: şu siyasetten, siyaset sözünden, siyasetin manasından, siyaset sözünün ağızdan çıkan her harfinden, siyaset namına zihnimden geçen her hayalden, siyasetin anıldığı her yerden, siyasetten bahseden yahut siyaseti öğreten yahut siyasetle aklını bozan, yahut siyasetle alıklaşan herkesten, siyaset kelimesinin kökünden ve bu köklerinden gelen iştiraklerin hepsinden Allah’a sığınırım.” (1986: 133). Kuşkusuz ki, Akif’in bu sözleri “siyaset” kelimesinin pratikte çağrıştırdığı pragmatizm ile onun idealist ve ahlâkî duruşu arasındaki derin çelişkiden kaynaklanmaktadır. Nitekim, I. Meclis’teki milletvekilliği sona erdikten sonra döndüğü İstanbul’da kendisini İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne alan Fatin Hoca’nın32 “Bundan sonra ne yapacaksın?” sorusuna yukarıdaki cümleleri Arapçasıyla tekrarını yaparak: “Herhâlde siyaset değil.” cevabını vermiştir (Erişirgil, 1986: 133). Akif’in siyaset sözcüğüne yüklediği bu negatif anlam göz önüne alındığı zaman onun siyasi hayatını aslında fikir ve mücadele hayatı olarak görmenin veya fikir ve mücadele hayatı ekseninde izah etmenin çok daha anlamlı olacağı da açıktır. Elbette ki, Akif, siyasetin içinde olduğunu kabul ettiği dönemler yaşamış; siyasi olduğunu düşündüğü görevler üstlenmiştir. Ölümünden beş ay önce Beyoğlu Mısır Apartmanı’ndaki evinde, hasta yatağında yazdırdığı kendi hayat (otobiyoğrafya) notlarında “… Balkan Harbi’nden sonra Ziraat Nezareti’ndeki memuriyetimle Dar-ül Fünün’dan istifa ederek çekildim. Umumi Harpte (1914-1918 I. Cihan) Teşkilat-ı Mahsusa namına (Türk Millî İstihbarat Teşkilatı) Almanya’ya, daha sonra siyasi vazifelerle Medine ve Necid’e gittim. Siyasi hayatla alakam bu vazifelerdedir. İstiklâl Harbi devresinde Büyük Millet Meclisi’nde Burdur Mebusu idim.” (Kabaklı, 1975: 27) sözleriyle siyasi hayatını özetlerken kısaca bunları dese de, kuşkusuz ki, Onun “siyasi” hayatını fikir, mücadele ve sanat hayatından ayırmak çok da kolay değildir. Çünkü, Mehmet Akif Ersoy’u bu türden siyasi görevler almasına, üstlenmesine neden olan amiller bakımından değerlendirmek ve siyasi hayatını bu çerçevede ele almak doğru, yerinde bir yaklaşım olacaktır. Mehmet Akif Ersoy’un fikir, siyaset, kültür ve edebiyat dünyasındaki temayüzü 1908 yılından itibarendir. O zamanki pek çok münevver gibi, İstibdadın yani II. Abdülhamit idaresinin ciddi muhalifleri arasında yer alan Mehmet Akif33, II. Meşrutiyet’in ilânına kadar pek ortalıkta görünmeyen, baskı ve sansür dolayısıyla edebi yönü, kıymeti henüz tam bilinmeyen bir insan olmakla birlikte, Meşrutiyet ile birlikte başlayan özgürlük ortamında yayınlanmaya başlayan Sırat-ı Müstakim’in, sonrasında da Sebilürreşad’ın34 başyazarı olarak yazı ve şiirleriyle ve özellikle de bu dönemin önemli fikir akımları arasında bulunan İslâmcılık akımının büyük ve güçlü bir temsilcisi olarak bilinip, tanınır (Parlatır, 2009: 425). Akif’in İslâmcılığı gelenekten kaynaklanan taassup içeren bir İslâmcılık değil; modernist bir İslâmcılıktır. “Sadr-ı İslâma dönmek” yani İslâmiyet’i temel ve asli özellikleri ile yeniden ortaya koyarak, Kur’an’dan ve Asr-ı saadet’ten ilham alarak bugüne seslenmek, hakikatin üzerinde dine bulaştırılmış bid’at ve hurafeleri temizlemektir. Bunları reform, değiştirme gibi hareketlere ihtiyaç duymadan yapmaktır. Akif, bu düşüncesi ile diğerlerine benzemeyen bir tezi gündeme getirmiştir. Bu görüş, din konusunda tavır sergileyen hiç kimsenin ve topluluğun 32 33 34 Mehmet Akif, 1018 mısradan oluşan tek bir şiir olan Süleymaniye Kürsüsünde şiirini ‘kardeşim’ dediği arkadaşı Fatin Hoca’ya (Fatin Gökmen) ithaf etmiştir. Akademisyen ve yazar Nuri Sağlam tarafından yapılan, Mehmed Akif ve II. Meşrutiyet tarihine dair “yeniden yorumlanmasını gerekli kılacak araştırma” olarak takdim edilen çalışmasında, II. Abdülhamid'in hal' fetvasını bizzat Mehmet Akif'in yazdığı ve dolayısıyla İttihat-Terakki Cemiyeti ile Akif'in ilişkisinin Teşkilat-ı Mahsusa ile sınırlı kalmayıp II. Meşrutiyetten önceye dayandığı iddialarında bulunmaktadır. Bu iddiaları destekleyecek, doğrulayacak veriler veya ifadeler başka yazarlarca kullanılmadığı için burada bir yeni iddia olarak kısaca zikredilmiştir. Bkz. Zaman Gazetesi, II. Abdülhamid'in hal' fetvasını Akif mi yazdı?, 01-11-2009. Sırat-ı Müstakim Eşref Edip ve Ebulula Mardin ortaklığında, Akif’in başyazarlığında 1908’de çıkmaya başlamış; 1912 yılında Mardin’in ayrılmasıyla birlikte Eşref Edip derginin adını Sebilürreşad’a çevirmiştir. Akif’in bu dergi ile ilişkisi kapatıldığı 5 Mart 1925 yılına kadar aralıksız sürmüştür. Bu konuda ciddi bir inceleme olarak bkz: Hasan Duman; Mehmet Akif ve Bir Mecmuanın Anatomisi, Millî Kültür Dergisi, Aralık 1986, S:55, sf. 78-95. fikriyle örtüşmüyordu. Ayrıca, Akif’in medreseleri ve devrin din âlimi olarak bilinen kişilerini eleştirmesi, yedi yüz yıl önce yazılmış eserlerin bugünün ihtiyacına cevap veremeyeceği şeklindeki görüşleri de eklenince onu “reformist”likle suçlayan kimi aydınlar da olmuştur (Şeker, 2009: 454). Akif’in İslâmcılık anlayışının gelişmesinde iki önemli ismin etkisi büyüktür: Cemalettin Afganî35 ve Muhammed Abduh36. Türkiye’de Afganî ve Abduh’un bir anlamda mütercimi gibi çalışan Akif’in, dinî metinleri yorumlarken sıklıkla sosyolojik tahlillere müracaat etmesi mezkûr ekolün iki isminden güçlü bir şekilde etkilendiğini göstermektedir (İdben, 2009: 283). Akif’in “Mısır’ın muhteşem üstadı” olarak tanımladığı ve övdüğü Abduh’da İslâm Birliği mefkuresinin esasları şu şekildedir: İslâm dininde, bu dinin menşeindeki orijinal şartlarına dönerek bir reform yapmak, Arap dilinin yenileştirilmesi, hükümete karşı halkın haklarının tespiti, Batı medeniyet âlemine karşı İslâm ülkelerinin birleştirilmesidir (Tansel, 1991: 55). Mehmet Akif’in, Asr-ı saadet’e, İslâm’ın klasik çağına dönüş arzusu, düşüncelerinden etkilendiği Cemaleddin Afganî ve Muhammed Abduh’taki gibi, o zamanın koşullarına dönmeyi değil, o zamanın ruhunu kavramayı salık verir. Bu ruh, İslâm’ın ana yola çıkarak, çağın bilimsel gerçeklerini kavrayıp, o İslâmî esini çağa taşımak olarak kendini göstermektedir. Yani, “Kur’an’dan alarak ilhamı, asrın idrakine söyletmeliyiz İslâm’ı”. Akif’in ruhta, İslâm’ın uygarlık yaratan yüzünü ön plana çıkarıp Batı uygarlığının bilimsel başarılarıyla onu birleştirme anlayışı İslâm modernizminde sık sık karşılaşılan bir söylem türüdür (Aydın, 2009: 328). Kısacası, Akif’in İslâmcılık anlayışı, İslâm’ın kaynağından doğru bir şekilde öğrenilmesi ve öğrenilenin de süratle hayata geçirilmesinin sağlanmasıdır. Keza, Akif’e göre İslâm, Osmanlı Müslüman toplumunun öz düşüncesiydi. Diğer fikir akımları olan, Türkçülük ve Batıcılık gibi çıkış noktası Batılı bir fikir değildi. Osmanlı devletinin gerilemesi ve Osmanlı toplumunun çağa ayak uyduramamasının nedeni hem halkın hem de aydınların dini doğru anlatacak kaynaklardan kopmalarıyla ortaya çıkmıştı. Bilindiği üzere, Mehmet Akif’in doğup büyüdüğü dönem II. Abdülhamit’in tahtta olduğu dönemdir ve bu dönemin en önemli devlet politikası da zaten İslâmcılık olmuştur (Şeker; 2009: 454). Banarlı’da Akif’in İslâmcılık yönünü değerlendirirken şunları kaydeder: “Kuvvetli bir dinî terbiye gören, İstanbul’un Fâtih semti gibi, o 35 36 Cemalettin Afganî (1838, ?-1897 İstanbul), Afganistan doğumlu, modern İslâmcı, bilgin, politikacı ve gazeteci. Bir süre Afganistan’da başvezirlik yaptı. İstanbul, Mısır, Hindistan, ABD, İngiltere, Fransa ve Rusya’da bulundu. Düşünceleri yüzünden birçok ülkede barınamadı. İngiliz sömürgeciliğine karşıydı. 1882′de Abdülhamit’in çağrısıyla İstanbul’a geldi ve ölünceye kadar İstanbul’da kaldı. İslâm dünyasının halife çevresinde birleşip emperyalist baskılardan kurtulabileceği görüşündeydi. Başlıca eserleri “Tetimmet-ül Beyan”, “Makalatı Cemaliye”dir. Muhammed Abduh, 1849 yılında Mısır’da doğmuştur. Babası Abduh Hayrullah olup bir Türkmen ailesine bağlıdır. 1872’de Mısır’a gelmiş olan Afgânî ile tanışmış onun sohbetlerinden istifade etmiştir. Serbest düşüncesi ve yeni fikirleriyle tanınan Abduh gazetelerde içtimaî ahlâkî konularda yazmaya başlamıştır. 1882 yılında başlayan Arabi ayaklanmasının bastırılması sonucu İngilizler tarafından üç yıl Beyrut’a sürülmüştür. Abduh, bu isyandan sonra Paris’e giderek üstadı Afganî ile bir araya gelmiş ve Urvetü’l-Vüskâ adlı bir dernek kurmuş ve aynı adda bir dergi çıkararak derneğin fikirlerini yaymışlardır. Daha sonra mali imkânsızlık sebebiyle gazete kapatılmak zorunda kalınmış, Afganî İran’a ve Abduh’ta Beyrut’a dönmüştür. 1885’te Beyrut’a geldikten sonra siyasetten el çekmiştir. Orada bilim ve eğitimle meşgul olarak yaşamıştır. Beyrut’ta camii dersleri yanında, Sultaniye Mektebinde de ders vermiştir. Beyrut’taki ilmî çalışmaları sırasında din derslerini Risâletü’t-Tevhîd adıyla yayınlamış ve Şerif Radiyyî’nin Nehcü’l-Belağa’sını şerh etmiştir. Hayatının son dönemlerinde Mısır müftüsü iken, kendi tabiriyle “hastalar yuvası” olan Ezher’i ıslah etmeye uğraştı. 56 yaşında iken İskenderiye’de 1905 yılında vefat etmiştir. zamanın en millî ve muhafazakâr bir semtinde, temiz bir Türk-Osmanlı ailesinin çocuğu olarak yetişen Akif'in, bu ilk muhitinden aldığı sağlam terbiye, şairin mektep hayatiyle bütünlenerek, ona bütün hayatınca yurdunun, Müslümanlığın ve insanlığın iyiliği için çalışan bir büyük insan siması verdi. Akif, -kalben Türk milletinin siyasî ve idarî iktidarı altında yücelmesini istediği- büyük bir İslâm birliği için çalışıyor, bu samimî ideal ona hem Türkiye’yi, hem de İslâm dünyasını kurtarıp yaşatacak tek çare gibi görünüyordu.”(1979:, C:II. ). 1. II. Meşrutiyetin İlânı ve Mehmet Akif Bey İstibdad yönetimine karşı, gizli bir ihtilalci örgüt şeklinde çalışan İttihat ve Terakki Cemiyeti, 1908'de II. Meşrutiyet’in ilânından sonra açıktan üye kaydına başlamıştı. Bu cemiyet memlekete bir Hürriyet-i Meşrua (şeraite uygun hürriyet) getireceğini, felakette olan vatanı kurtaracağını; orduyu, yönetimi, eğitimi ve medreseleri ıslah edeceğini vaat ediyordu. Ülkenin çok kötü olan durumu karşısında, henüz gücü ve kabiliyeti belli olmamakla beraber, hemen hemen bütün aydınlarla birlikte, din âlimleri ve tekke şeyhleri de Cemiyet-i bir ümit olarak görmekte ve desteklemekte idiler. II. Meşrutiyet ilân edildiğinde Akif, Umur-ı Baytariye Dairesi Müdür Muavini idi. Meşrutiyetin ilânından kısa bir süre sonra, (4 gün sonra) rasathane müdürü Fatin Hoca (Gökmen) Akif'i on bir arkadaşı ile birlikte İttihat ve Terakki Cemiyetine üye yaptı. Fakat Akif, cemiyete üye olurken edilmesi gereken yemindeki "Cemiyetin bütün emirlerine, kayıtsız şartsız itaat" ibaresini kabul etmeyerek, "Cemiyetin yalnız doğru bulduğu, makul olan isteklerini yapacağına" yemin etmiştir. İttihat ve Terakki'nin yemini onun için değiştirilmiştir (Kuntay, 1986: 68). Ne var ki, Akif’in İttihat ve Terakki Cemiyeti ile ilişkisi çok uzun sürmemiştir. Bu konuda araştırmacılar arasında genel bir yorum birliği vardır ve kimse Akif’i İttihatçı gibi görmez (Arslanbenzer, 2007: 12). Cemiyette (dernekte) yer alan Akif, İttihat ve Terakki fırkalaştığı (partileştiği) zaman girmez. Sezai Karakoç’un ifadeleriyle, 1908-1918 yılları arası Akif’in “Mütefekkir Akif” dönemi olarak geçer daha çok (Karakoç, 1968: 26). Önce Sırat-ı Müstakim sonra isim değişikliği ile yoluna devam eden Sebilürreşad dergisinde bir yandan şiirleri, makaleleri ile diğer yandan büyük modernist İslâmcılardan çeviriler ile ve verdiği derslerle milleti irşad, ama özellikle de aydınları bilinçlendirme çabası içinde yoğunlaşmıştır. Sırat-ı Müstakim ilk çıktığında büyük ilgi görmüş, neredeyse dergi bütün İslâm âlemine dağıtılmış; Kırım’dan Kazan’a; Balkanlar’dan Hindistan’a kadar bütün Müslümanlar okuyarak, İstanbul’dan haberdar olabilmişlerdir. Sırat-ı Müstakim’de, Eşref Edip’in eserinde zikrettiği isimlerden başka; Ömer Ferid (Kam), Said Halim Paşa, M. Şemseddin (Günaltay), Bursalı Mehmet Tahir, Ebulûlâ Mardin, Halil Halid, İsmail Hakkı, Midhat Cemal (Kuntay), Muallim Feyzi Bey de yazmıştır. Eşref Edip’e göre Mehmet Akif, siyasi mücadelelere, siyasi dedikodulara karşıdır. Bu gibi hareketler toplumu altüst etmektedir. Onun için Sırat-ı Müstakim’de siyasi didişmelere ve dedikodulara yer verilmez. Eşref Edip, Akif’in “Millet böyle siyaset kavgalarından böyle fayda görmez, daha ziyade tezebzüp ve teşettüte uğrar, Allah bilir ama yakında büyük bir fitne kopacağından korkuyorum.” dediğini nakleder. Nitekim 31 Mart hadisesi yaşanır ve Akif’in korktuğu fitne ortaya çıkar. Meşrutiyetin ilânından hemen sonra yayın hayatına başlayan Sırat-ı Müstakim dergisi gazetenin matbaasını basan isyancılar tarafından tahrip edilmiş, gazetenin dizilen yazıları ise matbaada asiler tarafından çevreye saçılmıştır. 31 Mart’la hürriyet de tehlikeye düşmüştür. Akif, bu yaşanan durumdan çok etkilenir. Ortalık sakinleşince “görünüşte dinî, gerçekte ise siyasi ve irticai olan o hadise-i hile” hakkında Sırat-ı Müstakim de uzun bir makale yayınlamıştır. Bazı Mısır ve Hint basınının yanlış inanç ve değerlendirmelerine karşı da gerçekleri açıklamıştır (aktaran: Karaer, 2009). Mehmet Akif Ersoy Sırat-ı Müstakim’de tercümeler de yaparak yayınlattırıyordu. Bunların başında Cemaleddin Afganî ve Muhammed Abduh’un eserleri geliyordu. Akif; Şeyh Şibli, Ferid Vecdi, Abdülaziz Çaviş gibi çağdaş İslâm düşünürlerinden de çeviriler yaparak yayınlamıştır. Akif, Afganî ve Abduh’dan ve diğerlerinden yaptığı çevirilerin yanında bir de, Said Halim Paşa’nın Fransızca yazdığı “İslâmlaşmak” adlı eserini tercüme ederek Sebilürreşad’da yayınlarken, yine Said Halim Paşa’nın Malta’da kaleme aldığı “İslâm’da Teşkilatı Siyasiye” isimli eserini de Ankara’da tercüme ederek, daha sonra Ankara’ya taşınan Sebilürreşad’da tefrika etmiştir (Çifçigüzeli, 2009: 509). Mehmet Akif’in İttihat ve Terakki ile ilişkisi son derece sınırlı bir çerçevede yürümüş; Cemiyet’in Şehzadebaşı’ndaki İlmiye Kulübü’nde Arapça dersleri vermiştir (Tansel, 199: 55). Bu dönemde Akif’in başta da belirttiğimiz gibi “siyaset hayatı” içinde saydığı diğer önemli görevleri Teşkilat-ı Mahsusa adına irşad amaçlı Berlin, Necid seyahatleridir. I. Dünya Savaşı esnasında Osmanlı’nın müttefiki olan Almanya, Türk milletinin gönlünü hoş etmek maksadıyla Müslüman esirleri el üstünde tutarak, bunlar için bulundukları kamplarda camiler, okullar açıp imamlar, hatipler, vaizler, öğretmenler getirtmiş ve bunları propaganda edebilmek için Türkiye’nin de yakından görmesini istemiştir. Bu amaçla gelen davet üzerine Harbiye Nezareti’ne bağlı Teşkilat-ı Mahsusa da Mehmet Akif’i 1914’de Berlin’e göndermiş (Tansel; 1991:76); Akif, Tunuslu Şeyh Salih ile birlikte farkında olmadan Osmanlı ile savaşan Müslüman esirlerle konuşup onlara yanlış cephede savaştıklarını anlatırken (TBMM; 2004:8), bu dönemde yaşadıklarını, gördüklerini “Berlin Hatıraları” adlı manzumesinde (1914 sonunda başlayan bu geziyi 18 Mart 1915 günü bitirmiştir.) kaleme almış ve bu hatıraları önce Sebilürreşad’da aralıklı zamanlarda tefrika etmiştir. Mehmet Akif Bey, Almanların Wundsdorf’da Müslüman esirler için inşa ettikleri camide çok heyecanlı vaazlar vermiş; plaklara kaydedilen bu vaazlar Müslüman askerlerin bulunduğu cephelerde hoparlörlerle tekrar tekrar dinletilmiştir. Bu vaazları dinleyen askerler arasından fırsatını bulunca saf değiştirenler olmuştur. Akif’in bu konuşmalarının bir kısmı Almanca’ya da çevrilmiş ve Alman gazetelerinde yayınlanmıştır (aktaran: Yıldırım, 2007: 118). Rus ordusundan esir alınan bu askerlerden “Asya Taburu” adı verilen birlikler toplanmış, bu taburlar İngilizlerle çarpışmak üzere Irak Cephesi’ne gönderilmiştir (Kutlu, 2004: 366). Mehmet Akif Bey’in Teşkilat-ı Mahsusa adına yaptığı bir diğer önemli “siyasi görev” ise Necid seyahatidir. Şerif Hüseyin’in kendisini “Arap Memleketleri Kralı” olarak ilân etmesi üzerine İngilizler ve müttefikleri kendisini yalnızca Hicaz kralı olarak tanımışlar (3 Ocak 1917) ancak Necid Kralı İbn-i Reşid, Şerif Hüseyin kuvvetlerine katılmayı reddetmiş ve Osmanlı’ya bağlılığını açıklamıştı, Akif’in görevi ise İbn-i Reşid ile bazı siyasi meseleleri değerlendirmekti (Tansel, 1991: 82). Bu seyahatte Tunuslu Şeyh Salih, Teşkilat-ı Mahsusa Reisi Eşref Sencer Bey, Enver Paşa’nın başyaveri Mümtaz Bey’ler de bulunuyordu (TBMM, 2004: 8). İslâm Birliği idealini yüreğinde yaşayan, yaşatan Akif açısından bu seyahat muazzam bir eserin ortaya çıkmasına vesile olmuş ve “Necid Çöllerinden Medine”ye şiirini kaleme almıştır ve bu şiir ilk olarak 4 Temmuz 1918’de yayınlanmıştır. Necid seyahati esnasında Mehmet Akif Bey’in en büyük endişesi Çanakkale Savaşlarının seyri idi. Uzun yolculukları boyunca her fırsatını buldukça, diğer arkadaşlarına sezdirmeden Eşref Sencer Bey’e: “Müttefikler Çanakkale’ye saldırırlarsa ne olur?” diye sorar, aynı endişeyi duyan Eşref Sencer Bey de Mehmet Akif’e moral verme ihtiyacı hissedermiş: “Merak buyurmayın aziz üstadım, İtalyanlar gibi onları da perişan ederiz.”. Bu sözlerden tatmin olmayan Akif Bey, “Ah ne bileyim bu hınzırlar İtalyanlar’a benzer mi?” Necid seyahati hep bu üzüntü ve tedirginlikle geçen Akif Bey, “Çanakkale direnişinin ilk gününden itibaren Türk ordusunun düşmana çok ağır kayıplar verdirdiği” haberini Eşref Sencer Bey’den aldığında büyük bir mutluluk duyar ve “Çanakkale” şiirini yazmaya başlar (TBMM, 2004: 9). Aslında Mehmet Akif, İslâmcı olduğu kadar o dönemin pek çok aydını gibi milliyetçidir (Kara; 2007:138). Onun vatan ve millet konularındaki bu duyarlılığının birkaç önemli sebebi vardır. Birincisi, o günün şartlarında esaret altında bulunmayan tek İslâm topluluğunun ve ülkesinin Osmanlı İmparatorluğu olması, diğer İslâm toplumlarının sömürge olmaları veya esaret altında bulunmaları; ikincisi İslâm birliği idealinin tahakkuku açısından Türkiye’nin oynayacağı önemli roldür. Ortaylı, Akif’in kelimelerinin tefsirinde özellikle “Hindistan’da İngilizler, en kalabalık nüfusun bulunduğu Endonezya’da Hollandalılar vardı, ve iki okyanusun arasındaki Rusya’da ekserisi Türk halklarından olmak üzere Müslümanların hepsi yapancı bayrak altındaydı. Birinci Dünya Harbi’ne bunlar o yabancı ülkelerin askerleri olarak katılıyordu.” sözleriyle (2004) İslâm âleminin o günkü şartlarını ve Akif’in içinde bulunduğu psikolojiyi anlatır. Kabaklı ise, Akif’in görüşlerinin temelini oluşturan millet ülküsü ve İslâmlık ülküsüne dikkat çekerken, “Çünkü Akif, Türk milletinin öncü ve kurtarıcısı olduğuna inanır ve Türklük yıkılırsa İslâmlık da sönecektir.” derken; Akif’e ümmetçi denilmesini doğru bulmaz ve onun dine bağlı bir milliyetçilik anlayışına sahip olduğunu, sadece ırkçılığa karşı durduğunu belirtir (1985: 116). Yakın arkadaşı Hasan Basri Çantay da yine bu konuya değinirken, Akif’in, İslâm Âlemine bin yıldır hizmet edenin Türk milletinden başka bir millet olmadığını bildiğini ve Türk milletinin başında olduğu Osmanlı devlet şemsiyesinin bütün dünya Müslümanları için gerekli olduğunu düşündüğünü belirterek, “Kendisine ‘Üstad! Seni Türkçü görüyoruz.’ diyenlere ‘Ne zannediyorsun hiçbir kavmin Türk’e baş olmasına tahammül edemem.’ diyordu. O, kavmiyetçi değildi ama onun milliyetçiliği, başında Türk milleti olmak kaydıyla milyonlarca Müslüman’ı ihata etmek şeklindeydi.” (1966: 224) der. Akif, milliyetçilik ile kavmiyetçiliği birbirinden ayırmış, Türklerin başında bulunduğu İslâm ülkesini ve milletini her daim savunmuş; ayrılıkçı akımları körüklediklerini düşündüğü ittihatçılara karşı çok sert eleştiriler yöneltmiştir. Ülkenin parçalanmasının, zaafa uğramasının ve özellikle de Balkan savaşlarının ve Osmanlı’nın Dünya Harbi’ne girişinin müsebbibleri ve sorumluları olarak gördüğü ittihatçıların üç lideri Enver, Talat ve Cemal paşalara karşı da yine şiirleriyle, dizeleriyle, yazılarıyla, konuşmalarıyla çok sert eleştiriler yöneltmiştir. Akif’in ırkçı Arnavutlara ve Arnavut kökenli merhum babasına seslendiği “Fatih Kürsüsünde” adlı şiirinde: “Üç beyinsiz kafanın derdine, üç milyon halk/ Bak nasıl doğranıyor? Kalk, baba, kabrinden kalk!/ Diriler koşmadı imdâdına, sen bâri yetiş.../ Arnavutluk yanıyor... Hem bu sefer pek müdhiş!” Akif Bey’in Necid seyahati esnasında, kendisine Mekke Emiri Şerif Hüseyin Paşa’nın hususi daveti ulaşmış; o da bu davete icabet ederek iki aylığına Lübnan’a giderek Alaiye’de kalmıştır. Mehmet Akif, bu seyahat esnasında yeni kurulan şer-i mahkemelerin Bab-ı Meşihat’tan ayrılmasıyla kurulan Dâr’ül Hikmet-il İslâmiye Cemiyeti’ne37 haberi olmaksızın başkâtip olarak tayin edilmiş ve İstanbul’a dönünce bu görevine başlamıştır. İttihat ve Terakki ile yollarını ittihatçıların benimsediği Türkçülük, Turancılık eksenli siyasete itiraz ettiği için ayıran ve Ziya Gökalp’e de Sebilürreşad’ın bir kısım yazarlarının38 imzasını taşıyan, milliyet-medeniyet tartışmalarını zararlı bulduklarını belirten bir mektup göndererek; tartışma taraflarının bir büyük salonda bir araya gelerek konuşmalarını ve bu konuya nokta koymalarını isteyen ama mektuba cevap alamayan (Edip, 1938: 591), bu nedenle de Ziya Gökalp ile arası açılan Akif’in, (Arslanbenzer; 2007: 14) ittihatçılarla son bir teması olarak yakın dostu Mithat Cemal Kuntay şu anekdotu aktarır: “Akif’in İttihat ve Terakki ile son ve ufak bir teması daha oldu: Ziya Gökalp ile anlaşmasını temin için Akif’i Talat Paşa, Harb-i Umumide bir gün, Babıali’ye davet ediyor. Sadrazamla şairin ne konuştuklarını bilmiyorum. Yalnız bu mülakat bitince Talat Paşa Akif’in arkasından şaşıyordu: Zerre kadar değişmemiş; hâlâ Edirne’de bıraktığım Akif.” (Kuntay; 1990: 71-72.). Mehmet Akif ile Talat Paşa’nın tanışıklığı ve dostlukları Akif’in Edirne’de hükümet baytarı olarak çalıştığı döneme dayanır. Talat Paşa ise o dönemde Edirne’de bir okulda Türkçe öğretmeni idi. Arslanbenzer, Talat Paşa’nın bu konuşmada Akif’ten Ziya Gökalp ile uzlaşmalarını istediğini; Akif’in ise bu isteğe şu cevabı verdiğini kaydetmektedir: “Sen bizi bunun için mi çağırdın? Anlaşmak ne demektir? Bizim şahsi bir gayemiz, emelimiz mi var? Bizi simsar mı zannettin? Teessüf ederim.” (2007: 14). Mehmet Akif’in İttihat ve Terakki yönetimiyle anlaşmazlığı elbette ki, Cemiyet’in benimsediği ideolojik çizgi ile uyuşmamasından neşet etse de, ortalığı kasıp kavuran yokluk, yoksulluk, karaborsacılık, harp zenginlerinin türemesi gibi Akif’in asla tahammül edemeyeceği ahlâkî çözülme ile daha da ileri boyutlara ulaşmıştır. Harp döneminde, bir gün dergi idarehanesinde evden getirdiği kuru fasulyeyi bir arkadaşı ile yerken gelen ve “nazırının yazılarında o kadar ileriye gitmemesi ricasını” ileten Dahiliye Nezareti’nden bir görevliye, “Nazırına söyle kendilerini düzeltsinler, bu gidiş devam ettikçe bizi susturamazlar. Ben fasulye aşı yemeye razı olduktan sonra kimseden korkmam.”(Düzdağ, 1991: XXXV) cevabı 37 38 Dâr’ül Hikmet-il İslâmiye, 25 Ağustos 1918 tarihinde Şeyhülislâmlık dairesine bağlı olarak kurulmuş, “Yüksek İslâm Şurası” benzeri bir dinî teşkilat. Bir başkan, dokuz üye, bir de kâtipten oluşmuş; 1918’den, 1922’ye kadar faaliyette bulunmuştur. Teşkilat bünyesinde her biri üç üyeden oluşan kelâm, fıkıh ve ahlâk komisyonları bulunmaktadır. Teşkilatın görevi; devlet içinde ve İslâm dünyasında ortaya çıkabilecek dinî sorunlara çözüm bulmak, halkı dinî konularda irşattır. Millî Mücadele’nin manevi boyutunun kuvvetlendirilmesinde, yardım ve destek sağlanmasında etkili olduğu söylenebilir. Bkz: Sadık Albayrak, Son Devrin İslâm Akademisi, Dâr’ül Hikmet-il İslâmiye, İstanbul, 1973. Bu mektup dolayısıyla Sırat-ı Müstakim ve Sebilürreşad etrafında toplananlar arasında ikilik çıkmış; bu kimselerden bir kısmı basın özgürlüğünden yararlanarak, İslâm ülkelerinin geriliğinden, Müslümanlığın hurafelerle bozularak tehlikeye düştüğünden bahisle Türk milliyetçiliğini; diğer bir kısmı ise İslâm birliğini tutuyordu. “Milliyetçiler, Müslümanlığın Kur’an bakımından ve sünnet ölçüsü ile yeni baştan gözden geçirilmesi ve Türkçülük cereyanı ile bağdaştırılmasını istiyorlardı.” (A. Adıvar; Tarih Boyunca İlim ve Din, c:II., Remzi Kitabevi Yayını, İstanbul, 1944., sf. 149 vd., aktaran Tansel; 1991:59). Akif’in bu türden telkinlere ve tesirlere kapalı, haksızla uyuşmaz, doğrularını sonuna kadar savunan yapısını ortaya koymaktadır. İttihat ve Terakki yönetimi, her ne kadar böylesine tehdit, tenbih, telkin yöntemleri ile Akif’i susturamamış olsa da, o dönemde de siyasi, ekonomik ve mali kontrol yöntemlerinin medya üzerinde etkisini gösteren bir örnek olarak düşünülecek yöntemlerle Sebilürreşad’ın yayınına ara vermesine yol açacak tedbirler ortaya koymuştur. Mehmet Akif’in Necid seyahatinden dönüşünde yayınlanan Berlin Hatıraları’nın altıncı bölümünün çıktığı 25 Kasım 1915 tarihli 352. sayıdan sonra dergi 11 Mayıs 1916 tarihine kadar “kâğıt kıtlığı ve parasızlıkla” izah edilen sebeplerle yayınını altı ay durdurmuş; mamafih, 26 Ekim 1916 tarihinde 360. sayıdan sonra yine durmuş ve 4 Temmuz 1918’e kadar hiç yayınlanmamıştır. Tekrar çıktığında ise bu kesintinin sebebini açıklamaz iken “tatil olması hasebiyle” çıkamadığı ve “sansürün ilgası üzerine” tekrar yayınlanabildiği yazılmıştır (Düzdağ, 1991: XXXIII). Eşref Edip de bu kapatılma hadisesine 30 Ekim 1924 tarihli Dergi’de değinirken şunları kaydetmektedir: “…(İttihatçıların arasındaki bazı aydınların dinde reform peşinde olduklarını, bunları aralarında yaptıkları toplantılarda konuşup henüz açığa vurmadıklarını yazdıktan sonra) Biz kararlardan daha o vakit haberdar oluyorduk. Fakat bunları mevzu bahs etmenin imkânı var mıydı? O zaman 20. asırda dinden bahs olunamaz esbab-ı mucibesiyle iki sene Sebilürreşad sedd-ü bend edilmişti.” (aktaran: Düzdağ, 1991:XXXV). Bu durum da Akif ile İttihat ve Terakki ilişkilerinin almış olduğu boyutu göstermesi bakımından büyük önem taşımaktadır. İstibdat yönetimine karşı özgürlük yolunda İttihat ve Terakki ile birlikte hareket etmekten çekinmeyen Akif, İttihat ve Terakki’nin yönetim döneminde ne gariptir ki, yine istediği gibi yazma, konuşma özgürlüğünün sınırlanması ile karşı karşıya gelmiştir. İttihat ve Terakki Hükümeti’nin, istibdad döneminden sonra bir umut olarak belirmesine rağmen kısa sürede bu umutları tüketmesine üzülen, baskıcı düşünce ve yönetim şekline muhalif olan Mehmet Akif Bey’in çeşitli resmî görev kabul etmesini, Teşkilat-ı Mahsusa görevlisi olarak Berlin’e ve Necid’e gitmesini, devleti ve hükümeti birbirinden ayrı görebilen vatanseverliğinin bir gereği olarak değerlendirmek lazımdır. Kaldı ki, daha önce de belirtildiği üzere Fırka’ya üye olmadığı gibi, Teşkilat-ı Mahsusa’da fırkanın bir siyasi uzantısı değildi ve Harbiye Nezareti’ne bağlı kamusal bir kuruluş olarak görev yapmaktaydı. 2. Mondros Ateşkes Antlaşması Sonrası Mehmet Akif Bey Mondros Ateşkes Antlaşması (Mondros Mütarekesi), I. Dünya Savaşı sonunda Osmanlı Devleti ile İtilaf Devletleri arasında; İngiltere Devleti temsilcisi Amiral Calthrope ile Osmanlı Devleti temsilcisi Bahriye Nazırı Rauf Bey'in başkanlıklarında süren heyetler arası görüşmelerden sonra Limni adasının Mondros Limanı'nda demirli Agamemnon zırhlısında 30 Ekim 1918 akşamı imzalanmıştır. Mondros hükümleri gerçekte Osmanlı Devleti’ni fiilen ortadan kaldırmakta; bir ateşkesten çok kayıtsız şartsız bir teslim belgesi niteliği taşımaktaydı. Yaklaşık sekiz yıl süren savaştan sonra, Osmanlı Devleti yenilmiş, orduları dağılmış, morali çökmüş, büyük insan kayıplarına uğramış, kaynakları tükenmiş, galiplerin kendisi hakkında vereceği karara boyun eğen bir görünümdeydi. Antlaşma ile birlikte de, Ordu tamamıyla dağılıyor, silah, cephane ve ulaşım yolları ile tüm haberleşme araçları ve liman, tersaneler İtilaf Devletleri'nin denetimine bırakılıyordu. İtilaf Devletleri'ne, 7. maddeye dayanarak, gerekli gördüklerinde ülkenin herhangi bir yerini işgal hakkı tanınıyor, Doğu Anadolu'da bir Ermeni Devleti kurulması için imkân hazırlanıyordu. İtilaf Devletleri, özellikle İngiltere, savaştan yenik çıkmış olan Almanya, Avusturya ve Bulgaristan'a ise Osmanlı Devleti'ne uyguladıkları paylaşma politikasını izlemiyorlardı. Çünkü Almanya, Avusturya ve Bulgaristan'ın topraklarına ateşkes imzaladıkları tarihte İtilaf Devletleri askerleri girmiş; fakat Osmanlı Devleti ateşkes imzaladığı tarihte ülke sınırları içine düşman askeri girememişti. İngiltere’de, Mondros'un imzalanmasından sonra İstanbul işgal edilip, padişah elde edilince Türk Milleti'nin esir olacağına dair bir kanaat vardı. Lloyd George'un planı, Yunanistan'ı yeter derecede güçlendirmek ve Güney Kafkasya'da Rusya ile Osmanlı Devleti arasında kalmış olan hükümetlere yardım edip, Osmanlı Devleti'ni doğudan ve batıdan istila ve baskı altına almaktı. Avrupa'nın “hasta adamı” ölmüş ve mirasını paylaşmak birinci derecede İngiltere'nin sonra Fransa ve diğerlerinin eline kalmıştı. Rusya Bolşevik İhtilali ile birlikte savaştan çekilmiş olduğu için Doğu Sorunu’nu İngiltere ve Fransa diledikleri gibi çözebileceklerdi. Avrupa'yı, millî sınırlara bakmaksızın bölen İtilaf Devletleri Osmanlı Devleti'nin topraklarını yağma edebilecek şekilde ele geçirmişlerdi. Yüz yıllardır güneye inmek isteyen Rusya'nın Balkanlar üzerinden Boğazlara ve Kafkasya üzerinden ise İskenderun ve Basra Körfezlerine ilerleyişinin ve buraları ele geçirmesinin Osmanlı Devleti tarafından durdurulamayacağını gören İngiltere, 1. Dünya Savaşı sonunda, kendi politikasını uygulama imkânı yakaladığından Kafkasya'daki Rus ilerleyişini durdurmak için Ermenistan ve Balkanlar'da ilerleyen Rus tehlikesine karşı da Ege Denizi'ne egemen, Batı Anadolu'yu hatta Kıbrıs'ı da içine alan güçlü bir Yunanistan yaratmak ve İngiltere'nin desteğinde bu devletleri Rusya'ya karşı tampon olarak kullanmak, bu sayede İngiltere'nin sömürge yollarının güvenliğini sağlamak istiyordu. Dolayısıyla Mondros Ateşkes Antlaşması bu politikanın ürünü olarak İngiltere temsilcisi Amiral Calthrope'un adeta dikte ettirdiği şekilde kabul edilmişti. Ülkenin yıllardan beri savaş içinde olmasının yarattığı zafiyetler, büyük toprak kayıpları, insan kayıpları Mehmet Akif Bey gibi, aldığı her nefeste adeta memleketi soluyan bir insan için gerçekten ağır bir atmosfer oluşturuyordu. Bir şeyler yapmak, bu zilletten çıkmak lazımdı. O sırada, ülkenin kurtuluşuna dair birtakım görüşler ileri sürülüyor ve özellikle mandacı, himayeci anlayışlar yüksek sesle konuşup örgütlenip kamuoyunu ikna etmeye uğraşıyorlardı. Mütarekeden sonra yeni bir dönemin başlamasını, İngilizlerin dostluğunun elde edilmesi ile mümkün gören Hürriyet ve İtilâf yandaşı İstanbul basını içindeki Türkçe İstanbul ve Alemdâr gazeteleri yıkıcı bir yayın çizgisi içinde olmuştur. İstanbul’un İttihat ve Terakki yanlısı gazeteleri ise bu dönemde Amerikan Mandasını savunmuşlardır. Üstelik İzmir’in 15 Mayıs 1919’da işgali ile manda tartışmaları artarak devam etmiştir. Mehmet Akif Bey manda ve himaye tartışmalarının gerçekleşeceğine imkân ve ihtimal vermemekle birlikte Anadolu’da başlayan millî mukavemet hareketine zarar vereceği endişesi içinde olmuştur: “...Türklerin 25 asırdan beri istiklâllerini muhafaza etmiş oldukları tarihen müspet bir hakikattir. Hâlbuki Avrupa’da bile mebde-i istiklâli bu kadar eski zamandan başlayan bir millet yoktur. Türk için istiklâlsiz hayat müstahîldir. Tarih de gösteriyor ki Türk, istiklâlsiz yaşayamamıştır.” diyecektir (Akandere, 2009: 672). Keza İstanbul’da Mehmet Akif’i haklı çıkaran adımlar atılmaya başlanmış ve bazı İtilâfçı gazeteler Anadolu’da başlayan millî hareketi bir İttihatçı teşebbüsü olarak kamuoyuna tanıtmaya başlamıştır. Bir defasında Sebilürreşad idarehanesinde bir sohbet esnasında orada bulunanlardan birinin “Millî Mücadele hareketinin bir İttihatçılık eseri olduğunu” söylemesine büyük tepki göstermiş ve bu sözü söyleyene dönerek “Hayır; artık buna da İttihatçılık denemez. Bu memleket meselesidir. Buna herkes elbirliği ile sarılmalıdır.” demişti (Fergan, 1938: 675). Mehmet Akif, bu hareketin hiçbir şekilde İttihatçı teşebbüsü olmadığını; herkesin el birliği ile Anadolu’da filizlenmeye başlayan mücadeleye destek vermesi gerektiğini düşünmektedir. Enginün, Mehmet Akif’in vatan ve millet sevgisini şu sözlerle aktarır: “Türk Milleti’nin uzun tarihi boyunca, uğrunda savaştığı ve gerektiği zaman canını hiç çekinmeden seve seve feda ettiği bazı ebedî ve kutsal değerleri vardır. Mesela hürriyet ve istiklâl, Türk Milleti’nin en yüce ve en kutsal değerleri arasındadır. Bu değerler hemen beraberinde vatan gibi, bayrak gibi başka değerleri de getirir. Vatan, bir milletin üzerinde yaşadığı ve ecdadımızdan kan ve can pahasına bize miras kalan mukaddes bir toprak parçasıdır. Bundan dolayı vatan, millet unsurundan asla ayrı düşünülemez. Vatan bir coğrafya, millet ise bir insan topluluğudur. Bir milleti millet hâline getiren de, hürriyet ve istiklâl gibi; hak, hukuk, dil ve din gibi bazı mukaddes değerlerdir. İşte bu ebedî değerlerin başında gelen vatan tehlikeye düştüğü anda, millet olabilme şuuruna erişmiş ve vatanını seven her insan, vatanını kurtarmak için varını yoğunu, hatta en kıymetli varlığı olan canını bile feda etmeye hazır olmalıdır.”(1987: 2). 1919 yılında İstanbul’da yaşayan her Müslüman Türk gibi Mehmet Akif Bey de büyük bir üzüntü, ıstırap içindeydi. Mondros Ateşkes Antlaşması gerekçe gösterilerek ülkenin çeşitli bölgelerinde başlayan işgaller üzerine Sebilürreşad bütün yazıları ile halka sabır, ümit ve cesaret aşılama çabası içine girmişti. Hatta öyle ki, derginin bazı yazılarının işgal kuvvetlerince yapılan sansürden geçmemesi dolayısıyla yarı yarıya boş çıktığı görülüyordu (Düzdag, 1991:XXXVIII). Akif’in çok sevdiği Said Halim Paşa’nın da aralarında bulunduğu pek çok eski bakan, devlet adamı, subay “savaş ve tehcir suçlusu” olarak tutuklanmış; örfi idare Divan-ı Harbı’nde idamla yargılanmışlar ve Malta adasına sürülmüşlerdi. İstanbul’un İtilaf Devletleri tarafından resmen işgal edildiği 16 Mart 1920 günü ve sonrası günlerde gerçekleşen olayları izlerken büyük bir üzüntü duyan Mehmet Akif Bey, bazı kişilerin Anadolu’da başlamış olan Millî Mücadele’ye saldırmalarına da hiç tahammül edemiyor ve bu kanaatte olanlara ciddi tepkiler duyuyordu. Türk vatanının işgalcilerin elinde olmasına Akif’in teessürünü şu dizelerinde görmek mümkündür: “Ah! Karşımda vatan namına bir kabristan yatıyor şimdi!/ Nasıl yerlere geçmez insan/ Şu mezarlık ki uzanmış gidiyor, ey yolcu!/ Nerede başladı yükselmeye, bak, nerde ucu,/ Bu hicran-ı müebbed, bu ne hüsran-ı mübin…/ Ezilir ruh-ı sema, parçalanır kalb-i zemin” dizelerinde bu sıkıntılar vardır (Kısıklı, 2009: 203). Mehmet Akif Bey, Mondros Ateşkes Antlaşması ile dayatılan bu çok ağır şartlardan kurtulup ülkenin bağımsız, milletin özgür olabilmesi için bir kıvılcımın yeterli olacağına inanıyordu. Akif”in beklediği bu kıvılcım ülkenin her yerinde işgallerle ve ilhaklara karşı kurulan Müdafa-i Hukuk ve Muhafaza-i Hukuk cemiyetleri ile ortaya konulmuş; Batı Trakya’da,Batı Anadolu’da, Doğu Karadeniz’de ve Doğu Anadolu’da peşpeşe millî mücadele örgütlenmeleri kurulmaya başlamış; Kemal Paşa’nın Anadolu’ya geçmesiyle birlikte adeta bu kıvılcımlar bir kor ateşe dönüşmüş; Türkiye’nin her yanında şuurlu bir millî uyanış ve özgürlük heyecanı başlamıştı. Vatansever bir Müslüman olan Akif, bu zilletten çıkışta yine herkesin üzerine düşeni yapmasını zaruri görmekte, o günlerde kamuoyunda hissedilen karamsarlığı içine sindirememekte, ümitsizliğin İslâmda hiçbir şekilde yeri olmadığını ifadeyle: “Hayata atılan insanın karşısına çıkacak ilk engel ümitsizliktir. Bu bakımdan başarılı bir hayat için lazım olan ilk ve en mühim unsur da ümittir. İnsana muhtaç olduğu ümidi, en güzel şekilde temin eden imandır, İslâm imanıdır. Öyle ise imanlı insan ümitsizliğe düşmemelidir.” demektedir. Ayrıca Mehmet Akif, ümitsizliğin toplumda telafisi mümkün olmayan bir çözülme yaratabileceğinden de endişe etmektedir. “Korkaklar utanç içinde ölürler.” diyen Mehmet Akif, “Başınıza gelen her kötülükten ders alınız. Nefsinizi terbiye ediniz. Her kötülük bir hatanın sonucudur… İyi biliniz ki, düşmanlarla mücadelede korkak davranmak ve teslimiyeti kabul etmek, utanç içinde ölmek demektir. Saldıranın, saldırısından kendisini korunmayı başaranın hayatı aziz ve değerlidir. Bu nedenle millî ve dinî birliğinizi korumakta asla kusur etmeyiniz.” demektedir. Ülkenin kurtuluşu için tek çıkar yolun; ümitsizlikten kurtulup, Millî Mücadele’ye yönelmek olduğunu gören Mehmet Akif, “Ey Müslümanlar! Sizde ruhtan, histen eser yok mu? Ne zamana kadar bu aşağılanmaya tahammül edeceksiniz? O aşağılayıcı hayat, sahibini dünyada sefil, ahirette rezil eder. İman demek, taarruza, tecavüze, hakarete tahammül etmek, din düşmanlarının ezici baskısına boyun eğmek değildir. İman demek onurla yaşamak, onurla ölmek demektir” sözleriyle, Anadolu’da başlayan Mustafa Kemal Paşa önderliğindeki Millî Mücadele hareketini desteklediğini açıkça ortaya koymaktadır (Kısıklı, 2009: 204-205). Mehmet Akif Bey 1920 Ocak ayında39 yakın dostu Hasan Basri Çantay’ın daveti üzerine Millî Mücadele’nin başladığı şehirlerden biri olan Balıkesir’e gelerek burada 23 Ocak 1920 Cuma günü Zağanos Paşa Camii’nde çok bilinen vaazını vermiş ve milleti Millî Mücadele’ye destek istemiştir. Mehmet Akif’in Balıkesir ziyareti, haftada bir defa yayınlanan vilayetin resmî gazetesi Karesi’nin 26 Ocak 1920 tarihli nüshasında “teşrif” başlığı adı altında kısa bir haber olarak yer almıştır: “Sebilü’r-Reşat Ceride-i İslâmiyesi muharriri Dârü’l Hikmeti’l- İslâmiye azasından Mehmet Akif Bey Efendi hazretleriyle Sebilü’r- Reşat müdür ve sahibi Eşref Edib Bey şehrimize teşrif buyurmuşlardır.”(Yiğit; 2009:836). Aynı günlerde İzmir’e Doğru Gazetesi, ziyarete geniş yer ayırmış ve Akif’in gelişini, konuşmasını, temaslarını mufassal olarak vermiştir. Akif’i Balıkesir’e davet eden Hasan Basri Çantay da bölgede “Ses” adıyla bir gazete çıkarıyordu. Fakat Akif’in geldiği tarihte bu gazete İngiltere’nin baskısıyla İstanbul Hükümeti tarafından 13 Mart 1919 tarihinde kapatılmıştı. 39 Bu konuda birçok kaynakta 1920 Şubat ayının ilk haftası olarak kayıt düşülmekle birlikte, bu konuda ciddi araştırmalardan birini yapan Yücel Yiğit dönemin Balıkesir basınını ve resmî kayıtlarını incelemesiyle ulaştığı bilgilerden 20-21 Ocak 1920 tarihlerinde bu ziyaretin gerçekleştiği iddiasını ileri sürmektedir. (Bkz: Yücel Yiğit; İki hatip Bir Kent: Mustafa Kemal Paşa ve Mehmet Akif Balıkesir’de; I. Uluslararası Mehmet Akif Ersoy Sempozyumu, Burdur Mehmet Akif Ersoy Üniversitesi Yayını, 2009. sf:835). Çantay, o günleri şöyle anlatmaktadır: “Yunanlıların İzmir’imizi işgalini müteakip Balıkesir’de başlayan millî hareketlerde de Akif’i yanımızda bulduk. O zaman Akif İstanbul hükümetinin Darülhikme a’zasından idi. O, millî hareketi duyar duymaz Balıkesir’e koşmuş, (Zağnos Mehmed) Paşa Camiinin kürsüsünde verdiği celadetli hitabesinde ‘Ey Balıkesirliler, güzel yurdunuzu çiğnetmeyiniz, müdafaanız meşru’dur, sebat ediniz, yürüyünüz….’ demiştir. Bu hitabenin memlekette yaptığı te’sir pek büyüktür. O zaman -hatırımda kaldığına göre (İzmir’e Doğru) gazetesinde de aynen intişar eden hitabe yüzünden- Akif, İstanbul hükümetince me’muriyetten azledilmişti…” (1966: 23). Erişirgil de, Eşref Edip’ten naklen bu ziyareti anlatırken şunları söyler: “Bir gün Sebilürreşad Mecmuası idarehanesine geldi. Çok heyecanlıydı. Yanına gelen Eşref Edip’e: Haydı hazırlan, demişti gidiyoruz. Eşref Edip: nereye? diye sorunca top ve tüfeğin patladığı yere, artık burada duramıyorum, diye cevap verdi.”(1986: 335). Eşref Edip de bu olayı şu şekilde anlatır: “ …Bütün fikirler hercü merc olmuştu. Türlü türlü cereyanlar ortalığı kaplamış, hele İzmir’in işgali (15 Mayıs 1919) büsbütün ye’si attırmıştı. Bütün ümitsizlikler içinde üstad bir an füture düşmedi. O, bu milletin istiklâlsiz kalacağını hatırına bile getirmiyordu. Ayvalık’ta, Karesi’de başlayan harekatı milliyenin mutlaka büyüyeceğine, bütün memlekete yayılacağına imanı vardı. O taraflarda bir avuç kahramanın müdafaası, bu güzel topraklar için canlarını siper etmesi üstad üzerinde büyük tesir husule getirmişti. Bir gün baktım, idarehaneye çok heyecanlı geldi:- Haydi hazırlan, gidiyoruz, dedi. Nereye? - Harekatı milliyenin başladığı cepheye. Artık burada duramıyorum. Ferdası (ertesi günü) hareket ettik. Balıkesir’e gelip de oradaki Millî Müdafaayı görünce üstad çok heyecana geldi. - Zafer yolu bu yoldur, dedi. Üstadı aralarında gören Balıkesirliler çok sevindiler, halk Zağanos Paşa Camii’ne toplandı. Öyle cemaat doldu ki ayakta duracak yer kalmadı. Herkes üstadı dinlemek istiyordu….” (1938: 51-53) Mehmet Akif’in Bey’in şehirlerine geldiğini haber alan Balıkesirliler, Zağanos Paşa Camiine adeta akın ederek, ondan bir konuşma yapmasını istediler. Bu talebi kıramayan Mehmet Akif, 23 Ocak 1920 tarihinde Cuma namazından sonra Zağanos Paşa Camii’nde halka bir vaaz verdi. Millî Mücadele tarihimiz bakımından kamuoyu oluşmasında büyük bir katkısı bulunan bu konuşmasına 30 Ekim 1918 tarihinde İstanbul’da yazdığı “Alınlar Terlemeli” şiiriyle başlayan Mehmet Akif Bey, sürekli birlik ve beraberlik üzerinde durup, mücadelenin Allah’ın rızası için, milletin selameti için olduğunu söyleyerek, adeta bu büyük kalabalığı coşturdu. Halktan büyük bir kısmı ağlamaya başladı. Mehmet Akif, bu vaazdan sonra birkaç gün daha Balıkesir’de kalarak Hasan Basri Bey’in misafir olmuş ve Balıkesir’deki okulları, Millî Mücadele’ye destek verenleri ve şehrin ileri gelenlerini ziyaret etmiştir. Balıkesir’den dönüş tarihi kesin olarak belirlenemeyen Mehmet Akif, Balıkesir’e gitmek için kâtibi bulunduğu Dârü’l Hikmeti’l- İslâmiye’den izin almadığı gerekçesiyle ama gerçekte Kuvâ-yi Milliye’yi öven, destekleyen vaaz ve sözleri sebebiyle Damat Ferit Hükümeti tarafından 3 Mayıs 1920 tarihinde görevinden alındı (Yiğit, 2009: 837). 3. Millî Mücadele Dönemi ve Burdur Mebusu Mehmet Akif Bey Mustafa Kemal Paşa 19 Mayıs 1919 tarihinde Samsun’a çıktıktan sonra 2122 Haziran 1919 tarihinde Amasya Genelgesi’ni yayınlayarak, vatanın ve milletin tehlikede olduğunu, İstanbul Hükümeti ve Padişahın elinin kolunun bağlı bulunduğunu, bu tehdit ve tehlikeden ancak milletin azim ve kararlılığı ile kurtulunabileceğini belirtmiş; 23 Temmuz 1919 tarihinde Erzurum Kongresi’ni toplamış, 4 Eylül 1919’da ise Sivas Kongresi’ni gerçekleştirmiştir. Bu gelişmelerin İstanbul Hükümeti’ni ve işgalci İtilaf Devletlerini rahatsız ettiği muhakkaktır. Zira Mustafa Kemal ve arkadaşları hakkında tutuklama kararı çıkarılmış; kongreler yasak edilmiştir. 16 Mart 1920 günü ise İstanbul’da son Osmanlı Meclis-i Mebusan basılarak dağıtılmış; İstanbul’da millî mücadele taraftarları için hayat artık neredeyse imkânsız hâle gelmiştir. Diğer yandan Millî Mücadele’nin Anadolu’da gördüğü desteği kırmak, Mustafa Kemal ve arkadaşlarını halktan koparmak için bir yandan ittihatçılık suçlamaları, diğer yandan dinsizlik ithamları ile kara propaganda faaliyetleri sürdürülmüş; 11 Nisan 1920 günü İstanbul Hükümeti Şeyhülislâm Dürri Zade imzasıyla bir fetva yayınlamış, bu fetva ile Mustafa Kemal ve arkadaşlarının halifesultana karşı isyan ettikleri kamuoyuna duyurulmuştur. BMM (Büyük Millet Meclisi)’nin açılışına kadar görev yapan Heyet-i Temsiliye Dürri Zade’nin bu fetvasına karşı hemen Ankara Müftüsü Rıfat (Börekçi) Efendi'nin 22 Nisan 1920 tarihinde yayınlanan fetvası ile karşılık verdi.40 Bu fetvanın 5.maddesinde "Bu suretle aslında (Halife-Sultan) istemediği hâlde düşman devletlerinin zoru ve kandırılması ile, olaylara ve gerçeğe uymayarak çıkarılan fetvalar Müslümanlar için şeriatçe dinlenmemesi" gerektiği belirtildi (Semiz, www…). Hatta Anadolu’da başlatılan millî duruşa karşı bu türden iddialardan ötürü, Sivas Kongresi’nin açılışı esnasında katılan delegelerin yeminleri de sorun olmuş; delegeler “İttihatçılık/ fırkacılık (particilik) yapmayacaklarına, sadece vatanın ve milletin kurtuluşu için çalışacaklarına” dair, yemin etmek zorunda kalmışlardır. Uzun tartışmalar ve alt komisyon çalışmaları neticesinde üzerinde uzlaşılan yemin metni şöyledir: “Saadet ve selâmet-i vatan ve milletten başka kongrede hiç bir maksad-ı şahsî takip etmeyeceğime; vatanın bugün duçar olduğu mesâib ve felaketin müsebbibi bulunan İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin ihyasına çalışmayacağıma ve mevcut fırak-ı siyasiyeden hiç birisinin âmâl-i siyasiyesine hadim olmayacağıma vallahi, billahi." (İğdemir, 1969: 5-22). Tam da bu günlerde, Mustafa Kemal Paşa da Ankara’da 66 ilden seçilip gelen milletvekilleri ile birlikte, Son Meclis-i Mebusan üyelerinden Ankara’ya gelebilenlerin katılımıyla 23 Nisan 1920 günü açılan Büyük Millet Meclisi’nin açılışını gerçekleştirmiş ve Meclis’in açılış beyannamesinde, birlik ve beraberlik ruhunu öne çıkarmıştır. Mehmet Akif Ersoy’un İstanbul’dan Ankara’ya geçme kararında kuşkusuz ki, Balıkesir ziyareti ve Zağanos Paşa Camii’ndeki vaazı neticesinde resmî vazifesinden çıkarılması, özgürlüğünün tehdit altında olması gibi hususlar etkili olduğu gibi, Büyük Millet Meclisi’nin açılış beyannamesindeki millî birlik ve 40 Bu fetva 22 Nisan 1920 (02 Şaban 1338) günü Sivas'ta çıkan "Irade-i Milliye" gazetesinde yayınlandı. Ayrıca bak. Uluğ, A.g.e., s.203-207. Fetvanın altında birçok il ve ilçe müftüsü ile din adamlarının imzası vardır. beraberlik ruhu vurgusunun da etkisi vardır. Ancak tam o günlerde Anadolu’dan bizzat Mustafa Kemal Paşa’dan Akif’in Millî Mücadele’ye katılması yolunda bir de davet vardır. Kimliği hatırlanmayan, yürüyüşünden asker olduğu yolunda bir kanaat oluşturan bir zat/ bir subay ile Çengelköy’deki evinde yarım saat konuşan Mehmet Akif’in önce düşünceli bir hâl aldığı akabinde, konuyu sadece damadı Ömer Rıza Doğrul ve yakın arkadaşı Eşref Edip ile paylaştığı ve onlara “Artık burada duracak zaman değildir. Gidip çalışmak lazım. Bizim tarafımızdan halkın aydınlatılmasına ihtiyaç varmış. Çağırıyorlar… Mutlaka gitmeliyiz. Ben yarın Ankara’ya hareket ediyorum. Hiç kimsenin haberi olmasın. Sen de idarehanenin işlerini derle topla, Sebilürreşad klişesini al, arkamdan gel. Şeyhülislâmlık makamındakilerle de görüş, harekât-ı milliye aleyhinde bir harekette bulunmasınlar.” (Edip, 1938: 139) dediği bilinir. Eşref Edip, daha sonraki yıllarda; Atatürk’ün isteğiyle İstanbul’a gelen o günlerde Trabzon mebusu seçilmiş bulunan Ali Şükrü Bey’in millî hareketin manevi cephesini kuvvetlendirmek amacıyla Mehmet Akif’i Ankara’ya davet ettiğini doğrulamıştır. Akif de Sebilürreşad’da “Bu gün icma-ı ümmet Anadolu’dadır.” diyerek zaten tüm varlığıyla Anadolu’daki Millî Mücadele’den yana tavrını koymuştur (Uçman, 1986: 51). Haklarında halife sultana isyan ettikleri gerekçesiyle idam fetvası çıkarılan, tutuklanmaları konusunda bütün vilayetlere emirnameler gönderilen Mustafa Kemal ve arkadaşları hakkında çıkarılan çeşitli dedikoduların, ittihatçı ve dine karşı suçlamalarının Millî Mücadele’yi zaafa düşürebileceği endişesi zaten Mehmet Akif Bey tarafından da paylaşıldığı için her ortamda bunların telaffuzuna dahi karşı çıkmış; böyle bir davetin millî mücadelenin manevi yönünü kuvvetlendirmesi gerekçesine dayandırılması Anadolu’da yapacağı çok iş olduğu noktasında bir duygunun kendisinde de gelişmesine elbette ki etkili olmuştur. Mehmet Akif, Anadolu’ya Üsküdar semtindeki Özbekler Tekkesi üzerinden geçtiği bilinir. Özbekler Tekkesi, İstanbul’un işgal edildiği günlerde Millî Mücadele’ye katılmak isteyen gönüllülerin Anadolu’ya geçirilmesinde önemli bir merkez olmuştur. Mehmet Akif, tekkenin Millî Mücadele’ye taraftar şeyhi Ata Efendi ile 1920 Nisan’ında buluşmuş; bu sırada İtalyan polisi ve birkaç İngiliz subayı tarafından tekke basılmış, ancak şeyhin aldığı tedbirler sayesinde kimse yakalanmamıştır. Tekkeden ayrılan Mehmet Akif, aileden bir hatıra olarak yanına aldığı oğlu Emin ve yol arkadaşı Ali Şükrü Bey ile Üsküdar Karacaahmet Mezarlığı’nda buluştuktan sonra Anadolu’ya hareket etmiştir. Mehmet Akif, kendisine Çal köyüne kadar eşlik eden Şeyh Ata Efendi’ye dönerek: “Ne mutlu sana şeyhim… Kurtuluş savaşçılarına yaptığın bu büyük hizmet inan ki, hiçbir zaman unutulmayacak ve milleti istiklâle kavuşturacak yıldızlar arasında adın daima hürmetle anılacak. Bu mazhariyetine ve seni bekleyen şerefli istikbaline imreniyorum.” (Kısıklı, 2009: 206) demiştir. Mehmet Akif’in beraberinde Anadolu’ya götürdüğü oğlu Emin Ersoy ise yıllar sonra bu seyahati anlatırken: “Bir Nisan sabahı babam beni pek erken uyandırdı. Kalabalık olan evimizde bir fevkaladelik, garip bir heyecan vardı… Çabucak hazırlandık.(…) Kısıklı üzerinden derhâl hareket ettik. Fayton ikindiye kadar bizi Alemdağ arkalarında bir çiftliğe götürdü. O günlerde bizim geçtiğimiz yollar pek tehlikeliydi. İşgal ordularına hizmet etmeyi kabul eden bazı vatansızlar yolları kesiyor, Millî Mücadele’ye menfaat temin edebilecek herhangi bir teşebbüse mani olmaya ellerinden geldiği kadar gayret ediyorlardı. Çiftlikte silahlı insanlar dikkatimi çekti. (…) Geceyi o civar köylerinin birinde köy muhtarının misafiri olarak geçirdik. Ertesi gün sabah erken hareket ettik. O gün bütün gün yol aldık. İzmit ile Adapazarı arasında bir köye geldik. Orada Kuva-yı Milliye’ye cephane götüren kalabalık bir kafileye rastladık ve onlara katıldık… Kafilemiz Geyve Boğazı’na yaklaşırken bir köyde konakladık ve orada Kuşçubaşı’nın oğlu Eşref Bey ile birleştik. Tehlikeli mıntıka geçildikten sonra biz (Mehmet Akif, ben, Ali Şükrü Bey, Eşref Bey, Binbaşı Şükrü Bey) kafileden ayrıldık, tren yolu üzerinden dekovil ile Eskişehir’e geldik… Atatürk Ankara’daydı. Millet Meclisi yeni teşekkül etmişti. Gazi ile babamın ilk görüşmelerini bugünkü gibi hatırlarım.” (Emin Ersoy’dan aktaran: Kısıklı, 2009: 207) der. Emin Ersoy’un hatırladığı bu ilk karşılaşma, görüşme Ankara’ya geldiği ilk gün olan 24 Nisan 1920 günü gerçekleşmiş; Mustafa Kemal Paşa, Mehmet Akif Bey’e hitaben: “Tren öğleye doğru Ankara’ya vasıl oldu. Ali Şükrü Bey, peder ve ben yaylı bir arabadan Millet Meclisinin önünde indik. Babam bana sen burada otur diyerek, Meclisin bahçesini gösteriyordu. İşte o sırada Gazi başındaki siyah kalpağı ile gözüktü. Yanında Erzurum mebusu Gözübüyük zade Ziya Hoca var idi, daha tanımadığım iki üç kişi var idi. Evvela Ali Şükrü Bey’in elini sıkarak hoş geldiniz diyen Atatürk oldu; bilahare şaire iltifat etti.”- sizi bekliyorum efendim, tam zamanında geldiniz, şimdi görüşme kabil olmayacak ben size gelirim.”(Akandere, 2009: 674) sözleriyle Anadolu’ya gelişinden memnuniyetini belirtmiştir. Gerçekten de Mehmet Akif’in Ankara’ya gelişi başta Mustafa Kemal Paşa olmak üzere, Millî Mücadelenin önderlerinde büyük bir mutluluk yaratmış; özellikle Akif’in İslâmcı yönü öne çıkarılarak, kendisinin Millî Mücadele içinde yer aldığı hususunun halka her türlü vasıta ile duyurulması yoluna gidilmiştir. Akif’in Ankara’ya intikali 28 Nisan 1920 tarihli Hakimiyet-i Milliye gazetesinde şu cümlelerle duyurulmuştur: “Pek hassas ve ulvî İslâm şairi Mehmet Akif Bey dahi İstanbul’dan çıkarak birkaç gün evvel Ankara’ya muvassalat eylemiştir. İlhamât-i şâiranesinin menba-ı asîli bilhassa hakimiyet-i diniyye ve gayret-i vatananiyyesinde olan bu güzide İslâm Şairi, aynı zamanda erbab-ı ilim ve hikmetin en ileri gelenlerinden bir şahsiyet-i mümtazdırlar da. Milletin giriştiği mücadele-i vatanperverâne İslâm şâiri Mehmet Akif Beyin himmet-i hamiyyetkârından pek çok feyiz ve kuvvet alacaktır. Şâir-i hakîm-i İslâm’ın önümüzdeki Cuma günü halka bir mev’ıza irad buyuracağını memnuniyetle haber aldık.”( aktaran: Akandere, 2009: 674). Mehmet Akif Ersoy da kendisiyle yapılan bir söyleşide, Anadolu’ya geçişi ile ilgili olarak: “İstanbul’dan mücadele aleyhine fetva çıktığı gün ayrılmıştım. Üsküdar’dan araba ile şimdi ismini hatırlamadığım bir köye gittik… O zaman Adapazarı’nda karışıklıklar vardı. Kenarından geçtik. Kâh öküz arabalarıyla, kâh beygirlerle Lefke’ye geldik ve trenle Ankara’ya ulaştık. Ankara… Ya Rabbi, ne heyecanlı, helecanlı günler geçirmiştik. Hele Bursa’nın düştüğü gün… Ya Sakarya günleri… Fakat bir gün bile ümidimizi kaybetmedik, asla yeise düşmedik. Zaten başka türlü çalışılabilir miydi? Ne topumuz vardı, ne tüfeğimiz. Fakat imanımız büyüktü.” (Yıldırım, 2007: 154) demektedir. Mehmet Akif Ankara’ya geldikten sonra aslen Burdurlu olan41 Tophane-i Amire Veznedarı Mehmet Emin Bey’in kızı olan eşi İsmet Hanımefendi’nin memleketi olan Burdur’dan Milletvekili seçilmiştir. Ancak Burdur milletvekili seçilmesinde kendisinin bu türden bir ilişkisinin etkisi var mıdır, tam olarak bir şey söylemek durumunda değiliz, fakat; Onun hemen milletvekili seçilmesinde, Burdur Livası BMM azası Miralay İsmail Bey’in istifa etmesi, bu istifanın kabulü ve Mustafa Kemal Paşa’nın Konya 12. Kolordu Komutanı Fahrettin Altay’a çektiği şifre telgrafla onun yerine Mehmet Akif’in milletvekili yapılmasını istemesi rol oynamıştır42. Mehmet Akif’in Burdur milletvekilliği, 5 Haziran 1920 tarihinde Mazbataları İnceleme Komisyonu’ndan gelen sonuçların ilk BMM tarafından kabul edilmesi ile kesinleşmiştir. Meclisin 3 Temmuz 1920 tarihli oturumunda Mehmet Akif’in Burdur’dan sonra, Biga’dan da milletvekili seçildiği anlaşılmış, 14 Temmuz 1920 günü Meclis Başkanlığı Mehmet Akif’e bir yazı yazarak, Burdur ya da Biga Milletvekilliklerinden birisini tercih etmesi istenmiştir. Mehmet Akif tercihini Burdur’dan yana kullandığı hususunda Meclis Başkanlığına gönderdiği cevabi yazının43 sonucunu almadan, 15 Temmuz 1920 günü mecliste bazı milletvekilleri ile birlikte yemin etmiştir. Mehmet Akif Bey’in Burdur Mebusluğu’nu tercihine dair cevabi yazısı ise bu yeminden daha sonra 18 Temmuz günü Meclis Başkanlığınca kabul edilmiştir. Akif’in Millî Mücadele dönemi çalışmaları üzerine araştırmalar yapan Çevik, Mustafa Kemal Paşa’nın söz konusu şifre telgrafından da Akif’in Anadolu’ya Büyük Millet Meclisi’nde görevlendirilmek üzere davet edildiğini ifade eder (2009: 859). Esasen, kronolojik gelişmelere bakıldığında da bu görüşte isabet vardır. Zira Balıkesir ziyareti ve hutbesi sebebiyle görevden alındığı tarih 3 Mayıs 1920 olarak kayıtlarda yer almakla birlikte bu kararın tebliğ tarihi olarak düşünülmelidir. Bu türden işlemlerin yapılabilmesi için karardan önce teftiş, rapor, ifade vb. birtakım ön süreçler vardır ki, Mehmet Akif ve Ankara’ya 24 Nisan’da ulaşmış; 28 Nisan’da Hakimiyet’i Milliye Gazetesinde Ankara’da olduğu duyurulmuş ve 29 Nisan günü Mustafa Kemal Paşa tarafından Burdur Mebusu seçilmesi için söz konusu şifre 41 Bu konuda elimize tesadüfen Bornova 9. Sulh Hukuk Mahkemesi’nin bir veraset-intikal davası kararı geçmiştir. Anılan Mahkeme’nin 1995/803 İsmet Hanım’ın amcası Celalettin Bey’e ait Burdur’daki çeşitli emlâkin mirasçıları arasında paylaşımı hususu konu edilmektedir. 42 Mustafa Kemal’in Konya Vali Vekili Fahrettin (Altay) Paşa’ya gönderdiği, istifa eden Burdur milletvekilinin yerine Mehmet Akif Bey’in seçilmesi konusunda yardımcı olmasını istediği telgrafı aynen şöyledir: “ Şifre Telgraf: Konya’da 12. Kolordu Komutanı Fahrettin (Altay) Beyefendi’ye; Ankara 29. 04. 1336 (1920) İstifasında isabet bulunan Burdur Livası BMM azası Miralay İsmail Beyefendi’nin yerine Burdur Livası BMM azalığına Ankara’da bulunan Şair Mehmet Akif Beyefendi’nin seçilmesinin temin ve neticesinin yazı ile bildirilmesini rica ederim” Bkz: Fethi Tevetoğlu; “Gazi Mustafa Kemal- Şair Mehmet Akif”, Türk Yurdu Dergisi, Akif Özel Sayısı, Aralık 1987., Enver Behnan Şapolyo, Mustafa Kemal ve Millî Mücadele Tarihi, Ankara, 1944, s.281. 43 Mehmet Akif Bey, sadece bir yerden milletvekili olabileceği Meclis Başkanlığı tarafından kendisine bildirilince Mehmet Akif 17 Temmuz 1920’de Meclis başkanlığına verdiği cevabi yazıda; Burdur sancağı azalığını tercih ettiğini ve bu nedenle Biga azalığından istifa ettiğini bildirmiştir. Akif’in Türkiye Büyük Millet Meclisine gönderdiği bu yazı şöyledir: “Büyük Millet Meclisi Riyaset-i celilesine 14-VII-1336 tarih ve 270 numaralı emirname-i riyâsetpenâhileri cevâbıdır. Evvelce Burdur Livasından intihâb edilmiş ve livâ-yı mezkûre giderek müntehib ve müvekkillerime temasta bulunmuş olduğumdan, Burdur livası âzâlığını tercihan Biga âzâlığından istifa ettiğimi arz ile te’yid-i hürmet eylerim efendim. 17 Temmuz 1336 B.M.M. Burdur livası azasından Mehmed Akif” Bkz: TBMM ZC, Devre 1. C.2, s.335. telgraf emri çekilmiştir. Yani Mehmet Akif Bey’in, bir yerde gelişmeleri görerek, kestirerek Anadolu’ya geçtiğini söylemek lazımdır. Mehmet Akif’in Ankara’ya ayak bastığı günlerde henüz düzenli ordu aşamasına geçmemiş olan Ankara Hükümeti, varlığını ortadan kaldırmaya ve millî hareketi yok etmeye yönelik iç ayaklanmaları bastırmakla meşguldür. İslâmcı kimliği, Sebilürreşad’ın başmuharriri olması, İttihatçılara karşı mesafesi gibi Anadolu insanında o günlerde önemli etki yaratacak özellikleri sebebiyle oluşturulan “Nasihat Heyetleri” içinde Mehmet Akif Bey de görevlendirilmiştir. BMM, 7 Mayıs 1920 tarihinde oluşturduğu ilk “İrşad Heyeti”nde görev alan Mehmet Akif Bey, Hakimiyet-i Milliye’de de duyurulduğu üzere, vatandaşların Millî Mücadele hareketi konusunda bilgilendirilmesi ve desteklerinin alınması amacıyla önce Ankara Hacı Bayram Camii’nde, sonra da Anadolu’nun işgal görmemiş bölgelerinde vaazlarına başlamıştır. Mehmet Akif, ilk ziyaretini Eskişehir’e gerçekleştirmiş, ardından halkın daveti üzerine seçim çevresi olan Burdur’a geçmiş, büyük bir ilgi ve sevgi ile karşılanmış ve Burdurlulara bir konuşma yapmıştır. Oğlu Emin Ersoy, Mehmet Akif’in Burdur’da yaptığı konuşma ile ilgili şu bilgileri vermektedir: “Millî Mücadele’nin muazzam bir cihad olduğuna halkı o kadar yakından ikna etti ki, bu vadide öyle mahirane bir üslûp, öyle candan bir ahenk kullandı ki, Anadolu’nun birçok vilayetlerinde, kazalarında hatta nahiyelerinde, camilerde, medreselerde, meydanlarda insan kitlelerine hitap etti. O çok samimi konuşuyor, doğruyu söylüyordu… Onu bir kere dinleyen ve eli silah tutabilen bütün erkekler ailesiyle vedalaşıyor, evini, karısını, çocuklarını Allah’a emanet ederek cepheye koşuyordu. Babamı ilk defa Burdur’da hükümet konağında üç yüz, dört yüz kişiyi aşkın bir cemaate hitap ederken gördüm… İzmir havalisinden sızan kara haberleri, vatandaşlarımıza yapılan işkence ve hakaretleri, kirli çizmeler altında çiğnenen tarihî ve ilahi mabetlerimizi öyle yanık bir dille ifade ediyor, bu fecayiin yürekler acısı sonuçlarını öyle acı bir dille tarif ediyordu ki, ben de dinleyiciler arasında sıkışmıştım. O muazzam kalabalık derin bir sessizliğe gömülmüştü. Lakin öyle bir sessizlik, öyle bir hava idi ki, bu; kasırgalar koparacak ruhların, kellesini koltuğuna almaya niyet eden başların son ve kesin kararından doğuyordu.” Burdur’da bir hafta kadar kalan Mehmet Akif’in sonraki durağı AfyonSandıklı olmuştur. Emin Ersoy, Sandıklı’dan da Dinar’a geçtiklerini ve burada üç gün kaldıklarını, sonrasında Antalya’ya giderek, babasının yakın arkadaşı Antalya Mebusu Hacı Süleyman Efendi’nin misafiri olduklarını söyler. Mehmet Akif, Ankara’ya döndükten sonra “İrşad Heyeti” ile birlikte 25 Mayıs 1920 günü Konya’ya gitmiştir. Konya’ya gönderilen Antalya Mebusu Hamdullah Suphi, Trabzon Mebusu Ali Şükrü ve Konya Mebusu Refik Bey'lerle birlikte Mehmet Akif Bey’in başkanlığında oluşan bu İrşad Heyeti’nin görevi, I. ve II. Bozkır İsyanları’ndan sonra Konya’da Dürrizade fetvasının etkisiyle yeniden baş gösteren isyan tehlikesi karşısında halkı aydınlatmaktır. Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti Ankara Heyet-i Merkeziyesi karar defterinin 5 no.lu kararında "Heyet-i İrşadiye riyasetini ifa etmekte olan şair Mehmet Akif Bey'e mesarif-ı zaruriyesini tesfıye etmek üzere- ikiyüz liranın itasına karar verildi." 2 Mayıs 1336 (1920), (altı imza) denmektedir Ankara Hükümeti isyanlara karşı iki yol izlemekteydi. Birinci yöntemde isyancılara "nasihat" heyeti göndermekte; eğer böyle bir heyetin gönderilmesi mümkün olmaz ya da isyancılar "nasihat" heyetini dinlemez ve isyanlarını sürdürürlerse ikinci yönteme yani askerî kuvvet sevk etme yoluna gitmekteydi. (Semiz, www. ) Emin Ersoy, Mehmet Akif Bey’in Konya’daki çalışmalarını “Babam Konya’da Kuva-yı Milliye’yi takviye edebilecek gönüllü kafilelerini çoğaltmak, bu uğurda milletin gönlünde heyecan yaratmak maksadıyla nutuklar söyledi. Konferanslar verdi. Kalabalık insan kitleleri onu huşu içinde dinliyor, sözlerine hak veriyorlardı.” sözleriyle anlatır. Mehmet Akif, Konya’dan tekrar Ankara’ya döndükten sonra Eşref Edip’in Kastamonu’ya geldiği ve burada yaptığı bazı konuşmaların Vali Cemal Bey’e yanlış aksettirilmesinden ötürü sıkıntıya girdiği ve Sinop’a sürgün edildiği haberini aldı. Akif, olayı haber alır almaz dönemin Dahiliye Vekili Adnan (Adıvar) Bey'e giderek konu ile ilgili bilgi ister. Adnan Bey, sürgün olayının valinin bir evhamından kaynaklandığını Eşref Edip'in serbest bırakılması için gerekli telgrafın çekildiğini söylemiştir. Bunun üzerine Akif 4 Ekim 1920'de B.M.M. ne başvurarak Kastamonu'ya gitmek için izin ister. Meclis zabıtlarından ise Akif in "Propaganda" için Kastamonu'ya gönderildiği yazılıdır 44. Başkan, 7 Ekim 1920'de Akif’i 1,5 ay izinli saydıklarını bildirerek divanın bu kararını onaylamış, Meclis kabul etmiştir. Mehmet Akif 19 Ekim 1920 tarihinde yaylı bir araba ile Kastamonu'ya geldi. Burada Müdafaa-i Hukuk ve Gençler Mahfeli tarafından sevgi ile karşılanır (Semiz, www). O dönemde Kastamonu'da yayınlanan Açıksöz gazetesi 21 Teşrinievvel (Ekim) 1336 (1920) tarihli nüshasında Akif’in Kastamonu'ya gelişini okuyucularına şu şekilde duyurur. "Büyük İslâm Şairi Edibi a'zam Mehmet Akif Beyefendi iki gün evvel şehrimize gelmiştir. Sebilürreşad’daki yazıları ve sair asarı bergüzidesiyle İslâm âleminin yegâne şairi olarak tanınan Mehmet Akif Beyefendiye gazetemiz namına beyanı hoş âmadi eyleriz." Açıksöz gazetesi 22 Teşrinisani 1336 tarihli nüshasında da "Sebilürreşad ceride-i İslâmiyesi Kastamonu'muz şerefine ilk nüshasını şehrimizde neşredecektir." haberini verir (Semiz, www…). Sebilürreşad bir süre burada yayımlandı45. Mehmet Akif, Kastamonu ve kazalarında dolaşarak halka vaazlar verdi. Bunların en bilineni ise Kastamonu Nasrullah Camii’nde verdiği vaazdır. 44 Konu ile ilgili Matbuat ve İstihbarat Müdürlüğünün yazısı şöyledir. "B.M.M. Riyaset-i Celilesine, Burdur Mebusu Mehmet Âkif Bey'in berâ-yı irşad Kastamonu havalisine izâm edilmesi mücih-i fevaid görülmüş, mumaileyh müftehî-i azimet bulunmuş olduğundan kendisine me'züniyet i'tasiyle keyfiyetin heyet-i idareye tebliği istirham olunur, efendim. 4 Teşrinievvel 1336, Matbuat ve İstihbarat Müdir-i Umûmîsi Galip Bahtiyar"47 45 İlk çıkan 464 numaralı nüshada Eşref Edip'in şu sözleri dikkat çekiyor. "İngilizler İstanbul'u işgal ile zulüm ve tazyiklerini arttırdılar. Maddi, manevî bütün hürriyeti islâmiyeyi selbettiler. Her şeyi tahakküm ve iradeleri altına aldılar. Bunun üzerine müslümanlığı ve müslümanların hukukunu müdafaa hususunda hiçbir tesir altında kalmayarak daima istiklâli efkârını muhafaza etmiş bulunan Sebilürreşad'm İstanbul'da intişarına imkân kalmadı. Onun için inayeti hakla risalemiz bugünden itibaren Anadolu'da neşretmeye başlıyoruz. Kastamonu'da bulunduğumuz müddetçe Sebilürreşad burada intişar edecektir." Sebilürreşad, No.464, 25 Teşrinisani 336, nakleden Fergan, 1936:140-141. bkz. Semiz, www… Mehmet Âkif, Nasrullah Camii kürsüsündeki vaazında önce Kur'ân-ı Kerîm'deki Âl-i İmran, Tevbe, Bakara ve Mâide sûrelerinden bazı âyetler okuyarak ana hatlarıyla şu hususlar üzerinde durur: — Düşmandan asla dost olmaz, düşman hiçbir zaman "mahrem-i esrar" kabul edilemez. Türk milleti arasında öteden beri yaygın olan "İngiliz adaleti", "Fransız hamiyeti", "Alman dehâsı", ' 'İtalyan terakkiyâtı "gibi sloganlar itibâr edilmemesi gereken, gerçek dışı sözlerdir. Mehmet Akif'e göre: "Avrupalıların ilimleri, irfanları, medeniyetleri, sanayideki terakkileri inkâr olunur şey değildir. Ancak insaniyetlerini, insanlara karşı olan muamelelerini kendilerinin maddiyattaki terakkîleriyle ölçmek kat'iyyen doğru değildir". — Sık sık vicdan hürriyetinden bahseden batılılar aslında dünyanın en mutaassıp cemaatidir. Bu yüzden, çocukları doğar doğmaz dinî ve millî telkinatla büyütülen, bilhassa Müslümanlara karşı büyük bir düşmanlık hissiyle yetiştirilen bir Hıristiyanın bir şarklıyı, hele bir Müslümanı sevmesine imkân ye ihtimal yoktur. — Müslümanların en büyük düşmanı fitne, fesat, nifak ve şikaktır; bunlar yüzünden Emevîler 'den başlayarak Abbasîler, Endülüslüler, Gazneliler ve Selçuklular saltanatlarını, Osmanlılar da eski büyüklüklerini kaybetmişlerdir. Avrupa medeniyetine ulaşabilmek için yapılacak tek şey, ilk önce, aramıza sokulan fitne ve fesatları ortadan kaldırarak baş başa verip çalışmaktır. — Düşmanın bizden istediği, herhangi bir vilâyet veya sancak değil, doğrudan doğruya başımız, boynumuz, hayatımız, saltanatımız, devletimiz, hilâfetimiz, dinimiz ve imânımızdır. Bu yüzden, artık aklımızı başımıza almanın zamanı gelmiştir; çünkü artık "çekilip gitmek için arka tarafta bir karış yerimiz yoktur!'' (Uçman, 1986: 54). Dinleyenleri ağlatan bu etkili ve duygulu vaazda Akif, Sevr’in öldürücü maddelerini bir bir açıklayarak, ”Sevr paçavrasını mücahitlerimiz şark tarafından yırtmaya başladılar. Bize düşen vazife Anadolu’muzun başka cihetlerindeki düşmanları denize dökmek, o murdar paçavrayı büsbütün parçalamaktır.” dedikten sonra şunları söyledi: “Milletler topla, tüfekle, zırhlı ile, ordularla, tayyarelerle yıkılmaz. Milletler ancak aralarındaki rabıtalar çözülerek herkes kendi başının derdine, kendi havasına, kendi menfaatine, kendi menfaatini temin kaygusuna düştüğü zaman yıkılır...… Ey cemaati müslimin! Düşmanlarımızın bu gün bizden istedikleri, ne filan vilayet, ne filan sancaktır; doğrudan doğruya başımızdır, boynumuzdur, hayatımızdır, devletimizdir…”(Sebilürreşad, S: 464, 25 Kasım 1920). Mehmet Akif Bey’in vaazlarının içeriğinde genel olarak değinilen temalar ana hatlarıyla din kardeşliğinin, birlik ve beraberliğin önemi; tefrikadan-ikilikten kaçınılması, vatan ve millet kavramları, vatanın ve milletin selameti için mücadelenin önemi, güzel ahlâk sahibi olmak, iman ve amel birlikteliğinin gerekliliği, bilimin önemi, cehaletle mücadele, eğitim konuları, modernleşme, çağdaşlaşma, temizliğe riayet konuları, ayet ve hadislerle, İslâm büyüklerinden, Hz. Peygamber ve sahabelerinden, Hz. Ömer’den örneklerle insanların anlayacağı dille, bazen de kendi mısralarıyla veya başka güzel şiirlerle yalın ve sade bir şekilde işlenmektedir. Çok küçük yaşlarından itibaren iyi bir İslâmi eğitim ve terbiye sistemi ile yetişmiş olan Akif’in bu zor ve sıkıntılı günlerde halkı derleyip toparlamak, insanlarımızın millî ve manevi duygularını canlı tutmak bakımından vermiş olduğu vaaz ve hutbelerin büyük bir rol ve fonksiyonunun olduğu açıktır. Bu vaazlar, bir yandan Sebilürreşad’da basılarak, Anadolu’nun bütün vilayetleri ile, sancak ve kazalardaki mutasarrıflara, kaymakam ve müftülere iletilirken, diğer taraftan Anadolu’nun bütün camilerinde ve yapılan toplantılarda yüksek sesle okunup gazetelerde yayımlanarak etkisinin artırılması yoluna gidilmiştir. Yine bu vaazlar risale ve kitap şeklinde basılarak bütün cephelere dağıtıldı, köylere varıncaya kadar her yere gönderilmiştir46. Diğer taraftan Mehmet Akif Bey’in Burdur Milletvekili olarak BMM içindeki faaliyetlerinden tutanaklara yansıyan konuşmaları, açıklamaları oldukça azdır. Gizli oturumlarda bir kez, diğer oturumlarda da pek önemsiz konularda birkaç kez söz aldığı görülmektedir. Onun BMM zabıtlarındaki en uzun konuşması, gizli oturumda, Londra Konferansı dolayısıyla Sadrazam Tevfik Paşa ile yapılan görüşmelerin değerlendirilmesi ve İstanbul Hükümeti’ne verilecek nihai cevap tartışılırken yaptığı konuşmadır. Daha önceki gizli oturumlarda Londra’ya Ankara Hükümeti’ni temsilen bir hey’et gönderilmesi tartışılmış ve karara bağlanmıştı. Daha sonra da İstanbul Hükümeti’ne, Meclis Divan-ı Riyeseti adına Hamdullah Suphi Bey’in kaleme aldığı bir beyanname gönderilmesi gündeme gelmişti. İşte bunlar tartışılırken Mehmet Akif Bey de basılıp meclis üyelerine dağıtılan kendi beyannamesini, söz alıp meclis kürsüsünden okumuştur. Özetle, İstanbul Hükümeti ile uzlaşmak suretiyle “BMM’nin meşruiyetinin de tescilinin temin edileceği” gibi cümleleri de içeren bu konuşmaya Mustafa Kemal Paşa açıkça karşı çıkmış ve BMM’nin meşru olduğunu Padişahın esaret altında bulunduğunu ve İstanbul’dan alacağı bir meşruiyet olamayacağını söylemiştir47 Bu konuşma metninde de 46 47 Mehmet Akif Bey’in Millî Mücadele dönemindeki vaazları ile ilgili bir kaynak olarak “Hasan Boşnakoğlu, İstiklâl Marşı Şairimizin İstiklâl Harbindeki Vaazları, İstanbul, 1981.” kitabına bakılabilir. Ayrıca bu konuda çok nitelikli makaleler de vardır, örneğin: Abdullah Uçman, Mehmet Akif’in Millî Mücadele Yıllarındaki Mev’izeleri, Millî Kültür Dergisi, Mehmet Akif Ersoy Özel Sayısı, Aralık 1986. “1- Sevr muahedenamesi hakkında İstanbul’da Tevfik Paşa’ya çekilen telgraf. REİS-(İkinci Reis Vekili Hasan Fehmi Beyefendi)- Mevzuun müzakeresine başlıyoruz. Söz Heyet-i Vekile Reis Fevzi Paşa Hazretlerinin. Buyurun efendim. FEVZİ PAŞA( Heyet-i Vekile Reisi) (Kozan)- Efendim, İstanbul ile muhaberenin neticesini arz etmiştim. Bunun üzerine Heyet-i Aliyeniz cevap vermek için bir karar ittihaz buyurmuştu. Üç, dört gündür bunun tehiri İstanbul münasebatında bazı teşevvüşata sebebiyet veriyor. Rica ederim cevap verilsin de İstanbul’la hesabımız kesilsin. MEHMET AKİF BEY (Burdur)- Efendiler, İstanbul’la aramızdaki suı tefehhümün kalkması bu ikiliğin bertaraf edilmesi için Meclisi Aliniz karar verdi. İstanbul’a bir telgraf yazılacaktı ve bu da Meclis tarafından yazılacaktı ve son cevap olacaktı. HAMDULLAH SUPHİ BEY (Antalya)- Beyefendi yazmışlar, geldiler burada okudular. MEHMET AKİF BEY (Burdur)- Sadi; Şarkın en hakim şairi der ki: “İnsan daima doğru söylemelidir. Her söylediği doğru olmalıdır. Fakat her doğruyu her vakit söylememelidir.” Bendeniz o telgraf müsveddesinde bugün söylenilmesi muvafık olmayacak birçok hakikatler gördüm. İcabeden yerlerde gayet şedit bir lisanla ifade edilmiş. Eğer maksat itilafın temini ise bu lisan tahfif edilmelidir. Daha itilafcuyane yazılmalıdır. Biz metalibimizi bir lisanı mutedil ile, bir üslubu leyin ile ifade edersek ve onlar kabul etmezlerse o zaman mesuliyet ve vebal onların omuzlarına gider, kabul ederlerse iş bitmiş olur. Bendeniz bir şey karaladım. Müsaade buyurursanız okuyayım: ( Ankara ile İstanbul arasında cereyan eden muhaberattan İstanbul’un henüz gerek kendi vaziyetini, gerek Anadolu’nun vaziyetini layıkıyle ihata edemediği kanaati hasıl oluyor. Milletin beratı idamından başka bir şey olmayan Sevr muahedenamesini İstanbul’a kabul ettiren esbabın burada mevzubahis edilmesini münasip görmüyoruz. Ancak milletin istiklâli o muahedenamenin birkaç maddesinin tadil ve tebdiliyle temin olunamayıp, büsbütün ortadan kalkmasına mütevekkıf bulmasına nazaran vaktiyle o muahedenameyi kabul edenlerin bugün konferansta lazım gelen vak-ü tesiri haiz olamayacakları pek tabidir. Mütarekeden beri devam eden ve inayeti Hak’la hayat ve istiklâlimizin halasına kadar devamı muhakkak olan mücahede-i milliye sayesinde bugün lehimize olarak bir vaziyet inkişaf etti. Bu müsait vaziyetten istifadeye koşmak bütün kuvvayı Devlet için bir vecibei hayatiye iken, İstanbul’un hakayiki ahvale göz yumarak ruhtan ziyade şekil ile meşgul olduğu nazarı teessüfle görülüyor. Zaman, geçmiş vakayii tahlil ile uğraşacak zaman değildir. Ecnebiler Devletimizin bütün varlığını payimal etmişler, en tabii hukukunu çiğnemekten sıkılmamışlardır. Bu tecavüzlere diğer taraflardan evvel maruz kalan ve el’an ecnebi tahakkümü altında baş bile kaldıramayan İstanbul’un bu ahvali göz önünde tutarak ona göre bir vaziyet ittihaz etmesi zaruri iken, makus bir istikamet alması cidden mucibi teessüftür. İstanbul nazarında henüz resmen asi telakki edilen Anadolu bugün istiklâli için, Makamı Hilafet ve Saltanatın tahlisi için canla başla uğraşıyor, düşmanların muhacematına göğüs geriyor, bu yolda kanını döküyor. Binaenaleyh bugün söz sahibi ancak kendisi olmak icabedeceğini itiraf ve kabul etmek ve aradaki sui tefehhümü bertaraf ederek B.M.M.’ne tefvizi umur eylemek kendisinin ve bütün memleketin selameti namına İstanbul için en mütekaddim ve en mütehattim bir vazifedir. Bugün İnayeti Hakla millet vahdetini temin etmiş, meşru Meclis ve Hükumetini teşki ile ordularını tanzim eylemiş, her türlü müdahalatı ecnebiyeden azade olarak tenfizi ahkâm ve kazada bulunmuş iken, bütün bu şeraitten tamamiyle mahrum bulunan İstanbul’un hâlâ eşkal ve merasim ile uğraşması menafi millet ve maslahatı ümmetle katiyen kabili telif değildir. Bugün İstanbul’un uhdei hamiyetine düşen en mühim vazife derhâl B.M.M. nin meşruiyetini tasdik ve konferansa murahhas göndermek hakkının münhasıran bu Meclis’e ait olduğunu ilân etmektir. Bunun hilafında hareket milletin hâlasına set çekmek, tefrika ve inkisama badi olmak, Makamı Hilafet ve Saltanatı ( papalık ) gibi kuvva-yı maddiyeden mahrum ve gayrimeşru bir şekle sokarak ecnebilerin amaline bazice derekesine indirmek demektir. Buna ise Şeraiti garrayı İslâmiyenin katiyen müsadesi yoktur. Kaldı ki Müslümanlık nazarında pek büyük bir mevkii dinisi olan Makamı Muallayı Hilafeti vaz’ı meşruundan çıkarmaya hiçbir ferdin, hatta o makamı işgal eden Zatı Şahanenin bile salahiyeti olamaz. İradei Şahane maslahatı ümmet üzerine ibtina ederse muteber ve muta olur. Evet, zatı Şahanenin arzuyu zati ve emri hususileri başkadır; Ümmetin emini olmak haysiyetiyle deruhte buyurdukları emaneti Hilafetten mütehassıl şahsiyeti maneviyenin iradesi başkadır. Binaenaleyh bugün Zatı Şahane bütün amali hususiyelerinden tecerrüt etmek ve o, deruhte buyurdukları emaneti kübradan mütehassıl şahsiyeti maneviye namına maslahatı Ümmet muktezası veçhile iradatı aliyede bulunmak mecburiyeti şeriyesindedirler. Maslahatı Ümmetin muktezası ise (icmaı ümmet) mahiyetinde olan ve bir kuvvei maddiyeye istinad eden B. M. Meclisi, evet ancak bu Meclis izhar etmek mevkiinde bulunuyor. Malumdur ki dini İslâmın kıyam ve bekası için zaruri olan teçhizi cüyuş, seddi sugur, tenfizi ahkâm ve kaza şeraiti esasiyesini bilkülliye iptal ile Makamı manayı Hilafeti mühmel bir hâle koyan (Sevr) muahedenamesini kabule cevazı şer’i yoktur. Şayet İstanbul’u böyle gayrimeşru bir vaziyete sokan sebep cebrü ikrah ise bugün o sebebin zail olduğu iddia olunamaz. Binaenaleyh ecnebilerin cebrü ikrahıyle bütün şeraiti esasiyei şeriyesinden tecrit edilen Makamı Hilafet ve Saltanat için o şeraiti temin eden B. M. M.’ni derhâl Makamı Celili Hilafetin kuvvei müeyyidesi olarak tasdik ve bu Meclisin icmai ümmet mahiyetinde olan mukarreratını kabul ile kendi vaz’ı meşruunu iktisap etmek bir vazifei şeriye olduktan başka beynelmüslimin büyük bir mevkii ihtiramı bulunan Hanedanı Ali Osmanın ilelebet bu mevkii mümtazı muhafaza edebilmesi için de elzemdir. Gerek Zatı Şahanenin, gerek bütün Cihanı İslâmın malumu olmalıdır ki B. M. Meclisince bugün Makamı Hilafet ve Saltanatın hâlasını ve milletimizin istiklâli tamını temin etmekten başka hiçbir gaye mutasavver değildir ve bunun böyle olduğunu her milletvekili ferden feda yemin ile teyit etmiştir. Onun için bugün İstanbul’un manasız vesveselerle nazarı ecanipte milletin vahdetini kesredecek gayrimeşru bir tavır takınmasına B. M. Meclisi son derece müteessiftir. Artık bu gayrimeşru vaziyete bir an evvel hatime vermek; bu zavallı, bu fedakâr milletin mukadderatını idare etmekte bulunan B. M. Meclisiyle tevhidi mesai etmek, aynı gayenin husulüne elbirliğiyle çalışmak dinî, vatanî, millî vazaifin akdemidir. Binaenaleyh gayemizin husulünden sonra aramızda hâlli pek kolay olan mesaili dahiliyeye ait bir takım noktai nazar ihtilaflarının bugün katiyen mevzu bahsedilmemesini ve yalnız dinü milletin menafi aliyesi düşünülerek derhâl B. M. Meclisinin meşruiyetini kabul ve intihap ettiği murahhasların tasdik edilmesini, bu suretle aradaki ikiliğin kaldırılarak Kur’an’ın ve sünneti Resulün emri veçhile Devlet ve milletimizin ecanibe karşı yekpare bir bünyanı marsus hâlinde tecelli ettirilmesini selameti dinü devlet namına son defa olarak temenni ederiz. İşbu kararımız Tevfik Paşa’ya aynen tebliğ olunmak üzere Heyeti Vekileye tevdi olundu.) Mehmet Akif’in bu konuşmasından sonra yedi meb’us söz alarak bu beyannamenin, katıldıkları ve katılmadıkları yanlarını ve kendi görüşlerini dile getirdiler. En sonra Mustafa Kemal paşa söz almış ve kısaca şunları söylemiştir: “ MUSTAFA KEMAL PAŞA HAZRETLERİ (Ankara)- ... Malumu alileri Meclis Riyasetinden ve Heyeti Vekile Riyasetinden çekilen telgraflara cevaben Tevfik Paşadan gelen en son telgraftan takip edilmiş olan meşru hususatın, makul ve kati hususatın hiç biri kabul edilmedikten maada, bizi bir de tarih ve vicdan muvacehesinde itham ediyor. (…) Efendiler Burdur Mebusu Akif Bey biraderimizin yazmış olduğu şeyde bazı mühim tadilat yapılması lüzumunu görmekteyim ve bu hususatı arzedebilmek için o takriri ele alayım. Baş tarafta Sevr muahedesinin bazı maddelerini kabul etmektense, Sevr muahedesinin heyeti umumiyesini tadil etmek lazımdır, diyor. Bunu bugün B. M. Meclisinin beyannamesinde zikretmek diplomatik bir hatadır. Biz Sevr muahedesini kabul etmediğimizi ilân ettik ve bu azimde bulunduğumuzu birbirimize söylüyoruz. (…) Sonra mesela ikinci sayfasında (…bugün lehimize olarak bir vaziyet inkişaf etti. Bu müsait vaziyetten istifadeye koşmak bütün kuvayı devlet için bir vecibeyi hayatiye iken İstanbul’un hakayiki ahvale göz yumarak...) deniyor. Vaziyet böyle değildir efendiler. Elhamdülillah bizim vaziyetimiz iyidir. Muztar vaziyette değiliz, koşma vaziyetinde de değiliz. Henüz bize yapılan teklifin ciddiyetine emniyet yoktur. Biz koşmuyoruz, fakat bazı hukukumuzu dünyaya ilân etmek için gidiyoruz. (…) Sonra burada deniliyor ki bu meclis meşrudur. Sonra burada deniliyor ki, ( Bugün İstanbul’un uhtei hamiyetine düşen en mühim vazife derhâl Büyük görüleceği üzere, Mustafa Kemal Paşa, Mehmet Akif Bey’in önerisine karşı çıkmakla, tenkit etmekle birlikte kendisinden bahsederken çok samimi ve özenli davranmakta; “Burdur Mebusu Akif Bey biraderimizin…” diye hitap etmektedir. Mustafa Kemal Paşa’nın, Mehmet Akif Bey’in teklifine, tartışmalar sonunda bu şekilde ayrıntılı değerlendirme ve tahliller yaparak cevap vermesi, ona duyduğu saygının ve onu önemsemesinin bir göstergesidir. Oturum sonunda Reis önce müzakerelerin kâfi olup olmadığını sonra da İstanbul’a bir cevap yazılmamasını oylamış ve oylama sonucunda cevap yazılmaması kararı çıkmıştır. Mehmet Akif Bey’in BMM zabıtlarına yansıyan diğer konuşmalarından birisi de Bütçe görüşmelerinde Matbuat ve İstihbarat Müdüriyet-i Umumiye bütçesi ele alınırken Sebilürreşad’a yardım yapılmasına ilişkin iddia ve değerlendirmeler üzerindedir ki, bu konu doğrudan kendisini de ilgilendirdiği ve bir yerde onuruna dokunduğu için konuşma ihtiyacı hissettiği anlaşılmaktadır. Burada çok sert sözler sarf etmiştir48. BMM’nin iç çalışmalarında neredeyse suskun, dilsiz hâle gelen Akif Bey’in bu hâli ile ilgili yakın dostu Mithat Cemal Kuntay şunları söyler: “..Zaten onun politikacı tarafı hiç yoktur….Nasıl ki Büyük Millet Meclisi’ndeki meb’usluğu 4 (doğrusu 3 sene kadar olacak) senelik bir sükuttur. Zabıtlarda iki üç kelimesi var; bunlar bile çok defa edattır; bazen de bir nükte: Bütçe müzakeresinde, mazbata muharriri, Arap harflerinin muzipliği olarak “me’murin” kelimesini “me’mureyn” Millet Meclisinin meşruiyetini tasdik ve konferansa murahhas gönderme hakkının münhasıran bu Meclise ait olduğunu ilân etmektedir…) Efendiler bu Meclis meşrudur ve bunun meşruiyetini kimseye tasdik ettirmek lazım değildir. İkincisi; bu meşru Meclis, meşru ve salahiyattar olan murahhaslarını göndermiştir. Bu heyetin Avrupaca tanınması için Tevfik Paşaya ricaya ihtiyacımız yoktur. Binaenaleyh böyle bir şeyi beyannamemizde söylemek, giden heyeti murahhasamızın kıymetini sıfıra indirmek demektir. Sonra efendiler; makamı Hilafet ve Saltanatın tabiri sırasında Papalık kullanılmıştır. Makamı Hilafet ve Saltanatın Papalık kelimesiyle heyetimiz tarafından ifade olunmasına ve bu kelimenin kullanılmasına bendeniz şahsen taraftar olamam. Yine altıncı sayfada bazı izahat vardır. (Sevr muahedesini kabul etmeye cevazı şer’i yoktur.) deniliyor. (Edilirse makamı muallayı Hilafeti mühmel bir hâle getirir.) deniyor. Hâlbuki Sevr muahedesi kabul edilmiş ve makamı hilafeti mühmel bırakmıştır. Malumu alinizdir ki efendiler, Şurayı Saltanatta Sevr muahedesini Zatı Şahane bizzat ayağa kalkmak suretiyle kabul etmiştir. Binaenaleyh vaki bir şeydir. Eğer bu vaki gibi kabul edilirse, zaten Makamı Hilafet ihmal edilmiştir. Hâlbuki biz bunu itiraf etmek istemiyoruz. (…) Sonra yedinci sayfasında yine Zatı Şahaneden B. M. Meclisinin tasdiki talebediliyor. Evvelki başka bir manada idi, bu da başka bir manadadır. Hâlbuki efendiler biz Zatı Şahane, İstanbul’da düşman süngüsü altında iradesini istimale gayri muktedir, yani esirdir, dedik. Binaenaleyh bizim Meclisimizi bir esir tasdik edemez. Bu da doğru değildir. Olsa olsa o zat Meclisi kabul ettiğini ve tanıdığını – dikkatle yazılmak lazım geleceğine dair bir fikir vermek için söylüyorum, tanımak başkadır, tasdik etmek başkadır. Çünkü herkes tanıyabilir- ilân etmesini (…) Sonra efendiler, sekizinci sayfasında (bugün şöyle böyle anlaşalım ve bunun husulünden sonra aramızda pek kolay olan idarei dahiliyeyi...) Şimdi efendiler, iki şahıs konuşmuyor. Bir milletle bir şahıs konuşmuyor. Öyle pazarlık olmaz zannederim. Azmü imanımızda bir tereddüt ve teşevvüş olduğunu bugünden ilân etmiş oluyoruz. Binaenaleyh kimse ile pazarlığımız yoktur. Meşruiyet üzerinde bulunuyoruz. Akıl ve mantık üzerinde bulunuyoruz. Bunlardan sarfı nazar etmek doğru bir şey olamaz. Sonra, son sahifesinde bazı ifadeler var. Şöyle böyle olursa mevcut olan ikilik bertaraf edilmiş olur. Bu da tabii siyasi bir ifade değildir efendiler. Biz ikilikten bahsetmedik ve etmeyiz efendiler. Biz vahdeti tamme hâlindeyiz. İkilik iddia eden onlardır. Onu biz iddia etmekle sarahaten onların vaziyetini kabul etmiş oluyoruz. Bu tabiri yazmakla onların vaziyetini tasdik etmiş oluruz. İkilik yoktur. Vahdet vardır ve bu vahdeti tanımayan hâli delalette bulunanlar vardır. Binaenaleyh görülüyor ki, bu gibi icrai hususatta teferruata girişmek doğru değildir. Bir defa zaman meselesi çok mühim bir tesir yapıyor. Bendeniz yeni bir teklif arzetmek istiyorum. Meclisi Alinin tebellür eden kararı ne ise Tevfik Paşa’ya son yazdığı telgrafa cevaben iki üç madde olarak sureti münasibede ve kısaca yazmakla Meclisi Ali vazifesini ifa ederse, zannederim çok güzel olur. Yoksa şimdi bu yazılmış olanları bu heyete tevdi edersek doğru olmaz. Bu esas kararlar tespit edilir ve Heyeti Vekileye tevdi edilirse, Heyeti Vekile sureti münasibede tebliğ eder efendim.”(TBMM Gizli Görüşme Zabıtları,Türkiye İş Bankası Yayını, C.1, 8 Şubat 1921(1337) Ankara, 1985, sf. 410-416. 48 Mehmet Akif’in zabıtlara geçen bu tek tartışmasıdır. diye okuyacak, Akif oturduğu yerden haykıracak: “memureyn olsa şekerle besleriz.” (1990: 117). Meclis zabıtlarına geçmiş oylama ve yoklama listelerine göre, Mehmet Akif, Birinci BMM’nin açık celselerdeki toplam 232 oylama ve yoklamasından 132’sinde bulunmamıştır. Katıldığı 100 oylamada ise; 81 kabul, 11 ret ve 8 çekimser oy kullanmıştır. Gizli celselerde ise verilen 6 oylama listesinin 4’ünde yoktur. 2’sine katılmış ve kabul oyu kullanmıştır. Burdur Mebusu Mehmet Akif Bey, Ankara’da bulunduğu zamanlarda genel olarak düzenli bir şekilde Meclis görüşmelerine katılmıştır. Çoğu oylamada bulunmamasının ve BMM zabıtlarında fazla bir konuşmasının, tartışmalara katkısının bulunmamasının nedeni, kendisini Ankara’ya davet sebebi olarak gördüğümüz kamuoyundaki etkisi, “İslâm şairi” ve “Sebilürreşad’ın başmuharriri” sıfatlarıyla millet nezdindeki itibarı ve hüsnü kabulü dolayısıyla BMM tarafından kendisine verilen Meclis dışında irşad görevlerine ağırlık vermesinden kaynaklanmaktadır. Milletvekili olduğu Burdur seçim çevresinden gelen vatandaş başvuruları ve talepleri karşısında dahi sıkılıp, bu istekleri yetkili makamlara iletmekten imtina eden, hatta bunları “ayıp” olarak değerlendiren Mehmet Akif Bey’in o günlerini ve siyaset anlayışını Hasan Basri Çantay şöyle anlatır: “ O, kendini daire müdürlerine ne diye prezante edecekti? Ayıp değil miydi! Bu, kendi kendine zat-ü zaman vermek değil mi idi? Onu sevenler yapacağı işleri yapıverirlerdi. Bir gün Burdur’un kaza olması hakkında ez kaza kuvvetli bir teklif gelip çattı! Akif’i görmeli idiniz! O, dairei intihabiyyesini henüz tanımamıştı bile! Ne diyecekti? Bu vaziyet karşısında seyirci kalabilir miydi? Üstad istifaya kıyam etti, güç hâl ile vazgeçirdik. Kendisini seven bütün arkadaşları o hadisede adeta birer Burdur meb’usu kesildiler, kazadan da kurtulduk.” (1966: 35). Bilindiği üzere, I. Meclis’te siyasi partiler yoktu. Ülkenin dört bir yanından gelen milletvekilleri ise amaçları bir olmakla birlikte çok değişik dünya görüşlerine sahipti. Tek Mustafa Kemal Paşa, işlerin daha seri yürütülmesi amacıyla 10 Mayıs 1921’de Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Grubu (I. Grup) adıyla gayri resmî bir kuruluş oluşturmuştu. Mehmet Akif başlangıçta bu grup içerisinde iken, sonradan Erzurum mebusu Hüseyin Avni (Ulaş) Bey’in altı arkadaşıyla Temmuz 1922’de örgütlü çalışmalarına başlayan II. Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Grubuna (II. Grup) yakın durmuş; ancak bu grubun da bir üyesi olmamıştır. İkinci Grup içinde yakın arkadaşlarının özellikle de İstanbul’dan Ankara’ya birlikte geçtiği Ali Şükrü Bey’in bulunması ikinci gruba yakınlığı intibaı kuvvetlendirse de zaten siyasetten hoşlanmadığı için doğrudan bu grup içine de girmemiştir. İki grup içinde de yakın arkadaşları olan Akif Bey’in bazen 1. Grup, bazen II. Grup paralelinde oy kullandığı görülmektedir. Akif Bey’in her türlü siyasi ayrımcılığı, çekişmeyi eleştirdiği, maksadın dışına çıkılmamasını istediği ve BMM çatısı altında en önemli gayenin vatanın kurtuluşu olduğu hususu üzerinde durduğu da bilinen bir gerçektir. Çetin’in dediği gibi, Mehmet Akif’in kendi tercihlerini kendisi belirleyen ilkeliliği, grup davranışlarına sığmayan, hatta tahammül edemeyen kişiliği, manevi değerlerle örülü yaşama tarzı, hayatının birçok döneminde olduğu gibi bu dönemde de bir kez daha ait olduğu yerde değil de herkesin görmek istediği yere yerleştirilmesine; yanlış bir şekilde muhalif ve daha muhafazakâr milletvekillerinin olduğu II. Grup içinde değerlendirilmesine yol açmıştır (2003: 108). Milletvekilliği boyunca Meclis Millî Eğitim ve İrşad Komisyonlarında görev almış; II. Toplantı Yılı’nda Millî Eğitim Komisyonu başkanlığını, III. Toplantı Yılı’nda İrşad Komisyonu kâtipliğini yapmıştır. Millî Eğitim Komisyonu’ndaki (Maarif Encümeni) görevinden sağlık nedenlerini ileri sürerek 9 Aralık 1922’de istifa etmiştir (TBMM ZC, I.Devre; C.25:408). Fakat Millî Eğitim Komisyonu’ndan istifa etmesine rağmen 8 Mart 1923 tarihinde yine İrşad Encümeni’ne (Komisyonu) seçilmiştir. TBMM Özlük dosyasında kendisi ile ilgili “kısa olumluk”ta şunlar kaydedilmiştir: “TBMM Birinci Döneminde Burdur Milletvekili Mehmet Akif Ersoy’un kısa olumluğudur. Adı Soyadı Mehmet Akif Ersoy Eserleri Babasının ve anasının adı Fatih Müderrislerinden Buharalı İpeklizade Mehmet Tahir Efendi, Annesi Buharalı bir hanım İstanbul İlim rutbesi Doğum Yeri Doğum Tarihi 1873 Öğrenimi Medrese, mülkiye idadisi ve baytar mektebi Bildiği yabancı diller Neden uzmanlığı olduğu Arapça, Farsça, Fransızca Seçimden evvelki mesleki ve işi gücü Milletvekilliği zamanında evli olup olmadığı ve kaç çocuğu bulunduğu Osmanlı Meclis-i Mebusanında milletvekilliği varsa seçim yerleri Öldü ise ölüm tarihi 7 cilt safahat, Necid Çöllerinden Medineye, Elvabı Tabiat ve İstiklâl Marşı ve mecmualarda birçok şiirleri …………………… Sebilürreşad Başmuharriri Evli bir çocuk (Damadı Ömer Rıza Doğrul) …………………. 29 Aralık 1936’da İstanbul’da vefat etmiştir. Edebiyat Hayatının türlü değişikliklerine ait tamamlayıcı bilgiler İlk tahsilini Fatih Müderrislerinden pederi Mehmet Tahir Efendi’den okumuş, Mülkiye İdadisi’ni de bitirerek Baytar Mektebine devam etmiş ve Baytar Mektebini de birincilikle bitirerek Orman ve Maadin Nezaretine memur olmuştur. Edebiyata merakı olan bu zat Edebiyat-ı Cedide’ye intisap ederek Servet-i Fünun, Sırat-ı Müstakim (Sebilürreşad)’ta ve sair mecmualarda yazı yazmağa başlamış. (Darülhikmeülİslâmiye) Cemiyetine girerek başkâtipliğine tayin edilmiş ve kendisini Arabistan ve Almanya’ya göndermişlerdir. Büyük Harpten sonra Sebilürreşad Başmuharrirliğini yaparken Anadolu’ya geçerek Birinci BMM’ne Burdur Milletvekili olarak katılmıştır.” Mehmet Akif Bey, Millî Mücadele’nin başarısına; bu başarıya da Mustafa Kemal Paşa ile gidileceğine kesinlikle inanmış bir insandır. Mücadele’ye ve o hareketin önderi Mustafa Kemal’e inanmış ve güvenmiş idi. Bu konudaki hükmü, onu en yakından tanımış kişilerin ifadelerinden açıkça görmekteyiz. Mithat Cemal diyor ki: “O, ömründe bir tek defa bir saadete vukuundan evvel inandı: istiklâl zaferine. Doğacaktır sana vaat ettiği günler hakkın, Kim bilir belki yarın , belki yarından da yakın. -Bu sefer nasıl inandın? dedim, -Başımızdaki adamı (Mustafa Kemal) kim görse inanırdı! dedi.”(Kuntay, 1990: 204). Yakın arkadaşı Baytar Şefik de o günleri şu cümlelerle anlatır: “Sakarya muharebesinin en heyecanlı bir gecesi. Top sesleri Ankara’dan işitiliyor. Akif Beyin Taceddin Dergâhı yanındaki evinin bahçesinde oturuyoruz. Meb’uslar, Ankaralı komşular, hayli kalabalık. Ledel’icap Ankara’dan uzaklaşmak için herkes tetikte. Fena bir haber gelirse hemen hareket edilecek. Üstad endişe gösterenleri teskin ediyor: - Telaşa mahal görmüyorum. Evvel Allah, ona (Mustafa Kemal’e), onun askerliğine güvenilir. Ordumuz inşallah galebe çalacak, buna imanım vardır.” (Edip, 1938: 97). 10-24 Temmuz 1921 tarihleri arasındaki muharebelerde, Afyon ve Kütahya gibi şehirlerin düşman eline geçmesi üzerine, BMM’nin 23-30 Temmuz 1921 tarihli gizli oturumlarında Meclis’in Ankara’dan Kayseri’ye taşınması gündeme gelmiş; Ancak Mehmet Akif, Hasan Basri gibi birçok milletvekili bu fikre kesin olarak karşı çıkmışlardır. Ailesini Eşref Edip ile birlikte Kayseri’ye gönderen Akif, “Benim öldüğüm yerde oğlum da ölsün” diyerek, oğlu Emin’i Ankara’da alıkoymuştur. Eşref Edip’e “ Sen klişeyi al (Sebilürreşad’ın) Kayseri’ye git, dergiyi orda çıkar. Arkamızdaki Müslümanlar yeise düşmesinler. Sakarya inşallah düşmana mezar olacaktır.” (Yıldırım, 2007: 253) demiştir. Büyük taarruzun beklendiği bir süreçte, 24 Temmuz 1922 tarihli BMM oturumunda ordunun manevi kuvvetini artırmak, moral vermek amacıyla milletvekillerinden oluşan heyetlerin cepheye gitmesi yolunda alınan karar çerçevesinde Ali Fuat başkanlığında teşkil edilen ve Mehmet Akif Bey’in de içinde bulunduğu heyetin Batı Cephesi’nde I. ve II. Orduları, kolordu ve tümenleri ziyareti kararlaştırılmış; 1 Ağustos 1922 günü sabah erkenden otomobillerle bu ziyaretler için yola çıkılmıştır (Semiz- Akandere, 2002:54). Ali Fuat Cebesoy Paşa o seyahati anlatırken: “TBMM’nin 29 Temmuz 1922 tarihli oturumunda Erzurum Milletvekili Şahin Efendi’nin kurban bayramını kutlamak üzere Batı Cephesi’ne bir kurul gönderilmesi önerisi görüşülmüştü. Benim başkanlığım altında Karesi Milletvekili Abdülgaffur Hoca, Budur Milletvekili şair Mehmet Akif, Kayseri Milletvekili Atıf Beyler’den oluşan bir heyet seçilmişti. Gerçek bir vatansever ve dini bütün bir Müslüman olan Mehmet Akif, sevdiğim, saydığım yakın bir arkadaşımdı… Cephedeki görevimiz dört beş gün içinde sona ermişti. Kumandan, subay ve asker arkadaşlarımız arasında geçen bu kısa zamanın sevincini asla unutamam. (…) Allah’ım bize zafer günlerini göster diye dualar etmiştim. Ordularımızın morali çok yüksekti. Hatırladıkça bu gün bile duyguyla titrerim. Tören düzeninde dizilmiş bir tümenin kıtalarını denetliyorduk. Hepsi aslanlar gibiydi. Mehmet Akif kendinden geçmişti. Dudaklarından kendi yazdığı İstiklâl Marşı’nın dizeleri dökülüyordu… Beni solumdan izleyen Akif Bey’e döndüm. Gözlerinde yaşlar birikmişti. Bu coşkulu görüntü karşısında kendisini tutamıyordu. ‘Akif Bey, siz ağlıyorsunuz.’ dedim. ‘Ne yapayım sevincimi bastıramıyorum.’ cevabını verdikten sonra ekledi, ‘ama sizin de gözleriniz yaşlı paşam.’. Arkadaşım doğru söylüyordu. Ben de çok duygulanmıştım. Gözlerimde biriken sevinç gözyaşlarıydı. … ” (Cebesoy, 193-185) sözleriyle Akif’e olan saygı ve sevgisini ifade eder. BMM Evrak ve Tahrirat Müdürü olarak görev yapan Necmettin Sahir Sılan tarafından I. Meclis Üyelerine yönelik 1921-1923 yılları arasında yapılan tek soruluk bir anket vardır. Bu anketin sorusu şöyledir: “Kazanılacak olan millî istiklâl mücahedemizin feyizkâr ve semeradar olması neye mütevakkıftır? ( Kazanılacak olan millî mücadelenin bolluk getirici (aynı zamanda bilgi ışığı taşıyıcı) ve verimli olması neye bağlıdır?” Bu soruya Mehmet Akif Bey, diğer vekillerin pek çoğunun aksine çok kısa bir cevap vermiştir: “Nasıl dört İngiliz dünyayı oynatmakta hayrettir/bunun elbette vardır bir sırrı derler. İngiliz der ki:/ “sefil evladı (sıradan/ alçak evlatları) şayet ırkımın cür’etli şeylerse/ Necib evladı (soylu/ asil çocukları) onlardan ceridir (cesurdur) elli kat belki” (TBMM; 2004:85). Mehmet Akif Bey, bu kısa cevabıyla da milletçe birlik ve beraberliğin her kademede tesis edilmesinin, bütün yüreklerin aynı şekilde ve heyecanla atmasının güçlü bir devlet olabilmek açısından ne kadar önemli olduğuna dikkat çekmek ister. Kuşkusuz ki, Mehmet Akif Bey’in Millî Mücadele dönemindeki en büyük hizmetlerinden birisi de İstiklâl Marşı’dır. Mehmet Akif Bey bakımından bu marşı yazmak siyasi bir görev olmamakla beraber, İstiklâl Marşı’nın yazdırılma amacı milletin birlik ve beraberlik ruhunu pekiştirecek, ortak heyecanı dile getirecek bir esas olması bakımından bu konuyu da İstiklâl Marşı’nın BMM’deki kabulü ortamı itibariyle kısaca ele almakta yarar bulunmaktadır. O günleri hatırlayanlardan eski Dahiliye Vekillerinden (İçişleri Bakanı) Şükrü Sökmensüer’in İsmet Bey’in yaveri olduğu zamanlara tesadüf eden şu hatırası istiklâl marşı fikrinin nasıl doğduğunu anlamamız için önemlidir: “1920 sonlarına doğru Erkanı Harbiye-i Umumiye Reisi (Genelkurmay Başkanı) İsmet Bey (İnönü) Maarif vekili rahmetli Rıza Nur Bey’i makamında ziyarete gitmişti. Ben de başyaveri olarak yanında idim. Sayın İnönü millî heyecanı koruyacak ve millî azım ve manevi alanda besleyecek zinde tutacak hâlde, Marseyyaz örneğinde (Fransız millî marşı) bir marşın hazırlanması için teklif yapmıştı” (Çetin:2003:13) der. Bu görüşmenin neticesinde Mehmet Akif’in Kastamonu’da bulunduğu günlerde Ankara’da Maarif Vekaleti bir millî marş güfte ve beste yarışması açar. 7 Kasım 1920 tarihli Hakimiyet-i Milliye gazetesindeki: “Türk şairlerinin nazar-ı dikkatineMaarif Vekaletinden bildirilmiştir.”başlıklı bir ilânda, “Millî Marş’ın, Maarif Vekaletince kurulan edebi bir heyet tarafından yarışmaya katılan eserler arasından 23 Aralık 1920’de seçileceği; yarışmayı kazanan eserin yazarına 500 lira, bestesi için de 1000 lira nakdi mükafat verileceği” duyurulur. Millî Marş yarışmasına 724 şiir katılmış fakat hiçbiri Millî Marş olmaya layık görülmemiştir. Rıza Nur’dan sonra Maarif Vekili olan Hamdullah Suphi Bey de dahil olmak üzere herkes, neden Mehmet Akif Bey’in bu yarışmaya katılmadığını merak ettikleri için yakın arkadaşı Hasan Basri Çantay’ı devreye sokarak, Akif’in bu yarışmaya katılması için ikna etmesini isterler (Uğur, 1994:30). Mehmet Akif Bey yarışmaya, herhangi bir parasal mükâfat veya ikramiyeyi kabul etmeyeceğini kesin bir dille ifade etmek suretiyle katılabileceğini belirtince; Hamdullah Suphi Bey bir tezkere yazarak, şartları istediği gibi hâlledebileceklerini belirtir. Mehmet Akif Bey istediği şartların oluşması üzerine İstiklâl Marşı’nı yazar. İstiklâl Marşı, Meclis kürsüsünde ilk defa 1 Mart 1921 günü Maarif Vekili Hamdullah Suphi Bey tarafından okunur; Çantay o günleri anlatırken: “Meb’usların alkışlarından meclisin tavanları sarsılıyordu……Üstad ise mahcubiyetinden, başını kollarının arasına sokmuş, sıranın üstüne yumulmuştu.” der (Çantay, 1966). Marşın resmen kabulü ise Meclis’in 12 Mart 1337(1921) tarihli oturumunda gerçekleşmiştir. Mehmet Akif’in şiirinin İstiklâl Marşı olarak kabulüne ilişkin birçok takrir verilmiştir. En sonunda “bütün meclisin ve halkın takdirlerini celbeden Mehmet Akif Beyin şiirinin tercihen kabulünü teklif eden” Karesi mebusu Hasan Basri Bey’in takriri reye konularak kabul edilmiş, diğer mebuslar tarafından “milletin ruhuna tercüman olan ve meclisin kabulü ile resmî bir mahiyet iktisab eden İstiklâl marşının ayakta dinlenmek üzere, Maarif Vekili tarafından bir def’a daha meclis kürsüsünden okunması” teklif edilmiştir. Bütün üyeler ayağa kalkarak Hamdullah Suphi Bey’in okuduğu İstiklâl Marşı’nı bir kere daha büyük bir vecd ve heyecan içinde dinlemişler 12 Mart 1337 Cumartesi, saat: 17.45) fakat bütün bu olaylar yaşanırken Mehmet Akif ise heyecan ve mahcubiyetinden Mecliste duramamış salondan ayrılmıştır. Marş okunurken Mustafa Kemal Paşa ise, sıraların önünde ayakta dinlemiş ve durmadan alkışlamıştır (Uğur, 1994: 38). Mustafa Sagir adlı İngiliz casusunun faaliyetlerinin ortaya çıkmasında da Mehmet Akif Bey’in rolü olduğu iddia edilir. Oğlu Emin Ersoy’un anlattıklarına göre, Hindistan adına İslâm âlemi ile ilişkileri tanzim maksadıyla Ankara Hükümeti nezdinde elçi olarak gönderilen bu zat adına Mehmet Akif Bey’in adresine gelen postalardan birinin zarfının kazara yırtılması, yırtılan bu büyükçe zarfta bulunan kâğıtların yazılı olmaması üzerine doğan kuşkulu ortam yapılan tahkikat neticesinde Mustafa Kemal Paşa’ya suikast amaçlayan bir İngiliz planını ortaya koyar. Kısa bir süre zarfında yargılanan ve idama mahkum edilen Mustafa Sagir, İngiliz Hükümetinin bütün girişimlerine rağmen Ankara’da asılır (Yıldırım, 2007: 208209). Mehmet Akif Bey’in çok üzüldüğü ve siyasetten iyice soğuduğu hadiseler arasında Trabzon Mebusu ve Anadolu’ya geçerken yol arkadaşı olan Ali Şükrü Bey’in 27 Mart 1923 günü Muhafız Tabur Komutanı Topal Osman tarafından öldürülmesi de yer alır (Yıldırım, 2007: 291-292). Mehmet Akif Bey’in içinde bulunduğu ilk Meclis, 1 Nisan 1923 tarihinde seçim kararı alır. Meclisin son toplantısı 21 Mayıs’ta yapılır ve dağılır. Mehmet Akif Bey, tekrar milletvekili seçilmeyi düşünmez ve istemez. Yönetimin kendisinden bir şey beklemediğini de görünce ailesiyle birlikte Mayıs ayı içinde İstanbul’a göçer. İstanbul’a giderken yanında Millî Mücadele’den iki hatıra vardır: İstiklâl madalyası ve mebuslara verilen mavzer tüfeği… Kendisinden de aziz milletimiz için yazdığı, kahraman ordumuza ithaf ettiği İstiklâl Marşı kalır… Mebusluğunun bitiminden sonra en büyük arzusu gıyaben pek sevdiği Mehmed Cavid Beyin memleketi olan Balıkesir’in Burhaniye ilçesinin Pelit köyüne yerleşmek ve orada arkadaşları Mehmed Cavid Bey, Hasan Basri Bey ile denize nazır, sakin ve asude evinde çok sevdiği milletine şiirler yazmaktı. Ne var ki, kendisini çok sevindiren bu hülya, Mehmed Cavid Bey’in 2. Dönem BMM’ne mebus seçilmesiyle sona erer (Çantay, 1966: 34). Dolayısıyla bu isteği de tahakkuk etmez. İstanbul’da Beylerbeyi’nde bir ev tutan Mehmet Akif Bey’in o günlerdeki hâlet-i ruhiyesi yakın dostu Mithat Cemal’in şu cümlelerine yansır: “Bir kenarda olmak, kimseye çarpmamak için az mevcut olmak istiyordu. Kımıldadıkça başkasının yerini almak istiyormuş gibi çekingen bir hâli vardı. Dertlerini kendi emziriyor, kendi büyütüp yetiştiriyor, bir kadın gibi gizli ağlamayı biliyordu.”(Çetin, 2003:108). Ayvazoğlu’nun sözleriyle, “Akif, Ankara’ya gitmiş, Millî Mücadeleye katılmış, milletvekili olmuştur, ama bu onun hayat tarzı ve ahlâkının tabii bir sonucudur. Fakat, Meclis’te az konuşan hatta hiç konuşmayan milletvekillerinden biridir. 1923 yılında Birinci Meclis feshedildikten sonra İstanbul’a dönüyor ve herhangi bir muhalefetin içinde kesinlikle yer almıyor. Muhalif olsa bile muhalefetini açıkça göstermektense susmayı ve gidip inzivaya çekilmeyi tercih ediyor.” (2007: 84). Bazı aydınlar ve yayın organlarında aleyhinde yayınlar yapılması ve ayrıca siyasi çekişmelerin millî mücadele ruhunu gölgelercesine ileri boyutlara ulaşması Akif’i çok üzüyordu. Buna ek olarak işsizdi ve parasızdı. 1923 yılı Ekim ayında Abbas Hilmi Paşa’nın daveti üzerine Mısır’a gitti, 1924 baharında döndü. 1923– 1925 arası kışları Mısır’da geçiren baharda dönen Akif Bey, 1926’dan itibaren gittiği Mısır’dan Türkiye’ye uzun zaman dönmedi. Mısır hayatı bilim ve inziva içinde geçmiştir. 1936 yılında girerken bir yandan yakalandığı siroz hastalığı, diğer yandan sıla hasreti Akif Bey’in İstanbul’a dönmesine yol açmıştır. İstanbul’da Prenses Emine Abbas Halim’in Maçka’daki apartmanında birkaç gün dinlenen Mehmet Akif Bey, daha sonra tevdi edilmek üzere Nişantaşı’ndaki Sağlık Yurdu’na yerleştirilmiş; burada bir ay kadar kalmıştır. Fakat, tedavisinin imkânsızlığı nedeniyle doktor tavsiyesiyle eve çıkarılmış; 27 Aralık 1936 gecesi hayata veda etmiştir. Hayatı boyunca İslâm Birliği mefkûresine bağlı kalan, Türk edebiyatına, fikir hayatına büyük katkıları olan, Millî Mücadelenin kahramanlarından, büyük vatansever Mehmet Akif’in cenazesini sessiz sakin kaldırılmasına Türk gençliği müsaade etmez. Mısır’dan yurda son dönüşünde rıhtımda indiği beyaz vapur’dan karşılayanlar arasında bulunan ve vefat anına kadar kendisiyle yakından ilgilenen Türkçü- Turancı fikirleri ve aksiyoner hayatıyla bilinen merhum Dr. Fethi Tevetoğlu (O günlerde askerî tıbbiye öğrencisidir.) hastabakıcıdan vefat haberini almasından itibaren bütün arkadaşlarını durumdan haberdar eder. Tevetoğlu’nun haber verdiği 11 genç Akif Bey’i Mısır apartmanından Beyazıt Camii’ne otomobile koymaksızın omuzlarında götürüp musallada yerleştirmişlerken birden bire on binlerce kalabalık toplanır. Akif’in cenazesi Tıp Talebe Yurdu’ndan getirilen bayrağın da sarılmasıyla içi kadar dışı da değerlenen cenaze on binlerin omuzlarında cenaze arabasına konulmaksızın Edirnekapı şehitliğine kadar taşınır. Burada da cenazeyi diğer fanilerden ayıracak bir şey daha olur, vurgunu olduğu bayrağa sarılarak cenaze toprağa indirilir ve fatihalarla, kendi yazdığı İstiklâl Marşı ile ebediyete uğurlanır (Tevetoğlu, 1986: 6-8). Sonuç Merhum Mehmet Akif Ersoy’un hayatının önemli bir bölümü, her ne kadar “siyaset” sözcüğüne olumsuz bir anlam yükleyen bir insan olsa ve Abduh’dan nakille, sıklıkla “Siyasetten Allah’a sığınan” bir insan olmayı telaffuz etse de, siyaset içinde geçmiştir. Ancak siyaset hayatı, ilkelerle örülmüş çelik bir zırh gibi, kimsenin delip geçemeyeceği, kendisini vicdanen rahatsız edecek gelişmelere ve fiillere sürükleyemeyeceği ölçüler içinde olmuştur. İslâm Birliği fikrini savunan bir münevver olmasına rağmen, bu fikrin önemli uygulayıcılarından birisi olan II. Abdülhamit’e karşı olmuş; özgürlük için mücadele etmiştir. Özgürlüğün olmadığı bir ortamda hiç bir şeyin olmayacağını, İslâmın bile yaşamayacağını düşünmüştür. Özgürlük mücadelesinde ittihatçılarla işbirliğine girmiş, hatta Cemiyet’e üye olmuş, cemiyet üyeliğine kabulde edilmesi gereken mutad yemini değiştirtmiştir. İttihat ve Terakki’nin her türlü emirlerine ve kurallarına değil, sadece vicdanen, ahlâken uygun bulacağı emir ve kurallarına uyacağını söyleyebilmiştir. İttihat ve Terakki’nin fırkalaştığı dönemde fırkadan uzak durmuş; siyaset kurumuna da bu aşamada büyük bir tepki ve eleştirel gözle bakmaya başlamıştır. Parti yöneticilerinin ve siyaset yapanların yolsuzluk, suiistimal ve yetersizliklerini her zaman eleştirmiş, bu sebeple de sıklıkla zor ve güç zamanlar yaşamıştır. Baş eğmez yapısı, Sebilürreşad dergisinin bile gerek parasızlık gerek kâğıtsızlık ve gerekse sansür gibi sebeplerle kapatılmasına yol açmıştır. Yüksek ahlâk sahibi bir insan olan Mehmet Akif Bey, hiçbir şekilde maddi çıkarlarla ayartılabilecek bir adam olmamış; hatta, maddi imkânlarının genişlemesini “hizmet için vesile” addeden ve bu gerekçelerle hırsızlık, yolsuzluk ve suiistimallerini meşrulaştıranlardan nefret etmiştir. Güçlülerle kavga ederken korkak olmamış, düşünce ve görüşlerini her platformda, her şartta ve gerekli tonda ifade edebilmiştir. İdeolojik olarak İslâmcı olduğu gibi ahlâkî olarak da “asr-ı saadet” dönemindeki bir Müslüman gibi sade, temiz yaşamayı, o heyecan ve şevk ile çalışmayı ilke edinmiştir. Kısa sayılabilecek ömrü hep mücadele ile geçmiş, vaktini iyi kullanan bir insan olarak fikir, sanat, bilim ve siyaset alanında eserler bırakan bir insan olmuştur. Türk siyasal düşünce hayatının en önemli ürünlerinden birisi olan Sırat-ı Müstakim ve sonrasında Sebilürreşad nihayetinde Akif’in çalışmalarının, entelektüel birikiminin bir tezahürüdür. Milletin refahı ve geleceği, vatanın kurtuluşu için kendisinden yarar umulan görevleri hiç tereddütsüz kabul etmiş; İttihat ve Terakki yöneticileri ile ideolojik ve fikri sorunlarının fiili tecavüze dönüştüğü, Sebilürreşad’ın yayınına ket vurmaya gittiği bir süreçte dahi millî vazife olarak kendisine önerilen Berlin ve Necid görevlerini yerine getirmiştir. İslâm Birliği idealinin ancak hür ve bağımsız bir İslâm ülkesi olan Osmanlı ve sonrasında Türkiye ile tezahür edeceğine inanmış; bu sebeple çağının diğer pek çok aydını gibi davranmamış, her türlü pesimist anlayışı reddetmiş, manda ve himaye taraftarlarını aşağılamış; “Küçük Ağa” olmuş, kürsülerden, cami minberlerinden dalga dalga kulaklara, oradan da vicdanlara uzanan vaaz ve nasihatleriyle kurtuluşun ancak mücadele ile olacağını haykırmıştır. Anadolu’da Mustafa Kemal Paşa tarafından başlatılan harekete, ilk anından itibaren inanmış, bu hareketin gelişmesi için büyük bir aşkla, şevkle, heyecanla çalışmış; meşhur Balıkesir ziyaretini ve Zağanos Paşa Camii’deki vaazını sonuçlarını kestirebildiği hâlde gerçekleştirmiştir. Anadolu’ya geçerken, kendisinden beklenenleri de, kendisinin yapabileceklerini de çok iyi bilen, değerlendirebilen bir anlayış ve teslimiyet içinde; Millî Mücadelenin başarısına yürekten inanarak ve her safhasında bu inancını muhafaza ederek hareket etmiştir. Mebusluk döneminde parlamento içi faaliyetlerden ziyade günün şartlarından ötürü, kendisinin mücadeleye yararının kamuoyu oluşturma ve ikna yollarıyla olacağını kavramış; bu sebepledir ki, özellikle İrşad heyetlerinde çok başarılı neticelere ulaşılmasına vesile olmuştur. Nitekim Ankara’da bulunduğu günlerde de büyük bir ciddiyet ve titizlikle BMM oturumlarına iştirak etmiş, oylamalarda bulunmuştur. BMM içinde çok fazla konuşmasının bulunmamasının esas nedeni de zaten düşüncelerini, görüşlerini bir yandan vaazları ve sohbetleri ile diğer yandan yazıları ile kamuoyu ile paylaşabilme imkânına sahip olmasında aramak lazımdır. Siyaset anlayışında her türlü nifak ve bölücülüğe karşı olmak şiarı olmuş; Anadolu’da BMM içinde bulunmalarının en birinci nedeninin ülkenin ve halkın içinde bulunduğu şartlardan özgür, bağımsız günlere taşımak olduğu bilinci içinde davranmış; bu sebepledir ki, siyasi çekişmelerin tarafı olmak yerine sürekli fayda üreten bir tarzı benimsemiştir. BMM içinde hem I. Grup ile hem II. Grup ile iyi ilişkilerinin olması, her ikisinde de çok sevdiği dostlarının bulunması ve oylamalarda grup taassubu ile değil, o anda vicdani ve akli olarak uygun gördüğü tarafa oy kullanması onun bu anlayışının sonucudur. Akif için önemli olan insanın vatanını sevmesi ve çalışmasıdır. Nitekim, bunu BMM üyelerine yapılan ankete verdiği cevapta çok veciz bir şekilde ortaya koymuştur. Vatanını sevmeyen, onun için çalışmayan bir insanın Akif nazarında hiçbir önemi yoktur. Müspet bilimler öğrenimi gören bir İslâmcı olarak, Müslümanların çağın gereklerini iyi bilmeleri gerektiğini, her türlü bid’at ve hurafeden sıyrılarak; bilimle, fenle, çalışarak, ataleti yenerek başarılı olacaklarını ve özgürlüklerini kazanacaklarını söylemiş, yazmıştır. Çok iyi Arapça ve Farsça bildiği gibi, çok iyi bildiği Fransızca ile Batı kaynaklarını takip edebilen; Batı’yı yakından takip edebilen bir insanın kuşkusuz ki, körü körüne Batı karşıtı olması da mümkün değildi, onun “tek dişi kalmış canavar” olarak nitelediği “medeniyet”; Doğu’yu sömürgeleştirmek isteyen, istilacı, köleleştirici zihniyeti temsil eden insanlık dışı bir yapıdır. Nitekim, Berlin Hatıraları, Akif’in Batının bütün yönlerini nasıl gördüğünü, anladığını ve anlattığını gösteren bir vesikadır. O kesinlikle insanlar için en iyi olanı, insanî olanı istemektedir. Temiz, güzel, içinde vicdan taşıyan, Müslümanların geleceği açısından iyi olan her şeye kaynağı, menbaı neresi olursa olsun açıktır. Ama içinde insanlık olmayan her şeyi mutlaka eleştirir, kuşku ile irdeler. Kısacası, Mehmet Akif Ersoy, yüreği vatan için, milleti için çarpan, özgürlük ve bağımsızlığı vazgeçilmez olarak gören, yüksek ahlâklı, çalışkan, bilgili bir fikir, bilim, kültür, sanat adamı olarak yaşamış; bu üstün özelliklerini siyaset hayatına da taşımıştır. KAYNAKÇA Abdülkadiroğlu, Abdulkerim ve N. Abdülkadiroğlu (1987); Mehmed Akif Ersoy’un Makaleleri- ( Sırat-ı Müstakim ve Sebilü’r-Reşad Mecmuaları’nda Çıkan), Ankara: Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları: 796, 1. Baskı. Akandere, Osman (2009); Oğlu Emin Ersoy’un Anlatımlarıyla Mehmet Akif Ersoy’un Millî Mücadele’ye Katılması ve Bazı Hususiyetleri, I. Uluslararası Mehmet Akif Ersoy Sempozyumu, Burdur Mehmet Akif Ersoy Üniversitesi Yayını. Albayrak, Sadık (1973); Son Devrin İslâm Akademisi, Dâr’ül Hikmet-il İslâmiye, İstanbul. Arslanbenzer, Hakan (2007); Şairin Düşünür Olarak Portresi, Akif’ten Asım’a, Ankara: Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayını. Aydın, Hasan (2009); Mehmet Akif Ersoy’un Şiirsel Söyleminde Doğu’nun Geri Kalmışlığının Felsefi Çözümlemesi, I. Uluslararası Mehmet Akif Ersoy Sempozyumu, Burdur Mehmet Akif Ersoy Üniversitesi Yayını. Ayvazoğlu, Beşir (2007); (Beşir Ayvazoğlu ile Söyleşi) Şairin Düşünür Olarak Portresi, Akif’ten Asım’a, Ankara: Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayını. Banarlı, Nihat Sami (1979); Resimli Türk Edebiyatı Tarihi, 2 cilt, İstanbul. Boşnakoğlu, Hasan (1981); İstiklâl Marşı Şairimizin İstiklâl Harbindeki Vaazları, İstanbul. Canatar, Kadir (2008); “Mehmet Akif’in “Şark” ve “Garp” İmgesi”, Hece, Aylık Edebiyat Dergisi, (Mehmet Akif özel sayısı), yıl:12, sayı:133. Çantay; Hasan Basri (1966); Akifname, İstanbul: Ahmed Sait Matbaası. Çetin, Mehmet (2003); İstiklâl Marşı ve Mehmet Akif Ersoy; Ankara: Kültür ve Turizm Bakanlığı, Güzel Sanatlar Genel Müdürlüğü Yayını. Çevik, Zeki (2002); Millî Mücadele’de “Müdafaa-i Hukuk’tan Halk Fırkası’na” Geçiş (1918-1923), Ankara: Atatürk Araştırma Merkezi Yayını. Çevik. Zeki (2009); I. Meclis’te Bir Meb’us: Mehmet Akif (Ersoy) Bey; I. Uluslararası Mehmet Akif Ersoy Sempozyumu, Burdur: Mehmet Akif Ersoy Üniversitesi Yayını. Çiftçigüzeli, Mehmet Cemal (2009); Mehmet Akif: Sırat-ı Müstakim ve Sebilrürreşat, I. Uluslararası Mehmet Akif Ersoy Sempozyumu, Burdur Mehmet Akif Ersoy Üniversitesi Yayını. Duman, Hasan (1986); Mehmet Akif ve Bir Mecmuanın Anatomisi, Millî Kültür Dergisi, Aralık S. Düzdağ, Ertuğrul (1991); Safahat – Eski ve Yeni Harflerle Tenkidli Neşir, İstanbul: İz Yayınları. Enginün, İnci (1987); “Çanakkale Zaferi’nin Edebiyata Aksi”, Türklük Araştırmaları Dergisi, S.2. Erişirgil, Emin (1986); İslâmcı Bir Şairin Romanı, İstanbul: İş Bankası Yayınları. Ersoy, Mehmet Akif (1919); “Manda Meselesi”, Sebilürreşad, 21 Ağustos 1335 (1919), No 437-438. Fergan, Eşref Edip (1938); Mehmet Akif, İstanbul. İdben, Emir İçhem (2009); İnsancıl Dünya Görüşü Açısından Mehmet Akif Ersoy, I. Uluslararası Mehmet Akif Ersoy Sempozyumu, Burdur Mehmet Akif Ersoy Üniversitesi Yayını. İğdemir, Uluğ (1969); Sivas Kongresi Tutanakları, Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayını. İlgürel, Mücteba (1999); Millî Mücadelede Balıkesir Kongreleri, Ankara: Atatürk Kültür Merkezi Yayını. “İslâm Şâiri Akif Bey” (1920); Hakimiyet-i Millîye, 28 Nisan 1336 (1920), No 25. Kabaklı, Ahmet (1975); Mehmet Akif, 100 Büyük Edip 100 Büyük Şair Dizisi, İstanbul: Toker Yayınları. Kara, İsmail (2007); (İsmail Kara ile Söyleşi) Akif’ten Asım’a; Ankara: Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayını. Karaer, Nihat (2009); Mehmet Akif ve II. Meşrutiyet, I. Uluslararası Mehmet Akif Ersoy Sempozyumu, Burdur Mehmet Akif Ersoy Üniversitesi Yayını. Karakoç, Sezai (1968); Mehmet Akif, İstanbul: Yağmur Yayınları. Kısıklı, Emine (2009); Millî Mücadele’de Kamuoyu Oluşumunda Mehmet Akif; I. Uluslararası Mehmet Akif Ersoy Sempozyumu, Burdur Mehmet Akif Ersoy Üniversitesi Yayını. Kuntay, Mithat Cemal (1990); Mehmet Akif, Hayatı Seciyesi Sanatı, Türkiye İş Bankası Yayını. Ankara: Kutlu, Sacit (2004); Didar-ı Hürriyet (Kartpstallarla II. Meşrutiyet) 1908-1913, İstanbul: Bilgi Üniversitesi Yayını. Mehmet Akif’in Yazılarından Seçmeler (2006), Bilim ve Aklın Aydınlığında Eğitim, Mehmet Akif Özel Sayısı, Sayı:73. Mehmet Akif ve Safahat (1986); İstanbul: Tercüman Aile ve Kültür Kitaplığı, İstanbul. Müstecaplıoğlu, Esat Adil (1937); Mehmet Akif (Ferdî ve İçtimai KarakteriVatanperverliği- Milliyetçiliği- Şairliği), İstanbul: Ülkü Basımevi. Okay Orhan (2008); “Mehmet Akif’in Karakteri ve sanatı” Hece, Aylık Edebiyat Dergisi, (Mehmet Akif özel sayısı), yıl:12, sayı:133. Ortaylı, İlber (2004); Mehmet Akif Sempozyumu, TBMM, Ankara. (Konuşma metni) Parlatır, İsmail (2009); İkinci Meşrutiyet Dönemi Fikir Hareketleri İçinde Mehmet Akif; I. Uluslar arası Mehmet Akif Ersoy Sempozyumu, Burdur Mehmet Akif Ersoy Üniversitesi Yayını. Semiz, Yaşar; Millî Mücadele ve Mehmet Akif, www.turkiyat.selcuk.edu.tr/pdfdengi/s7/17/pdf (erişim tarihi: 15.03.2010) Semiz, Yaşar - Osman Akandere (2002) ; Millî Mücadele’de Mehmet Akif (Ersoy) Bey’in Faaliyetleri, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, C.XVIII, Sayı:54. Şapolyo, Enver Behnan (1944); Mustafa Kemal ve Millî Mücadele Tarihi, Ankara. Şeker, Kadir (2009); Mehmet Akif’te Doğu Batı Düşüncesi, I. Uluslararası Mehmet Akif Ersoy Sempozyumu, Burdur Mehmet Akif Ersoy Üniversitesi Yayını. Tansel, Fevziye Abdullah (1991); Mehmet Akif Ersoy – Hayatı ve Eserleri, İstanbul: Mehmet Akif Ersoy Fikir ve Sanat Vakfı Yayınları. TBMM GCZ (Türkiye Büyük Millet Meclisi Gizli Celse Zabıtları), Türkiye İş Bankası Kültür Yay.,c. I, Ankara 1985. TBMM ZC (Türkiye Büyük Millet Meclisi Zabıt Ceridesi),TBMM Basımevi, c. 2, Ankara 1981, 3. Basılış. TBMM ZC, TBMM Matbaası, c. 8, Ankara 1945, 2. basılış. TBMM ZC, TBMM Matbaası, c. 9, Ankara 1954, 2. basılış. TBMM ZC, I.Devre; c.25. TBMM (2004); İlk Meclis (I.Dönem Milletvekilleri Gelecekten Bekledikleri) Anketi, Ankara: TBMM Kültür Sanat Yayın Kurulu Yayını. Tevetoğlu, Fethi (1986); Bayrağa Sardığım Yüce Şair, Millî Kültür Dergisi Mehmet Akif Özel Sayısı, Aralık, 1986. Tevetoğlu, Fethi (1987); “Gazi Mustafa Kemal- Şair Mehmet Akif”, Türk Yurdu Dergisi, Akif Özel Sayısı, Aralık 1987. Timurtaş, Faruk K.(1987); Mehmet Akif ve Cemiyetimiz, Ankara: Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları:758. Topçu, Nurettin (1970); Mehmet Akif, İstanbul: Hareket Yayınları. Uçman, Abdullah (1986); Mehmet Akif’in Millî Mücadele Yıllarındaki Mev’izeleri, Millî Kültür Dergisi, Mehmet Akif Ersoy Özel Sayısı, Aralık S. Uğur, Mücteba (1994); Hasan Basri Çantay; Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı Yayını. Uyguner, Muzaffer (1991), Mehmet Akif Ersoy, Ankara: Bilgi Yayınları. Yiğit, Yücel (2009); İki hatip Bir Kent: Mustafa Kemal Paşa ve Mehmet Akif Balıkesir’de; I. Uluslararası Mehmet Akif Ersoy Sempozyumu, Burdur Mehmet Akif Ersoy Üniversitesi Yayını. Yiğit, Yücel (2008);“Mehmet Akif’in Balıkesir Hitabesi”, Hece, Aylık Edebiyat Dergisi, (Mehmet Akif özel sayısı), yıl:12, sayı:133. Yıldırım, Tahsin (1985); Millî Mücadele’de Mehmet Akif, İstanbul: Selis Yayınları. Yazı Teslim Kuralları 1. Dergiye gönderilen makaleler başka bir yerde yayınlanmamış veya değerlendirmeye alınmamış olmalıdır. 2. Makalelerde yazı tipi “Times New Roman 12 punto” ve satır aralığı “1.5 satır” olmalıdır. Sayfa yapısı soldan 4, diğer taraflardan 3 cm boşluk bırakılmalıdır. Renkli grafik, şekil ve tablo kullanılmamalıdır. 3. Makalelerin 150-200 sözcük civarında İngilizce ve Türkçe özetleri de yazıyla birlikte gönderilmelidir. Özetlere Türkçe ve İngilizce anahtar kelimeler eklenmelidir. 4. Çalışmalarda şu sıranın takip edilmesi uygun olacaktır: Başlık, Özet, Anahtar Sözcükler, Yabancı Dildeki Başlık, Abstract, Key Words, Giriş, Yöntem, Ana Metin, Bulgular, Tartışma, Sonuç ve Kaynakça. 5. Gönderilen basılı kopyalarda kapak sayfası olmalı, kapak sayfasında yazar ismi ya da isimleri, adresler, e-mail ve telefonları bulunmalıdır. Bu bilgiler makaleye ait kapakta bulunmamalıdır. Yazılı kopyalar hakeme isimsiz gönderileceği için makalenin iç sayfalarında değil, makaleye iliştirilecek kapak sayfasında yer almalıdır. 6. Makalelerin kaynakça ile birlikte 20 sayfayı geçmemesi tavsiye edilir. 7. Basılı kopyalar A4 boyutunda dijital kopyalar “Word” formatında olmalıdır. 8. Dergiye gönderilen makaleler 2 basılı ve 1 dijital kopya olmalı ve “İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi Bişkek Caddesi 81.Sokak No:9 06510 Emek/Ankara” adresine posta yoluyla gönderilmelidir. 9. Hakem raporları doğrultusunda yazarlardan, yazılarında bazı düzeltmeler yapmaları istenebilir. Makalenin düzeltilmeden yayınlanmasına veya yayınlanmamasına karar verilebilir. Makaleyi Hakemlerden birisi yayınlanmasına ikincisi yayınlanmamasına karar verdiği takdirde makale üçüncü bir hakeme gönderilir. Makaleye ilişkin raporlar ve makale metni makale yazarına iade edilmez. 10. Yazının yayımlanması konusunda son karar yayın kuruluna aittir. 11. Yasal ve etik her türlü sorumluluk makale yazarlarına aittir. Kaynakların Düzenlenmesi 1- Kaynakçada, sadece yazıda gönderme yapılan kaynaklara yer verilmeli ve yazar soyadına göre alfabetik sıralama izlenmelidir. 2- Bir yazarın birden çok çalışması kaynakçada yer alacaksa yayın tarihine göre eskiden yeniye doğru bir sıralama yapılmalıdır. Aynı yılda yapılan çalışmalar için “a”, “b”, “c,” ibareleri kullanılmalıdır ve bunlar metin içinde yapılan göndermelerde de aynı olmalıdır. Kaynakça ve Alıntı Kuralları Metin içi kaynak örnekleri: (Duran, 2003), (Tas, 2005: 16), (Hemdi, 2004; Kimy, 2001) Günay’a göre (2005), (Vert ve Hale, 2005: 71), (Lazersfeld vd., 1944: 23). Kaynakça örnekleri: Tek Yazarlı Dergide Makale Varis, T (1984) International Flow of TV Programmes, Journal of Communication, 34(1), s.143-152. İki Yazarlı Dergide Makale McCombs, M E ve Shaw D L (1972) The Agenda-Setting Function of Mass Media, The Public Opinion Quarterly, 36, (2), s.176-187. Tek Yazarlı Kitap McQuail, D (1987) Mass Communication Theory: An Introduction, Beverly Hills, CA: Sage Pulication Inc. İki Yazarlı Kitap Perelman, C ve Olbrechts-Tyteca, L (1971) The New Rhetoric, Notre Dame: University of Notre Dame Pres. İkiden Çok Yazarlı Kitap Lazarsfeld, P F, Berolson, B ve Gaudet, H (1944) The People Choice, London: Colombia University Press. Editörlü Kitapta Bölüm Schramm, W (1992) Haberleşme Nasıl İşler, Ünsal Oskay (Der.), Kitle Haberleşme Teorilerine Giriş, İstanbul: Derya Yayınları, s.95-134. Çeviri Kitap Mattelart, A ve Mattelart M (1995) İletişim Kuramları Tarihi, M Zıllıoğlu (Çev.), İstanbul: İletişim. İnternet Elçi, O (1991) Futbol, Business Journal, s.11-12. (Erişim: EBSCO Masterfile database, 2 Mayıs 1999) Mel, H (2005) Vücudun dili olmaz, http://www.dnr.org/hra.htm. (Erişim: 12 Mayıs 2005) Türkiye İstatistik Kurumu (2001) Zenginlik indeksleri. http://www.trkist..tr/hra.htm. (Erişim: 1 Mart 2002)