2 genç kalemler - Meliha Hasanali Bostan Çubuk Fen Lisesi
Transkript
2 genç kalemler - Meliha Hasanali Bostan Çubuk Fen Lisesi
Yıl: 2014-2015 Sayı: 2 GENÇ KALEMLER Kültür – Sanat - Edebiyat ÖNYARGILAR OLMADAN Bence çağımızın sorunu asosyallik falan değil. Asosyallikten daha büyük bir sorunumuz var: “ÖNYARGI.” İnsanlarımız her konuda peşin hüküm veriyorlar. Biri, diğerini daha konuşmadan, tanımadan yargılayabiliyor. Mesela gerçekten fakir, evsiz biri yolda kalp krizi geçirse “aman rol yapıyor.”der. Geçiştirirler. Belki daha hayatında başkasının eline düşmemek için son anına kadar çalışan birini sahtekâr, dolandırıcı yerine koyarlar. Ürkütücü, karanlık, yalnız birini gördüklerinde onu tanımak istemezler. Hatta uzaklaşırlar. Fakat o kişinin, ailesinin ölümüyle bu hale geldiğini, duygularını kaybettiğini bilemezler. Araştırmadan kulaktan dolma bilgilerle başkaları hakkında bilgi sahibi olduklarını sanırlar. Çok sevdiğim – fakat önyargılı insanlar tarafından sevilmeyenbir sanatçı var. Arkadaşıma bir şarkısını dinlettiğimde beğenmişti. “bu şarkı kimin?” diye sorduğunda söylememiştim. “İstersen telefondan sana da atabiliriz “ diye teklif ettiğimde “ yok, teşekkürler” gibisinden bir cevap verip geçiştirmişti. İnsanlar böyle işte. Birbirlerinden duyup inanıyorlar. Olaya farklı bakış açısıyla yaklaşmıyorlar. Oysa belki fikirlerinin değişebileceğini, her zaman sabit fikirli olamayacaklarını, yanıldıklarını kabul etseler her şey daha da kolay hale gelecek. Peşin hüküm vermek yerine farklı kişilerden dinleyip doğrusuna kendileri karar verebilirler. Einstein doğru söylemiş; “önyargıları parçalamak, atomu parçalamaktan daha zordur.” Fakat biz önyargılı olmayalım, dünyaya at gözlükleri ile bakmak yerine her açıdan bakabilelim. Tabularımızı yıkarsak eğer rahat bir nefes alabiliriz. Hilal Nur KAYAPINAR ALEVLE ISLANMAK İlahi güçten bir mum alevi… Önünde hasret, ötesinde vuslat. Merve ÖNAL DANS EDEN NOTALAR Do, re, mi, fa, sol, la, si sesler bütünü. Birleşince bir nevi dans eden şekiller, öten kuşlar. Müzik bir yaşam tarzıdır. Sıradan notaların birleşerek oluşturduğu sesler bütünlüğü. Bir büyü, neşeli, üzgün, heyecanlı, kederli her daldan insana huzur veren Koşuyor aleve aşık bir pervane bir büyü, moralini düzelten düğüne oyun katan ilahiye ney sesi katan bir büyü. Yanacağını bile bile …. Türkü, pop, rap, rock, ilahi, oyun havaları kişinin kendi sevdiği tarzdan ona mutluluk Aleve düşen onu yakmaktır. veren sesler bütünü. Müzik deyip geçmemeli bence. Eski çağlardan beri insanlar Gecenin karanlığından çekip, müzik ihtiyacı duymuştur. Afrikalısı Türk’ü İngiliz’i çünkü bir ihtiyaçtır müzik. Güneşin aydınlığına bırakmaktır. Gözyaşlarını akıtıyor bulut kaldırımlara Ruhun gıdasıdır. Anadolu’nun bağrından kopup gelen teyzemizin yanık sesi, Karadeniz’in yaylasından gelen tulumun ince insanın içini coşkuyla dolduran sesi. Rock söyleyen Duman’ın, rap söyleyen Contra’nın, bozkırın tezenesi Neşet Ertaş’ın Ab-ı hayatla ıslatıyor mezar taşlarını. sesidir. Müzik. Cenazede ağıt, düğünde davul zurnadır. Sadece insanlar değil Can veriyor soğuk bedenlere hayvanlar da söyler müzik. Eşini etkilemek için öter kuşlar, böcekler. Müzik sıradan Haykırıyor bembeyaz gölgeler : bir şey değildir. Kutsaldır. On binlerce farklı ton vardır. Her enstrümandan ayrı bir “Ölüme inat dirilmek ton yan flütle, nefesin, müzik olarak çıkması. Sazın her notayı tek tek vermesi, gitarın Yanmaya inat sönmek” arka planda giderek eşsiz bir renk katması. Piyanonun kalpleri yumuşatan sesi. Müzik eşsizdir. Müzik deyip geçilmemelidir. İsmail Tarık KANDE Büşra GÖRGÜLÜ 1 UFUKTA UMUT VAR Reyhan BASTAK Bir erik ağacı sonbaharda bütün yapraklarını döker, kışın soğuk hava içine işler ancak bütün umuduyla yazı bekler. Serpilip, yeşilleneceği, çiçekleneceği yazı bekler. Dallarında güzel, sulu, yeşil eriklerin olacağı günü hayal eder, sabreder. Umut etmek güzeldir. Umut insanı sağlam iplerle hayat bağlar, yaşama sevinci verir. En olumsuz en çıkılmaz olaylardan umut ederek aydınlığa kavuşuruz. Umudu olan insan olan insan huzurlu ve iyimser insandır. Umudu olmayan insan yarını olmayandır. Umut geleceğimizi planlamamızda bize yardımcı önemli bir etkendir. Umut birçok hastalığın üzerinde etkili olmuştur. Umut bazen bize çok yakın bazen de erişemeyeceğimiz kadar uzakta olabilir. Önemli olan her karanlık bir günün sonunda aydınlık bir günün geleceğini görmektir. Umut duadır. Semaya ellerimizi her açışımızda Allah’tan sabır dilenme gücü, hayallerimizin gerçekleşmesi için umutla yakarırız. Umut dikenli bahçelerde açan bir gül gibidir. Dikenleri değil gülü görebiliyorsak umuduz vardır. Onu kaybettiğimiz an dikenler canımızı acıtmaya başlar. Aybike Şule ODACI ÖZLEDİM Çocukluğumu özledim mesela. Akşam televizyon karşısında uyuyakalıp sabah sihirli bir şekilde kendi yatağımda uyanmayı özledim. Ya da sevdiğim çizgi film çıkana kadar bekletip çıktığında heyecanlanmayı özledim. Arkadaşlarım pembeyi severken mavi sevenin tek ben olduğum zamanları özledim. Çıkar amacı gütmeden kurulan arkadaşlıkları özledim. “Başkaları ne der?” diye değil de “istediğim için” yapmayı özledim. Ama sorun şu ki bunları geri getirmek imkânsız. Sihirli Annem dizisinde ki Dudu Peri’nin yaptığı gibi “zaman geriye aksın!” deyince hemen dönemiyoruz. Bu yüzden “keşke” siz yaşamak için çabalamalıyız. Geriye baktığımızda “iyi ki de yapmışım” diyebilmeliyiz. Benliğimizi kaybetmeden, asıl içimizde olan insanı gösterebilmeliyiz başkalarına. Her gün ayrı bir yapmacık maske arkasına saklanamayız. Kaybetmeden kıymetini bilmek gerek. Evet, özlem duyduğum çok şey var. Ama kaybettiklerim arasında en çok kendimi özledim. Hilal Nur KAYAPINAR YAĞMUR SONRASI Yağmurdan sonra ki toprak kokusu ne hoştur değil mi? Hava daha temiz, daha açık ve ferahtır. İnsan o kokuyu, o havayı solurken hayattaki her şeyi unutup sadece o güzelliğe kapılır. O an dünyası sadece o olur. Acılar, başarılar, sevinçler, insanın yaşadığı ya da yaşayacağı her şey bir kenarda kalır. İnsan kendini o ana kaptırır. İnsan hayatı da yağmur öncesi ve sonrasına benzer. Hayatta çoğu zaman mutsuzluğu, hayal kırıklığını, başarısızlıkları, acıları yaşadığımız zamanlar olur. Umutsuzlaşıp yok olacağımızı düşünürüz. Bu durum bizim yağmur öncemizdir. Tek bir yağmur damlasına ihtiyacımız olur. Kalbimizi bir çöl gibi hissederiz. O tek yağmur damlası gelse kalbimiz umut dolacak. Hep sabır deyip yolumuza devam ederiz.Hayatı iyi, kötü tüm her şeyi ile yaşamaya devam ederiz. Ve öyle bir gün gelir ki tek bir damla değil hayatımıza sel gelir. Her şey düzelmeye, umutlar yeşermeye başlar. Umut, başarı, mutluluk sel olup akıp gelir bize. Artık daha mutlu ve umutluyuzdur. Çünkü yaşadığımız her zorluk bize sabretmeyi öğretmiştir. Sabırda bizim yağmur sonramızdır. Sabrı öğrenip tüm ferahlığı, mutluluğu yaşarız. Her şeyi bir kenara bırakıp kalbimizde ki o güzelliğe kapılırız. İşte her şeyden önemli olan şeydir. Sabrı öğrenip kalbimizi güzelliklerle doldurmak. Kalp güzelliği tüm güzelliklerin en güzelidir. Ve tek güzellik olması gerekir. Tüm güzelliklerin en güzeline sahip olmanız dileğiyle. Rümeysa DEMİR SESSİZ SAKİN Gözlerim kapalı Yürüyorum yavaş yavaş Ama ne olur bilemiyorum… Sonuç beklide belli Belki bir şans verir bana Kim, kim yardım edecek ki bana? Sesim çıkmıyor zaten artık tek çarem beklemek. Biri gelip kolumdan çekip götürse Çıksam, gitsem, kaybolsam Anlasam her şeyi Bir şans daha dilesem? Hissediyorum her şeyi ama duyamıyorum, göremiyorum Kin, nefret, acı hepsi toplanmış Konuşuyorlar kendi aralarında Yanlarına almıyorlar mutluluğu, heyecanı, aşkı… Belki de uzaktan hoş görünüyor ama yaklaşınca anlıyorsun Daha da netleşiyor hayat Anlıyorsun ne olduğunu, nerede olduğunu, ne yaptığını Biran önce uzaklaşmak istiyorsun, daha da yaklaşıyorsun. Neler oluyor bilemiyorsun. Kuyunun dibine geliyorsun Yavaş yavaş, sessiz sessiz İntihar, cinayet, ölüm olduğunu biliyorsun sonuçta Ama vazgeçemiyorsun, ihanet de etmek istemiyorsun. Ölüyorum değil, öldüler, öldürüldüler, öldürdüler. Sadece bugün değil her zaman her yerde yaşanmışlıklar Her zaman her yerde siyah bir çelenk Sonunda bir tören ve sonsuza kadar sessizlik. Abdullah KUZUCU 2 AYHAN Aklı karışıktı. Son bir yıl içinde yaşadıklarını tahlil etmeye çalışıyordu. Müdürün odasında sigara içmeye kalkıştığı için okuldan atılmanın eşiğindeydi. Bütün arkadaşlarıyla ilişiği kesilmişti. Kendi kendine verdiği sözler doğrultusunda, daha da temiz yaşamaya karar vermişti. İlk işi sona yaklaştığı lise hayatını büyük oranla tehdit eden sigarayı bırakmak olmuştu. Uzaklaştırma cezasının son günüydü. Cuma namazından sonra babasıyla okula gelmişlerdi. Bütün olanları anlatmış, babasından müdürle konuşmasını, şimdiye kadar okulda işlediği suçların affı için kendisine bir kapı açmasını rica etmişti. Az önce babası gitmişti. İkindi ezanına en az bir saat vardı. Okulun mescidine indi. Köşeye bağdaş kurup oturdu. Dalmıştı. “Ayhan Gündoğdu!” diye mırıldandı. “Okulun en haylaz, en serseri öğrencisi…” Eylül’ü hatırladı. Hayatın geri kalanını adadığı o güzeller güzeli, iyilerin en yücesi kızı andı yeniden. Yine aynı duayı mırıldandı. “Allah’ım. Anlaşılmamaktan sana sığınırım. Hayırlısıyla müjdeni vasıtasıyla verdiğin Eylül’ü alnıma yaz. Ve bizi de en hayırlı şekilde karşılaştır. Kaderlerimizi birleştir. Bana bir müjde daha senin aşığın olmam için gönder. Şüphesiz sen, müjdeleyenlerin en mukaddesisin.” İki ay olmuştu Eylül gideli… İki yıldır hayatının her alanını düzene sokarken, serserilikten, meczupluktan, şeytanın esirliğinden kurtulurken tek dayanağı o olmuştu. Aydınlı o kız… Allah’ın büyüklüğünü ona hatırlatan. Akdeniz’in kıyısından, Aydın’dan Ankara’ya onu getiren, kaderlerini bir araya getirip, Eylül’ü olgunlaştıran, gerçek bir âşıkla tanıştıran, Ayhan’ı da kaybettiği imanına yeniden kavuşturan Allah’ı gerçek manada Ayhan’a tanıtan kızdı o. Durdu. Etrafında yıllardır gördüğü, hatta Eylül’ü tanıyana kadar kendisinin de yaşadığı o iğrenç, mide bulandırıcı arkadaşlıkları, “Aşk” adı verilmiş şehvet patlamalarını düşündü. Yine dünyanın en iğrenç zehrini içmiş gibi bulandı midesi… Umudu kırıktı… Okulda kalabileceğini zannetmiyordu. Eylül’ün gidişinden beri kopuk dönemini yaşıyordu. Her türlü disiplin suçunu işlemişti. İsyankâr, ilgisiz, vurdumduymaz bir tavır sergilemişti iki aydır… Yanından hiç ayırmadığı kâğıdı çıkardı cebinden. Ve bir kalem buldu mescit kıblesinin tersindeki duvara dayalı dolaptan. Son bir mesaj vermek istedi arkadaşlarına. Yazmaya başladı. Arkalı önlü sayfa tamamen dolmuştu az sonra. Hikâyesini tamamladı ve kâğıdı sağ tarafına bırakmıştı… Daldığı düşüncelerden ezanla birlikte uyandı. Kalkıp ikindi namazını kılmaya hazırlandı. Bu arada teneffüs zili çalmış, edebiyat öğretmeni ile birlikte iki öğretmen daha mescide gelmişti. Bir zamanlar bu mescitte bu öğretmenler de dâhil olmak üzere arkadaşlarına namaz kıldırdığını hatırladı ve burun kemiğinin sızladığını hissetti… Edebiyat öğretmeni namaza durmadan önce hikâyesini vermek istedi. “Bu son hikâyem hocam… Bu okuldaki son günlerimi yaşadığımı biliyorum. Eğer beğenirseniz, arkadaşlarıma bir mesaj sunmak isterim bu hikâye vasıtasıyla. Okul dergisinde yayınlanma şansı var mı? ” diyerek hikâyeyi teslim etti. Pazartesi günüydü. Edebiyat öğretmeninin getirdiği hikâyeyi defalarca okumuştu müdür bey. “Şafak sökmek üzereydi… Yine uykusuz bir gece geçirmiştim… Yatak odamızın camını aralardım. Hava tertemizdi. Uzaklarda, tepelerin üzerine çullanan lacivert kasvet, ufukta beliren beyaz-pembe çizginin esiri olmuş, yavaş yavaş eriyordu. Ruh halimden habersiz, huzur içinde uyuyan sevgili eşime baktım bir an… Sağı üzerine yatmış, sağ eli yastığıyla sağ yanağının arasındaydı. Melek gibiydi. Daha doğrusu gecemi uykusuz kılan o rüyadan önce böyle masum ve en güzel haliyle uyuyuşunu saatlerce bıkmadan usanmadan seyredebilirdim. Âşıktım Nuray’a… Sarı saçları, dünyanın en değerli altınından daha parlaktı… Kirpikleri ve kaşları, ”İşte Allah’ın sanatı böyle nadide ve mest edicidir!” diye bağırıyor, beni “Yaratılan bu kadar güzelse, onu yaratanın güzelliği kim bilir ne kadar mest edicidir” diye düşünmeye sevk ediyordu. Gözleri yosun yeşiliydi. Buğday rengindeki orantılı yüzü, berrak, yıldızlı bir gecenin tepsi gibi salkım saçak mehtabından daha berraktı. Ta ki, o rüyaya kadar… “Öğle yemeğini eşimle beraber yemiştik. Ofise geleli on dakika olmamıştı. Fırat adında, uzun boylu, esmer, kirli sakallı bir delikanlı gelmişti ofise. Gelen gence “Buyurun” derken Nuray’ın tedirgin hali gözümden kaçmamıştı. Bakakalmıştı gencin yüzüne… Anlam verememiştim doğrusu… Allah’ı var, yakışıklı bir çocuktu Fırat. “Acaba” demiştim kendi kendime. Gencin sesiyle dikkatim birden bire dağılmıştı. İçimdeki girift düşünce ordusundan sıyrılıp yüzüne baktım. “Araz Bey siz misiniz?” diye sordu. Galiba iş başvurusu için gelmişti. Onaylar mahiyette başımı salladım. Yutkundu. Kaçamak baktı Nuray’a. Özel konuşmak istemişti. Hiç tanımadığım bu adam benle özel ne konuşabilirdi ki? Nuray’a işaret ettim başımla. İsteksiz bir hali vardı. “Kalsam?” der gibi yüzüme baktı. Aynı hareketi tekrarladım… Çıkmak zorunda kaldı. O genci gördüğü anda garipleşmişti Nuray. Anlam verememiştim. Onu daha önce böyle gördüğümü hatırlamıyordum. Delikanlıya oturmasını işaret etmiştim. “Nuray Hanımla, eşinizle ilgili beyefendi” dedi ve yutkundu. Koltuğumdan kalkıp, karşısındaki koltuğa oturmuştum. “Anlat bakalım delikanlı” dedim ve masamın köşesindeki şekerden ikram ettim. Biraz rahatlamış görünüyordu. Anlatmaya başladı. O anlattıkça kanım donuyor, tir tir titriyordum. Abisi, eski kız arkadaşını her yerde arıyormuş. Yaşadıkları her şeyden haberi varmış. Kızı da tanıdığını söyledi. Ve ben hala bu meseleyle olan ilgimi merak ediyordum. Tevafuktu işte. İş görüşmesi için geldiğinde Nuray’la beraber beni görünce, eşim olduğunu anlamış ve anlatma ihtiyacı duymuş. Hazırlıklı olmamı öneriyordu. O kız meğer benim eşim, gönül güneşim dediğim kadın, Nuray’mış. Eşim tehlikedeydi. Ve içimi parçalamıştı bu duyduklarım. Nuray bunlardan hiç bahsetmemişti. Kan beynime hücum etmişti. Eski bir âşık ve ona verilen umutlar vardı işin içinde. Ve hala Nuray’ı arıyordu o adam. Bu konuda çok kıskançtım ben. Katil bile olabilirdim. Nuray’ın tavrını da yeni anlamıştım. Fırat’ı tanıyordu demek ki. Aradan bir hafta geçmemişti. Beklediğim olmuştu. O adam karşıma çıkmıştı. Ettiği laflar beni o kadar sinirlendirmişti ki, o an orada silahımı çıkarıp o adamı yaralamıştım.” Zeminin kanla ıslandığını gördüm ve kan ter içinde uyandım… Geceyi şükürle geçirmiştim. Nuray’a verdiğim sözü hatırladım. Onun da bana verdiği tabii. Aramızda gizli kalmış bir sır olamazdı, olmamalıydı. Yani, Nuray öyle bir insan değildi. Ellerimi açtım. Gözlerim dolmuştu. İki kelime zar zor döküldü dilimden… -Takdirine Şükür!-” Odanın kapısı çalındı. İçeriye giren Ayhan’dı. Karşısında el pençe duruyordu. Bu karşısında gördüğü on gün önce odasında sigara yakan çocuk değildi sanki. İnanamamıştı. Bu hikâyeyi o yazmış olamazdı. “Beni çağırmışsınız hocam” diye mırıldandı Ayhan. Sesi tırnaklarının ucuna zor dökülür derecede kısıktı. “Gel bakalım Gündoğdu. Bu hikâyeyi sen mi yazdın gerçekten?” diye sordu müdür bey. Başını eğmişti. Onaylar bir tavırla başını hafifçe salladı. “Çok güzel bir mesaj saklamışsın içine bu hikâyenin Ayhan. Sana ikinci bir şansı çok göremem. Disiplin kurulunu okuldan atılman için toplamayacağız. Hikâyen de yayınlanacak. Umarım bir daha aynı yanlışlara düşmezsin. Babana çok selamlarımı söyle.” Demişti Müdür Bey. Bir anda sevincinden titremeye başlamıştı. “Çok teşekkür edebilirim Hocam” diyebildi zorla. Sadece şükredebiliyordu Allah’a içinden. Ve tekrarladı. Ve kelime-i tevhit getirmeye başladı tekrar tekrar. “Takdirine Şükür Ya Rabbim!” Müjdene, Takdirine Şükür! Ahmet Murat HALİLOĞLU 3 ACI ÇEKMEK ÖZGÜRLÜKSE Dünüm, bu günüm, yarınım pamuk ipliğine sarılmış. Ne tarafıma dönsem batıyor yalnızlığımın kemikleri. Tek duygu hissedebiliyor insan; sadece biraz acı. Kimsesizim ben. Kalabalığın içindeki yalnızlık nedir bilir misiniz? Duvarları değil de içinin duvarlarını yumruklamak. Ah bu ben… Yaşım daha on beş yolun başındayım henüz. Lakin tahammülü yok yaşadıklarımın. Daha yolun başındayken sonundan vazgeçtim ben. Yoruldum, çok yoruldum iliklerime kadar acı var. Bu sanki biraz şey gibi; hani suyun içinde bağırırsında kimse duymaz ya… Çaresizim. Yaşama, sevgiye olan inancım kalmadı artık. Kimse anlamadı beni. Bende içime attım hep. Vesselâm öyle bir haldeyim ki içime attıklarım benden ağır. Eski Türk filmlerinde; “Sevgi emekti, dostluktu.” derler. Ben hiçbirini görmedim daha. Kimse sevmedi katlanmadı bana. Hiç sırdaşım olmadı mesela. Sonra kendime arkadaşlar yarattım. Hayali arkadaşlar. Onlar ne olursa olsun hep yanımdaydılar. Bir tane daha sırdaşım vardı; Rab’im. O her zaman benimle. O’na ne kadar isyan etsem bana merhamet ediyor. Bende karşısında vav gibi eğiliyorum artık. İnsanlar çok acımasız, nankör. Sanki hiçbir kediyi sevmemiş, bayramda şeker toplamamış, bir kez olsun küçük bir çocuğun başını okşamamış kadar kötüler. İnsanları sevmiyorum artık. İnsanlar beni sevmiyor. Boşluktayım. Bir tutam acı var. Aslında biraz sarılsam geçecek. Acı çekmek özgürlükse… Özge Nazire ÖZALP Feyza ÜRKUT YANSIN İNCEDEN Herkesin aşkı büyüktür kendince Asıl aşkı tadarsın Yaradan’ı sevince Sevdiğine duyduğun aşk, bahsettiğim aşıklığın aşkı Sakin unutma sevdiğin Allah’ın bir sanatı Kaç bin yıl oldu insanoğlu yaratılalı Bugün yapabildiği en iyi şey ise uzay aracı Daha güneşe yaklaşamazken teknoloji harikası O güneşi oraya koyanı bir düşünsene Yerin altında bir ateş çekiyor herkesi ve her şeyi Bunca yıldır çekti ama hiç hissettirmedi Etrafımız boşluktu kimse savrulup gitmedi O ateşi oraya koyanı bir düşünsene Geliyorum dıştan içe En önemlisiyse insanın içinde Müslüman’ın kalbi Kâbe’den kıymetli bir değer versene Allah, aşkını koysun derinliklere, yansın inceden inceye… M. Enes MALKOÇOĞLU SÜZÜLÜRKEN YANAĞIMDAN SEN Göz kapaklarımda birikti anılar Keşke birkaç damla ağlayabilsem Damla Damla süzülürken yanağımdan sen Eskilerle birlikte seni de silebilsem Hep eskiyi sevdim aslında ben Eski seni, eski beni, eski bizi. Eskiye dair ne varsa Belki de eskiler eskitti bizi Şimdi ise gökyüzünde ki gri bulutlar gibiyim Biraz hırçın, biraz durgun Dokunsalar yağacağım üstüne Yağdıkça dinecek sensizliğim Seninle karışacak toprağa benliğim Toprağın kokusunu çektikçe içime Lâl olacak gönlüm konuşmayacak sensizliğe Azra KAYA GERİYE KALAN Akşam karanlığı çöküyordu ıssız kaldırımlara. Sessizlik etrafı sinsice sarmıştı. Hayatla yabancılaşırken yürüyordum bu sokaklarda. Çöle bırakılmış susuz biçareler gibi, kanadı yaralıyken uçmaya çalışan bir kuş gibi çaresiz. Tarifi de kendisi kadar zormuş bu duygunun… Kendimi ıslak bir bankta otururken bulmuştum, ne zamandan beri buradaydım bilmiyorum. Beynim karışık düşüncelerle savaşırken bedenimi haliyle yormuştu. Dünyamı kararmış hissediyordum. o an tek gördüğüm şey yağmurdan kaçarak evlerine ulaşmaya çalışan iki küçük oyun arkadaşı. Aynı zamanda uzun zamandır akmamak için direnen gözyaşlarım yağan yağmura eşlik ediyordu. İşte o an anlatılması zor olan bu duygunun tanımı oluşmuştu: Yalnızlık. Bu duygu bana oldukça ağır gelmişti. Oysa telaffuzu kolaydır, yaşattıklarına inkârla. Kardeşlerim olarak nitelemişken aniden nitelemiş olduğum yuvadan uzaklaşan arkadaşlarımdı bu bedenimde ki iç savaşın sebebi. Oturup kaldığım banktan kalkıp tekrar evin yolunu bulmaya çalışıyordum. Yoklukları yetmezmiş gibi bir de miras bıraktıkları yalnızlık sarmıştı bedenimi. Zaten yalnızlık kadar canımı acıtan bir duygu yoktu bedenimde. Eve yaklaştıkça bu duyguda kaçarcasına hızlanıyordum. Oysa yerleşmişti ki kalbimin en hassas köşesin; rüzgâr esse deşip kanatırdı bir yara misali. En küçük anıyla tekrar canlanırdı. Binaya girdiğimde gözyaşlarımı zorla durdurmuştum, hemen çantamda ki suyu içmem birazda olsa rahatlamamı sağladı. Eve girdiğim de kavuğuna giren sincap gibiydim. Hemen kendimi yatağıma atıp üstümü kocaman battaniyelerle kapladım. Islanmıştım, üşüyordum ama hissetmiyordum. Kalbimde en “can” köşesine sahip olan insanlardan ayrılmak üstümdeki kat kat örtülmüş battaniyelerden binlerce kat daha ağırdı. Huzurlu bir uykuya bırakmak istedikçe kendimi, yakamı bırakmıyordu yalnızlık. Onların yokluğundan yanımda kalan tek duygu: beni dipsiz kuyuya sürükleyen, sonsuz karanlığı düşlerime hak gören… Sadece yalnızlık Beyza Nur BURCU 4 İMKANSIZ İMKANSIZDIR “Siz ciddi olamazsınız” diye haykırdı sevimli öğrenci. Duyduklarını sindirmeye çalışırken gözleri umutla dolmuştu. Yerinden fırlamak profesörün boynuna atılmak istiyordu. Kendini tutamadı. Profesöre sarıldı ve gözyaşları kışın buz tutmayı unutan bir dere misali çağlıyordu. Mutluluk mu? Umut mu? Yoksa geleceğe liderlik etmek mi? Ne hissettiğini bilemiyordu. Hissettiği ne olursa olsun, ufukta bir ışık vardı artık onun için. O içinde ki savaş bitene kadar sönmeyecek bir ışık… İlkokul üçüncü sınıf ve okulun haylaz, derslerinde başarısız olmayı alışkanlık haline getiren bir öğrenci. Üçüncü sınıf olması onu yargılamak için ne kadar doğru bir dönem olmasa da herkesin hükmü kesin.”Bu çocuktan adam olmaz.” Ailesi üzgün. Yıllardır evlat sahibi olamayan ebeveynler uzun zaman sonra bir mucize olarak gördüğü evlatlarını üçüncü sınıftan akıbetini tahmin etmek mümkün diyerek başarı adına umutsuzluğa bırakmışlardı kendilerini.”Görünen köy kılavuz istemez” misali. Herkes çocuk için üzülürken çocuk sadece endişe içinde. Ancak endişesi o kadar hafif ki “endişe duymak kâfidir, başarıya ne lüzum” Düşüncesini hâkim kılmıştır beynine. Ne hırs ne azim bir gram yoktur kalbinde. Hal böyle olunca kimsenin beklentisi kalmamıştır artık geleceğe boş adımlarla süzülen çocuğa. Yine çocuk için bir sıradan bir gün. Ancak bu sıradanlık ona özeldir. Arkadaşı matematik kitapları elinde formül ezberliyor, çözdükleri soruları tekrar ediyor ve bazıları da sınav heyecanını yenmeye çalışıyordu. Normal bir matematik sınavı olmayacaktı bu. Matematik dehalarını keşfetmek isteyen yüksek öğretim üyelerinin özenle hazırlayıp erken yaştan hızlandırılmış derslerle zekâ gelişimine katkı sağlamaları için yetenekli ya da zeki diye tabir edebileceğimiz öğrencileri seçtikleri sınav. Herkes heyecanlıdır. Sınava bir hafta kalmış ve minik kalplerinde sınavı kazanmayı arzulayan derin hisler uyanmıştı. İşte o bir kişi hariç. Artık hayatı umursamayan, arkadaşlarının “Bay Takmaz” lakabına layık görülen, sevimli olduğu kadar cesaretlendirmeyi bekleyen çocukta sınava dâhildir. Lakin gireceği de girmeyeceği de meçhuldür. Tek gerçek vardır hocaları için. Girse bile sonu bellidir. Bay takmaz da hocaları ile aynı fikirdedir. Nitekim en büyük hatasını yapar aslında.”Başkalarının fikri, gerçeği olmuştur” artık. Bay Takmaz gece yatmadan önce düşünceleri arasından bir türlü sıyrılamaz.”Sınava girsem başarısız olacağım. Ne diye sınava gireyim ki? Girsem bir kaybım mı olacak? Ben bu sınav için hazır değilim ki? Ne yapmalıyım neden kimse bana yardım etmiyor? Bugüne kadar başarısız olmam hep başarısız olacağım anlamına mı gelir? Cevap açık kesinlikle.”Anlamlandırılması zor düşünceler Bay Takmaz’ı uyku âlemine rahat rahat ulaştırırken bir yandan da kendine olan güveni her saniye azalıyordu. Kendini zorlamanın bir mantığı olmadığını düşündü ve kendini gecenin karanlığında parlayan Ay gibi siyah gökyüzünün kollarına bıraktı. Karşısında yeni açılan bır kütüphane belirdi. Kütüphanenin kapısının üzerinde “KAZANNAK İÇİN” yazıyordu. Buraya nasıl gelmişti? Hiçbir fikri yoktu. Kendini birden kütüphanenin içinde buldu. Etrafında sayısı belirsiz özenle dizilmiş kocaman kitaplıklar ve kitaplar vardı. Önce burayı terk etmek istedi. Lakin etrafına dondu, tekrar döndü ancak hiçbir terde kapı yoktu. Çıkış yok. Atlayıp kaçabileceği pencerede bulamadı. Sadece kitaplar ve raflar. Birden tüm kitaplar üzerine gelmeye başladı. Ardından kitaplardan geldiğini varsaydığı sesler duydu.”Bizleri insanlar yazar ancak yazdıkları şeylerden yoksunlar. Sadece çalış bak gör neler oluyor. Sadece ve sadece dene. Tek bir şans.” Üzerine gelen kitaplardan duyduğu sesler adeta beyninde yankılanıyordu. Kitapların arasında aşırı kelimesinin yetersiz kalacağı varsayılan bir bunalımla kaçmak istedi bir sağ tarafında bir de sol tarafında tam tur döndü. Kapı nerede? Kitaplar üzerine gelmeye devam ediyordu. O arada 236. Rafın 7. Kitabı dikkatini çekti. Kitabın parlaklığı güneş misali göz kamaştırıyordu. Kitap Bay Takmaz’ın önüne düştü ve 327. Sayfası açıldı. Bay Takmaz kitabı inceledi. Kitapta sadece sayfa numarası ve sayfanın tam ortasında “Hayatın değişecek” yazıyordu. Bay Takmaz kitabın ihtişamından etkilenmiş, ancak boş olmasına bır anlam verememişti. Ardından tere düşmeye başlayan kitapların arasında kalan Bay takmaz nefes nefese yatağından fırladı. Sadece bir rüya. Bu kadar ilginç olması nedendi acaba? Cumartesiydi gün, saat 09.23 kütüphaneler 09.00 da açılırdı. Bay Takmaz koşarak anne ve babasının yanına gitti. Bay Takmaz’ın babası oğlunun kütüphaneye gitmek istemesine oldukça şaşırdı.”Kıyamet mi yaklaşıyor?” yada “Dünya ters mi dönmeye başladı?” soruları bu istek üzerine pek saçma olmazdı onlar için.Bay takmaz yeni acılan kütüphaneye koştu.Babası bu acelesinin ne olduğunu merak ediyor ve Bay Takmaz’ı takip ediyordu.Kütüphanede 236.rafı arıyordu Bay Takmaz’ın gözleri ve 7.kitap.Saatler süreceğini bilse yine de arardı o kitabı.”Hayatın değişecek.” Sonunda buldu 236.rafı, ardından 7. Kitap, kitap sarı renkliydi ancak oldukça eskiydi. Sayfaları boş gibi gözüküyordu ancak o kitabı satın aldı ve evine götürdü. Tüm sayfalara tek tek bakmaya karar verdi.Birden327.sayfa geldi aklına ve o tek cümle. Basit gibi görünen ardından büyük ilginçlikler getiren bır Cumartesi Bay Takmaz’ın hayatının donum noktası kabul edildi. Çünkü ardından gelen her gün Bay Takmaz bir önceki çalıştığı günün derslerinden daha fazla çalışmaya başladı ve bu performansı birçok kişinin ilgisini çekti. İşin ilginç tarafı matematik sınavını kazanan tek kişi de Bay Takmaz olmuştu. Kimse bu geri dönüşün nasıl olduğunu anlayamadı. Nasıl bu kadar yükseldiğini ve hayatında ne değişmesi onu bu kadar başarılı yaptığı anlaşılmaz bir sırdı sanki. Üçüncü sınıfa gitmesine rağmen bu harika dönüş önemli şahsiyetlerin bile ilgisini çekti. Amerika’da özel eğitim ardından ülkesine geri döndüğünde tekrar soruldu Bay Takmaz’a sırrı. Kitaptan bahsetti. Ancak yazan tek cümle okyanusun dibi kadar meçhuldü. Bu kez herkes için sıradan olan bir günde Bay Takmaz adını tarihe yazdırdı. Matematik profesörlüğünün birinci adıydı onun adı. “Peki, o cümlede ne yazıyordu?” diye sordu sevimli öğrenci.”Benim de başarmam için sanırım gerekli olan tek şey o kitap” dedi tiz bir sesle. Profesör önce yüzüne yayılan geniş bir gülümsemeyle çocuğa baktı sonra kitaplarının arasından sarı kitabı çekerek çocuğa uzattı. Ardından ekledi “sende bir gün adını tarihe yazdırırsan bunu gözlerinde kendini gördüğün birisine vermeyi sakın unutma” dedi. Ardından ayak seslerini koridorda sessizliğe bıraktı. Peki, asıl soru şu: O cümlede ne yazıyordu? ‘’Başarı Kalbinizde Bulunan İnançtır Ve İmkânsız Kelimesi Bu Evrende Mevcut Olan Bir Kelime Değildir.’’ Esma Nur KOCATAŞ 5 ŞÜKRETMENİN FARKINDALIĞI İnsanlar ne tuhaf değil mi? Kimi akşam çocuğuna bir çikolata götürmek için evine yürüyerek gidiyor. Dolmuş parası vermemek için. Hem de yeterince yıpranmış, su geçiren ayakkabılarıyla. Bir iş daha arıyor gözü, evine gitmeden son kez. Buradan da bir şeyler çıkarım umuduyla, kalfa arıyor ilanlarını gözlüyor. Ekmek götürecek evine. Doyulmaz ki ekmeksiz. Ya da topladığı kâğıt parçalarıyla çocuğuna defter yapmıştı ya hani. Onun yerine çok güzel kaplı bir defter alacak yavrusuna. Ama yok. Bir gün daha eşinin yaptığı bulgur pilavı geçecek midelerinden. Yarı aç, yarı tok yatıp, yeni bir güne uyanacaklar. Buna da şükür… Hem çocuğu da o defterle idare eder, bilmiyor mu sanki babasının neler çekiğini? Her şeyleri helal değil mi? Hatta defteri yaparken, babasının eline batan zımba teli bile acıtmıyor canını, babanın. Çalmadan, çırpmadan kazanıyor her şeyini. Babanın alın teri değmiş tüm eşyalara, annenin de sabrı işlenmiş bir bir. Çocuğun da masumluğu ve sevgisi katılmış bu sobalı ki gözlü şirin eve. Yine de gülebiliyorlar ya işte bu en güzeli. Babası işten geldiğinde koşuyor çocuk yanına. “Hoş geldin, canım babam!” diyor o sıcacık gülümsemesiyle. Tamirhane kokusunu umursamıyor, içine çekiyor aksine. Babasının emeğinin kokusu. Mis gibi hem de. Eşi de güler yüzle karşılıyor, elinin boş olduğuna aldırmaksızın. Hep sabrediyor, en büyük destekçisi eşinin. Allah sabredenlerle birlikte. Simdi bir an yerlerine koyalım kendimizi bu ailenin. Ne yapardık? İsyan mı ederdik? Belki evet. Baba olsak, kendimizi içkiye kumara verirdik belki. Ailemizi es geçip, her gün başka bir âlemde olurduk. Anne olsak, sabredemeyip bu denli, pılımız pırtımızı toplayıp terk ederdik hayat eşimizi. Çocuk olsak, arkadaşlarımıza imrenip, her şeyin en yenisini isterdik. Ayşenur ALTAŞ Omların var benim neden yok diye üzerdik ailemizi. Ama onlar… Her şeye şükredip, sağlıklarını dilediler sadece. Başlarını soktukları bir yuvaları, canlarından çok sevdikleri aileleri vardı. Buydu zaten hepsini bir arada tutan. Sabır, sevgi, sadakat ve şükür… Kimi de pırlantasının karatını artırma çabalarında, başının etini yiyor her gece eşinin. Mobilyalardan sıkılmış olması, son çıkan televizyonlardan pembe dizileri daha keyifli izleyebileceği evin tek gündemi. Çocuklar deseniz, okuldan gelir gelmez odalarına kapanıp, saatlerce sanal sanal takılıyor. Yemekte bile bir araya gelmeyen bu aile de herkes yemeğini odasında yiyor. Her çeşit defterin içinde, hem de çok güzel kaplı, birinin değeri yok. Bu denli müsaitken şartlar. Şükür kelimesinin anlamından bihaber geçip gidiyor günleri ki. Ne yazık! Ama bilmiyorlar ki tüm bunları veren Yaradan, bir gün gelir alır sormadan. Şükür ki en büyük nimet, ailemizde ki nimetlere… Sevgi ÇELİK KANAYAN BİR İZ PİRAMİT Hayal görmüşüm yine Rüyadaymışım meğer Zaten olmazdı bu olanlar gerçek dünyada İnsanlar mutlu olmazdı, sevemezdi birbirlerini Yardım etmezlerdi birbirlerine Gözleri hep kör, kulakları hep sağırdı insanların Ne görür ne duyarlardı kendilerinden başkasını Hayat sanki bir piramitmiş de, herkes hep en üstte olmaya çalışırdı Düşünmezdi, duymazdı, görmezdi kendinden altındakini Öne geçmeyi değil de üste geçmeyi düşünürdü insanlar hep Halden anlamazlardı hani Kendisi ezilirken başkasının altında, o acıyı yaşarken Oda hiç düşünmeden kendi altındakini ezerdi Hiç mi kimse düşünmezdi öbür dünyayı? Ya eğer öbür dünyada piramit ters dönerse de bütün yük üstekine binerse Taşıyabilir miydi acaba o kadar acıyı Taşıyabilir miydi acaba yaptığı yanlışları O zaman duymak ve görmek için can atardı işte Düşünmek için can atardı İş işten geçse ve bunu bilse de… Oysa üste değilde öne geçmeyi bilseydi insan Almasaydı o kadar hakkı üstüne Sadece ama sadece kendi yükünü taşısaydı Affetmez miydi onu yüce yaradan? Abdullah Furkan AKTAŞ Kurşun geçse aramızdan ayrılmazdı ellerimiz Kurşun değil kuşlar geçti uzağımızdan Koptu bağımız Çokça idi ağrımız Bizi hiç eden heybemize takıldı sesimiz İçimizde karanlıkla kanayan bir iz Hiç bilinmeyecek beklide bu giz Umuda tökezleyerek giden yağmalanmış bir çift diz. Merve Sena TANRIÖVER OLMALI Bir kapıyı açanı olmalı insanın ya da çalacağı bir kapı. Ümitleri olmalı insanın ya da o birilerinin ümidi olmalı. Mutlulukları olmalı insanın ya da o, birileri için mutluluk kaynağı olmalı. Hüzünleri olmalı insanın ya da o hüznü alıp yerine sevinç koyabilen olmalı. Kısacası birileri olmalı insanın hayatında… Anılarını paylaştığı, paylaştıkça mutlu olabildiği. Üzüntüleri olmalı, anlattıkça biraz da olsa iyi hissettiği… Seçimleri olmalı insanın, her gün “iyi ki” dediği. Şarkıları olmalı insanın dinledikçe hayaller kurabildiği. En iyi arkadaşı, en iyi dostu olmalı insanın. Ne kadar kızarsa kızsın, yerine kimseyi ama kimseyi koyamadığı… Büşra ERKOÇ 6 Özlem ŞENTÜRK ŞİİR VE ANA DUYGU Aşk gönülde söylenir, tarifi dilden öte… Şiir… Sanatların en hakikisi, en muhteremi… Şiir ruhtaki hilkat sanatının minyatürünü insan acziyetinin müsaade ettiğince kâğıda, fonetiğe, kelimelere dökme ve hudutsuz hakikatleri kalıp içine alarak usturuplu, dizginlenmiş, gayet yumuşak ve edepli bir şekilde karşıya aktarma becerisi… XVI. asırda, özellikle ada ve liman şehirlerindeki halk arasında denizciler, denizcilerin içinde de gemicilik dili bilenler saygı görürlerdi. İşte bu gün, yirmi birinci asırda ve bundan önceki her tarihte ve her toplumda edebiyatçılar, edebiyatçıların içinde de “Şiir Dili” bilenler hep itibar görmüşlerdir… Deneme, hikâye, makale, fıkra, gezi yazısı vs. fark etmeksizin herhangi bir edebi türle uğraşan her insana “yazar” dene gelmiştir. Fakat şiir yazanlar, yani şiir dilini bilip anlayan ve kullananlar, bu konuda istisnadır ki, onlara şair denmiştir. Çünkü duygu, düşünce, fikir ve ruh hallerini “şiir Dili” kullanarak ifade ederler, bu şekilde açığa vururlar. ÖLMEK İÇİN KÖTÜ BİR GÜN Bugün ölmek için kötü bir gün; Hava kapalı, Tıpkı Arap yarımadasında ki kadınlar gibi. Yerler çamur, Tıpkı en yakın arkadaşının sana attığı iftira gibi. Yollar kaygan, Tıpkı lanet olası bir sabun gibi. Ve her yer sıkıcı, Tıpkı fizik dersini anlatan hoca gibi Şiir dili… Ana duyguyu anlatan anahtar kelimeleri, mecaz anlamlı, benzetmeli sözcüklerin arasına ustaca katmak suretiyle hali ve fikri farklı bir yoldan anlatma marifeti… “Anahtar kelimeyi mecaz anlamların içine sıkıştırmak”? Daha da açmak, anlaşılmasını sağlamak için birkaç örnek gerektiği kanaatindeyim. Örneğin, günlük yaşamda normal bir insanın “Acizim” ya da “Çaresizim” diyerek anlatacağı derdini bir şair, “Çabam dağları aştı, mesafem karış eder/Takdir böyle, neyleyim, emir yok ‘ol’dan öte” diyerek anlatır. Ya da aynı şair, normal birinin “Mutsuzum” diye anlatacağı derdi, “Bağırsam sesim yetmez, yas tutsam yasım yetmez/Mutluluktan damla yok, kasavet boldan öte” diye anlatır. İşte şiir dilinin mükemmelliği ve anlatma kabiliyeti bu denli büyüktür. Bu iki mısraı inceleyecek olursak, anahtar kelimelerin “yas” ve “kasavet” olduğunu görebiliriz. O zaman bu anahtar kelimelerin içine serpiştirilerek kudretli bir anlam muhtevası oluşturulan ve şiir dilinin mayasında var olan mecazlar “mutluluktan damla yok” ve “boldan öte” kısmıdır. Tezatla yetinilmeyerek, kasavetin boldan öte oluşunun vurgulanması da şiir dilinin ne denli kudretli olduğunun göstergesidir. Şiir dilini bir diğer unsuru da ahenktir, bu da kafiye, redif ve kalıptır. Bir şiir, kalıba ne kadar ustaca sığdırılırsa, anlam da o kadar gizlenir ve şiir dili kuvvetlenir. Güzel bir şiirde, yalnız hece değil, aynı zamanda hecelerin açıklıkkapalılığı ve kelimelerin uzunluk-kısalığı da önemlidir. Birinci mısrada virgül durağından önce kaç hece varsa, duraktan sonraki bölümde de o sayıda hece olmalıdır ki, kalıp ve ahenk asıl mananın namahrem kısmını saklayıp yabancılara vermesin. Kafiye bulunduran kelimelerin anahtar kelimeler olması ve özellikle düz ve sarmal kafiyelerde son mısraları birleştirip bir kafiye çatısı altında toplayan bir özellik taşıması, şiirin anlam bütünlüğünün bozulma riskini asgariye indirirken, ana duygunun vurgusunu azamiye çıkarır. Bir şiir ilk okunduğunda, eğer kalıpla ve sağlam kafiyelerle inşa edilmişse, ahenk okuyucunun ruhunu kaplar ve akılda sadece ahenk unsuru taşıyan kelimeler, özellikle de mısraların ve nazım birimlerinin son kelimeleri, akılda kalır ki, bu kelimeler genelde kafiye ihtiva eden kelimelerdir. Bu da anahtar kelimelerin dize baş veya ortalarına saklandığı şiirlerde anlamı gizler ve sırları saklar, anahtar kelime-ana duygu ilişkisiyle orantılı olarak şiirin muhtevasını açığa vurur ya da gizler. İşte bunun içindir ki, şiir dilini konuşmak ya da anlamak için gereken şeylerden en önemlisi, dil üzerinde engin bir bilgiye sahip olmaktır. Dil üzerinde hâkimiyeti olmayan biri şiir yazmasına yazar, ama şiir dili esaslarına göre dilini kuramaz, tekerrüre düşer. Bu da zamanla kelime tekerrürünü aşıp, konu tekerrürüne dönüşür. Ahenk için bazen tekerrür etkili bir metot olsa da, her şey kararında güzel… Ahmet Haliloğlu Bugün ölmek için kötü bir gün; İnsanlar önyargılı Tıpkı en yakın arkadaşınla gezerken yanlış anlamaları gibi. Öğretmenler acımasız, Tıpkı öğrencileri notla tehdit eder gibi. Hayat anlamsız, Tıpkı İngilizce dersinde matematik yapan öğrenci gibi Ve güneş soğuk, Tıpkı ailenin düşük notlarını görünce sana bakışı gibi. Bugün ölmek için kötü bir gün; Aşıklar dolaşıyor, Tıpkı aklındaki bütün düşünceler gibi. Mutlu olmaya çalışıyorsun, Tıpkı en sevdiğin çikolatayı yer gibi. Umursamıyorsun, Tıpkı hayattan bıkmış gibi. Ve ölmek istemiyorsun, Sanki yaşamak çok güzelmiş gibi Emre Can BEKTEŞ 7 SEVGİLİ DEDECİĞİM VE NİNECİĞİM! 18.02.2015 Uzun bir zaman geçtikten sonra sonunda sizlere mektup yazma fırsatını buldum.Şimdi bana ‘‘Fırsat bulamayacak ne var?’’ diyebilirsiniz.Buna cevabım gerçekten yok. Çünkü bu konuda sonuna kadar haklısınız.Neyse,neyse kızdırmayım sizi benim canlarım.Nasılsınız,sıhhatiniz nasıl,köydeki işler nasıl gidiyor? Beni soracak olursanız bu günlerde pek meşgulüm. Aslında kendi kendimi olmayacak işlerle meşgul etmeyi başarabildim. Akşama kadar internette, telefonda dolaşmaktan beynim yoruldu.Yorulunca yorgunluğumu alsın diye şarkı dinledim.Bu da işin tuzu biberi oldu.Şuanda hayatımın ne kadar monoton ve sıkıcı olduğunun, gerçek hayatta değil sanal hayatta yaşadığımın farkına vardım.Oysa sizin zamanınızda böyle miymiş?Çocuklar ve gençler hiçbir oyuncakları olmamasına rağmen eğlenmeyi bilirlermiş.Sokaklarda tahtadan yaptığı arabayla,topacıyla,hatta bunları bulamayınca gazoz kapaklarıyla bile oyun oynayan ,çocukluğunun tadını çıkaran dedeciğim seni;ağaçtan beşiğini sallayan ve bez bebeğiyle oynayan nineciğim seni görür gibiyim.Sizin zamanınız bazılarına çok basit gelebilir ama en sahici anların ve içten heyecanların yaşandığı çok güzel dönemlermiş.O dönemler babanızın sürdüğü kağnıya oturup gezermişsiniz.Kağnının giderken çıkarttığı ses pek hoşunuza gidermiş.Şimdi kağnılar sadece apartmanların önünde süs olarak duruyor.O dönemde birinin evinde ekmeği bitince komşudan istermiş.Komşu ise bir isteğince iki verecek kadar cömert olurmuş.Şimdi kimse komşusundan kibrit isteyecek kadar bile cesaretli değil.Çünkü bir şey isteyecek olursa kapıdan geri dönülüyor.Oysa sizin zamanınızda insanlar evlerinde otururken dış kapılarını sonuna kadar açarlarmış ve hiç tereddütlü olmazlarmış .Çünkü o dönemde güven varmış.Biz ise her akşam yatmadan önce kapımızda bulunan bütün kilitleri kilitliyoruz.Bu devirde insan akrabasına bile güvenemiyor ki kapıyı kilitlemesin.Gelen misafire asla ‘‘Bunlar nereden çıktı?’’demeyen ‘‘Başımızın üstünde yeri vardır:’’deyip onları sevgisiyle ağırlayan insanlar varmış.İnsanlar arasındaki iletişim sahiciymiş.Belki o zamanlar teknoloji çok gelişmemişti.Ama teknolojini yaptığı işleri insanlar zor şartlar altında daha samimi duygular içerisinde gerçekleştiriyorlarmış. Nineciğim senin anlattığına göre o dönemde televizyon ve radyo bile daha yeni yeni çıkmış.Hatta televizyonu olanlar da parmakla gösteriliyorlarmış.Hele bir de televizyon renkli olursa…Televizyonu olanda akşam herkes toplanırmış.Nohut kavurmaları yenilirmiş.Eşi benzeri olmayan filmler seyredilirmiş.Bir de çocuklar gibi büyükler de yüzük saklama oyunu oynarlarmış.Şimdi ise her odada ayrı bir televizyon var.Herkes kendi odasına çekiliyor,beğendiği programı izliyor.Sizlerden duyduğuma göre aslında radyoları televizyonlardan daha çok seviyormuşsunuz.Belki radyo sohbetleri size daha sıcak geldiğindendir.Radyolarda bir bölümlük tiyatroları dinlemek için akşamı iple çekiyormuşsunuz.O zamanlar her şey azmış ama kıymetliymiş.Çoğu yerde elektrik olmaz,akşamları ocakların başında oturulur dedelerin,ninelerin anlattığı masallar büyük bir ilgiyle dilenirmiş.Şimdi insanlar büyüklerine bayramdan bayrama zor gidiyorlar ya da gidemiyorlar.Erkenden yatılır,erkenden kalkılırmış.Daha zinde olunurmuş.Sabahları ise yer sofraları kurulurmuş ve insanlar kendi ürettikleri yiyecekleri yemekten büyük bir zevk alırlarmış.Organik beslendikleri için de sağlık sorunları da az olurmuş.Oysa şimdi insanların çoğunun sağlık sorunları var.Çoğu kişi herhangi bir sebepten dolayı mutsuz.Dönemimizde insanlar mutlu olmak için çok büyük beklenti içine girmiş durumdalar.Oysa eskiden kaynana geline bir lastik ayakkabı alsa bile gelin çok sevinirmiş aynı senin sevindiğin gibi değil mi nineciğim?Artık millet bir koşuşturma içerisinde .Akşama kadar para hırsıyla çalışıp duruyorlar,akşam olunca yorulup kalıyorlar sohbet ortamı zaten oluşmuyor.Ya komşuluk ilişkileri?Onlar da acınacak durumdalar.İnsanlar apartmanlarındaki komşuları ölünce ancak bilmiş oluyorlar fakat iş işten çoktan geçmiş oluyor.Bu dönemde en çok yaşlı insanları seviyorum.Neden biliyor musunuz?Çünkü en gerçekçi onları buluyorum.Dedem ve ninem sizi bazen o kadar çok özlüyorum ki yan komşumuz olan yaşlı bir aileye ziyarete gidiyorum ve size olan özlemimi gidermeye çalışıyorum. Kısacası sizi çok şanslı buluyorum.Her şeyin gerçek olduğu bir ortamda yaşamızsınız..Ellerinizden öper,sağlıklı günler dilerim. Adres:Fatih Mah.Bostancı Cad.No:36 Çubuk/ANKARA Halise ŞİMŞEK UNUTTUK İkra AKKAYA İMTİYAZ SAHİBİ Selvet GÜRDAĞ GENEL YAYIN YÖNETMENİ Ali ALTUN Artık o kadar çok her şeyi unuttuk ki… Sabah erkenden sıcacık yataklarımızdan kalkıp, kendimizi aniden sabahın koşuşturmasına bırakıyoruz. Alelacele, uykulu bir şekilde hazırlanıp ya okula ya da işe gidiyoruz. Günün yoğunluğuyla akşama kadar baş etmek zorunda bırakıyoruz kendimizi. Akşama kadar, hayatın tüm yoğunluğunu aşılıyoruz bedenimize. Akşam eve geldiğimizde de bize en çok çekici gelen yatağımız oluyor. Eve gidip dinlenme hayalleriyle geçen günün sonunu erkenden uyuyarak bitirmek için tüm koşulları yerine getirmeye çalışıyoruz. Eğer evde yalnız yaşamıyorsanız ve en önemlisi de anneyseniz sanırım gün sonu için kurduğunuz hayalleri biraz rafa kaldırmanız gerekecek. Çünkü işten eve geldiğinizde eşiniz ve çocuklarınız için hazırlamanız gereken bir yemeğiniz, çocuğunuzun da ilgilenmeniz gereken dersleri var. Ayrıca sadece bunlar da değil, eşiniz ve çocuklarınızın yanı sıra sizden ilgi ve temizlik bekleyen bir evinizde var. Ve siz tüm bunları yaparken tabi ki de zamanda kayboluyorsunuz. Ve geriye kalan tek şey saati bile bilmeden odanızın yolunu tutmak kalıyor. Gün içerisinde kurduğunuz uyku hayallerinizi kaldırdığınız raftan çıkarırken bile o rafın kapağını göremeyecek bir halde yorganınızın altındaki yerinizi alıyorsunuz. Ve ertesi gün karşılayacağınız yorgunlukları bile düşünemeden gözleriniz kapanmış oluyor. Feyza Nur ERDOĞAN YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ Havva BAL GÖRSEL DANIŞMAN Nilay ARAR KOLİŞLER YAYIN KURULU Yıldız AKSU Sibel NAZ Halil YILDIZ OKUL ADRES TELEFON ÇUBUK MELİHA HASAN ALİ BOSTAN FEN LİSESİ Yıldırım Beyazıt Mah. Ağrı sok. No3 Çubuk / Ankara 0312 837 92 72 4