duruş - mustafa tarakçı
Transkript
duruş - mustafa tarakçı
YARD. DOÇ. DR. MUSTAFA TAR AKÇI DURUŞ Hiperlink Yayınları Hiperlink Yayınları: 16 © Yard. Doç. Dr. Mustafa Tarakçı / Hiperlink Yayınları Yayıncı Sertifika No: 16680 ISBN: 978-9944-157-13-1 Birinci Baskı: Eylül 2010 Genel Yayın Yönetmeni: Doğan Selçuk Öztürk Editör: Funda Özlem Şeran Dağıtım-Pazarlama: Yusuf Günbaş Kapak Tasarım: Yunus Karaaslan İç Tasarım: Adem Şenel Baskı-Cilt: Ada Ofset (Tel: 0 212 567 12 42) © Bu kitabın yayın hakları, Hiperlink Yayınları’na aittir. Yazarın ve yayıncının izni olmadan yayınlanamaz, kopyalanamaz, çoğaltılamaz. Ancak kaynak gösterilerek kısa alıntı yapılabilir. Tarakçı, Mustafa Duruş /Mustafa Tarakçı.- - İstanbul : Hiperlink Yayınları, 2010. 256 s. : res. ; 21 sm.- - (Hiperlink Yayınları ; 16) ISBN 978-9944-157-13-1 1. Atatürk, Mustafa Kemal, 1881-1938 2. Devlet Başkanları—Türkiye—Biyografi 3. Türkiye – Siyaset ve yönetim -- 1918-1960 I. Eser adı II. Dizi DR592 .K4 T37 2010 956.1024092 TAR 2010 (923.1561 TAR 2010) Cankurtaran Meydanı No: 6 Sultanahmet, İstanbul / Türkiye Tel: +90 212 516 46 81 - 82 - Faks: +90 212 516 46 84 e-mail: info@hiperlink.com.tr - www.hiperlink.com.tr YARD. DOÇ. DR. MUSTAFA TAR AKÇI DURUŞ İÇİNDEKİLER --- ÖNSÖZ...........................................................................................7 YABANCILAR KARŞISINDAKİ DURUŞ.......................... 11 SAVAŞ ÖNCESİ DÖNEMDEKİ DURUŞ.......................... 39 SAVAŞ ESNASINDAKİ DURUŞ........................................... 73 DEVRİMCİLİĞİ VE İNSANİ DURUŞU.........................109 ÖNEMLİ SÖYLEVLERİ.........................................................213 KAYNAKÇA..............................................................................253 ÖNSÖZ --- L ider, tarihin seyrini, zamanın akışını bir başka yöne çevirmesini bilen kişidir. Mustafa Kemal Atatürk, tüm bunları başararak, toplumunu içinde bulunduğu kısır döngüden çıkarmış, kendisiyle beraber çalışan arkadaşlarının bile akıllarının alamadığı cesur adımlar atmıştır. Dünyanın sayılı liderlerinden biri olarak kabul edilen önderimizi tanımak, onu anlamak gençlerimiz öncelikli olmak üzere hepimizin ödevidir. Gazi Mustafa Kemal, büyük bir komutan olduğu kadar aynı zamanda büyük bir devlet adamıydı. O, muharebelerde kati netice alınacak yeri iyi seçmesini biliyor, azami kuvvetini orada topluyor, mümkün olabilen en az zayiatla düşmana azami darbeyi vuruyordu. Gelibolu Conkbayırı’nda, Muş’un Ruslardan geri alınmasında, Afyon Kocatepe’de askeri ile yan yana bulunmuş, varlığı ile muharebenin kaderini değiştirmiş örnek bir komutandır. Doğru karar olay mahallinde verilir. Olay mahallinde bulunmak emek ister, cesaret ister, fedakârlık ister. Gazi Mustafa Kemal bunları yapmış birisidir. Onda liderlik kabiliyeti ve öngörüsü okul yıllarından beri vardı. Harp akademilerinde kurmay subaylık eğitimi alırken, hafta tatillerinde sık sık en yakın arkadaşı Ali Fuat (Cebesoy) ile onun babası İsmail Fazıl Paşa’nın Kuzguncuk’taki yalısına giderdi. Orada karşılaştığı ve sohbet imkânı bulduğu Berlin Büyükelçisi Osman Nizami Paşa ile Osmanlı’nın geleceği konusundaki tartışmaları Ali Fuat Cebesoy’un “Sınıf Arkadaşım Atatürk” kitabında da yer almıştır. 7 Duruş Osman Nizami Paşa’nın, istibdat yönetiminin bir gün kaldırılacağını ve fakat onun yerine batılı anlamda bir yönetimin kurulmasının mümkün olamayacağını iddia etmesine karşın Mustafa Kemal’in; “Paşa Hazretleri! Batılı anlamda yönetimler de zaman içinde gelişmiştir. Bugün uykuda gibi görünen memleketimizin çok kabiliyet ve cevheri vardır. Fakat bir devrimde iş başında olanlar, yerlerini korumaya kalkarlarsa, o vakit buyurduğunuz gibi başarıya ulaşmak mümkün değildir, devrimi ancak devrime inananlar yapabilirler,” dediği ifade edilmektedir. Tevfik Fikret’in “Hak bildiğin yolda yalnız gideceksin” sözü onun rehberi olmuştur. Bir liderin en önemli özelliği yılmamak, doğru bildiği yoldan ayrılmamak, inancını hep korumaktır. Atatürk de doğru bildiği yoldan hiç ayrılmamış, Mondros Mütarekesi ile yok sayılan Türk milletini yeniden örgütleyip, yıllarca sahip olduğu toprakları ona kalıcı vatan yapmanın mücadelesini vermiştir. Kimsenin hayal bile edemediği zaferlere imzasını atmış; sadece askeri zaferlerle yetinmeyip, o zaferleri çağdaş devrimlerle taçlandırmış, Türk ulusunu medeni milletler gibi çağdaş, laik, demokratik bir ülkeye kavuşturmuştur. Hedef ekonomisi, askeriyesi, hukuku, kültürü, uluslararası ilişkileri ile tam bağımsız ve refah içinde yaşayan bir Türkiye yaratmaktır. O, imparatorluk döneminde ümmet bilincinde yaşayan Türk halkını, millet bilincinde yaşamaya dönüştürmüştür. Onu kulluktan kurtarıp birey yapmıştır. Yönetimde dini esasları bir tarafa bırakıp aklı ve hukuku hâkim kılmış, dinin insanların gönlünde, onların özeli olarak muhafaza edilmesi lazım geldiği bilincini yaymaya çalışmıştır. “Din vardır ve lüzumludur” demiş, ancak yaşarken onun kölesi olmamıştır. Atatürk, Türk’ü ve Türklüğü yücelten en önemli liderlerden biridir. “Diyarbakırlı, Vanlı, Erzurumlu, Trabzonlu, İstanbullu, Trakyalı, Makedonyalı hep bir ırkın evlatları, hep aynı cevherin damarlarıdır,” diyerek bu topraklarda yaşayan, kökü nereye da8 Yard. Doç. Dr. Mustafa Tarakçı yanırsa dayansın, herkesin kardeş olduğunu vurgulayarak, milli birlik ve beraberliğimizin çağdaş temellerini atmıştır. O bölücü, ayrılıkçı değil, bütünleştirici ve barışçıdır. O, savaşlarda başarılı bir komutan olduğu kadar, aynı zamanda barışın, kardeşliğin mimarı büyük bir devrimcidir. Onun şahsında Türk milleti, tarihte olmadığı kadar itibar görmüş, uluslararası ilişkilerde saygın bir mevkiye sahip olmuştur. O, bu milleti çağrılmadan giden, sırada bekleyen bir millet değil, davet edilerek giden, milletler camiasının saygın bir üyesi yapmıştır. O, mazlum milletlere ışık olmuş, ümit olmuş; nihayet o, bu toprakların en büyük şansı olmuştur. Onu her yönüyle tanıyıp anlamak bizim için görev olmalıdır. Bu düşünceler ışığında, bu çalışma ile Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün çeşitli durumlar karşısında aldığı tavırları, verdiği cevapları en güvenilir kaynaklara dayandırarak bir araya getirmeye çalıştık. Anlatımda karışıklığa meydan vermemek için “Duruş” ile ilgili tespit ettiğimiz anekdot ve olayları yabancılar karşısındaki duruş, savaş önceki dönem, savaş ve savaş sonrası dönem olmak üzere ayrı safhalarda topladık. Onun özgün söylevleri de önemliydi. Siz değerli okurların elinin altında olması adına son bölümde onları da bir araya getirdik. Amacımız gençlere ümit ışığı olmak, özellikle yönetici durumunda olan insanlarımızın da benzer durumlar karşısında benzer duruşlar sergilemelerine katkıda bulunmaktır. Cumhuriyetimizin kurucusu, demokratik, laik, sosyal hukuk devletimizin mimarı Gazi Mustafa Kemal, ebedi liderimiz ve değişmez önderimizdir. Onu daha fazla tanıdıkça kendimize olan özgüvenimiz daha da artacak, bundan da şu güzel ülkemiz kazançlı çıkacaktır. Saygılarımla... Mustafa Tarakçı 9 YABANCILAR KARŞISINDAKİ DURUŞ --- GEÇMİŞ OLSUN MAJESTE! 1933 yılında Yugoslavya Kralı ve eşi Türkiye’yi ziyarete gelirler. İstanbul’da Dolmabahçe Sarayı’nda Atatürk şereflerine akşam yemeği verir. Yemekten sonra kahve içme esnasında Kral, Atatürk’ün gözlerinin içine bakarak şöyle der: - Size bir gerçeği söylemek isterim. - Memnun olurum, buyurun anlatın. - 1919 senesinde İngilizler Yunanlardan önce Ege Bölgenizin işgal edilmesini bize teklif ettiler. Ben Türkleri sevdiğim için kabul etmedim. Atatürk ayağa kalkar. Elini tokalaşmak için uzatır. Bu hareket karşısında Kral da elini uzatır. Tokalaşırlar. Atatürk’ün “Teşekkür ederim” yerine cevabı, “Geçmiş olsun majeste!” olur. Cemal Kurtay’dan VATANIMIN TOPRAĞI TEMİZDİR, ELİNİZİ KİRLETMEZ İngiltere Kralı 8. Edward Atatürk’ü ziyaret için İstanbul’a gelmiştir. Kendisini Boğaz’da yatla gezdirirler, dönüşünde Dolmabahçe Sarayı’nın deniz kenarında Atatürk karşılamak için bekler. Deniz dalgalıdır. Kral zar zor rıhtıma yanaşır, elini toprağa dayayarak inmek mecburiyetinde kalır. Sonra Atatürk’ün önünde cebinden mendilini çıkarıp elini temizlemeye başlarken, tokalaşmak için bekleyen Atatürk: 13 Duruş “Ekselans” der, “Vatanımın toprağı temizdir. Elinizi kirletmez.” “Hoş geldiniz” der, elini uzatıp tokalaşır. Enver Behnan Şapolyo’dan DİK DURUŞ 30 Ekim 1918, Türk tarihinin “olumsuz” anlamda önemli dönüm noktalarından biridir. Bu tarihte 1. Dünya Savaşı’nda yenik düştüğümüz hukuken tescil edilmiş; Limni adasının Mondros limanında Mondros Mütarekesi adıyla bilinen ateşkes antlaşması imzalanmıştır. Bu antlaşmada Osmanlı’nın karşısında, karşı taraf adına konuşan hep İngiliz’dir. Malumunuz bu mütareke ile Osmanlı ülkesi galip devletlerin kontrolüne terk edilecektir. Türk askeri terhis edilecek, silahlar depolanacak, o depolar İngilizFransız askerlerin koruması altında olacaktır. En önemli husus da, Osmanlı halkının diken üzerinde oturuyor olmasıdır. Nerede bir güvensizlik veya kargaşa varsa, İtilaf Devletleri (İngiltereFransa-İtalya-Yunanistan) oraları işgal edebilecek, o bölgelerde kendi otoritelerini hâkim kılabileceklerdir. Bu süreçte İngiliz Dış İşleri Bakanı Lord Curzon’un yeğeni Albay Rawlinson, iki manga askerle Erzurum bölgesini kontrol ve gözetim altında bulundurmakla görevlendirilir. O tarihlerde Gazi Mustafa Kemal de Samsun-Havza-Amasya-Sivas’a uğradıktan sonra Erzurum’a gelmiştir. Erzurum’da Kazım Karabekir Paşa ve Vilayeti Şarkiye Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti öncülüğünde bir kongre toplanma hazırlıkları vardır. Mustafa Kemal Paşa’nın Erzurum’a gelişiyle birlikte bu hazırlıklar daha da hız kazanır. Bugünlerde ruhlarımızı okşayan, bugün dahi okuyunca, öğrenince gönlümüze ferahlık veren bir olay yaşanır. Bu olay, İngiliz 14 Yard. Doç. Dr. Mustafa Tarakçı Albay Rawlinson ile Gazi Mustafa Kemal arasında geçen olaydır. Daha doğrusu yapılan görüşmedir. Bu görüşmeye o dönem Osmanlı yönetimine muhalif tutumundan dolayı Damat Ferit Paşa hükümetince işten el çektirilen, Erzurum’a gelip Mustafa Kemal hareketine katılan, Bitlis eski valisi Mazhar Müfit Kansu da tanıklık etmiştir. Mazhar Müfit Kansu Mazhar Müfit, daha sonra Mustafa Kemal’in ayrılmaz yol arkadaşlarından biri olacak, Temsil Heyeti üyesi olarak önce Sivas’a, oradan Ankara’ya birlikte gidecek, daha sonra İstiklal Mahkemesi Başkanlığı ve milletvekilliği yapacaktır. Onun anlattığına göre: İngiliz Albay Rawlinson, 9 Temmuz 1919 günü Mustafa Kemal’in kaldığı eve gelir. O esnada Mazhar Müfit Kansu da evdedir. Kapıyı emir eri Ali Metin açar. İçeri buyur etmeden önce emir eri, Mustafa Kemal Paşa’ya yabancı üniformalı bir ziyaretçisinin olduğunu bildirir. Mustafa Kemal Paşa, Albay Rawlinson’u odasında kabul eder. Şuradan buradan konuşulur. Epeyce bir vakit geçtikten sonra Rawlinson söylemek istediği esas konuyu açar: 15 Duruş - İşittiğime göre burada, Erzurum’da bir kongre toplanacakmış. Siz de bunu teşvik ve destekliyormuşsunuz? - Evet, milletçe açılmasına karar verdik. - Açılmaması daha uygun olur! - Hayır, kongre kesinlikle açılacaktır. - Ancak, İngiliz hükümeti bu kongrenin toplanmasına izin vermez. - Ne hükümetiniz ne de sizden izin istemedik ki! Bu esnada her iki tarafın da ses tonu yükselmiştir. Emir eri elinde kahve tepsisi ile gelirken Mazhar Müfit’e işaretle “Dışarı atayım mı?” der. O da “Hayır, kahveyi ver çık” anlamında kaş göz hareketi yapar. Konuşmalar tekrar devam eder: - Kongre yaparsanız zor kullanır dağıtırız. - O zaman biz de kuvvete kuvvetle karşı koyar, milletin isteğini yerine getiririz. Ne pahasına olursa olsun bu kongre açılacaktır! En sonunda da “Görüşme bitmiştir,” diyerek konuşmasını noktalar. Bu esnada Mazhar Müfit Kansu olayı daha fazla tırmandırmamak için kapıyı açar ve İngiliz Albay’a “Lütfen” diyerek dışarı çıkmasını önerir. İngiliz Albay Rawlinson sapsarı bir yüzle çekip gider. 16 Yard. Doç. Dr. Mustafa Tarakçı İNGİLİZ KONSOLOSUNA VERİLEN DERS Atatürk’ün başyaveri Salih Bozok anlatıyor: Salih Bozok Başkumandan, düşmandan kurtardığı İzmir’de geçireceği ilk geceyi yaşıyordu. Mustafa Kemal Paşa, İzmir’de ilk gecesini çalışarak geçirdi. Zengin sofra hazırlandığı halde ufak tefekle karnını doyurdu ve geç saatlere kadar çalıştı. Ertesi sabah erkenden uyandık. Hafif bir kahvaltıdan sonra vilayet konağına gittik. Vali, İngiliz konsolosu ile konuşuyor17 Duruş du. Biz gelince vali ayağa kalktı ve konsolos ile Mustafa Kemal Paşa’yı tanıştırdı. Konsolos iyi Türkçe biliyordu. Paşa valiye sordu: “Konu nedir?” Vali anlattı: “Sayın konsolos, İngiliz tebaası vatandaşlarla Rum ve Ermeni azınlıkların güven altında olup olmadığından endişeleniyorlar. Ben kendilerine herkesin güven altında olduğunu bildirdim.” Mustafa Kemal Paşa konsolosun Türkçe bildiğini biliyordu, buna rağmen kendisine valiyi muhatap aldı: “Ee, peki daha ne istiyormuş?” Bu soruya konsolos Türkçe cevap verdi: “Tebaamız için hükümetinizden yazılı teminat istiyorum.” Paşa: “Ne yani, Yunanlar zamanında sizin tebaanızı daha emniyette mi görüyordunuz?” Konsolos kasılarak, “Evet,” dedi, “Yunanlar buradayken tebaamızı daha emniyette görüyorduk.” “Öyleyse buyurun, tebaanızla birlikte Yunanistan’a gidin, efendim!” Konsolos sinirlenerek sesini yükseltti. “Yani majestelerimin hükümetine savaş mı açıyorsunuz?” Paşa: “Siz kiminle neyi konuştuğunuzu biliyor musunuz? Ben Millet Meclisi’nin başkanı ve Türk ordularının başkomutanıyım. Savaş açmaya da barış yapmaya da tam yetkiliyim. Siz kimsiniz? Hükümetiniz adına savaş ve barış görüşmeleri yapmaya yetkili misiniz? Böyle bir yetkiniz varsa görüşelim. Yoksa (eliyle kapıyı göstererek) buyurunuz dışarıya, efendim!” 18 Yard. Doç. Dr. Mustafa Tarakçı Konsolos, Mustafa Kemal Paşa’nın sözleri üzerine sapsarı kesildi ve tek bir kelime söylemeden kapıdan çıktı gitti. Mustafa Kemal Paşa, adamın arkasından valiye döndü: “Bunlara yüz vermeyin vali bey! Donanma önünde pısacak, bir blöf karşısında yelkenleri suya indirecek devletçik sanıyorlar bizi! Küstahlık derecesine bakın, bana ‘Savaş mı açıyorsunuz?’ diye soruyor. Barut kokan bir odada adamın sorduğu şeye bak! Savaş halinde değiliz sanki!” Birkaç saat sonra, İngiliz donanma komutanı hükümet konağının kapısından girerek Mustafa Kemal Paşa’nın odasına yöneldi. Nazik fakat öfkeli bir hali vardı. Ruşen Eşref kendisine ne istediğini sordu. “Başkomutan Mustafa Kemal Paşa ile görüşmek istiyorum.” Birlikte odaya girdiler, kapı kapandı. Amiral: “Çok güç koşullar altında bir savaş kazandınız, sizi asker olarak içtenlikle kutlarım. Çanakkale’deki başarınızı rastlantıya borçlu olmadığınız kanıtlandı böylece. Böyle bir askerle tanıştığım için memnunum.” diyerek övgüler yağdırmaya başladı. Paşa, bıkkın bir ifadeyle, “Bunları geçin amiral. Çok işimiz var, asıl konuya gelin!” dedi. Amiral bu tavır karşısında bocalayarak konuya girdi: “İzmir’de tebaamız ve sizin azınlık Ermeniler, Rumlar var. Yeni askeri yönetim altında bu insanların statüsü nedir? Güvende midirler?” “Hiç kuşkunuz olmasın amiral. Tebaanız ve azınlıklar hükümetimizin koruması altındadır. Suç işlemeyenler kendilerini güvende sayabilirler.” “Peki suç işleyenler?” “Suç işleyenler sayın amiral, muhtemelen sizin ülkenizde de olduğu gibi, adaletin huzuruna çıkar. Suçlu olanlar, cezalarını çekerler.” 19 Duruş Amiralin yüzü bembeyaz oldu: “İngiliz hükümetinin tebaasını her yerde koruma hakkı, devletler hukuku teminatı altındadır. Rum ve Ermenilerin güven içinde bulundurulmasını sadece rica ettik. Biz bu güvenliği sağlayacak güçteyiz.” Paşa: “Arkaladığınız Yunan ordusunun denizde yüzen cesetlerini herhalde görmüş olmalısınız. Ordumuz asayişi sağlamıştır. İzmir limanını donanmanıza kapatıyorum. İsterseniz tebaanızı gemilerinize doldurabilirsiniz. Donanmanızın en kısa zamanda limanı terk etmesini istiyorum.” Sert sözler karşısında amiral ne yapacağını şaşırdı: “İngiltere’ye savaş mı açıyorsunuz?” Paşa: “Savaş açmak mı? Siz yoksa Sevr Antlaşması’nın halen yürürlükte olduğunu mu sanıyorsunuz? Biz onları çoktan yırtıp attık bile. Karşımda serbestçe oturuşunuzu, sizi konuk saymama borçlusunuz. Fakat nezaketimizi kötüye kullanmanıza asla müsaade edemem. Şu anda hukuken barış antlaşması yapmamış iki devlet arasında savaş hukuku halen yürürlüktedir. Gemilerinizi derhal karasularımızdan çekmenizi size tekrar ve son defa ihtar ediyorum.” Bir balmumu heykeline döndü amiral. Sert adımlarla girdiği Mustafa Kemal Paşa’nın odasında oturduğu sandalyede küçüldükçe küçüldü ve sonunda kekeleyerek, “Affedersiniz” dedi, eğilerek geldiği kapıya gidip dışarı çıktı. Olay kısa süre içinde şehirde duyuldu. Yabancılar kendi uyruklarının gemilerine binmeye başladılar. Birkaç saat sonra da sessizce çekip gittiler. 20 Yard. Doç. Dr. Mustafa Tarakçı İTALYAN BÜYÜKELÇİSİNE CEVAP Atatürk, bir akşam Ankara Palas’ta yemek yerken yandaki masada İtalyan ve Arnavutluk büyükelçilerini görür. O yıllar İtalya’nın Anadolu’da gözünün olduğu, emperyalist söylem ve eylemler içinde olduğu yıllardır. Bu konuda düşüncelerini ortaya koyarcasına önce Arnavutluk büyükelçisi ile birkaç cümle konuşmayı müteakip, “İtalyanlar Balkanlar’a sızmak için sizi maşa olarak kullanacaklar” der. İtalyan büyükelçi söze karışmak ister. Atatürk ona dönerek yüksek sesle, “Roma’da bir gün İtalyan öğrenciler Türk büyükelçiliği önünde gösteri yapıp Antalya’yı istediklerini söylüyorlarmış” der ve devam eder. - Antalya bizim İtalya’daki elçiliğimizin cebinde değil ki! Antalya buradadır. Ne diye gelip almıyorsunuz? Ekselans Duce’ye bir teklifim var. Askerlerini karaya çıkarsın. Ondan sonra savaşalım. Kim kazanırsa Antalya onun olur! Büyükelçi, “Bu bir savaş ilanı mı ekselans?” diye sorar. - Hayır, der. Ben burada herhangi bir vatandaş gibi konuşuyorum. Türkiye adına savaş ilan etmeye yalnızca Türkiye Büyük Millet Meclisi yetkilidir. Ama şunu da kafanızdan çıkarmayın ki, Büyük Millet Meclisi zamanı gelince, benim gibi basit yurttaşların duygularını da göz önüne alır. (1) FRANSA ELÇİSİNİN ZIRVALAMASI Atatürk bir gün Kemalettin Sami Paşa ile birlikte Ankara Palas’a yemeğe gider. Yanında birkaç kişi daha vardır. Yemek yendikten sonra bir ara Fransa Büyükelçisi de salona gelir. Salonda boş yer olmasına rağmen Atatürk daha önce tanıştığı ve sempatik bulduğu Büyükelçi’yi masasına davet eder. Büyükelçi de büyük bir memnuniyet içinde oturur. Fazla zaman geçmeden başlar anlatmaya: 21 Duruş “Ekselans Paris’i bir kez daha görmek istemez misiniz?” “İsterim tabi neden olmasın,” der Atatürk. “Böyle bir ziyaret Fransa’yı pek memnun eder. Ben de size refakat ederim. Fransa donanmasından bir muhrip bizi İstanbul veya İzmir’den alır. Fransız donanmasından birkaç gemi bize refakat eder. Marsilya’ya yanaşıldığında büyük bir askeri tören ile sizi karşılarlar. Oradan özel bir trenle Paris’e geçersiniz. Paris’te sizi bando ile karşılarlar,” derken Atatürk sözünü keser. “Bu daveti sen mi yoksa hükümetiniz mi yapıyor anlamadım.” Büyükelçi, “Siz kabul buyurursanız aynı programı ben Paris’e bildirir ve uygulanmasını temin edebilirim.” Atatürk sinirlenir. Kaşlarını çatar. “Ekselans” der, “Ben Paris’e böyle şaşalı törenler yapılsın, karşılanayım uğurlanayım için gitmem. Gidersem operanızı görmeye, tiyatronuzda temsil izlemeye, müzenizi gezmeye, zarif hanımlarınızı bir kez daha görmeye gitmek isterim. Siz beni yanlış tanımışsınız beyefendi,” der. Büyükelçi bozulmuştur. Gaf yaptığını anlayarak bir bahane ile sofradan kalkar. Kemalettin Sami Paşa, “Paşam büyükelçiyi çok fena bozdunuz. Söylediğine, söyleyeceğine pişman ettiniz” der. Kemalettin Sami Paşa 22 Yard. Doç. Dr. Mustafa Tarakçı Atatürk cevaben “Kemalettin bunlar biz Türkleri hâlâ tanımadılar. Adam beni Arap emirlerinden biri zannediyor, aklınca şaşaalı program yapıp beni kandırmaya çalışıyor. Böyle törenlere ne gerek var. Kimin donanmasını kimin emrine gönderiyorsun? Olacak şey mi? Biz bu abartılara düşkün biri miyiz?” der. Kemalettin Sami Paşa’dan ELÇİ BEYEFENDİ, BUNA RAKI, TÜRK RAKISI DERLER Stalin, SSCB’de yaptığı bir konuşmada boş bulunarak Ortadoğu’nun bütün memleketlerini “Rus bölgesi” olarak nitelendirmişti. Atatürk bu açıklamaya çok sinirlenmişti. 1935 yılında Rus Devrimi’nin yıldönümünde, Sovyet elçiliğinde verilen suare öç almak için en iyi fırsattı. Atatürk, büyükelçi ile önce önemsiz şeylerden söz ettikten sonra birdenbire sordu: “Karahan yoldaş, şu Sovyet Rusya’da işleri kimin yönettiğini bana söyler misiniz?” Karahan şaşırdı. “Rusya’yı kim mi yönetir? Sovyet Rusya’da proleter diktatörlüğün egemen bulunduğu Ekselansınızca bilinir.” “Canım bırak şu saçmalıkları şimdi. Proleter diktatörlük maskeden başka bir şey değildir. Türkiye’yi yöneten şef benim. Rusya’da kimdir?” Karahan buz gibi soğuk bir sesle karşılık verdi: “Sovyet Cumhuriyetleri Birliği’nin Başkanı yoldaş Kalinin’dir,” dedi. Atatürk sinirlendi: “Canım bırak şu kuklayı... Söylesene bana bakayım, şu sizin Stalin yoldaşınız ne yapar Allah aşkına?” 23 Duruş Karahan suratını astı. Kısık bir sesle “Stalin yoldaş, Sovyet Rusya Komünist Politbürosu’nun sekreteridir,” derken yan gözle Atatürk’ün hakaret dolu sözlerini çeviren ve bir saat sonra Moskova’ya şifreli raporunu bildireceğine kuşku bulunmayan elçilik tercümanına baktı. Elçinin kuşkusu yerindeydi. Çünkü tercüman G.P.U.’nun yani Sovyet Gizli Haberalma Örgütü’nün adamıydı. Karahan Atatürk’ü büfeye davet etmekle konuşmanın başka bir yola varabileceğini savunuyordu. Kaygıyla “Bir bardak şampanya almaz mısınız, Ekselans?” dedi. “Hayır...” “Ya bir kadeh votka?” Atatürk yüzünü ekşiterek: “O Rus içkisinden hoşlanmam. Ben Türk’üm, rakı içerim.” Büfedeki garson elleriyle yok işareti yaptı. “Yazık ki büfemizde rakı yok Ekselans.” “Türk konuğunuza Türk içkisi ikram edemeyeceğinizi zaten biliyordum. Onun için kendi rakımı beraber getirdim.” Atatürk, yaverine işaret etti. Görevliler, hemen büfeye bir sandık rakı getirdiler. Nihayet Karahan, Atatürk’e susuz rakısını uzatabildi. Atatürk kadehini kaldırdı ve: “Elçi beyefendi,” dedi, “buna rakı, Türk rakısı derler. Moskova’da Kalinin midir, Stalin midir yok ne karın ağrısı ise o herife söyleyin, biz Türkler yüzyıllarca Rusya’nın göbeğinde rakı içmiş bir milletiz, gerekirse yine de içmesini biliriz. Bu kadehimi Türk milletinin hayrına ve hiçbir zaman “Rus bölgesi” düzeyine düşmeyecek olan bağımsızlığının şerefine içiyorum.” Atatürk kadehini bir yudumda boşalttıktan sonra Sovyetler Birliği ile Stalin hakkında ağzına geleni söyledi. Rus çevirici bu sözleri aynen çevirmeye yüreklilik gösteremiyor, hafifletmeye çalışıyordu. Atatürk, sözlerinin yeterince etkilemediğini elçinin yüzünden anlayınca çevirenin görevini gereği gibi yapmadığı ka24 Yard. Doç. Dr. Mustafa Tarakçı nısıyla herifi kovdu ve su gibi Rusça bilen yanındaki subaylardan birini çağırdı. Yeni çevirici Atatürk’ün, Stalin ve Sovyetler Birliği hakkında kullandığı kötüleyici sözleri Büyükelçi’ye bir bir aynen tekrar etti. Atatürk, dans müziği çalan Balalayka orkestrasını susturdu ve beraberindeki saz takımına işaret ederek zeybek çaldırmaya başladı. Başta kendisi olmak üzere bütün Türkler zeybeğe kalktılar. Rus Devrimi’nin yıldönümünde Ankara’daki Sovyet Elçiliği’nin büyük salonu bir Türk şehriayinine tanık oluyordu. Ertesi gün Karahan, Stalin’in emriyle Türk Dışişleri Bakanlığı’na sert bir nota verdi. Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras, elçiyi yatıştırmaya çalışıyordu. “Canım, Cumhurbaşkanımız şaka etti. Politbüro sekreterini tahkir etmek aklından bile geçmezdi.” Stalin, Büyükelçi Karahan’ı geriye aldı. Elçi, durumu idare edemediğinden ceza görecekti. Atatürk’ün hakaretlerini dinlemeyip Türkiye Cumhurbaşkanı’nı elçilikten kovmalıydı. Atatürk, Karahan’ın “Allahaısmarladık” deyişini arkadaşlarına şöyle anlatırdı: “Kendini veda için kabul ettiğim zaman ölü gibiydi. “Gitmeyeceğim” sözünü söylemesini dört gözle bekliyordum. Kendisine bunu ben öneremezdim. Fakat kalsaydı, Türkiye’de onu barındırırdım.” (2) SEFİRE YOL GÖSTERİN Fransa’da çok meşhur bir sözlük vardır: Larousse. Burada bir kelime vardır: decapiter. Bu kelime 1931 yılındaki sözlükte boynunu vurmak diye ifade ediliyor. Kelimenin bir başka anlamı daha var. Kazığa oturtmak, yani sivri bir kazık hazırlamak ve insanları kazığın bir ucu ağzından çıkacak şekilde üzerine oturtmak. Vahşi 25 Duruş bir uygulama. Burada kazığa oturtmak deyiminin manasını açıklığa kavuşturmak için örnek veriliyor: “Türkler bugün bile esirlerini kazığa oturturlar.” Atatürk bunu öğrenince Fransız büyükelçisini yemeğe davet ediyor. Elçi diğer elçilere böbürleniyor, hava atıyor Atatürk tarafından davet edildiği için. Köşke geliyor, yemekler yeniyor. Atatürk tabii bir şekilde elçiye bu kelimenin anlamını soruyor. O da bildiği anlamı söylüyor. Atatürk, “Kelimenin başka bir anlamı var mı?” diye sorunca büyükelçi, “Bunu söylemek için sözlüğe bakmam gerekir,” diyor. Atatürk daha önce hazırlamış olduğu ve çalışanlarına öğütlediği şekilde Larousse’u getirtip büyükelçinin önüne koyduruyor. Elçi daha işin nereye kadar gideceğinin farkında olmadan hevesle okumaya başlıyor. Ancak kelimenin karşısında kazığa oturtmak konusunda verilen örnek cümleye gelince ancak yarıya kadar okuyabiliyor ve yarısından sonra yutkunarak Atatürk’ün yüzüne bakıyor. Atatürk diyor ki: “Demek ki biz Türkler bugün de esirlerimizi kazığa oturtuyoruz, öyle mi sayın sefir? Sözlüğünüze böyle yazmışsınız, bu doğru mu?” Sefir hemen sözlüğü biraz karıştırıyor ve bir kaçamak noktası bularak diyor ki: “Efendim bu sözlük Katolik Kilisesi’nin matbaasında basılmış, bildiğiniz gibi biz laik bir ülkeyiz, kilisenin yaptıklarının bizim hükümetimizle bir ilgisi yok. Bizi ilgilendirmez ve biz kiliseye karışamayız.” Atatürk: “Öyle mi efendim, siz laik bir ülke olduğunuz için demek ki kiliselere karışamıyorsunuz. Öyleyse ben de yarından itiba26 Yard. Doç. Dr. Mustafa Tarakçı ren İstanbul’daki kiliselerin kapılarına koca birer kilit astırıyorum,” diyor. Bunu duyan sefir birden ayağa kalkıyor ve “Ekselans, protesto ederiz,” diyor. Bunun üzerine Atatürk: “Hani sizi ilgilendirmiyordu, karışmıyordunuz?” diyor ve ilgililere dönerek, “Sefire yolu gösterin,” diyerek bir anlamda onu kovuyor. Sonra ne mi oluyor? Tabii Fransız hükümeti laiklik söylemlerini bir tarafa bırakıyor, hemen o sözlük toplatılıyor ve yeni baskısından o cümle çıkarılıyor. (3) ŞEREF Atatürk şahsi şerefinin olduğu kadar, Türk şerefinin de ihtiraslı düşkünüydü. Kibirli değildi. Neferleri ve hizmetçileri ile arkadaşça konuştuğunu hatırlarım. Fakat gururluydu. Bu gurur, Türk şerefini yabancılar karşısında korumak bahis konusu olduğu zaman daha da belirginleşirdi. Batıcıydı ama bir batılının üstünlüğünü kabul etmezdi. Aşağılık duygusu altında ezilemezdi. Onun Türk tarihi ile uğraşması, bilâkis, aydınları ve halkı bu aşağılık duygusundan kurtarmak için olmuştur. Yabancı memleketlere veya milletlerarası konferanslara giden arkadaşlarına; “Sesiniz benim sesimdir. Unutmayınız,” derdi. Herkes de ona hesap vereceğini bilerek protokol ve itibar eşitliği üzerinde titiz davranırdı. Şu hikâyeyi anlatmıştım. Rahmetli Fevzi Çakmak Yugoslavya manevralarına gitmişti. Fransız Genel Kurmay Başkanı Gamlin de davetliler arasındaydı. Yemekte sıra meselesi çıkınca Mareşal olduğu için Fevzi Çakmak’ın general olan Gamlin’den önce oturması lâzım geliyordu. Gamlin razı olmadı: 27 Duruş “O Mareşal ise de ben Fransız Ordusunun Genel Kurmay Başkanıyım,” demişti. Fevzi Çakmak eğer yeri verilmezse yemeğe gelmeyeceğini söylemesi üzerine güç durumda kalan Yugoslavlar ayakta bir ziyafet tertiplemişlerdi. Fevzi Çakmak dönüşte olayı Atatürk’e anlattı. Atatürk dedi ki: “Biliyorsunuz, Alman ordusu Renani’yi işgal edeceği zaman Hitler kıta komutanlarına, eğer Fransızlar mukavemet ederlerse geri dönmeleri emrini vermişti. Fransa hükümeti Gamlin’e mukavemet etmesini söyledi. Fakat Gamlin bunun için umumi seferberlik istedi. İç politika durumu umumi seferberliğe elverişli olmadığı için Fransa olupbittiye boyun eğmek zorunda kaldı. Gamlin biraz cesaret gösterseydi, Fransa Renani’yi kaybetmezdi. Sanat ve mesleğinde, asıl vazifesinde bu kadar zaaf gösteren bu adam, sofra sırası meselesinde bakınız ne yapmış! Dikkat ediniz, bu adam Fransa’nın başına bir felaket getirecektir.” Nitekim Gamlin, Hitler ordularının bir iki hafta içinde yıkıverdiği Fransız ordularının başında bulunuyordu. İnönü, İtalya’ya resmi bir seyahat yapacağı vakit Atatürk; “Sen Türkiye’nin başvekilisin. Mussolini de resmen İtalya’nın başvekilidir. Arada hiçbir fark tanımayacaksınız,” demişti. Benito Mussolini ve Adolf Hitler 28 Yard. Doç. Dr. Mustafa Tarakçı Yoldaydık. İlk verilen programda Mussolini istasyona gelmiyordu, İnönü Roma’da yerleşince karşılıklı ziyaretler yapılacaktı. Türk heyeti eğer program değişmezse yarı yoldan memlekete dönüleceğini, İtalyan protokolcülerine haber verdi. Trende bir telâştır, gitti. Roma’ya vardığımız zaman İtalyan başvekili Mussolini, sırtında jaketatayı ve başında silindir şapkası ile Türkiye başvekilini bekliyordu. (4) ATATÜRK’TEN BULGARİSTAN’A GÖZDAĞI Başvekil İsmet İnönü davet edildiği Rusya’dan Bulgaristan yolu ile dönüyordu. Yine o ara Bulgaristan’la aramız iyi değildi. Bulgar komitacıları Sofya’daki Türk sefaretini sarmış, İsmet Paşa’ya suikast yapmak üzere dışarıya çıkmasını bekliyorlardı. İsmet İnönü Bulgar hükümetinin dikkati çekildi. Bulgar hükümeti durumu görmezden geldi. Bunun üzerine keyfiyet Ankara’ya bildirildi, ilgililer toplanıp aralarında müzakere etti. Bir çare araştırıldı. 29 Duruş Tatminkâr bir tedbir bulunamadı. Atatürk’e danışmaya karar verdiler. Atatürk sordu, “Siz ne düşünüyorsunuz?” “Bulgaristan’ı iktisaden tazyik edeceğiz. Şiddetle muhtaç olduğu bazı maddeleri satmamakla tehdit edeceğiz.” Atatürk güldü ve “Telefonu verin bana,” dedi. Donanmaya emir verdi. Ertesi sabah Yavuz zırhlısı İzmit’ten Varna’ya gitti. Yüz bir pare top atıldı. Evlerin camları kırıldı. Herkes yataklarından heyecanla fırladı. Bulgar hükümeti telaşlandı. Amiral, Türkiye Başvekili İsmet Paşa’yı almaya geldiğini söyledi. Bulgar hükümeti, İsmet Paşa’yı Sofya’dan Varna’ya zırhlı trenle, ihtimam ve muhafaza altında getirdi. Bando ile merasim yaparak Yavuz’a uğurladı. Amiral, kırılan camların parasını ödeyip, başvekili Türkiye’ye getirdi. (5) İNGİLİZ KRALI’NA VERİLEN ZİYAFET İngiliz kralı VIII. Edward İstanbul’a Atatürk’ü ziyarete geldiği zaman, Atatürk kendisine bir akşam ziyafeti vermişti. Ziyafetten önce “Bana İngiltere Sarayı’nda verilen ziyafetler ne şekilde olur, onu bilen birisini yahut bir aşçı bulunuz!” dedi. Ve nihayet bu sofra merasimini bilen bir zattan öğrenerek sofrayı o şekilde düzene koydular. Akşam kral sofraya oturunca kendisini kral sarayında zannederek memnun oldu. Atatürk’e dönerek, “Sizi tebrik eder ve teşekkür ederim. Kendimi İngiltere’de zannettim,” diyerek memnuniyetini bildirdi. Sofraya hep Türk garsonlar hizmet etmekteydi. Bunlardan bir tanesi heyecanlanarak, elindeki büyük bir tabakla birdenbire yere yuvarlandı, yemekler de halılara dağıldı. Misafirler utançlarından kıpkırmızı kesildiler; fakat Atatürk Kral’a eğilerek, “Bu millete her şeyi öğrettim, fakat uşaklığı öğretemedim!” dedi. 30 Yard. Doç. Dr. Mustafa Tarakçı Bütün sofradakiler Atatürk’ün zekâsına hayran oldular. Atatürk garsona da “Vazifene devam et” emrini verdi. TÜRK MİLLETİNE OLAN HAYRANLIĞI Zamanının ünlü biyografi üstadı Alman Emil Ludwig 1934’te Atatürk’ün hayatını yazmak için Ankara’ya gelmişti. Eserleri arasında geçmişin ve yaşanılan devrin iz bırakmış nice şahsiyeti vardı. Emil Ludwig O günlerde, Polonya Cumhurbaşkanı, çok ünlü bir piyanist, bir virtüöz olan Ignas Jan Paderavsky’nin hayatını yazıyordu. Mustafa Kemal kendisini kabul ettiğinde, önce bedeni hususiyetlerini uzun uzun tetkik etmesi genel sekreteri Hikmet Bayur’un dikkatini çekmişti. 31 Duruş Hikmet Bayur Nitekim soyu sopu üzerinde bilgiler edindikten sonra Hikmet Bayur’a Ata’nın musiki ve bilhassa keman-piyano ile meşgul olup olmadığını sormuş, Bayur’un bu soru üzerine şaşkınlığını görünce şu açıklamayı yapmıştı: “İzah edeyim. Atatürk’ün parmakları daha çok bu müzik aletleriyle meşgul olanların bariz hususiyetleridir. Mesela Paderavsky’ninki böyledir. Size rica edeceğim. Bana bir elinin parmaklarını bir kâğıda çizer, verir misiniz?” Atatürk, bu isteğe tebessüm etmiş, daima nazik ev sahibi olarak arzuyu yerine getirmiş; fakat tarihçinin yanlış hüküm vermemesi için şu açıklamayı yapmıştı: “Bana ailemde zafer kazanmış büyük kumandanlar olup olmadığını sormuştunuz. Size yoktur cevabını vermiştim. Şimdi parmaklarımı ömrü savaş meydanlarında geçmiş bir askerde yadırgadığınızı seziyor gibiyim. Size kestirmeden bir açıklama yapacağım. Eğer, bende bazı fevkaladelikler görüyor ve buluyorsanız bunları sadece ve yalnız Türk olmama, Türklüğüme bağlayınız. Bu ülkenin bütün insanları temelde benzer yapı içindedir. 32 Yard. Doç. Dr. Mustafa Tarakçı Hatta kusurlarımızda bile... Biz bu aynı kaynağın kök sağlamlığı ile milliyet ve devlet yapısını muhafaza edebilmiş müstesna bir milletiz. Sadece ben değil, tarihte bu büyük millete hizmet edebilmişler varsa, hepsinin ilham kaynağı aynıdır.” (6) HALK İSTERSE BENİ DE KOVAR! 1935 senesiydi. Atatürk’ün Çanakkale’ye geleceği rivayetleri dolaşıyordu. O zamanlar dünyanın bazı yerlerinde olduğu gibi, memleketimizin de bazı bölgelerinde Yahudiler aleyhinde bir hareket ve ayaklanma baş göstermişti. Bu hal karşısında bütün Museviler mallarını, mülklerini satarak yolculuğa hazırlanıyorlardı. Bunlar, o zaman rivayet olunduğuna göre Filistin’e gitmek istiyorlardı. İşte bu sıralarda “Atatürk Çanakkale’ye geliyor,” dediler. Çok sevindim. Çünkü Atatürk’ü hiç görmemiştim. Heyecanla Atatürk’ün geleceği Balıkesir Caddesi’ne dikildim. Bu esnada yanımda bulunan birkaç Yahudi’nin fısıltı ile pek hararetli olarak konuştuklarını gördüm. Alakadar olmaya vakit kalmadan karşıdan birkaç otomobil göründü. “Atatürk geliyor,” sözü yeniden ağızdan ağza dolaştı. Halkın “Yaşa, varol!” nidaları arasında Atatürk otomobilinden indi. Alkışlar devam ediyor, o da halkın arasında ilerliyordu. Garip bir tesadüf ve talih eseri olarak Atatürk bizim önümüze gelince hafif bir duraklama yaptı. Halka bakıyor ve kalabalığı selamlıyordu. Tam bu esnada yanımda bulunan ve biraz evvel fısıltı halinde, fakat hareketli konuşan Yahudilerden biri, ileriye doğru yürüdü ve Ata’nın önüne atıldı. Muhafızlar mani olmak istedi. Atatürk “Bırakın gelsin!” dedi. 33 Duruş Bu Musevi vatandaş, Atatürk’ün önünde ellerini açtı, omuzlarını yukarıya kaldırarak, “Paşam bizi kovuyorlar. Biz ne yapacağız?” dedi. Atatürk bu şekilde önüne atılan bu adamın ne demek istediğini ve kim olduğunu derhal anlamıştı. Buna rağmen sordu: - Sen kimsin? - Ben paşam, Çanakkale Musevileri’nden Avram Palto. - Sizi kim kovuyor? Hükümet mi? Kanun mu? Polis mi? Jandarma mı? Bana söyle. Bu Musevi vatandaş durakladı, şaşaladı. Biraz sonra kendini toparlayarak cevap verdi: - Hayır paşam, halk kovuyor. Atatürk, bu adamın yüzüne dikkatle baktı, gülümsedi. “Halk isterse beni de kovar,” dedi ve yürüdü. YARIM MİLYON ÖLMEYE HAZIR MI? Bir gün Müslüman memleketlerinden birinde (Mısır’da) bağımsızlık davası için çalışan liderlerden biri, Mustafa Kemal’i görmeye gelmişti, kendisine “Bizim hareketin de başına geçmek istemez misiniz?” diye sordu. Olabilecek bir şey değildi ama insan yoklamalarını pek seven Mustafa Kemal, “Yarım milyonun bu uğurda ölür mü?” diye sordu. Adamcağız bakakaldı. - Fakat paşa hazretleri yarım milyonun ölmesine ne lüzum var? Başımızda siz olacaksınız ya... - Benimle olmaz, beyefendi hazretleri, yalnız benimle olmaz. Ne zaman halkınızın yarım milyonu ölmeye karar verirse, o vakit gelip beni ararsınız. 34 Yard. Doç. Dr. Mustafa Tarakçı ATATÜRK’ÜN AMERİKALI GAZETECİ GLADIS BAKER’E VERDİĞİ MÜLAKAT “Harp çıktığı takdirde Amerika, bitaraflık siyasetini muhafaza edebilir mi?” “İmkânı yok. Eğer harp çıkarsa, Amerika’nın milletler camiasında işgal ettiği yüksek mevki her halde müteessir olacaktır. Coğrafi vaziyetleri ne olursa olsun milletler birbirine birçok rabıtalarla bağlıdırlar. Bundan başka, Amerika büyük ve kuvvetli, dünyanın her yerinde alâkası olan bir devlet olduğundan kendisinin siyaset ve iktisadiyat cihetinden ikinci derecede bir mevkiye düşmesine asla müsaade edemez.” “Milletler Cemiyeti’nin, sulhun muhafazası için müessir bir vasıta olduğunu zannediyor musunuz?” “Milletler Cemiyeti, henüz kati ve müessir bir vasıta olduğunu ispat etmemiştir. Diğer taraftan Milletler Cemiyeti bugün, bütün milletlerin, müşterek gayenin tahakkuku için çalışabilecekleri yegâne teşkilâttır. Şuna da kaniim ki, eğer devamlı sulh isteniyorsa kitlelerin vaziyetlerini iyileştirecek beynelmilel tedbirler alınmalıdır. İnsanlığın heyet-i umumiyesinin refahı açık ve tazyikin yerine geçmelidir. Dünya vatandaşları, haset, açgözlülük ve kinden uzaklaşacak şekilde terbiye edilmelidir.” “Türkiye’de Bolşevikliğin yayılmasından korkuyor mu sunuz?” “Türkiye’de Bolşeviklik olmayacaktır. Çünkü Türk hü kümetinin ilk gayesi, halka hürriyet ve saadet vermek, asker lerimize olduğu kadar, sivil halkımıza da iyi bakmaktır.” “Niye diktatör diye çağrılmaktan hoşlanmıyorsunuz?” “Ben diktatör değilim. Benim kuvvetim olduğunu söy lüyorlar. Evet, bu doğrudur. Benim arzu edip de yapamayaca ğım hiçbir şey yoktur. Çünkü ben zoraki ve insafsızca hareket etmek bilmem. Bence diktatör, diğerlerini iradesine ram eden35 Duruş dir. Ben kalpleri kırarak değil, kalpleri kazanarak hükmetmek isterim.” “Mesut musunuz?” “Evet, çünkü muvaffak oldum.” (7) AMERİKALI GENERAL HARBORD İLE SİVAS’TA GÖRÜŞME Doğu illerimizde dolaşmakta olan Amerikan Generali G. J. Harbord, Sivas ilinde Mustafa Kemal ile uzun bir görüşme yapar. 22 Eylül 1920 tarihinde, dört saat süren bu görüşme hakkında Büyük Nutuk’ta şu bilgileri vermektedir: “Harbord ile uzun uzadıya görüşmelerde bulunduk. Generale, Milli Mücadele’nin maksat ve gayesi ve milli teşkilat ve birliğin ortaya çıkış sebebi, Müslüman olmayanlara karşı olan duygular ve yabancıların memleketimizdeki yıkıcı propagandası ve yaptıkları hakkında geniş ve delilli açıklamalarda bulundum. Generalin bazı garip sorularıyla karşılaştım.” Bu görüşme sırasında oldukça etkilenmiş olan Amerikalı General Harbord, Mustafa Kemal’e birçok soru sordu. Amerikalı General’in ilk sorusu şu oldu: “Şimdi ne yapmak niyetindesiniz?” Mustafa Kemal şu karşılığı verdi: “Bir millet varlığını ve istiklalini elde etmek için düşünülebilen teşebbüsleri ve fedakârlığı yaptıktan sonra başarı sağlar. Ya başaramazsa demek, o milletin ölmüş olduğuna hükmetmek demektir. Öyle ise, millet yaşadıkça ve fedakârca teşebbüslerine devam ettikçe başarısızlık söz konusu olamaz.” Mustafa Kemal’in, Sivas’ta Amerikalı General Harbord ile yaptığı görüşme sırasındaki durum ve davranışlarını, Lord Kinross, Atatürk kitabında şöyle anlatmaktadır: 36 Yard. Doç. Dr. Mustafa Tarakçı “Konuşmaları sırasında Mustafa Kemal, ince parmakları arasında çevirdiği bir tespihle oynamaktaydı. Bu anda sinirli bir hareketle tespihin sicimini koparmıştı. Taneler yere düşüp dağıldı. Mustafa Kemal taneleri tekrar topladı ve bunun General’in sorusuna cevap olduğunu söyledi. Böylece, ülkenin dağılmış parçalarını bir araya getirmek çeşitli düşmanlardan temizlemek, bağımsız ve uygar bir devlet yaratmak isteğini belirtmiş oluyordu.” Amerikalı General Harbord, Mustafa Kemal’in bu sözleri ve açıklamalarından sonra, böyle bir umudun gerçeklere uymadığını işaret ederek, şunları söyledi: “Birtakım insanların canlarına kıydıklarını biliyoruz, şimdi de bir ulusun intiharına mı şahit olacağız?” Mustafa Kemal, önce “Söylediğiniz doğrudur, general,” dedi. Sonra büyük bir güven içinde şunları ekledi: “İçinde bulunduğumuz durumda yapmak istediğimiz şey ne askerlik açısından, ne de başka bir açıdan açıklanmaz. Ancak, her şeye rağmen, yurdumuzu kurtarmak için, bunu yapacağız.” Lord Kinross, Mustafa Kemal’in bu sözlerinden sonra Mustafa Kemal’in yaptıklarını ve söylediklerini, Atatürk kitabında şöyle dile getirmektedir: “Avucu yukarıya dönük olarak, elini masanın üzerine koydu. ‘Başaramazsak’ diye devam etti. ‘Bir kuş gibi düşmanın avucu içine düşecek ve ağır ve şerefsiz bir ölüme katlanacak yerde,’ konuştuğu sırada parmaklarını yavaş yavaş kapatıyordu. ‘Atalarımızın çocukları olarak, dövüşerek ölmeyi tercih ederiz.’ Önünde yumruğu tamamen kapanmıştı. Mustafa Kemal’in, Anadolu hareketi hakkındaki geniş açıklamalarıyla, sözleri ve davranışları Amerikalı General Harbord’u çok etkilemişti. Bu etkiyle General Harbord “Her şeyi hesaba katmıştım,” dedi, “ama bunu değil...” 37 Duruş Sonra şunları ekledi: “Sizin yerinizde olsaydık, biz de aynı şeyi yapardık.” (8) MÖSYÖ HERRIOT SORAR: “KADINLARA PEÇELERİNİ NASIL ATTIRDINIZ?” Afgan kralı Amanullah Han, Türkiye’ye yaptığı bir ziyarette yapılan inkılâplara, çağdaşlaşma ve uygarlık yolunda atılan adımlara hayran kalmıştı. Ülkesine döner dönmez, yeniliklere doğru bazı teşebbüslere girişti; bu arada kadınların kıyafeti hakkında da bir kanun çıkardı. Afganistan’daki bu girişimler, Atatürk’e arz edildiğinde çok müteessir oldu: “Eyvah adam gitti demektir. Ben kendisine ısrarla bu mevzuya girmemesini tavsiye etmiştim, çok yazık oldu.” Sonunda olan olmuş, Kral taç ve tahtını terk ederek, ülkesinden kaçmak zorunda kalmıştır. Bir gün Mösyö Herriot, Atatürk’e sormuş: “Kadınların peçelerini nasıl attırdınız?” Atatürk: “Biz bu işte hiçbir zorlama yapmadık. Sadece bir gün ‘güzel kadınlar yüzlerini açabilirler,’ dedik. Ertesi gün bütün kadınlar peçelerini atmışlardı.” Hiçbir devlet adamı, hiçbir lider kendi ülkesinin kadınlarını Atatürk kadar takdir etmemiş, yüceltmemiş, layık olduğu yeri alması için insanüstü çaba göstermemiştir. En ilkel hayatı bile kadınlara çok gören bir toplumu, çok kısa süre içinde batılılaştırmış; bu yanlış davranışları ve kadını ikinci sınıf insan olarak gören inançları kökünden silip atmıştır. 38 SAVAŞ ÖNCESİ DÖNEMDEKİ DURUŞ --- AMA EĞİL Kİ ATLAYAYIM! Atatürk kibirli değil, onur sahibi bir insandı. Çocukluk yıllarında, mahallesinde sokak oyunlarını seyreder; fakat katılmazdı. Bir gün komşu çocukları birdirbir oynarken kendisini de çağırdılar: “Gel sen de oyna!” Mustafa “Peki,” diyerek olduğu yerde ayakta durdu. “Ama eğil ki atlayalım.” Mustafa başını sallayarak, “Ben eğilmem, üstümden böyle atlayabilirseniz atlayın.” Mustafa Kemal’in hayatına hâkim olan şey, ne cesaret ve hatta ne de ihtirastı. O tek şey, sadece onuruydu. Duygu âleminde bile onurundan biraz olsun fedakârlık etmeye hiç ama hiç tahammülü yoktu. Daha çocukluğunda benliğini saran bu duygu, onun Dolmabahçe Sarayı’nın loş bir odasında hayata gözlerini kapadığı son ana kadar devam etti. ŞİİRİ EDEBİYATI BIRAK, SEN İYİ BİR ASKER OLMALISIN Okumayı, düşünmeyi ve muhakeme etmeyi çok severdi. Öyle kaba saba, gel geç, sadece okudum diyebilmek için okuyan bir insan değildi. Yani vakit öldürmek, vakit geçirmek ya da eğlenmek için değil, mutlaka öğrenmek ve anlamak için okurdu. Okuduğu kitapların çoğunun satırlarını kırmızı kalemle çizer, sonra bu çizdiği yerleri yeniden gözden geçirir, notlar alırdı. Matematiğe, matematik problemlerini çözmeye de tutkuluy41 Duruş du. Üstün zekâsı ve bu alandaki üstün bilgisi pek çok matematikçinin bile uzun sürede çözemedikleri problemleri şaşılacak kadar çabuk çözüvermesine yeterliydi. Buhranlı savaş günlerinde kendini sakinleştirmek için kitap okur, kısa bir süre için de olsa bu kargaşadan uzaklaşmak ve normal hayatını yaşamak isterdi. Özel temas ve konuşmalarında cana yakın bir Rumeli Türkçesi ile anlatışı, ne nutuk söylemesine, ne yazı yazmasına benzerdi. Gönül tellerine dokunan büyülü bir sesi, hiç bezginlik vermeyen renkli bir hikâye üslubu vardı. Umumi konuşma ve hitaplarında uzun cümleli ve terkipli bir resmi konuşma dili kullanırdı. Genel kültüre çok önem veren bir insandı. Her insanın kültürle donatılmış bir kafası, uygar felsefe ile yoğrulmuş gerçekçi bir dünya görüşü olsun isterdi. Hiçbir şeye körü körüne inanmaz, hiçbir şeyi körü körüne reddetmezdi. En çok takdir ettiği şey müspet bilimdi. Düşünce sistemini geliştirmesi, her şeyi iyi kavrayabilmesi için insanın zekâsını, aklını, belleğini bilmesini, bunları iyi kullanmasını isterdi. Tembel, gayesiz, hazır yiyicilerden nefret ederdi. Bir de insanların, toplumların kendi çıkarları için birbirlerini sömürmelerini asla affetmezdi. (9) Batı kültürü kadar, Doğu kültürünü, felsefesini, edebiyatını şaşılacak kadar mükemmel bilir, bilmediği şeyleri de gece gündüz okuyarak ya da o konunun bilginini çağırarak öğrenmeye, eksikliklerini gidermeye çalışırdı. O güzel konuşma ve edebiyata askeri lise günlerinde merak sarmıştı. Arkadaşları arasında güzel konuşan ve şiir yazan, daha sonraları “konuşurken de ateşti, yazarken de,” dediği bir Ömer Naci vardı. “Bir gün benden okumak için kitap istedi. Verdiklerimden hiçbirini beğenmemesi pek gücüme gitti. Edebiyat diye bir şey olduğunu o zaman öğrendim. Şiire heves ettim. Eğer kitabet ho42 Yard. Doç. Dr. Mustafa Tarakçı cam alay emini Mehmet Asım Efendi imdadıma yetişmemiş olsaydı şair olup çıkacaktım. Asım Efendi bir gün beni çağırdı, bak oğlum, dedi, şiiri edebiyatı bırak, sen iyi bir asker olmalısın, öteki hocaların da benim fikrimde, sen Naci’ye bakma, hayalperest bir çocuk. O, ilerde iyi bir şair ve hatip olabilir, fakat iyi bir asker olamaz, dedi. Gerçekten de hocamın dediği çıktı. Ömer Naci çok istediği halde kurmay olamadı.” Hasan Rıza Soyak, okuma merakını içli bir şekilde anılarında anlatır: “Bir seyahatten Ankara’ya dönüyordum. Sabahleyin trenden iner inmez Köşk’e gitmiş, hususi hizmetine bakanlara ne vaziyette olduğunu sormuştum. ‘İki gün, iki gecedir ki durmadan kitap okuyor, yalnız birkaç defa banyo yaptı ve koltuğunda istirahat etti,’ dediler. İzin alıp yatak odasına girdim. Beyaz gecelik entarisi ile geniş koltuğuna bağdaş kurmuş, dinleniyordu. Elinde bitirmek üzere bulunduğu kitap vardı, bana “Hoş geldin, otur bakalım... Elime bir tarih kitabı geçti... Bilmem ne zamandır okuyorum,” dedi. Hayretle sordum: “Yorulmadınız mı Paşam?” “Hayır, yalnız gözlerim yaşarıyor, fakat onun da çaresini buldum. Birkaç metre tülbent aldırdım. İşte gördüğünüz gibi parça parça kestirdim. Ara sıra bunlarla gözlerimi kuruluyorum.” (10) OKULDA DERGİ ÇIKARMA “Sınıfta bir dergi çıkarıyorduk. Derginin kurucusu Mustafa Kemal’di. Ben sınıf kıdemlisi olarak derginin ve dergi çalışmalarının koruyucusuydum. Bir dergi çıkarılmakta oluşu ve derginin yayınları Saray’dan duyulmuş ve komutan sıkıştırılmıştı. Okul 43 Duruş Nazırı Ali Rıza Paşa, sınıf başçavuşu olarak birkaç defa beni çağırmış ve tatlı sert çıkışmıştı: - Oğlum, başçavuş demek, idarenin gören gözü, duyan kulağı demektir. Asım Efendi! Sen görevini yapmıyorsun. Buralarda birçok şeyler dönüyormuş. Kimdir bu fesatçılar? Bu koşullarda arkadaşları ele vermem imkânsızdı. Çünkü birçok Tıbbiyelinin ya ayakları prangalanarak denize atıldığını veya Fizan’a sürüldüklerini biliyordum. Ali Rıza Paşa uyanık bir kişiydi. Benim inkâr edişimin manasını anlıyordu. Hatta bizleri koruyan sınıf subaylarını da bilmekteydi. Ama gidişten ve memleketin sürüklendiği badirelerden o da memnun değildi. Fakat ne yapsın ki, gidişe dur demek imkânına sahip değildi. Bir süre geçtikten sonra, dergi başta olmak üzere, sınıfta olup bitenlerden haberdar olduğunu, fakat bilerek görmezlikten geldiğini bir olayla açığa vurmuştu. Bir gün sınıfta yine dergimizi hazırlıyorduk. Ali Rıza Paşa ani olarak odaya girdi. Bununla bizlere “Her şeyi biliyorum, ama sizleri haksız bulmuyorum,” demek istiyordu. Aradan yıllar geçmiş, milli mücadele sona ermiş, ben Genelkurmay II. Başkanı olmuştum. Cumhurbaşkanı Atatürk, bir gün Genelkurmay Başkanı Mareşal Fevzi Çakmak’ı ziyarete gelmişti. Birden “Mareşalim,” dedi, “bu Asım benim gadrime çok uğradı. Birkaç defa, Abdülhamit idaresinin zalim elinden beni kurtardı. Bu onun kadirbilirliğinin örneklerinden biriydi.” (11) ASIM GÜNDÜZ, MUSTAFA KEMAL İLE OKUL GÜNLERİNİ ANLATIYOR Ben Mustafa Kemal’den 1 yıl önce Harp Okulu’nu bitirmiştim. Hava değişimi aldığım için bir yıl sonra onunla birlikte 3 yıl süre ile Harp Akademileri’nde okudum. O dönem 4 askeri idadi (lise) vardı: Selanik, Kuleli, Erzurum, Şam... 44 Yard. Doç. Dr. Mustafa Tarakçı Bu idadiler içinde Selanik’ten gelenler daha çok yüzü batıya dönük ve modern düşünceli oluyorlardı. Memleket meselelerini en çok onlar konuşuyordu. Bunlardan biri de Mustafa Kemal’di. Asım Gündüz Çok güzel giyinir, çok güzel konuşurdu. Arkadaşlarına çok kibar davranırdı. Namık Kemal’in bütün şiirlerini bir deftere yazmıştı, hepimiz ondan defterini alıp biz de o şiirleri yazdık, ezberlemeye çalıştık. Harp Akademisi’nde her Cuma akşamı sınıfta toplanıyor, kapıları kapadıktan sonra Mustafa Kemal kürsüye çıkıyor, tıpkı konferansçı gibi Paris’ten gelen Türkçe ve Fransızca gazetelerden öğrendiklerini bizlere anlatıyordu. Rusların kendi ırklarından saydıkları Bulgarlar ve Sırpları korudukları, Balkanlar’ı onlara kazandırmak istediğini söylüyordu. Şairlerin bir toplumda önemli görevleri olduğunu, Bulgar, Sırp, Yunan şairlerinden en az birinin halkının milliyetçilik duygularına hitap ettiğini söylüyordu. Bizde de Namık Kemal’in, ilk kez bizim milliyetçi duygularımıza hitap ettiğinden söz ederdi. 45 Duruş Bir gün de konuşmaları arasında şu hususlara değinmişti: “Arkadaşlar! Bize büyük görevler düşüyor. Yarın görev alıp gittiğimiz her yerde milletimizi yetiştirmek için subaylarımızın öğretmeni olacağız; gittiğimiz yerlerde okumuş, aydın gençlerle arkadaşlık edecek, onlarla bu konularda konuşacağız. Vatanımızı ve imparatorluğu büyük tehlikelerin beklediğini hatırdan çıkarmamak durumundayız.” (12) DAYANAMADIM, “YÜZBAŞI EFENDİ SUSUNUZ!” DİYE BAĞIRDIM Mustafa Kemal 5. Orduda Arap ırkından olan askerlere daha özel muamele yapıldığını ve Anadolu çocuklarından daha üstün tutulduklarını gördükçe müteessir oluyordu. “Osmanlılığın telkin ettiği bu aşağılık duygudan ne zaman kurtulacağız?” diyordu. Aynı ıstırabı ben de duyuyordum. Yafa’da Mustafa Kemal’in bölüğünde alaydan yetişmiş Makedonya Türkleri’nden yaşlı bir yüzbaşı vardı. Yüzbaşı Anadolulu kıta çavuşlarına karşı şiddetli davranıyor, yeni erlere karşı ise lüzumundan fazla müsamaha gösteriyordu. Onların azarlanmasına, hırpalanmasına gönlü razı olmuyordu. Mustafa Kemal, başından geçen bir olayı şöyle anlattı: “Bir gün Makedonyalı yüzbaşı, kıta çavuşlarından birini bölük kumandanlığı odasına çağırdı. Müfit ile ben de oradaydık. Çavuş sağlam yapılı ve yakışıklı bir Türk delikanlısıydı. Yüzbaşı gencin onurunu kıracak şekilde azarlamaya başladı. Daha ziyade mensup olduğu ırka hücum ediyordu. ‘Sen, diyordu, nasıl olur da necip Arap kavmine mensup peygamber efendimizin mübarek soyundan gelen bu çocuklara sert 46 Yard. Doç. Dr. Mustafa Tarakçı davranır, ağır sözler söylersin? Kendini iyi bil, sen onların ayağına su bile dökemezsin,’ gibi gittikçe manasızlaşan sözlerle hakaret ediyordu. Sesi yükseldikçe yükseliyordu. Çavuşun yüzündeki ifadeye baktım. Önce bir babaya duyulan saygının samimiyeti okunan çizgiler sertleşmeye, içten gelen bir isyanın ateşleri gözlerinden okunmaya başladı; fakat gerçek itaatin sembolü olan Türk askeri gibi iç duygularını gemlemeye çalıştı. Göz pınarlarından tanelenen yaşlar yanaklarından döküldü. Dayanamadım. ‘Yüzbaşı efendi susunuz!’ diye bağırdım, birden şaşırdı, sözlerin bizden onay görmesini beklediği anlaşılıyordu. ‘Yoksa fena bir şey mi söyledim?’ ‘Evet, çok fena hareket ettiniz, buna hakkınız yok, bu erlerin bağlı bulunduğu Arap kavmi birçok bakımdan necip olabilir, fakat senin de benim de, Müfit’in de ve çavuşun da mensup olduğumuz kavmin de büyük ve asil bir millet olduğu asla inkâr edilemez bir gerçektir.’ Yüzbaşı başını önüne eğdi, utanmıştı. Çok yıllar sonra, bir gün Ankara’da beni de şahit göstererek anlattığı bu hakiki olay karşısında görüşü şu idi: ‘Bu ve buna benzer hadiseler, Türk aydınlarının kendi kendisini bilmemesinden ve başka milletlerde şu veya bu sebeple üstünlük olduğunu sanarak, kendini onlardan aşağı görmesinden doğmaktadır. Bu yanlış görüşe son vermek için Türklüğümüzü bütün asaleti ve tarihi ile tanımak ve tanıtmak şarttır.’ Mustafa Kemal’in, Türk Tarih Kurumu’nu kurmasının en büyük nedeni bu asil düşüncede aranmalıdır. Türk Milleti’nin asaletine, büyüklüğüne bütün Türklerin inanmasını ve bunu iftiharla savunmasını hayatı boyunca amaç edinmiştir. Milletine, ‘Ne mutlu Türküm diyene!’ hitabıyla seslendiği zaman, buna bütün mevcudiyeti ve samimiyeti ile inanmıştı.” (13) 47 Duruş TÜRK ULUSU’NUN MUSTAFA KEMAL’İ TANIMASINA NEDEN OLAN OLAY Birinci Dünya Harbi’ne, İttifak devletleri ile birlikte katılan Osmanlı Devleti’nin bu harpte savaştığı yedi ayrı cepheden biri de Çanakkale’ydi. İtilaf devletlerinin, birlikte oluşturdukları muhteşem armada ile Çanakkale’yi sadece harp gemileriyle geçip İstanbul’a gitme ve burada Osmanlı Devleti’ni barışa zorlama teşebbüsleri, bölgedeki Türk topçusu ve bahriyesinin, tüm dünya ülkelerinin takdirini kazanan karşı koyuşu ile başarısızlıkla sonuçlanmış ve 18 Mart 1915’te İtilaf devletleri gemilerinin önemli bir kısmını Çanakkale Boğazı’nın derinliklerindeki tabi müzeye bırakarak geri çekilmişlerdi. Çanakkale sadece denizden geçilemiyordu; başarı için karaya, Gelibolu yarımadasına da bir çıkarma yapmak gerektiği düşünüldü. Donanmanın ateş desteğinde Arıburnu bölgesine çıkarma yapıldı. Bu kuvvetler büyük kısmı ile Kanlısırt istikametinde taarruz ederken bir kısmı da Conkbayırı’na doğru yönelmişti. Bu sırada Kurmay Yarbay Mustafa Kemal’in komuta ettiği 19’ncu tümen oldukça geride Çanakkale boğazına yakın Bigalı bölgesindeydi. Bu sırada Yb. Mustafa Kemal bir emir almadığı halde, tümeninin 57’nci alayını kuvvet bulunmayan Conkbayırı bölgesine sevk etti. Kendisi de durumu yakından görüp tedbir almak üzere buraya doğru hareket etti. Tarih 25 Nisan 1915 idi. Conkbayırı’na geldiğinde üstün düşman karşısında buraya doğru çekilmekte olan küçük bir müfrezeyi gördü. Onları önlerine çıkarak durdurdu ve sordu: “Niçin geri çekiliyorsunuz?” “Efendim düşman geliyor,” diye yanıt verdi askerler. “Nerede?” “İşte,” diye 261 rakımlı tepeyi gösterdiler. “Düşmandan kaçılmaz!” 48 Yard. Doç. Dr. Mustafa Tarakçı “Cephanemiz kalmadı!” “Cephaneniz yoksa süngünüz var,” diye bağırarak erleri yere yatırdı Yb. Mustafa Kemal. Bu erler süngü takıp yere yatınca düşman erleri de yere yattı. Bu sırada, düşman Mustafa Kemal’e kendi tümeninin askerlerinden daha yakındı. İşte Conkbayırı’nda kazanılan bu kritik zaman, 57’nci alayın bölgeye gelip tertiplenmesine imkân sağladı. Bu ise, Çanakkale savaşlarının kaderini değiştirdi. Böylece Türk ulusu, milli mücadeledeki önderinin askeri dehasına ve büyüklüğüne tanık oldu. Ona inandı ve milli mücadelede onun etrafında kenetlendi. ATA, “MERHABA ASKER”İ NE ZAMAN SÖYLEDİ? Atatürk’ün Selanik’te kolağası (kıdemli yüzbaşı) bulunduğu sırada geçen bir hatırasını, milli mücadelede emsalsiz hizmetleri geçmiş bulunan Ziya Kılıç şu şekilde anlatmıştır: Alay komutanı Saadettin Bey’in ayrılışında kimi vekil bırakacağını herkes merak etmekteydi. Biz ve kumandanlar bu merak içindeyken hayretle gördük ve öğrendik ki, kolağası (kd. yzb.) Mustafa Kemal kendisine vekâlet edecektir. Hayret ettik, çünkü Mustafa Kemal kıdemli yüzbaşıydı, hâlbuki kendisinden çok daha kıdemli olanlar vardı. Büyük rütbeli ve kıdemli subayların bu hayretleri çabuk geçti ve yerine büyük bir merak başladı. Mustafa Kemal, kendisini son derece sevdirmişti. Onun şehir içinde bazı jestleri, herkesi kendisine bağlamıştı. Şimdi onun iş başına geçmesini merak ediyorduk. Alayın teslim alınış gününü, tarihimizin mühim bir dönüm noktası olarak kabul etmemiz lazımdır. O gün Atatürk beyaz bir 49 Duruş ata binerek gelmişti. Bütün gözler ondaydı. Alayın önünde kılıcını çekerek selam vaziyeti aldı. Sonra atından süratle yere atladı. “Selamünaleyküm asker!” demesini bekliyorduk. Fakat hiç beklemediğimiz bir hal vukua geldi: “Merhaba asker!” Bu, ilk defa vaki olan bir hadiseydi. Askerler, nasıl karşılık vereceklerini bilemiyorlardı; bu birkaç saniyelik sükûtu, İstanbullu askerler doldurdular: “Merhaba beyim.” Ordu, ilk defa bir kumandandan “merhaba asker” selamını alıyordu. Mustafa Kemal, alayı teslim aldıktan sonra sert bir sesle rahat emrini verdi. Sonra bölük kumandanlarından birine yaklaştı. Bölüğünü derin kol ile hareket ettirerek takım kolunda kendisine cephe almak üzere sevk etmesini emretti. HEP BERABER YEMİN ETTİK “Büyük Harbi kaybetmiştik. İzmit Mutasarrıfı idim. Mustafa Kemal Paşa İstanbul’a geliyordu. Ona İzmit’te mülâki oldum ve beraberce Pendik’e kadar geldik. Konuşmalarımız arasında üzüntüsünü belli etmekle beraber fütursuzdu, memleketin kurtarılacağına dair imanı hudutsuzdu. Şişli’de şimdi müze olan evinde vatanın kurtuluş planları çizilmeye başlanmıştı; Rauf Bey ve mesai arkadaşları ile istişarelerde bulunuyordu. Nihayet planları tatbik mevkiine koymak üzere Samsun’a ayak bastı. Refet Paşa, Rauf Bey, Ali Fuat Paşa ve ben Amasya’da buluşarak hazırlık yapıyorduk. Benim vazifem Amasya’da eli silah tutanları tespit etmekti. Vazifelerimizi yaptıktan sonra Erzurum’a geçtik. Erzurum Kongresi’nin toplanacağı günlerde karargâhımız olan lise binasındaki tek telgraf makinemiz sabahlara kadar durmadan çalışırdı. Mustafa Kemal’in bu kadar 50 Yard. Doç. Dr. Mustafa Tarakçı yorulduğundan dolayı endişeye düşer, mütemadiyen yatmasını söylerdik. Fakat çok kere makine başına bizzat onu isterlerdi. Yatağından en ehemmiyetsiz mesele için dahi kızmadan kalkar, sırtındaki beyaz kürküne bürünerek sabahlara kadar tekrar çalışır, anlatır, mütemadiyen kahve içerdi. O sıralarda İstanbul hükümeti rütbesini geri almış, tevkifine karar vermişti. Bir gece bizi toplayarak aynen şunları söyledi: “Yurdun kurtulması için yapacağımız hareket daha fazla gizli kalamaz. Bunun neticesi olarak büyük mücadeleye geçeceğiz. Hareketimiz açık tabiriyle düpedüz isyandır. Takibata uğrayacağız, dağ başlarında dolaşacağız; bütün bu vaziyetleri göz önüne alarak arkadaşlarımın kararını isterim!” dedi. Hep beraber, her an, her yerde, ölünceye kadar beraber çalışacağımıza yemin ettik. Yalnız Münir B. adında çok sakin bir arkadaşımız söz isteyerek, “Paşam bütün ruhumla sizinle beraberim. Yalnız ben yaradılış itibariyle ihtilal, isyan gibi hareketlerde çalışacak karakterde değilim, bunu vicdanen arz ediyorum,” dedi. Mustafa Kemal, Münir Bey’in samimi hareketini hoş karşılayarak kızmadı, peki manasında tebessüm etti.” Süreyya Yiğit’ten SEN NE OLACAKSIN Kİ? Mustafa Kemal, Selanik’te bir akşam o zaman sağlık müfettişi olan Dr. Tevfik Rüştü Aras, Nuri Conker, Salih Bozok beylerle birlikte Olimpiyos birahanesinde otururken devletin dış siyaseti söz konusu olmuş. Bu arada Mustafa Kemal Bey birtakım acı eleştiriler yaptıktan sonra işi şakaya dökmüş ve Tevfik Rüştü Bey’i göstererek “Bu yanlış siyaseti bir gün doktor aracılığı ile düzelttireceğim,” deyince, yakın ve teklifsiz arkadaşı olan Nuri Conker: 51 Duruş “Ne? Ne... Sen mi düzelttireceksin?” diye küçümseme ile sormuş. Bunun üzerine Nuri (Conker) Bey’le aralarında şöyle bir konuşma geçmiş: “Evet, ben doktoru Dışişleri Bakanı yapacağım. Bütün yanlışlıkları ona düzelttireceğim.” Nuri Bey şaka ile sormuş: “Demek sen doktoru Dışişleri Bakanı yapacaksın. O halde ya beni?” “Seni de vali ve komutan yaparım!” Bu konuşmaya, hazır bulunan Salih Bozok da karışmış: “Herhalde bu arada beni de bir şey yaparsınız?” Mustafa Kemal Bey Salih’in bu sorusuna, biraz düşündükten sonra, “Salih, seni yaver yapacağım ve yanımdan ayırmayacağım,” cevabını verince Nuri Bey yine dayanamamış, tekrar atılarak: “Allah’ını seversen, sen ne olacaksın ki, hepimize şimdiden böyle birtakım onurlar veriyorsun?” demiş. Mustafa Kemal Bey, Nuri Bey’in bu sorduğu soruya gülerek “Bu memuriyetleri, bu onurları veren ne olursa işte ben o olacağım,” diye karşılık vermiş. (14) GELDİKLERİ GİBİ GİDERLER Birinci Dünya Savaşı bitmiş, Osmanlı Devleti 30 Ekim 1918 tarihli Mondros Ateşkesi ile teslim olmuştur. Başkent İstanbul, arı kovanı gibidir. Kimse ne yapacağını bilmiyordur. Ve bu karmaşa ortamında, hiç kimse sorumluluk almak da istemiyordur. 10 Kasım akşamında Sadrazam Ahmet İzzet Paşa, görevden çekildiğini ve İstanbul’a gelmesinin iyi olacağını, Mustafa 52 Yard. Doç. Dr. Mustafa Tarakçı Kemal Paşa’ya bildirir. Yıldırım Orduları Komutanı Mustafa Kemal Paşa, görevini Nihat Paşa’ya bırakarak İstanbul’a gelir. Gelir de, İngiliz, Fransız ve İtalyan savaş gemilerinden oluşan 61 parçalık işgal donanması da İstanbul’a gelmiştir. Tarih: 13 Kasım 1918. Mustafa Kemal Paşa, Boğaz’da demirlemiş olan donanmaya bakar ve yaveri Cevat Abbas’a şöyle der: “Geldikleri gibi giderler.” Onlar, hiç gitmeyecekmiş gibi gelmişlerdir. İşgal gücünü, İngiliz, Fransız ve İtalyan askerleri oluşturuyordur. En çok İngiltere, en az İtalya asker getirmiştir. İstanbul’da konuşlanılan yerler, devletlerinin Avrupa politikasındaki önemine göre belirlenmiş ve İstanbul, beş yıl sürecek işgal karanlığına gömülmüştür. MUSTAFA KEMAL’İN SAMSUN’A HAREKET ETMEDEN ÖNCE VEDA ZİYARETİ Mustafa Kemal Paşa Samsun’a hareket etmeden önce Genelkurmay’a ve bakanlıklarda tanıdığı bakanlara veda ziyaretinde bulunur. Bakanlıklar binasına girdiğinde ortalıkta bir telaş, bir koşuşturma vardır. İçişleri Bakanı Mehmet Ali Bey: “Allah Allah bu ne küstahlık, işittiniz mi efendim Yunanlılar İzmir’e çıkıyormuş!” Bu arada Mustafa Kemal’in yanına gelen Bahriye Nazırı da haberi doğrular. “Allah Allah” demekten başka bir şey düşünemeyen nazırlara Mustafa Kemal “Peki, ne yapmayı düşünüyorsunuz?” diye sorar. “Protesto edeceğiz,” derler. 53 Duruş “Protesto neyi halleder? Protesto ile Yunanlılar geri mi çekilecek, İngilizler onları desteklemekten vaz mı geçecekler?” “Yok,” derler. “Ama başka ne yapabiliriz ki?” Mücadele, karşı koyma, savaşma, kimsenin aklına gelmiyordur! DAMAT FERİT PAŞA’NIN EVİNDE YEMEK Yer Nişantaşı, Damat Ferit’in evi, Sadrazam Damat Ferit’in resmi konutu, kabul ve yemek salonu... Atatürk yemek davetine zamanında gider. Yemeğe dönemin Genelkurmay Başkanı olan Orgeneral Cevat Çobanlı da gelecektir. Cevat Çobanlı gelmeden önce vakit çok sıkıcı geçer. Yemekte de pek konuşma olmaz. Usulen verilmesi gereken bir yemek izlenimi uyandırır. Yemekten sonra kahve içimi esnasında Damat Ferit, Mustafa Kemal’in görevi ile ilgili merak ettiği bazı şeyleri öğrenmek ister. Mustafa Kemal durumu anlayıp ihtiyatlı cevap vermeyi tercih eder. Damat Ferit bir harita getirtir. Birinci olarak “Samsun ve havalisinde ne yapacaksınız?” diye sorar. İkinci olarak da, “Nerelere kadar komuta edeceksiniz?” der. Cevat Paşa, Mustafa Kemal Paşa’yı destekler mahiyette araya girip özetle şunları söyler: “Efendim, Anadolu’nun da durumu malum. Mondros Mütarekesi’nden sonra nerede kuvvetimiz kaldı ki. Mevcut kuvvetlerimizin de sayısı belli. Bir tümenin sayısı bir bölük kadar kaldı. Onlar da emniyet ve güvenlikle uğraşıyorlar.” Damat Ferit rahatlamıştır. 54 Yard. Doç. Dr. Mustafa Tarakçı Fazla, uzun sürmeden davetliler ayrılır. Teşvikiye’ye doğru ilerlerken Cevat Paşa Mustafa Kemal’in koluna girer ve samimi olarak şu soruyu sorar: “Bir şey mi yapacaksın Kemal?” “Evet Paşam, bir şey yapacağım.” “Allah muvaffak etsin.” “Mutlaka muvaffak olacağız.” (14 Mayıs 1919) VAADİMİ YERİNE GETİRDİM! “Samsun’dan Havza’ya gidiyorduk. Altımızda, Birinci Dünya Savaşı’ndan kalan Benz marka bir otomobil vardı. Şoför de Türk değildi. Yola çıktık. Biraz sonra motorda bozukluk oldu ve araba durdu. Otuz altı yaşında zaferler kazanan Komutan Mustafa Kemal Paşa’nın ne demek olduğunu o zamanki arkadaşları bilirler. Kızdı ve asabileşti. Şoförü azarladı ve kendisi makineyi harekete getirmeye uğraştı. Tabii başaramadı. Ben, Doktor Refik Saydam ve Kâzım Dirik bir köşede duruyorduk. Doğrusu, içimizden neden işe karıştığına hem üzülüyor, hem sinirleniyorduk. İçimizden geçeni anlamış gibi bize baktı ve dedi ki: “On yıl sonra sizinle, kendi yaptığımız yollarda Türk şoförleri bizi istediğimiz yerlere götürecekler.” Biz sustuk... İçimizden geçenlerin ne olduğunu bilmem anlatmak lazım mı? Aradan tam on yıl geçti. Ben, Birinci Genel Müfettiş idim. Diyarbakır’a gelmişti. Bir yolda giderken yine otomobil bozuldu. Kafile durdu. Beni yanına çağırdı ve Türk şoförle, işlemeye başlayan makineyi işaret etti: “Vaadimi yerine getirdim.” (15) 55 Duruş VATAN ELDEN GİDERSE, EVLADIN BİLE HÜKMÜ KALMAZ! Erzurum’a geldiğinde Mustafa Kemal, yanındaki tüm parası olan 800 lirayı can dostu Mazhar Müfit’e vermiş ve oradaki gerekli tüm harcamaları yapmasını istemişti. Fakat Mazhar Müfit’in gösterdiği tüm özene karşın bu para ancak buradaki ikinci aylarının sonlarına değin dayanabilmiş, durumun halk dilindeki anlatımıyla, “suyunu çekmişti.” İçlerinden hiçbiri, bugüne değin hiç kimseden borç para almadığından, borç paranın nasıl isteneceğini de bilmiyorlar, bilmiş olsalar da bunu akıllarından bile geçirmiyorlardı. Vatanın düşürüldüğü sıkıntılar yetmiyormuş gibi, Mustafa Kemal’in karşısına şimdi bir de para sıkıntısı çıkmıştı. Mustafa Kemal bu sıkıntılar içindeyken o akşam, yemeğini yarım bırakmak zorunda kaldı ve acil olarak çağrıldığı telgraf makinesinin karşısına geçti. Telgraf makinesinin öteki ucunda Sivas Valisi Reşit Paşa vardı. Vali, Fransız Binbaşı Brunot’nun şu tehdidini iletti Mustafa Kemal’e: “Mustafa Kemal ve arkadaşları Sivas’a gelip kongre yapmaya kalkışırlarsa, emrindeki Fransız kuvvetleriyle kenti işgal edeceğiz.” Mustafa Kemal kendisine bu haberi ileten Sivas valisine şu karşılığı verdi: “Samsun’a çıkarken de İngilizler benzeri tehditte bulundu. Beş on günde Sivas’ı işgal etmeleri kolay bir iş değildir. Ben ne Fransızların, ne de herhangi bir yabancı devletin sahip çıkmasına tenezzül eden kişilerden değilim. Benim için en büyük koruyucu ve şefkat kaynağı, ulusun bağrıdır.” Mustafa Kemal’in yanında bulunan Dr. Refik Saydam, onun bu yanıtı verdiğini görünce duygulandı: 56 Yard. Doç. Dr. Mustafa Tarakçı “Paşam, bir savaşın içindeyiz; belki başarılı olacağız, belki olmayacağız,” dedi. “Fakat sonuç ne olursa olsun Reşit Paşa’ya verdiğiniz yanıtta kullandığınız o cümle bile başlı başına Türk ulusuna yadigâr kalacak bir ders ve ulusal özdeyiş olacak değerdedir.” Mustafa Kemal telgraf makinesinin başından kalkıp masaya döndüğünde, Mazhar Müfit’e seslendi. “Olayı duydunuz, öğrendiniz,” dedi. “Attığımız her adımı not ettiğiniz hatıra defterinizi açınız ve şunu da kaydediniz: ‘Mustafa Kemal ve arkadaşları Sivas’a hareket edince, Brunot ve arkadaşları Sivas’tan kaçtılar.’ Sivas’a hareket ettiğimizde yazacağınız bu cümleyi hatıra defterinize şimdiden yazmanızla, o gün yazmanız arasında hiçbir fark yoktur.” Mustafa Kemal ve arkadaşları, Fransız Binbaşı Brunot’nun tehdidine aldırmıyorlardı ama yine de bir türlü hareket edemiyorlardı Sivas’a. Onların karşısındaki tek engel parasızlıktı. 1.000 lira dolayında bir paraya gereksinimleri vardı; oysa Müdafaa-i Hukuk’un kasasında yalnızca 80 lira vardı. Emekli Binbaşı Süleyman Bey, bir köşede kara kara düşünen Mazhar Müfit’in yanına yaklaştı ve kendisiyle özel bir konu hakkında görüşmek istediğini söyledi: “Benim birikmiş 900 lira param var” dedi. “Ben bu parayı size veririm ama bir koşulum var...” Mazhar Müfit tek sözcük söylemedi, koşulunu söylemesini beklediğini belli eden bir ifadeyle onun yüzüne baktı. Emekli Binbaşı Süleyman Bey, fazla söze gerek duymaksızın, kısaca bildirdi koşulunu: “Benim bu parayı verdiğimi senden başka tek kişi bilmeyecek,” dedi. “Ne Mustafa Kemal Paşa, ne de başka bir kişi... Ben zaten unuttum, bilmiyorum... Sen de unutacaksın ve bilmeyeceksin bunu...” Mazhar Müfit, bu paranın onun yaşam parası olduğunu anımsattı. 57 Duruş “Ben 60 yaşını geçmiş bir adamım” dedi emekli binbaşı. “Ulusun esenliğinden başka bir dileğim, bir beklentim yok yaşamdan. Ben emekli maaşımla idare eder, geçinir giderim.” Mazhar Müfit gözyaşlarını engelleyemedi, hıçkırarak ağlamaya başladı. Onun ağladığını gören arkadaşları yanına koştular ve ne olduğunu sordular. Ağlaması için bir neden bulmalıydı ama bulamadı. Arkadaşları daha da meraklandılar. Sonunda birkaç sözcük dökülebildi Mazhar Müfit’in dudaklarının arasından: “Sivas’a hareket edebiliriz,” dedi. “Yol paramız tamamdır...” Bir anda oradan uzaklaşan Emekli Binbaşı Süleyman Bey ise, odanın uzak bir köşesinde hıçkırarak ağlıyordu. O da kendini tutamamıştı. Arkadaşları bir ona baktılar, bir Mazhar Müfit’e baktılar ve... Sessiz anlaşmaya onlar da katıldılar. O andan sonra hiçbiri bu konuda tek soru sormadı, tek söz söylemedi. Mustafa Kemal ve arkadaşları ertesi gün Erzurum’dan ayrılıp Sivas’a doğru yola çıktıklarında, bu kez bambaşka bir engelle karşılaştılar. Nerelerden ve kimlerden kaynaklandığı bilinmeyen bu engel bir tehdit değildi ama bir haberdi, hatta bir uyarıydı: “Dersim Kürtleri boğazı tutmuşlar... Tehlike var, geçilmez...” Mustafa Kemal o günü şöyle anlatıyor: “Ben, Erzurum ile Sivas arasındaki yolu alışılmış zamanda kat edip kararlaştırılmış günde Sivas’ta bulunamazsam, şurada ya da burada şu ya da bu nedenle çekinip durakladığım Sivas’ta ve her tarafta duyulursa, panik başlayabilir, işler alt üst olabilirdi. O halde, vermem gereken tek kararı vermeliydim. Tehlikeyi göze alıp yolumuza devam etmek. Başka çaremiz yoktu çünkü. Bu kararı verdim. Sözün özü, yürüdük, boğazı geçtik ve 2 Eylül 1919 günü Sivas’a vardık.” Sivas’ta Mustafa Kemal ve arkadaşlarını coşkulu bir kalabalık karşıladı. Sivas Valisi Reşit Paşa, iki üç akşam önce telg58 Yard. Doç. Dr. Mustafa Tarakçı raf makinesinin başına acil olarak çağırdığı ve kendisine Fransız Binbaşı Brunot’nun tehdidini ilettiği Mustafa Kemal’in kente girişini, utancı nedeniyle yüzünü herkesten saklayarak ve pişmanlığı nedeniyle gözyaşları dökerek uzaktan izliyordu. Sivas’ta bugün Kongre Binası adıyla anılan ve müze olarak kullanılan o günlerin Sivas Lisesi binasına yerleştiklerinde Mustafa Kemal, beklemediği ilginç bir olayla karşılaştı. Kendisinin yatacağı karyoladaki yastığın üzerinde nakışla işlenmiş iki dize vardı: “Cihanın cahına mağrur olup incitme insanı; (Dünyanın mevkiiyle gururlanıp incitme insanı) Süleyman-ı zaman olsan bırakırsın bu eyvan’ı (Zamanın Süleyman’ı olsan bırakırsın bu köşkü).” Mustafa Kemal, yatağına girmek üzereyken yastığındaki bu dizeyi okuyunca Mazhar Müfit’i çağırdı, dizeyi ona okudu ve ne düşündüğünü sordu. Mazhar Müfit, dostluğunun sağlamlığına olan inancıyla, açıkça söyledi düşündüğünü ve “Belli ki bu, sizin için yazılmış,” dedi. Mustafa Kemal de kendi düşüncesini açıkça söyledi: “Bu uyarı, hepimiz için ve her şey için bir temel kural olmalıdır.” Sivas’ta Mustafa Kemal’e hizmet eden bir delikanlı vardı. Hemen her gün bir adam geliyor, bu delikanlıyı ziyaret ediyor ve ona gizli gizli bir şeyler söyleyip gidiyordu. Mustafa Kemal’in önceleri dikkatini çeken bu durum, giderek onu kuşkulandırmaya başladı. Bir gün delikanlıyı çağırdı ve sık sık yanına gelen bu kişinin kim olduğunu sordu. Delikanlı, gelen adamın babası olduğunu söyleyince, Mustafa Kemal bu kez, onun ne istediğini sordu. Delikanlı, babasının tüm söylediklerini olduğu gibi anlattı: “Padişah efendimiz, lise binasının boşaltılması buyruğunu vermiş. Bu buyruğa uymayanlar idam edileceklermiş. Babam 59 Duruş bana, ‘Etme eyleme, oğul... Evine dön,’ diyor. ‘Bugün yarın kent basılacak, Mustafa Kemal ve arkadaşları yakalanacak. Onlar her şeyi göze almışlar. Sen aileni düşün,’ diyor. Ben burada sizin hizmetinizde olmaktan gurur duyuyorum ama öte yandan da babam her gün geliyor, beni eve çağırıyor...” Mustafa Kemal ayağa kalktı, delikanlının yanına gitti ve elini onun omzuna koydu: “Hizmetinden memnunum, çocuğum,” dedi ve delikanlıya bir babalık da kendi yaptı. “Baba hakkı büyüktür. O mademki bu durumdan rahatsız, senin burada kalmanı istemiyor, o halde git! Fakat babana da şunu söyle: Vatan elden giderse evladın bile hükmü kalmaz!” Erzurum Kongresi’nde olduğu gibi, Sivas Kongresi’nde de ilk gün Mustafa Kemal’i saf dışı etme girişimleri görüldü. En eski arkadaşlarından birkaçının da aralarında bulunduğu bu ‘girişimci’lerin gizli oyunlarına karşın, Mustafa Kemal kongre başkanlığına seçildi. Başkanlık kurulu oluşturulunca ilk yaptığı iş, özel bir yemin taslağı hazırlamak oldu. Böylece, vatanın kurtarılması amacıyla başlatılan bu hareketin İttihat ve Terakki’ye mal edilmesinin önüne geçmiş oldu. Bu davranışıyla Mustafa Kemal, İttihat ve Terakki’ye karşı olanların “Bu hareket bir İttihatçı oyunudur” diyerek karşılarında cephe almalarını da engellemiş oldu. Sorunlar bitmek bilmiyordu. “Kuyunun dibindeki kurbağaların, dünyayı kuyunun ağzı kadar sanmaları” misali, kongreye katılan kimi temsilciler çevrelerini kuşatan gerçeklerden uzaktılar. Mustafa Kemal, kongreyi oluşturan temsilcilerin bir bölümüne, temsilci olarak katıldıkları kongrenin amacını da anlatmak zorunda kalmıştı. Konuşmasında bu nedenle, şu sözlere de yer verdi: “Efendiler, burada siyasi bir parti kurmak ya da hükümet darbesi yapmak için toplanmadık. Bu ulus yeniden doğmak olayıy60 Yard. Doç. Dr. Mustafa Tarakçı la karşı karşıyadır. Bizim hedefimiz de en yeni biçimde ulusal bir devlet var etmektir. Biz ne bir partiyiz, ne de bir komiteyiz! Biz, bütün ulusun temsilcileriyiz. Kutsal görevimiz, bütün ulusu acıya boğan felaketten kurtulmaktır. Biz birkaç kolordunun yardımına güveniyoruz. Yenilmez olduğuna inancımızın her gün daha da arttığı ulusumuz için ve onun adına dövüşmek yetkisi taşıyoruz. Bu inancı, her kalbe aşılayacağız. Burası yüreksiz adamların yeri değildir. Yapacağımız görevler perde arkasında başarılacak görevler değildir. Biz bu amacımızı bütün köylülere, bütün kentlilere anlatmalıyız, herkesle görüşmeliyiz, herkesi uyandırmalıyız. Beni asi ilan ettiler. Ele geçersem beni bekleyen sonun iyi olmadığı biliniyor. Benimle birlikte açıktan açığa çalışanların da aynı sona uğrayacakları kuşku götürmez. Bana arka çıkanlar başlarına ne gelirse gelsin ulusun kutsal davasını bırakmayacaklarına kesin kararlı olmalıdırlar.” Bu kez mandacılık kendini gösterdi. Manda, “Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra yenilen ülkelerin topraklarının üzerinde yönetim yetkilerinin Milletler Cemiyeti’nin belirlediği koşullarda üye devletlerden biri tarafından kullanılmasına dayanan rejim” demekti. İçeriden dışarıdan birçok kişi manda konusunda bastırıyordu. Mustafa Kemal’in önündeki klasörden taşan mektup ve telgraflar Amerikan, İngiliz, Fransız, İtalyan mandası önerileri ve istekleriyle doluydu. Mustafa Kemal, bu öneri ve isteklerin tümüne, şu sözleriyle karşılık verdi: “İstanbul bir Amerikan mandasıdır tutturmuş gidiyor. Bu olmayacaktır. Türkiye bağımsızlık ve bütünlüğüne sahip olacaktır. Bunu istemeyi sürdüreceğiz. Benim anladığıma göre İstanbul’daki zatlar bizi manda oyununa düşürmek istiyorlar. Bu oyuna gelmeyeceğiz. Hayır paşalar, hayır, hayır beyefendiler hayır, hayır hanımefendiler hayır... Manda yok! Ya bağımsızlık, ya ölüm!” 61 Duruş Mustafa Kemal işbirlikçiler karşısında ulusal bütünlüğün savunucusu olan Kürtleri kucaklayacak bir telgraf çekti. Son yıllarda Kürt kökenli yurttaşlarımızın küçük bir bölümünü de olsa Türkiye Cumhuriyeti aleyhine kışkırtmaya çalışan kimi çıkarcılara bugün de sert bir tokat niteliği taşıyan o telgraf, şöyleydi: “Ulus hainlerinin aldatmalarına kapılarak Müslümanlar arasında kan akıtılması, suçsuz zavallı Kürt kardeşlerimizden birçoğunun askerler tarafından yok edilmesi gibi dünya ve ahiret açısından çok acı bir sonun önlenmesi konusunda harcanmış olan yurtseverce yardımlarınız, Sivas Genel Kongre Kurulu’nca takdir ve şükranla görülmüştür. Sizler gibi din ve namus sahibi büyükler oldukça, Türk’ün ve Kürt’ün birbirinden ayrılmaz iki öz kardeş olarak yaşamalarını sürdüreceği, iç ve dış düşmanlarımıza karşı demirden bir kale halinde kalacağı kuşkusuzdur.” Sivas Kongresi ile Müdafaa-i Hukuk tek bir çatı altında toplandı. Kuvayi Milliye (Ulusal Güç) ve Ulusal İrade kesin bir biçimde dile getirildi. İşgal ve parçalanmaya karşı direniş, Misak-ı Milli (Ulusal Ant) ile vurgulandı. Sivas, yeni bir devletin doğum öncesi sancılarının ilk işaretlerini vermeye başlamıştı. Mustafa Kemal her adımını ulusa dayanarak ve yasalara eksiksiz uyarak attı. Kongre sonrası Müdafaa-i Hukuk Derneği’nin kuruluşu için bizzat kendi el yazısı ile kaleme aldığı dilekçeyi Sivas Valiliği’ne verdi. İlk olarak İrade-i Milliye gazetesinin çıkmasını sağladı. Ankara hükümetinin çekirdeğini oluşturan Heyet-i Temsiliye (Temsilciler Kurulu) en önemli adımdı. Cumhuriyete giden yolda böylece, üç büyük adımın ilki atılmış oldu. (16) 62 Yard. Doç. Dr. Mustafa Tarakçı AMERİKALILAR BİZİM KARA GÖZÜMÜZE Mİ AŞIKLAR? Yıl 1919. Birinci Dünya Savaşı’ndan yeni çıkmışız; her kafadan bir ses çıkıyor, İstanbul’daki bazı “entelektüeller” de bugünkü torunlarına benzer düşünce içindeler. “Amerikan Mandası”, yani Amerikan himayesine girmek... 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıkan Atatürk, arkadaşı Ali Fuat Paşa’ya yazdığı mektupta şöyle diyor: “Bahsedilen Amerikan himayesi ve yardımının çok dikkatli olarak incelenmesi ve milli amacımızla karşılaştırılmaması çok önemlidir. İstanbul’daki yöneticiler amacı (Amerikan yardımını) milletin birliği, bütünlüğü, bağımsızlığı ve egemenliğinin sağlanması şeklinde açıkladığına ve gösterdiğine göre, Amerikan himayesinin kabul edilmesi halinde bu amaç korunabilir mi?” Atatürk’ün bunu düşünenlere uygun bulduğu sıfat ‘ahmaklar’dır: “Ahmaklar! Amerikan mandasına, İngiliz koruyuculuğuna bırakmakla ülke kurtulacak sanıyorlar. Kendi rahatlarını sağlamak için bütün bir vatanı ve tarih boyunca devam edip gelen Türk bağımsızlığını feda ediyorlar. Oh, ne âlâ! Mücadele yerine mandayı kabul edeceğiz ve rahata kavuşacağız. Bu ne gaflet, ne körlük ve ne budalalık; öyle bir manda istenecek ve verilecekmiş ki, bu manda egemenlik haklarımıza, dışarıda temsil hakkımıza, kültür bağımsızlığımıza, vatan bütünlüğümüze dokunmayacakmış; buna, böylesine, Amerikalılar değil, çocuklar bile güler. Amerikalılar kendilerine çıkar sağlamayan böyle bir mandayı neden kabul etsinler? Amerikalılar bizim kara gözümüze mi âşıklar? Hayır. Bu ne hayal ve aymazlıktır?” (17) 63 Duruş BU MİLLETLE NELER YAPILMAZ? Atatürk’ün, milletin ruhundaki o sönmez meşaleyi tutuşturmak için Anadolu’yu adım adım dolaştığı 1919 yılıydı. Büyük asker, Erzurum yolundadır. Ilıca’da tunç yüzlü bir ihtiyarla yaptığı enteresan bir görüşmeyi Cevat Dursunoğlu şöyle anlatmaktadır: “20-30 kişilik bir göçmen kafilesi başında bulunan bu ihtiyar, omuzlarına attığı paltosu ve elindeki asası ile bir yolcudan çok, Doğu mitolojisindeki yarı tanrı kabile reislerine benziyordu. Misafirlerin önemli kimseler olduğunu anlayan ihtiyarın zeki gözleri parladı. İri ve ak tüylerle örtülü elini geniş göğsünün üstüne koyarak onları selamladı. Mustafa Kemal, ta yanı başına kadar geldiği halde heybetliliğinin azametini kaybetmeyen bu ihtiyarın hatırını soruyor, oda gövdesine yaraşan derin ve gür sesiyle teşekkür ediyordu. Bu kısa hoşbeşten sonra paşa, ihtiyara “Ağa,” dedi. “Böyle nereden geliyorsun?” “Paşam, Rus gelirken göçmen olmuştuk. Çukurova’daydım. Şimdi köyüme dönüyorum.” Paşa, buralara dönmenin pek yerinde olmadığını, kışın sıkıntı çekileceğini anlatmak istedi. Sonra da ekledi, “Ağa, yoksa oralarda geçinemedin mi?” “Hayır Paşam, Çukurova cennet gibi bir yer. Bir eken yüz alıyor. Son günlerde işittim ki, İstanbul’daki ‘ırz kırıkları’ bizim Erzurum’u Ermenilere vereceklermiş. Geldim ki ne göreyim, bu namertler kimin malını kimlere veriyorlar?” Tunç çehreli, beyaz sakallı güngörmüş ihtiyarın iman dolu göğsünden gelen bu ses, yine onun gibi tunç yüzlü askerin gözlerini yaşarttı. Bu eski Türk kalesine millet işi için milletle beraber çalışmaya gelen büyük devlet adamı, yaşlı gözlerle arkadaşlarına döndü: “Bu milletle neler yapılmaz?!” dedi ve sonra ihtiyarla vedalaştı. 64 Yard. Doç. Dr. Mustafa Tarakçı KALE TOPLANTISI Erzurum Konferansı’ndan birkaç gün öncedir. Erzurum Kalesi’nde gece bir toplantı yapılır. Mustafa Kemal’in yanında Mazhar Müfit Kansu, Rauf Orbay, Kazım Dirik, Hüsrev Gerede, Dr. Refik Saydam ve Kazım Karabekir vardır. Sabaha kadar süren sohbette Gazi Mustafa Kemal, Mazhar Müfit Kansu’nun hatıralarında ve Tek Adam kitabının üçüncü cildinde de yer alan şu önemli açıklamalarda bulunur: “Arkadaşlar, tek tedbir, Hâkimiyet-i Milliye’ye dayanan, kayıtsız şartsız müstakil bir Türk devleti teşkil etmek ve bu hedefe behemehâl vasıl olmaktır. Hedefimiz bu olacaktır. İdealimizi tahakkuk ettirmek yolunda şimdiden şahıs şahıs yükleneceğimiz vazifeler, ağır, müşkül, hatta tehlikeli olacaktır. Milli mücadele, topyekûn mücadele esastır. Milli Mücadele’yi milletin büyük ekseriyetine dayanarak, süratle hazırlamak ve organize etmek zorundayız. Memlekette ve elimizde tek tepe ve tek kurşun kalıncaya kadar mücadele etmek azmimiz daima mahfuz kalacaktır. Ve kalmak mecburiyetindedir. Büyük bir vatan ve millet davasına atılıyoruz. Büyük bir milletin maddi ve manevi seferberliği, mücadelesi, savaşması ve muzaffer olması lazımdır. Böyle büyük bir dava gizlice götürülmez ve yürütülmez. Millet davası ancak millet huzurunda görülüp yürütülebilir. Bunun için de ortaya çıkmak, meydana atılmak, bir millet ferdi olarak çalışmak icap edecektir.” ATATÜRK’ÜN NÖBET TUTMASI Erzurum Kongresi bitmiş ve Sivas’ta ikinci bir kongrenin yapılması kararı alınmıştı. Bu karar bütün yurda bir beyanname 65 Duruş ile duyuruldu. 29 Ağustos 1919 günü sabah erkenden, üç otomobil ve bir de yiyecek yüklü kamyonetle Sivas’a doğru yola çıkıldı. Kafile Atatürk, Rauf Bey, Hoca Feyzullah Efendi ve biz yaverlerle 14 kişiydi. Sabahın erken saatleri olduğu halde, halk bizi pek coşkulu şekilde uğurladı. Aynı akşam Erzincan’a geldik. Orada da halk bizi alkışlar ve “Yaşa, var ol!” sesleri ile pek içten karşıladı. Ordudan ayrıldığı halde halkın böyle içten gelen güven ve sevgisi Ata’yı çok memnun ediyordu. Bir gece Erzincan’da kalıp ertesi gün Suşehri’ne doğru yola çıkıldı. Fakat Suşehri’ne varmadan, yolda Atatürk’ün arabası bozuldu. Araba tamiri ile uğraşırken ortalık iyice karardı. Atatürk bu durumda yola çıkmamızın tehlikeli olduğunu, geceyi ormanda geçirmemiz gerektiğini söyledi. Karanlıkta yolu kaybetmekten korkuyorduk. Çünkü o zamanların yolları hemen hepsi birbirine benzeyen köy yollarıydı, rastladığımız köylülere sorarak tozlu köy yollarından sürüp gidiyorduk. Ayrıca dağlarda kol gezen eşkıyaların baskınına uğramak da söz konusuydu. Ormanda bir şeyler yedikten sonra, Atatürk konaklamak için plan yaptı. Plana göre her iki saatte değişmek üzere ikişer kişilik nöbet tutulacaktı. Nöbet yerlerini bizzat kendisi tayin etti. Bütün ısrarlarımıza karşın sabaha karşı saat 3-5 arasında Dr. Yüzbaşı Refik Bey ile beraber nöbete durdular. Böylece herkes ve Atatürk nöbetini tutmuş, elde silah sabahı etmiştik. Güneş doğarken uyandığımızda Atatürk ve Refik Bey’in nöbet yerlerinde nöbetlerini tuttuklarını gördük. Ufak bir kahvaltıdan sonra, Suşehri’ne doğru hareket edildi. (18) Muzaffer Kılıç’tan... 66 Yard. Doç. Dr. Mustafa Tarakçı DEVŞİRME İMKÂNLAR DEĞİL, GAYELERİN YÜCELİĞİ ÖNEMLİ 9 Haziran 1921... Savaş sürerken Fransız Sömürgeler Bakanı Franklin Bouillion Ankara’ya gelir. Fransızlarla bir anlaşmaya varmak, hem vatanın bir bölümünün işgalden kurtulmasını sağlayacak, hem de Ankara’nın Avrupa ile ilk barış antlaşması olacaktır. Kendisini Ankara Garı’nda Atatürk ile Dışişleri Bakanı Yusuf Kemal Bey karşılar. Yusuf Kemal (Tengirşenk) Mustafa Kemal’le gelir. “Paşam, bu zata bir yemek vermem şart. Kınacızadeler’den masa ve sandalye temin ettim. Ama bizde 12 kişilik yemek takımı yok. Ankara esnafından da bulamadım. Emretseniz de İstanbul’dan temin etsek.” Mustafa Kemal hariciye vekiline döner: “Bu zatı Ankara İstasyonu’nda beraber karşıladık. Tören bölüğünün perişan halini gördü. 10 çeşit tüfek, yırtık fotinler... O buraya bu yolculuk içinde, senin bu istilaya nasıl karşı koyabildiğini kavramak için geldi. Şimdi sen, üzerinde ‘Tuğra-i Garrai Osmani’ alametli altın takımlar içinde yemek ikram edersen, ‘Bunlar da Bab-ı Âli’nin devamı, onlara olan bunlara da olur,’ der, çeker gider... Bence sen onu meclise götür. Orada milletvekillerinin mektep sıralarında üçer üçer oturduğunu, tek kazandan pişen mercimek veya bulgurun tahta kaşıklarla yendiğini, Taşhan’da bir odada üçünün beşinin yer yataklarında yattığını görsün. Bir oturumda bulundur ve vatan meselelerini nasıl enine boyuna kılı kırk yararak en hayırlı neticeye bağladıklarını görsün. Seni görünürdeki imkânlarınla değil, gayelerinin yüceliği ile kavrar ve anlaşma için karşına oturur.” 67 Duruş ATATÜRK BİR DOKTRİN ADAMI MIYDI? Hayır! Atatürk bir doktrin adamı değildi. Ama aksiyon adamıydı. Atatürk, önceden sistemleştirilmiş ve tartışılabilse dahi fikir ve hareket prensipleri belli, sınırlı bir fikir sistemine kendini bağlamadı. Zaten fikir hazırlığı, nazari formasyonu da buna göre değildi. O tıpkı bir kurmay gibi, memleket ve dünya ölçüsünde hareketlerini, manevralarını, karşılaştığı ve içinde yaşadığı şartlara ve bu şartların açılmasına, gelişmesine göre düzenlerdi. Böylece de teşebbüsü daima elinde tutmak istedi. Siyasi ve askeri alanlarda, geriye çekildiği zamanlarda da, ileriye gittiği zamanlarda da... Atatürk için ulusal egemenlik vazgeçilmez bir durumdu. Akılcılık ve bilimi rehber edinmişti. Asla dogmalar, donmuş düşünceler ve kalıplaşmış kurallar taraflısı değildi. Atatürk “Ben asla doktrin istemem,” der. Doktrinlerin insanları ve kitleleri bir noktada dondurup bıraktıklarını, şartlandırdıklarını, birtakım kırılması son derece güç kalıpların içine soktuklarını söyler. Bu nedenle doktrin istememiş, “donar kalırız,” demiştir. “Biz yürüyüş halindeyiz. Devamlı yürüyecek, devamlı gelişecek, devamlı mutluluklar arayıp bulacağız. Türk ulusu buna layıktır...” Bir gün Yakup Kadri Karaosmanoğlu Halk Partisi’ni kastederek “Paşam, bu partinin doktrini yok!” dediği zaman, ona cevabı şu olmuştur: “Elbet yok çocuğum, eğer doktrine gidersek hareketi dondururuz.” Atatürkçülük donmuş, kristalize olmuş, kalıplaşmış düşünceler sistemi değildi. Gerçeklerin önünde giden fikir aksiyonuydu. O, “... Biz ilhamlarımızı gökten ve gaipten değil, doğrudan doğruya hayattan alıyoruz. Bizim yolumuzu çizen, içinde yaşadığımız yurt, bağrından çıktığımız Türk ulusu ve bir de uluslar tarihinin bin bir facia ve ızdırap kaydeden yapraklarından çıkardığımız neticedir,” demiştir. 68 Yard. Doç. Dr. Mustafa Tarakçı GÜNDÜZ KILIÇ’IN ANILARI: ATATÜRK VE FUTBOL Atatürk’ün futbolla ilgili bir anısını da en yakın arkadaşlarından Kılıç Ali’nin oğlu olan, devrinin ünlü futbolcusu Gündüz Kılıç, yıllar sonra kaleme aldığı bir yazısında o tatlı üslubu içinde dile getirmişti. Büyük kurtarıcı, yakın arkadaşı Kılıç Ali’nin evine ziyaret için uğradığında evde başka kimse bulunmadığı için gencecik Gündüz Kılıç tarafından ağırlanmıştı. Bundan sonrasını rahmetli Gündüz Kılıç’ın kaleminden nakledelim: “... Atatürk şerbetini yudumlarken, ‘Gel şöyle otur da seninle konuşalım biraz,’ dedi ve bana karşısındaki koltuğu gösterdi. Oturdum ama inanın, içimin yağları da eridi. İşin asıl zor tarafı bundan sonra başlayacağını hissediyordum. Çünkü Atatürk’ün özellikle gençlere değişik zekâ soruları sorarak onları imtihan etmekten pek hoşlandığını biliyordum. Mahcup olmak korkusu bütün benliğimi sarmıştı. Fakat çok şükür sorduğu korktuğum türden olmadı. O sıralarda Milli Futbol Takımımız, Halkevleri Takımı adı altında Rusya’da beş-altı maç yapmıştı. Maçların çoğunda fena sonuçlar alınmıştı. Yaşımın pek genç olmasına rağmen ben de o kadroda vardım. Ülkesinde olup biten her şeyle ilgilenen Atatürk’ün, Rusya yenilgileri de gözünden kaçmamıştı. İlk sorusu “Neden yenildiniz?” oldu. Kem küm ederek bir şeyler söylemeye çalıştım. Atatürk pek üstelemeden ikinci sorusunu sordu, “Peki bu yenilgiler seni çok üzdü mü?” dedi. Son derece üzüldüğümü anlatmaya çalışırken el hareketiyle beni susturup kendi konuştu: “Dünyada yenilmeyen kimse, yenilmeyen ordu, yenilmeyen takım, yenilmeyen kumandan yoktur. Yenildikten sonra üzülmek de tabiidir. Ancak, bu üzüntü insanın maneviyatını yok edecek, onu çökertecek seviyeye varmamalıdır. Yenilen hemen toparlan69 Duruş malı, kendini yeneni yenmek için olanca gücüyle, azimle daha çok çalışmalıdır,” dedi. Sonra futbolun nasıl oynandığını anlatmamı istedi. Hemen bir kâğıt-kalem aldım. Oyun sahasını çizerek o zamanki deyimleri ile müdafileri, muavinleri ve muhacimleri yerlerine yerleştirip, onların görevlerini ve ana kaideler ile hedeflerini anlattım. Atatürk, “Yahu desene bizim harp oyunları gibi bir şey sizin oyun da. Sizin iş de strateji bilgisi ve kurmay kafası ister,” dedi ve başını salladı. (19) GÖREV HER ŞEYİN ÖNÜNDE GELİR Yaver Cevat Abbas, Zübeyde Hanım’ın İzmir’de vefat ettiği haberini kendi vermek istemez. Ali Metin Çavuş’u görevlendirir. Kötü haber getirdiği her halinden bellidir. Gazi Paşa, “Annem ölmüş değil mi?” diye sorar. “Siz sağ olun paşam.” Mustafa Kemal Paşa’nın gözleri dolar. Zaman o kadar terstir ki, askeri birliklerin denetlenmesi ve komutanlarla konuşma, öncelikle de İstanbul’dan İzmit’e gelecek olan belli başlı gazetecilerle görüşme ertelenecek türden değildir... Cenazenin bekletilmeden usulüne uygun kaldırılması için çok sevdiği ve ailevi işlerde sırdaşı Yaver Salih Bozok’u görevlendirecektir. Görev onun için her şeyin önündedir. Gezi programında ilk durak Eskişehir’dir. Bakınız özetle halka hitaben neler söylüyor: “Sevgili Eskişehirliler, Eski hükümetler sayısız yerler zapt etti. Fakat oralardan geri çekile çekile bugün korumak için mücadele ettiğimiz bir sınıra geldik. Yemen’de kaybettiğimiz Türk çocuklarının sayısı bir 70 Yard. Doç. Dr. Mustafa Tarakçı buçuk milyon kadardır. Afrika ve Suriye’nin korunması için feda edilen Türk çocukları da çok fazladır. Milletimiz baştan ayağa yoksuldur, refah ve mutluluktan uzaktır. Birkaç yıl önce Samsun’da halk miting yapıyordu. Yabancılar, “Hayır miting olmadı, birtakım hamallar toplandı,” demişlerdi. Hamal sandıkları, yoksul millet bireyleriydi. Millet Havza’da, Amasya’da da paçavralar içindeydi. Her yerde böyleydi. Şimdi de böyleyiz.” Konuşmasını şöyle tamamladı: “Barış yapmak yetmez. Barıştan sonrası daha önemli. Çünkü her bakımdan geri bir ülkeyiz. Sanayi yok, karayolu, hastane, okul yok. Erkeklerin ancak yüzde yedisi okuryazar, yüzde doksan üçü cahil. Kadınlarımızın durumu ortada. Ancak binde dördü okuryazar. Halk sıtmadan, veremden, trahomdan, frengiden kırılıyor. Bilim hayatımız yok gibi. Bu durumumuzla geleceğe yürüyebilir miyiz?” Bir ses duyuldu: “Hayır paşam.” “Evet yürüyemeyiz. Sürünemeyiz bile. Öyleyse askeri zaferimizi vakit geçirmeden tamamlamamız, uygarlığa yetişmemiz, her alanda ileri gitmemiz gerek. Anadolu gibi çok önemli bir coğrafyayı geri, yoksul, cahil bir millete, zavallı bir devlete bırakırlar mı? İlerlemek, güçlenmek, bunun için çok düşünmek ve çok çalışmak zorundayız. Yeni başarılar için yardım ve desteğinize ihtiyacımız var.” Benzer yaklaşımı Amasya’da da göstermişti! 71 SAVAŞ ESNASINDAKİ DURUŞ --- İNANÇSIZ İDİLER, KORKAK İDİLER, CAHİL İDİLER Gazi Mustafa Kemal, Nutuk’ta anlatıyor: “Efendiler, milletin emel ve gayelerinin, kısa bir programın temelini oluşturacak şekilde topluca ifadesi de görüşüldü. Misak-ı Milli adı verilen bu programın ilk karalamaları da bir fikir vermek maksadıyla kaleme alındı. İstanbul Meclisi’nde bu ilkeler gerçekten toplu bir şekilde yazılmış ve tespit olunmuştur. Efendiler, görüştüğümüz her şahıs veya bütün şahıslar, bizimle düşünce ve görüş birliği yaparak ayrılmışlardı. Fakat İstanbul Meclisi’nde “Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti Grubu” diye bir grubun kurulduğunu işitmedik. Niçin?! Evet, niçin? Buna bugün cevap isterim! Çünkü Efendiler, bu grubu kurmayı vicdan borcu, millet borcu bilmek durum ve kabiliyetinde bulunan efendiler inançsız idiler, korkak idiler, cahil idiler... İnançsız idiler; çünkü milli davanın ciddiliğine ve kesinliğine ve bu davanın dayanağı olan milli teşkilatın sağlamlığına inanmıyorlardı. Korkak idiler; çünkü milli teşkilattan olmayı tehlikeli görüyorlardı. Cahil idiler; çünkü tek kurtuluş dayanağının millet olduğunu ve olacağını takdir edemiyorlardı. Padişaha dalkavukluk ederek, yabancılara hoş görünerek, yumuşak ve nazik davranarak büyük gayelerin gerçekleştirilebileceği gafletini gösteriyorlardı.” (20) 75 Duruş İŞGALİ SUÇLAMAYAN BİR SİYASETE KARŞI TAVIR Gazi Mustafa Kemal, Nutuk’ta anlatıyor: “Efendiler, hatırlayacaksınız, İngilizler Merzifon’u ve arkasından da Samsun’u boşaltmışlardı. Bu münasebetle ve Ferit Paşa Kabinesi’nin düşmesi üzerine, Sivas halkı fener alayı düzenledi ve gösterilerde bulundu. Birtakım söylevler verildi. Bu sırada halk da, ‘Kahrolsun işgal!’ diye bağırdı. Sivas’ta yayınlanan İrade-i Milliye gazetesi, bu olayı olduğu gibi yazdı. Dâhiliye Nazırı Damat Şerif Paşa, bu gazetenin haberlerine dayanarak, Sivas iline yaptığı bir bildiride ‘kahrolsun işgal, şeklindeki yazılar hükümetin bugünkü siyasetine uygun değildir’ diyordu. Bu ne demektir, efendiler? Hükümet işgali suç saymayan bir politika mı güdüyordu? Yoksa ‘kahrolsun işgal’ dedikçe, memleketi daha çok işgale mi yol açılacaktı? İşgal ve saldırı karşısında, milletin sessizlik ve sükûnet içinde kalması, işgalden tepkilenmiş görünmemesi mi akla ve politikaya uygundu? Böyle sakat ve hayvanca bir düşünce, çöküş ve yok oluş uçurumuna kadar tekmelenmiş bir devleti kurtarabilecek siyasete temel olabilir miydi?” (21) BÜTÜN VALİ VE KOMUTANLARA 16.03.1920 İstanbul’un işgali üzerine Gazi Mustafa Kemal bakınız ne diyor: “İstanbul’un ve resmi dairelerin, özellikle Meclis-i Mebusan’ın İtilaf Devletleri tarafından ve zorla işgal edilmiş olduğunu, ayrıca bu hareketin ateşkes anlaşması ile milleti silahsız bıraktıktan sonra yapıldığını dile getirerek, İtilaf Devletleri temsilcilerine, bütün tarafsız devletlerin dışişleri bakanlıklarıyla, İtilaf Devletleri’nin millet meclisi başkanlıklarına protesto telgrafları çekilmek üzere mitingler yapılması gerekli görülmekte76 Yard. Doç. Dr. Mustafa Tarakçı dir. Protesto telgraflarında özellikle, yapılan saldırının Osmanlı hâkimiyetinden çok, yirmi asırlık bir medeniyet ve insanlığın eseri olan hürriyet, milliyet ve yurtseverlik prensiplerine bir darbe olacağı, Osmanlı milletinin varlık ve bağımsızlığını savunma konusundaki kararlılık ve imanına bu olayın hiçbir etki yapamayacağı, yalnız medeni milletlerin bu saldırıyı kabul etmekle büyük bir tarihi sorumluluk altına girmiş olacakları belirtilmelidir. Tarafsız devletlerin dışişleri bakanlıklarıyla, millet meclisi başkanlıklarına çekilecek telgraflar, İstanbul’da ait oldukları makamlara verilmekle birlikte, Antalya’da İtalyan temsilcisi aracılığıyla da verilmelidir. Protesto telgraflarının birer örneğinin de buraya gönderilmesini rica ederiz.” Heyet-i Temsiliye adına Mustafa Kemal MERZİFON AMERİKAN KOLEJİ’NDE PONTUS CEPHANELİĞİ Merzifon’un bir yanındaki geniş ve düz bir alan üzerinde ak yağlı boyayla boyanmış Amerikan kolejiyle Amerikan hastanesi uygarlığın pırıl pırıl birer kuruluşu olarak bu yoksul toprağı süslüyordu. Hemen onun yanı başında Hristiyan mahallesi sessiz yatıyordu. Kolejin bahçesinde Hristiyan çocukları ortalığı gürültüye boğuyor, izcilerin boruları ve trampetleri bitmez tükenmez gürültüleriyle buraya bir okuldan çok bir kışla havası veriyordu. Bütün Türkler burada gizli bir şeyler döndüğünü seziyorsa da bunların neler olduğunu anlayamıyordu. Yalnız, bunların Türkler için ürkütücü karanlıklar taşıdığını da biliyorlardı. Yepyeni aletleri ve bilgili, becerikli Amerikan doktorlarıyla değerli bir uygarlık yuvası gibi görünen Amerikan hastanesine nasılsa girmiş olan bir Türk kadını, bir buçuk yıldır burada ça77 Duruş lışıyordu. Hasta bakıcı olarak çalıştığı bu yerde son günlerde tuhaf yaralılara rastlıyordu. Kurşun yaralarıyla örtülü bu gövdelere bu kurşunları yerleştirenler kimlerdi? Bu adamlar hep Rum’du. Bunlara kurşun atanlar Türk askerinden başka kim olabilirdi? Hasta bakıcı daha çok geceleri, büyük Amerikan kamyonlarının homurtularla hastanenin bahçesine girişini görüyor ve bunlara gittikçe bilinçlenen bir merakla bakıyordu. Birkaç kez bu kamyonlardan yığınla fişek armaları kuşanmış silahlı çetelerin indiğini gördü. Gözleri fal taşı gibi açılmıştı. Hastanenin bodrumuna inen merdivenlerden, bahçeye doğru uzanan gizli yollardan ilk günlerde hiçbir şey anlamayan hasta bakıcı zamanla bahçenin altının da gizli sığınaklar ve barınaklar, silah depoları olarak hazırlandığını ve şimdi buraların gizli amaçlar için vızır vızır işlediğini anladı. Geceleri nöbette olduğu saatler tuhaf gürültüler, silah şakırtılarına benzeyen sesler, hızlı ve kuşkulu ayak sesleri işitiyor, kimi zaman da kamyonlardan boşaltılan yığın yığın silahı kolejdeki delikanlıların yer altı depolarına indirdiğini görüyordu. Artık gözleri dört açılmıştı. Bütün bu çalışmaların Türkleri öldürmek için yapılan bir hazırlık olduğunu artık iyice anlamıştı. Amerikan doktorlarının ve yönetim adamlarının melek gibi yüzleri arkasında demek ne şeytanlıklar yatıyordu. Hele bir gece, muşambalara sarılmış, ağır makineli tüfeklerle topların kamyonlardan indirilip yer altı sığınaklarına sokulması bardağı taşırmıştı. Hemen Amasya’ya varıp beşinci Kafkas tümeni kumandanı Cemil Cahit (Toydemir) Bey’i bularak bütün gördüklerini, işittiklerini anlattı. Kumandan hemen bunu bir raporla Ankara’ya bildirdi. Mustafa Kemal, Merzifon’daki Amerikan kuruluşlarının Pontusçularla sıkı ilişki kurduğunu biliyordu. Bu sorunun da çözümlemesine sıra geldiğini anlayan Mustafa Kemal, Pontusçuların Azrail’i Topal Osman’ı Ankara’ya çağırttı. Samsun’da sekiz yüz kişilik milis alayı ile karargâh kurmuş olan Osman Ağa, Samsun’un içinde cirit atan Pontusçuları 78 Yard. Doç. Dr. Mustafa Tarakçı ya büsbütün temizlemiş ya da dağlara kaçırmıştı. Karadeniz sıra dağlarının yeşillikleri üzerinde barınmaya çalışan son Pontus yuvalarını da gönderdiği kalabalık müfrezeler ve düzgün güçlerin yardımıyla yok etmeye çalışıyordu. Hem milis alay kumandanı hem de Giresun Müdafaa-i Hukuk Derneği Başkanı ve Belediye Başkanı olan Osman Ağa, Pontusçuların Pontus Cumhuriyeti’nin merkezi olarak düşündükleri Samsun’dan her yana kolayca yetişiyor, yaramazlıkları zerrece acımadan bastırıyordu. Mustafa Kemal’den aldığı çağrı üzerine yine kendisine önemli bir iş düştüğünü anladı. Yanına çakı gibi on beş Karadeniz uşağı alarak Ankara’ya en kısa yol olan İnebolu’ya indi. 2 Kasım 1920’de Kastamonu’ya varan Osman Ağa ve adamları Ankara’ya geldiklerinde Mustafa Kemal, Osman Ağa’yı kişisel konuğu olarak ağırladı. Ondan, okulda olup bitenler hakkında bilgi aldıktan sonra şu direktifi verdi: “Merzifon Amerikan Koleji’ndeki düşmanca hareketlere son vermek için gerekeni yap ve sonucu bildir.” Pontusçuluk üzerine eksper kesilen Osman Ağa, bu eşek arıları yuvasını da temizlemek buyruğunu alarak Merzifon’a doğru yola çıkmaya hazırlandı. Bu sırada Samsun’daki sekiz yüz kişilik milis alayı da Samsun dağlarını tarayarak Amasya’ya doğru yola çıkmıştı. Osman Ağa, alayıyla Merzifon dolaylarında buluşmakta gecikmedi. Bir gece Merzifon Koleji, Amerikan Hastanesi ve Hristiyan mahallesi ansızın sarıldı. Hastanenin bütün doktorları ve müstahdemleri, kolejin bütün öğretim ve yönetim üyeleri müstahdemleri ve öğrencileri toplanıp enterne edildi. Bir yandan da bütün Hristiyan mahallesinde oturanlar, yediden yetmişe ikişer kolla oradan uzaklaştırıldı. İçinde askeri ve mülki yetkililerin de bulunduğu araştırma grupları hastaneyi ve koleji baştan başa arayıp taradılar. Pek çok Pontusçu yazılar, mektuplar, mühürler 79 Duruş ve Pontus bayrağının yanı sıra okulun ve hastanenin altındaki tünellerde ve beton sığınaklarda binlerce tüfek, ağır ve yeğnik makineli tüfek, sandıklar dolusu bomba ele geçirdiler. Hristiyan mahallesindeki büyük kilisenin de altı üstü, içi dışı silah ve cephane doluydu. Özel evlerin bodrumları, tavan araları da birer silah deposu gibiydi. Karadeniz uşakları, her yeni depoyu ele geçirdikçe güldürücü sövgüler savuruyorlar, şaşkınlıktan şaşkınlığa düşüyorlardı. Araştırmalar çok uzun sürdü. Amerikalılara hiç kimse el sürmedi. Hiç kimsenin burnu kanamadı. Yalnız Osman Ağa, Pontusçuların Karadeniz dağlarındaki Türk köylerini yakarken kendisine öğrettikleri ateş oyunlarını uygulayarak bütün bu Pontusçu Hristiyan mahallesini ateşe verdi. Geceleyin Merzifon’un gökleri kıpkızıl kesilip kapkara dumanlarla tütsülenirken, araştırmada bulunamayan bombalar, mermiler büyük gürültülerle patlıyordu. Evsiz barksız kalan Hristiyan halk, orta Anadolu azınlıklarının yoğun olarak bulunduğu kasabalara doğru yola çıkarıldı. Megalo İdea kim bilir daha ne mutlu toplulukların başını yiyecekti. Ne yazık ki bu zavallı insanlar kendilerini o melun siyasetin değil de, Türk hükümetinin bu duruma getirdiği kanısındaydılar. Böyle düşündükçe de mutsuzluklarının gerçek nedenini hiçbir zaman anlayamayacaklardı. (22) İNÖNÜ’DE KAZANILAN ZAFER ATA’YI MUTLULUĞA BOĞDU Hamdullah Suphi Bey, pek garip olarak iyimser ve aydınlık yüzüyle odanın somurtkan ve umutsuz havasını, Mustafa Kemal Paşa’nın yassı kumral kalpağı altındaki bitkin yüzünü seyrediyor ve onun geniş hayali önünde serilen büyük felaketi anlamaya çalışıyordu. 80 Yard. Doç. Dr. Mustafa Tarakçı Sabah saati yaklaşmıştı. Camlar, kendi içinden aydınlık olan bir su gibi yavaş yavaş parlamaya başladı. Hüseyin Gazi dağının üstünden gelen ilk aydınlık da belirmeye başladı. Saksağanlar bu dalların arasından oklar gibi Ankara sabahının içine atılıyorlardı. İşte bu sırada odanın kapısı, bir fırtınayla itilmişçesine birdenbire açıldı. Birkaç saat önceki yenilgi haberini getiren Binbaşı Şemsettin Bey, elinde yeni bir telgrafla ok gibi içeri girdi. Onun yüzü de Hamdullah Suphi Bey’in yüzü gibi ışık ve iyimserlik saçıyordu. Hamdullah Suphi Bey “Paşam, ikinci bir haber...” diyerek elindeki telgrafı paşaya uzattı. Odadakilerin yürek atışı bile durmuş gibiydi. Gerçekten bir mucize mi olmuştu? Mustafa Kemal, heyecanla telgrafı okudu. Sarışın yüzünde birdenbire güneş doğmuş gibi oldu. 81 Duruş “Arkadaşlar, durum büsbütün değişti. Size telgrafı okuyayım.” Herkesin ilgisi son kertesine varmıştı. Soluklarını kesmiş, Mustafa Kemal’i dinlemeye hazırlanıyorlardı. Mustafa Kemal yine telgrafı okudu: “Metristepe’den (1 Nisan 1921) Saat 6:30 sonrada Metristepe’den gördüğüm durum: Gündüzbey kuzeyinde sabahtan beri direnen ve artçı olduğu sanılan bir düşman müfrezesi, sağ kanat grubunun saldırısıyla düzgün olmayarak çekiliyor. Yakından izleniyor. Hamidiye yönünde temas ve faaliyet yok. Bozöyük yanıyor. Düşman binlerce ölüsüyle doldurduğu savaş meydanını silahlarımıza bırakıyor. Batı Cephesi Kumandanı İsmet” Telgraf, okunup bitince herkes, sevinç parlayan yüzüyle Hamdullah Suphi Bey’e döndü. Mustafa Kemal de ayağa kalkıp ona dönerek “Hamdullah Suphi Bey,” dedi, “bu zaferi herkesten önce siz bize haber verdiniz. Geliniz, buraya oturunuz ve kutlama telgrafını siz yazınız.” Hamdullah Suphi Bey kalkıp Mustafa Kemal’in yerine oturdu ve şu telgrafı kaleme aldı: “İnönü savaş meydanında Metristepe’de Batı Cephesi Kumandanı İsmet Bey’e, Bütün dünya tarihinde, sizin İnönü meydan savaşlarında yüklendiğiniz görev kertesinde ağır bir görev yüklenmiş kumandanlar çok azdır. Ulusumuzun bağımsızlığı ve dirimi, dâhice yönetiminiz altında onurla görevlerini gören kumanda ve silah ar82 Yard. Doç. Dr. Mustafa Tarakçı kadaşlarınızın kalp ve yurtseverliğine büyük güvenle dayanıyordu. Siz orada yalnız düşmanı değil, ulusun makûs talihini de yendiniz. İstila altındaki mutsuz topraklarımızla beraber bütün yurt, bugün sınırlarına dek zaferinizi kutluyor. Düşmanın kaplama hırsı, “azim ve himmetinizin” yalçın kayalarına başını çarparak parçalandı. Adınızı, tarihin övgüler hitabesine yazan ve bütün ulusu hakkınızda sonsuz minnet ve şükrana sevk eden büyük gaza ve zaferinizi kutlarken, üstünde bir şeref meydanı seyrettirdiği gibi ulusumuz ve kendimiz için yükselme parıltısıyla dolu bir gelecek ufkuna da baktığını ve egemen olduğunu söylemek isterim. Mustafa Kemal” Mustafa Kemal, kutlama telgrafını okuyarak Hamdullah Suphi Bey’e “Duygularımıza ne güzel tercüman oldunuz,” dedi ve sayfanın altına Arap harfleriyle bir yırtıcı kuşun pençesini andıran üç çengelli imzasını attı. (23) MUSTAFA KEMAL’İN LİDERLİĞİ TARTIŞMAYA AÇILIYOR Olağanüstü koşullarla başkomutanlık vazifesini üzerine alan Mustafa Kemal, yetkilerinin genişliği sebebiyle sıklıkla eleştirilmekteydi. Başkomutanlık Yasası’nın uzatılmasına ilişkin her meclis oturum başlı başına bir olay oluyordu. Bu oturumlardan en heyecanlısıysa 5 Mayıs’ta yaşanmıştı. Muhalifler, gerekli çoğunluğun sağlanamadığı bir görüşmede Başkomutanlık Yasası’nın uzatılmamasını sağlamışlardı. Karar, Mustafa Kemal’in liderliğinin resmen tartışılmaya açılması demekti. Üstelik kürsüde söz alan kimi mebuslar, orduyu küçük görmüşler, milliyetçi önderliği yaylım ateşine tutmuşlar ve bu muhaliflerin sözleri alkışlar83 Duruş la karşılanmıştı. Mustafa Kemal ise, her ne pahasına olursa olsun yetkilerini terk etmemeye kararlıydı. Meclis ertesi gün yeniden toplanacak ve Mustafa Kemal Paşa, mebuslara bilgi verecekti. Gizli oturumda söz alan Mustafa Kemal’in açıklamaları hayli sertti. Önce muhalifler dişlerini göstermişler, şimdiyse sıra Mustafa Kemal’e gelmişti. Sözlerine sürekli meclisi karıştırmakla mesai harcayan belli kişilerin yine ortalığı karıştırmakta olduğunu belirterek başladı. Muhaliflerin olağanüstü yasalarla görev yapan bir başkomutanın varlığını gereksiz bulduklarını hatırlatan Mustafa Kemal, her şeyden önce hâlihazırda görev yapan mebusların ve TBMM’nin kendisinin olağanüstü şart ve yetkilerle çalışmakta olduğunu vurguladı. Üstelik meclisin bu denli geniş yetkilerle çalışmasını sağlayan kişi kendisiydi ve muhaliflerin hiç değilse şahsına saygı göstermeleri uygun olurdu. Muhaliflerin sözlerini tek tek yüzlerine vuruyordu. Önce kendisinin muhalif mebus Mehmet Şükrü Bey gibi ulusun karşısında güldürü oynamadığını savundu. Mehmet Şükrü Bey, Mustafa Kemal’in üslubunun ağırlığına dayanamayarak konuşmasını durmadan kesmeye başlamıştı. Mustafa Kemal, muhatabına meclisin “mahalle kahvesi” olmadığını anımsattı. Sıra İttihatçı Kara Vasıf Bey’in suçlamalarına gelmişti. Mustafa Kemal’in sert konuşmasının ilgi çekici bölümleri Nutuk’tan şöyle özetlenebilir: “Hayır baylar, bizim en önemli ve temel ödevimiz, siyasa yapmak değildir. Bizim ve bütün ülkenin ve ulusun bugün biricik ödevi, topraklarımızda bulunan düşmanı, süngülerimizle kovup atmaktır. Bunu yapamadıkça siyasa, anlamsız bir söz olarak kalır. ... Ben ordumuzun varlığını ve gücünü paramızla orantılı bulundurmak kuramını kabul edenlerden değilim. ‘Paramız vardır, ordu yaparız; paramız bitti ordu dağılsın...’ Benim için böyle bir sorun yoktur. Baylar, para vardır ya da yoktur; ister olsun, ister olmasın, ordu vardır ve olacaktır. Bu noktada bir anımı da 84 Yard. Doç. Dr. Mustafa Tarakçı canlandırayım. Ben ilk kez bu işe başladığım zaman, en akıllı ve düşünür geçinen birtakım kişiler bana sordular: ‘Paramız var mıdır, silahımız var mıdır?’ ‘Yoktur’ dedim. O zaman, ‘Öyleyse ne yapacaksın?’dediler. ‘Para olacak, ordu olacak ve bu ulus bağımsızlığını kurtaracaktır’ dedim. Görüyorsunuz ki, hepsi oldu ve olacaktır. Birtakım baylar da, ‘Başkomutan ulusa parasız zorla iş yaptırıyor; oysa yasalar ülkede parasız zorla iş yaptırmayı yasaklamıştır’ demişler. Bu doğrudur baylar ama gerekseme, tehlike, bize her şeyi yasal göstermektedir. Ordunun eksikleri ulusa parasız iş yaptırmayı gerektiriyorsa, bunu yapıyoruz ve en doğru yasa, budur. Ulusun ve ordunun yenilmemesi için ‘Yasa buna engeldir’ diye gerekli gördüğüm önlemi almakta duraksamayacağım. ... Üzerine büyük işler yüklenmemiş adamların bu konudaki duraksamalarını hoş görmelidir. Bakınız, size bir örnek vereyim: Ben çok toy komutanlar gördüm. Örneğin, bir alay komutanı yeni tümen komutanı olmuş ya da bir tümen komutanı yeni kolordu komutanı olmuş; biraz da bilgisi, görgüsü kıt. Daha bilgi, görgü edinmeye fırsat bulamadan güç durumlar karşısında kalmış. Yaşadığı süre içinde bir tümene alışmış iken, düşman karşısında iki ya da üç tümene birden komuta etmek zorunda kalınca elbette duraksayacak ve güçlük çekecektir. Bir tümene komuta ettiği zaman, tümenin bütün birliklerini olabildiği kadar gözden uzak dayangalarda bulunan iki üç tümenin savaşını yönetmek zorunda kalınca kendi kendine: ‘Ben hangi tümenin yanında bulunayım, onun mu bunun mu? Orada mı burada mı?” diye sorar. Hayır! Ne orada bulunacaksın, ne de burada! Öyle bir yerde bulunacaksın ki, hepsini yöneteceksin. O zaman: ‘Ben hiçbirini gereği gibi göremem’ der. Elbette göremezsin, elbette gözlerinle göremezsin! Aklınla ve anlayışınla görmek gerekir. Vasıf Bey bir konuşmasında demiş ki: “Biz Sakarya Savaşı’ndan sonra, işte şimdiye dek kıpırdayamadık, kıpırdayamı85 Duruş yoruz. Bu söz kimilerinin, “Yaşa” sözleri ve alkışlarıyla karşılanmış. Baylar bundan çok üzüntü ve acı duydum; çok utanç duydum. Ordunun kıpırdamadığını, kıpırdayamayacağını savlayan bir aymazın sözlerini alkışlamak gerçekten çok tuhaftır. Rica ederim, bunu burada gömelim, kimse işitmesin! İşte baylar, başkomutanlığın gereksizliğini kanıtlamak için söylenen sözlerin belli başlıları bunlardır. Benim de bu sözlere verebileceğim yanıtlar işitildi. Bundan sonra düşünüp karar verme Meclis’e düşer. Yalnız, bir gerçeği gözler önüne sermek zorundayım. Yüce Meclis’in başkomutanlığın gerekliliğine inandığından kuşku edilmese de, karşıtların hiçbir temele dayanmayan gösterileri meclis kararının istenilmeyen bir biçimde çıkmasına yol açtı. Bunun sonucu ne oldu baylar biliyor musunuz? Başkomutanlık belirsiz bir durumda iki gündür askıda bulunuyor. Bu dakikada ordu komutansızdır. Eğer ben, ordunun komutasını bırakmıyorsam, yasaya aykırı olarak komuta ediyorum. Mecliste beliren oylara göre hemen komutadan el çekmek isterdim. Başkomutanlığımın sona erdiğini hükümete bildirdim de. Ama önlenemeyecek bir kötülüğe yol açmamak zorunluluğu karşısında kaldım. Düşman karşısında bulunan ordumuz başsız bırakılamazdı. Bunun için bırakmadım, bırakamam ve bırakmayacağım.” Mustafa Kemal hayli sert bir üslupla yaptığı konuşmadan istediği sonucu aldı. Çok kısa süre içinde tüm muhaliflerin açıklamalarını incelemiş, en sert konuşmalara gereken yanıtları hazırlamış ve oylama öncesinde TBMM hâkimiyetini sağlamıştı. Nitekim yapılan oylamada 11 aleyhte ve 15 çekimser reye karşılık 177 oyla Başkomutanlık Yasası’nın süresi uzatıldı. (24) 86 Yard. Doç. Dr. Mustafa Tarakçı ATATÜRK’ÜN SAKARYA’DA ÜÇ KABURGA KEMİĞİNİN KIRILMASI Türk ordusunun çok yorucu çekilişi sürüyordu. Sakarya’nın berisine geçen birlikler, hemen kazma küreğe sarılarak siper kazmaya başlıyordu. Mustafa Kemal de artık başkumandan olarak Sakarya’nın berisindeki kanlı olayların geçeceği bozkır üzerinden geçip Ankara’ya uzanan demiryolunda ileri geri gidip gelen gezgin karargâhında, külüstür bir vagonda çalışıyordu. O, bu üçüncü mevki vagonun eski tahta döşemesi üzerine serilen portatif yatağında yatıp kalkıyordu. Vagonun çevresinde sıkı bir güvenlik çemberi çevrilmişti. Yaver Muzaffer Bey, genç irisi gövdesiyle bir akşam nöbetçileri dolaşıyordu. Bozkırın iri yıldızları kuru yaz havası içinde kocaman pırlantalar gibi vagonun üstünde parlıyordu. Mustafa Kemal, yine portatif yatağında yatıyor, vagonun penceresinde bir mum yanıyordu. Muzaffer bey, dışarıda dolaşırken paşanın emir erine seslendi: “Paşa hazretleri yattı mı?” Emir eri yerine vagonun içinden paşanın sesi geldi: “Muzaffer bey, gel buraya!” Gitti. Selam verdi. Paşa ona yatağının kıyısında oturması için yer gösterdi. O da oraya ilişti. Mustafa Kemal: “Düşman iyi savaşıyor, yönetimi de başarılı,” dedi. Muzaffer Bey de ona şu yanıtı verdi: “Emir ve kumandanızdaki ordularımızın çekilmesi de öyle düzgün oldu ki bu da başlı başına bir başarı sayılır, paşam!” Böylece ona Napoleon’un Moskova savaşında söylediği “Düzgün bir çekiliş zafer kertesinde önemlidir,” sözünü hatırlatmak istemişti. Mustafa Kemal, içindeki inancı haykıran gür ve yüksek sesiyle ona şöyle dedi: 87 Duruş “Bu düşman güçlerini mutlaka yeneceğiz ve yok edeceğiz.” Mustafa Kemal, başkumandanlık karargâhını Alagöz köyündeki çiftlik evlerine yerleştirdikten sonra kurmay kurulunu alarak at üstünde Eskişehir-Katrancı bölgesinde araziyi incelemeye çıktı. Sakarya’da savaşın başladığı tarih olan 23 Ağustos 1921 gününden önceydi. Mustafa Kemal, çok sevdiği kır atının üstünde Polatlı’nın otuz kilometre güneyindeki Yıldıztepe’ye dek gitti. Yanında Genel Kurmay Başkanı Fevzi Paşa, Batı Cephesi Kumandanı Albay İsmet, Batı Cephesi Kumandanlığı Kurmay Başkanı Albay Asım Gündüz, Yaver Muzaffer (Kılıç) Beylerle daha başkaları vardı. Tepenin üstünde atlarından inip ufak bir mola verdikten sonra haritayı açarak araziye uygulamaya çalıştılar. Mustafa Kemal, bu ara Fevzi Paşa’ya döndü: “Paşa, arazi bizi aldatıyor. Cephenin sol kanadını belirlememiz için İnli Katrancı’ya gitmek gerek.” Yine atlarına binip İnli Katrancı’ya gittiler. Mustafa Kemal, buradaki arazi durumunu görünce sağ eliyle şakağını avuçladı: “Allah bizi buraya gönderdi,” diye söylendi. “Burada arazi olduğu gibi görünüyordu.” Hemen akşama dek burada incelemede ve uygulamada bulunduktan sonra dönüşe hazırlandılar. Yalnız, Mustafa Kemal’in kafasında hâlâ biçimini almamış bir yığın düşünce kaynaşıyordu. Dalgındı. Seyis onun kır atını getirdi. O, ata bineceği sırada bile uzak arazi üzerinde gezen bakışlarıyla yeni bir şey yakalamak istiyor gibiydi. Batmak üzere olan güneş, sarı bozkıra altın renkli bir boya püskürterek büsbütün sarartmıştı. Ufuklar, çepeçevre ateş olmuş gibiydi. İşte, gözleri böyle uzakta gezinirken sıçrayarak atına binmek isteyen Mustafa Kemal’in ayağı üzenginin dışına kaydı ve o olduğu gibi sivri kayaların üstüne yüzükoyun düştü. Düşer düşmez bayılmıştı. Herkes şaşırmış, ona bakıyor, bir şey yapmayı düşün88 Yard. Doç. Dr. Mustafa Tarakçı müyordu. Bu duruma yol açan kır at da olduğu yerde kalakalmıştı. İlk önce Fevzi Paşa kendine geldi ve onu tutup kollarında kaldırırken “Çabuk, bir matara verin!” diye bağırdı. Gelen matarayla ona su içirirken İsmet Bey davrandı: “Ne duruyorsunuz, bir doktor bulunuz.” Bu sırada Mustafa Kemal kendine geldi ve gülümseyerek ayağa kalkarken korku içinde bulunan arkadaşlarına “Korkulacak bir şey yok! İşte, bir şey yok,” dedi ve tatlı tatlı gülümseyerek yüzlerine baktı. Kır atının başını okşadı. Sonra çevik bir davranışla hayvanın sırtına atladı. Çevresindekileri korkudan ve heyecandan kurtardıysa da göğsünün içinde sızlayan bir yerler, akciğerine saplanan sivri uçlu bir şeyler olduğunu anlıyordu. Güç soluk almakla birlikte bunu çevresindekilere duyurmamaya çalışıyordu. Kıpkızıl alevler içinde batmakta olan güneşe bakarak şunları dedi: “Konstantin’in kafası da işte burada kırılacaktır.” Mustafa Kemal, yiğitliği elden bırakmayarak Ankara’ya oradan da Çankaya’daki ufacık köşküne yollandı. Fikriye Hanım, kazayı haber almış, onu büyük üzüntülerle bekliyordu. Mustafa Kemal geldi. Hemen yattı. Ateşi yükselmişti. İçeriden yaralandığı anlaşılıyordu. Fikriye Hanım başında pervane gibi dönüyordu. Bütün yakın arkadaşları ve eşleri köşkteydi. Hemen Doktor Mim Kemal ve arkadaşı Murat Beyler yetişerek Paşa’yı ince bir muayeneden geçirdiler. Kaburgalarda bir şeyler olduğunu anladılarsa da ne oldu ğunu bütün olarak anlayamadılar. Otomobile binerek hep birlikte Cebeci Asker Hastanesi’ne gitmek zorunda kaldılar. Orada röntgeni çekilerek tam teşhis konacaktı. Albay Kâzım Bey’le Doktor Adnan Bey de orada onları bekliyordu. Mustafa Kemal zorla yürüyerek röntgenin altına uzandı. Elinde olmadan inliyordu. Pek 89 Duruş zor soluk aldığı görülüyordu. Filmi alındı. Gözden geçirildi. Üç kaburga kemiği kırılmıştı. Mim Kemal Bey’le arkadaşları, güçlükle bulabildikleri plasterle kırık kaburga kemiklerinin bulunduğu yanı güzelce sarıp sarmaladılar. Biraz rahatlayıp kendine gelen Paşa “Allah da Kostantin’e yardım ediyor, fakat ben böylece de çalışırım,” dedi. Mim Kemal Bey’le arkadaşlarının ‘mutlak dinlenme’ salığını hiçe sayan Paşa, bir iki günlük zorunlu dinlenmeden sonra kalkıp otomobiline bindi ve başkumandanlık karargâhının bulunduğu Alagöz köyüne yollandı. (25) HATTI MÜDAFAA YOKTUR, SATHI (ALANI) MÜDAFAA VARDIR Taarruz başlamıştı. Düşman Porsuk Irmağı’nın iki yanından hızla ilerleyerek Sakarya Savaşı için hazırlanan mevzilerimize yaklaşıyordu. İlerleyiş yönlerine göre Türk ordusunu geniş bir demir kuşak içine almaya çalışıyordu. Sağ kanatlarında güneye doğru açılıyor, Türk ordusunu Ankara yönünde kuşatarak Kastamonu’nun dağlık, ormanlık bölgesine atmak istediği anlaşılıyordu. Türklerin sol kanadındaki Mangal dağı tahkimatına üst üste hızla ve hışımla çarptılar. Sakarya Irmağı’nın karşısında beş Türk devi gibi bağdaş kurup oturmuş ‘Beş Tepeler’ üzerindeki siperlere yağan düşmanın top mermileri toprağı kaynatıyor, bu tepelerin arka yamaçlarına sinmiş Türk piyadesi üstüne sapsarı bir taş ve toprak sağanağı yağıyordu. Düşman, bu doğal Beş Tepeler bölgesini önemsemekten vazgeçer gibi yaparak büsbütün öldürücü potansiyelini sol kanadımıza yüklemiş, burayı gerçek bir cehenneme çevirmişti. Savaş, karşılıklı kıyıya çarpıp çekilen deniz dalgaları gibi sanki ritmik bir uyum almıştı. 90 Yard. Doç. Dr. Mustafa Tarakçı Her karış toprağı kanı pahasına koruma buyruğu almış olan Türk ordusu, çok üstün düşman güçleri karşısında çok yaralı ve şehit vermeye başlamıştı. Bir meydan savaşının bütün sürprizleri ve tehlikeleri, her iki orduyu da her an tehdit ediyordu. Yunanlar durmadan saldırıyor, beş-altı yüz metre içinde sıçrıyorlar, yaklaşıyorlar, ateşi yiyince geriliyorlar; bu kez piyadeler susuyor, topçular işe girişiyordu. Sarı renkli tepelerin toprakları ve kumlarla birlikte insan gövdeleri havaya savruluyor, çelik parçaları kayalara çarparak tozlar çıkarıyor, bu ateş yarım saat sürüyor, bir sürü eli kolu bağlı insan sedyeler üstünde ya da topallayarak geriye gidiyordu. Yunanlar, tepelerin olgunlaştığını ve artık olmuş bir armut gibi kolayca koparılabileceğini sanıyorlar ve yattıkları yerden kalkmalarıyla birlikte tüfek ateşi başlıyor, gelenleri biçiyordu. İki, üç yüz metre ötede yatıyorlar, sonra yine geri bir kaçışma ve topçu ateşi başlıyordu. Beş Tepeler bölgesinde savaş böyle şiddetle sürüp gitmekte ve dayanmak üzere pek çok yardım güçlerini gerektirirken, iki günlük kanlı boğuşmadan sonra buradaki birlikler alınarak bizim sol kanada kaydırıldı. Düşman bütün gücünü buraya toplamış, bütün cephenin alın yazısını burada çözümlemek ister gibi görünüyordu. Gittikçe daha çok kıraçlaşarak, çölleşen bozkır bölgelerine doğru ilerliyor, pek uzaklardan yapmayı hesapladığı bir kuşatma peşinde koşuyordu. Bütün Türk savunma çizgisi üzerinde canlı olarak kalan erlerin ve subayların kulaklarında Başkomutan’ın şu emri çınlıyordu: “Hattı müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır. O satıh bütün vatandır. Vatanın her karış toprağı vatandaş kanı ile ıslanmadıkça, terk olunmayacaktır.” 91 Duruş HALİDE EDİP: GİTTİM, ELİNİ ÖPTÜM (Halide Edip Adıvar, orduya bir nefer olarak katılmayı istemiş. Bu isteği başkomutanlıkça kabul olunmuş ve Garp cephesine gidip katılması emri gelmiş. Sakarya Meydan Savaşı’nın arifesindeyiz. Mustafa Kemal Alagöz köyünde, cephenin yanı başında.) Halide Edip ... Bir zabit beni Mustafa Kemal Paşa’nın karargâhına götürdü. Solda toprak yığınlarının altında birkaç evin ışığı yanıyordu. Bir tek karanlıktan geliyordu. O da telefon servisini yapan bir askerin “inler, katrancı, inler, katrancı” diye bir köyle muhaberesiydi. Sağ taraf bir çukur, içinden su geçiyor. Arkasında üç ev daha var. Bu evlerin arkasında yine ışıkları yanan çadırlar, uzun ve sivri bir direk, telsiz tesisatı. Köy yolları karanlık ve çamur içinde. Ay batmış, gece yarısı oluyor. Küçük bir tahta köprüyü geçerek öbür taraftaki eve gittik. Mustafa Kemal Paşa’nın muhafızları kapıda; onlardan biri beni yukarıya çıkardı. Paşa’nın yave92 Yard. Doç. Dr. Mustafa Tarakçı ri Muzaffer Bey beni Paşa’nın odasına götürdü. Çok aydınlık ve tek lüks lambası olan bir Anadolu odası. Mustafa Kemal Paşa, oturduğu koltuktan güçlükle kalkmaya çalıştı. Çünkü kaburga kemikleri hâlâ ağrılar içindeydi. Paşa’ya doğru kalbimde mutlak bir hürmetle gittim. O mütevazı odada bütün gençliğin, “bir millet yaşasın diye ölmeyi göze alan kararı”nı temsil ediyordu. Ne saray, ne şöhret, ne herhangi bir kudret, onun o odadaki büyüklüğüne yaklaşamaz. Gittim, elini öptüm. “Safa geldiniz hanımefendi,” dedikten sonra bana bir sandalye gösterdi. Ve Ankara hakkında havadis sordu. Aynı zamanda tahta masanın üzerindeki bir haritaya eğilerek durumu, dört yaşındaki bir çocuğun bile anlayabileceği kadar açık ve sade bir ifade ile anlattı. İşte Sakarya kıvrılarak gidiyor. Nehrin etrafına üzerlerinde kırmızı ve mavi kâğıt kelebekler gibi titreşen toplu iğneler konulmuş. Eğer askeri durum hakkındaki duygularımı Mustafa Kemal Paşa’ya söylesem mutlaka gülerdi. Yunan ordusu kocaman bir canavar gibi Ankara’ya yaklaşmış görünüyordu. Buna muvazi olarak Sakarya’nın doğusunda Türk ordusu da kıvrılarak bu canavarın Ankara’yı yutmasına mani olmaya çalışıyordu. Siyah canavar o kadar kocamandı ki, insana korku veriyordu. “Eğer Ankara’ya gider de bizi geride bırakırsa ne yaparız?” diye sordum. Korkunç bir kaplan gibi güldü. “’İyi yolculuklar efendiler,’ derim; arkalarından vurarak onları Anadolu’nun boşluğunda mahvederim!” (26) EMRİM, KEMİKLERİNİN ORADA GÖMÜLMESİDİR! Sakarya Savaşı sırasında bir defa İsmet Paşa’yı telefonla arayan Yusuf İzzet Paşa (Tengirşek) lüzumu halinde, geri çekilmenin nereye kadar ve nasıl olacağı hususunda bilgi alamayınca Mustafa Kemal Paşa ile görüşmek istediğini söyler. Telefonu Mustafa Kemal’e verirler. 93 Duruş “Beni aramışsınız, buyurun!” “Gizli emirlerinizi bildirmediniz. Yani, geri çekilme lâzım geldiği vakit istikametimiz ne olacaktır?” Pek kızan Mustafa Kemal, daha savaşa girmeden kaçmayı düşünen bu komutana: “Paşa, paşa! Gizli emrim senin kemiklerinin orada gömülmesidir!” der. Başkomutan, o meşhur “Hattı müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır. O satıh bütün vatandır. Vatanın her karış toprağı vatandaş kanı ile ıslanmadıkça, terk olunmayacaktır,” emrini Yusuf İzzet Paşa ile yaptığı bu telefon görüşmesinden sonra vermiştir. (27) EĞRİ BIÇAKLARLA HÜCUM ETSİNLER! Sakarya muharebeleri sırasında düşman, hatlarımızda tehlikeli bir gedik açmış, genişletiyordu. Bu gedik hemen kapatılmalı, düşman süngü hücumu ile geri çevrilmeliydi. Mustafa Kemal, ihtiyat kuvvetlerinin hemen oraya gönderilmesini istedi. İhtiyat kuvvetimiz kalmadığı cevabını verdiler. Yalnız, Giresunlu Osman Ağanın çetesi vardı. Onların da süngüleri yoktu. Topal Osman Ağa 94 Yard. Doç. Dr. Mustafa Tarakçı Mustafa Kemal Paşa: “Süngüleri yoksa bellerinde bıçakları vardır, düşman üzerine atılacaklar, onu eski yerine kovacaklardır!” diye haykırdı. Bu kahraman çocuklar eğri bıçakları ile Yunanları eski yerlerine kadar sürmüşlerdir. (28) AKINCI SÜVARİ MÜFREZE KOMUTANI ABDURRAHMAN ÖZGEN’İN ATATÜRK’LE İLGİLİ BİR ANISI Eskişehir’e gittim, yaralarımı sardırdım. Mustafa Kemal Paşa da oraya gelmiş, bir masa atmışlar. Oturmuşlar, burada kimi bekliyorlar bilmiyorum. Bir kalabalık toplanmış orada, bir köylüye gidip sordum ve “Bu kalabalık nedir?” dedim. “Mustafa Kemal geldi,” dediler, atımdan indim; selam verdim, “Hoş geldiniz Kumandanım,” dedim. Yüzüme şöyle sert sert baktı, “Nereden geliyorsun?” dedi. “Efendim,” dedim, “Eskişehir’den geliyorum, yaralıydım, yaralarımı sardırdım, emir aldım tekrar cepheye dönüyorum, elimde gizli bir zarf var,” dedim. “Peki, ne zamandan beri askersin?” dedi. “Doğduğumdan beri askerim,” dedim. Paşa hafif gözünün altından baktı; “Peki hangi alaydansın?” dedi. Ben “Akıncı süvari alayındanım,” dedim. Paşa, Salih Bozok’a döndü. “Bak,” dedi, “bunun gibi vatanperverler oldukça benim hiç gözüm arkada kalmaz,” dedi. “Hiç maaş almadın mı?” dedi, “Almadım,” dedim. Çıkardı cebinden 10 lirayı bana verdi, zaten 20 lira parası vardı. “Paşam,” dedim, “siz de benim gibi maaş almıyorsunuz, sizde de zaten para yok,” dedim. “Ben bunu almış gibi kabul ettim, var olun, sağ olun, Allah başımızdan eksik etmesin sizi,” dedim. “Alamayacağım.” Kızdı ve “Al,” dedi. “Peki paşam,” dedim, “alırım, ancak imzalarsanız,” dedim. “İmzalarım,” deyince gözlerim yaşardı, bun95 Duruş lar gurur ve iftihar sevinci yaşlarıydı. Elinde kurşun kalem vardı, onunla “Biricik hatırası Mustafa Kemal,” diye yazdı. Bu para halen elimde mevcuttur, hatıra olarak saklıyorum. UFUKTA ZAFER GÖZÜKÜYORDU Başkumandan Mustafa Kemal, Trakya’da Yunanların harıl harıl hazırladığı yardımcı güçler yetişmeden genel bir saldırıya geçmek gerektiğini anlamıştı. Fevzi ve İsmet Paşalarla Kurmay Kurulu da böyle düşünüyordu. Fevzi Paşa, Mustafa Kemal’in buyruğuyla bütün cepheyi dolaştı. En küçük erinden en yüksek rütbeli subayına dek bütün orduyu gözden geçirdi. Ordu maddi ve manevi olarak böyle bir saldırıya hazırdı. Bu raporu alan Başkumandan, ona genel saldırının plânlarını hazırlamasını buyurdu. Fevzi Paşa, ordudaki görevinden ayrılarak Genel Kurmay Başkanlığı’nın bir odasına kapandı ve saldırının plânlarını yapmaya başladı. Başkumandan Mustafa Kemal, Yunan ordusunun ayaklarını yerden kesebileceğini anladıktan sonra, saldırı kararını Büyük Millet Meclisi’nden geçirmeye karar verdi. Bir gün hükümet konağının üst katında olağanüstü bir toplantı yapıldı. Vekiller Kurulu’na Malta Adası’ndan dönmüş olan Başvekil Rauf Bey başkanlık ediyordu. Görüşme başlar başlamaz saldırının yersiz olduğunu haykıran sesler de yükseldi. Saldırının bir çılgınlık olduğunu söyleyenler, boşuna kan dökmenin gereksiz olduğunda diretenler çoğunluğu alır gibi oldu. Birisi “Efendim,” dedi, “yüzde yirmi beş yenme ihtimali olsa ben de bu saldırıdan yana olurdum, fakat ne yazık ki yok.” Bir başkası onu şöyle doğruladı: “Efendim, bizim şu kadar katırımız, şu kadar devemiz olsaydı bu yapılabilirdi!” 96 Yard. Doç. Dr. Mustafa Tarakçı Fevzi Çakmak Fevzi Paşa kocaman yumruğunu masaya indirdi. “Efendim”, dedi, “bu saldırıda zafer ihtimali yüzde yirmi beş değil, yüzde yetmiş beştir. Gerçekten, bizim karşıtlarımızın istedikleri ölçüde katırımız ya da devemiz yoksa da, ben Mehmetçik’in dövüş gücünü, dünyanın hiçbir yaratığıyla ölçüştüremem. O Mehmetçik, gerektiğinde deveden daha çok yol yürüyerek ve deveden daha çok aç kalarak dövüşür. Hem unutmayın ki, Sakarya kavgamıza mermilerimizin çoğunu Mehmetçik’in karısı taşımıştır.” Fevzi Paşa’nın bu sözlerine Malta’dan yeni dönen Kara Vasıf Bey şu yanıtı verdi: “İyi ama efendim, Ankara’yla İzmir arasındaki sekiz yüz kilometrelik yolu alırken askeri neyle besleyeceğiz?” “Vasıf Bey, mesafeyi ölçerken pergeli herhalde yanlış tutmuş olacak. Şundan ki bizim saldırımız Ankara’dan değil, Afyon’dan başlayacak. Vasıf Bey, şimdi harman mevsimidir. Şimdi, köylünün elinde her şey vardır. Onlar kendi ordularını fırınlar dolusu ekmekler çıkararak, sürülerle kurbanlar keserek ve çuvallar dolusu üzümler sağlayarak karşılayacaklardır. Bu kavga başka orduların, baş97 Duruş ka koşullar içinde yaptıkları kavgalardan hiçbirisine benzemez. Bunun içindir ki, bu kavgada bizim yergi konağımız, tarihin klasik savaşlarında görülen ordularınki gibi gerimizde değil ilerimizdedir.” Bu sözler, Kara Vasıf Bey’in gözlerini yaşarttı ve sustu. Fevzi Paşa’nın sözleri onu doyurmuştu. Böylece karşıtların sayısı azaldı ve Vekiller Kurulu genel saldırıya karar verdi. Başkumandan saldırı kararını Vekiller Kurulu’ndan geçirdikten sonra, küçük bir grupla cepheye yaklaşarak incelemelerde bulunmak üzere, saldırıdan on beş gün önce trenle Akşehir’e doğru yola çıktı. Tren Biçer İstasyonu’nda durdu. Oradan öteye gitmiyordu. İnerek otomobile bindiği sırada Mustafa Kemal, derin bir göğüs geçirdi. Bunu gören çocukluk arkadaşı Yaver Salih (Bozok) Bey “Rahatsız mısınız, Paşam?” diye sordu. “Hayır.” “Öyleyse önemli bir şey düşünüyorsunuz?” “Evet, bir şey düşünüyorum ve eğer düşündüğümü uygulayacak zaman bulabilirsem -ki bulabileceğimi sanıyorum- dünyanın gözlerini kamaştıracak bir görünüş doğacaktır.” Mustafa Kemal, cephede yaptığı uzun denetlemelerden sonra Çankaya’ya dönerek saldırı için kılı kırk yararcasına hazırlanmaya başladı. 26 Ağustos saldırısı için cepheye gideceği 23 Ağustos günü ilk şaşırtmaca olarak Anadolu Ajansı’nda geceleyin Çankaya’da bir çay şöleni verileceğini yayınlattı. Bunu Ankara’da gazeteler de yazdı. Başkumandan, o akşam, gecenin karanlığına bürünerek Akşehir’deki karargâha yollanacaktı. Otomobiliyle Konya yoluna çıkmasına da ancak iki-üç saat kalmıştı. Cevat Abbas Bey’le Ankara Mevki Kumandanı Fuat Bulca da onunla cepheye gidebilmek için bir dakika peşini bırakmıyorlardı. Cevat Abbas Bey’i 98 Yard. Doç. Dr. Mustafa Tarakçı meclisten otomobiliyle alıp Çankaya’ya götüren Paşa, Mevki Kumandanı Fuat (Bulca) Bey’in de köşke gelmesini buyurdu. Mustafa Kemal, Cevat Abbas Bey’le köşkün önünden yürüyerek birinci nöbetçi kulübesine dek gitti. Oradan Fuat (Bulca) Bey’in geldiğini gördüler. Mustafa Kemal, nöbetçi kulübesinin arkasındaki doğal kaya yığınını göstererek “Burada oturalım,” dedi. Cevat Abbas Bey’le Fuat Bey de hemen onun dizleri dibine oturdular. Cevat Abbas Bey, yüreklenerek kendilerini de cepheye götürmesi dileğinde bulundu. Onu güçlendirmek üzere Fuat Bey de bu dileği yineledi. Mustafa Kemal güldü, “Sizin her ikinizin Ankara’da işiniz var, alamam,” dedi. Her iki asker de bundan üzüldü. Üzüntülerini boğmak üzere birer sigara tellendirdiler. Bu sırada Fuat Bey’in biraz ötedeki evinden üç fincan kahve geldi. Cevat Abbas Bey, bir nükte fırsatı yakaladı, “Çay şöleni birer kuru şekerli kahve ile geçiyor, Paşam,” dedi. Paşa “İkinizin de burada iki göreviniz var,” dedi. “Biri, Ankara’da sizin gibi yakınlarımın kalması birkaç gün için yolculuğumun gizli tutulmasına yarayacaktır. Her ikiniz de mecliste, şehirde görüldükçe ve benden söz açıldıkça burada olduğumu karşınızdakilere söyleyeceksiniz. Öbürü çok zayıf bir belki ise de çok dikkatli izlenecek bir iştir. Saldırıyı mutlaka başaracağım. Ancak, binde bin bir ihtimal dahi olsa geri hareketlerini burada kötüye yoranlar bulunabilir.” Sonra Cevat Abbas Bey’e döndü: “Sen, mecliste her türlü akımı izler ve ona göre gerekenleri aydınlatırsın. Dedikoduya meydan verme. Alacağın haberlere göre arkadaşları uyarırsın.” Fuat Bey’e de şöyle dedi: “Sen de mevki kumandanı olarak dikkatli ve her zaman her olaya karşı hazır bulun. Ankara kamuoyuna sahip ol.” Sonra da her ikisine birden: 99 Duruş “Bize karşı göreceğiniz en ufak davranışları bile benimseyin ve şifreyle bana bildirin. Alacağınız buyruğuma göre kesin davranırsınız!” Mustafa Kemal, yemekten sonra annesinin odasına girdi. Hayır duasını aldı, elini öptü. Zübeyde Hanım çok hasta olduğundan İstanbul’dan oğlunun yanına gelmişti. 26 Ağustos sabahı saat dördü çeyrek geçiyordu ki, namluları düşman siperlerine çevrilmiş iki yüz top ve obüs, şimdiye dek bunların işitmediği korkunç bir gürültüyle ateş etmeye başladı. Birinci Ordu Kumandanı Nurettin Paşa, İkinci Ordu Kumandanı Yakup Şevki Paşa, Birinci Kolordu Kumandanı Albay İzzettin Paşa, İkinci Kolordu Kumandanı Albay Ali Hikmet Bey, Üçüncü Kolordu Kumandanı Albay Şükrü Naili Bey, Dördüncü Kolordu Kumandanı Albay Kemalettin Sami Bey, Altıncı Kolordu Kumandanı Albay Kazım Bey, Kocaeli Grup Kumandanı Albay Halit Bey, Süvari Kolordusu Kumandanı Fahrettin Paşa yok etme ateşi süresince gerilmiş bir zemberek gibi bekleyen güçlerini saldırıya geçirecekleri anı yıpratıcı bir heyecanla bekliyorlardı. Yalnız, Fahrettin Paşa’nın atlı kolordusu biraz daha uzakta, düşman gerilerinde onun ulaşımını ve çekilmesini engellemek üzere tertibat almış, bekliyordu. İki yüz Türk topunun yok etme ateşi, piyadenin geçmesi için yeterli gedikler açtıktan ve düşmanı siperlerinde gerçek bir şaşkınlık yarattıktan sonra, her birliğin kumandanı buyruğundaki piyade birliğini topların hâlâ hallaç pamuğu gibi attığı korkunç bölgeye sürdü. Mustafa Kemal, Kocatepe’den piyade yığınlarının bir süngü ormanı gibi ilerleyerek sırtları aştığını gördü. Sabah güneşi, bu süngü ormanında göz kamaştıran oyunlar oynuyordu. Kuytu vadileri ve dereleri örten sisler, ara sıra geniş avcı hatları durumunda ilerleyen piyade yığınlarını ara sıra gözden yitiriyordu. 100 Yard. Doç. Dr. Mustafa Tarakçı Artık, Kocatepe’den uzayan dürbünlerde de bir şey görünmüyordu. Karşılıklı savrulan el bombalarının kaldırdığı toz ve duman, bütün cepheyi boydan boya kaplamıştı. İlk düşman siperlerine girildiğini bildiren işaretler, geriden ilerleyen savaşçı yığınlarını büsbütün aşka getirmişti. Yenmenin verdiği heyecanla duran, koşan bütün erler ve subaylar birbirinin elini sıkıyor, birbiriyle öpüşüp kucaklaşıyor ve şuna benzer sevinçli sözler söylüyorlardı: “Ufukta zafer gözüküyordu. Bu zafer Türk milletinin zaferiydi. Başkomutanı da Gazi Mustafa Kemal’di.” ORDULAR, İLK HEDEFİNİZ AKDENİZ’DİR! İLERİ! “Atatürk, sevinçlere ve kederlere kendisini kaptıran bir insan değildi. O en büyük hadiseler karşısında bile soğukkanlılığını daima muhafaza etmiş bir insandı. Bununla beraber, onun hâkim şahsiyetinde de bir insan olarak, kederin ve neşenin, muayyen bir nispet dairesinde tecellilerini görmek kabildi. İstiklal mücadelesinin nasıl çetin şartlar içinde başarılmış olduğunu hepimiz biliriz. Böyle bir mücadeleyi, millete dayanarak başarmış olan bir şahsiyetin, zaferin semerelerini elde etmeye başladığı zaman ne derin bir saadet hissedebileceğini takdir etmek güç değildir. Ben Atatürk’ü işte böyle bir zamanda gördüm. Onu kısaca anlatmak isterim. 31 Ağustos 1922... Büyük Zafer kazanılmış. Düşmanın istila ordusu Çalköy’de sarılarak tamamıyla mahvedilmiş. Mustafa Kemal’in yıllarca peşine düştüğü zafer artık tahakkuk etmiş, Türk milleti için zeval bulmaz hürriyet ve istiklal güneşi ısıtıcı ışıklarını tekrar Anadolu yaylası üzerine boşaltmış. O sabah Atatürk, yanında Erkan-ı Harbiye-i Umumiye Reisi Fevzi Paşa ve Garp Orduları Komutanı İsmet Paşa olduğu halde bir 101 Duruş gün evvel düşmanın mağlup olarak eridiği harp sahasını dolaştıktan sonra, Dumlupınar Köyü’ne geldi. Vakit akşama yaklaşmıştı. Güneş Murat Dağları’nın arkasına doğru inmek üzere, bir gün evvel çetin bir boğuşmaya sahne olan Çalköy sahası yavaş yavaş loşluklara bürünüyordu. Günün muzaffer komutanı Gazi Mustafa Kemal Paşa, Dumlupınar Köyü’nün küçük evlerinden birinin damında bir küçük tahta iskemleye oturmuş, bu kararan ufukları seyrediyordu. Yüzünde hissettiklerini anlatan ufak bir işarete bile tesadüf edemiyorduk. Demir renkli gözlerinde, fevkalâde bir parlaklık bile yoktu; zinde ve canlı yüzü, sert ve asabi hareketleriyle hep aynı Mustafa Kemal... O tarihi gün, ebediyete intikal ederken, küçük bir hadise cereyan etti. İsmet Paşa, harp sahasından toplayarak yanına getirdikleri esir düşman kumandanlarını, Başkumandan’a takdim etti. Onları büyük bir nezaketle karşılayan Başkumandan’ın gözlerinde bir an, büyük bir saadetin ışığı yakıcı bir alev olarak dolaştı. İşte Mustafa Kemal’in, hayatındaki en mesut anlarından bir tanesi buydu. Büyük eserinin en canlı meyvelerini topladığı bir anda, milleti için yaptığı emsalsiz hizmetlerin, gösterdiği kahramanlıkların, feragatlerin kefareti olarak gözlerinde dolaşan bu saadet ışığı onun büyük mükâfatı olmuştu. Atatürk’ün en mesut anı deyince birdenbire bu tarihi hatırladım ve hayalimde o tarihi akşamın loşlukları içinde biraz daha heykelleşen güzel yüzünün canlandığını görür gibi oldum. O belli belirsiz bir heyecan içinde İsmet Paşa’ya döndü, “Paşam” dedi, “tebrik ederim; zaferi kazandınız.” Ve bundan sonra ordulara “İlk hedefiniz Akdeniz’dir. İleri!” cümlesini ihtiva eden meşhur günlük emrini yazdırdı. Tevfik Bıyıkoğlu’ndan 102 Yard. Doç. Dr. Mustafa Tarakçı YUNAN BAŞKOMUTANI ESİR DÜŞÜNCE “Siz bu muharebeyi nereden idare ediyorsunuz?” “İşte, tam bu süngülerin parıldadığını söylediğiniz yerde askerlerin yanındaydım.” “İşte harp böyle kazanılır. Yoksa 550 km. uzakta durum gözle görülüp hüküm verilmeksizin bir harita üzerinde pergelle ölçülerek, İzmir körfezinde bir yattan idare edilmez. Edilir ama netice böyle olur...” Gazi Mustafa Kemal’in “Evet, Başkomutanınız nerededir?” sorusuna karşılık Trikopis, sadece iki elini yanlarına açtı. Başını öne doğru eğdi. Dudaklarını büktü ve öylece kaldı. Ama ortada yine bir Yunan başkomutanı vardı. Son muharebenin başlangıcında Yunan hükümeti, Haci Anesti’nin yerine General Trikopis’i Başkomutan tayin etmişti. Fakat daha ilk günden İzmir’le muhabere hatları kesilince, Trikopis bu emri alamadı. Ama emir Türk kurmayının eline geçmişti. Başkomutan Gazi Mustafa Kemal karşısındakinin, “Kim bilir, Başkomutanımız nerededir, bilmiyorum ki!” gibi hazin bir şaşkınlık ifade eden hali üzerine, Yunan hükümetinin bu emrini ve kendisinin Başkomutan olduğunu Trikopis’e bizzat tebliğ etti. Mülakat bitince, Gazi Başkomutan ayağa kalktı. “Sizin için bir şey yapabilir miyim?” Trikopis: “İstanbul’daki karımın haberdar edilmesini isterim.” O zaman Gazi, Trikopis’in elini yine uzunca müddet tutmuş ve şu sözü söylemiştir: “Harp bir talih oyunudur, general. Bazen en mahiri de yenilir. Siz, vazifenizi yaptınız. Mesuliyet talihten geliyor, müteessir olmayınız.” (29) 103 Duruş BÜTÜN TÜRK TOPRAKLARI KURTARILMADIKÇA DURAKLAMAYACAĞIM Türk birlikleri İzmir’e girmişti. Böylece, büyük zaferle birlikte Kurtuluş Savaşı kazanıldı. Bu zafer için Başkomutan Mustafa Kemal büyük Nutuk’unda, bu zaferin önemini şöyle dile getirmiştir: “Her safhasıyla düşünülmüş, hazırlanmış, idare ve zaferle neticelendirilmiş olan bu hareket, Türk ordusunun, Türk zabitan ve kumanda heyetinin, yüksek kudret ve kahramanlığını tarihte bir daha tespit eden muazzam bir eserdir. Bu eser, Türk milletinin hürriyet ve istiklal fikrinin layemut abidesidir. Bu eseri vücuda getiren bir milletin evladı, bir ordunun başkumandanı olduğumdan ilelebet mesut ve bahtiyarım.” Başkomutan Mustafa Kemal, İzmir yangını günü Amerikalı gazeteci Richard Danin ile uzun bir konuşma yaparak sorularını cevapladı ve ilk soruya şu cevabı verdi. “Bütün Türk toprakları kurtarılmadıkça duraklamayacağım.” Amerikalı gazetecinin başka bir sorusuna, Başkomutan Gazi Mustafa Kemal şu cevabı vermiştir: “Türkler giderilmesi imkânsız kayba uğradı. Savaş ve kan borçlarını ödedi. Makedonya ve Suriye’yi terk ettik. Fakat artık arkada kalan ve sırf Türk olan her yeri ve her şeyi isteriz. Bunları kurtarmaya azmettik ve kurtaracağız.” Başkomutan Mustafa Kemal’in kararı kesindi ve Milli Misakımız’da yer alan bütün yerler düşman işgalinden kurtarılacaktı. Birinci Dünya Savaşı’ndan Türkiye’nin zarar görerek çıkması sonunda işgalci olan düşman devletlerinin Anadolu’yu taksim etmeye başlamaları üzerine, Mustafa Kemal gemi ile İstanbul’dan ayrıldı. 19 Mayıs 1919’da Samsun’a ayak bastı. O andan itibaren Anadolu’nun düşman işgalinden kurtulması için Türk milletine önderlik yaptı. Vatan savunması için canını siper eden Mehmetçik’e komutan oldu. 104 Yard. Doç. Dr. Mustafa Tarakçı Sanayiden ticarete ülkenin kalkınması hususunda rehber olması, Türk milletinin eğitimden sanata gelişmesi, tarihin ve Türk dilinin araştırılması için gerektiğinde öğretmenlik yaparak her alanda ilerlemeyi sağladı. İşte o günlerde bütün bu gelişmeleri yakından izleyen ve Mustafa Kemal’in ileride daha büyük işler başaracağını görebilen İngiltere Başbakanı David Lloyd George 1922 yılında Mustafa Kemal için şunları söylemiştir: “Yüzyıllar nadir olarak dahi yetiştirir. Şu talihimize bakın ki, o büyük dahi çağımızda Türk milletine nasip olmuştur.” FETHİ OKYAR-İSMET İNÖNÜ FARKI Fahri Rıfkı Atay anlatıyor: “Çankaya Köşkü’nde davet var herkes orada. Hanımlar da var, yemekten sonra oyun oynanıyor, bir ara Atatürk’ün yaveri bir mesaj getirir. Konu, Şeyh Sait isyanı ile ilgilidir. Atatürk okuduktan sonra mesajı Başbakan Fethi Okyar’a gönderir ve olup biteni takip eder. Fethi Okyar, “Gene ne var, dursun sonra bakarız,” der. Fethi Okyar 105 Duruş Mustafa Kemal bu sefer mesajı İsmet İnönü’ye götürmesini söyler. Masadakileri de “Bakın bakalım o nasıl davranacak,” diye uyarır. İnönü oynadığı briç oyununu bırakır, sandalyesini oturduğu yerden biraz geriye çeker, mesajı okur. Bir daha okur. Cebinden sigarasını çıkarır, yakar. Düşüncelidir. Mesajı katlayıp iade eder. Atatürk, yanındakilere “İşte İnönü farkı,” der. İZMİR’DE YUNAN BAYRAĞINI ÇİĞNEMEMESİ Atatürk engin insanlık duygusu ile milletlerin istiklali prensibine olan gönülden saygı ve bağlılığını İzmir’e girdiği sırada da göstermişti. Ona İzmir’de Karşıyaka’da bir ev hazırlanmıştı ki bu evde işgal esnasında Yunan kralı Konstantin de kalmıştı. Evin sahibinin oğlu ile hazırlıkta çalışanların bazı yakın akrabası Yunanistan’da esir bulunuyorlardı; işgal esnasında bütün Türkler gibi çok ızdırap çekmişlerdi. İçlerinden yaralıydılar ve Yunanlardan öç almak ateşiyle yanıp tutuşuyorlardı. Bu duyguların etkisi altında evin dış merdiveninin üzerine, muzaffer başkomutanının basıp geçmesi için ipek bir düşman bayrağı sermişlerdi. Atatürk yere serili bayrağın önünde durmuştu; etrafında bulunan kadın-erkek İzmirliler kendisini içeriye girmeye davet ediyordu. “Buyurunuz, geçiniz, bizim öcümüzü yerine getiriniz. Yabancı kral bu evden içeri bizim bayrağımıza basarak girmişti; siz lütfedin, şu karşılıkla o lekeyi silin. Burası bizim şehrimizdir, bu ev sizin evinizdir, bu hak sizindir,” diye yalvarıyorlardı. Hiçbir durumda benliğini ve sağduyusunu kaybetmeyen civanmert insan, kendilerine en tatlı bakış ve sesi ile “O, geçmişte hata etmiş, bir milletin istiklalinin timsali olan bayrak çiğnenmez, ben onun hatasını tekrar edemem,” cevabını vermişti ve an106 Yard. Doç. Dr. Mustafa Tarakçı cak bayrağı yerden kaldırttıktan sonra beyaz mermerlere basarak içeri girmişti. (30) ATATÜRK’ÜN ANLAMLI BİR HEDİYESİ Bir gün Konya’da Behiç Bey’in evinde Mustafa Kemal, General Tawsend şerefine büyük bir ziyafet verdi. Ziyafette Behiç Bey, Muhtar Bey, Salih Bozok bulunuyorlardı. Yemek çok güzel bir hava içinde geçti. Yemeğin sonunda Mustafa Kemal Paşa misafirine “Biz Türklerde bir adet vardır. Misafirimize mutlaka bir hediye veririz. Ben asil bir milletin mütevazı bir başkumandanıyım. Size ancak bu tespihi verebiliyorum,” diyerek elindeki kırmızı mercan tespihi hediye etti ve sofradan kalkılacağı sırada kolundaki saati çıkararak generale dedi ki: “Bu saati bana Anafartalar’da bir Türk askeri, ölen bir İngiliz zabitinin kolundan çıkardığını söyleyerek verdi. Saatin arkasında subayın künyesi yazılıdır. Bu subayın ailesini arattımsa da bulamadım. İngiltere’ye döndüğünüzde ailesini bulur ve saati verirseniz çok memnun olurum,” diyerek generale teslim etti. (31) ATATÜRK VE KIBRIS Güneyde askeri bir tatbikatı izleyen Atatürk, etrafında bulunan subaylara; “Türkiye’nin yeniden işgal edildiğini ve Türk kuvvetlerinin sadece bu bölgede mukavemet ettiğini farz edelim. İkmal yollarımız ve imkânlarımız nelerdir?” sorusunu sorar. Subaylar birçok görüş ve düşünce ileri sürerler. Atatürk hepsini sabırla dinler, sonra elini haritaya uzatır ve Kıbrıs’ı işaret ederek “Efendiler! Kıbrıs düşmanın elinde bulunduğu sürece bu bölgenin ikmal yolları tıkanmıştır. Kıbrıs’a dikkat ediniz. Bu ada bizim için çok önemlidir,” der. 107 Duruş İstanbul Emekli Vali Muavini Şevket Yurdakul, Prof. Manizade’nin “Kıbrıs Dün-Bugün-Yarın” adlı kitabının 19-23 sayfalarında yayımlanan anılarında, Kıbrıs’tan Türkiye’ye göçün durdurulması için Atatürk’ün bizzat direktif verdiği, Türkiye’de ilk kez kurulan Kıbrıs Türk Talebe Birliği’nin Atatürk’ün himayelerinde çalıştığı ve Atatürk’ün emirleriyle, Kıbrıslıların bütün fakültelere kabul edildiği anlaşılmaktadır. (32) 108 DEVRİMCİLİĞİ VE İNSANİ DURUŞU --- GENELGEYLE DEVRİM OLMAZ 1924 yılının ilkbaharıydı. Erzurum ve Pasinler’de depremde birçok köyün evleri yıkılmıştı. Zarar gören halkla görüşmek için Pasinler’e gelen Atatürk, halkın içinden ihtiyar bir köylüyü çağırdı, “Depremden çok zarar gördün mü, baba?” diye sordu. Atatürk ihtiyarın şüphesini görünce, tekrar sordu: “Hükümet sana kaç lira verse, zararını karşılayabilirsin?” İhtiyar, Kürt şivesiyle “Valle Padişah bilir!” dedi. Atatürk gülümsedi. Yumuşak bir sesle: “Baba, Padişah yok; onları siz kaldırmadınız mı? Söyle bakalım zararın ne?” İhtiyar tekrar etti: “Padişah bilir!..” Bu cevap karşısında kaşları çatılan Atatürk, Kaymakam’a döndü, “Siz daha devrimi yaymamışsınız!” dedi. Bu sırada görevini başarmış insanlara özgü bir ağırbaşlılıkla ortaya atılan tahrirat kâtibi “Köylere genelge yolladık Paşam,” dedi. Atatürk’ün fırtınalı yüzü, daha çok karıştı, “Oğlum,” dedi, “genelgeyle devrim olamaz!” CEVHERİ GÖRMEK İÇİN ÇAMURU ATMAK LAZIM Gazi Mustafa Kemal, 24 Ağustos 1925’te Ankara’dan sessiz bir merasimle ayrılır. Yanında iki arkadaşı Fuat (Bulca) ve Nuri (Conker) Beyler ile iki yaveri vardır. Çankırı-Kastamonu üzerinden İnebolu’ya gidilecek, tekrar aynı yoldan Ankara’ya 111 Duruş dönülecektir. Bu kez Gazi’nin niyeti, Milli Mücadele’de İstanbul’dan yurtsever insanların büyük fedakârlıklarla gönderdiği silah ve cephanenin cepheye ulaşmasında büyük yararlılıklar gösteren bu yöre insanı ile “medeniyet” konusunda sohbet etmek, genelde kılık kıyafet üzerinde durmak, özellikle Şapka Devrimi’ni ilan etmektir. 24 Ağustosta İnebolu’ya varılır. Türk Ocağı binası tıklım tıklım doludur. Gazi, yanında mebuslar, kumandanlar, mülki erkân ve yol arkadaşları ile halkın arasından yürüyerek aynı binaya gelir. Üzerinde siyah takım elbisesi, elinde şapka vardır. Önce İnebolu gençleri temsilcisi hitap eder, “Ey sevgili Gazimiz, eğer gösterdiğin yoldan geriye dönersek, milletimizin vebali üzerimize olsun. Siz bizim örneğimizsiniz,” gibi cümleler sarf eder. Sonra Gazi sözlerine başlar. “Efendiler!” der. Bu hitap, hem hanımefendiler hem de beyefendiler demektir. Kadının eşitliği, eşit hakları, eşit istikbali hakkında konuşur. Sonra “medeniyet” konusuna geçer: “Bu milletin başında bir sultan bırakmak caiz olabilir miydi? Bunu size soruyorum.” “Asla! Asla!” “Bu millet, Allah’ın gölgesi Peygamber’in halifesi iddia küstahlığında bulunan cahillere vatanında, vicdanında yer verebilir miydi? Bunu size soruyorum.” “Asla ve katiyen!” “Türk milleti, evlatlarına vereceği terbiyeyi mektep ve medrese diye iki ayrı müesseseye bırakabilir miydi? Böyle bir terbiyeden aynı fikirde, aynı zihniyette bir millet yaratmak abes ile uğraşmak olmaz mıydı? Ben size, öz kardeşiniz, arkadaşınız, babanız gibi söylüyorum: Medeniyim diyen Türkiye Cumhuriyeti halkı, fikri ile aile hayatıyla, yaşayış tarzı ile medeni olduğunu göstermek zorunda112 Yard. Doç. Dr. Mustafa Tarakçı dır. Medeniyim diyen Türkiye halkı dış görünüşü ile baştan aşağıya medeni insanlar olduğunu göstermek zorundadır. Cevheri görebilmek için çamuru atmak lazım! Çok cevherli olan bizim milletimize layık olan kıyafet, medeni ve beynelmilel kıyafettir. Öyle giyineceğiz! Yunan serpuşu olan feshi giymek caiz olur da şapkayı giymek niçin caiz olmaz?” Bundan sonra Gazi Mustafa Kemal bu defa kadın kıyafetlerinden, kadının açılması lüzumundan, kadın-erkeğin eşitliğinden bahseder ve haykırır: “Korkmayınız bu gidiş zaruridir. Medeniyetin coşkun seli karşısında direniş beyhudedir!” Artık milli kıyafetin, milli serpuşun adı konmuştur. Bir fes, bir sarık ve en altta bir takke olmak üzere, kimi zaman bunların üçü bir arada kafada taşıma alışkanlığına son verilecektir. Kastamonu müftüsü de başından sarığını çıkararak eline alır; o da memurlarının yanında duruyordur. Gazi müftü ile konuşur: “İslam’da kıyafet şekli nedir?” “İslam’da kıyafetin şekli yoktur. Kıyafet menfaat ve ihtiyaca tabidir. Öyle ki, eğer bir Müslüman bir kâfirden, bir Mecusi’den bir inek alır ve inek yeni sahibinin kıyafetini yadırgayıp sütünü keser veya azaltırsa Müslüman, Mecusi kıyafetine girebilir.” Kastamonu Halk Partisi binasında, Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın yaptığı konuşma da çok önemlidir. Şu alıntılar o konuşmaya aittir: “Biz medeni insan olmalıyız. Fikrimiz ve zihniyetimiz tepeden tırnağa değişmelidir. Artık duramayız. Medeniyet öyle kuvvetli bir ateştir ki ona ilgisiz kalanları yakar mahveder.” “Hâlbuki inkılâpçılar onlardır ki, ilerleme ve yenileşme isteyen insanların ruh ve vicdanlarındaki gerçek arzu ve eğilime nüfuz etmesini bilirler.” 113 Duruş “Türk milleti son senelerde gösterdiği harikaların, yaptığı siyasi ve sosyal inkılâpların hakiki sahibidir. Halka rağmen de olsa halk için yapmak, başarmak; bu yapılanların hepsini halka mal etmek işte bu bir sanattır. Liderlik, önderlik kabiliyetidir. Başka bir deyimle hak bildiğin yolda yalnız gitmektir.” Gazi’nin Ankara’dan ayrılışının dokuzuncu günüdür. Dönüş günüdür. Şehrin girişinde onu pek çok insan karşılar. Dokuz günde bu insanlar da değişmişlerdir. Onların da her birinin başında, numarası uyan uymayan yeni tip şapkalar vardır. BALIKESİRLİ ER MUSA Size 1934 yılında Gazi Mustafa Kemal Cumhurbaşkanı, İsmet Paşa Başvekil iken, İngilizlerle aramızda geçen küçük ve ibret dolu bir olaydan söz edeceğim. O yıllarda Ege Denizi’nde Yunanlara ait Sisam Adası açıklarında bulunan İngiliz donanmasında görevli üç kafa dengi İngiliz subayı Sisam Adası’nın hemen karşısında pırıl pırıl kumsalı olan Dipburnu kıyılarımıza çıkıp yüzmek isterler. Sahipsiz sanırlar o güzelim kıyıları veya kendilerini her yerin sahibi zannederler. Botlarla kıyıya yanaşırlarken bizim kıyıda pusuya yatarak nöbet tutan beş Mehmetçik “Dur” ihtarında bulunur, durup geri çekilmezler. Bunun üzerine ateş açılır. Açılan ateş sonucu iki İngiliz subayı yaralı oldukları halde kaçmayı başarırlar. Üçüncü subay ne yazık ki hayatını kaybeder; önce su üstünde görülür, sonra batar. İngiliz subayını vuran Balıkesirli er Musa’dır. Bundan sonra bakınız olaylar nasıl gelişir: Durumu, dönemin genç Kuşadası Kaymakamı Dilaver Bey’e rapor ederler. Dilaver Bey de derhal Ankara’yı haberdar eder. İngilizlerden iki askeri yetkili telefonla Kaymakam Bey’i limana görüşmeye davet eder. Kaymakam da makamına gelmeleri114 Yard. Doç. Dr. Mustafa Tarakçı ni ister. Makamda yapılan görüşmede Kuşadası Kaymakamı’na İngiliz hükümetinin üç maddeli talimatı tebliğ edilir: 1. Cesedi aramak için İngiliz donanmasına ait motorların çalışmasına müsaade edilsin. 2. Ölen subayın ailesine tazminat ödensin. 3. Subayı öldürdüğü tespit olunan Balıkesirli er Musa en ağır şekilde cezalandırılsın. Durumu yakından takip eden Hariciye vekili Tevfik Rüştü Aras kendi inisiyatifini kullanarak bizim sahil muhafaza botlarının refakatinde İngiliz botlarının cesedi arayabileceklerinin talimatını verir. Olayın sıcaklığı devam ediyordur. 18 Temmuz 1934 günü öğleden sonra Sisam Adası açıklarında yedi İngiliz harp gemisi kıyılarımıza doğru kendini göstererek demir atar. Durum Ankara’ya rapor edilir. Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal Kızılcahamam’dadır. Olayı yakından takip etmektedir. Bu gelişme üzerine gerek Ankara’daki yetkililere, gerekse Kuşadası’ndaki kaymakamlığa verdiği emir kesindir: “Kanuni görevini yapan Türk eri Balıkesirli Musa cezalandırılmayacaktır. Gerekirse Musa için savaşı bile göze alabiliriz. Ege bölgesinde kısmi seferberlik derhal başlatılsın.” Bu kararlı tutum karşısında İngilizler daha fazla ileri gidemezler. 20 Temmuz 1934 günü, İngiliz subayının öldüğü yerde bir tören düzenlenir. İngiliz donanmasından birkaç gemi törene katılır. Bizden de bir torpido tören yerinde hazır bulunur. Sancaklar yarıya indirilir, kısa süreli dini merasimi müteakip her iki ülkeyi temsilen iki çelenk denize bırakılır. Daha sonra İngiliz gemileri demir alarak geldikleri üsse, Sisam Adası açıklarına geri dönerler. Gazi Paşa Türk milletinin onur timsalidir. Gerekirse bir er için savaşı bile göze almasını bilmiştir. 115 Duruş BU GENÇLERİ EVLERİNE GÖTÜRSÜNLER, DERSLERİNE ÇALIŞACAKLARMIŞ Cumhuriyetin 10. yıl balosunda Atatürk çok güzel dans eden genç bir çifte gıpta ile bakar. Danstan sonra da bu çifti sohbet için yanına çağırır. Önce hangi okulda okuduklarını sorar. Genç kız bir yabancı okulda okuduğunu söyler, sonra delikanlı ile ilgilenir, o da bir başka okulda okuyordur. Daha sonra Atatürk malum sorularını sormaya başlar: Sakarya Savaşı ne zaman oldu? Kurtuluş Savaşı’nı kaç döneme ayırabiliriz? Türk devriminin esası nedir? vb. Gençler kem küm etseler cevap veremeseler sorun kalmayacaktır; oysa gençler hem bilgisiz, hem de bilgisizliğini önemsemeyen bir şımarıklık içindedirler. “Efendim bize okulda yalnız Fransız devrimini okuttular. Türk devrimini hiç okutmadılar,” derler. Bunun üzerine Ata’nın yüzü değişir. O an bir şey söylemez ama aradan zaman geçtikten sonra gençleri tekrar yanına, oldukça sakin bir köşedeki bara çağırır. Orada onlara şunları söyler: “Bütün bu şenlik ve eğlence Kurtuluş Savaşı’nı ve Türk devrimlerini yapanların ya da bunlarda biraz çaba ve fedakârlık payı bulunanların hakkıdır. Siz savaşa katılmamış olabilirsiniz. Yaşınız buna müsait olmayabilir, fakat o işi yapanların arasına girebilmeniz için o işlerin nasıl yapıldığını bilmeniz gerekmektedir.” Daha sonra yaverine döner: “Bu gençleri evlerine götürsünler, derslerine çalışacaklarmış.” Emir derhal ve kimseye sezdirilmeden yerine getirilir. 116 Yard. Doç. Dr. Mustafa Tarakçı ONU BİLDİĞİM İÇİN BÖYLE KONUŞUYORUM Atatürk bir akşam sofrasından aniden kalkar. Ankara Palas’ın sağındaki lokantaya gitmeye karar verir. Yanında Kılıç Ali de vardır. Lokantaya o günlerde Ankara’da bulunan Fransa’nın komiseri Ponçet de vardır. Kendisine hazırlanmış menüye oturmayarak salonun ortasına doğru yeni bir masa hazırlanmasını emreder. Masaya Ponçet’i de davet eder. Lokantaya daha sonra Nuri Conker ve Diyarbakır milletvekili Kazım Paşa da gelmişlerdir. Onları da masaya buyur eder. O günlerde Fransızların Hatay meselesinden dolayı zorluk çıkarmaları Atatürk’ü üzmektedir. Bir ara Fransız Ponçet’e dönerek “Hatay işi benim şahsi davamdır. Beni üzüyorsunuz, korkarım ki, beni bu meselenin halli için başka tedbirler almaya mecbur bırakacaksınız,” der. Atatürk bu sözleri oldukça yüksek sesle ve Türkçe söyler, önündeki herkes bu sözleri duyar. Orada bulunanlardan bir avuç ayağa kalkarak heyecanlı bir sesle, “Atam, üzülme, arkanda biz varız,” der. Bu sözleri işiten Atatürk sofradan gençlere doğru bakar, kaşları kalkmış, bakışları keskinleşmiştir. “Biliyorum çocuğum, onu bildiğim için böyle konuşuyorum,” der. KURAN’IN TÜRKÇE OKUNMASI Hafız Yaşar Okuyan anlatıyor... Hafız Yaşar Okuyan 1914 yılında Osmanlı Sarayı’nda mızıka üsteğmen iken Sultan Reşat zamanında baş müezzin olmuş, sesi çok güzelmiş. Çok güzel Kuran ve dua okurmuş. Padişahlık kalkınca Ankara’ya gelir, Atatürk’ün himayesinde görev yapar. Yıl 1932’dir. Atatürk bu yılın Ramazan ayında Türkçe ezan, Türkçe açıklamalı Kuran ve duaların ibadette kullanılmasını ka117 Duruş rarlaştırır. Konuyu o dönemin Milli Eğitim Bakanı Doktor Reşit Galip ile müşterek planlıyorlardır. O günlerde Atatürk Dolmabahçe’dedir. Ramazan ayında akşam ibadetin Türkçe yapılması konusunda İstanbul ileri gelenlerini Dolmabahçe’ye davet eder. Hafız Saadettin Kaynak, Süleymaniye Camii Baş Müezzini Kemal, Sultan Selimli Rıza, Beylerbeyli Fahri, Müzik Okulu Öğretmenleri Zeki ve Nuri Beylerle Hafız Yaşar Okuyan da vardır. Önce Reşit Galip bunlarla görüşür, sonra Ata’nın huzuruna çıkarlar. Atatürk Kuran’ın tamamlanan tercümesi hakkında tek tek fikirlerini aldıktan sonra sabaha kadar konu hakkında görüş alışverişinde bulunur. Bir ara Atatürk, ayağa kalkıp önünü ilikleyerek örnek olacak şekilde Fatiha Suresi’nin Türkçe mealini (tercümesini) camideymiş gibi okur. Atatürk bu konuşmalar esnasında, “Biliyorsunuz İncil de önce Arapça idi, sonra İngilizce ve Fransızca dillerine çevrildi. Herkes kendi diliyle ibadetini yapar oldu,” der. Vakit fazla ilerlememişken görevlilere dönerek “Gazetelere söyleyin yarın camilerde okunacak Kuran surelerinin Türkçe tercümeleri de okunacak,” der. Hafız Yaşar Okuyan ilk defa Türkçe Kuran ve surelerini Sultanahmet Yerebatan Camii’nde okur. Cami tıklım tıklım doludur. Daha sonraki günler Sultanahmet Camii’nde okunacaktır. Atatürk Hafız Yaşar’ı çağırarak en büyük camide Kadir Gecesi’nde okunacak mevlidi de “Radyoyla bütün halka duyuralım,” der. Bu da Ayasofya’da yapılır. Bu, İslam âleminde bir ilktir. Atatürk bu mevlidi kendisi de radyodan dinlemiştir. Ertesi gün ilgili hafızları Dolmabahçe’ye iftar yemeğine davet eder. Yemekten sonra hafızlara Kuran okutur. Sonra misafir hafızlar başyaverin odasına alınır, çay ikram edilir. Hafızlara zarf içerisinde 20’şer lira verilir. Gece geç saatte onları araçlarla evlerine gönderir. 118 Yard. Doç. Dr. Mustafa Tarakçı DİYAP AĞA Ulu Önderimiz Gazi Mustafa Kemal’in Türk-Kürt kardeşliği adına örnek teşkil edebilecek bir tutumunu özetle anlatacağım. Diyap Ağa, Erzurum Kongresi’ne katılmış, daha sonra Tunceli Milletvekili olarak Ankara’ya TBMM’ye gelmiş, Kürt kökenli bir aşiret reisidir. Milli mücadelede Atatürk’e inanmış, güvenmiş, ona tam destek vermiştir. Çoğumuz onu Atatürk’le olan resimlerinden de hatırlayabiliriz. Göğsüne kadar aksakallı, başı poşulu, keskin bakışlı, 60-65 yaşlarında oldukça iriyarı bir şahsiyet. Az ama öz konuşan biri. Atatürk Diyap Ağa’ya özel bir ilgi gösterir. Çoğu kişi Ankara’da Cumhuriyet’e giden süreçte Gazi Mustafa Kemal’in yakın ilgisini, sevgisini kazanamamışken, Diyap Ağa’yı Gazi’nin arabasında, onunla yan yana Ankara sokaklarında dolaşırken çok gören olmuştur. Gazi Mustafa Kemal, Diyap Ağa’nın her sözüne itibar eder, onu sever ve sayar. Diyap Ağa da ona inanır, milli mücadeleye gönülden bağlı biridir. Düşmana karşı Türk-Kürt ayrımı aklına bile gelmeden, bu toprakların yiğit insanlarından biri olarak göğsünü düşmana si119 Duruş per etmiş, beynini kurtuluş çarelerine adamıştır. Mustafa Kemal Paşa Sakarya Savaşı’na Başkomutan olarak katılmak üzere Ankara’dan ayrılınca Bakanlar Kurulu bir konu üzerinde görüşmeler yapar. Sorun, Büyük Millet Meclisi’nin düşman baskınına uğrama tehlikesi karşısında Ankara’dan Kayseri’ye taşınma meselesidir. Bu konuda milletvekilleri görüş beyan ederler. Çoğu konuşmacı Kayseri’ye gitmeme konusunda mutabıktır. Ancak karar henüz alınmamıştır. Bu konuda son noktayı Diyap Ağa koyar. O güne kadar Mecliste konuşma yapmak için hiç el kaldırmamış olan Diyap Ağa, o gün el kaldırıp Meclis Başkan Vekili Dr. Adnan Adıvar’dan söz ister. Herkes sus pus olmuş, merak içindedir; şimdiye kadar Meclis’te hiç konuşmayan Diyap Ağa acaba ne diyecektir? Diyap Ağa ağır adımlarla kürsüye yanaşır. Meclisi iyice bir süzer, “Lafım kısadır,” der. “Biz buraya kaçmaya mı geldik, yoksa kavga ederek ölmeye mi?” Başka bir şey söylemez, kürsüden iner. Yerine geçer. Meclis alkıştan yıkılacak gibidir. YABANCI DİL KOMPLEKSİ Atatürk’ün askerlik sahasında su götürmez bir deha sahibi olduğunu dünya tasdik etmiştir. İngiliz devletinin Birinci Dünya Harbi’ne ait resmi savaş tarihi Anafartalar’dan bahsederken “Bütün mukadderatı mavi gözlü bir miralay değiştirdi,” der. Atatürk ecnebi dili bakımından hiç de iyi durumda değildir. Sözünü kıramayacağı en yakınından biri, ki birkaç ecnebi dil bilir, Atatürk’teki Fransızcanın bile pratik bakımdan çat patlığına bakarak sorar: “Siz hiç yabancı dil bilmediğiniz halde nasıl dahi oldunuz?” Atatürk cevap verir: 120 Yard. Doç. Dr. Mustafa Tarakçı “Yavrum, sen dâhiyi yabancı dil bilenlerde arıyorsan Beyrut’a git. Oranın hamalları bile en az yedi yabancı dil bilir.” (33) GİDEBİLDİĞİ YERE KADAR 1929’un o müthiş kışında “Memleket ne hâlde?” sualine cevabı gözleriyle görebilmek için karlar, buzlar içinde bin bir zorlukta Kırşehir’e varılabilmiştir. Şehrin kapısında vali, üzerinde frak, başında silindir şapka Cumhurbaşkanı’nı karşılar. Gazi sorar: “Vali efendi. Bu kıyafet neden icabetti?” Vali, bir Bab-ı Âli alışkanlığı içinde. “Efendimiz... Yol ve erkân...” diye söze başlayınca dayanamaz. “Bu memleketin beklediği yol, şu karda-kışta üzerinden emniyetle geçilebilecek yoldur.” Ve kalmaz Kırşehir’de, Yozgat’a doğru devam eder. Yoluna, Yozgat sınırında Vali Boran kamyonlarla yolu açmaya uğraşırken çıkıyor. Mustafa Kemal yanındaki İçişleri Bakanı Şükrü Kaya’ya dönüyor. “Her ile böyle yol-erkân bilen bir valin yok mu?” Ve soruyor: “Dilediğin zaman gidemediğin yere, nasıl vatanım diyebilirsin?” (34) MENEMEN OLAYI Şükrü Kaya’nın Özel Müdürü Nejat Soner anlatıyor: “Bu olay bildiğiniz gibi 1930 yılının 23 Aralık’ında olmuştur. Olayın gelişmesini biliyorsunuz. Bu önemli olay İstanbul’da bulunan İçişleri Bakanı Şükrü Kaya’ya haber verilince Bakan durumdan derhal Atatürk’ü haberdar ediyor. Aldığı emir şu: ‘Sen ve 121 Duruş Ordu Müfettişi Fahrettin Altay Paşa derhal buradan Menemen’e gidiniz. Kolordu Kumandanı Muğlalı Mustafa Paşa’ya da derhal olay yerine gitmesini bildiriniz. Ben de şimdi Ankara’ya hareket ediyorum.” İçişleri Bakanı Şükrü Kaya, Fahrettin Altay Paşa Menemen’e gittikleri zaman kolordu komutanının duruma el koyduğunu, suçluları yakalattığını ve divanı harp kurduğunu görüyor. Yapılan soruşturma neticesinde de olayda birkaç hainin rol oynadığı, halkın karışmadığı fakat olaya seyirci kalarak da tepki göstermediği anlaşılıyor. Muğlalı Mustafa Paşa divanı bu olayda 37 kişinin idamına karar veriyor ve hükümler infaz ediliyor. İçişleri Bakanı olayı bütün ayrıntıları ile gece Menemen’den Atatürk’e haber veriyor. Atatürk kendisine ‘Menemen’i yakınız,’ diye bir emir veriyor. Şükrü Kaya olayın basit bir mevzu olduğunda ısrar ediyor. Atatürk cevabında kesin ve kararlı. Yine ‘İrticanın baş gösterdiği yer olan Menemen’i yakın,’ emrini tekrarlıyor. Şükrü Kaya, ‘Paşam, bana itimat buyurunuz, olayı en ince ayrıntılarına kadar incelemiş bir sorumlu bakan sıfatı ile böyle bir hareketin lüzumuna kani değilim,’ diyor. Atatürk de “Peki öyleyse, nasıl isterseniz öyle hareket edin,” diyor. Şükrü Kaya Ankara’ya döndükten sonra Atatürk’e bütün olayları teferruatı ile anlatıyor ve “Paşam, ben Menemen’i yakma fikrinde neden ısrar ettiğinizi anlayamadım,” diyor. Atatürk “Ben seni çok bilgili ve akıllı bir İçişleri Bakanı olarak tanıyorum. Menemen kasabasının ne berbat bir yer olduğunu tabii gördün. Böyle bir vesile ile oradaki yurttaşlarımızı daha iyi bir yere nakleder ve burasını yakmakla da orada taştan bir anıt yükseltip üzerine de, ‘Cumhuriyet’in ilanından 7 sene sonra burada bir irtica hareketi baş göstermiş ve burası yakılarak irtica ezilmiştir,’ yazısını yazardık. Bunu da gelecek kuşaklar ibretle görür ve okurlardı. Ne yapayım ki istediğimi sen de anlamadın,” dedi. (35) 122 Yard. Doç. Dr. Mustafa Tarakçı ATATÜRK’ÜN HASTA YATAĞINDA CELAL BAYAR’I DİNLEMESİ Atatürk, Dolmabahçe Sarayı’nda hastalığı süresince kaldığı dönemde zamanın Başbakanı Celal Bayar, sık olmayan aralıklarla önemli konularda gelir, Atatürk’ü meclis ve hükümet çalışmaları konusunda bilgilendirirdi. Hastalığın oldukça ilerlediği günlerden birinde Celal Bayar ikinci beş yıllık planı arz etmek üzere Dolmabahçe’ye gelmiştir. Bayar, Atatürk’e özet dahi bile olsa bilgi vermeden önemli konularda kamuoyuna açıklama yapmak istemiyordur. Celal Bayar 15 dakikalık brifing için müsaade alıp Atatürk’ün hasta yatağının baş ucuna gittiğinde durum değişir. Celal Bayar’ın açıklamaları karşısında Atatürk ilave sorular soruyor, çeşitli konularda bilgiler alıyordur. Oysa doktorlara göre hasta Atatürk’ün yorulmaması, sürekli istirahat halinde olması isteniyordu. Bu arada Dolmabahçe’de uzun bir süredir refakatçi olarak kalan Afet İnan içeriye girer. 123 Duruş Atatürk, “Ne için geldiğini anladım; memleket meseleleri beni yormuyor, bilakis hayat buluyorum, otur da sen de dinle,” der. ANKARA VE İSTANBUL ŞEHİRLERİNDEN BİRİNİN İSMİNİN “ATATÜRK” OLMASI HAKKINDA Falih Rıfkı Atay anlatıyor: Ankara ve İstanbul şehirlerinden birinin ismini “Atatürk” yapma hakkında kanun teklifi hazırlanmış, Atatürk’ün bilgisine sunulmuştu. Kanun teklifini okuduktan sonra Atatürk “Kendinizi zora sokmayın, bir ismin tarihe mal olması için şehir adlarına sığınmaya gerek yok. Tarih zorlamayı değil, fikirleri daha çok benimser,” demiştir. BİR TÜRK DÜNYAYA BEDELDİR Ata, Kastamonu’yu ziyaret etmişti. Kışlaya da uğramıştı. Koğuşları geziyordu. Her koğuşta birçok vecizeler vardı. Güzel sözlerdi bunlar. Bir koğuşta büyük bir levha yazılmıştı: “Bir Türk on düşmana bedeldir.” Atatürk bunu görünce birdenbire durdu. Yüzü değişti. Gözleri daldı. Sonra sert bir sesle “Hayır, hayır...” dedi. “Bir Türk dünyaya bedeldir.” CUMHURİYET Atatürk Mudanya yolu ile Bursa’ya gidiyordu. Kalabalık bir halk kitlesi iskelede etrafını çevirmiş bulunmaktaydı. Bir kadının elinde bir kâğıtla Atatürk’e yaklaştığı görüldü. İhtiyar, zayıf 124 Yard. Doç. Dr. Mustafa Tarakçı bir kadındı. Ata’nın yolunu keserek titrek bir sesle “Beni tanıdın mı oğul?” dedi. “Ben sizin Selanik’te komşunuzdum. Bir oğlum var, devlet demiryollarına girmek istiyor. Siz onu alsınlar dediniz. Fakat müdür dinlemedi. Oğlumu yine işe almamış. Ne olur bir kere de siz söyleseniz.” Atatürk’ün çelik bakışlı gözleri samimiyetle parladı. Elleriyle geniş jestler yaparak ve yüksek sesle “Oğlunu almadılar mı?” dedi. “Ben tavsiye ettiğim halde mi almadılar? Ne kadar iyi olmuş. Çok iyi yapmışlar. İşte cumhuriyet böyle anlaşılacak.” Kadın kalabalığın içinde kaybolmuştu. Ve Atatürk adeta vecd (coşku) dolu bir sesle, “İşte cumhuriyetten beklediğimiz netice,” demişti. ATATÜRK’TEN NAMUS SÖZÜ Rauf Orbay, Atatürk’ün hiçbir müdahalesi olmadan başbakanlık yaptığını anılarında şöyle anlatır: “... Hemen bütün milletvekilleri yeni hükümetin benim tarafımdan kurulmasını ister bir tutum aldılar. Fakat ben hakkımda gösterilen bu sevgi ve güvene rağmen, o günkü koşullar altında bazı düşüncelerle yeni hükümeti kurmak sorumluluğunu üzerime almak istemiyordum. Bir iki gün böyle devam etti. Böylece hükümet kurulamadı. Üçüncü gün akşamı, Mustafa Kemal Paşa beni Meclis’teki odasına çağırdı, ‘Rauf kardeşim,’ dedi. ‘Niçin çekimserlik gösteriyorsun? Görüyorsun ki meclis senin üzerinde duruyor. Başka birini seçmek istemiyor. Anarşi olacak. Kabul etmeyişinin nedeni ne?’ ‘Söyleyeyim Paşam,’ dedim, ‘ben bu görevi kabul edersem sen yine benim işime karışacaksın. Ben de buna tahammül edemeyeceğim ve çekilmek zorunda kalacağım. Oysa benim imanım bu orduların başında bu milleti senin kurtaracağın merke125 Duruş zindedir. Bu yüzden seninle anlaşmazlığa düşmeyi kesinlikle kabul edemem.’ Mustafa Kemal Paşa, son derece içten bir tavırla ‘Kardeşim ben namussuz muyum?’ deyince şaşırdım. ‘Ben böyle bir şey söylemedim.’ ‘O halde sana namusumla söz veriyorum. Bakanlar Kurulu Başkanlığı’nı kabul et. Hükümeti kur. Senin hiçbir işine karışmayacağım,’ dedi ve gerçekten verdiği sözü tuttu.” (36) ATATÜRK’ÜN NOT DEFTERİNDEN ÇOK ÖNEMLİ BİR NOT 15 Aralık 1915’te Veliaht Vahdettin’le Almanya gezisi sırasında Karlsbad’a tedaviye gönderilen Mustafa Kemal, burada tuttuğu not defterine: “Benim elime büyük salahiyet ve kudret geçerse, ben hayatı içtimâiyemizde arzu edilen inkılâbı bir anda yapacağım; ben bazıları gibi, âlimlerin fikirlerinin yavaş yavaş benim düşündüğüm işler derecesinde tasavvur ve tefekkür etmeye alıştırmak suretiyle bu işin yapılabileceğini kabul etmiyorum. Böyle bir harekete karşı ruhum isyan ediyor. Neden bu kadar sene yüksek tahsil yaptıktan sonra, hayatımı ve vaktimi harcadıktan sonra avam mertebesine ineyim? Onları kendi mertebeme çıkarırım. Ben onlar gibi değil, onlar benim gibi olsunlar,” (37) yazması, devrimci karakterinin olmazsa olmaz özelliklerinden biri olsa gerektir. ALİ FUAT CEBESOY’A AİT ANI “Babam 1950’de emekli olmuş ve Niğde milletvekili seçilmişti. Annemler henüz Ankara’ya gelmemişlerdi. Ben babamla bir126 Yard. Doç. Dr. Mustafa Tarakçı likte Posta Caddesi’nde bir pansiyonda kalıyordum. Babam beni sık sık Meclis’e götürür ve arkadaşlarıyla tanıştırırdı. Bu arada Faruk Nafiz Çamlıbel, Behçet Kemal Çağlar gibi yazarları da tanımıştım. Ali Fuat Cebesoy da milletvekiliydi. Onunla da birçok karşılaşmamız olmuştu. Bozüyük’ün kurtuluşunda Cebesoy ve babam çok büyük hizmet verdiklerinden, o ilçenin kurtuluş gününe davet için özel olarak Bozüyük’ten heyet gelir ve birlikte Bozüyük’ün kurtuluşu kutlamalarına gider, gelirlerdi. Ali Fuat Cebesoy, Ankara Palas’ta kalmaktaydı. Bazen oraya da giderdik. Yazdığı kitaplarla Ata’ya ve Kurtuluş Harbi’ne ait pek çok bilgi aktarmıştı. Benim onları okuduğumu öğrenince çok memnun olmuştu. Ayrıca hastalanıp Ankara Hastanesi’nde yatarken yine birçok defa ziyaretine gitmiştik. O zamanlar ben doktor olmuş ve genel cerrahi ihtisasını yapmaktaydım. Bu nedenle Sayın Cebesoy hekim olarak da benim gelmemi istemekteydi. Babamla karşılıklı konuşmalarında pek çok kez, ‘Biz Kurtuluş Savaşı’nı beş bekâr başlattık. Onlar da şunlar...’ derdi. ‘Mustafa Kemal Paşa, ben (Ali Fuat Cebesoy), Kâzım Karabekir Paşa, Refet Paşa, Rauf Orbay.’ ‘Eğer Atatürk başa geçmeseydi, hiçbirimiz bu işi götüremezdik. Çünkü hiçbirimiz diğerinin liderliğini, kumandanlığını kabul edecek karakterde kişiler değildik. Ancak Atatürk’ün üstün kudret ve kuvveti, cesareti, mertliği ve dürüstlüğü hepimizi bir araya getirmiş ve bir arada tutmuştur,’ demişti. (Bu beş bekârdan Atatürk evlenip ayrılmış, Ali Fuat Cebesoy ve Rauf Orbay hiç evlenmemişlerdir.) Ali Fuat Paşa’nın, Harp Okulu’nda tanışmalarından itibaren olan, Atatürk’e ait çok enteresan hatıraları, Sınıf Arkadaşım Atatürk kitabında vardır. 127 Duruş Ali Fuat Cebesoy Ali Fuat Cebesoy 1957 yılında hastalanıp Ankara Hastanesi’nde yatarken, babamla beraber ziyaretine gittiğimiz zaman anlattığı ve kitaplarında olmayan şu açıklamayı kendisinden dinlemiştim. Onu, tarihi önemi nedeniyle nakletmek isterim. “Benim Moskova büyükelçisi olarak tayinim söylentileri dolaşırken bunu duymuş ve çok üzülmüştüm. Çünkü Batı Cephesi Kumandanlığı yapmıştım. Moskova’ya niçin gidecekmişim diye düşünüp, ‘Bunu Atatürk’ün kendisine soracağım,’ dedim. Ve Atatürk’ün yanına gittim. ‘Paşam, benim Moskova Sefirliği’ne tayinim söylentileri var. Bu doğru mudur?’ dedim. ‘Fuat Paşa,’ dedi. ‘Biz seninle en eski arkadaşız. Senin neler yapabileceğini benim kadar kimse bilemez. Biliyorsun Rusya’da çarlık yıkıldı ve komünist gruplar iktidara geldiler. Bütün Avrupa ülkeleri bu olayların kendi ülkelerine yayılma sından korkmaktalar. Hele krallıkla idare edilen ülkeler çok büyük tedirginlik içinde. Rusya ihtilalcileri de kendi komünist görüşlerini bütün Avrupa’ya yaymak istiyorlar. Bu arada bizim Anadolu’da başlattığımız kurtuluş hareketini de kendi amaç128 Yard. Doç. Dr. Mustafa Tarakçı ları doğrultusunda yönlendirmek arzusundalar. Yapacakları siyasi ve iktisadi yardımlar için de bu doğrultuda bir eğilim görmek istiyorlar. Ayrıca biliyorsun Enver Rusya’da. Türkistan’da bir devlet kurma hayali içinde. Ülkeyi bu hale getirdiği yetmiyormuş gibi vatanı ikinci bir maceraya sokmak istiyor. Orada sen Anadolu’nun tek ve yetkili kişisi olacaksın. Ben her gün meclisteyim. Her an batı cephesindeyim. Ama hiçbir zaman Moskova’da olamam. Orada sen Ankara’nın hem gözü, hem kulağı, hem eli olacaksın. Moskova’ya Batı Cephesi Kumanda nı’nın elçi olarak gitmesinin anlamı çok farklı olacaktır. Bu tayinde üzülecek değil, övünülecek bir taraf olduğunu bilmeni isterim,’ diye beni ikna etmişlerdi.” Hakikaten Moskova, Anadolu’nun tek temsilcisi olarak Ali Fuat Paşa’yı görmüş, Ali Fuat Paşa Moskova’da fevkalade başarılı çalışmalar yapmış, yapılan her türlü cephane ve silah yardımının artmasında etkili olmuştur. Daha sonraları Atatürk, bizzat Refik Koraltan’a bir komünist partisi kurdurmuş, hatta kardeşi Makbule Hanım’ı bile bu partiye kayıt ettirerek Rus komünist idaresi istekleri doğrultusunda hareket ediyor gibi görünmüş, fakat hiçbir zaman bu idare şekline sempati duymamıştır.” Anlatan: Yurdakul Yurdakul GAZİ MUSTAFA KEMAL’İN İNÖNÜ’DEN YANA TAVRINI KOYMASI Başbakan Rauf Orbay ile Meclis 2. Başkanı Ali Fuat Paşa, Gazi Paşa’yı ziyarete gelirler. Birkaç gün sonra, Lozan heyeti dönecektir. Rauf Bey, İsmet Paşa ile karşılaşmak istemiyordur. Konuşmanın bir yerinde Rauf Orbay “Ben İsmet Paşa ile karşı karşıya gelemem. Onu karşılayamam. İzin verirseniz, geldiğinde Ankara’da bulunmamak için seçim bölgem Sivas’a gitmek 129 Duruş istiyorum,” der. Aralarında kişisel bir sorun yoktur, görev için tartışmışlardır. Barış imzalanmış, artık bu tartışmalar geride kalmıştır. Paşa, “Böyle hareket etmeniz için hiçbir neden yok,” der. “Burada bulunmanız, İsmet Paşa’yı bir hükümet başkanına yaraşır surette kabul etmeniz, görevini başarıyla yerine getirdiği için onu sözlü olarak da takdir ve tebrik etmeniz uygun olur.” Rauf Bey direnir: “Kendime hâkim değilim, yapamayacağım. İzin verin Ankara’dan uzaklaşayım.” Mustafa Kemal Paşa Rauf Bey’e bakar. Olup biteni unutacak, aşabilecek olgunlukta görünmüyordur. “Başbakanlıktan ayrılmak şartıyla gidebilirsiniz.” Bu şart hem Rauf Bey’i, hem Ali Fuat Paşa’yı şaşırtır. Bakışırlar. Beklemedikleri bir tavırdır bu. Ali Fuat Paşa Harbiye’den arkadaş olmanın verdiği bir samimiyetle, “Senin şimdi, aportların kimlerdir, bunu anlayabilir miyiz?” diye sorar. Mustafa Kemal Paşa sakinlikle yanıt verir: “Bak Ali Fuat Paşa, benim aportlarım yok. Memlekete ve millete kimler hizmet eder, hizmet liyakat ve kudretini gösterirse aportlar onlardır.” Nihayet, Rauf Bey başbakanlıktan istifa eder ve 4 Ağustos’ta Ankara’dan ayrılır. 13 Ağustos 1923 günü de İsmet İnönü ve beraberindeki heyet Ankara’da olacaktır. Çok güzel bir karşılama yapılır. Hemen hemen bütün Ankara, istasyondaki karşılama törenine katılmıştır. Başbakan Rauf Orbay, Lozan’a gidememenin, Türk heyetine başkanlık edememenin üzüntüsünü hâlâ atamamış gibidir. İsmet Paşa’nın başarılı müzakere yürütmesini belki de kıskanıyordur. Böylesi nazik durumlarda Mustafa Kemal Paşa tavrını çekinmeden ortaya koymasını bilmiştir. 130 Yard. Doç. Dr. Mustafa Tarakçı MEMLEKETİNİZ HARAPTIR, BUNUN İÇİN PARAYA İHTİYACINIZ OLACAKTIR Lord Curzon, Lozan görüşmeleri esnasında bir akşam ABD temsilcisi Mr. Child ile birlikte İsmet Paşa’yı ziyarete gelir. Lord Curzon konferansın iyi gitmediğinden yakınır. Ayrılmadan önce, tane tane şöyle der: “Bir neticeye varacağız ama biz memnun ayrılmayacağız. Hiçbir işte bizi memnun etmiyorsunuz. Hiçbir dediğimizi makul olduğuna, haklı olduğuna bakmaksızın kabul etmiyorsunuz. Hepsini reddediyorsunuz. En nihayet şu kanaate vardık ki, ne reddederseniz hepsini cebimize atıyoruz. Memleketiniz haraptır. İmar etmeyecek misiniz? Bunun için paraya ihtiyacınız olacaktır. Parayı nereden bulacaksınız? Para bugün dünyada bir bende var, bir de yanımdakinde. Unutmayın, ne reddederseniz hepsi cebimdedir. Nereden para bulacaksınız? Fransızlardan mı? Para kimsede yok. Ancak biz verebiliriz. Memnun olmazsak kimden para alacaksınız? Harap bir memleketi nasıl kurtaracaksınız? İhtiyaç sebebiyle yarın para istemek için karşımıza gelip diz çöktüğünüz zaman bugün reddettiklerinizi cebimizden birer birer çıkartıp size göstereceğiz.” George Curzon 131 Duruş İsmet Paşa bu dehşet verici sözleri hiçbir zaman unutmayacaktır. Parasız Türkiye, Lord Curzonların önünde diz çökmeden kalkınabilir mi, nasıl kalkınır? Mustafa Kemal Paşa da bunun çaresini arıyordur. Paris temsilciliğinin yardımı ile siyaset, siyasi akımlar, ideolojiler, sistemler, ekonomi ile ilgili birçok kitap getirtmiştir. Kitapların bir bölümünü evde alıkoyar. Büyük bölümünü Fransızca bilen, bu konulara ilgi duyan arkadaşlarına dağıtır. “Çabuk okuyun. Notlar alın. Sonra bilgilerimizi değiş tokuş edelim.” Yoksul, sermayesiz, uzmanı ve deneyimi az, talihsiz bir ülke, sömürülme tuzağına düşmeden, nasıl kalkınabilir? Bunun bir yolu var mıdır? Böyle bir yol yoksa ne yapacaklardır? Yana yana bu soruların yanıtlarını aramaktadırlar. (38) YURTSEVER İNSANLAR HALKÇI BİR PARTİ KURULMASINI DESTEKLERLER Mustafa Kemal Paşa üç gün arka arkaya bazı milletvekilleri, meclis dışı uzmanlar ve yazarlarla toplanıp görüştü. Kimi sağcı, kimi solcu, kimi batıcı, kimi doğucu, değişik görüşleri olan yurtsever insanlardı. Halkçı bir parti kurulması düşüncesini desteklediler. Mustafa Kemal Paşa kamuoyunu aydınlatmak için 6 Aralık günü Hâkimiyet-i Milliye, Yeni Gün ve Öğüt gazetelerinin muhabirlerini davet ederek bir demeç verdi. Özetle dedi ki: “Zaferimizi tamamlamak zorundayız. Askerlikçe galip gelmek yetmez. Memleketimiz hakkında olumsuz emeller besleyenlerin her türlü ümidini kırmak için siyaset, idare, ekonomi bakımından da güçlü olmak zorundayız. Ama bir programa dayanmayan çabalar yöneticilerin değişmesiyle söner gider. Program milletin gerçek ihtiyacını karşılamalı. Barışın imzalanmasından sonra, halkçılık esasına dayalı, 132 Yard. Doç. Dr. Mustafa Tarakçı Halk Fırkası (Partisi) adıyla siyasi bir parti kurmak niyetindeyim. Başka memleketlerde kurulmuş bu gibi partilerin programlarını gözden geçirdim. Bunları memleketimizin ve milletimizin gerçek ihtiyaçlarını karşılayacak yeterlikte bulmadım. Biz neredeyse sıfırdayız. Bizim için bize uygun yöntemler, çözümler bulmak gerek. Bu nedenle, şimdiden, böyle bir partinin programını hazırlamak üzere, bütün yurtseverlerin bilim ve fen adamlarımızın yardımına ve işbirliğine başvurmayı görev biliyorum. Bütün milletten, bütün aydınlardan yardım ve destek göreceğimi ümit ediyorum.” (39) GEL BU İŞTEN VAZGEÇ! SALTANATI DA HİLAFETİ DE ÜZERİNE AL! Öğleden sonra kar beyaz sarıklı, aksakallı, cüppeli, mest lastikli bir milletvekili Mustafa Kemal Paşa’yı direksiyon binasında ziyarete geldi. Bugün meclis tatildi. Paşa güncel, basit, sıradan tartışmalara hiç katılmayan bu olgun din adamını severdi. Hiç beklemeden kabul etti. Saygıyla karşıladı, yer gösterdi. Oturdular. Karşılıklı hal hatır sordular. Hoca konuya girdi: “Güzel Paşam, sen bu millete Allah’ın bir lütfusun. Bugüne kadar sen beni hoş tuttun, ben de seni başımız bildim. Bu güvene dayanarak sana bir teklifte bulunmaya geldim.” Mustafa Kemal Paşa merakla, “Buyrun” dedi. “Anladığıma göre padişahlık gidiyor. Belki bir gün hilafet de tarihe karışacak.” Paşa gülümsemekle yetindi. “Yüzlerce yıllık düzen değişecek; içeriden dışarıdan, bilir bilmez, birçok düşman kazanacaksın. Hayatın hep tehlikede 133 Duruş olacak. Bunları halkın iyiliği için yapıyorsun ama bakalım halk kadrini bilecek mi? Gel bu işten vazgeç. Kurban olduğum Allah, sana yürü be kulum demiş. Saltanatı da, hilafeti de üzerine al. Bugünkü kudretine, şanına, bunların kuvvet ve şerefini de ekle. Tahtınla, devletinle, sarayınla, hareminle, hazinenle, keyfince yaşa...” Hoca derin bir soluk alarak sözünü tamamladı: “Benim teklifim bu. Artık ötesini sen bilirsin.” Mustafa Kemal Paşa duygulanmıştı. Öne doğru eğildi. “Dediğiniz doğrudur. Bazı insanlar bilir bilmez bana düşman kesilecek. Belki de hayatım sürekli tehlikede olacak.” “Evet, evet!” “Ama sevgili Hocam, milletin önüne düşen bir adam artık kendini, keyfini, cebini, çıkarını, rahatını, ailesini, geleceğini değil; milletin ihtiyaçlarını, zamanın gereklerini temsil eder. Bu yüzden tasvir ettiğiniz hayat, hoşuma gitse bile kabul edemem. Millet yolundan geri dönemem. Artık millet de buna izin vermez.” Uzanıp sevgiyle hocanın elini tuttu: “Ben bu görevi her türlü tehlikeyi göze alarak üstlenmiştim. Benim için hayır dua ediniz.” Hocanın gözleri doldu. Karşısında rahatı, güveni, saltanatı, zevki, keyfi değil; halkının yararı için zoru seçen, öldürülmeyi, iftiralara ve haksızlıklara uğramayı göze almış bir insan, adam gibi bir adam vardı. Saygıyla kucakladı. (40) ŞEYH SAİT İSYANINDA MUSTAFA KEMAL PAŞA’NIN TUTUMU İsyanın başlangıcıyla İsmet Paşa kabinesinin kurulması arasındaki devrede, üstünlük Şeyh Sait kuvvetlerindeydi. Bunlar adeta el134 Yard. Doç. Dr. Mustafa Tarakçı lerini kollarını sallarcasına ilerliyorlar, önlerinde şehirlerin kapısı kolaylıkla açılıyordu. Kapısı açılmayan şehir Diyarbakır oldu ve Diyarbakır Şeyh Sait’in tarihinin dönüm noktasını teşkil etti. Asilerin ilk başarısındaki bir sebep, o bölgenin Şeyh Sait’in manevi nüfuzu altında olmasıdır. Şeyh Sait dini kurtarmak üzere harekete geçtiğini dikkatle belirtiyor, fakat Müstakil Kürdistan hakkında fazla bir şey söylemiyordu. İmam adına, şeriat adına harp ediyorlardı. Memleketi Ankara’daki dinsizlerden kurtaracaklardı. Halifelik tekrar kurulacak, herkes dinine kavuşacaktı. Bölgedeki halk, kökü ne olursa olsun din savaşında Şeyh Sait’in arkasında, Türklüğe zarar vereceğini düşünmeksizin vaziyet aldı. Ama bu, Şeyh Sait’in hâkim bulunduğu bölgelerde böyle cereyan etti. Buna mukabil Dersim ve Muş’un Kürt beyleri Şeyh Sait’in bu din kampanyasına fazla önem atfetmediler, ona katılmadılar. Oysa bunlar, Kürtlük davası uğruna bir harekete katılmaya daha fazla hazır kimselerdi. Onlar kuvvetlerini Şeyh Sait’in emrine vermediler. Şeyh Sait niçin Kürtlük davasını bayrak yapmadı? Zira Şeyhin, İstanbul’daki Seyit Abdülkadir ile temas halinde olduğu ve hatta isyanı, ona haber vererek patlattığı bilinen bir gerçektir. Temas, Şeyh Sait’in oğlu Ali Rıza tarafından kurulmuştur. İsyan bastırılıp da suçlular ele geçirildiğinde ve Seyit Abdülkadir Diyarbakır’daki İstiklâl Mahkemesi önünde yargılanmaya başlandığında bu husus bizzat kendisi tarafından ikrar edilecektir. Seyit Abdülkadir meşhur “Mr. Templen” ile de Müstakil Kürdistan konusunda konuşmuş, fakat herhangi bir resmi makama bunu bildirmek hatırından dahi geçmemiştir. Durum bu iken Şeyh Sait’in Müstakil (Bağımsız) Kürdistan davasını açığa vurmaması ilgi çekicidir. Ama sonradan anlaşılmıştır ki bu, Diyarbakır’ın işgalinden sonra yapılacaktı. Kürtler 135 Duruş tarafından ‘ülkeleri’nin tabii başkenti bilinen Diyarbakır düşünce Şeyh Sait müstakil devletin kuruluşunu ilan edecekti ve o zaman Dersim beyleri, Muş beyleri de ister istemez bu devlete katılacaklar, onu tanıyacaklar, kuvvetlerini onun emrine vereceklerdi. Fakat Diyarbakırlılar Şeyh Sait’i düş kırıklığına uğrattılar. Diyarbakır önlerine gelindiğinde Şeyh Sait ve kurmaylarının kararı, taarruzun 7 Mart günü, gece yarısından sonra başlamasıydı. Diyarbakır’ın dört ayrı kapısına birden hücum edilerek şehir işgal olunacaktı. Bu arada Diyarbakır’a da haber uçurulmuş, buradaki Şeyh taraftarları, haberdar edilmiş, ne şekilde hareket edecekleri bildirilmişti. Akşam karanlığından faydalanan asiler, Dicle’yi geçerek Diyarbakır’ı çevreleyen surlara doğru ilerlemeye başladılar. Sayıları iki bin kadardı. Asiler önce Mardin, daha sonra Dağ kapısına yüklendiler. “Sallallah” naralarıyla surlara yaklaşmaya çalışıyorlardı. Fakat şehrin savunmasını üzerine alan Mürsel Paşa, iyi bir asker olarak gerekli planı çok önceden hazırlamış ve bütün stratejik noktaları tutmuştu. Halk sokağa bırakılmıyor, silah isteyenlerin talepleri her ihtimale karşı reddediliyordu. Savunmayı muntazam asker yapıyordu. İç kalenin üzerine toplar konulmuştu. Karanlık bir gece olmasına rağmen topçular “kör atış”ı sabaha kadar kesmediler. Asileri en çok yıldıran da bu oldu. O güne kadar top sesi duymamış olan ve top nedir bilmeyen isyancılar, ağzından ateş saçan ve gök gürlemesine benzer sesler çıkaran bu silahtan çok korkmuşlardı. Asiler, Şeyh Sait ve kurmayının hazırlamış oldukları plan gereğince şehrin dört yönden sarmışlardı. Fakat top ateşi ve surlar, onların daha fazla ilerlemelerini, umdukları gibi şehre kolayca girmelerini önlüyordu. Ayrıca, içerden de bekledikleri yardı136 Yard. Doç. Dr. Mustafa Tarakçı mı görememişlerdi. Bu yüzden oldukları yerde çakılmış kalmış, şaşkınlıkla gelecek emri bekliyorlardı. Nitekim sabaha karşı bu emir geldi: Şeyh Sait yenildiğini anlamış ve asilere en kısa zamanda geri çekilme emrini vermişti. Güneş doğarken, Diyarbakır sokaklarından muntazam birlikler halinde geçen askerler, halkın coşkun alkış sesleri arasında şu marşı söylüyorlardı. Gök kubbenin altında Atalarım yürüdü. Al bayrağın altında Türk Askeri büyüdü. Gazi 1 Mart günü son derece sansasyonel birtakım hareketler yaptı. Kendisini tanıyanlar bunların altından önemli değişikliklerin çıkacağından emindiler. Zira Gazi hep, hayati anlarda bu şekilde hareket etmiştir. Gazi, Bakanlar Kurulu’nu kendi başkanlığında topladı. Toplantıya Genelkurmay Başkanı Fevzi Paşa’yı da davet etti. Toplantı akşam başladı, geceye kadar devam etti. Çok eskiden beri, olaylara olağanüstü önem verdirmek isteyenler daima, olağan olmayan saatleri böyle toplantılar için seçmişlerdir. Tabii, Doğu’da bir “büyük isyan” patladığı bilinirken ve türlü dedikodular sürüp giderken Gazi’nin Bakanlar Kurulu’na başkanlık etmesi, buna Fevzi Paşa’nın katılması dilleri ağızlarda dolaştırdı da dolaştırdı. Üzerinde durulan bir ihtimal, kabinede yapılacak değişikliklerin konuşulduğu oldu. O dönemin önemli bir şahsiyeti, konunun bu olmadığını açıklamıştır. Gazi ile Başbakan “karşı ihtilal”i bastıracak tedbirleri aralarında müzakere etmişlerdir ve Gazi son 137 Duruş defa verdiği şansın, Fethi Bey’in işine yaramadığını görmüştür. Gazi, çok eski arkadaşı Fethi Bey’e her zaman, sevgiyle karışık bir saygı duymuştur. Onun doğruluğundan, dürüstlüğünden, Batılılığından, belirli sahalardaki kabiliyetinden hiçbir zaman şüphe etmemiştir. Ama Şeyh Sait isyanı sırasında Gazi’nin inancı, kafasındaki ideal Başbakanın Fethi Bey değil, İsmet Paşa olduğuydu. Gazi’nin istediği, bütün memlekete şamil sıkı tedbirlerin alınması, ihtilalin yumruğunun “karşı ihtilal”in boğazına bastırılmasıydı. Buna mukabil Fethi Bey, isyan bölgesinde bunu yapmaya hazırdı, fakat “bütün memleket”te bunun yapılmasına bir lüzum görmüyordu. Durum Gazi’nin sandığı kadar vahim değildi. “Karşı ihtilal” denilen hareket totaliter bir idarenin kurulmasını gerektirecek önemde olmaktan uzaktı. Muhalefete, ondan daha tesirli İstanbul basınına müsamaha göstermek suretiyle de Gazi’nin aklındaki devrimleri gerçekleştirmek ve yerleştirmek kabildi. Devlet kuvvetliydi. İtirazlar sözde kalıyordu. Bunları barışçı metotlarla yenmek imkânı vardı. Hiçbir karşı hareket, söylendiği kadar vahim değildi. Fethi Bey, sert tedbirlere lüzum hissetmiyordu. 2 Mart günü gazeteler, o gün saat 10’da CHF grubunun genel kurulunun toplanacağı haberiyle çıktılar. Toplantının bütün havasını, kullanılacak taktiği bizzat Gazi hazırladı. Milletvekilleri arasında kulis tamdı. Taraflar vaziyetlerini almışlardı. Fethi Bey de kendi yakınlarıyla durumu müzakere etmişti. Fakat o cephe, sonuçtan fazla ümitli değildi. Zira “İsmet Paşa’nın radikalleri”nin Gazi tarafından desteklendiği açıktı. Fethi Bey kendisine hücumlar artıp da daha şiddetli davranması için tazyik edildiğinde ise açıkça alınan tedbirlerin kâfi olduğunu, bunlarla isyanı bastırabileceğini söyledi ve hiddetle şöyle dedi: 138 Yard. Doç. Dr. Mustafa Tarakçı “Lüzumsuz şiddetlerle ben elimi kana boyamam.” Bu söz, Fethi Bey’in, arzulanan başbakan olmadığını ispat ediyordu. İşte bu sıralardadır ki, Çankaya’da hazırlanmış bir mizansen sahneye konuldu. Radikallerden biri çıktı ve dedi ki: “Efendiler, bu fırkanın bir reisi vardır. Onu dinleyelim!” Gazi Paşa, toplantıyı yukarıdan takip ediyordu. Başbakanlık odasındaydı. Teklif alkışlarla kabul edildi. Evet, bu kadar önemli bir konuda Genel Başkanın düşüncesi öğrenilmeden bir karar alınabilir miydi? Yukarı çıkıldı ve grubun daveti Gazi’ye bildirildi. Gazi, yapacağı konuşmayı kafasında çoktan hazırlamıştı. Uzun, fakat çok güzel konuştu. O da, radikaller gibi düşünüyordu. Bir “karşı ihtilal” hazırlığını seziyordu. Ancak şiddet kullanarak bunun üstesinden gelmek kabil olacaktı. İşte, o konuşmasında meşhur cümlesini sarf etti: “Milletin elinden tutmaya lüzum vardır. İnkılâbı, başlayan tamamlayacaktır.” Fethi (Okyar), grup toplantısını takiben istifasını verdi. Fethi Bey’in başbakanlıktan istifasını, Anadolu Ajansı hemen o gece resmi tebliğ halinde verdi. Gazi Paşa daha sonra İsmet Paşa’yı çağırdı. İsmet Paşa başbakanlık için iki şart ortaya sürdü. Bir defa, isyan bölgesinde bir kolorduyu sefer durumuna sokup harekete geçirecekti. İkincisi, bütün memleket için yetkili İstiklal Mahkemeleri istiyordu. Gazi, bu şartların ikisini de kabul etti. Gazi ve İsmet Paşalar binadan beraber ayrıldılar. Doğruca Çankaya’ya çıktılar. Kapıda birikmiş olan ve soğuğa rağmen bekleşen halk kendilerini hararetle alkışladı. İhtilalin iki lideri Çankaya’da hemen hemen sabaha kadar yeniden çalıştılar. Hükümete alınacak bakanları konuştular, Meclis’te tatbik edilecek taktiği tespit ettiler. 139 Duruş ANKARA’YI NEDEN BAŞKENT YAPTIM Sıcak bir günün akşamında yanında bazı ileri gelenler ile Köşkü’nün bahçesinde dolaşıyordu. Ben de o sıralar eski Köşk’ün tavan dekorlarıyla meşguldüm. Tozlu ve sisli bir akşam Ankara’nın üzerine çökmüştü. Yer yer toz hortumları semaya doğru yükseliyor ve manzaraya daha boğucu bir hava ekliyordu. Bize: “Ankara’yı hükümet merkezi yapmakla iyi mi ettim?” diye sordu. Tabii herkes müspet cevap verdi. Arkasından: “Neden?” suali gelince, kimi stratejiden, kimi siyasetten bahsetti. Hatta birimiz kayalık güzeldir” gibi bir estetik nazariye de ortaya attı. Atatürk: “Şimdi dalkavukluğu bırakın” diye münakaşayı kapattı. “Ankara’yı hükümet merkezi olmak için saydığınız meziyetleri beni ikna etmeye yetmez. Ben Ankara’yı hükümet merkezi yapmakla büsbütün başka bir hedef güttüm. Türk’ün imkânsızı imkân haline getiren kudretini dünyaya bir kere daha tekrar etmek istedim. Bir gün gelecek şu çorak tarlalar, yeşil ağaçların çevirdiği villaların arasından uzanan yeşil sahalar asfaltlarla bezenecek. Hem bunu hepimiz göreceğiz. O kadar yakında olacak.” (41) YENİ YAZI: DİLDE DEVRİM Mustafa Kemal, 1928’de yeni bir mücadeleye baş koymuştu. Türk kültürü ve tarihinin kökenleri ortaya çıkarılmalı, kültürel devrim siyasal-ekonomik devrimleri pekiştirmeliydi. Kültürel devrimler yeni Cumhuriyet’in felsefi altyapısının oluşturulmasına katkı sağlamalıydı. Ulus-devlet ancak ve ancak dilde, tarih alanında ve kültürde yapılacak reformlarla yaratılabilirdi. 8 Şubat 1928’de ilk Türkçe hutbe okundu. Daha önce belirtildiği gibi Latin rakamları 24 Mayıs 1928’de alındı. Mustafa 140 Yard. Doç. Dr. Mustafa Tarakçı Kemal Paşa, yeni Türk harflerini ise ilk olarak CHF’nin 8 Ağustos 1928 tarihinde İstanbul’da organize ettiği bir toplantı vesilesiyle kamuoyuna duyurdu. Ancak meselenin evveliyatı vardı. 27 Haziran 1928’de harflerin Latinceleştirilmesi yolunda bir ilim heyeti kurulmuştu. Bir gün sonra millet mekteplerinin açılması için halk dershaneleri ve konferansları yönetmeliği yayınlandı. 17 Temmuz’da Başbakan İsmet İnönü, Din Encümeni ve Latin Harfleri Komisyonu toplantısında hazır bulundu. Ancak Atatürk ve İnönü, yeni harflere geçiş konusunda farklı düşüncelere sahiptiler. Her iki önder de Latin harfleri hususunda temelde aynı görüşleri paylaşıyorlardı ama İsmet Paşa bu harflere intibak edilebilme açısından 7 yıllık bir geçiş dönemi öngörüyordu. Mustafa Kemal ise daha aceleciydi. Ona göre 6 ay yeterliydi. 8 Ağustos 1928 tarihinde Sarayburnu Halk Gazinosu’nda yeni harfleri kamuoyuna duyuran Mustafa Kemal Paşa, bu harflerin halk tarafından en kısa zamanda öğrenilmesini isteyerek, “Yeni Türk harfleri çabuk öğrenilmelidir. Yeni Türk harflerini her vatandaşa, kadına, erkeğe, hamala, sandalcıya öğretiniz. Bu vazifeyi yaparken düşününüz ki, bir milletin yüzde 10’u, yüzde 20’si okuma yazma bilir, yüzde sekseni bilmezse, bu ayıptır,” dedi. Atatürk, Dil Devrimi’nin halka benimsetilmesi aşamasında başöğretmenliğe soyunmuştu. O, bir kez daha halkının başında aydınlık ufuklar yolunu açma sevdasındaydı. 23 Ağustos’ta Tekirdağ’da yeni harfleri halka tanıttı, 25 Ağustos’ta IV. Muallimler Birliği Kongresi’ne katılan öğretmenler yeni alfabeyi halka aşılayacaklarına yemin ettiler. 13 Eylül’de Malatya’ya doğru yola çıkan İsmet İnönü, şehre bir öğretmen sıfatıyla gittiğini kaydetti. 16 Eylül’de Maarif Vekâleti’nde Bakanlık müsteşarları konuyu enine boyuna tartıştılar. 29 Eylül’de yeni devrimin halka benimsetilmesinin kolaylaştırılması gayesiyle Cumhurbaşkanlığı 141 Duruş Orkestrası Şefi Osman Üngör bir “Yeni Harfler Marşı” besteledi. 8-25 Ekim tarihlerinde memurlar, yeni harflerden sınava alındılar. 1 Kasım 1928, TBMM’nin yıllık toplantısının açılış gü nüydü. Şartlar olgunlaşmış, son sözü söyleme anı gelmişti. Aynı gün yapılan görüşmelerde yeni harfler itirazsız kabul olundu. Yasa 3 Kasım 1928’de yayımlanarak yürürlüğe girdi. Bu tarihten itibaren tüm devlet dairelerinde ve kurumlarında, bütün şirket, dernek ve özel kuruluşlarda Türk harfleriyle yazılan evrakların kabulü ve işleme konulması mecburi kılındı. Türk harflerinin devletin resmi işlerinde tatbik tarihi için en son 1 Ocak 1929 tarihi belirlendi. Bazı işlemler istisnai olarak en son Haziran başına dek eski harflerle yürütülebilecekti. 1 Aralık 1928’den son ra kitap hariç tüm yayınlar yeni Türkçe ile basılacaktı. Kitaplar da 1 Ocak 1929’dan sonra hep yeni harflerle yayımlanabilecekti. Kamu kuruluşlarının elindeki Arapça yayınlar 1 Haziran 1930’a dek kullanılabilecekti. Tüm okullarda Türkçe eğitim yeni harflerle sürdürülecekti. Dil Devrimi’ni bazı diğer düzenlemeler izledi. 9 Nisan 1929’da Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu, 24 Nisan’da İcra ve İflas Kanunu, 15 Mayıs’ta Deniz Ticaret Hukuku kabul edildi. 3 Nisan 1930 tarihinde ise kadının özgürleşmesi ve kadın-erkek eşitliğinin kapsamının genişletilmesi yolunda çok önemli adımlar atıldı. Bu tarihte Türk kadınlarına seçme ve seçilme serbestliği tanıyan yasa çıkarıldı. 3 yıl sonra Türk kadınına muhtar, köy ihtiyar heyetlerine seçilme hakkı verildi. 8 Şubat 1935 milletvekili seçimlerine, yine Mustafa Kemal Atatürk’ün girişimleri sayesinde, ilk kez kadın adaylar da katıldı. Atatürk önderliğindeki CHP bir ilki gerçekleştirerek 18 kadını meclise taşıdı. (42) 142 Yard. Doç. Dr. Mustafa Tarakçı ATATÜRK’ÜN KARARLILIĞI Düşünün ki, Harf Devrimi’nin gerçekleştirildiği 1928’de Cumhuriyet henüz 5 yaşındadır. İnanılmaz ağırlıktaki sorunlarla yüklüdür gündem. Bütün bunların arasında Atatürk “Alfabe Komisyonu”nu kurdurmuştu. Kurulun üyeleri şu isimlerden oluşuyordu: Ragıp Hulusi Özden, İbrahim Grantay, Ahmet Cevat Emre, Emin Erişirgil, İhsan Sungu, Avni Başman, Falih Rıfkı Atay, Ruşen Eşref Ünaydın, Yakup Kadri Karaosmanoğlu. Mustafa Kemal, yeni alfabeyi İbrahim Necmi Dilmen’le çalışmış, 4-5 Ağustos 1928 gecesi Başbakan İsmet İnönü’ye yeni harflerle mektup yazmıştı. 9-10 Ağustos akşamı Sarayburnu’nda düzenlenen bir toplantıda Falih Rıfkı Atay, Atatürk’ün yeni harflerle yazdığı açıklamayı yüksek sesle okudu: “Arkadaşlar, güzel dilimizi ifade etmek için yeni Türk harflerini kabul ediyoruz. Bizim güzel, ahenkli, zengin dilimiz yeni Türk harfleriyle kendini gösterecektir. Yüzyıllardan bu yana kafalarımızı demir çerçeve içinde bulundurarak anlaşılmayan ve anlayamadığımız işaretlerden kendimizi kurtarmak, bunu anlamak zorundasınız. Anladığımızın belirtilerine yakın gelecekte bütün dünya tanık olacaktır. Buna kesinlikle inanıyorum.” Demek ki bir insanın hem vizyonu, hem de bu vizyonu gerçekleştirecek kararlılığı ve cesareti varsa her şeyi yapabilir. ATA’NIN YENİ TÜRK HARFLERİ HAKKINDAKİ TİTİZLİĞİ YUNUS NADİ (1929) Çok sevdiğim meslek arkadaşım merhum telsiz telgrafçı Nutku, 1926 yılından 1946 yılına kadar Ertuğrul ve Savarona yatlarında telsiz memurluğu yapmıştı. Atatürk hakkında şu hatırayı bana anlatmıştır: 143 Duruş “1929 senesinin Eylül ayında bir gün akşamüzeri saat sekizde beni derhal Dolmabahçe önlerinde demirli bulunan Ertuğrul yatına vazifem başına davet ettiler. Yata gittiğim vakit iskele başında o zamanki Seyrisefain Müdürü Sadullah Bey’e tesadüf ettim. “Aman çok şükür yetişebildin,” dedi, “bir saate kadar Zonguldak’a hareket ediyoruz!” Hakikaten bir saat sonra da Atatürk, maiyetiyle yata geldiler ve hareket ettik. Gece saat 24 raddelerinde Şile açıklarında batıdan oldukça sert bir fırtınaya tesadüf ettik. Bu sıralarda geri dönmemiz için Atatürk’ten verilecek emre her an intizar etmekte iken, telsiz kamarasının açık bulunan kapısı önünde yanlarında Recep Zühdü, Cevat Abbas, Nuri Conker ve o zamanki Başyaverleri Nasuhi Beylere Atatürk’ün şunları söylediğini hayretle işittim: “Maşallah havamız pek güzel. Oh, oh eğer bu hava böyle devam ederse Sinop’a gideriz.” Oldukça sert bir fırtına ile yolumuza devam ettik. Gece saat üçten sonra Atatürk’e ait telsizler gelmeye başladı. O zamanlar yeni Türkçe harfleri ile telsiz almaya ve yazmaya yeni başlamıştık. Bu şekilde aldığım telgraflar o kadar çoktu ki, onları temize çekmek üzere eski harflerle yazmıştım. Kamarada bulunan Nasuhi Bey, mani olmama imkân bırakmadan alıp Atatürk’e götürmez mi! Aradan birkaç dakika geçmeden Gazi Paşa’nın beni çağırdığını söylediler. Atatürk, yatın çok sevdiği kıç tarafında arkadaşları ile beraber oturuyordu. Beni görünce Sadullah Bey’e “Buna,” dedi, “çok ağır ceza vermek lazım. Çünkü bana Arap harfleriyle telgraf göndermiş. Acaba ellerini kollarını bağlayıp denize mi attırsak?” Korkudan kaçan rengim ve gayri tabii halim karşısında da şunları ilave etti: 144 Yard. Doç. Dr. Mustafa Tarakçı “Ben Arap harflerini ortadan yok etmeye ve yeni Türk harfleri inkılâbını yapmaya uğraşırken sen benim elime Arap harfleri ile yazılı bir telsiz vermeye nasıl cesaret ediyorsun?” Bereket o sırada yanlarında bulunan yaver Nasuhi Bey “Paşam, telsiz memurunun bunda kabahati yok, ben acele ile size yetiştirebilmek için müsveddeleri getirmişim!” deyince, yüreğim biraz rahatladı. Büyük insan bu söz üzerine o manidar tebessümü ile bana şunları söyledi: “Ben telgrafçıları çok sever, çok takdir ederim. Sizler İstiklâl Harbi’nde vatana çok büyük hizmetler yaptınız. Telgrafçıların böyle hareketleri beni müteessir eder. Bir daha tekerrür etmesin.” Orada bulunan kamarota bana bir limonata vermesini emrederek iltifat etti. Hayatımda Ata’nın bu sözleri daima kulağımda bir küpe olarak kaldı. HOCA EFENDİ, BU HARFLERİN ŞEDDESİ, MADDESİ YOK! Atatürk bir yurt gezisi sırasında Tekirdağ’da sokağa çıkmış, canı kadar sevdiği halkın arasında yürüyordu. Eczacı Ekrem Bey’in eczanesi önüne geldiğinde durmuştu. Gözü birine takılmıştı, bu sarıklı cüppeli Eski Cami İmamı Mevlana Mustafa Özeren’di. “Hoca efendi... Hoca efendi...” Eski Cami imamı hemen koşmuş, Gazi’nin yanına sokulmuştu. Birlikte merkez eczanesine girilmiş, bir masanın etrafına geçilmişti. “Hoca Efendi! Yaz bakalım Vettini Vezzeytuni ve Turi Sinin ve Hazel-beledil emin...” Hoca efendi, tabi Arap harfleri ile itina ederek Kuran’dan bu ayeti yazmıştı. Mustafa Kemal Paşa gözlerini hocanın gözlerine 145 Duruş dikerek “Hocam ben bu yazdıklarını ‘valtin vaiziton’ okuyorum, ne dersin?” demiş. Eski Cami imamı da “Efendim bunun üstünü var, esresi var, şeddesi var, meddi var. Bakınız bunları koyduğumuz zaman aslı gibi okunur,” diye cevap vermişti. Gazi, Arap harfleri ile ayeti etrafındakilere okutmuş her biri başka türlü bir şey söylemişti. Bunun üzerine Gazi kalemi hocanın elinden alıp aynı ayeti yeni harflerle yazmış ve demişti ki: “Görüyorsun Hoca Efendi, bu harflerin şeddesi maddesi yok. Hem bak bu harflerle ne kadar kolay ve yanlışsız okunuyor. Biz işte bunu düşünerek ve batı eserlerini de kolayca öğrenebilmek için, bütün cihana lisanımızı kolaylıkla öğretebilmek için Latin harflerini kabul ediyoruz. Buna ne dersiniz?” “Çok güzel efendim, çok güzel diyecek bir şey yok, Allah muvaffak etsin...” Gazi ayrılırken gene Eski Cami imamına “Sizden Türk yazısını öğrenmenizi isterim,” demişti. İnkılâplara inanmış olan bu ihtiyar din adamı birkaç ay zarfında bu harfleri öğrenecek, Gazi’nin kendisine hediye ettiği el yazısının bulunduğu küçük kâğıdı hayatının en kıymetli hatırası olarak saklayacaktı. (43) İSTANBUL HALKI VE YENİ TÜRK HARFLERİ (16 Eylül 1928) İstanbul Belediye Başkanı’na demeç Sayın Bay, İstanbul’da geçirdiğim günler içinde sayın halkım, yüce kişiliğinizin ve asker makamların göstermiş oldukları sevgi ve konukseverlikten pek çok duygulandım; sağ olun. Büyük ulusumuzun bir kat daha gelişmesini ve yücelmesini sağlayacak olan yazı devriminin fiilen başlaması, burada oturduğum zamana rastladı. Bu benim için değerli bir anıdır. Yeni yazımızı öğrenmek ve öğ146 Yard. Doç. Dr. Mustafa Tarakçı retmek için sayın halkın, resmi ve özel çeşitli makam, kurum ve derneklerin göstermiş oldukları can atış, istek ve çabaya yakından tanık oldum. Bu teşekküre değer çalışmaların mutlu yemişlerini daha şimdiden övünçle görüyorum. Bu konuda İstanbul basınının ve düşün dünyasının değerli yardımını teşekkürle anarım. Bu pek yerinde ve bilinçli çalışmanın yakın zamanda tam bir başarı ile sonuçlandığını göreceğimize kuşku yoktur. Güzel İstanbul’un sayın halkına, sevgili hemşehrilerime mutluluklar dilerim. (Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, III) ATATÜRK’ÜN LATİN HARFLERİNE VERDİĞİ ÖNEM Dil devriminin yaygınlaştığı aylardır. Atatürk konu üzerinde titizlikle durur; her gittiği yerde yeni Türkçe okuma yazmanın ne derece öğrenilip öğrenilmediğini çevresine soruyor, konuyu çok önemsediğini hissettiriyordur. İstanbul Florya’da dinleniyorken, İstanbul valisi Muhittin Üstündağ akademik konulardan söz açıldığı bir sırada Osman Ergin adlı birinin ‘tarım’ konusunda çok ciddi bir çalışması olduğundan bahseder. İzni olursa kendisini çağırıp takdim edebileceğini söyler. Atatürk uygun görür. Osman Ergin Büyükada’da oturuyordur. Motor gönderilip aldırılır. Tarım konusunda hazırladığı makaleyi Atatürk’ün huzurunda okumaya başlar. Orada hazır bulunanlar ve Atatürk anlatılanı takdir ve gıpta ile dinliyorlardır. Makale okunması bitince Atatürk “Okuduğun makalenin müsveddelerini verir misin?” der. Müsvedde Arap harfleriyle yazılmıştır. Atatürk, “Benim bu ülkede harf devrimi yaptığımı bilmiyor musun?” der. Osman Ergin beyninden vurulmuşa döner. Masa başındakilerden çıt çıkmaz. Birisi, Osman Bey’in dışarı çıkması147 Duruş nı işaret eder. O da dışarıya çıkar, iskeleye, geldiği motora doğru ilerler, bu arada Atatürk’ün yaveri gelip, gitmemesini, Atatürk’ün kendisini uğurlamaya geleceğini söyler. Atatürk gelir. Gönül alıcı sözler söyler. “Gelinim sana söylüyorum kızım sen anla misali,” der. “Asıl içerdeki zevatı bu konuda uyarmak istedim. Bu konuda biraz doluyum. Senin kişiliğine karşı istenmeyerek yapılmıştır, hoş görmeni beklerim,” der. Sevgiyle uğurlar. BURASI VATAN TOPRAĞIDIR, KADERİNE TERK EDEMEYİZ! Ziraat mühendisi Tahsin Coşar, genç yaşında Atatürk’ün konakladığı Çankaya Bağ Evi bahçesinin sorumlusudur. Gazi Mustafa Kemal, sivrisineklerin eksik olmadığı, kimi yerleri bataklık ve sazlık olan Ankara’daki bugünkü Atatürk Orman Çiftliği bölgesine bu genç ziraatçiyi de beraberinde götürür. Bölgeye girildiğinde Gazi, “Tahsin burayı ağaçlandıracağız, çiftlik yapacağız,” der. Tahsin Coşar’ın ilk yanıtı olumsuzdur. “Paşam burada hiçbir şey yetiştiremeyiz, uğraşmayalım,” der. Bunun üzerine Gazi “Diğer bildiğin ziraatçilerle iyi bir inceleme yapıp bana rapor hazırlayın,” der. Rapor hazırlanır. Ama sonuç yine olumsuzdur. Diğer ziraatçiler de orada herhangi bir şeyin yetiştirilemeyeceği kanaatindedirler. Oysa Atatürk kararlıdır. Olumsuz raporun altına kendi kalemiyle şu veciz sözleri yazar: “Burası vatan toprağıdır, kaderine terk edemeyiz.” Bu kez Atatürk ferdi olarak çaba göstermeye başlar. Sorar, soruşturur. Bir müddet sonra sofrasında bulunanlardan, sevdiği arkadaşlarından biri olan Nebizade, “Paşam senden başka bir tek kişi burada bir ağaç yetişeceğine inanmadı. Peki, sen nasıl anladın burada orman olacağını?” der. Gazi anlatır: “Tahsin Coşar’ın 148 Yard. Doç. Dr. Mustafa Tarakçı burada bir şey yetişmez dediği günün akşamı tebdili kıyafetle Çankaya’dan kaçtım, buradaki köylülere geldim. Köylüler beni tanımadılar. Köylülere, ‘ağalar,’ dedim, ‘burada ağaç yetişip yetişmeyeceğini bana en kolay yoldan nasıl ispat edersiniz?’ ‘Al,’ dediler, bana bir testi su verdiler, bir de kazma kürek. ‘Kaz orayı iki gün sonra gel, biz sana ne olacağını söyleriz,’ dediler. Ah o iki gün Çankaya’da nasıl geçti bir Allah bilir, bir de ben. İki gün sonra gittim testiyi çıkardım, testinin içinde su bitmişti, köylülere uzattım. Dediler ki bana ‘Ağa testide su kalmamış, toprak su emiyor, bakma bunun üstünün kurak olduğuna, biraz uğraş burada ne ekersen biçersin.’ Ve Tahsin Coşar’ın o raporu bana getirdiği gün ben çoktan projeye başlamış, epey de ilerlemiştim,’ diyecektir. Olumsuz tavrına karşılık Çankaya konutunun bahçe sorumlusu Tahsin Coşar’ı da buraya sorumlu tayin ederek bugünkü Atatürk Orman Çiftliği’nin temelini atacaktır. ATATÜRK’ÜN YURT DIŞINA GÖNDERDİĞİ İLK ÖĞRENCİLERDEN MAHMUT SADİ ANLATIYOR Mahmut Sadi şöyle anlatır: “Yıl 1923. İstanbul Üniversitesi’nde öğrenci olduğum sıralar. Okul duvarında bir ilan görüyorum. Avrupa’ya talebe yollanacaktır. ‘Allah Allah’ diyorum, ‘ülke yıkık dökük, yıl 1923, Avrupa’ya talebe!’ Lüks gibi gelen bir şey, ama bir şansımı denemek istedim. 150 kişi içerisinde 11 kişi seçilmişiz. Benim ismimin yanına Atatürk “Berlin Üniversitesi’ne gitsin!” diye yazmış. Zaman geldi. Sirkeci Garı’ndayım ama kafam öyle karışık ki; gitsem mi kalsam mı, orda beni unuturlar mı? Para yollarlar mı, gurbet ellerde ne yaparım? Bir an gitmemeye karar verdim, döndüm. O sırada bir görevli ismimi çağırdı, “Mahmut Sadi, Mahmut Sadi, bir telgrafın var.” 149 Duruş Mahmut Sadi Irmak Telgrafı açtım, aynen şunlar yazıyordu: “Sizleri birer kıvılcım olarak gönderiyorum, alevler olarak geri dönmelisiniz.” “Var mı böyle bir şey? 11 öğrencinin nerede, ne zaman, ne düşünebileceğini hesap edebilen bir lider nerede görülmüş, dünyanın hangi ülkesine nasip olmuş?” Mahmut Sadi devam ediyor: “Gel de şimdi gitme, git de orada çalışma, dön de bu ülke için canını verme.” KÜTAHYA LİSESİ’NDE ÖĞRETMENLERE HİTABEN KONUŞMA Gazi Mustafa Kemal 24 Mart 1923’te Kütahya Lisesi’nde öğretmenlere hitaben yaptığı konuşmada şu ifadelere yer verir: “... Memleketimizi, toplumumuzu gerçek hedefe, gerçek mutluluğa ulaştırmak için iki orduya ihtiyaç vardır. Biri vatanın hayatını kurtaran asker ordusu, diğeri memleketin geleceğini yoğuran irfan ordusudur. Bu iki ordunun her ikisi de kıymetlidir, 150 Yard. Doç. Dr. Mustafa Tarakçı yücedir. Fakat bu iki ordudan hangisi daha değerlidir, hangisi bir diğerinden üstündür? Şüphesiz, böyle bir tercih yapılamaz! Bu iki ordunun ikisi de hayatidir. Yalnız siz irfan ordusu mensupları, sizlere mensup olduğunuz ordunun değer ve yüceliğini anlatmak için şunu söyleyeyim ki, sizler ölen ve öldüren birinci orduya, niçin öldüğünü öğreten bir orduya mensupsunuz.” ATATÜRK GÜLHANE PARKINDA BAŞÖĞRETMEN OLARAK KONUŞUYOR Gazi Mustafa Kemal, 8 Ağustos 1928 tarihinde İstanbul Gülhane Parkı’ndaki kapalı mekânda başöğretmen sorumluluğu ile yeni alfabe hakkında bir konuşma yapmış ve şu ifadeleri kullanmıştır: “Arkadaşlar! Bizim kıvrak ve zengin dilimiz yeni Türk harfleriyle kendini gösterecektir. Yüzyıllardan beri kafalarımızı demir çerçeve içinde bulundurmaktan, aslında iyi anlaşılmayan, bizim de anlayamadığımız işaretlerden kendimizi kurtarmak zorundayız. Yeni Türk harflerini çabucak öğrenmelidir. Yurttaşa, kadına, erkeğe, hamala, sandalcıya öğretiniz. Bunu yurtseverlik, ulusseverlik ödevi biliniz. Düşününüz ki, bir ulusun, bir toplumun yüzde onu, yirmisi okuma yazma bilir, yüzde sekseni bilmez durumdadır, bundan insan olanlar utanmalıdır. Bu ulus utanmak için yaratılmış bir ulus değildir!” (44) MAHMUT ESAT BOZKURT, “ATATÜRK İHTİLALİ” ADLI KİTABINDA ANLATIYOR “... Fes giymek bir mesele değildir. Fakat mesele fese bir kutsallık veren, onu çıkarıp atmayı mukaddesata hakaret sayan zihni151 Duruş yettedir. Şapka giymek, işte böyle sakat bir zihniyeti yerlere, çamurlara çalmak için gerekliydi ve gereklidir. Mahmut Esat Bozkurt Şapka giymekle, ilerlemelere mani olan bu kara engel söküldü, yıkıldı, yerin dibine geçirildi. Büyük yürüyüş yolları açıldı. Atatürk’e bir gün bu husustaki fikrini sormuşlardı. O sırada Musul işi aleyhimizde sonuçlandığı için rahmetli hayli sıkıntılı idi. Şu cevabı vermek cesaretinde bulundum: ‘Şapka giymek bu millet hesabına bir Musul fethinden üstündür.’ Atatürk hafifçe gülümsediler ve başlarını birkaç defa eğerek beni onayladılar.” (45) ATATÜRK, EĞİTİM ALANINDA YENİLEŞMENİN ÖNDERİDİR Atatürk büyük bir asker, büyük bir devlet adamı ve diplomat olduğu kadar, eğitim alanında da milletimizin çağ değiştirmesini, atılım yapmasını sağlayan büyük bir önderdir. Atatürk’ün milli eğitim konusunda gösterdiği ilgi ve bu konuda ileri sürdüğü gö152 Yard. Doç. Dr. Mustafa Tarakçı rüşler incelendiği zaman, bu konuya adeta bir eğitim düşünürü gibi eğildiği, konunun bütün yönleriyle çok yakından ilgilendiği, çevresine milli eğitimin önemini anlatmak için her fırsatı değerlendirdiği, milli eğitimde göz önünde tutulması gereken amaç ve ilkeleri açıklığa kavuşturduğu görülür. Atatürk eğitim alanında yenileşmenin önderidir. Atatürk’e yıllar sonra “Cumhurbaşkanı olmasa idiniz ne olmak isterdiniz?” sorusuna, “Milli Eğitim Bakanı olarak eğitim davasına hizmet etmek isterdim,” diye cevap vermesi, eğitimi millet hayatında ne kadar önemli etken olarak gördüğünün işaretidir. (46) RAHATSIZ ETMEK İSTEMEDİM Gazi Mustafa Kemal Büyük Taarruz’dan sonra İzmir’den trenle Ankara’ya döner. Trende çok sayıda subay ve asker de vardır. Mustafa Kemal Paşa kendisine ayrılan bir kompartımanda kalıyordur. Tren Ankara’ya varmadan bir istasyon önce Ankara Valisi karşılamaya gelmiştir. Sabahın ilk saatleridir. Vali, Mustafa Kemal Paşa’nın kaldığı kompartımanı öğrenir. Kapısını tıklatır. “Paşam müsaitseniz girebilir miyim?” der. Mustafa Kemal Paşa da “buyurun, giyiniğim,” der. Vali, Atatürk’ü yorgun ve uykusuz görür. “Paşam herhalde uyuyamadınız,” der. Atatürk de şu cevabı verir: “Yastık yoktu. Yeteri kadar battaniye de koymamışlardı. Kolumu yastık yaptım ağrıdı. Ceketimi katladım başımın altına koydum o zaman da üşüdüm. Derken zaman geçti, uyuyamadım. Kalktım oturdum.” “Peki, efendim neden birini çağırıp da yastık, battaniye istemediniz?” “Herkes de en az benim kadar yorgun ve uykusuzdu. Kimseyi rahatsız etmek istemedim.” Anlatan: Fatih Rıfkı Atay 153 Duruş BU BİLET İMTİYAZINI HİÇ BEĞENMEDİM Atatürk yaz aylarından birinde Florya’da denize girdikten sonra yanında birkaç milletvekili olduğu halde bir akşamüzeri Dolmabahçe’ye dönüyordur. Arabalar Yeşilyurt’tan geçerken Atatürk istasyonda bir trenin durup yolcu beklediğini görür. Ani bir kararla arabadan inip trenle Sirkeci’ye kadar gitmek ister. Bir vagona biner. Onu takip eden milletvekilleri de trene binmişlerdir. Kondüktör gelir. Atatürk’ten bilet sormadığı gibi yanındaki hiç kimseden de bilet sormaz. Atatürk kondüktöre çıkışır: “Niye bilet sormuyorsun? Bunlar biletsiz mi gidecekler?” Milletvekillerinden biri söze karışır. “Paşam biz biletsiz seyahat ediyoruz. Milletvekiliyiz,” der. Bunun üzerine Atatürk bozulur. Uygulamanın yanlış olduğunu söyler. “Bu imtiyazı hiç beğenmedim. Çok ayıp bir şey! Biz Halkçılık diyoruz. Kendimiz uymuyoruz. Bu böyle olmaz,” der. Anlatan: Kılıç Ali ÜÇ İNEK HASRETİ Korkunç bir kış günü... Atatürk sabaha karşı şu emri verdi: “Bu kış kıyamette memleketin ne halde olduğunu görmek isterim. Otomobille gezmeye çıkacağız.” Bugüne göre zaten yetersiz, bakımsız olan yollar kapalıydı; buna rağmen Kırşehir’e doğru hareket edildi. Öndeki askeri vasıta dahi karlara saplanıyordu. Ata’nın arabası zaman zaman kendisi de inerek çekiliyordu. Bir tepe aşılıyordu ki, tek başına bir köylünün gocuğu içinde telaşlı telaşlı koşuştuğu görüldü, çağırttı, sordu: “Bu havada dağ başında ne arıyorsun?” “İneğim kayboldu Paşam.” 154 Yard. Doç. Dr. Mustafa Tarakçı “Seni kurtlar yer bu havada” “İneğimi yedilerse ko beni de yesinler...” “İneğin kaç lira kıymetindeydi?” “Eh, elli altmış kâğıt ederdi?” Gazi yaverine emretti: “Bu vatandaşa yüz lira verin, bir otomobile de alın...” Köylü karşı çıktı: “Sana rastlamak benim talihimdir. Ama yine de kendi ineğimi ararım. Verdiğin yüz lira ile iki inek alacağım, benimkini de bulursam eder üç. Bu benim düşümdü. Sana rastlayan bahtlı adamın üç ineği olması çok mu?” Yollarına devam ederken yanımdaki İçişleri Bakanı Şükrü Kaya’ya döndü. “Üç ineği, donma karşılığı düş edinmiş bir milletin, otomobil içindeki dâhiliye vekili... Merhaba, keyfiniz nasıl?” (47) ATATÜRK’ÜN İNSANA VERDİĞİ DEĞER O insana değer veren biriydi. Empati yapmayı, kendisini karşısındakinin yerine koyup düşünmeyi, ona göre karar vermeyi tercih ederdi. Hikâyemiz özetle şöyle: Tevfik Efendi, Çankaya’da Cumhurbaşkanlığı Köşkü’nün 1921’den önceki sahibidir. Demiryolu’ndan emekli olmuş, 67 yaşlarında, yalnız yaşayan bir ihtiyardır. O yıllarda Mustafa Kemal Paşa, Ankara Tren İstasyonu’nda taş kaplamalı binalardan birinde kalıyordur. Makam odası, evi orası. Gara giren çıkan çok olduğundan emniyetini sağlamak da kolay değildir. Çerkez Ethem ve kardeşlerinin başkaldırdığı, söz dinlemedikleri, uluorta herkese tehdit savurdukları o günlerde, Meclis Başkanı Mustafa 155 Duruş Kemal Paşa’ya emniyetle kalabileceği bir yer düşünülür. Konu ile İçişleri Bakanı Şükrü Kaya ilgilenir. Çankaya’da bugünkü Cumhurbaşkanlığı Köşkü’nün bulunduğu Tevfik Efendi’nin bağ evi bölgesi uygun görülür. Mustafa Kemal Paşa da onaylar. Ancak Tevfik Efendi “Ben evimden çıkmam. Mustafa Kemal Paşa’ya bula bula benim bağ evini mi buldunuz? Benim satacak ne bağım, ne de evim var,” der. Konu tıkanma noktasına gelince Gazi’ye bir akşam yemeğinde anlatılır. O olup biteni olağan karşılar. “Bir de gidip ben konuşayım,” der. Tevfik Efendi’nin yanına gider. Beraberinde kahve de götürür. Emir erleri kahve yapıp Mustafa Kemal Paşa ve Tevfik Efendi’ye sunarlarken, sohbet çok tatlı bir havaya bürünmüştür. Erken vefat eden hanım, hayırsız çıkan evlatlar, demiryollarında geçen onca yıl konuşulur. Sohbetin bir yerinde Mustafa Kemal Paşa konuyu açar. “Şahsım için istemiyorum. Devlet için böyle bir yere ihtiyaç var. Bugün ben, yarın başkası. Burayı münasip görmüşler, zorluk çıkarmasan iyi olur. Seni mağdur etmeyiz,” gibi ifadeler kullanır. Tevfik Efendi de içini döker. “Bana bunları sizin gibi tatlı dille anlatmadılar. Ama iyi oldu, sizi yakından tanıdım. Bundan sonra uygun göreceğiniz yeni evime de kahve içmeye bekleyeceğim,” der. Mesele hallolmuştur. HEDİYE VERİLEN ÜÇ İNEK Gazi Mustafa Kemal, Ankara’da çiftlikte atla dolaşırken yaşlı bir köylü kadına rastlar. Yaveri de yanındadır. Atından iner, yaşlı kadınla sohbete koyulur. “Merhaba Nine, nereden gelip nereye gidiyorsun?” “Neden sordun ki? Buraların sahibi sen misin? Yoksa bekçisi mi?” 156 Yard. Doç. Dr. Mustafa Tarakçı Atatürk gülümser. “Ne sahibi, ne de bekçisiyim Nine. Bu topraklar milletin malı. Buralara nereden geldiğini söylemeyecek misin?” “Tabii söyleyeceğim. Ben Sincan’ın köylüklerindenim. Muhtardan çok istedimdi. Beni trene bindirdi, gönderdi. Kodum Ankara’ya geldim.” “Niye Ankara’ya gelmek istedin?” “Gazi Paşa’yı görmek için. Ölmeden göreyim, gözüm açık gitmesin istiyordum. Memleketi gâvurdan kurtaran Gazi’yi çok merak ediyordum. Yolu neyi bilemediğimden buralarda dolaşır oldum.” “Senin Gazi Paşa’dan başka isteğin yok mu?” “Tövbe de Bey! Daha ne isteyebilirim ki? O bizim vatanımızı kurtardı. Bizi düşmanın elinden kurtardı; onun bunun elinden o bizi kurtardı. Ona ‘sağ olasın Paşam,’ demek, yüzünü görmek için düştüydüm yola. Sen efendi bir adama benziyorsun. Paşayı bulabileceğim yeri bir deyiver bana?” Atatürk’ün gözleri dolu dolu olmuştu. Çok duygulandığı her halinden belliydi. Yavere dönerek “Görüyorsun,” dedi. “İşte bu bizim insanımız. Benim vefalı Türk anamdır bu.” Yaver fazla vakit kaybetmeden yaşlı kadının elini tutar. “Aradığın Gazi karşında duruyor, kurtarıcımız Gazi Mustafa Kemal bu.” Yaşlı kadın ne diyeceğini şaşırır. Dönüp Gazi’nin ellerini öpmeye kalkışır. Gazi müsaade etmez. O dönüp yaşlı kadının elini öper. Köylü kadın heybesini karıştırmaya başlar. Beze sarılmış köy peyniri çıkarır. “Bunu sana getirmiştim seversen yine yapıp getiririm,” der. Paşa hemen orada peyniri açıp ucundan kopararak yer. Teşekkür eder. Birlikte sohbet ede ede Çankaya köşküne giderler. Atatürk köşktekilere şu emri verir: 157 Duruş “Bu anamız iki gün konuk olarak burada kalacak. Sonra köyüne götürürsünüz. Giderken benden hediye olarak üç inek de beraberinde götüreceksiniz.” DR. REŞİT GALİP OLAYI 1931 yılı sonbaharıdır... Dolmabahçe Sarayı’nda devlet ve hükümet işleri ile ilgili konuşmalar yapılıyordur. Dönemin Mili Eğitim Bakanı Mahmut Esat Bozkurt, yakında kutlanacak Cumhuriyet Bayramı törenlerinde kız öğrencilerin kısa etek, kısa çorap, kısa kollu gömlek giymelerinin uygun olmadığından bahisle daha kapalı giymelerini duyuracağını söyler. Orada bulunanlardan Dr. Reşit Galip, “Beyefendi, bu bir gericiliktir. İnkılâpların ruhuna aykırıdır. İnkılâplarımızın en önemlisi kadınlara verilen haklardır. Buna mani olamazsınız,” der. Gazi Mustafa Kemal, olayı kapatmak ister, bakanı korumaya çalışır. Dr. Reşit Galip Dr. Reşit Galip “Hayır, bu kapanacak bir konu değil, müsaade ederseniz fikirlerimi söyleyeceğim. İnkılâplardan taviz veremeyiz,” der. 158 Yard. Doç. Dr. Mustafa Tarakçı Gazi Mustafa Kemal, Reşit Galip’e dönerek “Yorgun görünüyorsunuz, gidin biraz istirahat edin,” der. Dr. Reşit Galip “Burası milletin sofrası beni kovamazsınız,” der. Gazi Mustafa Kemal “Öyleyse biz kalkalım,” der ve kalkar. Dr. Reşit Galip yalnız kalmıştır. Sabaha kadar bir köşeye çekilip sandalyede oturur. Bir ara pencere kenarına geçer, sabah olunca da başkâtip Tevfik Bey’den 25 lira borç isteyerek tren ile Ankara’ya döner. Gazi Mustafa Kemal sabahleyin kalkar kalkmaz Reşit Galip’in nerede olduğunu sorar. Parası olmadığından borç aldığını ve trenle Ankara’ya döndüğünü öğrenince başkâtibe dönerek şunları ifade eder: “25 lira az değil mi niye daha çok para vermedin?” der ve kendi kendine alçak sesle şunları söyler: “Cebinde beş parası yok, karakterinden zerre kadar taviz vermiyor.” Aradan bir ay gibi bir zaman geçmiştir. Reşit Galip’in önceden planlanan konferanslarından birisi radyodan canlı yayınlanacaktır, bu olay üzerine Atatürk bahse konu konferansı daha bir merakla dinler; acaba Reşit Galip farklı bir şey söyleyecek midir? Oysa Reşit Galip o günkü olaydan ima dahi olsa hiç söz etmez, devrimlerin korunup kollanmasından, titizlikle takibinden ve memlekete olan yararlarından uzun uzun söz eder. Bu olaydan birkaç ay sonra yaşlılığını ve yorgunluğunu ifade eden Mahmut Esat Bozkurt’un yerine Milli Eğitim Bakanlığı’na Dr. Reşit Galip, Atatürk tarafından önerilecektir. 1933 Üniversite reformu büyük ölçüde Dr. Reşit Galip’in eseridir. 159 Duruş YAVUZ HAVUZ OLAYI Almanlardan “Midilli” ile birlikte alınan “Yavuz” gemisinin içini İngilizler işgal sırasında boşaltmışlardı. Tekrar kullanılabilmesi için önemli tamir ve parça gerekiyordu. Haliç’teki tersanelerde tamir edilmesine karar verildi. Ancak, geminin havuza alınması gerekiyordu. Yavuz’a uygun havuz Fransızlardan alındı. Bu alım sırasında yolsuzluk olduğu dedikodusu almış başını gitmişti. Rüşvet alan, o dönemin Bahriye Bakanı eski Ankara İstiklal Mahkemesi Başkanı İhsan Bey’di. İhsan Bey iyi bir insandı. Mustafa Kemal’in takdirini, sevgisini kazanmış biriydi. Gerek İstiklal Mahkemesi’nde, gerekse Bahriye Nazırlığı’nda gayretli çalışmalar yapmıştı. Atatürk, İhsan Bey’i yakın arkadaşlarından biri olarak görüyordu. Çevresi de bunu böyle biliyordu. Ancak, İsmet İnönü dedikodular karşısında İhsan Bey’in yargılanması konusunda ısrar ediyordu. Nihayet İhsan Bey divan-ı harbe verildi. Mustafa Kemal bu duruma üzülüyordu ama hukuka da saygılıydı, müdahale etmek istemedi. İhsan Bey, mahkemede iyi halleri görüldüğünden idam yerine iki yıl hapse mahkûm edildi. FALİH RIFKI: KENDİSİNİ BİR DEFA BİLE TIRAŞSIZ GÖRMEDİM Falih Rıfkı Atay, Çankaya kitabında yazıyor: “On beş yıl yanında bulundum, hususi odalarına girdim, günün çeşitli saatlerinde evine gittim. Kendisini bir defa bile tıraşsız görmedim.” Falih Rıfkı Atay, Ankara’da İmar Komisyonu Reisi’dir. Ankara’nın imar planına uygun olarak gelişmesini Atatürk yakından takip eder. Bir milletvekili, evinin bahçesi önündeki ga160 Yard. Doç. Dr. Mustafa Tarakçı rajı bakkal dükkânı olarak kiraya vermek ister. Falih Rıfkı karşı çıkar. Ancak yasalar bu konuda yeterli değildir. O günden sonra garajların bahçe içlerinde olması, yol üzerinde olmaması kararı uygulanmaya konur. Falih Rıfkı Atay Falih Rıfkı Atay’a göre, Atatürk’ün ikramı ağırlaması çok iyi ama eli biraz sıkıdır. Bir gün sofrada üç kişi kalırlar: Şükrü Kaya, Ruşen Eşref ve Falih Rıfkı. Aralarında anlaşıp Atatürk’e gelen hediye saatlerden birer tane istemeye karar verirler. Masanın keyifli bir anında mevzuyu lisan-ı münasiple açarlar. Atatürk “Sizi mi kıracağım, zaten kalabalık da gitti, üç kişisiniz,” der. Zile basıp hizmetçi Sudanlı Nesip Efendi’yi çağırır. Camekânlı dolaptaki saatlerden üç tanesini hediye için getirmesini söyler. Nesip Efendi işi biraz ağırdan alır. Geldiğinde Mustafa Kemal, “Bula bula bu saatleri mi buldun, daha güzelleri vardır. Git değiştir bunları,” der. Nesip Efendi gider, epey sonra geldiğinde aynı sözler: “Beğenmedim bunları, arkadaşlara daha güzel saatler hediye etmeliyiz,” der. Tekrar geri çevirir. 4-5 kez aynı sahneler tekrarlanır. Gerçekte Mustafa Kemal saatleri vermek istemiyordur. En 161 Duruş sonunda gece geç vakit olmuştur. Sabah yakındır. Atatürk “Vakit geç oldu, yarın sizin de, benim de işlerimiz var. Saat işini başka zamana bırakalım,” der. Herkes evine gider. (48) ATATÜRK’E HAKARET EDEN KÖYLÜ Atatürk’e hakaretten sanık bir köylü hakkında takibat yapılıyordu, durumu Ata’ya arz ettiler. “Mahkemeye veriyoruz,” dediler, “size küfür etmiş.” Ata sordu: “Ben ne yapmışım ona?” Evrakı tetkik edenler izah ettiler: “Gazete kâğıdı ile sardığı sigarayı yakarken kâğıt tutuşmuş da ondan.” Atatürk’e bunu söyleyen bir milletvekiliydi. Ata sordu: “Siz hiç gazete kâğıdı ile sigara içtiniz mi?” “Hayır.” “Ben Trablus’ta iken içmiştim, bilirim. Pek berbat şey, köylü bana az küfretmiş. Siz bunun için mahkemeye vereceğinize, ona insan gibi sigara içmeyi temin ediniz.” Fıkrayı Şükrü Kaya’dan Hikmet Feridun Es nakletmiştir. ATATÜRK’ÜN MERSİN’DE KARŞILAŞTIĞI İHTİYAR Atatürk Mersin’e gider. Mersin’in sahil boyundaki güzel binalar dikkatini çeker. Yanındakilere bu güzel binaları teker teker göstererek, sormaya başlar: “Bu bina kimin?” “Jori Konstandinilis’in.” 162 Yard. Doç. Dr. Mustafa Tarakçı “Öteki?” “O da Mösyö Jerifini’nin.” “Ya şu?” “O, ihracatçı Mişel’in.” O sırada Atatürk’ün gözü kendisini karşılamak üzere kaldırımın üzerinde toplanan halkın arasında beyaz sakallı bir ihtiyar Mersinliye ilişir. Atatürk ihtiyar Mersinlinin yanına yaklaşır ve ona da şu soruyu sorar: “Baba, bu misafirler sizin Mersin’in en güzel binalarını buralara oturturken sen neredeydin?” İşte ihtiyarın Atatürk’e cevabı: “Yemen’de askerlik yapıyordum Paşam!” Nitekim bu cevap Atatürk’ü çok düşündürür. ATATÜRK’ÜN BAĞLILIK VE KIYMET BİLİRLİĞİ Bir gün, Ata’yla Çankaya’dan Meclis’e geliyorduk. Ben arabanın önünde oturuyordum. Muharebeler bitmiş, Ankara hükümet merkezi olmuş, büyük bir yapılaşma faaliyetine girilmişti. Her taraf şantiye gibiydi. Çankaya yolunun sağına soluna birçok apartman ve sefaret binaları yapılıyordu. Bu arada birçok zengin ve milletvekilleri de arsalar almışlar ve oralara binalar yaptırıyorlardı. Atatürk arabayı yavaşlattı ve yapılan binaların kimlere ait olduğunu bana tek tek sormaya başladı. Ben de cevap veriyordum. “Efendim bu Bulgurluzadelerin, bu filan sefaretin, bu Aydın milletvekili filanın, şu İzmir milletvekili falanın...” diyerek bakanlıklara kadar geldik. Bakanlıklara gelince Atatürk orada arabayı durdurup aşağı indiler ve bana dönerek, “Senin evin nerede?” dedi. “Paşam, benim buralarda evim yok. Ben verilen bara163 Duruş kalarda oturup sağlığınıza dua ediyorum,” deyince biraz da üzülerek ve yapılan işlere sinirlenerek, “Sen korkma. Ben hayatta olduğum sürece sizleri namertlere muhtaç ettirmem,” buyurdular. Ata’ya ben çok yakındım, ta Çanakkale’den, Halep’ten beri onun yaverliğini yapıyordum. Fakat zaman değişmiş, ister istemez etrafını birçok kişi almıştı. Yaverlerin sayısı artmış ve işleri nöbetleşe götürüyorduk. Tabii ki araya çekememezlik de girmişti. Özellikle benim Ata’ya olan yakınlığımı arkadaşlar çekemiyorlardı. Ben bu arada Ata’nın emir ve isteğiyle girdiğim Ankara Hukuk Fakültesi derslerine de devam ediyordum. Atatürk, her yaz karargâhıyla beraber İstanbul’a giderlerdi. Biz yaverler de, sırayla İstanbul’a giderdik. Bir kısmımız da Ankara’da kalırdı. Bu seyahatler için önceden listeler yapılırdı. Tabii ki böyle bir seyahati de herkes isterdi. Hele o zamanlar Ankara’da hiçbir şey yoktu. O nedenle üç dört ay sürecek bu İstanbul gezileri hepimize çok çekici gelirdi. Sıranın bende olduğu bir seneydi. Hiç düşünmeden hazırlıklarımı tamamlamıştım. İstanbul’a hareketten iki üç gün önce listeler çıkınca, bir de baktım ki ben Ankara’da bırakılmışım. Bu olay o kadar zoruma gitti ki, anlatamam. Hemen odama gidip ağlayarak bir istifa dilekçesi yazıp Ata’nın masasına bıraktım. Atatürk’e benim hukuk fakültesi imtihanlarım olduğu için kendi arzumla İstanbul’a gelmek istemediğimi söylemişler. Tabii Atatürk istifayı görünce müthiş üzülmüş ve “Hem imtihanları olduğu için gelemeyeceğiz derler, hem de seyahate gidileceği gün tatsızlık çıkarırlar,” diyerek ve “Niçin gelip benimle konuşmuyor bu çocuk?” diye müthiş kızarak dilekçeye “Uygundur,” notunu koymuşlar. Bu oldubitti ile ben ordudan ayrıldım. Bu arada hukuk fakültesine devam ediyor ve ufak tefek ticari işler yapıyordum. Birkaç sene sonra Atatürk İstanbul’da iken amcam Ali Kılıç’a, “Muzaffer nerelerde?” diye sorar. Ben de tesadüfen İstanbul’da 164 Yard. Doç. Dr. Mustafa Tarakçı ve amcamlarda kalmaktaydım. Amcam, “Birkaç gündür bizde misafir kalıyor,” deyince, “Öyleyse akşam yemeğe sendeyiz. Muzaffer’e de söyle bir yere ayrılmasın,” demişler. Biz evdeyken bu haber geldi. Evde herkes işin bir köşesinden tutarken ben büyük bir heyecan, utanç ve eziklik içinde şaşkın şaşkın o pencereden öbür pencereye koşuşturuyordum. Biraz sonra peş peşe arabalar gelince koşup apartman kapısına indim. Dış kapıda Ata’yı karşılayıp elini öpmek istedim. Elimi tuttu ve gözümün içine öyle bir baktı ki, o bakışlar altında buz gibi eridiğimi hissettim. Bu bakışlarda hem kızgınlık, hem sevinç, hem de sevgi okunuyordu. Elimi alıp koltuğunun altına soktu. İkimiz en önde merdivenlerden çıkıyorduk. Başta İnönü olmak üzere diğer devlet ileri gelenleri arkamızdan geliyorlardı. Ta bizim kata kadar öylece çıktık. Hemen yemek odasına geçip masanın başına oturdular. Beni de yanındaki iskemleye oturttular. Tam karşıma İsmet Paşa oturdu. Benim yüzüme bakmadan, “Ne var ne yok, sen bizi unuttun çocuk,” dedi. Ben hemen ayağa kalktım, kan ter içinde, “Bir şey yok Paşam. Sizin sağlığınız, sıhhatiniz, başarılarınız için dua ediyorum. Maddeten sizden ayrılsam da, manen sizinle beraberim,” dedim. Yüzünde bir tebessüm belirdi. Bana yanağını uzatıp eliyle de yanağını göstererek, “Öp bakayım öyleyse,” dediler. Ben hemen eğilip yanağını öptüm. “Şimdi de Paşa’nın yanağını öp bakayım,” dediler. Ben de eğilip İsmet Paşanın yanağını da öptüm. Sonra yerime oturmamı emretti. Kendileri pek neşeliydiler. Ben de rahatlamıştım. Yaptığım bu çok büyük kabalığı affetmişlerdi. O sene milletvekili seçimleri vardı. Beni Giresun’dan milletvekili adayı olarak listeye koydurtmuşlardı. İnönü’nün yanağını öptürmeleri de aday olmama İnönü’nün karşı çıkmasını önlemek içinmiş. Çünkü İnönü o zamanlar Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkanı’ydı. Bunu sonradan anlamıştım. Birkaç ay sonra seçimler oldu. Ben de Giresun’dan milletvekili seçilerek Meclis’e gir165 Duruş dim. Meclis’te, Atatürk ölünceye kadar onunla birlikte çalışmaya devam ettim. Muzaffer Kılıç’tan SATI KADIN’IN MİLLETVEKİLLİĞİ Sene 1921, Sakarya savaşı bitmiş, Büyük Taarruz henüz başlamamış. Gazi Mustafa Kemal, Yaver Muzaffer Kılıç ile İstanbul’dan Adapazarı’na gelen annesi ve kız kardeşini alıp Ankara’ya getirmek üzere onları karşılamaya gider. Dönüşte uğradığı yol üstündeki köylerde büyük ilgi görür, dinlenir, köylülerle sohbet eder. Ayaş’tan geçip Kazan Köyü’ne geldiğinde yine mola verip bir ağaç gölgesinde dinlenmek ister. Mekân kalabalıktır. Köylülere muhtarı sorar. Esmer, orta boylu bir kadın elinde bir güğüm ayran ile “Paşam buyurun ben muhtarım, köyümüze hoş geldiniz. Kocam askerde, köylüler beni muhtar yaptı,” der. Güğümden bir tas ayranı doldurup önce kendisi içer, sonra Atatürk ve beraberin166 Yard. Doç. Dr. Mustafa Tarakçı dekilere ikram eder. Bu eski bir Türk geleneğidir. Zehirlenmeye karşı ikram edilenin misafire karşı bir güven sunma şeklidir. Bu durum ve muhtar Satı Kadın’ın tavırları Gazi Mustafa Kemal’in çok hoşuna gider. Satı Kadın’ı unutmaz. Aradan 12 yıl geçmiştir. Kadına seçme ve seçilme hakkı tanınmıştır. Atatürk bir akşam yemeğinde Satı Kadın’ı hatırlar. Onu buldurur. Milletvekili adayı gösterir. İlk kadın milletvekillerimizden biri de Satı Kadın’dır, Satı Çırpan. MİLLETLER CEMİYETİ’NE DAVET EDİLMEMİZ Bir İngiliz gazeteci Atatürk’le röportaj yapar. Bir yerinde Mustafa Kemal’e şöyle sorar gazeteci; “Milletler Cemiyetine üye olmayı düşünüyor musunuz?” Mustafa Kemal’in cevabı aynen şöyle: “Şartlarımızı koyarız. Kabullerine bağlı. Biz müracaat etmeyiz üye olmak için. Eğer davet gelirse düşünürüz.” Milletler Cemiyeti sadece Türkiye’yi davet edebilmek için yasasını değiştirir. Davet yolu ile ilk üye yapılan ülke Türkiye olur. İşte bu olmuştur. Onurlu, gururlu bir duruştur. Önemini kabul ettiren, karşı tarafı düşünmeye davet eden kendi değerini bilen bir duruştur. ATATÜRK’Ü AĞLATAN İĞDE AĞACI VE SÖĞÜTÖZÜ Atatürk’ü ağlarken gören azdır. Sayın İlknur Güntürkün Kalıpçı 7 kere ağladığını söyler. İlki Çanakkale’de topçu atışımız başladığı sırada döktüğü gözyaşıdır, bir diğeri ise çoğumuzun bildiği bir hikâye: O günün Ankarası kurak, çorak bir köy. Çankaya’dan meclise gelirken yol üzerinde sadece ama sadece bir tek iğde varmış. Atatürk o iğde ağacının önünden geçişlerinde arabasını durdurur- 167 Duruş muş, inermiş ve o iğde ağacına selam verirmiş. “Aman demişler paşam ne yapıyorsunuz böyle?” “Eee o demiş yediğim meyvenin, sığındığım gölgenin, soluduğum havanın bir neferi. En az diğer neferler kadar bunun da selama hakkı var.” Yani “niye şaşırıyorsunuz?” der gibiymiş. Ve bir gün yanında bulunan arkadaşına “işte bu benim” derken bir de bakıyor ağaç yok ortada, hemen iniyor. “Ne yaptınız bu ağaca?” diyor. “Paşam” diyorlar “yolu genişletmek için mecburduk kestik o ağacı”. “Yahu diyor bir tek bana sorsaydınız bu ağacı kurtaracak bir yolu mutlaka bulurdum.” Daha fazla dayanamıyor, arabasına biniyor, şoförünün ve arkadaşının gözü önünde hüngür hüngür ağlamaya başlıyor. Bir tek iğde ağacı için mi dersiniz? Hayır. Çok zor şartlarda bu topraklarda yetişen bir canlıdır. Bu toprakların da, o iğde ağacının da sorumluluğu Mustafa Kemal’in omzundadır da onun için. O dönem Ankara Söğütözü mevkiinde 80 adet söğüt ağacı vardır. Söğütözü’ne Atatürk hep dinlenmek için gelirmiş. Bir geldiğinde galiba düşündüğünü sesli olarak aktarmış: “Ah! Burada bir kulübem olsaydı keşke.” “Ya paşam istediğin bir kulübe olsun hemen yaparız şuraya” demişler. “Buradaki ağaçlara ne olacak peki.” “Paşam buradakiler söğüt ağacı; gönülsüz ağaçtır. Sökeriz başka bir yere dikeriz, mutlaka tutar” demişler. Bir an durur, “Bir tek şartla kabul ederim” der. “Burada yetecek kadar söğüt göreceğim, sonra kulübe yapımına izin vereceğim.” Yani bugün betonu yeşile tercih eden zihniyete bence en güzel örnek teşkil eder bu. Ne yapar biliyor musunuz? Türkiye Cumhuriyetinin Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk makamını Çankaya’dan Söğütözü’ne taşıtır hasırlar üzerine. Kabullerini orada yapar, imzalarını orda atar, çadırda kalır ama söğüt ağaçlarını söker, kendi elleriyle diker, tuttuklarını görür, ondan sonra bugün çok küçücük ama verdiği mesaj olağanüstü büyük olan bu Söğütözü’ndeki küçük Atatürk kulübesinin yapılmasına izin verir. 168 Yard. Doç. Dr. Mustafa Tarakçı ATATÜRK’ÜN UYARILARI Kızılay Derneği yararına 31 Aralık 1931’de Ankara’da ilk defa bir kıyafet balosu verilecekti. Ben de böyle bir baloyu ilk defa görecektim. Bu nedenle herkes gibi heyecanla ve merakla güzel bir kıyafet seçmek için aylar önce hazırlıklara başladım. Sonunda altıma bir şalvar, üstüne de sim işlemeli antika bir bluz giyip, üzerine de bir gömlek almıştım. Bu kıyafetim şimdiki ölçülere göre bayağı kapalı, o zamanki ölçülere göre açık sayılabilecek bir kıyafetti. Balo pek neşeli geçiyor, ben de kocamla gayet güzel eğleniyordum. Bir ara Atatürk, beni ve kocam Tekçe Paşa’yı yanına çağırdı. Birlikte Amerikan bara doğru yöneldik. Fakat Atatürk biraz sinirli gibiydi. Bara yaklaşınca Atatürk, “Oğlum bizlere birer şampanya,” dedi. Garson içkileri doldurup Ata’ya ikram etti. Atatürk içki kadehini alırken bana, “Hanımefendi buyurmaz mısınız?” dediler. Ben de kadehi almak için bara uzanınca, bana eğilerek, “Bir daha böyle açık saçık bir kıyafet giymeyiniz,” buyurdular. Ben neye uğradığımı anlayamadım. Kıpkırmızı oldum. Ezilip büzülerek gidip yerime oturdum. Erkenden baloyu terk ettik. O ikaz üzerine bir daha öyle açık kıyafetler giymedim. Büyük Atatürk, çok yoğun çalışmaları arasında bizleri bile her yerde kontrol eder, hareketlerimizi ve hatalı kıyafetlerimizi böyle uyararak düzelttirmeye çalışırlardı. Melek Arıburnu Tekçe’den (Muhafız Alay Komutanı Eşi) HÂL BANA DARGIN MISINIZ? İsmet İnönü başbakanlıktan ayrıldıktan sonra bir akşam Atatürk’ün sofrasında bulundu. Atatürk onu sofrada kendi yanına oturttu. İsmet İnönü bir kâğıt parçası üzerine şöyle bir soru yazdı: “Hâlâ bana dargın mısınız?” 169 Duruş Atatürk bu sorunun altına şöyle yazdı: “Bugün de arkadaşımsın, kardeşimsin.” İsmet İnönü, Atatürk’e bu yazının altına imza koymasını rica etti. Atatürk imzaladı. İsmet İnönü bu imzalı kâğıdı cebine koydu. Sonra İsmet İnönü ikinci bir soru yazdı: “Beni yetiştirdiğinizden dolayı pişman mısınız?” Atatürk bu soruyu okuyunca İsmet İnönü’ye bu yazısının altını imzalamasını istedi. İsmet İnönü imzaladı ve Atatürk de bu yazıyı aldı. Asım Us’tan VALİ BEY, PERDELERİ AÇTIRINIZ! Atatürk İzmir’e bir gidişinde Kordon Boyu’ndaki evinin salonuna büyük bir sofra kurulur. Davetliler tamam olup oturulacağı vakit, sokakta biriken halkın içerisini gözetlediğini gören Vali, perdelerin indirilmesini emreder. Atatürk der ki: “Vali Bey, dışarıdaki halk acaba bizim ne yaptığımızı sanıyor? İçki içtiğimizden kuşkusu yok. Fakat şimdi masa üstünde kadın da oynattığımızı zannedecekler. İçki içmekten başka bir şey yapmadığımızı görmeleri için perdelerinizi açtırınız!” DEMEK BENİM DE 16 YAŞINDA ÇOCUĞUM OLACAKTI Bir baloda, Atatürk’e ayrılmış olan masa önüne herkes ailesi ile birlikte gelip kendisini takdim ediyordu. Ben de eşim ve kızımı takdim ettim. Paşa ayağa kalktı, bize yer göstermek inceliğinde bulundu. Oturduk. Kızıma baktı ve dönerek kızım Bedia’nın adını ve yaşını sordu. On altı yaşında olduğunu söyledim. Paşa, bu170 Yard. Doç. Dr. Mustafa Tarakçı lunanlara seslenerek “Asaf ile bir mahallenin çocuğuyuz. Belki aynı yaştayız da. Demek ben de vaktiyle evlenmiş olsaydım, on altı yaşında çocuğum olacaktı,” buyurdu. Çok duyguluydu. Güzel gözlerinin nemliliği seziliyordu. Eşim ayağa kalktı, “Paşam, bütün millet sizin çocuklarınızdır,” dedi. “Doğru, işte ben de bununla avunuyorum. Evet, milletim sağ olsun.” Asaf İlbay’dan PSİKOLOJİ KONUSUNDA SÖYLEDİKLERİM ŞAKAYDI “Ölümünden tam on yıl önce, 1928 Ekim’inin ortalarında bir akşamdı. Sofra Büyükada’da Yat Kulübü’nün bahçesinde kurulmuştu. Gece yarısından sonra saat bir buçuk, iki vardı. Ben bahçenin bir köşesinde uzaktan onun durup dinlenmek bilmeyen neşeli ve sevimli hareketlerini hayranlıkla seyrediyordum. Bir aralık gözü bana ilişmiş olacak, işaret etti, yaklaştım. Sofrada karşısına tesadüf eden, emrettiği yere oturdum. Kendine özgü tatlı bir alçakgönüllülük ile okşama ve ağırlamadan sonra bir süre başkaları ile ve başka sorunlarla meşgul oldu. Sonra bana döndü, şaka yapmak ve sarmak için bir neden hazırlamak istediğini duyuyordum. Konuşmalarına tatlı bir çeşni karıştıran Nuri Conker bu nedeni kolaylaştırmak için beni övmeye gelebilecek birkaç şey söyledi. Mecliste iyi konuştuğumu anlatmak istedi. Beni sevdiği için bunda samimi olduğuna eminim. Fakat bu fikri ya bilmeyerek yahut bilerek tuhaf bir biçimde ileri sürdü: “Alâaddin Bey’i Meclis’te kaç defa dinledim. İfade-i meram ediyor,” dedi. 171 Duruş Atatürk’ün aradığı şakaya bir zemin hazırlanmıştı. “Vay efendim vay, sözde sen de övdün, öyle mi? Konuşan her insan ifade-i meram eder. Sanki bununla ne demek istiyorsun?” Bu suretle önce Nuri Conker’e yöneltilmiş saldırıdan bana dönmesi için başka bir neden çıktı. Sofrada bulunanlardan biri benim, vaktiyle Avrupa’da psikoloji öğrenimi yaptığımı söyleyiverdi. “Vay demek ki siz Avrupa’da psikoloji, yani ruh bilimi öğrenimi yapmışsınız. Öyle ise bana anlatınız, bakalım. Sizin öğrenimini yaptığınız psikoloji, ruhu ne biçimde tanımlar?” Sofra konuşmalarının sevimli bir çeşnisi olan sınav safhası başlamış demekti. Cevaptan kaçmak yahut sorudaki amacı düşünerek cevabı şaka ile anlayış, onun sevgili ve büyük kişiliğine karşı borçlu olduğumuz saygıya karşı olurdu. Ben hem temele bağlı kalmak, hem de karşılığın neden verebileceği tartışmalı konuları açmamak için şöyle bir cümle sunmakla yetineyim dedim. “Efendimizce bilinir ki, bugünkü psikoloji ruhun kendisiyle değil, meydana çıkmasıyla, yani olaylarıyla uğraşır. Ruhun özünü ve değerini incelemeyi felsefeye bırakıyor. Şu halde ruhu tanımlamak felsefeye ve felsefenin metafizik konusuna aittir ve bizim eğitimini yaptığımız psikoloji, ruhu tanımlamıyor.” Karşılık gerçekte uygundu. Fakat onun kuvvetli mantığı ile çözümlenmeye ve küçültülmeye de uygundu. Psikoloji, ruh ilmi demektir. Bir ilim uğraştığı konuya doygun kalabilir miydi? Ve o ilmi tahsil eden adam uğraştığı konunun özünü, temelini tanımlama beceriksizliğini açığa vurabilir miydi? Bu ne büyük bir bilgisizlikti. Bu bilgisizliği kazanmak için Avrupa’ya kadar gitmeye ne gerek vardı?... Vesaire... Vesaire... O madensel ses, belki yarım, belki bir saat bu konu üzerinde kâh neşe ile, kâh öfke ile çınlayıp köpürdü. Bazen o kadar güzel 172 Yard. Doç. Dr. Mustafa Tarakçı ve orijinal şeyler söylüyordu ki, onları dinlemek paylanmaya ve hücuma uğrayan için bile hoşa gidiyordu. Fakat biraz da aşırılığa giden bu haksız hücumun uyandırmak ihtimalinde bulunduğu kırıklığı, Atatürk birkaç gece sonra yine kendine özgü eşsiz bir büyüklükle tamir ve gidermek lütfunda bulunmuştu ki, onun vicdanıma yüklediği gönül borcunu sonsuza dek duyacağım. Aynı ayın 28’inci günü akşamı Harf Devrimi’nin ilk esaslarını kararlaştırmak üzere Dolmabahçe Sarayı’na dil ve edebiyat ilgilileri davet edilmişti. Ben de buradaydım. Sofradaki yerim ona hayli uzak bir noktaya rastlamıştı. Yeni bir sınava maruz kalmamak için bu rastlantıdan da memnundum. Fakat o beni uzaktan görünce karşısına davet etti ve oradaki kişi ile yerlerimizi değiştirmemizi emretti. Hem korkarak, hem sevinerek karşısına oturduğum zaman, onun çapındaki bir insanın yapamayacağı bir alçakgönüllülükle beni okşadı: “Benim şakalarıma alışık değilsiniz. Geçen akşam psikoloji nedeniyle söylediklerim şakadan ibaretti. Siz nasıl askerlik konusunda bir oya sahip olamazsanız, ben de psikoloji sorununda öyleyim.” Atatürk’ün gösterdiği büyüklük karşısında ben o akşam daha fazla küçülmüştüm. O anda duyduğum yüce heyecanı şu satırları yazarken de tekrar duyuyor ve onun sonsuz ve büyük ruhuna binlerce selâm ve saygı sunuyorum. İbrahim Alâaddin Gövsa HERKESİ AYRI AYRI DİNLEMEKTEN HOŞLANIRIM Neşeli bulunduğu bir zamanı seçerek, “Paşam...” demiştik. “Şu danıştıklarının içinde bazen öyleleri var ki, şaşıyorum. Bunların mütalâalarına nasıl olsa sonunda katılmayacaksın. Kararını ön173 Duruş ceden vermiş olduğun da bilinir... O halde, ne diye onları birer birer çağırıp karşında söyletirsin?” Atatürk, yüzüme alaycı bir tavırla bakıp şu karşılığı vermişti: “Bazen hiç umulmadık adamdan ben çok şeyler öğrenmişimdir; hiçbir kanaati hor görmemek gerekir. Sonunda, kendi düşüncemi uygulasam bile, herkesi ayrı ayrı dinlemekten hoşlanırım.” Salih Bozok BİR DAHA SOFRAMA BU KUŞUN YEMEĞİNİ GETİRMEYİNİZ! Atatürk, bir akşam konuklarıyla Florya Köşkü’nde oturuyordu. Sofra uzun ve kalabalıktı. Bir kayık tabağın içinde tepeleme bıldırcın kebabı getirdiler, sofranın ortasına koydular. Başta kendisi, herkes keyifle birer tane aldı. O sırada sofranın öbür ucunda oturan Salih Bozok, eğlence olsun diye cebinden bir canlı bıldırcın çıkarıp sofranın kenarına koydu. Kalabalıktan ve bol ışıktan ürken kuşcağız tabakların üstünden atlayarak koşa koşa gitti, Atatürk’ün kucağına atılıp saklandı. Konuşmalar durdu, çatal sesleri kesildi, ortalığı derin bir sessizlik kapladı. Atatürk, kuşu aldı, okşadı, ceketinin yan cebine koyduktan sonra, garsona kebap tabağını göstererek şu emri verdi: “Bu tabağı kaldırınız ve bir daha soframa bu kuşun yemeğini getirmeyiniz.” (49) KİMBİLİR NE KADAR HEYECANLISINIZ? 1927 yılının 1 Temmuz günü... Sekiz yıl sonra Atatürk İstanbul’da. Zaferden sonra Atatürk, ilk defa İstanbul’a geliyor. Ayrılalı yıllar olmuş. Karanlık günler içinden geçerek aydınlı174 Yard. Doç. Dr. Mustafa Tarakçı ğa ermişler, vatan hainliğinden vatan kurtarıcılığına yükselmiş. Ertuğrul yatının güvertesinden İstanbul’a bakıyor. Camilerin şerefelerine, evlerin damlarına kadar her yer insandan kapkara kesilmiş. Bütün İstanbul ayakta, bütün İstanbul bir yaşındaki çocuğundan seksenlik ihtiyarına kadar karşılarında. Hamdullah Suphi Tanrıöver, Atatürk’e soruyor: “Kim bilir ne kadar heyecanlısınız?” Atatürk elini tutarak kalbine götürüyor ve soruyor: “Heyecan var mı orada?” “Yok Paşam.” “Bak neden yok söyleyeyim; çünkü iyi biliyorum, gün gelebilir, bu aynı yoğun kalabalık bizi linç etmek için de böyle toplanır.” (50) TEHLİKELİ BİR MACERAYA ATILAMAM Milli Mücadele henüz bitmiş, ordularımız Meriç sınırına dayanmıştı. Çankaya’da oturuyorduk. Atatürk’ün Selanik’ten çocukluk arkadaşı Nuri Conker dedi ki: “Paşam, ne duruyorsunuz? Her şey elinizde. Selanik’teki eviniz boş duruyor. Bir sözünüzle orada oturabilirsiniz. Size kim engel olabilir?” Atatürk, hepimizin yüzüne baktı ve şunları söyledi: “Böyle bir hareket bütün Avrupa’yı aleyhimize birleşmeye sevk eder. Büyük bir mücadele iyi bir biçimde sona erdi. Tehlikeli bir maceraya atılamam.” (51) HAMDULLAH SUPHİ’Yİ DİNLERKEN Bir gün Afyon’a törene gitmiştik. Atatürk bana “Bir nutuk söyle!” dedi. 175 Duruş Hazırlıksız olmama rağmen söyledim. Bittikten sonra beni yanına çağırdı, “Hamdullah,” dedi. “Nedenini bir türlü bulamadım. Senin söylevlerini dinlerken her zaman gözlerim yaşarır. Bunu bana açıklar mısın?” “Paşam,” dedim. “Ben, sizin fikirlerinizin adamıyım. Beni dinlerken kendi sesinizi duyuyorsunuz.” (52) TÜRK’ÜN GELENEKSEL DOSTU YOKTUR 28 Haziran 1933, Ankara Erkek Lisesi’nde sınava giren çocuklardan biri sorulan bir soruya şöyle karşılık vermişti: “Fransa ile olan geleneksel dostluğumuz gereği...” Atatürk, derhal sözü keserek sordu: “Hangi geleneksel dostluk, bu da nereden çıktı, kim söyledi bunu?” O zaman coğrafya öğretmeni ayağa kalkarak, “Ben söyledim Paşam,” diye onun hiddetini azaltmaya çalışmıştı. Bana dönünce ve “Sen söyle tarih hocası,” deyince, hemen ayağa kalkarak cevap verdim. “Paşam ortada bir geleneksel dostluk yoktur. Yalnız ortak hareketlere Fransız yazarları geleneksel dostluk niteliğini vermişlerdir. Örneğin Kırım Savaşı’nda olduğu gibi...” “Aferin, bu gerçekten böyledir. Acınarak söylüyorum, Türk’ün geleneksel dostu yoktur. Çıkarlar ortak olunca Avrupalılar buna hemen (geleneksel dostluk) ismini vermişlerdir,” buyurmuşlardı. (53) Samih Nafiz Tansu, Dr. 176 Yard. Doç. Dr. Mustafa Tarakçı O ZAMAN ADINIZ TARİHE MUSTAFA KEMAL OLARAK GEÇMEZ! 1935 yılıydı. Kendi hayatına yöneltilmek istenilen bir suikastın davasını, Cumhuriyet Savcısı sıfatıyla ben takip ediyordum. Her mahkeme oturumundan sonra Şükrü Saraçoğlu beni yanına alır, bilgi vermek üzere Atatürk’ün yanına götürürdü. Kendi şahıslarıyla ilgili bir hareket olduğu için bu görevi seve seve yapar, oturumu olduğu gibi anlatırdım. Hiçbir zaman “Şöyle ya pınız, böyle yapınız,” diye bir emirleriyle karşılaşmadım. Bütün açıklamalarımı dinledikten sonra “Meslek ve göreviniz neyi emrediyorsa onu yaparsınız!” derlerdi. Davanın süregeldiği günlerdeydi. Telefonda yaverleri bana şu emri bildirdi: “Atatürk sizi Karpiç’te bekliyorlar.” Hemen Karpiç’e gittim. Büyük masanın etrafında devrin ileri gelenleri yer almışlardı. Atatürk bana yer gösterdi, oturdum. Ortalıkta bir fırtınanın eşiğindeymişiz gibi heybetli bir sessizlik vardı ve Atatürk’ün yüzünün ifadesi çok sertti. Bana şöyle seslendi: “Ali Saip davasının sonucu ne olacak?” Ayağa kalktım. Mahkemenin kararını beklemenin gerektiğini arz ettim. Daha henüz sözümü bitirmemiştim ki, Atatürk’ün gök gürültüsünü andıran sesi salonu çınlattı: “Mahkemenin kararı ne demek, hâkim ne demek, sen ne demeksin? Mahkemeyi de kapatırım, hâkimleri de atarım, seni de atarım!” Masanın etrafındakilerin en az benim kadar heyecanlı olduklarını hissediyordum. Ama biliyordum ki, Atatürk’ün huzurunda ne pahasına olursa olsun içten geldiği gibi doğru konuşulacaktır. Tekrar ayağa kalktım ve dedim ki: “Atatürk’üm, mahkemeyi de kapatırsınız, hâkimleri de atarsınız, beni de atarsınız ama tarihe adınız Mustafa Kemal diye geçmez!” 177 Duruş Güneşli birer gök parçası maviliği ile ışıldayan gözleri yağmurla yıkanmış gibi nemlenmişti ve içten gelen bir gülüşle, “Çocuk! Ben senden bunu bekliyordum,” dedi. (54) Baha Arıkan ATATÜRK’ÜN PATLATTIĞI KAHKAHAYA SALONDAKİLER DE KATILDI Aslında son derece güleç yüzlü ve neşeli bir insandı. Espri yapmaktan hoşlanır, arkadaşlarına, dostlarına takılır, onlarla şakalaşmaktan zevk duyardı. Özel yaşamında en çok da Nuri Conker’e takılırdı. Atatürk’ün de, şakalarına tahammül ettiği tek kişiydi. Hele böyle sofralarda konular ne denli ağır olursa olsun, işi bir ara ne yapıp yapar şakaya, espriye getirir, ortalığı neşeye boğardı. Türk ulusunun yüzünün hep gülmesini isterdi. “Bizim insanlarımıza mutluluk, neşe yaraşır... Öyle somurtkanlık, asık suratlılık hiç yakışmaz,” derdi. Herkesin mutlu, güler yüzlü olmasını, sıkıntıdan arınmış olmasını isterdi. Bunu da açık açık herkese, “Bir milletin yüzü gülüyorsa o ulus mutludur.” ve “Bir memlekette yüzü gülmeyen insanlar çoğunlukta ise, o ülkenin yöneticilerini değiştirmek gerekli olmuş demektir!” şeklindeki sözlerle anlatırdı. Onun hayat tarzı şöyleydi: “Vaktiyle kitaplar karıştırdım. Hayat hakkında filozofların ne dediklerini anlamak istedim. Bir kısmı her şeyi kara görüyordu. ‘Mademki hiçiz, sıfıra varacağız, dünyadaki geçici ömür esnasında neşe ve saadete yer bulunmaz,’ diyorlardı. Başka kitaplar okudum, bunları daha akıllı adamlar yazmışlardı. Diyorlardı ki, ‘Mademki sonu nasıl olsa sıfırdır, bari yaşadığımız müddetçe şatır olalım.’ 178 Yard. Doç. Dr. Mustafa Tarakçı Ben kendi karakterim itibariyle ikinci hayat görüşünü tercih ediyorum, fakat şu kayıtlar içinde: ... Herhangi bir şahsın yaşadıkça memnun ve mesut olması için lazım gelen şey, kendisi için değil, kendisinden sonra gelecekler için çalışmaktır... Hayatta tam zevk ve saadet, ancak gelecek nesillerin varlığı, şerefi ve saadeti için çalışmakta bulunabilir. Bir insan, böyle hareket ederken ‘Benden sonra gelecekler, acaba böyle bir ruhla çalışacağımı fark edecekler mi?’ diye düşünmemelidir. Hatta en mesut olanlar hizmetlerinin bütün nesillerce meçhul kalmasını tercih edecek karakterde bulunanlardır.” (55) ONUNCU YIL CUMHURİYET BAYRAMI ŞENLİKLERİNDE O yaşamı sevdi. Sevmenin de çeşitleri olduğu için, sevmesi de kendine hastı. Cumhuriyet bayramlarında ve bu bayramlar yaklaştığında, Köşk’ü ayrı bir heyecan kaplardı. Hiçbir bayramda bu kadar neşeli, sevinçli olmazdı. Bu bayramda çocuklar kadar mutlu, neşeliydi. Sanki hayata yeniden gelmiş gibi olurdu. Tüm sorunlardan uzaklaşır, arınır, kendisini sadece bu kutsal günün anlam ve önemine verirdi. 29 Ekim olduğunda herkesten önce kalkar, en güzel tören giysilerini giyer, bunu yaparken de dudaklarından çok sevdiği türküleri eksik etmezdi. Özellikle Cumhuriyet bayramlarında halkının neşeli olmasını ve eğlenmesini can-ı gönülden ister ve arzu ederdi. Halk, Atatürk’ün geldiğini gördükçe neşe içinde olurdu. Bulunduğu yerde neşe ve şevki susturan ikiyüzlü bir Şark zorbası değil; şenlik içine katılan, halk sevincini içine sindiren, içenle içen, oynayanla oynayan, konuşanla konuşan bir insandı. O halkla arkadaş gibiydi. Halkına karşı derin bir sevgisi vardı ve bir gün onlardan ayrılma düşüncesi onu çok defa hüzünlendirirdi. 179 Duruş Onun yine neşeli ve sevinçli olduğu bir gündü. Onuncu yıl Cumhuriyet bayramı şenlikleri kutlanıyordu. Arkadaşları ile birçok yerlere uğramış, en nihayet Ziraat Bankası Umum Müdürlüğü binasındaki eğlencelere katılmıştı. Ziraat Bankası Umum Müdürlüğü odasında dinlenirken, müdür koltuğunun tam karşısına konmuş tabloya gözlerini dikti. Tabloda yaşlı bir köylü, elinde orak, dinlenmekteydi. Yanında da buğday rengi saçlarıyla bir köylü kızı bir kucak başağı kolları arasına almış gülümsüyordu. Atatürk resme baktı ve yanındakilere dönerek “Nedir bu resim?” dedi. “Ziraat Bankası’nı sembolize ediyor, Gazi Hazretleri... Harika çiftçiye kredi dağıtıyor da...” Atatürk, biraz neşeli, biraz alaylı ve espri ile: “Hadi canım sen de! Ben şimdiye kadar bankanın iflas ettirdiğini çok gördüm ama ihya ettiğine rastlamadım!” Odada hafif bir gülümseme dolaştı... Atatürk devam etti. “Hem beni buraya niye getirip kapadınız bakalım. Buraya bu resmi görmeye gelmedik, baloya geldik.” Aynı gece birkaç kişi ile söyleşi yaptıktan sonra, Atatürk gülümseyerek salondakilere baktı: “Başka?.. Başka konuşmak isteyen?” Kalabalığın arasından uzun boylu, 40-50 yaşlarında görünen, iyice sarhoş bir vatandaş ileri çıkmıştı. Durduğu yerde uzun boyu ile rakkas gibi sallanmaktaydı. İçkiden dili peltekleşmişti. “Paşam, paşam, büyük paşam!.. Benim Aziz Paşam! Gazi Paşam!.. Elini ayağını öpeyim paşam!” Görüntü komikti. Salonla birlikte Atatürk de gülüyordu, fakat insanlara hâkim olmasını bilen sesiyle konuştu: “Bırak şimdi bunları... Ne söylemek istiyorsun?” 180 Yard. Doç. Dr. Mustafa Tarakçı İçkili vatandaş bu söz üzerine biraz toparlanır gibi oldu. O peltek diliyle konuştu: “Cumhuriyeti verdin bize... Ne demek Cumhuriyet, hık... Fazilet demek, adam olmak demek... Bunu kutluyoruz burada işte... İçiyoruz-eğleniyoruz, dans ediyoruz, hık... Ama sen geldin, burasını Meclis’e çevirdin Gazi Paşam benim!.” Atatürk’ün patlattığı kahkahaya salon da katıldı. Kıkırdamaların, kikirdemelerin hesabı yoktu artık. Atatürk tekrar konuştu. Ama kızmamıştı, gülümsüyordu. “Dur, anladım, tamam. Sen demek istiyorsun ki burada gülüp eğleniyor, Cumhuriyet’in tadını çıkarıyorduk. Sen geldin Meclis’e çevirdin burasını... Ağzımızın tadı kaçtı. Bu işten vazgeç, yine eğlenelim. Teklifin bu, değil mi?” İçkili vatandaş kendi kendine söyleniyor ve sallanıyordu. “En iyisini sen bilirsin Paşam... Sen bilirsin dedim mi, hık, kavga çıkmazmış!..” Atatürk gülümseyerek, “Bakın, bu arkadaşımızın bir teklifi var... İşittiniz... Teklifini kabul edenler ellerini kaldırsın...” dedi. Hiç kimse kımıldamıyordu. “Teklifi reddedenler?” Eller havaya kaldırıldı. Atatürk: “Teklifin reddedilmiştir. Hadi bakalım yerine!” İçkili vatandaş bulunduğu yerden sessizce uzaklaşıp kalabalığa karıştı. (56) VATANDAŞ OLMAK BAŞKA BİR GÜZELLİK YAHU! Çemberlitaş’taki Tavuk Pazarı’nda Yorgo’nun meyhanesi vardı. Harbiye’de öğrenciyken buraya arkadaşları ile birlikte gider, içki 181 Duruş içer, yemek yer, sohbet ederdi. Yorgo’nun müşterisi olduğundan burada hesabı vardı. Aybaşında maaş alınca hesabı kapatır, yenisi açılırdı. Yorgo ile böyle bir ahbaplık kurmuştu. 1932 yılında, Dolmabahçe’de iken Yorgo’nun meyhanesi aklına gelmişti. “Hadi, var mısınız bu akşam Yorgo’ya gidelim?” “Aman paşam, iyi olur...” “Ama sakın haber vermeyin, ansızın bastıralım, şaşırsın Yorgo!” Polis telefonları çoktan işlemiş, Yorgo’nun aralığı güven altına alınmıştı. Ancak Yorgo’ya haber verilmemişti. Atatürk: “Şimdi Yorgo’nun müşterileri ayrılsın.” Yanındakilerin hiçbirisi ayrılmak istemiyordu. Bunu görünce, kendisi birer birer ayırmaya başladı: “Sen gel Nuri, Salih, sen Asaf, sen doktor -Tevfik Rüştü Aras’a doktor derdi- Başka? Eski kadrodan başka kimse yok. İşte bu kadar...” Şükrü Kaya ile Kılıç Ali direndiler. Şükrü Kaya: “Olur mu paşam, ben de Yorgo’nun müşterisiyim. Gittiğimiz zaman sorun isterseniz, sizinle geleceğim!” “Sen Yorgo’nun müşterisi olabilirsin ama benim Yorgo’daki masamın müşterisi değilsin, olamaz!” Kılıç Ali: “Ben bütün masalarınızın müşterisiyim Paşam, beni bırakmayın, mahzun olurum!” Atatürk gülerek Kılıç Ali’yi süzdü. “Bakın şu beyefendiye, mahzun olurmuş! Siz bu adamda mahzun olacak hal görüyor musunuz?” Şükrü Kaya: 182 Yard. Doç. Dr. Mustafa Tarakçı “Aman paşam. Ben İçişleri Bakanıyım, sizin korunmanızdan sorumluyum.” “Anlaşıldı, anlaşıldı. Eteğimi bırakmayacaksınız... Ama biz böyle beşimiz bir masada oturacağız, siz de isterseniz bizden uzak bir masada kendi hesabınıza yer içersiniz, ona karışmam!” Arabalar hazırlanarak yola koyuldu. Tavuk Pazarı’na giril diğinde yer yerinden oynadı. Beş arkadaş aynı masaya, diğerleri de kapıya yakın bir masaya oturdular. Atatürk çok neşeliydi. Sofrada eski anılar canlanmıştı. Yorgo’nun kendi eliyle hazırladığı mezelerden birer parça tadıyordu. Bir ara meyhanedeki müşteriler, Paşa’ya gösteriler yapmaya kalkınca Atatürk onlara teşekkür etti ve dedi ki: “Benim Mustafa Kemal Paşa olduğumu lütfen unutun. Çünkü birkaç zaman için ben de unuttum. Aranızda sizlerden biri olarak bulunmak istiyorum.” Ancak bundan sonra gösteriler kesildi. Fakat kapı dibindeki masadan arada sırada laf dokunduruluyordu: “Ne ağlıyorsun oğlum Kılıç, bu akşam yuvadan bir sen atılmadın ki!.” Bunu söyleyen Şükrü Kaya’ya Ali Kılıç karşılık veriyordu: “Ben yalnız yuvadan atıldığıma yanmıyorum, o Salih olacak alçağın, Paşam’ın sağ başında çeyrek simit gibi kurulmasına deli oluyorum.” Sonra her iki masadan kahkahalar yükseliyordu. Bir saat kadar yenildi içildi, sonunda Atatürk ayağa kalktı. Kapıya doğru yürürken, Yorgo’ya okul günlerindeki gibi seslendi: “Yaz hesaba Yorgo. Ay başında öderim.” Kır saçlı Yorgo hiç şaşırmadı, duraksamadan karşılığını yapıştırdı. “Güle güle Mustafa Kemal!” 183 Duruş Çok hoşlandı bu karşılıktan Atatürk. Kapıdan çıkıp arabasına binerken şöyle dedi. “Vatandaş olmak başka bir güzellik yahu.” (57) HASAN RIZA SOYAK ANLATIYOR: “DEVLET İLE PARTİYİ KARIŞTIRMADI!” Atatürk, bir sabah derhal İzmir’e gitmek istediğini söyleyerek hazırlık yapmamızı emretti. Seyahatlere çıkarken ekseriya maksadını da bildirirdi, bu sefer hiç sebep göstermedi. Hazırlandık, hemen o akşam yola çıktık. İzmir’de daha evvel kendisine hediye edilmiş Kordonboyu’ndaki Naim Palas’a indik. İlk akşam yemeğine bazı zatlar ile beraber Vali Kazım Dirik ve Cumhuriyet Halk Fırkası müfettişi, Balıkesir Milletvekili Hacım Muhittin Çarıklı da davetliydi. Sofra, sokak kapısından girince sağa düşen salonda kurul muştu. Zaten orası, bu bina kendisine verildiği günden beri yemek salonu olarak kullanılmaktaydı. Atatürk saati gelince üst kattaki yatak odasından inip konukları ile beraber bu salona girdi. Ben de büyük holde bir koltuğa oturdum, dinleniyordum. Oturduğum yerden sofradakiler görünmüyor, fakat konuştukları işitiliyordu. Birden bire Atatürk’ün sesi yükseldi: “Paşa hazretleri, burada vali yani devletin temsilcisidir; koskoca vali-i âlişan! Burada ben bile onun kararlarına göre hareket etmek mecburiyetindeyim. Mesela bana bugün sokağa çıkma diyebilir ve ben buna uyarım, uymak zorundayım. Çünkü buranın asayişinden, idaresinden, her şeyinden o sorumludur.” Hiddetli olduğu belliydi. Ne olmuştu, niçin ve kime kızmıştı? İlk anda anlayamadım. Bir ara benim ismimin de söylendiğini duydum, arkasından bir sofracı geldi “Atatürk sizi istiyor,” dedi. 184 Yard. Doç. Dr. Mustafa Tarakçı Kalkıp salona girdim, her zaman olduğu gibi sofranın deniz tarafındaki başında oturuyordu. Sağında Vali Kazım Dirik, onu yanında da Hacim Muhittin Bey vardı. “Bak çocuk!” dedi, Hacim Muhittin Çarıklı’yı göstererek, “Beyefendi parti müfettişliğinden çekilecekler. Senden Parti Genel Sekreterliği’ne bir istifa mektubu yazmanı rica ediyorlar.” Biraz durdu. Çarıklı’ya baktı, “Bunu telgraf yapsak daha iyi olmaz mı beyefendi?” dedi. Çarıklı kabul yollu başını eğdi, tekrar bana döndü, “Hadi böyle bir telgraf hazırla, getir! Beyefendi imza edeceklerdir,” emrini verdi. Tabii telgraf yazıldı, imzalandı ve çekildi. Ertesi gün uykudan uyandığını haber alınca yanına girdim. Gece olup bitenleri hatırlamıyormuş gibi hafifçe tebessüm ederek sordu: “Yahu dün akşam neler oldu?” Anlattım, bu sefer ciddileşti. “Bu büyük bir derdimizdir çocuk! Bak sana izah edeyim. Ankara’da kulağıma gelen bazı dedikodulardan Vali Kazım Paşa ile Parti Müfettişi Hacim Muhittin Bey arasında bir geçimsizlik olduğunu fark ettim. Hacim Muhittin Bey’in mebusluk ve parti müfettişliği sıfatlarına dayanarak Kazım Paşa’ya hükmetmek sevdasına kapılmış olmasından şüphelenmiştim. Buraya işte bunun için, yani durumu yakından görüp incelemek için geldim. Daha ilk temasımda şüphemin yerinde olduğunu hissettim. Hele akşam sofraya otururken Hacim Muhittin Bey’in kendisine yer göstermiş olmasına rağmen, valiye hükmetmeye davrandığını görünce artık dayanamadım. Böylece bildiğin netice meydana geldi.” Birkaç dakika sustu, düşündü tekrar konuşmaya başladı: “Efendim, vali bulunduğu vilayette devletin temsilcisidir. Oranın her halinden kanunen o sorumludur. Parti müfettişinin ise orada kanuni ve resmi hiçbir şeklinde sorumluluğu yoktur. Onun 185 Duruş vazifesi, nihayet, parti işlerini düzenlemekten ibarettir, icra işlerine müdahale edemez, etmemesi lazımdır. Eğer parti müfettişi, valiye hükmeden bir duruma gelirse orada devlet işleri ve otoritesi, kanunen sorumsuz bir adamın eline geçmiş demektir; ki böyle bir hal, devlet idaresinde zararları ölçülmeyecek kadar büyük bir felaket, bir fecaat olur. Parti reisleri için de hal aynıdır.” Burada biraz durdu. Gözleri dalgınlaşmış, yüzü hüzünlü bir hal almıştı. “Çocuk, bilir misin ki İttihat ve Terakki’nin başarısızlığa uğramasının en önemli sebeplerinden biri, idareyi sorumlulardan ziyade, sorumsuzların eline bırakmış olmasıdır. Bu yüzden ülkenin her bakımdan ne kadar büyük, ne kadar ağır zararlara uğradığını biliyoruz.” (58) GAZETECİ GLADIS BAKER VE DR. REŞİT GALİP’İN “DİKTATÖR” SORUSU ÜZERİNE Amerikalı gazeteci Miss Gladis Baker, Atatürk’e neden diktatör diye çağrılmaktan hoşlanmadığını sormuş, aldığı cevap da şu olmuş: “Çünkü ben diktatör değilim. Benim kuvvetim olduğunu söylüyorlar. Evet bu doğrudur. Benim arzu edip de yapamayacağım hiçbir şey yoktur. Fakat ben zoraki ve insafsızca hareket etmeyi bilmem. Bence diktatör diğerlerinin iradesini reddedendir. Ben ise, kalpleri kazanarak hükmetmek isterim.” Otuz yedi yaşında zatürreden ölmesi gerçekten kayıp olan Dr. Reşit Galip, bir gün Atatürk’e, “Sizin için diktatör diyorlar,” dedi. Genç doktorun böylesine çıkışlarına alışık ve daima hoşgörülü olan Gazi, onun yüzüne uzun uzun ve biraz da muhabbetle bakarak gülümsedi. 186 Yard. Doç. Dr. Mustafa Tarakçı “Çocuk! Ben gerçekten diktatör olsaydım sen benimle böyle konuşabilir, bana bu soruyu sorabilir miydin?” O, çocuk yaşlardan başlayarak şahıs ve zümre saltanatı, keyfi idare, tahakküm ve istibdat ile durmadan mücadele eden, “Ferdi saltanata ve onun temsil ettiği kötü idare şekline çevrilen silah kutsaldır,” diyen insan diktatör olabilir mi? O, isteseydi diktatör, padişah, imparator ve hatta halife olabilirdi. Müstevlilerle birlikte, yurdu terk edip giden Osmanlı padişahının yerine geçmek, kendisi için işten bile değildi. Bu suretle kalan ömrünü, halkın muhabbeti ve rahatlık içinde tamamlayabilirdi. Bu hem mümkün, hem de bencil bir insan için tutulacak en çekici ve üzerinde yürünmesi, o nispette kolay bir yoldu. Fakat istemedi; şahsı için kuvvet, paye ve unvan peşinde koşan, beşeri ihtiraslara mağlup bir insan değildi. Bu yaştaki teşvik ve tekliflere hiç iltifat etmedi. (59) ATATÜRK’ÜN SOFRASI HAKKINDA Akşamları dostları ile buluşmak, sofra başında hatıralarını anlatmak, tartışmalarda bulunmak ve sohbet etmekten zevk alırdı. Gençliğinden beri adet edindiği gibi bu sohbetler çoğu zaman sabaha yahut sabaha yakın saatlere kadar sürerdi. Bu sofralarda her şeyden; din, dil, tarih ve diğer çeşitli bilim dallarından tutunuz da dünya meselelerine ve günlük politika olaylarına kadar her konudan söz açılır, tartışmalar yapılırdı. Böylece hem bilmediklerini öğrenmek -ki buna çok meraklıydı- hem de düşüncelerini yaymak ve kontrol etmek fırsatını bulurdu. Askeri, siyasi, büyük ve önemli olayların cereyan ettiği ve konuşulacağı zamanlarda hiç içki içmezdi. (60) Atatürk’e kendi çıkarları için karşı çıkanlar, onun bu sofrasını sadece bir içki masası olarak nitelendirmişlerdir. Oysa tam 187 Duruş aksine... Her akşam kurulan bu sofranın aynı zamanda ülkenin çeşitli politik, ekonomik, sosyal sorunlarının çözüldüğü, ülkenin yarınlarını etkileyecek kararların alındığı bir toplantı yeriydi. Sofrası asla bir işret âlemi yeri, bir vakit geçirme, bir zaman öldürme yeri değildi. O bu sofrayı âdeta bir okul haline getirmişti. Dünya sorunlarının, yurt sorunlarının, ilmin, felsefenin, sanatın, insanlık idealinin ve uygar Türk ulusunun kaderinin sabahlara kadar tartışıldığı bir okuldu bu sofra. Aydınlıklarla, iyi niyetlerle dolu bir sofra olduğunu söyler Sabiha Gökçen. Özetle, Atatürk’ün sofrası ne yaren sofrası, ne mutat zevat sofrası, ne de sarhoş sofrasıydı. Onun sofrası fikir sofrası ve her vakit bir okuldu. Bu okulda insana hissettirmeden birçok şeyler öğretilirdi. Görünürde sofrada yemek yenilir, içilir şeklindeyse de, sofra bir bilim enstitüsü ve bir seminerdi. Sofraya belirli yakınlarının dışında, konunun uzmanlarını da mutlaka çağırırdı. Gündemde hangi konu varsa, o konunun uzmanları mutlaka bulunurdu. Akşamüstü, her zamanki arkadaşları ve o akşam çağırdığı dostları ile otururdu. Mutat zevat diye anılan kişiler dörttü. Nuri Conker, Salih Bozok, Kılıç Ali, Recep Zühtü. Sonradan Recep Zühtü, bir kadını vurduğu için gözünden düşmüş ve sofradan uzaklaştırılmıştı. Bu kimselerin hepsi keskin nişancıydı ve uçan kuşu tabanca ile vururlardı. Bunlar Atatürk’ün eski arkadaşlarıydı ve onun bir çeşit koruyuculuk görevini yaparlardı. Sofradan eksik olmayan tek kişi Nuri Conker’di. Diğerleri izin alıp ayrılsalar da, o mutlaka yanında bulunurdu. Atatürk’e şaka yapmak hakkı yalnız ona aitti. Atatürk’ün sofrasına habersiz gelinmezdi. Habersiz gelenler, bu dört kişi ile Başbakan İsmet İnönü, İçişleri Bakanı Şükrü Kaya, Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras ve sonradan Başbakan olan Celal Bayar’dı. Bunların dışında, Atatürk’e gelmek istiyor188 Yard. Doç. Dr. Mustafa Tarakçı larsa yaverliğe telefon ederler, Atatürk bunları davet ederdi. Ya da Atatürk akşamleyin, yavere kimlerin o akşam yemeğe çağrılacaklarını yazdırırdı. Olağanüstü hallerde, sofra sürerken de bazı kimseler yaverliğe başvurabilirlerdi. (61) Sevdiği yemekler etsiz kuru fasulye, pilav, omlet ve karnıyarıktı. İçki ne kadar uzarsa uzasın yemek yemez, içki bittikten sonra yemeğe otururdu. MUZAFFER, TOPLANTI İYİ GEÇTİ DEĞİL Mİ? Atatürk çok dikkatli bir insandı. Herhangi bir yere girildiğinde etrafa şöyle bir göz atar, bütün eksiklikleri hemen görürdü. Gezilerde ve toplantılarda bizleri bile kontrol eder, kılık kıyafetimiz ve hareketlerimizle ilgilenir, hatalı bir tutumumuzu görünce daha sonra uyarır, düzelttirirdi. Bazen öyle şeyleri ikaz ederdi ki, biz ve arkadaşlarımız bile o şeyin farkına varmamış olurduk. Ne bizlerin, ne de başkalarının sarhoşluğunu kesin olarak hiç affetmezdi. Bir gün birlikte baloya gidilmişti. Bizler de Ata’nın yaverleri ve yakınları olarak genç hanımlardan ve kızlardan pek ilgi görürdük. Baloda genç bir hanımla tanıştırıldım ve birkaç defa dans ettim. Bu arada vakit epey geçmiş, hanım da ben de biraz alkol almıştık. Neşeli bir vaziyette dans ediyorduk. Atatürk de pek neşeliydi. Etrafına espriler dağıtıyor, bizlerle hiç ilgilenmiyordu. Ben bu fırsattan istifade ederek hanımı salonun arka taraflarına doğru bir köşeye dans ederek götürdüm. Zaten bekârdım. Orada biraz şakalaşmak istedim. Fakat gitmemizle Atatürk’ü karşımda görmem bir oldu. Bana kızgın bir şekilde, “Herkesin sizi takip ettiğini görmüyor musunuz? Çabuk yerinize dönünüz,” deyip, geçip gitti. Tabii benim aklım başıma gelmiş, hemen salona dönmüştüm. Dönmüştüm ama balo dağılıp Çankaya’ya dö189 Duruş nerken, “Şimdi Ata’nın yüzüne nasıl bakacağım?” diye düşünüyordum. Az sonra veda ederek balodan ayrıldık. Ben utancımdan Ata’nın yüzüne hiç bakamıyordum. Arabanın önüne mecburen bindim. Kendileri de arkaya bindiler, biraz ilerledikten sonra, “Muzaffer,” dedi. Ben hemen arkama döndüm. Baktım yüzü pek yumuşaktı. Hafif gülerek, “Toplantı iyi geçti değil mi?” diyerek bana bir göz attı. Anladım ki, bu hatalı davranışımı, gençliğime ve bekârlığıma vermiş; hoşgörü ile karşılayıp beni affetmişti. Ondan sonra da herhangi bir şekilde bu olaydan hiç bahsetmemiş, babacan bir davranışla unutup gitmişti. Muzaffer Kılıç’tan MADEMKİ SUBAY OLACAKSINIZ... Atatürk, gençlerle de yakından ilgilenirdi. Özellikle askeri okulların öğrencileri en çok ilgilendiği kişilerdendi. 1929 yılının bir sonbaharı trenle İstanbul’dan Ankara’ya dönüyordu. Özel tren Hereke istasyonunda kısa bir süreliğine durmuştu, birden Ata’nın gözü istasyon alanında silah çatmış dinlenen erlere ilişti. Bunları bir el imiyle (işaretiyle) yanına çağırdı. Erler koşuştular, trenin bir adım yakınında çakılıp kaldılar. Gözleri Ata’larındaydı. Bir buyruk bekliyor gibiydiler. Atatürk’ün “Siz kimsiniz, ne yapıyorsunuz burada?” sorusuna “Harbiye stajyeriyiz Paşam, manevraya gidiyoruz,” yanıtı geldi. Bu kısa duraklamadan yararlanarak “Size kimi şeyler söylemek isterim!” diyen Atatürk, bir an gözlerini onların üzerlerinde gezdirerek sözlerini şöyle sürdürdü: “Mademki subay olacaksınız, mesleğinizin size yüklediği sorumluluğu algılamış olarak çalışın. Kendinizi geleceğe ona göre hazırlayın. Türk tarihini incelerseniz göreceksiniz ki, bu ulus ne zaman yükseldiyse Türk su190 Yard. Doç. Dr. Mustafa Tarakçı baylarının omuzlarında yükselmiş; ne zaman düşmüşse subaylarının çizmeleri altında düşmüştür.” Harp Okulu öğrencileri Ata’nın bu öğüdünü büyük bir özenle ve ‘hazır ol’ durumunda dinlediler. Atatürk’ün gözleri dalmıştı. Ağır düşüncelerden sıyrılır gibi bir davranışla “Sizin bir marşınız var, onu bana söyleyin,” dedi. Marş bitince geri döndü ve arkasında bekleyenlere bir şeyler söyledi. Koşuşmalar oldu. Atatürk yine pencereden dışarıya uzandığı zaman elinde büyükçe bir paket vardı. Tren ağır ağır ilerlemeye başlamışken Atatürk gençlere şöyle diyordu: “Size bir şeyler ikram etmek isterim. Kusura bakmayın, yolculuk durumu başka bir şeyim yok. Belki tümünüz sigara içmiyorsunuz, belki bir kısmınız içiyor, bir kısmınız içmiyor. Ancak bu sigara benim sigaramdır. Bundan tümünüz içeceksiniz. Sayıları az olduğu için de tabirimi mazur görün, onları soluk soluk içmenizi isterim.” Genç subay adayları hep bir ağızdan “Sağ ol Paşam!” diye haykırarak Ata’nın attığı paketi tuttular. Tren uzaklaştıktan sonra uzun uzun Ata’nın ardından bakan bizler, ne demek istediğini çözmeye çalışırken bir karışıklık oldu ve sigaralar kapışıldı. (62) ÖĞRETMENE SAYGI VE MUHSİN ERTUĞRUL İstanbul Üniversitesi’nin açılış töreni. Çok mütevazı bir salon, tahta iskemleler; ortaya Atatürk’ün oturması için kırmızı renkte süslü muhteşem bir koltuk konmuş. Profesörlerle birlikte geliyor, “buyurun,” diyorlar. Bir koltuğa bakıyor, dönüyor profesörlere, aynen şunları söylüyor: “Sizlerden öğrenecek o kadar çok şeyim olduğuna göre bu koltuk sadece sizlere layıktır,” diyor. En kıdemli profesörü o koltuğa oturtuyor ve kendisi tahta iskemlede programı sonuna kadar izliyor. Evet, kendince hak 191 Duruş etmediği hiçbir koltuğa oturmayan bir Mustafa Kemal’i görüyoruz orada. Muhsin Ertuğrul Muhsin Ertuğrul Darül Bedai’ye başyönetmen olarak atanmış. Çok titiz bir insan. Provadan oyuna her şey saat titizliği ile işliyor, perde bir saniye bile geç açılmıyor. Provaya geç kalan oyuncu derhal oyundan uzaklaştırılıyor. Tahmin edersiniz ki, bu durumda Muhsin Ertuğrul’un düşmanı da çoktur. Bir gece Dolmabahçe’den Atatürk’ün şehir tiyatrolarına geleceği haber verilir. Fakat Paşa gecikir. Muhsin Ertuğrul kendisini beklemeden perdeyi saniyesi saniyesine açıp oyunu başlatır. Etraftaki dalkavuklar, Atatürk geldiğinde Muhsin Ertuğrul’un onu beklemeden perdeyi açtığını anlatırlar. Atatürk “Yaa öyle mi? Muhsin Ertuğrul’la görüşürüz,” der. Herkes Muhsin Ertuğrul’un işinin bittiğine inanıyordur, ‘ben müdür olacağım sen müdür olacaksın’ kavgaları bile başlamıştır. Atatürk piyesin bitiminde Muhsin Ertuğrul’u ayakta karşılar. Deminkileri de yanına çağırarak aynen şunları söyler: 192 Yard. Doç. Dr. Mustafa Tarakçı “Sizi tebrik ederim işinizle ilgili ciddiyetiniz, ülkenin gelişimini ciddiye aldığınızı gösterir; biz geç kaldık siz vazifenizi yaptınız. Eğer bir tek benim için perdeyi açmayıp oyunu başlatmasaydınız bu dalkavukluktan ileri gitmez ve beni çok üzerdi. Ben herkesin her sahada işini bu kadar ciddiye almasını istiyorum, ülke ancak böyle ilerler efendiler.” Etraftaki dalkavuklar süklüm püklüm olmuşlardır. ATATÜRK’ÜN AZINLIKLAR MESELESİNE BAKIŞI Başbakan İnönü saat 18.00 sularında Florya Köşkü’nde Atatürk’ü ziyaret etmiştir. “Hayırdır İsmet... Habersiz geldin.” “Paşam, azınlıklar meselesi... Konuyu Meclis’e getireceğiz... Ne diyorsunuz?” “İsmet bugün geç oldu... Yarın sabah erkenden gel, konuşalım.” İnönü çıkınca Atatürk bütün görevlileri toplamış. “Sadece laleler kalsın... Bahçedeki diğer bütün çiçekleri sökün, atın...” İsmet Paşa sabah gelmiş, bahçenin halini görmüş ve görevlilere sormuş: “Ne oldu böyle?” “Gazi Paşa Hazretleri emrettiler, söktük.” Başbakan İnönü, Cumhurbaşkanı Atatürk’ün odasına girmiş. “Paşam, bahçenin durumu nedir?” “Azınlıkları söküp attım İsmet.” İnönü anladım dercesine başını öne eğmiş. Atatürk: “İsmet, ben ‘Ne mutlu Türk’üm diyene’ sözünü boş yere söylemedim... Türkiye’de yaşayan ve kendini Türk hisseden herkes 193 Duruş bu vatanın öz evladı. Ben hayatta olduğum sürece bu böyle bilinsin... Ve sakın azınlıklar ile ilgili bir kanun çıkarılmasın.” 1937 YILI EYLÜL AYINDA ATATÜRK İLE İNÖNÜ ARASINDA KIRGINLIK İsmet Paşa’nın Kudüslü eniştesi Abdürrezzak, uzun seneler Yahudilerle iç içe yaşaması nedeniyle ticari hayatı çok iyi bilmekteydi. Zaman içerisinde ‘devir bu devirdir’ ihtirasına kapılan enişte, Bomonti bira fabrikasının imtiyaz süresinin uzatılmasını kayınbiraderi olan Başbakan İnönü’den talep ederken, Atatürk’ün kurduğu Ankara Gazi Orman Çiftliği bira fabrikasının gelişmesini engellemek istemekteydi. İstanbul Bomonti’nin imtiyaz haklarının uzatılmasını İnönü’den ısrarla isteyen Abdürrezzak’ın bu tutumu karşısında Atatürk, Danimarkalı uzmanlara çiftlik birasını incelettirdi. Uzmanlar, çiftlik birası fıçılarla Haydarpaşa Garı’na ulaştırılırsa Bomonti’yle rekabet yapabilir raporu vermişlerdi. Buna rağmen Kudüslü enişte Abdürrezzak’ın baskısıyla Bomonti’nin imtiyazı uzatılıp, Çiftlik bira fabrikası dönemin Tarım Bakanı Şakir Kesebir tarafından genişletilmeyince, gelişen şartlar başbakanın aile yakınlarının himaye edildiği düşüncesiyle, Atatürk’le İnönü’nün arasını açmaya yeterli olmuştu. Tabii ki daha önce nükseden Niyon ve Hatay meselelerindeki anlaşmazlıkların, bu son tartışmaya etken olduğu kaçınılmaz durumlardı. Olumsuz gelişmeler üzerine sık sık Orman Çiftliği’ne giden Atatürk, yetişmekte olan ağaçların bakımsız ve kurumakta olduğunu görünce, bu hususların değerlendirmesini yapmak üzere Bakanlar Kurulu’nu Çankaya sofrasında topladı. Bira fabrikasının genişletilmeyişi ve ağaçların bakımsız kalması sebeplerinin hesabını, Tarım Bakanı Şakir Kesebir’den sorarken konuya mü194 Yard. Doç. Dr. Mustafa Tarakçı dahale eden İnönü, Atatürk’e kendinden hiç beklenmeyen olduk ça sert bir ifadeyle “Bunun sebebini adamlarınıza sorunuz,” dedi. İnönü, Atatürk’ün konuşmasına fırsat vermeden bir çıkış daha yaparak “Ne oldu Paşam size? Aramıza kara Tahsinler mi girdi? Önceden böyle değildiniz. Artık emirleri hep sofradan mı alacağız?” dedi. Atatürk sessiz bir şekilde İnönü’ye bakmaktaydı. Sinirlerine hâkim olamayan İnönü, daha da ileriye giderek “Bu memleket daha ne kadar sarhoş sofralarından idare edilecek?” deyince, Atatürk de İnönü’ye cevaben “Seni bu mevkilere getirenin de sarhoş olduğunu unutuyorsun,” deyip Çankaya sofrasındaki toplantıyı dağıtır. (63) ATATÜRK VE HALİL AĞA’NIN ÖYKÜSÜ Atatürk ve Nuri Conker, birinin hazırladığı, ötekinin uyguladığı plan sonunda Florya Köşkü’nün tüm nöbetçilerini atlattılar ve köşkten kaçtılar. Altlarında, Nuri Conker’in bir arkadaşının arabası vardı. Eylül sonu akşamı sonbaharın tadını çıkararak Çekmece’ye doğru gidiyorlardı. Birden Atatürk’ün gözleri akşam güneşi altında çift süren bir köylüye takıldı. Yaşlı deviriyordu. Fakat çiftin bir yanında öküz, bir yanında merkep vardı. Eşit güçlerle çekilmediği için saban yalpa yapıyordu. Atatürk şoföre durmasını söyledi. İndiler. Köylüye seslendi, “Kolay gelsin Ağa!” Köylü bu sese başını çevirmeden karşılık verdi: “Kolay gelsin.” “İşler nasıl Ağa? Bu yıl mahsulden yüzünüz güldü mü?” Köylü isteksiz konuştu: 195 Duruş “Tanrı’nın gücüne gitmesin bey, bu yıl yufkaydı mahsul. Kabahatin acığı bizde, acığı yukarda! Biz geç davrandık, yukarısı da rahmeti esirgedi.” “Bakıyorum, sabanın bir yanında öküz, bir yanında merkep koşulu. Öküzün yok mu senin?” “Var olmasına vardı ya, Hıdrellez’de vergi memurları sattılar.” “Hiç vergi memurları köylünün üretim aracını satar mı? Olmaz böyle şey, muhtara şikayet etseydin...” Köylü güldü. “Muhtar başında deel miydi memurun, a bey?” Atatürk dudaklarını dişleri arasında ezerek konuştu: “Kaymakama gitseydin.” Köylü iyice güldü. “Sen de benle gönül mü eyleyon beyim,” dedi. Atatürk konuşmayı sürdürdü. “E peki, İstanbul şuracıkta geleydin valiye anlataydın derdini... Onun işi bu değil mi?” Köylü Atatürk’ün saflığına inanmış iyiden iyiye gülüyordu. Konuşmanın tadını çıkardığı için keyiflenmişti de biraz. Kestirip attı. “Bırak şu sağarı Allasen, biz onun buralardan gelip geçtiğini çok gördük. Yakasına yapışsak acep derdimizi duyurabilir miyiz?” Atatürk sordu: “Adın ne senin Ağa?” “Halil... Köylük yerde sorsan, Halil Ağa derler...” “Demek varlıklısın? Ağa dediklerine göre.” “Acık çiftimiz-çubuğumuz varken adımız Ağa’ya çıkmış.” 196 Yard. Doç. Dr. Mustafa Tarakçı “Peki Halil Ağa, bu senin işin beni bayağı meraklandırdı. Benim bildiğime göre, bir çiftçinin üretim aracı elinden alınmaz. Sen aldılar diyorsun. Hadi kaymakam şöyle, vali öyle diyelim; e peki bir başvekil İsmet Paşa var bilir misin?” “Bilmez olur muyum, beyim?” “Tamam öyleyse, hemen her hafta İstanbul’a geliyor. Florya Köşkü’ne iniyor. Köşk de şuracıkta. Bir gün kapıda bekleseydin de derdini dökseydin ona. Herhalde çaresini bulurdu.” “Sen benim konuşmamdan hoşlaştın, gönül eyliyorsun. Ama bak şimci, tutalım gittim vardım, beni o kapıya koymazlar ya... Tutalım ki kodular. Koskoca İsmet Paşa’mızı göstertmezler ya. Tut ki gösterdiler, ya ona halimi nasıl yanacağım hele; o sağarın sağarı! Heç işitmez beni...” Nuri Conker lafa karışmak istedi, Atatürk bir hareketiyle onu durdurdu. “E peki, bakalım bu dediğime ne bulacaksın!” dedi “Atatürk koca yaz şuracıkta oturup duruyordu. Gitseydin, çıksaydın önüne, anlatsaydın halini. O da seni yüzüstü bırakacak değildi ya!” Köylü iyice keyiflenmiş, gülüyordu. “Sen ne diyorsun bey?” dedi. “Mustafa Kemal Paşa Atatürk’ümüzün yüzünü görmek için Peygamber gücü gerek. Hem, tut ki gördük. Yiyip içmekten, işinden gücünden başını kaldırıp bizim öküzün arkasından mı seğirecek?” Halil Ağa, sigarasının son nefesini ciğerlerine doldururken, Atatürk’ten yeni aldığı sigarayı da kulağının arkasına yerleştiriyor, çiftinin başına gitmeye hazırlanıyordu. Konuşacak bir şey de kalmamıştı. Atatürk köylünün omzuna elini koyarak “Senden hoşlandım Halil Ağa,” dedi. “Bir gün köyüne de gelir, bir ayranını içerim. Açık yürekli bir vatandaşsın. Ama yine de sana söylüyorum, hakkını kimsede bırakma ara!” 197 Duruş Döndüler, arabaya bindiler. Halil Ağa onları uğurladı. Atatürk’ün canı sıkılmıştı. “Bir uygun yerden dönelim, tadı kaçtı bu işin!” dedi. Dönüş yolunda Atatürk konuşmuyor, sigara üstüne sigara yakıyordu. Yüzünde ince bir keder vardı. Köşke döndüklerinde Atatürk yaverine emretti: “Şimdi,” dedi, “İstanbul’da ne kadar bakan, milletvekili varsa hepsini telefonla bulacaksın! Bu akşam kendilerini yemeğe bekliyorum. Ayrıca Vali Muhittin Üstündağ ile İsmet Paşa’yı bul, onlara da haber ver.” Yaver odadan çıktı. Atatürk, Nuri Conker’e döndü: “Şimdi sen de arabayla çıkıp o Halil Ağa’ya gideceksin, ona benim kim olduğumu söyleme. Tüccar, zengin bir adam filan dersin. ‘Seni sevdi, sana öküz alıverecek,’ diye bir şeyler söyle, kandır. Kuşkulandırmadan al getir buraya.” O akşam Atatürk’ün sofrasında Başbakan İsmet İnönü, bakanlar, milletvekilleri ve İstanbul Valisi Muhittin Üstündağ’dan oluşan yirmi beş konuk vardı. Atatürk, “Bu akşam soframıza efendimiz gelecek,” dedi. “Kendisine nasıl davranacağınızı çok merak ediyorum.” Bir süre sonra içeri başyaver girdi ve Atatürk’ün kulağına bir şeyler söyledi. Atatürk “Buyursun!” dedi. Başyaver kapıyı açıp da Halil Ağa gündüz konuştuğu beyin sofranın başında oturduğunu, yanı başında da İsmet Paşa’nın yer aldığını görünce şaşkınlıktan donakaldı. Dizlerinin bağı çözülmüştü. Atatürk onu görünce ayağa kalktı. Arkasından tüm konukları da ayağa kalktılar. Atatürk son konuğunu “Hoş geldin Halil Ağa,” diye karşıladıktan sonra kendisini sofradaki konuklarına tanıttı. “İşte beklediğimiz Efendimiz,” dedi. Atatürk sofradakilere o gün köşkten Conker’le birlikte nasıl kaçtığını, Halil Ağa’yı bir yanında öküz, bir yanında merkeple çift sürerken nasıl gördüğünü, sigara yak198 Yard. Doç. Dr. Mustafa Tarakçı mak bahanesiyle nasıl kendisi ile konuştuğunu ayrıntılı bir şekilde anlattıktan sonra şöyle dedi: “Şimdi gerisini Halil Ağa ile birlikte yanınızda tekrarlayacağız. Ben sorduklarımı baştan soracağım, Halil Ağa da orada bana söylediklerini olduğu gibi tekrarlayacak.” Halil Ağa’ya döndü; “Bak beri, Halil Ağa,” dedi. “Sen bu akşam benim baş misafirimsin. Konuşmamızdan sonra sana hiçbir zarar gelmeyecek. Öküzünü de alacağım. Ama şimdi ben tarlada sorduklarımı baştan soracağım, sen de orada söylediklerini aynen tekrarlayacaksın. İşte soruyorum: ‘Bakıyorum sapanın bir yanında öküz, bir yanında merkep koşulu. Öküzün yok mu senin?’” Halil Ağa dudakları titreyerek, Atatürk’ün ayağına kapanacak oldu. Atatürk önledi. “Yoo, bak böyle şey istemem. Soruyorum cevap ver.” Soru - cevap valiye kadar aynen tekrarlandı. Sofradakiler, soluk almadan konuşmayı izliyorlardı. Ürkütücü sorulara gelmişti sıra. Atatürk sordu, “Peki İstanbul şuracıkta, gideydin valiye, anlataydın derdini, onun işi bu değil mi?” Vali Muhittin Üstündağ, Halil Ağa’nın ancak iki metre ötesinden kendisine bakıyordu. Nasıl desin? Ter basmıştı iyice, işi savuşturmanın yoluna kaçtı. “Vali paşamızı görüp dururuz buralarda. Eteğine düşsek derdimizi duyurabilir miyiz ki.” “Olmadı bu, Halil Ağa... Bana dediğin gibi, dosdoğru...” “Böyle demedik mi beyim?” “Ya, ben mi yanlış anladım? Dur soralım bakalım Nuri’ye. Nuri, böyle mi dedi bize Halil Ağa?” Nuri Conker karşılık verdi. “Hayır Paşam!” “Gördün mü? Demek aklında yanlış kalmış. Hani bir şey dediydin sen, vali neden duymazmış? Aynen bana söylediğin gibi söyle.” 199 Duruş Halil Ağa kekeleyerek konuştu: “Köylük yerinde bizim dilimiz sağar demeye alışmıştır, Paşam. Kusura kalma gayri...” Atatürk gülmeye başladı. “Diplomatsın ki, yaman diplomatsın, Halil Ağa... Ama şimdi diplomatlık sırası değil, doğruyu konuşacağız. Söyle bana, orada dediğin gibi...” Halil Ağa gözünü yumup, başını yere eğdi. “Şaşırmışım, ağzımdan yanlışlıkla ‘Bırak bu sağarı,’ diye bir laf kaçırmışım...” Sofrada gülüşmeler başlamıştı. “Hadi buna da oldu diyelim. Geçelim gerisine: ‘E peki bir Başvekil İsmet Paşa var, bilir misin?’” Halil Ağa İsmet Paşa’nın yüzüne baktı ve gözlerini yere indirdi, “Şanlı İsmet Paşamız bilinmez olur mu hiç? O bugüne bugün...” Atatürk Halil Ağa’yı durdurdu. “Bırak şimdi övgüleri,” dedi. “Ben lafın gerisini getireyim: Tamam öyleyse, hemen her hafta İstanbul’a geliyor, Florya Köşküne iniyor, köşk de şuracıkta. Bir gün kapıda bekleseydin de derdini dökseydin ona. Herhalde bir çaresini bulurdu.” Halil Ağa yine kaçamak yanıt verdi: “Kapıya koymazlar ya bizi, koysalar da şanlı paşamıza öküzümüzü mü yanacağız!” Atatürk’ün sesi iyice sertleşti, “Beni uğraştırma, Halil Ağa,” dedi. “Erkek adam sözünü yalamaz. Ne dediysen, tıpkısını tekrarlayacaksın!” Halil Ağa ürktü, toparlandı. Başını yine yere gömüp konuştu, “Şanlı Paşamıza da sağar dedikti ya...” “Yalnız sağar değil, ‘sağarın sağarı’ değil miydi?” 200 Yard. Doç. Dr. Mustafa Tarakçı Halil Ağa yere eğik başını acıyla salladı, “Öyle dedikti paşam doğrusun!” diyebildi. Atatürk, İsmet Paşa konusunda daha fazla ısrar etmedi, sözü kendine getirdi. “Son soruyu sorayım şimdi,” dedi. “Bunun da karşılığını ver, öküzünü al git. ‘Koca yaz şuracıkta Atatürk oturmuyor mu? Gitseydin, çıksaydın önüne, anlatsaydın halini. O da seni yüzüstü bırakacak değildi ya?’” “Hiç bırakır mı Aslan Paşam benim! Erip erişir de tarlama dek gelir, halimi dinler.” “Bırak bunları Halil Ağa, dediğini tekrarla.” Halil Ağa birden diklendi. Her şeyi göze almış insanların yiğitliği içinde doğruldu. Atatürk’ün gözlerinin içlerine bakarak konuştu. “İşte bunu demem Paşam,” dedi. “Ağzıma ataş doldur, işte bunu demem!” Atatürk gülmeye başladı. “Zorlatacak bizi bu Halil Ağa, laf anlamıyor,” dedi. “‘Mustafa Kemal Paşa Atatürk’ümüzün yüzünü görmek için, Peygamber gücü gerek’ demiştin, yanılmıyorsam. ‘Görsem de, işinden gücünden, yiyip içmekten başını kaldıracak da bizim öküzün arkasından mı seğirtecek?’ demiştin.” Halil Ağa’nın gözlerinden yaşlar inmeye başladı. Taş kesilmiş, duruyordu. Atatürk konuşmasını içtenlikle sürdürdü: “‘Atatürk de işi içkiye vurmuş, sarhoşun biri,’ demeye getirdin ya, fazla üstelemeyeyim,” dedi. “Şimdi bak beni dinle, Halil Ağa... Seni şu kadar üzmemin sebebi, şunu anlatmak içindi: Şu gördüğün altı bay hükümet... Yani, biri Başbakan, ötekiler de bakan! Memlekete göz kulak olacak, işleri evirip çevirecekler diye 201 Duruş bu makama getirilmişler. Bir kanun gerekti mi, bu baylar hemen sıvanırlar; İsviçre’den mi olur, İtalya’dan mı olur, Fransa’dan mı, velhasıl neredense, bir kanun buluştururlar, Türkçeye çevirtirler, sonra basıp imzayı gönderirler Büyük Millet Meclisi’ne... Bu Millet Meclisi dediğim, şu altı baştan senin yanına kadar olan beyler. Kanun bunlara gelir. Bunlar da ‘hükümet elbette incelemiş, gerekeni düşünmüştür, benim ayrıca zorlanmama gerek yok,’ derler ve kaldırırlar parmaklarını, olur sana bir kanun! Ama sonra bir vergi memuru gelir, vergi borcundan Halil Ağa’nın öküzünü çeker, satar... Halil Ağa da tarlasını bir yanda merkep, bir yanda öküz, ırgalana ırgalana sürmeye çalışır. Ama üretim düşermiş, ekim zorlaşırmış, kimin umurunda... Sonra ben bunları görürüm, içim kan ağlar, işitirim, tasalanırım! E, hakça söyle bakalım şimdi Halil Ağa... Sen benim yerimde olsan efkâr dağıtmak için, bunları bu beylerle konuşmak için içmez misin? Ama sonra da Halil Ağa tutar, sana ‘sarhoş’ der...” Halil Ağa’nın dili çözülmüştü: “Öyle diyen yok haşa! Dinden çıkmak gibidir... Buldun mu bunu, hacısı da içer, hocası da içer...” Atatürk sordu: “Peki sen de içer misin? “Hiç bulunur da içilmez olur mu, Paşam? İçeriz ki, tıpkı şerbet gibi!” Atatürk hizmet edenlere işaret etti, kadehleri doldurttu. Kendi kadehini Halil Ağa’ya uzattı, “Hadi bakalım Halil Ağa,” dedi. “Sağlığına içelim.” Halil Ağa, “Koca Allah, benim ömrümden de sana pay düşürsün Paşam, sağlık düşürsün,” dedikten sonra edeple başını kenara çevirdi, eline verilen kadehi bir yudumda boşaltıverdi. Yüzü kızarmış, gözleri parlıyordu. 202 Yard. Doç. Dr. Mustafa Tarakçı Ellerini dizlerinin üzerine koyarak Atatürk’e döndü. “Yunan’ı denize döktün Paşam, bayrağımızı başucumuza diktin. Benim gibi bir köylü parçasını sofrana alıp içirdin, sana duaya bilem dilim dönmez ki... Nideyim ben şimdi? Bırak ki oh paşam, ayağını öpem...” Halil Ağa, Atatürk’ün ayağını öpmek için davranınca Atatürk onu sıkıca tuttu ve bu hareketi yapmasını önledi. Halil Ağa bu kez Atatürk’ün ellerine sarıldı, ellerini öpmeye başladı. Sonra gitmeye davrandı, Atatürk durdurdu. “Yemek yemedin!” “Yemek kolay... Meraklanır çocuklar, ben köyüme döneyim.” Atatürk, Nuri Conker’e işaret etti. Conker kalkıp Halil Ağa’nın yanına geldi; kalktı Halil Ağa, önce Atatürk’ü, sonra sofradakileri selamlayıp kapıya doğru geri geri çekildi. Kapı kapandığı zaman Atatürk sofradaki öteki konuklarına döndü. “Efendimizin halini gördünüz mü beyler?” dedi. “Devlet size böyle davransa, siz ne yaparsınız? Mübarek millet bu, adam millet bu... Şimdi bu adam milletin karşısında ‘adam olmak bize düşüyor!” Sofrada kesin bir sessizlik vardı. Kimse gözlerini Atatürk’ten ayıramıyordu. “Halil Ağa’nın öküzünü satıp, üretimini aksatan kanunu ya biz yaptık ya da bizim yaptığımız kanun yanlış yorumlanarak Halil Ağa’nın öküzünü satıyor. İkisi de bence birbirinden farksız... Böyle bir kanun yaptıksa, memleket çıkarlarına aykırıdır. Nasıl yaparız, nasıl yapmışız bunu? Eğer yaptığımız kanun doğru da, yorumlaması yanlış oluyorsa, o zaman sormak lazım. Hükümet nasıl bir yönetim içindedir? Sonra unutmayın ki, olay İstanbul’da geçiyor. Bunun Van’ı var, Bitlis’i var, kıyı bucak ilçesi var; acaba oralarda neler oluyor? Bu çark iyi dönmüyor beyefendiler.” (64) 203 Duruş ADAM OLMAK DEMEKTİR Türkiye Büyük Millet Meclisi de bir gün laiklik üzerine konuşmalar yapılmaktadır. Tesadüfen Mustafa Kemal Paşa da o gün Mecliste ve Başkanlık kürsüsündedir. Meclisin tanınmış sözde din bilginlerinden bir milletvekili, kürsüye gelir, alaylı bir üslup ve davranışla: “Arkadaşlar, bir laikliktir almış başını gidiyor. Affedersiniz ben bu laikliğin manasını bir türlü anlayamıyorum,” der. Mustafa Kemal Paşa oturduğu başkanlık koltuğundan elini kürsüye vurarak konuşmacıya müdahale etmek ister: “Adam olmak demektir hocam, adam olmak!” (65) ATATÜRK VE TÜRK KÜLTÜRÜ Atatürk için kültür ve medeniyet ayrılığı yoktur. Kültür ve medeniyet birdir ve iç içe geçmiştir. O, bu konuda şunları söyler: “Medeniyetin ne olduğunu hep başka başka tarif edenler vardır. Bence Medeniyet’i Hars’tan ayırmak güçtür ve gereksizdir. Bu görüşümü açıklamak için hars ne demektir tanımlayayım. Hars, insan toplumunun devlet hayatında, düşünce hayatında ve ekonomik hayatta yapabileceği şeylerin toplu sonucudur. Bir milletin medeniyeti dendiği zamanda, hars namı altında, saydığım insan toplumunun devlet, düşünce ve ekonomik olarak üç nevi faaliyetinden başka bir şey düşünülemez.” Bu konuşmadan da anlaşıldığı üzere, Atatürk’ün medeniyeti de içeren bir kültür anlayışı vardır. Şayet Atatürk Gökalp’in Hars ve Medeniyet anlayışını reddetmemiş olsaydı, Gökalp’in ulusal saydığı alanlarda çağdaşlaşmayı gerçekleştiremezdi. Örneğin hukuk alanında çağdaş ülkelerden aktarma yapılamazdı. Zira Gökalp’e göre hukuk düzeni “Hars”ın bir öğesi sayılmaktaydı. 204 Yard. Doç. Dr. Mustafa Tarakçı Atatürk döneminden önce yapılan reformlar, Medeniyet ve Kültür ayrımının etkisi altında kalarak sadece teknolojinin taklit edilmesi ile sonuçlanıyordu. Teknolojinin dışında “Hars” denilen şeyler aktarılmadığı için, taklitçilikten ileri gidilemiyordu. Bunun içinde çağdaş yaşayış biçimi benimsenmeden, çağdaş dünya görüşüne sahip olunmadan, toplumun değişmesi ve gelişmesi olanaksızdı. Atatürk’ün nitelik bakımından medeniyeti kültürden farklı görmemesi ve medeniyeti kültürün özel bir durumu olarak açıklaması, bugün kültürel antropolojinin de tartışmasız kabul ettiği bir prensiptir. Atatürk’ün ölümünden sonra çok gelişen kültürel antropoloji, Atatürk’ün sağlığında vurguladığı esasları bugün bilimsel bir sonuç olarak kabul etmektedir. Atatürk geleneksel kültürden çağdaş kültüre, inkılâpçı atılımlarla geçilebileceği görüşündeydi. Geleneksel kültür unsurlarının yerini, yenilerinin alacağını kabul ediyordu. Örneğin devletin geleneksel yönetim biçimi olan saltanat ve hilafet yerine, Cumhuriyet gelmiştir. İkili kültür ve ikili eğitim yerine de bir eğitim yani Milli Eğitim egemen olmuştur. Atatürk geleneksel Osmanlı kültürüne egemen olan şeriat düzeni yerine laiklik sistemini aktarmıştır. Bugün Türk toplumu eskisi gibi Müslüman bir toplumdur ama laik bir devlet yönetimine sahiptir. Atatürk’ün geleneksel Osmanlı kültüründen modern kültüre geçişi ve laiklik sisteminin bu husustaki büyük yardımı, Türk toplumunun değişiminde ve gelişiminde etkili olmuştur. Atatürk, 1924 yılında Dumlupınar’da Başkomutanlık Meydan Muharebesini anlatırken “Askeri harekâtın başarısında maddi güçler ile birlikte bütün güçleri ve özellikle ahlak ve kültür üstünlüğünü gerekli gördüğünü” açıklamıştır. 26 Ağustos 1922 günü taarruz eden Mehmet’in kültür yapısı, yapılmakta olan askeri harekâtın gereklerine ve ihtiyaçlarına uygun vasıfta idi. Ancak Mehmet’in sahip olduğu kültür özellikleri ile o 205 Duruş harekât başarılabilirdi. Görüldüğü gibi Atatürk kültürü bir bilgi yığını olarak değil bir vasıf uygunluğu ve vasıf üstünlüğü olarak değerlendirmektedir. Atatürk’ün, kültürünün iki önemli unsuru olan “dil” ve “tarih” konusunda aldığı tedbirler kurduğu kurumlar hepimizin malumudur. Atatürk, milli hissin gelişmesi bakımından, dilin milli ve zengin olmasını, yabancı dillerin boyunduruğundan kurtarılmasını zorunlu görüyordu. Bu maksatta 1932’de Türk Dili Tetkik Cemiyetini kurdurdu. Cemiyet yoğun bir şekilde dil araştırmalarına girişti. Türkçeyi olabildiğince Farsça ve Arapça kökenli kelimelerden arındırdı. Yeni kelimeler yaratıldı. Atatürk Türk Dili Tetkik Cemiyeti’nin yanı sıra, Türk Tarihi Tetkik Cemiyetini de kurdurarak Türk kültürünün önemli unsurlarından birisi olan milli tarihimizi de bütün yönleriyle tetkik ve ortaya çıkarmak istemiştir. Dil ve tarih üzerine Atatürk’ün önderliğinde başlatılan çalışmalar bugüne dek dil ve tarihimize önemli katkıda bulunmuştur. Kültürün unsurlarından bir diğeri olan “din” konusunda da Ulu Önderin önemli katkıları olmuştur. Diyanet işleri başkanlığı kurularak, ideal laiklik anlayışıyla çelişir olmasına rağmen, Devlet olarak dine bir kültür unsuru olarak yaklaşıp sahip çıkılmış; Kur’an ilk defa Atatürk döneminde Türkçeye tefsir edilmiştir. Dinimizin iyice özümsenip kendimize mal edilmesi adına uygulanan Türkçe ibadet de milli kültür hizmetlerinden biri olarak değerlendirilebilir. Atatürk Cumhuriyetin ilanının 10. yılında verdiği nutukta: “Milli kültürümüzü çağdaş uygarlık düzeyinin üzerine çıkaracağız” demişti. Acaba Atatürk neden milli kültürümüzü çağdaş kültürün üstüne çıkaracağız veya uygarlığımızı çağdaş uygarlığın üstüne çıkaracağız dememiştir? 206 Yard. Doç. Dr. Mustafa Tarakçı Atatürk daha önce de denildiği gibi kültürle uygarlığı iç içe görmüştür. Farklı şeyler olarak değerlendirmemiştir. Kültürümüzü çağdaş uygarlık düzeyinin üstüne çıkaracağız sözü çağdaş uygarlık düzeyinin üstünde olmayan bir kültürün çağdaş uygarlık yaratamayacağı, çağdaş uygarlığa ancak onun üstünde onu gerçekleştirebilecek yapıda bir kültürle ulaşılabileceği şeklinde yorumlanabilir. (66) ATATÜRK’Ü ANLAMAK Mustafa Kemal Atatürk’ün halk sevgisi son derece içtendir ve kapsamlı bir derinliğe sahiptir. Halkın sıkıntısını kendi sıkıntısı olarak içinde duyar ve sahip olduğu tüm olanaklarla bu sıkıntıları ortadan kaldırmaya çalışır. Sürekli yurt gezilerine çıkar ve halkın isteklerini bizzat yerinde saptar, halka verdiği sözleri kesinlikle yerine getirir. Hastalığına karşın 12 Kasım 1937’de çıktığı Doğu ve Güneydoğu Anadolu gezisinde gördüğü, yoksulluk ve bölgesel farklılıklar onu son derece üzmüş, Malatya’dan sonra geri dönerken trende Sabiha Gökçen’e bugün herkesin örnek alması gereken şu sözleri söylemiştir: “İnsan ömrü yapılacak işlerin büyüklüğü ve zorluğu karşısında çok cüce kalıyor Gökçen. Geçtiğimiz yerlerde fabrikalar görmek istiyorum, ekilmiş tarlalar, düzgün yollar, küçük fakat canlı tertemiz sağlıklı insanların yaşadığı evler. Büyük yemyeşil ormanlar görmek istiyorum. Gürbüz çocukların, giyimli çocukların, yüzleri sararmamış, dalakları şiş olmayan çocukların okuduğu okullar görmek istiyorum... İstanbul’da ne medeniyet varsa, Ankara’ya ne medeniyet getirmeye çalışıyorsak, İzmir’i nasıl mamur kılıyorsak, yurdumuzun her tarafını aynı medeniyete kavuşturalım istiyorum... Ve bunu çok, ama çok çabuk yapmak 207 Duruş istiyorum. Dedim ya, insan ömrü çok büyük işleri başarabilecek kadar uzun değil... Mamur olmalı Türkiye’nin her tarafı, müreffeh olmalı... Devlet ve millet daima el ele olmalıdır ülke sorunlarını göğüslemede... Ben yapabildiğim kadarını yapayım, sonra ne olursa olsun demek yok benim kitabımda. Geleceği, geleceğin Türkiyesini, geleceğin halkını düşünmek benim görevim. Bir iş aldık üzerimize, bir savaşın üstesinden geldik, şimdi ekonomik alanda savaş veriyoruz, daha da vereceğiz. Bu heyecanı yaşatmak, bu heyecanın ürünlerini görmek lazım. (67) TÜRK OCAĞI’NDAN ALINACAK DERS Osmanlı Devleti’nin tamamen yok olmaya, parçalanmaya yüz tutmuş enkazı üzerinde, önce düşman kuvvetlerini yok edip, onlarla onurlu bir barış imzalayan; daha sonra da “Asıl mücadele bundan sonra başlıyor” diyen Gazi Mustafa Kemal, Anadolu ve Trakya’da Türklerin çoğunlukta bulunduğu coğrafyada, yeni bir Türk Devleti’nin, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunu da sağlamıştır. Türkiye Türklerin yurdu olmakla beraber, elbette ki tamamen homojen bir yapıya sahip değildir. Beşeriyetin varoluşundan bu yana insanlığa yurt olmuş, eski dünyanın merkezindeki bu topraklarımız pek çok kavime, ırka, soya yurt olmuştur. Ama son 1000 yılda bunların içinde en hakim ve en çoğunlukta olan ırk Türklerdir. Günümüze ışık tutacak tarihi anı, Ulu Önderimizin de içinde yer aldığı hikâye, 1924’lü yıllara ait: O yıllarda merkezi Ankara’da olan “Türk Ocağı” cemiyeti, zamanının en popüler cemiyetlerinden biridir. Başkanlığını da o dönemin en meşhur hatip ve edebiyat adamlarından, aynı zamanda İstanbul Milletvekili olan Hamdullah Suphi Tanrıöver yü208 Yard. Doç. Dr. Mustafa Tarakçı rütmektedir. Hamdullah Suphi kraldan çok kralcıdır. Türk Ocağı Cemiyetine üye kaydetmede ince eleyip sık dokumaktadır. O sene içinde meclis muhafız alayından birkaç seçkin subay, Türk Ocağı’na üye olmak için Cemiyete dilekçe verir. Günler haftalar geçer, olumlu veya olumsuz bir cevap alamazlar. Subaylar durumu tetkik ettiklerinde, Hamdullah Suphi’nin üyelik müracaatlarını hemen kabul etmediğini, üyelerin kim olursa olsun ırki olarak tamamen Türk kökenli olmasının esas alındığını öğrenirler. Durumu Meclis Muhafız Alay Komutanı İsmail Hakkı Bey’e (Emekli Tümgeneral İsmail Hakkı Tekçe) bildirirler. İsmail Hakkı Bey de Türk Ocağı’na, Hamdullah Suphi ve diğer üst düzey yöneticilerle görüşmeye gider. Üzüntüsünü anlatır. “Sizler hangi hakla Türk Ordusu’nun şerefli subaylarının şeceresini (soyağacı) araştırıyorsunuz? Neden Cemiyetinize üye olmalarında güçlükler çıkartıyorsunuz” der. Ziyaret beklenen olumlu gelişmeyi sağlamaz. Bu kez Muhafız Alayına mensup çoğu subay, Meclis çıkışında Hamdullah Suphi Beyin önünü keserek, hangi yetkiyle kendilerinin cemiyete girmeleri konusunda tahkikat yaptırdığını sert ve tehditkâr eda ile sormaya başlarlar. Hamdullah Suphi bu gelişmelerden tedirgin olur. Durumu Çankaya’ya gidip Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal’e arz eder. Mustafa Kemal, İsmail Hakkı Bey’i de ayrıca Çankaya’ya çağırıp dinler ve kararını gecikmeden verir: “Türkiye’de ayrıca Türk Ocağı olmamalı!” Bu kararını uzun gerekçelerle Hamdullah Suphi’ye anlatır. Hamdullah Suphi ikna olur. Atatürk’ün bu düşüncesini gecikmeden Cemiyetteki diğer arkadaşlarına da iletir. Nihayet Cemiyet olağanüstü kurultay kararı alır. Toplanan kurultay da kendini fesh ve tüm teşkilat ve personeli ile “Cumhuriyet Halk Fırkası”na katılma kararı alır. 209 Duruş Evet, Türkiye Türklerindir! Gazi Mustafa Kemal, Türk tabiiyetinde olan herkesi Türk saymıştır! “Türkiye Cumhuriyetine vatandaşlık bağıyla bağlanan herkes Türk’tür.” Çoğunluğu teşkil eden Türkler, kendileriyle birlikte bu coğrafyayı vatan bilen, Türkiye Cumhuriyetini kuran etnik kökenleri ne olursa olsun herkesi “Kardeşi bir Türk” gibi bağrına basmalı ve kabullenmelidir. Bu topraklarda binlerce yıl Türklerle birlikte yaşayan diğer soy ve ırklara mensup kardeşlerimiz de Türk olmaktan ve Türk kimliğini taşımaktan hicap duymamalı, Türklük onlar içinde utanılacak bir kimlik değil, bilakis gurur duyulan bir ad olmalıdır! “Kürt kökenliyim ama Türk’üm”, “Ermeni asıllıyım ama Türk’üm”, “Çerkez asıllıyım ama Türk’üm” vb. demenin hiçbir sakıncası yoktur. Müşterek payda Türklüktür. Her birimiz her yerde, yeri geldiğinde içtenlikle Atamızın şu veciz sözünü haykırarak söylemeliyiz, “Ne mutlu Türk’üm diyene!” (68) BAKALIM GELECEK YILA YAŞAYACAK MIYIM? 1938 yılbaşı akşamı köşke beni çağırmıştı. Hemen gittim. Kendisini köşkün yukarı katında kütüphaneye bitişik açık salonda buldum. İlk sözü: “Ben bu akşam bir tarafa çıkmayacağım, sen de suare görmekten bıkmışsındır. Yılbaşını burada birlikte geçiririz, olmaz mı?” demek oldu. “Büyük sevinçle,” cevabını verdim. Bir hayli süre geçen yılın olaylarından ve gelecek yılın işlerinden konuştuk. Kavalalı İsmail Hakkı’nın gelmesi üzerine konuşma günün haberlerine, havaya ve suya intikal etti. Bu alanda konu daha genişleyince Atatürk’ün elbise ve çamaşır dolaplarını hep birlikte görmeye gittik. Elbiselerinden, gömleklerinden, kravatlarından bize da 210 Yard. Doç. Dr. Mustafa Tarakçı ğıtıyordu. Bu nedenle hatırıma gelen bir fikri söylemekten kendimi alamadım ve dedim ki: “Paşam, mendillerinize, potinlerinize varıncaya kadar bize vermekten hoşlanıyorsunuz; ne olurdu bir ay önce düşünseydik de yeni yıl için bütün giyeceklerinizi yeniden ısmarlasaydık ve bu gece başka arkadaşları da davet ederek elbiselerinizi, çamaşırlarınızı ve gömleklerinizi aramızda kapışsaydık ne kadar çok eğlenirdik ve her birimiz de bu yılbaşı gecesinin anısı olarak sizden bir şeyi üzerimizde taşırdık ve siz de yarın hep yeni giymiş olurdunuz.” Bunun üzerine: “A doktor, bunu niçin daha evvel düşünüp söylemedin?” diye hayıflanınca: “Zararı yok, gelecek yıl böyle yaparız,” cevabını verdim. Atatürk olumlu veya olumsuz bir şey söylemedi, bir süre düşünür durum aldıktan sonra: “Bakalım gelecek yıla yaşayacak mıyım?” sözleri ağzından döküldü. Birdenbire her üçümüzü de derin bir üzgünlük kapladı. Atatürk, ölümün yaklaştığını içinde duymuştu. Bizim içimize de bu zehirli kuşku düşmüştü. Yine Atatürk bizden evvel kendini toplayarak: “Yılbaşı gecesi acıklı şeyler düşünmeyelim ve konuşmayalım,” dedi. Yaz gömleklerini ayırarak bana seslenerek: “Bunlardan da al, yazın Yalova’da yine hep birlikte oluruz da işine yarar” özendirmesiyle hem gömleklerinden almaklığımı istiyor, hem de üstümüze çöken durumu gidermeye çalışıyordu. Hatta pijama bile verdi. Kavalalı, neşeli sözleriyle konuyu değiştirdi. Gece yarısı geçinceye kadar şuradan buradan konuşmakta devam ettik. O gece Atatürk’ü çoğu defa alışık olduğu zamandan evvel istirahat etmesine bırakmak üzere, izin alıp ayrılıncaya kadar acı konuya dönülmedi. Fakat yüreklerimizi sönmez bir alev yakıyordu. Çünkü Atatürk, ölümünün yaklaştığını içinde duymuştu ve bunu kendisiyle beraber biz üç kişi 1938 yılının başından itibaren biliyorduk. Dr. Tevfik Rüştü Aras 211 Duruş SÖYLER MİSİNİZ, BİR MÜNİR ÇALSINLAR? Dolmabahçe önünde demir atmış olan Savarona’nın güvertesinde, hasır koltuğunda güneşin batışını seyrediyordu. Ufuk, minarelerin arkasında kıpkızıl bir renk almıştı. İstanbul, camileriyle ateşten bir fona yaslanmış gibiydi. Füreya, Atatürk’e son okuduğu kitabı getirmiş, yanı başında oturtuyordu. “Söyler misiniz, bana bir Münir çalsınlar” dedi Atatürk. Yaveri koşup gramofona bir taş plak koydu. Az sonra, minarelerin birinde yanık sesli bir müezzinin ezanı duyuldu. Atatürk başıyla işaret verdi. Plağı susturdular. Hepsi huşu içinde ezanı dinlediler. Füreya, başını öteye, camilerden yana çevirmiş olan Ata’nın göz pınarlarında yaşların biriktiğini gördü. Bir damla süzülmüş, yanağından aşağı akıyordu. Atatürk, uzun müddet yanındakilere doğru dönmedi. Nihayet başını çevirdiğinde, hem ezan bitmişti, hem o kendini toparlamıştı. “Ne yazık ki ezanı tekrar ettirmemize imkân yok, Füreyanım.” dedi yumuşak bir sesle. “Sabah ezanını bekler, hep birlikte dinleriz Paşam,” dedi Füreya. Füreya Koral’dan 212 ÖNEMLİ SÖYLEVLERİ --- HEP BİR IRKIN EVLATLARIYIZ! (04.10.1932) Fahri hemşehrisi bulunduğu Diyarbakır’da çıkan “Diyarıbekir” gazetesinin sahibine Dolmabahçe Sarayı’nda demeç: Diyarıbekirli, Vanlı, Erzurumlu, Trabzonlu, İstanbullu, Trakyalı ve Makedonyalı hep bir ırkın evlatları, hep aynı cevherin damarlarıdır. (69) BURSA NUTKU (6.2.1933) Atatürk’ün Anadolu Ajansı’na verdiği resmi demeci izleyen ertesi günü Çekirge Köşkü’nde bir yemek veriliyor. Sofrada 1314 kişi vardır. Gazeteci Rıza Ruşen Yücer de gözlemci olarak konuklar arasındadır. Söyleşi konusu Arapça ezan olayıdır. Sofradakilerden biri, Atatürk’ün bu olaydan duyduğu üzüntüyü hafifletmek için olacak, şöyle der: “Efendim, Bursa gençliği bu hadiseyi hemen bastıracaktı fakat zabıta ve adliyeye olan güveninden ötürü...” Atatürk, konuşmacının sözünü keser ve aşağıda vereceğimiz ünlü konuşmasını yapar. Bilindiği gibi, Rıza Ruşen Yücer, 1947’de yayımladığı “Atatürk’e ait Birkaç Fıkra ve Hatıra” adlı yapıtında bu konuşmaya da yer vermiştir. Bu yapıtın yayımından 11 yıl sonra zamanın iktidar çevrelerince bu konuşmanın yapılmamış olduğuna değin savları ileri sürülmüştür. Zaman zaman tazelenen bu savlar günümüze kadar uzanmıştır. Oysa konuşmanın yapıldığı gün aynı yemekte bulunanlar bu konuşmanın yapıldığını doğrulamışlardır. 215 Duruş Konuşma şöyledir: Bursa gençliği ne demek? Memlekette parça parça, yer yer gençlik yoktur; sadece ve toplu olarak Türk gençliği vardır. Türk genci inkılâpların ve rejimin sahibi ve bekçisidir. Bunların, lüzumuna, doğruluğuna herkesten çok inanmıştır; rejimi ve inkılâpları benimsemiştir. Bunları zayıf düşürecek en küçük veya en büyük bir kıpırtı ve bir hareket duydu mu; bu memleketin polisi vardır, jandarması vardır, ordusu vardır, adliyesi vardır... demeyecektir. Hemen müdahale edecektir; elle, taşla, sopa ve silahla... nesi varsa onunla kendi eserini koruyacaktır. Polis gelecektir, asıl suçluları bırakıp suçlu diye onu yakalayacaktır. Genç, “polis henüz inkılâp ve cumhuriyetin polisi değildir” diye düşünecek, fakat asla yalvarmayacaktır. Mahkeme onu mahkûm edecektir. Yine düşünecek: “Demek adliyeyi de ıslah etmek, rejime göre düzenlemek lazım.” Onu hapse atacaklar. Kanun yolundan itirazlarını yapmakla beraber bana, İsmet Paşaya telgraflar yağdırıp haksız ve suçsuz olduğu için tahliyesine çalışılmasını, kayırılmasını istemeyecek. Diyecek ki: “Ben inanç ve kanaatimin icabını yaptım. Müdahale ve hareketimde haklıyım. Eğer buraya haksız olarak gelmişsem, bu haksızlığı meydana getiren sebep ve amilleri düzeltmek de benim vazifemdir.” ATATÜRK’ÜN BALIKESİR PAŞA CAMİSİNDE YAPTIĞI KONUŞMA Ey Millet, Allah birdir. Şanı büyüktür. Allanın selâmeti, âtifeti ve hayrı üzerinize olsun. Peygamberimiz efendimiz hazretleri, cenabı hak tarafından insanlara hakayiki diniyeyi tebliğe memur ve resûl olmuştur. Kanunu esasisi, cümlemizce malûmdur ki, Kur’anı azimüşandaki husustur. İnsanlara feyz ruhu vermiş olan 216 Yard. Doç. Dr. Mustafa Tarakçı dinimiz, son dindir. Ekmel dindir. Çünkü dinimiz akla, mantığa, hakikata tamamen tevafuk ve tetabuk ediyor. Eğer akla, mantığa ve hakikata tevafuk etmemiş olsaydı, bununla diğer kavanini tabiiyei ilâhiye beyninde tezat olması icabederdi. Çünkü bilcümle kavanini kevniyeyi yapan cenabı haktır. Arkadaşlar; Cenabı Peygamber mesaisinde iki dâra, iki haneye malik bulunuyordu. Biri kendi hanesi, diğeri Allah’ın evi idi. Millet işlerini, Allah’ın evinde yapardı. Hazreti Peygamberin isri mübarekelerine iktifaen bu dakikada milletimize; milletimizin hal ve istikbaline ait hususatı görüşmek maksadiyle bu dârı kutside Allah’ın huzurunda bulunuyoruz. Beni buna mazhar eden Balıkesir’in dindar ve kahraman insanlarıdır. Bundan dolayı çok memnunum. Bu vesile ile büyük bir sevaba nail olacağımı ümit ediyorum. Efendiler, camiler birbirimizin yüzüne bakmaksızın yatıp kalkmak için yapılmamıştır. Camiler itaat ve ibadet ile beraber din ve dünya için neler yapılmak lâzım geldiğini düşünmek yani meşveret için yapılmıştır. Millet işlerinde her ferdin zihni başlı başına faaliyette bulunmak elzemdir. İşte biz de burada din ve dünya için, istikbal ve istiklâlimiz için, bilhassa hâkimiyetimiz için neler düşündüğümüzü meydana koyalım. Ben yalnız kendi düşüncemi söylemek istemiyorum. Hepinizin düşündüklerinizi anlamak istiyorum. Amali milliye, iradei milliye yalnız bir şahsın düşünmesinden değil, bilumum efradı milletin arzularının, emellerinin muhassalasından ibarettir. Binaenaleyh benden ne öğrenmek, ne sormak istiyorsanız serbestçe sormanızı rica ederim. Hutbeler hakkında iradedilen sualden anlıyorum ki, bugünkü hutbelerin tarzı, milletimizin hissiyatı fikriyesi ve lisanile ve ihtiyacatı medeniye ile mütenasip görülmemektedir. Efendiler, hutbe demek nâsa hitabetmek, yani söz söylemek demektir. Hutbenin manası budur. Hutbe denildiği zaman bundan birtakım mefhum ve manalar istihraç edilmemelidir. Hutbeyi irat eden hatiptir. Yani söz söyleyen demektir. Biliyoruz ki, Hazreti 217 Duruş Peygamber zamanı saadetlerinde hutbeyi kendisi irat ederlerdi. Gerek Peygamber efendimiz ve gerek, Hulefayı Raşidinin hutbelerini okuyacak olursanız görürsünüz ki, gerek peygamberin, gerek Hulefayı Raşidinin söylediği şeyler o günün meseleleridir, o günün askeri, idâri, mâli ve siyasi, içtimai hususatıdır. Ümmeti islâmiye tekessür ve memaliki islâmiye tevessüa başlayınca, Cenabı Peygamberin ve Hulefayı Raşidininin hutbeyi her yerde bizzat kendilerinin irat etmelerine imkân kalmadığın dan halka söylemek istedikleri şeyleri iblağa birtakım zevatı memur etmişlerdir. Bunlar her halde en büyük rüesâ idi. Onlar camii şerifte ve meydanlarda ortaya çıkar, halkı tenvir ve irşat için ne söylemek lazımsa söylerlerdi. Bu tarzın devam edebilmesi için bir şart lâzımdı. O da milletin reisi olan zatın halka doğruyu söylemesi, halkı dinlemesi ve halkı aldatmaması! Halkı ahvali umumiyeden haberdar etmek son derecede haizi ehemmiyettir. Çünkü her şey açık söylendiği zaman halkın dimağı hali faaliyette bulunacak, iyi şeyleri yapacak ve milletin zararına olan şeyleri reddederek şunun veya bunun arkasından gitmeyecektir. Ancak millete ait olan işleri milletten gizli ettiler. Hutbelerin halkın anlayamayacağı bir lisanda olması ye onların da bugünkü icabat ve ihtiyaçlarımıza temas etmemesi, Halife ve Padişah namını taşıyan müstebitlerin arkasından köle gibi gitmeye mecbur etmek içindi. Hutbeden maksat ahalinin tenvir ve irşadıdır, başka şey değildir. Yüz, iki yüz, hatta bin sene evvelki hutbeleri okumak, insanları cehl ve gaflet içinde bırakmak demektir. Hutebanın her halde nâsın kullandığı lisanla görüşmesi elzemdir. Geçen sene Millet Meclisinde irat ettiğim bir nutukta demiştim ki “mimberler halkın dimağları, vicdanları için bir menbaı feyiz, bir menbaı nur olmuştur.” Böyle olabilmek için mimberlerden aksedecek sözlerin bilinmesi ve anlaşılması ve hakayiki fenniye ve ilmiyeye mutabık olması lâzımdır. Hutebayı kiramın ahvali siyasiye, ahvali içtimaiye ve 218 Yard. Doç. Dr. Mustafa Tarakçı medeniyeyi her gün takip etmeleri zaruridir. Bunlar bilinmediği takdirde halka yanlış telkinat verilmiş olur. Binaenaleyh hutbeler tamamen Türkçe ve icabatı zamana muvafık olmalıdır. Ve olacaktır. 7 Şubat 1923 (70) ŞEHİT SANCAKTAR MEHMETÇİK ANITI İstiklal Savaşı’nın son safhasında, Türk ordusu; sıklet merkezi ile Afyon güneyinden başlattığı büyük taarruzda (genel karşı taarruzda), kati neticeyi ve dolayısıyla kesin zaferi 30 Ağustos 1992 günü Dumlupınar’da kazanmıştı. Başkomutan Mareşal Mustafa Kemal, 31 Ağustos 1922 günü, muharebe sahasını gezerken şehitler arasında, düşman topçu mermisinin açtığı çukura gömülmüş bir sancaktar görür. Aziz şehit, toprağın üstünde katılaşmış kolu ile sancağı dimdik tutmaktadır. Bu görüntüden son derece duygulanan başkomutan, savaş sonrasında yapılacak “Şehit Sancaktar Mehmetçik Anıtı” için bunun sembol alınmasını emreder. Anıtın temeli, 1924 yılında bizzat Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal tarafından atılır ve 1927’de törenle açılır. 1964 yılında, 220 sayılı yasa ile öngörüldüğü şekilde Zafertepe’ye yeni zafer abidesinin yapılması sırasında yıkılan bu anıtın mermer parçaları ve sancağı o tarihte müzeye alınmış, daha sonra 1979 yılında, bu anıt tekrardan gerçek yeri olan Berberçam Tepe’de inşa edilmiştir. Anıtın kitabesinde 1924 yılında temeli atılırken, büyük taarruzda Türk ordusunun başkomutanı, o tarihte ise genç Türkiye Cumhuriyeti’nin cumhurbaşkanı olan Gazi Mustafa Kemal tarafından yapılan konuşmadan alınan aşağıdaki bir bölüm yer almıştır. 219 Duruş “Bu anıt, Türk askerinin görev anlayışını, mukaddesatına bağlılığını, göklerde uçuşan şehit ruhlarını, o ruhlarla birlikte gazi arkadaşlarını ve yiğit Türk ulusunu göz önüne getirmektedir. Türk vatanına göz dikenler, Türk’ün 30 ağustos günündeki ateşini, süngüsünü, saldırısını, gücünde ve iradesindeki keskinliği hatırlayacaktır.” Bu anıt; sancaktar olarak seçilen bir Türk askerinin, şehitlik mertebesine yükselirken dahi, ulusunun birliğine kutsal emaneti ve onun onur timsali sancağını korumada gösterdiği aşırı duyarlılığı simgelemekte ve böylece, Mehmetçiğin vatan sevgisini, görev bilincini ve sancağın onun için ne anlam taşıdığını en açık bir şekilde ortaya koymaktadır. ATATÜRK’ÜN ÇANAKKALE’DE ÖLEN YABANCI ASKERLERE DAİR SÖZLERİ Çanakkale Savaşı’nda en çetin ve kanlı muharebelerden biri de şüphesiz Gelibolu yarımadasında Arıburnu’na yapılan çıkarmalar sırasında cereyan etmiştir. Buraya İngiliz ordusu tarafından Anzaklar çıkartılmış ve buradaki çatışmalarda taraflar büyük zayiat vermiştir. 1934 yılında yüce önder Atatürk Gelibolu’daki muharebe bölgesini ziyarete gelen yabancılara hitaben yaptığı konuşmada, aşağıdaki anlamlı ve birleştirici sözleri söylemiştir. “Bu memleketin toprakları üstünde kanlarını döken kahramanlar, Burada dost bir ülkenin toprağındasınız, huzur ve sükûn içinde uyuyunuz. Sizler Mehmetçiklerle yan yana, koyun koyunasınız. 220 Yard. Doç. Dr. Mustafa Tarakçı Uzak diyarlardan evlatlarını harbe gönderen analar, Gözyaşlarınızı dindiriniz, evlatlarınız, bizim bağrımızdadır. Huzur içindedirler ve huzur içinde rahat rahat uyuyacaklardır. Bu toprakta canlarını verdikten sonra artık bizim evlatlarımız olmuşlardır.” Bu yazıt; üç ülkenin -Avustralya, Yeni Zelanda ve Türkiye- aldığı müşterek karara göre, Çanakkale savaşlarında ölen Anzaklar için dikilen abidelere Türkçe ve İngilizce olarak yazılmıştır. KURTULUŞU AVRUPA VE AMERİKA’DA GÖRENLERE İTHAF OLUNUR Artık durumu düzeltmiş olmak için mutlaka Avrupa’dan öğüt almak, bütün işleri Avrupa’nın emellerine göre yürütmek, bütün dersleri Avrupa’dan almak gibi birtakım düşünceler belirdi. Oysa hangi bağımsızlık vardır ki, yabancıların öğütleriyle, yabancıların planlarıyla yükselebilsin? Tarih böyle bir olayı kaydetmemiştir. Türkiye hiçbir milleti taklit etmeyecektir. Türkiye ne Amerikanlaşacak, ne Batılaşacaktır. O sadece özleşecektir. (71) 1930 YILINDA KIRKLARELİ TÜRK OCAĞI’NDAKİ KONUŞMA “... Ocakların siyasi ve milli birer kuruluş olduklarını söylemiştim. Bu doğrudur. Türk Ocakları bir kültür etrafında teşekkül etmiştir. Bu itibarla Türk Ocakları bu ülküsünü gerçekleştirmek için ilim, kültür ve sosyoloji alanında savaşmak zorundadır. 221 Duruş Benim “kültür”den anladığım, bir devleti meydana getiren toplumu, yani milleti düşünün bir millette kaç türlü hayat tasavvur edilebilir? Devlet hayatı, fikir hayatı, ekonomik hayat, yani ticari, zirai hayat değil mi? Her millet devlet hayatında, fikir hayatında bir şeyler yapar. İşte bu üç hayatın toplamına kültür denir. Bizim devlet hayatımızda bilindiği gibi Osmanlı siyaseti, gayri mütecanis unsurlardan ve maddelerden meydana gelmişti. Bunlardan bir harita yapmak mümkün olmadığı için Osmanlı siyaseti yerine yeni bir siyaset çıktı. O siyaset, milli siyaset, Türkçülük siyasetidir. Bu siyaseti ilan edip yaygın hale getirmekle beraber, fikri, içtimai ve ekonomik hayatı da ilerletmek gereklidir. Bu üç şekil hayattaki gelişme dereceleri birleştiği zaman, ortaya o milletin kültürü çıkar. Bazıları kültürle medeniyeti ayıramazlar. Bilindiği üzere, her milletin kendine özgü bir karakteri vardır. Kültür bu özellik ve karakterle ifade edilir. Bence de en ilmi olanı kültür ile medeniyeti bir arada yürütmektir...” ATATÜRK’ÜN SUBAYLARA KONUŞMASI YER: Afyonkarahisar Kolordu Dairesi ZAMAN: 31 TEMMUZ 1920 “Efendiler, Eski silah arkadaşlarımla böyle yakından ve samimi temasta bulunmaktan büyük vicdani zevk hissediyorum. Sizinle oturup uzun hasbıhal etmek isterdim. Fakat çoksunuz. Müsait yer de yoktur. Bu sebeple hissiyatımı birkaç cümle ile mülâhaza etmekle yetineceğim: Arkadaşlar! İngilizler ve yardımcıları milletimizin bağımsızlığını imhaya karar vermişlerdir. Milletler bağımsızlıklarını 222 Yard. Doç. Dr. Mustafa Tarakçı hiç kimsenin lütuf ve atıfetine borçlu değildir. Hiç kimse kimseye, hiçbir millet diğer millete hürriyet ve bağımsızlık vermez. Milletlerde tabiaten ve yaratılıştan mevcut olan bu hak, milletlerce kuvvetle, mücadele ile mahfuz bulundurulur. Kuvveti olmayan, dolayısıyla mücadele edemeyen bir millet, mahkûm ve esir vaziyettedir. Böyle bir milletin bağımsızlığı gasp olunur. Dünyada hayat için, insanca yaşamak için bağımsızlık lazımdır. Bağımsızlık sahibi olmak için kuvvete sahip olmak ve bunun için mevcudiyetini ispat etmek icap eder. Kuvvet ordudur. Ordunun hayat ve saadet kaynağı, bağımsızlığı takdir eden milletin, kuvvetin lüzumuna olan vicdani imanıdır. İngilizler, milletimizi bağımsızlıktan mahrum etmek için, pek tabii olarak evvela onu ordudan mahrum etmek çarelerine giriştiler. Mütareke şartlarının tatbikatı ile silahlarımızı, cephanelerimizi, bütün müdafaa vasıtalarımızı elimizden almaya çalıştılar. Sonra kumandanlarımıza ve subaylarımıza tecavüze ve taarruza başladılar. Askerlik izzetinefsini yok etmeye gayret ettiler. Ordumuzu tamamen lağvederek milleti, bağımsızlığını muhafaza için muhtaç olduğu dayanak noktasından mahrum etmeye teşebbüs ettiler. Bir taraftan da müdafaasız, ordusuz bıraktıklarını zannettikleri milletin de izzetinefsine, her türlü haklarına ve mukaddesatına taarruzla milleti alçaklığa, boyun eğmeye alıştırmak planını takip ettiler ve ediyorlar. Herhalde ordu, düşmanlarımızın birinci taarruz hedefi oldu. Orduyu imha etmek için mutlaka subayı mahvetmek, aşağılamak lazımdır. Buna da teşebbüs ettiler. Bundan sonra milleti koyun sürüsü gibi boğazlamakta engeller ve müşküller kalmaz. Bu hakikat karşısında ve içinde bulunduğumuz vaziyete göre subaylar heyetimize düşen vazifenin mahiyeti, ehemmiyeti ve kıymeti kendiliğinden meydana çıkar. 223 Duruş Milletimiz hür ve bağımsız yaşamak hususuna tam bir iman ile kani olmuş ve buna kati azimle karar vermiştir. Zaman zaman şurada burada üzüntü verici karaktersizliklerin görülmüş olması hiçbir vakit milletimizin genel kanaatine, hakiki imanına sekte vurmamıştır ve vuramayacaktır. Dolayısıyla kuvvetin, ordunun vücudu için lazım olduğunu söylediğim kaynak, ki milletin vicdani imanıdır, mevcuttur. Ordu ise arkadaşlar, ancak subaylar heyeti sayesinde vücut bulur. Malum bir askeri hakikat, felsefi hakikattir: “Ordunun ruhu subaylardadır.” O halde subaylarımız, düşmanlarımız tarafından yıkılmak istenilen ordumuzu tamir edecek ve canlandıracak ve ordu ve milletimizin bağımsızlığını muhafaza edecektir. Millet, bağımsızlığının muhafazasından ibaret olan hayati gayesinin teminini ordudan, ordunun ruhunu teşkil eden subaylardan bekler. İşte subayların yüce olan vazifesi budur. Allah göstermesin milletin bağımsızlığı ihlal edilirse bunun vebali subaylara ait olacaktır. Subaylar, izah ettiğim yüce, mukaddes ve bütün açılardan üzerlerine düşen vazife itibariyle, bütün mevcudiyetleriyle ve bütün dikkat ve felsefeleriyle, giriştiğimiz bağımsızlık mücadelesinde birinci derecede faal ve fedakâr olmak mecburiyetindedirler. Şahsi ve hususi itibariyle de subaylar, fedakârlar sınıfının en önünde bulunmak mecburiyetindedirler. Çünkü düşmanlarımız herkesten önce onları öldürürler. Onları aşağılar ve hor görürler. Hayatında bir an olsa bile subaylık yapmış, subaylık izzetinefsini, şerefini duymuş, ölümü küçümsemiş bir insan, hayatta iken, düşmanın tasarladığı ve reva gördüğü bu muamelelere katlanamaz. Onun yaşamak için bir bahanesi vardır; şerefini korumak! Hâlbuki düşmanlarımızın da kastettiği, o şerefi ayaklar altına almaktır. 224 Yard. Doç. Dr. Mustafa Tarakçı Dolayısıyla subay için “Ya istiklal, ya ölüm” vardır. Fakat arkadaşlar ölmeyeceğiz! Bağımsızlığımızı muhafaza ederek yaşayacağız! Ve milletimizi daima bağımsız görmekle bahtiyar olacağız.” ATATÜRK VE TÜRK DÜNYASI “Bugün günün ağardığını nasıl görüyorsam uzaktan bütün, Doğu Milletlerinin uyanışını da öyle görüyorum. Özgürlük ve bağımsızlığa kavuşacak olan çok kardeş millet vardır. Onların yeniden doğuşu, şüphe yok ki, ilerlemeye ve kalkınmaya doğru olacaktır. Bu milletler bütün güçlüklere ve engellere rağmen başarı kazanacak ve kendilerini bekleyen mutlu geleceğe ulaşacaklardır.” (Atatürk, Türk Birliği Dergisi - Ağustos 1972) “Bugün Sovyetler Birliği dostumuzdur, komşumuzdur, müttefikimizdir. Bu dostluğa ihtiyacımız vardır. Fakat yarın ne olacağını kimse bugünden kestiremez. Tıpkı Osmanlı gibi, tıpkı Avusturya-Macaristan gibi parçalanabilir. Ufalanabilir. Bugün elinde sımsıkı tuttuğu milletler avuçlarından kaçabilirler. Dünya yeni bir dengeye ulaşabilir. İşte o zaman Türkiye ne yapacağını bilmelidir. Bizim bu dostumuzun idaresinde dili bir, inancı bir, özü bir kardeşlerimiz vardır. Onlara sahip çıkmaya hazır olmalıyız. Hazır olmak yalnız o günü susup beklemek değildir. Hazırlanmak lazımdır. Milletler buna nasıl hazırlanırlar? Manevi köprülerini sağlam tutarak. Dil bir köprüdür. Tarih bir köprüdür. Köklerimize inmeli ve olayların böldüğü tarih içinde bütünleşmeliyiz. Onların (Dış Türklerin) bize yaklaşmasını bekleyemeyiz. Bizim onlara yaklaşmamız gerekli. (72) 225 Duruş HÜRRİYET VE İSTİKLAL AŞIĞI “Hürriyet ve istiklal benim karakterimdir” Nisan 1921’de söylediği bu sözle hürriyetin önemini vurgulamıştır. “Ben ulusumun ve büyük ecdadımın en kıymetli soyundan olan istiklal aşkı ile dolu bir adamım. Çocukluğumdan beri ailevi, özel ve resmi hayatımın her safhasına yakından vakıf olanlarca bu aşkım malumdur. Bence bir ulusta şerefin, haysiyetin, namusun ve insanlığın vücut ve beka bulabilmesi mutlaka o ulusun hürriyet ve istiklaline sahip olmasıyla mümkündür. Ben şahsen bu saydığım niteliklere çok önem veririm. Ve bu niteliğin kendimde mevcudiyetini iddia edebilmek için ulusumun da aynı niteliklerle dolu olmasını esas şartlardan bilirim. Ben, yasayabilmek için mutlaka bağımsız bir ulusun evladı kalmalıyım. Bu sebeple ulusal bağımsızlık bence bir hayat meselesidir. Ulus ve ülkenin menfaatleri icap ettiği takdirde, insanlığı teşkil eden uluslardan her biriyle, medeniyetin gereklerinden dostluk ve siyasi münasebetleri büyük bir hassasiyetle takdir ederim. Ancak benim ulusumu, esir etmek isteyen herhangi bir ulusun, bu arzusundan vazgeçinceye kadar, amansız düşmanıyım.” O “Biz Türk’ler bütün tarihimiz boyunca, hürriyet ve istiklale timsal olmuş bir milletiz,” derdi. Atatürk’e göre, dar anlamıyla bağımsızlık, yalnız ulusal bir topluluğun siyasal özgürlüğü anlamındaydı. O bağımsızlığı, özgürlüğü de kapsayan çok geniş bir kavram olarak ele alırdı: “... Tam bağımsızlık denildiği zaman siyasada, maliyede, ekonomide, adalette, askerlikte, kültürde ve bu gibi konularda tam bağımsızlık ve tam özgürlük demektir. Bu saydıklarımızın herhangi birinde bağımsızlıktan yoksunluk, ulus ve ülkenin gerçek anlamıyla bütün bağımsızlığından yoksunluğu demektir.” 226 Yard. Doç. Dr. Mustafa Tarakçı Özgürlüğü, bağımsızlık kavramında var kabul ederdi. Değerini de şöyle açıklamıştı: “Özgürlük olmayan bir ülkede ölüm ve çöküntü vardır. Her ilerlemenin ve her kurtuluşun anası özgürlüktür,” derdi. Bundan amaç yalnız siyasal özgürlük değildi, toplumsal özgürlük de önemliydi. Bundan şu sonucu çıkarmıştı. Batı uygarlığı, özgür düşüncenin ürünü idi. Türk düşüncesi de, özgürlüğüne ve bağımsızlığına kavuşmalıydı. Atatürk’e göre, sınırsız özgürlük olmamalıydı. Olduğu takdirde anarşinin kaynağı olurdu. Özgürlükler, kişilerin ve toplumların yararlanmasına değil, gelişmelerine öncülük ettiği sürece muteberdi. Özgürlüğün ana vasıflarından biri eşitlik olduğuna göre, adaletin ve gerçek demokrasinin de düsturuydu... Demokrasi ve özgürlük, adalet ve eşitliği birbirinden ayrı ayrı düşünmek, bunları birbirinden ayrılabilir kabul etmek çok yanlış bir düşünce tarzıydı. 22 Eylül 1930 gecesi Samsun’da bulunuyordu. Gece kitap okumak istedi. Samsun Gazi Kitaplığından seçilen kitap, Mehmet Enis’in 1924-1925 senelerinde yazdığı Tarihte Güzel Kadınlar isimli eserdi. Eserde Fransız İhtilali’nin kurbanları yer almıştı. Kitabın bazı cümlelerini, mavi, kırmızı kalemle çizdi. Bu çizili bölümler şunlardı: “Hürriyet, kayıtsız şartsız serbest olmak değildir. Onun kayıtları, şartları vardır. Kayıtsız şartsız serbest olmak, ormanlar daki hayvanlara mahsustur...” Devamla: “İlmi esaslara göre ferdin hürriyeti diğerlerinin hürriyetinin hududu ile sınırlıdır. Başkasının hürriyet hakkını tanımayan, kendi hürriyet hakkını da tanıtamaz. Siyasi anlayış sahibi olup hakiki ve zeki inkılapçılar, bu lekeden masundurlar.’ (73) 227 Duruş İZMİR İKTİSAT KONGRESİ’Nİ AÇIŞ NUTKU (ÖZET) Efendiler; Aziz Türkiye’mizin iktisadi yükselmesi vasıtalarını aramak ve bulmak gibi vatani, hayati ve milli bir mukaddes gaye için bugün burada toplanmış olan sizlerin, muhterem halk temsilcilerinin huzurunda bulunmakla çok mesut ve bahtiyarım. Arkadaşlar; Sizler, doğrudan doğruya milletimizi teşkil eden halk sınıflarının içinden ve onlar tarafından seçilmiş olarak geliyorsunuz. Bu itibarla memleketimizin, milletimizin halini, ihtiyacını ve milletimizin elemlerini ve emellerini yakından ve herkesten daha iyi biliyorsunuz. Sizin söyleyeceğiniz sözler, alınması lüzumunu beyan edeceğiniz tedbirler, doğrudan doğruya halkın lisanından söylenmiş kabul olunur. Bu, en büyük isabetlere sahiptir. Zira halkın sesi, hakkın sesidir. Efendiler; Tarihimizi dolduran bunca muvaffakiyetler, zaferler veyahut mağlubiyetler, yok oluşlar ve felaketler, bunların tamamı, vukua geldikleri devirlerdeki iktisadi ahvalimizle münasebettar ve alakadardır. Yeni Türkiye’mizi layık olduğu mertebeye ulaştırabilmek için, mutlaka iktisadiyatımıza birinci derecede ehemmiyet vermek mecburiyetindeyiz. Çünkü zamanımız tamamen bir iktisat devresinden başka bir şey değildir. Arkadaşlar; Osmanlı devleti hakikatte ve fiilen bağımsızlıktan mahrum bir hale getirilmişti. Hakikaten bir devlet ki, kendi tebaası228 Yard. Doç. Dr. Mustafa Tarakçı na koyduğu vergiyi yabancılara koyamaz; gümrük muamelelerini, vergilerini memleketin ve milletin ihtiyaçlarına göre tanzim etmekten yasaklıdır ve bir devlet ki fazla olarak yabancılar üzerinde yargı hakkını tatbikten mahrumdur, böyle bir devlete bittabi bağımsız denilemez. Osmanlı ülkesi yabancıların serbest bir sömürgesinden başka bir şey değildi ve Osmanlı halkı içindeki Türk milleti de tamamen esir bir vaziyete getirilmişti. Efendiler; Milletimiz kati ve hakiki kurtuluşa mazhar olabilmek için, iki umdeye dayanmanın farz ve şart olduğunu büyük ve bariz kanaatlerle anladı. O umdelerden birincisi Misakı Milli’nin ifade ettiği mana ruhudur. İkincisi, Teşkilat-ı Esasiye Kanunumuzun tespit ettiği değiştirilemez hakikatlerdir. Biliyorsunuz ki, Misak-ı Milli, milletin tam bağımsızlığını temin eden ve bunu temin edebilmek için iktisadiyatında gelişmesine mani olan bütün sebepleri bir daha ve katiyen dönmemek üzere lağveden bir düsturdur. Teşkilat-ı Esasiye Kanunu da Osmanlı İmparatorluğu’nun, Osmanlı devletinin öldüğünü idrak ve ifade eden ve onun yerine yeni Türkiye devletinin geçtiğini ilan eden bir kanundur. Efendiler; Türkiye Büyük Millet Meclisi ve bunun hükümetinin milletten aldığı yön, tam bağımsızlık ve kayıtsız şartsız milli hâkimiyet umdelerine dayanarak memleketi mamur etmek ve milleti zengin, müreffeh ve mesut etmekten ibarettir. Siyasi ve askeri muzafferiyetler ne kadar büyük olursa olsunlar, iktisadi zaferle taçlandırılamazlarsa, husule gelen zaferler payidar olamaz, az zamanda söner. Bu itibarla en kuvvetli ve parlak zaferimizin dahi temin edebildiği ve daha edebileceği faydalı semereleri tespit için iktisadiyatımızın, iktisa229 Duruş di hâkimiyetimizin temini ve sağlamlaştırılması ve genişletilmesi lazımdır. Bu vatan evlat ve torunlarımız için cennet yapılmaya layıktır. Memleketimiz ziraat memleketidir. Bu itibarla, halkımızın ekseriyeti çiftçidir, çobandır. Binaenaleyh en büyük kuvveti, kudreti bu sahada gösterebiliriz ve bu sahada mühim müsabaka meydanlarına atılabiliriz. Fakat aynı zamanda sanatımızı da artırmak ve genişletmek mecburiyetindeyiz. Eğer sanat hususunu yine görmezden gelirsek, o halde sanayi eserlerinde yine haricin haraç vereni oluruz. Mahsullerin ve mamullerin mübadeleleri ve servete dönüştürülmesi için, ticarete ihtiyacımız vardır. Ticaretimizin yabancılar elinde kalması, memleketimizin servetinden lüzumu kadar istifade edememeye sebep olur. Arkadaşlar; Bence yeni devletimizin, yeni hükümetimizin bütün esasları, bütün programları iktisat programından çıkmalıdır. Çünkü demin dediğim gibi her şey bunun içinde mündemiçtir. Binaenaleyh evlatlarımızı o suretle talim ve terbiye etmeliyiz, onlara bu suretle ilim ve irfan vermeliyiz ki, ticaret, ziraat ve sanat âleminde ve bütün bunların faaliyet sahalarında verimli olsunlar, tesirli olsunlar, faal olsunlar, ameli bir uzuv olsunlar. Binaenaleyh maarif programımız gerek ilk tahsilde, gerek orta tahsilde verilecek bütün şeyler, bu görüşe göre olmalıdır. Maarif programlarımız gibi devlet şubeleri için tasavvur olunacak programlar dahi, iktisat programına dayanmaktan kendini kurtaramazlar. Esaslı bir program tespit etmek ve bu program üzerinde bütün milleti hemahenk olarak çalıştırmak lazımdır. (74) 230 Yard. Doç. Dr. Mustafa Tarakçı ONUNCU YIL NUTKU Türk Milleti! Kurtuluş Savaşı’na başladığımızın on beşinci yılındayız. Bugün Cumhuriyetimizin onuncu yılını doldurduğu en büyük bayramdır. Kutlu olsun! Şu anda, büyük Türk milletinin bir ferdi olarak, bu kutlu güne kavuşmanın en derin sevinci ve heyecanı içindeyim. Yurttaşlarım! Az zamanda çok ve büyük işler yaptık. Bu işlerin en büyüğü, temeli Türk kahramanlığı ve yüksek Türk kültürü olan Türkiye Cumhuriyeti’dir. Bundaki muvaffakiyeti, Türk milletinin ve onun değerli ordusunun bir ve beraber olarak, azimkârane yürümesine borçluyuz. Fakat yaptıklarımızı asla kâfi göremeyiz; çünkü daha çok ve daha büyük işler yapmak mecburiyetinde ve azmindeyiz. Yurdumuzu, dünyanın en mamur ve en medeni memleketleri seviyesine çıkaracağız. Milletimizi, en geniş, refah, vasıta ve kaynaklarına sahip kılacağız. Milli kültürümüzü, muasır medeniyet seviyesinin üstüne çıkaracağız. Bunun için, bizce zaman ölçüsü, geçmiş asırların gevşetici zihniyetine göre değil, asrımızın sürat ve hareket mefhumuna göre düşünülmelidir. Geçen zamana nispetle daha çok çalışacağız, daha az zamanda daha büyük işler başaracağız. Bunda da muvaffak olacağımıza şüphem yoktur. Çünkü Türk milletinin karakteri yüksektir. Türk milleti çalışkandır. Türk milleti zekidir. Çünkü Türk milleti milli birlik ve beraberlikle güçlükleri yenmesini bilmiştir. Ve çünkü Türk mil- 231 Duruş letinin, yürümekte olduğu terakki ve medeniyet yolunda, elinde ve kafasında tuttuğu meşale, müspet ilimdir. Şunu da ehemmiyetle tebarüz ettirmeliyim ki, yüksek bir insan cemiyeti olan Türk milletinin tarihi bir vasfı da, güzel sanatları sevmek ve onda yükselmektir. Bunun içindir ki, milletimizin yüksek karakterini, yorulmaz çalışkanlığını, fıtri zekâsını, ilme bağlılığını, güzel sanatlara sevgisini ve milli birlik duygusunu mütemadiyen ve her türlü vasıta ve tedbirlerle besleyerek inkişaf ettirmek milli ülkümüzdür. Türk milletine çok yaraşan bu ülkü, onu, bütün beşeriyette, hakiki huzurun temini yolunda, kendine düşen medeni vazifeyi yapmakta muvaffak kılacaktır. Büyük Türk milleti! On beş yıldan beri, giriştiğimiz işlerde muvaffakiyet vadeden çok sözlerimi işittin. Bahtiyarım ki, bu sözlerimin hiçbirinde milletimin hakkımdaki itimadını sarsacak bir isabetsizliğe uğramadım. Bugün, aynı iman ve katiyetle söylüyorum ki, milli ülküye, tam bir bütünlükle yürümekte olan Türk milletinin büyük millet olduğunu, bütün medeni âlem az zamanda bir kere daha tanıyacaktır. Asla şüphem yoktur ki, Türklüğün unutulmuş büyük medeni vasfı ve büyük medeni kabiliyeti, bundan sonraki inkişafı ile, atinin yüksek medeniyet ufkundan yeni bir güneş gibi doğacaktır. Türk milleti! Ebediyete akıp giden her on senede, bu büyük millet bayramını daha büyük şereflerle, saadetlerle, huzur ve refah içinde kutlamanı gönülden dilerim. Ne mutlu Türküm diyene! Ankara, 29 Ekim 1933 232 Yard. Doç. Dr. Mustafa Tarakçı ATATÜRK’ÜN GENÇLİĞE HİTABESİ Ey Türk Gençliği! Birinci vazifen, Türk istiklâlini, Türk Cumhuriyetini, ilelebet, muhafaza ve müdafaa etmektir. Mevcudiyetinin ve istikbalinin yegâne temeli budur. Bu temel, senin, en kıymetli hazinendir. İstikbalde dahi, seni bu hazineden mahrum etmek isteyecek, dâhili ve harici bedhahların olacaktır. Bir gün, İstiklâl ve Cumhuriyeti müdafaa mecburiyetine düşersen, vazifeye atılmak için, içinde bulunacağın vaziyetin imkân ve şerâitini düşünmeyeceksin! Bu imkân ve şerâit, çok nâmüsait bir mahiyette tezahür edebilir. İstiklâl ve Cumhuriyetine kastedecek düşmanlar, bütün dünyada emsali görülmemiş bir galibiyetin mümessili olabilirler. Cebren ve hile ile aziz vatanın, bütün kaleleri zapt edilmiş, bütün tersanelerine girilmiş, bütün orduları dağıtılmış ve memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmiş olabilir. Bütün bu şerâitten daha elim ve daha vahim olmak üzere, memleketin dâhilinde, iktidara sahip olanlar gaflet ve dalâlet ve hatta hıyanet içinde bulunabilirler. Hatta bu iktidar sahipleri şahsi menfaatlerini, müstevlilerin siyasi emelleriyle tevhit edebilirler. Millet, fakr ü zaruret içinde harap ve bitap düşmüş olabilir. Ey Türk istikbalinin evlâdı! İşte, bu ahval ve şerait içinde dahi, vazifen; Türk İstiklâl ve Cumhuriyetini kurtarmaktır! Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda mevcuttur! BENİ HATIRLAYINIZ! 1933 yılı Ekim ortalarında: “Onuncu yıldönümünde ne söyleyeceğiz? Düşünüp bir şeyler hazırlayalım” biçiminde bir emir vermişlerdi. 233 Duruş Çok defa emirlerinin sınırı genişti. Yani bunu alan, çalışma ve yeteneğine göre onu, emirleri sınırından çıkmadan değişik ölçüde yapabilirdi ve o işteki en büyük verimini vermesi mümkün olurdu. Örneğin yukarıdaki emre göre baştan aşağı bir söylev taslağı hazırlanacağı gibi, söz konusu edilebilecek notların saptanması veyahut onların düşünülmesiyle de yetinilebilirdi. Fakat herhalde Atatürk, en aşağı karşısındakine: “Bundan böyle zihnin özellikle bununla meşgul olsun!” demiş bulunuyordu. Bu emri alışımın ikinci günü, alışmış olduğum gibi, yaverlikten Atatürk’ün uyandığı haberi verilince odasına gitmişim. Beni görünce: “Bu gece çalıştım ve nutku yazdım” dedi. Bazen pek geç de olsa konuklarını uğurladıktan sonra oturup çalışırdı. Ondan sonra gerek kendi düşünceleri, gerek kendi mütalaaları üzerine nutuk bazı değişiklikler görmüştür. Okuyucularımın ilgisini dört satır üzerine çekmek isterim: “Bu söylediklerim gerçek olduğu gün senden ve bütün uygar insanlıktan dilediğim şudur: Beni hatırlayınız!” Bu sözler bana çok hazin gelmişti, adeta bir ayrılış duygusu veriyordu. Bütün milletin o güne onunla beraber erişmeyi dilediğini ve düşündüğünü söyleyip bu cümlenin kaldırılmasını rica ettim. Cümlenin sonuna görülen işareti koydu, sonra taslağı gören hemen herkes aynı şeyi tekrarlayınca cümleyi çizdi. Prof.Dr. Hikmet Bayur ATATÜRK’ÜN SON MECLİS KONUŞMASI (1 KASIM 1937) Beşinci devrenin üçüncü yılını açıyorum. Her şeyden önce, sevgili meclis arkadaşlarımla, yeni çalışma yılı başlangıcında, karşı karşıya bulunmaktan duyduğum derin 234 Yard. Doç. Dr. Mustafa Tarakçı sevinç ve mutluluğu ifade etmeliyim. Sizi, yüksek saygı ile selamlar ve bu çalışma yılınızın da, millet ve memleket için verimli başarılarla dolu olmasını dilerim. Sayın Millet Vekilleri, Memnuniyete görmekteyiz ki Cumhuriyet rejimi, yurdumuzda huzur ve sükunun en iyi yerleşmesini sağlamış bulunuyor. Vatandaşlar ve bu yurtta oturanlar, Cumhuriyet kanunlarının eşit şartları altında kendileri için hazırlanan hürriyet, refah ve mutluluk imkânlarından en üst derecede istifade etmektedirler. Milletimizin lâyık olduğu yüksek medeniyet ve refah seviyesine ulaşmasını engelleyecek hiçbir engel düşünmeye yer bırakılmadığını ve bırakılmayacağını huzurunuzda söylemekle bahtiyarım. Tunceli’ndeki faaliyetlerimizin sonuçlan, bu gerçeğin yakın ifadesidir. İleri hükümetçiliğin belirgin özelliği, halkı, kudretine olduğu kadar şefkatine de samimiyetle inandırabilmesidir. Büyük, küçük bütün Cumhuriyet memurlarında bu anlayışın, en geniş ölçüde gelişmesine önem vermek, çok yerinde olur. Özel idarelerin geçen yılki faaliyetleri verimli olmuştur. Ancak, özel idareler ve belediyeler, büyük kalkınma savaşımızda başarı sonucunu artıracak vazifeler almalı ve özellikle hayatın ucuzlatılmasını sağlayacak, yerine göre tedbirler bulmalı ve yetkilerini tam kullanmalıdırlar. Şehircilik işlerinde de, teknik ve plânlı esaslar dahilinde çalışmak lazımdır. Bunun için belediyelerimizi yasal bir şekilde aydınlatmak, kılavuzlamak işiyle uğraşacak, merkezde, teknik bir büro kurulmasını tavsiye ederim. Kendine inkılâbın ve inkılâpçılığın çeşitli ve hayati vazifeler verdiği Türk vatandaşının sağlığı ve sağlamlığı, her zaman, üzerinde dikkatle durulacak milli meselemizdir. 235 Duruş Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığının bu mesele üzerindeki sistemli çalışmaları, yüksek meclisi memnun edecek şekilde gelişmektedir. Aynı bakanlık, kendine verdiğimiz göçmen işlerini de sosyal ve ekonomik politikamıza uygun olarak başarı ile yürütmektedir. Bakanlığın, “Sağlam ve gürbüz nesil, Türkiye’nin mayasıdır.” prensibini, çok iyi kavrayarak çalışmakta olduğunu takdire değer bulurum. Yüce Milletvekilleri, Bilindiği gibi, biz yurt güvenliği içinde kişilerin güvenliğini de, lâyık olduğu derecede göz önünde tutarız. Bu güvenlik, Türk Cumhuriyeti kanunlarının, Türk hâkimlerinin güvencesi altında, en ileri şekilde mevcuttur. Kanunlarımızda yaptığımız bazı değişiklikler ve kabul buyurduğunuz Suçüstü Kanunu, bu amaca kuvvetle hizmet etmiştir. Adli bünyemizin ve kanunlarımızın, daima bu yönde yapılacak incelemelerle Türkiye’nin dinamik hayatına, hiç şaşmadan, uygunlukları sağlanmalıdır. Bu lüzum karşısında, kara ve deniz ticaret kanunlarımızın ekonomik bünyemizdeki gelişmelere daha uygun hale getirilmesinde, zaman geçirilmemesi yerinde olur. Bir de, şu nokta üzerinde durmama, izin vermenizi rica edeceğim. Güvenlik ve hak işleriyle ilgili usullerde ve kanunlarda, kolaylık, çabukluk, açıklık ve kesinlik esas olmalıdır. Bu sebeple, vatandaşların icra daireleriyle olan ilişkilerini kolaylaştırmak maksadıyla yapılan etütlerin, bir an önce kanun haline getirilmesini tavsiyeye layık bulurum. Bu işaret ve tavsiyelerimin, iyi karşılanacağına şüphe etmem; çünkü her sahada olduğu gibi, adli usuller ve kanunlar sahasında da, Türk Cumhuriyetinin ve onun yüksek, değerli Meclisinin anlayışı, ileri anlayıştır. Şimdi arkadaşlar, ekonomi hayatımızı gözden geçireceğim. Derhal bildirmeliyim ki, ben, ekonomik hayat denince; tarım, ti236 Yard. Doç. Dr. Mustafa Tarakçı caret, sanayi faaliyetlerini ve bütün bayındırlık işlerini, birbirinden ayrı düşünülmesi doğru olmayan bir bütün sayarım. Bu arada şunu da hatırlatmalıyım ki bir millete bağımsız hüviyet ve kıymet veren siyasi varlık makinasında, devlet, fikir ve ekonomi hayat mekanizmaları, birbirlerine bağlı ve birbirine bağımlıdırlar; o kadar ki, bu cihazlar birbirine uyarak aynı tempoda çalıştırılmazsa, hükümet makinasının çekici gücü boşa harcanmış olur, ondan beklenen tam verim elde edilemez. Onun içindir ki, bir milletin kültür seviyesi üç sahada; devlet, fikir ve ekonomi sahalarındaki faaliyet ve başarıları sonuçlarının toplamı ile ölçülür. Sayın Milletvekilleri, Milli ekonominin temeli tarımdır. Bunun içindir ki, tarımda kalkınmaya büyük önem vermekteyiz. Köylere kadar yayılacak programlı ve pratik çalışmalar, bu amaca ulaşmayı kolaylaştıracaktır. Fakat, bu çok önemli işi, isabetle amacına ulaştırabilmek için ilk önce, ciddi etütlere dayalı bir tarım politikası tespit etmek ve onun için de, her köylünün ve bütün vatandaşların kolayca kavrayabileceği ve severek tatbik edebileceği bir tarım rejimi kurmak lazımdır. Bu politika ve rejimde, yer alabilecek başlıca önemli noktalar şunlar olabilir: Bir defa, memlekette topraksız çiftçi bırakılmamalıdır. Bundan daha önemli olanı ise, bir çiftçi ailesini geçindirebilen toprağın, hiçbir sebep ve şekilde, bölünemez bir durum alması(dır). Büyük çiftçi ve çiftlik sahiplerinin işletebilecekleri arazi genişliği, arazinin bulunduğu memleket bölgelerinin, nüfus yoğunluğuna ve toprağın verim derecesine göre sınırlandırılması lazımdır. Küçük, büyük bütün çiftçilerin iş araç ve makinelerini artırmak, yenileştirmek ve korumak tedbirleri, vakit geçirilmeden alınmalıdır. En azından, en küçük bir çiftçi ailesi, bir çift hayvan 237 Duruş sahibi yapılmalıdır; bunda, ideal olan öküz değil, beygir olmalıdır. Öküz, ancak bazı şartların henüz güç sağlanabileceği bölgelerde hoş görülebilir. Köylüler için, genellikle pulluğu pratik ve faydalı bulurum. Traktörler, büyük çiftçilere tavsiye edilebilir. Köyde ve yakın köylerde, ortak harman makinaları kullandırma, köylülerin ayrılamayacağı bir alışkanlık haline getirilmelidir. Memleketi; iklim, su ve toprak verimi bakımından, tarım bölgelerine ayırmak gerekir. Bu bölgelerin her birinde, köylülerin, gözleriyle görebilecekleri çalışmaları için örnek tutacakları verimli, modern, pratik tarım merkezlerinin kurulması gerektir. Bugün, devlet idaresinde bulunan çiftliklerin ve bunların içindeki türlü tarım - sanayi kurumlarının bir kısmı; tarımsal hayat ve faaliyetinin bütün alanlarında her türlü teknik ve modern tecrübelerini tamamlamış olarak bulundukları bölgelerde en faydalı tarım usul ve sanatlarını yaymaya hazır bulunmaktadırlar. Bu, bakanlık için, büyük kolaylıklar sağlayacaktır. Ancak, gerek mevcut olan ve gerekse bütün memleket tarım bölgeleri için yeniden kurulacak tarım merkezlerinin, kesintiye uğramadan tam verimli faaliyetlerini; şimdiye kadar olduğu gibi, devlet büt çesine ağırlık vermeksizin kendi gelirleriyle kendi varlıklarının idaresini ve gelişmesini sağlayabilmeleri için, bütün bu kurumlar birleştirilerek geniş bir işletme kurumu teşkil edilmelidir. Bir de, başta buğday olmak üzere, bütün gıda ihtiyaçlarımızla sanayimizin dayandığı çeşitli ham maddeleri sağlama ve dış ticaretimizin esasını oluşturan çeşitli ürünlerimizin ayrı ayrı her birinin, miktarını artırmak, kalitesini yükseltmek, üretim masraflarını azaltmak, hastalık ve düşmanları (böcekler) ile uğraşmak için gereken teknik ve yasal her önlem, zaman geçirilmeden alınmalıdır. Orman servetimizin korunması lüzumuna ayrıca işaret etmek isterim. Ancak, bunda önemli olan, koruma esaslarını; memleketin türlü ağaç ihtiyaçlarını devamlı olarak karşılaması gereken 238 Yard. Doç. Dr. Mustafa Tarakçı ormanlarımızı dengeli ve teknik bir şekilde işleterek yararlanmak prensibine uygun bir şekilde bağdaştırmak zorunluluğu vardır. Buna, Büyük Meclis’in, lâyık olduğu önemi vereceğine şüphe yoktur. Sayın Milletvekilleri, Dış ticarette takip ettiğimiz ana prensip, ticaret dengemizin aktif karakterini korumaktır. Çünkü, Türkiye ödemeler dengesinin en önemli esasını, bu oluşturur. Son yılların rakamları ve geçirdiğimiz senenin bugüne kadar gösterdiği seyir ve yön, takip ettiğimiz prensibin elde edilmiş, olumlu sonuçlarını göstermektedir. Kontenjan usulü, belirli anlaşma şartlarımızı kabul etmiş memleketler için büsbütün kaldırılmıştır. Bu memleketlerden piyasanın kayıtsız şartsız ithalat yapabilmesi sağlanmıştır. Dış ticaret politikamızın özelliği şudur; iç ve dış durum gereklerini daima karşılamak suretiyle gelişmelere uyum sağlamak. İç ticarete gelince bunda, en önde gördüğümüz esas, teşkilatlandırma ve belirli tipler üzerinde işleme ve akılcı çalışmadır. Kesin zorunluluk olmadıkça, piyasalara karışılamaz; bununla beraber, hiçbir piyasa da başıboş değildir. Sırası gelmişken Cumhuriyetin tüccar anlayışını da kısaca ifade edeyim: Tüccar, milletin emeğini ve üretiminin kıymetlendirilmesi için, eline ve zekâsına güvenilen ve bu güvene layık olduğunu göstermesi gereken kişidir. Bu bakımdan, ihracatçılar hakkındaki kanun, denetleme hakkındaki kanun, teşkilatlandırma hakkındaki hükümler, olumlu sonuçlarını vermektedir. İhracat mallarımızın, hükümetin yakın kontrolü altında, satışlarının teşkilatlandırılması önemlidir. Bunu göz önünde tutan Ekonomi Bakanlığı, geçen yıl içinde, Iğdır’da, Ege ve Trakya bölgelerinde türlü konulara ait satış kooperatifleri kurmuş ve on239 Duruş ları faaliyete geçirmiştir, önümüzdeki yıl içinde, başta fındık olmak üzere, diğer belli başlı ürünlerimizi de ilgilendiren birlikleri meydana getirmelidir. Sayın Arkadaşlar, Sanayileşmek, en büyük milli davalarımız arasında yer almaktadır. Çalışması ve yaşaması için ekonomik elemanları memleketimizde mevcut olan büyük, küçük her çeşit sanayii kuracağız ve işleteceğiz. En başta vatan savunması olmak üzere, ürünlerimizi değerlendirmek ve en kısa yoldan en ileri ve refahlı Türkiye idealine ulaşabilmek için, bu bir zorunluluktur. Bu kanaatle, beş yıllık bir sanayi planının geri kalan ve bütün hazırlıkları bitirilmiş olan birkaç fabrikasını da, süratle başarmak ve yeni plan için hazırlanmak gerekir. Sanayileşme karar ve hareketimize paralel olarak bu günkü mevzuatımızda düşünülecek değişiklikler ve ilave edilecek bazı yeni hükümler vardır. Bunların başlıcalarını şöyle özetleyebiliriz: Sermayesinin tamamı veya büyük kısmı devlete ait ticari sanayi kurumların mali kontrol şeklini; bu kurumların bünyelerine ve kendilerinden istediğimiz ve isteyeceğimiz ticari usul ve zihniyetle çalışma gereklerine süratle uymalarını sağlamak... Bu gibi kurumların bugünkü usullerle çalışabilmelerine ve gelişmelerine imkân yoktur. Mevcut Gümrük Tarifeleri Kanununda da, bugünkü politika ve eğilimimize uygun tedbirleri almak lazımdır. Diğer önemli nokta, daha önce de işaret ettiğim gibi, memlekette, özellikle bazı bölgelerde, göze çarpacak derecede önem kazanan hayat pahalılığı konusu ile uğraşmak... Bunun için ilmi bir araştırma yaptırılmalı ve tespit edilerek sebepleriyle birlikte (köklü) ve planlı şekilde mücadele edilmelidir. Küçük esnafa ve büyük sanayicilere muhtaç oldukları kredileri kolay ve ucuz olarak verecek bir kuruluş meydana getirmek 240 Yard. Doç. Dr. Mustafa Tarakçı ve kredinin, normal şartlar altında, ucuzlatılmasına çalışmak da çok lazımdır. Türkiye’de devlet madenciliği milli kalkınma hareketleriyle yakından ilgili önemli konulardan biridir. Genel sanayileşme düşüncemizden başka, maden arama ve işletme işine, her şeyden önce, dış ödeme vasıtalarımızı, döviz gelirimizi artırabilmek için, devam etmeye ve özel bir önem vermeye mecburuz. Maden Tetkik ve Arama Dairesinin çalışmalarının azami geliştirmesini ve bulunacak madenlerin, verimlilik hesaplarının yapıldıktan sonra, planlı şekilde hemen işletmeye konulmasını sağlamamız lazımdır. Elde bulunan madenlerin en önemlileri için, üç yıllık bir plan yapılmalıdır. Ereğli Şirketini satın aldığımızı ve Ereğli kömür havzasında akılcı bir üretim planının, günün meselesi olduğunu biliyorsunuz. Bunun tamamlanması çabuklaştırılarak, kömür üretimimiz kısa bir zamanda, en az bir misli artırılmalıdır. Diğer taraftan, Maden Tetkik ve Arama Dairesi’nin, Divriği sahasında bulduğu ve cevher oranı itibariyle önemli olan demir madeni süratle işletmeye açılmalı ve Karabük demir çelik sanayimizin ihtiyaç planı dışındaki kısmının ihracatına başlanılmalıdır. Liman işlerinde modern ve planlı çalışma ve tarifelerdeki indirimin uyandırdığı memnuniyetin verimli neticeleri, ticarette dikkati çekmiştir. Bu yolda devam edilmesi isabetli olacaktır. Ekonomik bünyemizdeki gelişme, deniz ulaşım aracı ihtiyaçlarını her gün artırmaktadır. Yeni sipariş edilen gemilerden bir kısmı, önümüzdeki ilkbaharda gelmiş bulunacaktır. Fakat bunlar, bugünden görülmekte olan ihtiyaç hacmine cevap verecek sayıda ve oranda değildir. 241 Duruş Yeni gemiler inşa ettirmek ve özellikle eski tersaneyi, ticaret filomuz için, hem tamir, hem yeni inşaat merkezi olarak faaliyete geçirecek imkânları hazırlamak lazımdır. Şu günlerde, yüksek meclise su ürünleri ve Deniz Bank hakkında bir tasarı gelecektir. Konunun yüksek ilginizi çekeceğinden şüphe etmiyorum. Arkadaşlar! En güzel coğrafi durumda ve üç tarafı denizle çevrili olan Türkiye; sanayisi, ticareti ve sporu ile, en ileri denizci millet yetiştirmek kabiliyetindedir. Bu kabiliyetten yararlanmayı bilmeliyiz; denizciliği, Türk’ün büyük milli ideali olarak düşünmeli ve onu az zamanda başarmalıyız. Ekonomik kalkınma; Türkiye’nin, hür, bağımsız, daima daha kuvvetli, daima daha refahlı Türkiye idealinin, bel kemiğidir. Türkiye bu kalkınmada, iki büyük kuvvet serisine dayanmaktadır: Toprağının iklimleri, zenginlikleri ve başlı başına bir servet olan coğrafi durumu ve bir de, Türk milletinin, silah kadar, makina da tutmaya yaraşan kudretli eli ve milli olduğuna inandığı işlerde ve zamanlarda, tarihin akışını değiştiren yiğitlikle beliren yüksek sosyal benlik duygusu... Sayın Milletvekilleri; Demiryolları bir ülkeyi medeniyet ve refah nurlarıyla aydınlatan kutsal bir meşaledir. Cumhuriyetin ilk yıllarından beri, dikkatle, ısrarla üzerinde durduğumuz demiryolları inşaat politikası, hedeflerine ulaşmak için, durmadan başarı ile uygulanmaktadır. Doğu ve güneyde, Sivas, Diyarbakır gibi, büyük merkezlere ulaşan hatlar, geçen yıl içinde, Sivas-Malatya hattı ile birbirine bağlanmıştır. Zonguldak’a varmış olan hat bile, bu zengin kömür havzasını, iç vatana (İç Anadolu’ya) bağlamış bulunuyor. 242 Yard. Doç. Dr. Mustafa Tarakçı Sivas’tan sonra, doğuya doğru uzayıp gitmekte olan hat da, ilk durağı Divrik’e varmıştır. Bu kol önümüzdeki yıl, Erzincan’a ulaşmış olacaktır. Diyarbakır’dan doğuya uzanacak hattın da döşenmesine başlanmıştır. Doğu demiryollarının satın alınmış olduğunu bilirsiniz. Güneyde Nusaybin’e giden hattan başka, yurt içinde bütün demiryollarının idare ve işletilmeleri, Cumhuriyet hükümetinin elindedir. Demiryolu inşaatımızın gelişmesi, İran transit yolunun gelişmesine ve motorize edilmesine de hizmet etmiştir. İstanbul’dan itibaren başlayan Avrupa turist yolunun asfalt olarak inşaasına devam edilmektedir. Bu tür inşaatın bir plan dâhilinde, memleketin diğer bölgelerine de yaygınlaştırılması beklediğimiz milli başarılardandır. Şose ve köprülerin inşaatı gelişmektedir. Demiryolu inşa politikamızın uygulandığı yıllar içinde 78 köprü geçişe açılmış bulunuyor. 23 köprü de inşa halindedir. Bu köprülerin her biri başlı başına birer fen (teknolojik) ve sanat eseri olarak, yeni nesillere, cumhuriyetin armağan ettiği abideler olacaktır. Demiryolu hatlarımızı iç bölgelere bağlayacak ve bu hatların bir an önce milli ekonomik kalkınmaya azami hizmetini sağlayacak olan kara yolu inşaatının, önümüzdeki devrelerde yoğunlaştırılması ve bir plan dâhilinde yaygınlaştırılması lazımdır. Her bölgenin ihtiyacına göre, istasyonlarda yardımcı tesislerin de yapılması ve çeşitli malların gereği gibi gönderilmesini sağlayacak teknik şartlara uygun vagon mevcudunu arttırmak zorunludur. Bunda da büyük yardımların esirgenmemesini dilerim. Su ve bayındırlık işlerine dikkatle devam edilmektedir. Posta-Telgraf-Telefon işlerimizde esaslı bir gelişme vardır. Bununla beraber, şehirlerarası telefon muhabereleri işinin bir an önce tamamlanmasına çalışılmalıdır. 243 Duruş Ankara’da yeni bir radyo istasyonunun inşasına başlanmış olduğunu, memnuniyetle kaydederim. Sivil Hava Yolları İdaresi, devlet teşkilatı arasında, modern bir idare halinde yer almıştır. Bütün teknik şartlar ve emniyet gerekleri içinde çalışmakta olan bu idarenin, büyük şehirlerimizin hepsi arasında, en modern ulaşım yolu rolünü bir an önce üstlenmesi ve uluslararası hatlarla da, kendi vasıtalarıyla, ulaşım sağlaması imkânı, kısa zamanda gerçekleştirilmesini beklediğimiz önemli işlerdendir. Arkadaşlar, Bütün devlet organlarının canlı ve sağlıklı işlemesi bakımından büyük dikkatle üzerinde durulması gerekli olan mali hayatımıza temas ediyorum. Cumhuriyet bütçelerinin belirgin olan ve daima kuvvetlenmesi gereken ortak özellikleri, yalnız denk oluşları değil aynı zamanda, koruyucu, kurucu ve üretken işlere, her defasında daha fazla pay ayırmakta olmalarıdır. Bu politikamızın, milli faaliyet üzerinde derhal yaratmaya başladığı etki iledir ki, bütçe yalnız tahmin edilen rakamları gerçekleştirmekle kalmamış, daima fazlası ile de kapanmaya başlamıştır. 1936 yılı bütçesi, tahmine ve 1935 yılında gerçekleşen gelirlere göre, 22 milyon fazla ile kapanmıştı. 1937 bütçesinin de, bugüne kadar gösterdiği durum, aynı ümidi, fazlasıyla verecek niteliktedir. Bu sonuç, memleket ekonomisinin geliştiğini, halkın refaha ulaşmakta olduğunu ifade ettiği gibi, aynı zamanda, halk için çalışan bir hükümetin halkın yararına olarak aldığı tedbirlerdeki isabeti de doğrulamaktadır. Samimi bir bütçeye ve gerçek bir ödeme dengesine dayanan paramızın, fiili istikrar durumunu kesin olarak koruyacağız. 244 Yard. Doç. Dr. Mustafa Tarakçı Her çeşit mali yükümlülüklerimizi, günü gününe yerine getirmek suretiyle, devlet itibarını, mali sermaye ve senetleri koruma ve sağlamlaştırma hususunda bütün tedbirleri almak ve bu konuda dikkatli bulunmak prensibimizdir. Devlet gelirlerinin arttırılmasını, yeni vergiler konulmasından çok, devamlı bir programla mevcut vergilerin takdir ve toplanma usullerinin iyileştirilmesinde aramak lazımdır. Son iki yıl içinde hayvan, tuz, şeker, çimento, petrol ve benzin, elektrik, hammadde resim ve vergilerinde yapılan ve her biri % 30-50 nispetinde bir vergi indirimini ifade eden hafifletmelerin üretimin teşviki bakımından, vatandaş ve memleket için olumlu ve hayırlı sonuçlar verdiğini görmekteyiz. Hayvan vergisi ve Buhran ve Denge vergileri üzerinde incelemeler yapılarak bütçe denkliği (denk bütçe) esasını bozmayacak şekilde kademeli olarak vergi indirimi çareleri düşünmelidir. Bundan başka, memleketimizde yetişmeyen hammaddeler ve üretim maliyetine tesir ederek dış ülkelerin ürettikleri mallar ile rekabeti güçleştiren her çeşit vergi ve resimlerin kaldırılması lazımdır. Gerek bu konular üzerinde çalışırken, gerek herhangi bir mali karar alırken, ilk göz önüne getireceğimiz şey, milli faaliyet ve milli üretim, yani verginin bizzat ana kaynağı üzerinde yapacağı etkiler olmalıdır. Maliye memurları da, iç işleri memurları gibi, halkla devamlı ilişkisi olan kişilerdir. Bunların da, halk ile ilişkilerinde, halk için çalışan bir halk hükümetinin doğal niteliği olan azami dikkat ve özen göstermek ve azami güven ve inan vermek niteliklerinin gelişmesine, özellikle itina etmeleri lazımdır. Cumhuriyet rejiminde, hazine yararına demek; kanunun hazine lehine tespit ettiği hak ile, kanunun yükümlüyü karşılaştırdığı vazifeyi gayet denk bir halde elde tutmak demek olduğunu bir an hatırdan uzak tutmamak önemli prensibimizdir. 245 Duruş Tekel konusunda özen gösterilmesi gereken esas, bu kurumların mali monopol (Tekel), ticari kuruluş ve milli valörizasyon (değerlendirme) kurumu karakterlerinin dikkatle bağdaştırılmasıdır. Dışarıya tütün satışları ve ihracat konusu, daha yakından ilgilenmeye değer niteliktedir. Gümrüklere gelince, bunda tesislere, çalışma usullerine ve kanuni konular bakımından gerekli iyileştirici tedbirlere hız verilmesi gerekmektedir. Tekel ürünlerinin fiyatları üzerinde yapılan indirim, şartları artırmıştır. Bu usulün daima dikkate alınması faydalı olur. Arkadaşlar, Büyük davamız, en medeni ve refah seviyesi yüksek bir millet olarak varlığımızı yükseltmektir. Bu, yalnız kurumlarda değil, düşüncelerinde de köklü bir inkılâp yapmış olan büyük Türk milletinin dinamik idealidir. Bu ideali en kısa bir zamanda başarmak için, fikir ve hareketi, beraber yürütmek zorundayız. Bu teşebbüste başarı, ancak, yasal bir planla ve en akılcı bir şekilde çalışmakla mümkün olabilir. Bu sebeple okuyup yazma bilmeyen tek vatandaş bırakmamak; memleketin büyük kalkınma savaşının ve yeni çatısının istediği teknik elemanları yetiştirmek; memleket davalarının ideolojisini anlayacak, anlatacak, nesilden nesle yaşatacak kişi ve kurumları yaratmak; işte bu önemli prensipleri en kısa zamanda sağlamak, Kültür Bakanlığının üzerine aldığı büyük ve ağır mecburiyetlerdir. İşaret ettiğim prensipleri, Türk gençliğinin beyninde ve Türk milletinin şuurunda daima canlı bir halde tutmak, üniversitelerimize ve yüksek okullarımıza düşen başlıca vazifedir. Bunun için memleketi şimdilik üç büyük kültür bölgesi halinde düşünerek; batı bölgesi için, İstanbul Üniversitesi’nde başlanmış olan geliştirme programını daha radikal (köklü) bir şekil246 Yard. Doç. Dr. Mustafa Tarakçı de uygulayarak cumhuriyete gerçekten modern bir üniversite kazandırmak; merkez bölgesi için, Ankara Üniversitesini kısa zamanda kurmak lazımdır. Ve Doğu bölgesi için Van Gölü sahillerinin en güzel bir yerinde her şubeden ilkokullarıyla ve nihayet üniversitesiyle modern bir kültür şehri yaratmak yolunda, şimdiden çalışmalara başlanmalıdır. Bu hayırlı teşebbüsün, doğu vilayetlerimiz gençliğine kazandıracağı ilim ve irfan, Cumhuriyet Hükümeti için ne mutlu bir eser olacaktır. Tavsiye ettiğim bu yeni teşebbüslerin, eğitmen ve öğretmen ihtiyacını arttıracağı şüphesizdir. Fakat bu husus, hiçbir zaman, işe başlama cesaretini kırmamalıdır. Bakanlığın, geçen yıl içinde, bu yönden yaptığı tecrübeler, çok ümit verici niteliktedir. Türk Tarih ve Dil Kurumlarının, Türk milli varlığını aydınlatan çok kıymetli ve önemli birer ilim kurumu niteliğini aldığını görmek, hepimizi sevindirici bir olaydır. Tarih Kurumu, yaptığı kongre, açtığı sergi, yurt içindeki kazıları ve ortaya çıkardığı eserlerle, şimdiden bütün ilim dünyasına kültürel vazifesini yerine getirmeye başlamış bulunuyor. İlk resim galerimizi de bu yıl açmış bulunuyoruz. Geçen yıl, Ankara’da kurulan Devlet Konservatuarının; müzikte, sahnede, kendisinden beklediğimiz teknik elemanları süratle verebilecek hale getirilmesi için daha fazla gayret ve fedakârlık yerinde olur. Her çeşit spor faaliyetlerini, Türk gençliğinin milli terbiyesinin ana unsurlarından saymak lazımdır. Bu işte, hükümetin şimdiye kadar olduğundan daha çok ciddi ve dikkatli davranması, Türk gençliğini, spor bakımından da, milli heyecan içinde özenle yetiştirilmesine önem verilmelidir. Sevgili Arkadaşlarım, Ordu, Türk Ordusu!.. İşte bütün milletin göğsünü güven ve gurur duygularıyla kabartan şanlı ad! Onu, bu yıl içinde, kısa ara247 Duruş larla iki defa büyük kütleler halinde, yakından gördüm. Trakya ve Ege büyük manevralarında... Disiplinini, enerjisini, subaylarının bilgili gayretini, büyük komutan ve generallerimizin yüksek sevk ve idare kabiliyetlerini gördüm. Derin iftihar duydum, takdir ettim. Ordumuz, Türk birliğinin, Türk kudret ve kabiliyetinin, Türk vatanseverliğinin çelikleşmiş bir ifadesidir. Ordumuz, Türk topraklarının ve Türkiye idealini gerçekleştirmek için sarf etmekte olduğumuz sistemli çalışmaların yenilmesi imkânsız güvencesidir. Silahlanma ve teçhizat programımızın uygulanması, başarıyla ilerliyor. Bunları memleketimizde üretmek isteğimiz, gerçekleşme yolundadır. Harp sanayi tesislerimizi, daha çok geliştirme ve genişletmek için alınan tedbirlere devam edilmeli ve sanayileşme çalışmalarımızda da ordu ihtiyacı ayrıca göz önünde tutulmalıdır. Bu yıl içinde, denizaltı gemilerini memleketimizde yapmaya başladık. Hava Kuvvetlerimiz için yapılmış olan üç yıllık program, büyük milletimizin yakın ve bilinçli ilgisi ile şimdiden başarılmış sayılabilir. Bundan sonrası için, bütün uçaklarımızın ve motorlarının memleketimizde yapılması ve hava harp sanayimizin de, bu esasa göre geliştirilmesi gerekir. Hava Kuvvetlerinin kazandığı önemi göz önünde tutarak, bu çalışmayı planlamak ve bu konuyu lâyık olduğu önemi ile milletin gözünde canlı tutmak lâzımdır. Büyük milli disiplin okulu olan ordunun; ekonomik, kültürel, sosyal savaşlarımızda bize aynı zamanda en lüzumlu elemanları da yetiştiren büyük bir okul haline getirilmesine, ayrıca özen ve gayret gösterileceğine şüphem yoktur. 248 Yard. Doç. Dr. Mustafa Tarakçı Büyük Meclis, Dış siyasetimiz, geçen yıl içinde de, barış ve uluslararası güç birliği yolunda gelişmiş ve yürüdüğümüz yönün değişmez olduğunu bir daha göstermiştir. Milletler Cemiyeti’nin geçirmekte olduğu çetin safhalarda, Cumhuriyet Hükümeti, bu uluslararası kuruma olan bağlılığını, her safhada göstermek suretiyle, barış idealine en uygun (olan) yoldan ayrılmamıştır. Büyük bir milli davamız olan Hatay işinin geçirdiği safhaları bilmektesiniz. Milletler Cemiyeti’nin yüksek idaresi altında yapılmış olan görüşmeler, Hatay halkına lâyık olduğu mutlu ve bağımsız idareye kavuşması yolunda amaçladığımız gayeyi sağlayacak belgelerin kabul ve imzasıyla sonuçlanmıştır. Yeni Hatay rejiminin yürürlüğe girmesine, kısa bir zaman kaldı. Bu rejimi, kendileriyle en dostane bir zihniyetle işbirliği yapmış olduğumuz Fransızların, iyi niyetle ve amaçlanan gayeyi sağlayabilecek şekilde uygulamaya başlayacaklarına şüphe edilmemelidir. Gelecekteki Türk-Fransız ilişkilerinin dilediğimiz şekilde gelişmesine, Hatay işinin iyi bir yönde yürümesi, esaslı bir ölçü ve etken olacaktır kanaatindeyim. Balkan siyasetimiz, en mutlu bir işbirliği yaratmakta devam ederek kendisine çizilmiş olan barış yolunda her gün daha verimli sonuçlarla ilerlemektedir. Cumhuriyet Hükümetinin, doğuda takip etmekte olduğu dostluk ve yakınlık siyaseti, yeni bir kuvvetli adım attı. Sâdâbât’ta, dostlarımız Afganistan, Irak ve İran ile imza etmiş olduğumuz dörtlü antlaşma, büyük bir memnuniyetle belirtilmeye değer barış eserlerinden biridir. Bu andın etrafında toplanan devletlerin, 249 Duruş aynı amacı güden ve barış içinde gelişmesini samimiyetle isteyen hükümetleri arasında, işbirliğinin, gelecekte de hayırlı sonuçlar vereceğinden emin bulunmaktayız. Cumhuriyet Hükümetinin, komşularıyla ve diğer büyük, küçük devletlerle olan ilişkilerinde, uyumlu bir istikrar (denge) ve gelişme göze çarpmaktadır. Barış yolunda nereden bir çağrı geliyorsa, Türkiye onu, candan istekle karşıladı ve yardımlarını esirgemedi. İspanya olayları dolayısıyla Akdeniz ve Karadeniz’de alınması gereken tedbirlere, Cumhuriyet Hükümeti, en geniş bir anlayışla katıldı. Dünyanın her tarafında olduğu gibi, bizi ilgilendiren alanlarda ve bu arada, Akdeniz’de, sükûn (huzur) ve istikrarın (denge) korunması, bizim yakından ve ilgi ile izlediğimiz bir konudur. Şurasını da memnuniyetle belirtebilirim ki, Doğu Akdeniz ve Karadeniz suları ile Balkanlarda ve Yakın doğuda, geçen yıl işaret ettiğim iyi ilişkiler, aynı şekilde devam etmiştir. Geçen yıldan beri, dost ve müttefik devletlerin önemli devlet adamları ile bizim devlet adamlarımız arasında karşılıklı ziyaretler yapılmış ve bu, dostluklarımızın gelişmesine neden olmuştur. Hükümet, bu son yıl içinde, devletlerle olan ticari ilişkilerini, memleketin ekonomik bünyesine uyacak sözleşme ve anlaşmalar yaparak düzenledi. Bunlar arasında Fransa, İngiltere, Almanya ve Sovyet Rusya ile imzalanan önemli ticari anlaşmaları, özellikle belirtmek isterim. Hükümet dış teşkilatının ekonomik kalkınma savaşımızla ilgili daireler için bilgi ve istihbarat ufkunu genişleten yardımcı birer daire olarak, çalışmalarını düzenlemek lazımdır. Dış siyasetimizin belirgin niteliğini kısaca anlatmış olmak için diyebilirim ki, tuttuğumuz siyasi yol ve hedeften ayrılmıyoruz. Son yıllarda, uluslararası ilişkilerde devamlı değişiklik250 Yard. Doç. Dr. Mustafa Tarakçı ler olmasına rağmen, biz bu karışıklığın ortasında, barışseverlik duyguları ile dolu olarak, karşılıklı dostluklarımıza uyuyoruz; onların nitelik ve sınırlarını genişletmeye elverişli anlayışla uluslararası durum ve vazifemizi göz önünde tutarak çalışıyoruz. Bu yolda, özenle çalışmaya devam etmenin, hükümete tavsiye edeceğim en doğru karar olduğu kanaatindeydim. Aziz Milletvekilleri, Dünyaca bilinmektedir ki, bizim devlet idaresindeki ana programımız, Cumhuriyet Halk Partisi programıdır. Bunun kapsadığı prensipler, idarede ve siyasette bizi aydınlatıcı ana hatlardır. Fakat, bu prensipleri, gökten indiği sanılan kitapların dogmalarıyla asla bir tutmamalıdır. Biz, ilhamlarımızı, gökten ve gaipten değil, doğrudan doğruya hayattan almış bulunuyoruz. Bizim yolumuzu çizen; içinde yaşadığımız yurt, bağrından çıktığımız Türk milleti ve bir de milletler tarihinin bin bir facia ve ıstırap dolu yapraklarından çıkardığımız sonuçlardır. Elimizdeki programın ruhu, bizi yalnız bir kısmı vatandaşla ilgilenmemizi yasaklar. Biz, bütün Türk milletine hizmet ediyoruz. Geçen yıl içinde, parti ile hükümet teşkilatını birleştirmekle, vatandaşlar arasında ayrılık tanımadığımızı fiilen göstermiş olduk. Bu olayın bizim, devlet idaresinde kabul ettiğimiz, “kuvvet birdir ve o milletindir” gerçeğine uygun olduğu meydandadır. Kuvvetin tek kaynağı olan, Türk milletinin seçkin vekillerini, büyük mutlulukla eğilerek selamlarım. 251 KAYNAKÇA --- 1. 2. 3. 4. 5. 6. 7. 8. Lord Kinross, Atatürk, Altın Kitaplar, s. 553. Kemal Arıburnu, Atatürk’ten Hatıralar, s. 204-205. Namık Kemal Zeybek, Atatürk’e Yolculuk, Kanal B Televizyonu. Falih Rıfkı Atay, Çankaya, s. 549-550. Avni Altıner, Her Yönüyle Atatürk, Cilt II, s. 412. Cemal Kutay, Atatürk Olmasaydı. Cumhuriyet Gazetesi, 21 Haziran 1935. İsmail Sivri, Atatürk’ün Meclis Başkanlığı, Karaca Yayınları, 1982. 9. Oktay Verel, Sabiha Gökçen Atatürk’le Bir Ömür, s. 54. 10. Hasan Rıza Soyak, Atatürk’ten Hatıralar, Cilt I, s. 40. 11. Asım Gündüz, Hatıralarım, 1973, s. 22-23. 12. Ali Güler Dr., Bir Dahinin Hayatı. 13. Ali Fuat Cebesoy, Sınıf Arkadaşım Atatürk. 14. Kılıç Ali, Milliyet Gazetesi, 15.10.1951. 15. Kemal Arıburnu, Atatürk’ten Anılar, s. 197. 16. Yaşar Öztürk, Bütün Dünya, Başkent Üniversitesi Yayını, Eylül 2004. 17. Hasan Pulur, Milliyet, 10.11.2007. 18. Yurdakul Yurdakul Prof. Dr., Atatürk’ten Hiç Yayınlanmamış Anılar, s. 73. 19. Atatürk ve Spor, s. 43, Spor Eğitim Yayını, Ankara, 20.10.1988. 20. Mustafa Kemal Atatürk, Nutuk, Kar Yayınları, s. 255. 21. a.g.e., s. 174. 22. Hasan İzzettin Dinamo, Kutsal İsyan 8, May Yayınları, s. 383-387. 23. a.g.e., s. 341. 252 Yard. Doç. Dr. Mustafa Tarakçı 24. Baran Dural, Atatürk’ün Liderlik Sırları, Okumuş Adam Yayınları, s. 383-387. 25. Hasan İzzettin Dinamo, Kutsal İsyan 8, May Yayınları, s. 349. 26. Halide Edip Adıvar, Türk’ün Ateşle İmtihanı. 27. Falih Rıfkı Atay, Çankaya, 1968, s. 299. 28. a.g.e., s. 299. 29. Halide Edip Adıvar, Türk’ün Ateşle İmtihanı, Cilt 3, s. 83-84. 30. Hasan Rıza Soyak, Atatürk’ten Hatıralar, s. 136. 31. Muzaffer Erendil Em. Tümg., Anekdotlarla Atatürk. 32. Erdal Yurdakul Dr. Em. Tuğg., Kıbrıs Türkleri ve Atatürk İnkılaplarının Kıbrıs’ta Uygulanması, s. 7. 33. Avni Altıner, Her Yönüyle Atatürk, Cilt II, s. 389. 34. Cemal Kutay, Atatürk’ün Son Günleri, s. 177. 35. Nazmi Kal, Atatürk’le Yaşadıklarını Anlattılar, s. 170-171. 36. Doğan Avcıoğlu, Milli Kurtuluş Tarihi, 1838-1995, Tekin Yayınevi, s. 741. 37. Ali Mithat İnan, Atatürk’ün Not Defteri, s. 139. 38. Turgut Özakman, Cumhuriyet, Bilgi Yayınevi, s. 200. 39. a.g.e., s. 193. 40. a.g.e., s. 113. 41. Muzaffer Erendil Em. Tümg., Anekdotlarla Atatürk. 42. Baran Duran, Atatürk’ün Liderlik Sırları, Okumuş Adam Yayınları, s. 480. 43. Zeynep Korkmaz Prof. Dr., Belgelerle Türk Dili. 44. Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, 1968, sadeleştiren: Behçet Kemal Çağlar. 45. Mahmut Esat Bozkurt, Atatürk İhtilali, Kaynak Yayınları, İstanbul, s. 118. 46. Turhan Feyzoğlu, Belirli Günler, 24 Kasım (www.meb.gov.tr). 47. Cemal Kutay, Atatürk’ün Son Günleri, s. 173. 48. Falih Rıfkı Atay, Çankaya, s. 528. 49. Aka Gündüz, Radyo Dergisi, 1939. 50. Samet Ağaoğlu, Babamın Arkadaşları, İstanbul, 1969, s. 187-188. 51. Hamdullah Suphi Tanrıöver, Cumhuriyet Gazetesi, 13.07.1966. 253 Duruş 52. a.g.b., 12.7.1966. 53. Kemal Arıburnu, Atatürk’ten Anılar, s. 198. 54. a.g.e., s. 314-315. 55. Necati Çankaya, Örnek İnsan Mustafa Kemal Atatürk, İstanbul, 2001, s. 179. 56. İsmet Bozdağ, Atatürk’ün Fikir Sofrası, s. 15-16. 57. a.g.e., s. 50-53. 58. Necati Çankaya, Örnek İnsan Mustafa Kemal Atatürk, İstanbul, 2001, s. 201-203. 59. Hasan Rıza Soyak, Atatürk’ten Hatıralar, Cilt I, s. 53-55. 60. a.g.e., s. 12-13. 61. İsmet Bozdağ, Atatürk’ün Fikir Sofrası, s. 177. 62. Sait Arif Tezcioğlu, İnsancıl Atatürk, (aktaran: Em. Alb. Fuat Uluç) 63. İsmet Bozdağ, Bitmeyen Kavga, s. 101-103. 64. İsmet Bozdağ, Atatürk’ün Sofrası. 65. www.halic.edu.tr – merkezler – makaleler 66. a.g. site. 67. Cemal Yıldızer, “Harman” Divriği Kültür Derneği Yayını, OcakŞubat-Mart 2008, s. 18. 68. www.halic.edu.tr – merkezler – makaleler 69. Sadi Borak, Atatürk’ün Resmi Yayınlara Girmemiş Söylem, Demeç, Yazışma ve Söyleşileri, Kırmızı-Beyaz Yayınları, İstanbul, s. 324. 70. Atatürkçülük (Birinci Kitap), Atatürk’ün Görüş ve Düşünceleri, Ankara, Genelkurmay Basımevi, 1982, s. 143. 71. Hikmet Tanyu, Atatürk ve Türk Milliyetçiliği, s. 181; Ercüment Kuran, Türk Kültürü Dergisi, sayı 37, s. 62. 72. Tuzcuoğlu Cemal, Atatürk ve Spor, TAKAV Yayınları, Ankara, 2001, s. 95. 73. Şevket Süreyya Aydemir, Tek Adam (1922-1938), c. 3, s. 485. 74. Turgut Özakman, Cumhuriyet, Bilgi Yayınevi, s. 399-412. 254