2009 Özel Sayı - Mülkiyeliler Birliği
Transkript
2009 Özel Sayı - Mülkiyeliler Birliği
E-BÜLTEN ÖZEL SAYI SAYI 2009-1 DARBENİN 29. YILINDA GEÇMİŞE BAKMAK... 12 EYLÜL DOSYASI 1 İÇİNDEKİLER DOSYA 12 EYLÜL 12 EYLÜL 1980 – TÜRKİYE TARİHİNDE ...........................................................3 BIR YILDÖNÜMÜ ................................................................................................7 KENAN EVREN VE 12 EYLÜL ANAYASACILIĞI*...............................................8 ADIYAMAN ‘DAN NİÇİN VOLEYBOLCU ÇIKMADI?.........................................11 TÜRKİYE’DE YENİ BİR SİYASAL DÖNEM BAŞLARKEN...................................13 12 EYLÜL’E BUGÜNDEN BAKMAK....................................................................13 11 EYLÜL GÜNÜ...................................................................................................19 12 EYLÜL VE SENDIKAL HAREKET...................................................................22 12 EYLÜL HEYULÂSI: BUGÜN, TARİHİN KENDİSİDİR!..................................25 ZATEN OKULDU!.................................................................................................42 12 EYLÜL VE MÜLKİYE.......................................................................................44 BAŞKA BİR DÜNYA MÜMKÜN!...........................................................................49 “PARAMPARÇA OLMUŞ HAYATIN HİKAYESİ ...................................................52 ANCAK UFAK TEFEK PARÇALAR HALİNDE ANLATILABİLİR”......................52 ÇETESİZ, DARBESİZ VE YASAKSIZ BİR ÜLKEDE, . .........................................54 ÖZGÜR YAŞAMAK İSTİYORUZ!..........................................................................54 12 EYLÜL'E YAKLAŞIRKEN.................................................................................55 NEŞE KIZ…............................................................................................................57 BARBARLAR GELDI.............................................................................................60 E-Bülten Mülkiyeliler Birliğinin Yayın Organıdır. Mehmet Özer tarafından hazırlanmaktır. dosya: 12 eylül 12 EYLÜL 1980 – TÜRKİYE TARİHİNDE KARA BİR DÖNEMİN BAŞLANGICI İşçi, emekçi ve demokrat yığınların devrimci muhalefetini ezip dağıtmak amacıyla "Emir ve komuta zinciri içinde ve emirle" gerçekleştirilen ve toplumun üzerinden silindir gibi geçen 12 Eylül faşist darbesinin üzerinden 29 yıl geçti. ve güçlendirmek/tahkim etmek, kendi ekonomik bunalımını atlatmak için özellikle 24 Ocak kararlarını rahatça uygulamaya sokmak; ABD'nin İran’dan boşalan Ortadoğu 2. jandarmalığı rolünü İsrail’le birlikte üstlenmek. Bilindiği gibi, 12 Eylül darbesi tesadüfen ve birdenbire ortaya çıkmadı; uygulamaları yarım kalmış olan 12 Mart 1971’deki darbenin tamamlayıcısı olarak ABD’de planlandı ve adım adım hayata geçirildi. Yıllar sonra ABD Ulusal Güvenlik Konseyi Türkiye Masası Şefi Paul Henze'nin “bizim çocuklar başardı” sözleri de, zaten darbenin “ABD yapımı” ve doğrudan ABD onaylı olduğunun tescilidir. 1970’lerin ikinci yarısından itibaren Türkiye’de toplumun yoksul ve emekçi kesimlerinde muhalif dalga yükselirken, ABD’nin Ortadoğu’daki kısa ve orta vadeli planlarını rahatça uygulayabilecek bir yönetim; bu yönetimin devleti, halkı ve sermayeyi yeniden organize etmesine yeterli, iç muhalefetin olmadığı bir süreç; bunlar için de ülkede faşist bir darbe gerekiyordu. Darbeye zemin hazırlamak için art arda provokasyonlar tezgahlandı. Sağ-sol çatışmaları adı altında siyasi cinayetler işlendi ve şiddet sürekli beslendi; tetikçi ve planlayıcı olarak ülkücü/faşist paramiliter yapılarla, “derin devlet, kontrgerilla” adı verilen gizli yapılanmaların kullanıldığı 1 Mayıs 1977, Kahramanmaraş, Çorum vb. katliamlar yapılarak ülkede kaos, panik ve korku ortamları hazırlandı. Halk, can güvenliği için kendilerini sürekli savunma ihtiyacı ile karşı karşıya bırakıldı. Hala travmaları yaşanan katliamlara imza atılırken, ülkenin düşünen, yazan aydınları, sanatçıları, gazetecileri, sendikacıları da bu süreçte katledildi. 12 Eylül faşist darbesi, uzun yıllar içerisinde çok fazla bedeller ödeyerek gelişen devrimci muhalefet ile karşı-devrim arasındaki çatışmanın devrimciler lehine gelişmeye başlamasıyla gündeme geldi. Belli başlı amaçları da şöyle sıralanabilir. Üzerine salınan ve belli yerlerde eğitilmiş paramiliter güçlerce sokaklarda durdurulamayan devrimci hareketleri ezip dağıtmak; ülkede gelişen muhalif güçleri ve örgütlenmelerini susturarak kendi işlerine gelecek şekilde yeniden örgütlemek; devleti ve sermaye örgütlenmelerini yeniden organize etmek 3 siyasetçi Zincirbozan’a dinlenmeye gönderildi ABD'nin plan ve gözetimiyle gerçekleştirilen faşist darbe, Türkiye halklarının tarihinde unutulmaz kara bir gün olarak yerini aldı. Uzun yılların ardından Yunanistan'dan Arjantin’e, Şili’den Peru’ya kadar birçok ülkede faşist darbecilerden hesap sorulup ve faşist generaller, polis şefleri, işkenceciler ve işbirlikçileri sanık sandalyesine oturtularak işlemiş oldukları insanlık suçları ve cinayetler için yargılanırken, Türkiye’de maalesef darbecilerin başı hala, kimsenin onu yargılamaya niyeti bile yokken “yargılanırsa, intihar edeceğinden” bahsedebilmekte ve destek görmektedir. Kuşku yok ki 12 Eylül faşist darbesi esas olarak emekçileri örgütsüz bırakarak korku duvarı içine hapsedip, yeni bir toplum ve yaşam biçimi yaratmayı amaçlamıştı. Ve bu da darbeciler ve ardıllarınca gerçekleştirildi; bugün 12 Eylülün yasaları ve uygulamaları halen devam etmektedir. Siyasi partilerin faaliyetlerinin durdurulmasının yeterli olmadığı ileri sürülerek, partilerin kendi içlerinde iktidar kavgası başlattıkları, yazı veya demeçlerle siyasi amaçlı faaliyet gösterdikleri, siyasi nitelik taşıyan tutum ve davranışlarda bulundukları gibi sebeplerle, askerler tarafından kapatılmalarına karar verildi. Partilerin ellerindeki tüm mallara da uzun yıllar sonra geri vermek üzere devlet tarafından el konuldu. Aslında bu darbenin açık habercisi olarak 27 Aralık 1979 tarihinde Genelkurmay Başkanı Orgeneral Kenan Evren, kendisinin ve kuvvet komutanlarının imzalarını taşıyan bir uyarı mektubunu, ön yazısı ile birlikte Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk’e sunmuştu. Kamuoyu, mektubu, 2 Ocak 1980 tarihinde Hürriyet Gazetesi'nde Cüneyt Arcayürek'in haberiyle öğrendi. Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk, 1 Ocak 1980 tarihinde, Genelkurmay Başkanı Orgeneral Kenan Evren ve Kuvvet Komutanları'nı Çankaya Köşkü'ne davet ederek görüştü. 2 Ocak 1980 tarihinde de, Başbakan ve AP Genel Başkanı Süleyman Demirel ile CHP Genel Başkanı Bülent Ecevit’i Çankaya Köşküne birlikte davet eden Cumhurbaşkanı Korutürk, iki lidere, kendisine sunulan uyarı mektubunun birer suretini verdi. Korutürk, TBMM Başkanı Cahit Karakaş, Cumhuriyet Senatosu Başkanı İhsan Sabri Çağlayangil, Cumhuriyet Senatosu Grup Başkanları ile MSP Genel Başkanı Necmettin Erbakan, MHP Genel Başkanı Alparslan Türkeş, CGP Genel Başkanı Turhan Feyzioğlu ve DP Genel Başkan Vekili Faruk Sükan’a da mektubun birer örneğini gönderdi. 12 EYLÜL'ÜN “1 NUMARALI” BİLDİRİSİ VE İŞLENEN ANAYASA SUÇU 12 Eylül 1980 Cuma günü saat 03.59'da Türkiye radyoları (TRT) İstiklal Marşı'nın çalınmasıyla birlikte yayına geçti. Daha sonra anons yapılmadan Harbiye Marşı çalındı. Marşın bitiminde Kenan Evren imzasıyla yayınlanan ve “Yüce Türk Milleti; Büyük Atatürk’ün bize emanet ettiği ülkesi ve milletiyle bu bütün olan, Türkiye Cumhuriyeti Devleti, son yıllarda, izlediğiniz gibi dış ve iç düşmanların tahriki ile varlığına, rejimine ve bağımsızlığına yönelik fikri ve fiziki haince saldırılar içindedir…” diye başlayan 1 Numaralı bildiriyle Türkiye, darbeci generallerce ülke yönetimine el konduğunu öğrendi. “Vatandaşların can ve mal güvenliğini süratle sağlamak bakımından ikinci bir emre kadar sokağa çıkma yasağı, yurtdışına çıkış yasağı ve sıkıyönetim” ilan edildiğinin de duyurulduğu bu bildiriyi 5 bildiri daha izledi. 12 Eylül darbecileri, bu darbeyle, ortadan kaldırılmaya teşebbüs etmenin, hatta bunu düşünmenin bile idam cezası gerektirdiği “ANAYASA” yı ortadan kaldırdı. 27 Ekim'de MGK, geçici anayasa işlevini taşıyacak olan 2324 sayılı 'Anayasa Düzeni Hakkındaki Kanun'u kabul etti. Başka bir anayasa hazırlanana kadar yürürlükte kalacak olan bu geçici anayasa, 12 Eylül döneminin başka birçok yasası gibi yayımlandığı tarihten itibaren değil, 12 Eylül 1980 itibariyle yürürlüğe girmiş sayıldı. Generallerin doğrudan iktidarda oldukları süre içinde aldıkları her karar, hatta her sözleri kanun oldu ve ardından bu durum 6 Kasım Anayasası'yla yasal bir çerçeveye oturtuldu. O dönem yapılanlar ve yaşatılanlar bugün halen, bugüne kadar kurdurulan hükümetler marifetiyle darbe anayasası koruması altındadır. Hemen Parlamento ve Hükümet feshedilerek, yasama ve yürütme yetkilerini kullanacak bir Milli Güvenlik Konseyi kuruldu. Konsey, Genelkurmay Başkanı Orgeneral Kenan Evren, Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Nurettin Ersin, Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Tahsin Şahinkaya, Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Nejat Tümer ve Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Sedat Celasun'dan oluşuyordu. Orgeneral Kenan Evren, Milli Güvenlik Konseyi Başkanlığı'nın yanı sıra Devlet Başkanlığı görevini de üstlendi. Genel Sekreterliğe de Orgeneral Haydar Saltık atandı. 12 EYLÜL’ÜN KARA BİLANÇOSU Darbe sonrası TBMM lağvedilirken dönemin Başbakanı Adalet Partisi lideri Süleyman Demirel ve CHP Genel Başkanı Bülent Ecevit’in de aralarında bulunduğu darbe öncesi dönemden sorumlu 16 • 1980–1985 yılları arasındaki 650.000 kişi gözaltına alındı ve gözaltı sürelerinin 90 4 • 3 bin 854 öğretmen, üniversitede görevli 120 öğretim üyesi ve 47 hâkimin işine son verildi. güne çıkarıldığı dönemler oldu. • Şüpheli oldukları ileri sürülen 1 milyon 683 bin kişi fişlendi, devletin yetkili organlarınca izlendi ve “gerektiğinde” peşlerine sürekli polisler takıldı. • 400 gazeteci için toplam 4 bin yıl hapis cezası istendi ve gazetecilere 3 bin 315 yıl 6 ay hapis cezası verildi. • 31 gazeteci cezaevine girdi. Selim Çoraklı, Uğur Mumcu, Muammer Aksoy, Çetin Emeç bu gazetecilerden en tanınmışlarıydı. Yazar ve yayımcı İlhan Erdost, mahkemeye götürülürken cezaevi aracı içinde dövülerek öldürüldü. • Sıkıyönetim mahkemelerinde açılan davalarda 230 bin kişi yargılandı ve toplam 644 cezaevinde 52 bin hükümlü – tutuklu (1990'a kadar) kaldı • 7 bin kişi için idam cezası istendi. Bunlardan 517 kişiye idam cezası verildi. • 300 gazeteci saldırıya uğradı ve 3 gazeteci silahla öldürüldü. • İdamları istenen 259 kişinin dosyası Meclis'e gönderildi. Haklarında idam cezası verilenlerden aralarında 17 yaşındaki Erdal Eren’in de bulunduğu 50'si asıldı (26 siyasi suçlu, 23 adli suçlu, 1'i Ermeni Asala militanı). • Gazeteler 300 gün yayın yapamadı, 13 büyük gazete için 303 dava açıldı. Cumhuriyet gazetesi o dönemde en çok kapatılan gazeteydi. • 39 ton gazete ve dergi yakılarak imha edildi. 40 ton yayın da yok edilmek üzere depolarda bekletildi. • 71 bin kişi TCK'nin 141, 142 ve 163. maddelerinden yargılandı. • 98 bin 404 kişi “örgüt üyesi” olmak suçundan yargılandı. Bunlardan 21 bin 764 kişi hüküm giydi • Cezaevlerinde toplam 299 kişi yaşamını yitirdi. • 388 bin kişiye pasaport verilmedi ve bunlardan değerli ozanımız Ruhi Su gibi pasaport alıp yurtdışında tedavi edilemediği için ölenler oldu • 300 kişi kuşkulu bir şekilde öldü. • 30 bin kişi sakıncalı olduğu için işten atıldı. • 95 kişi “çatışmada” öldü. • 30 bini aşkın kişi siyasi mülteci olarak yurtdışına gitmek zorunda kaldı • 73 kişiye “doğal ölüm raporu” verildi. • 29 bin kişi için "Yurda dön" çağrısı yapıldı ve bunlardan 14 bin kişi yurttaşlıktan çıkarıldı. • 2 kişinin “Nedeni belirsiz" şekilde öldüğü bildirildi • 14 kişi açlık grevinde öldü. • 16 kişi “kaçarken” vuruldu. • 43 kişinin “intihar ettiği” bildirildi. • 171 kişinin işkenceden öldüğü belgelendi. Onbinlerce insanın sorgusu çok ağır işkenceler altında yapıldı. Birçok cezaevi işkencehaneye dönmüştü. Bu dönemde İşkence görenler arasında aktör Tarık Akan gibi pek çok kamuoyunca tanınmış sima da vardı. • 9.962 (1982–1988 arası) işkence soruşturma veya davası açıldı; İşkence yaptıkları suçlamasıyla 544 güvenlik görevlisi yargılandı: 1.002 güvenlik görevlisi de devletçe ödüllendirildi. [Yukarıdaki bilanço içerisinde yer alan rakamlar, TC Adalet Bakanlığı kaynaklarından derlenmiştir. Bu bilgileri yazı içerisinde kullanmak için değişik kaynaklardan karşılaştırmalı olarak yararlanıldı. Bu nedenle bazı rakamlarda ufak yanlışlıklar olabilir. Bu, olayın boyutunu değiştirmiyor.] • 937 film “sakıncalı” bulunduğu için yasaklandı. Bu filmler arasında Yılmaz Güney'in 1982 yılında Cannes Film Festivali'nde Altın Palmiye Ödülü alan "Yol", Atıf Yılmaz'ın "Değirmen", Halit Refiğ'in "Teyzem" adlı filmleri de bulunmaktaydı. KANLI 12 EYLÜL DARBESİNİN 29. YILDÖNÜMÜ • 23 bin 677 derneğin faaliyeti durduruldu. Bunlardan “Barış Derneği” davasında yargılanan ülkenin çok değerli bazı aydınları yıllarca cezaevlerinden çıkamadılar. 12 Eylül, kanın, gözyaşının, “asmayalım da besleyelim mi”, “bugüne kadar onlar güldü, artık biz güleceğiz” diyenlerin darbesidir. Ülkenin en karanlık dönemidir; herkesin birbirini ispiyonladığı, en yakınındakini boğazladığı bir dönemdir. Dikensiz gül bahçesine çevrilmiş ülkede, uluslar arası tekelci finans sermayesinin ve yerli işbirlikçilerinin • Yüz binlerce işçinin sendikal gücü DİSK, 11 yıl kapalı kaldı ve yöneticileri ve üyeleri işkencelerden geçirildi. 5 düzeninin harfiyen kurulduğu bir dönemdir. Sermaye birikimini hızlandırmak için sömürünün en vahşi biçimde uygulandığı, insanların köleleştirildiği, emeğin tamamen örgütsüzleştirildiği bir dönemdir. kafası karışmış, sürekli kendi çıkarları aleyhine davranmaya başlamıştı? Bu kafa karışıklığı bir kişilik bozukluğuna mı dönüşmüştü? Yoksa “bu halk olmadı başka halk mı ithal etmek” gerekiyordu, ya da “bu halk için hiçbir şey yapmaya değmez” mi idi. 12 Eylül 1980’de gerçekleştirilen kanlı faşist darbenin üzerinden 29 yıl geçti. Darbe, ülkenin ve emekçi halkın üzerinden silindir gibi geçerek Türkiye’nin demokratikleşmesine ve insani ve sosyal olarak gelişmesine ağır bir darbe indirdi. Türkiye tarihinin en büyük insan hakları ihlallerine imza atılan bu dönemde, toplumsal muhalefet tamamen susturularak, yeni bir toplum yaratma doğrultusunda gerici örgütlenme ve tarikatların önündeki set tamamen kaldırıldı. Darbe ile Türkiye siyaseti ABD’de üretilen “Türk–İslam” senteziyle “ABD’ye” Ilımlı İslam modelinde yeniden tasarlandı. “Devlet içindeki çeteler” ve “gerici akımlar” hızla güçlendirildi. Fakat bunlar bir yana, yaşanan süreç, esas olarak “lider kadroların”, “önderlerin” de gerçekte ne olup bittiğini aslında tam olarak anlamadığını, anlamazlıktan geldiğini ya da yanlış anladığını bize çok net olarak gösterdi. Varsayımlar, durum değerlendirmeler bir yana, darbe öncesi süreçte toplumda önemli görev ya da roller üstlenmiş kimi kadroların hazırladığı özeleştirel anı ya da belgesel nitelikli birçok kitap ya da yazıda da, yaşananlara ilişkin kafa karışıklığı ve sergilenen yanlış duruşları görmek mümkündür. Yaşı müsait olanlar benden daha iyi bilir; neredeyse hemen herkesin “aylardır” beklediği ve sürekli telaffuz ettiği “darbe”nin, üstelik önceden “haber de vererek” geldiğinde, karşı saldırılar bir tarafa, neredeyse hiçbir direnişle karşılaşmadan kısa sürede sokak hakimiyetini ele geçirmiş olması o döneme ilişkin en önemli soru işaretlerinden birisidir. Bu nasıl olmuştu? Neredeyse milyonları bulan üyeleri ve binlerce militanıyla her gün “devrim” telaffuz eden koca yapıların, hemen direnişi örgütlemek üzere harekete geçmek yerine, uzun süreler boyu bir yerlerde hiç bitmeyecek tartışma süreçleri örgütlemeleri ya da darbenin çekilmesini bekleyerek varolan coşkuyu da yılgınlığa dönüştürmeleri, en azından üzerinde düşünülmeyi gerektiren noktalardandır. Yoksa aslında birçok şey görüntüden mi ibaretti? Uzun yıllar boyu devam eden savunma psikolojisi, perspektif ve stratejilerde bazı problemler mi yaratmıştı? Büyük çoğunluğun gözü aslında en yakınında olması gereken düşman kardeşlerine mi bakıyordu? Ya da tamamen farklı başka şeyler mi oldu? Mutlaka bunların makul cevapları olsa gerek; fakat önemli olan yaşananlardan bireysel anlamda sonuçlar çıkarmak değil elbette. Devlet Güvenlik Mahkemeleri yeniden kuruldu. Yüksek Öğretim Kurumu’yla (YÖK) üniversitelerin özerkliğine tamamen son verildi ve eğitim sistemi, üretilecek yeni insan modeline göre biçimlendirildi. Yeni Anayasa ile temel hak ve özgürlüklerle, düşünce özgürlüğü yasaklandı. Ortaöğretim müfredatlarına zorunlu din dersleri konuldu, düşünmeye sevkeden dersler tamamen kaldırıldı, İmam hatip okullarının sayısı sürekli arttırıldı. Sosyal devletle ilgili yasal güvenceleri tamamen ortadan kaldıran darbe, gerici/dinci hareketleri, ABD patentli tarikatları, hızla yoksullaşan ve umudunu yitiren kitlelerin umudu haline getirdi. “Takiye” ve örgütlü soygun temel siyaset yapma biçimi haline getirildi. Ve 12 Eylül darbecileri bütün bu uygulamalarını, toplumun önemli bir kısmı tarafından önkabul görecek olan “Atatürkçülük” maskesi altında gerçekleştirdi. Türkiye, daha sabah olmadan yayınlanan darbenin ilk bildirisiyle, aslında halkın büyük çoğunluğunun o süreçte pek de anlamadığı yeni bir döneme giriyordu. “Kardeş kavgası” sona ermiş, “nasıl olduysa” akan kan bir günde durmuştu. Oysa “yıllardır ülkede zaten sıkıyönetim varken ve neredeyse ülke zaten tamamen askerlerce yönetiliyorken bu kan neden daha önce kesilmemişti” diye basitçe sormak kimsenin aklına gelmedi. Daha bir gün öncesine kadar mahalle ve sokaklarda “devrimcilere” destek veren, onlar sayesinde işine rahatça gidebilen, can güvenliği devrimcilerce sağlanan, onlar sayesinde daha sonra ciddi ranta dönüştüreceği gecekonduları ve arsaları edinen “halk” bir anda darbeye ve “darbecilerine” sahip çıkmıştı. Kabul etmek çok kolay olmasa da, bunun bir izahı, bir anlatma şekli var mıydı? Ölümden korkanlar kolaylıkla sıtmaya razı mı olmuşlardı? Kılıf mı çok iyi hazırlanmıştı da halkın 12 Eylül’ü, darbecileri, onların işbirlikçilerini ve ardıllarını asla unutmayalım ve unutturmayalım. Yaşananları unutmamak lazım netekim! Hafızamızı her daim taze, kendimizi hazır tutalım. Ama kendi yaşadığımız süreçleri, nereden başlayıp nerelere geldiğimizi, bugün neler yaptığımızı ve neler yapmadığımızı, bugüne kadar neler yaşadığımızı ve neler yaşamadığımızı, bugünkü yaşantılarımızı ve eski dostlarımızı da arada bir gözden geçirmekte, kendimize de arada bir iğne dürtmekte fayda olabilir. Bunu en azından 12 Eylül’ün yıldönümünde yapalım. Raif FALCIOĞLU 6 Bir Yıldönümü Korkut Boratav Adalet Partili milletvekillerinin baskıcı uygulamalara yeşil ışık yaktığını, örneğin Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının idamları için özel çaba gösterdiğini hatırlatalım. İsmet Paşa’nın yerine CHP genel başkanlığına 1972’de seçilen Bülent Ecevit (ve parti genel sekreteri Kâmil Kırıkoğlu gibi arkadaşları) ise, darbeci uygulamalara ilkeli bir muhalefet sergilediler ve hükümet-sıkıyönetimler-AP itttifakına meydanı boş bırakmadılar. 1971-1980 tarihleri arasındaki demokrat ve sol çizgisiyle Bülent Ecevit’in hakkının (özellikle sosyalistler tarafından) verilmediğini düşünüyorum. *** 12 Eylül darbesi gerçekleştiğinde, sermayenin dünya çapındaki saldırısı yükseliş halindeydi; kesin zaferini ilan etmesine az kalmıştı. Üçüncü Dünya için neoliberal reçeteler bir süreden beri olgunlaştırılıyordu. Ekonomilerde liberalleşmeyi askerî rejimlerle hızlandırma modeli, önce Şili’de, sonra Brezilya’da, Arjantin’de denenmişti. Metropollerdeki içsel dönüşümler ise, 1979’da Thatcher’in, 1980’de Reagan’ın iktidara gelmesiyle kesinleşecekti. 12 Eylül darbesinin ekonomiden sorumlu başbakan yardımcılığı için uygun göreceği isim, artık, Karaosmanoğlu kimliğinde bir iktisatçı değil, Sabancı Holding’in eski koordinatörü, MESS başkanı Turgut Özal olacaktı. Demirel hükümetinin Başbakan Müsteşarı ve 24 Ocak 1980 kararlarının mimarı olan Özal’ın, bu tarihle 12 Eylül arasında üst düzey komutanlara, piyasacı neo-liberal modelin nimetlerini anlatan brifingler verdiği biliniyor. Başkaları, yine askerlerle haberleşerek otoriter bir anayasa üzerinde çalışıyorlardı. Kısacası, komutanlar, sermayenin sınırsız tahakkümünü hedefleyen neo-liberal modele göre Türkiye’yi biçimlendirmeye hazırlanmaktaydılar. Sermaye çevreleri darbeyi alkışladılar. Türkiye toplumunun yeniden yapılanmasının aktif oyuncuları olarak kollarını sıvadılar. En büyük güvencelerinden biri, on yıl sonra emekçiler tarafından “Çankaya’nın şişmanı, işçi düşmanı” olarak yaftalanacak olan Turgut Özal’dı. Bu tür bir radikal dönüşümün Özal’sız gerçekleşemeyeceğini düşünmek yanlış olur. Egemen sınıflar, dünyadaki dönüşüme hızla ayak uydurmak istiyorlardı. Ekonomik, siyasi koşullar (kriz ve “anarşi” sayesinde) olgunlaştıktan sonra, komutanları ikna edecek, süreci yürütecek uygun kişinin bulunması kaçınılmazdı. Benzer koşullarda hiçbir toplum “uygun aktör”ün belirlenmesinde “insan sıkıntısı” çekmemiştir. 12 Eylül 1980 darbesinin yıldönümünden birkez daha geçiyoruz. Askerî rejimin üç yıllık kanlı, gaddar bilançosu; Türkiye’nin anayasal, siyasal, hukukî kurumlarına yaşattığı travma hatırlandı, hatırlatıldı. Türkiye daha önce 12 Mart 1971 darbesiyle benzer bir travmadan geçmiş; sıkıyönetim komutanlıklarının ve hükümetlerin baskıcı uygulamaları da geride kanlı bir bilanço bırakmış; 1961 Anayasası’nın demokratik “aşırılıkları” törpülenmişti. Bunlara rağmen 12 Mart rejimi, Türkiye toplumunun siyasî, kurumsal, hukukî özelliklerinde kalıcı bir yıkım bırakmadan iki yıl içinde tarihe karışmıştı. Öyle ki, 12 Martın “defterini düren” 1973 seçimleri, Ecevit’in liderliğinde sola kaymış olan CHP’nin birinci parti olmasıyla sonuçlanmış; sosyalist, devrimci akımlar da kayıplarını telâfi etmeye çalışarak birkaç yıl içinde yeni yapılanmalar altında siyaset ve toplum sahnesindeki yerlerine dönmüşlerdi. 12 Mart darbesinin “geçici” kalmasının ardındaki en önemli iki etkenden biri, bence, o tarihte tüm dünyada solun yükselme konjonktürü içinde olmasıdır. Batı toplumlarında 1968’de başlayan bir dalga hemen hemen her ülkeyi sola yöneltirken, Türkiye’nin kalıcı bir biçimde faşizan düzenlemelere geçmesi eşyanın tabiatına uymuyordu. 12 Mart darbecileri bir yandan sola karşı şiddet uyguladılar; sıkıyönetim mahkemelerini çalıştırdılar; idam sehpalarını kurdular; ilerici dernekleri, sendikaları kapattılar; bir yandan da Nihat Erim hükümetinin iç ve dış kamuoyuna “reformcu” bir vitrin sunmasına özen gösterdiler. O tarihlerde “reform” sözcüğünden bugünkü gibi “piyasacı” değil, ilerici çözümler (örneğin toprak reformu) anlaşılırdı. Ve Nihat Erim hükümetinde “reformculuğu”, ABD’den ithal edilerek başbakan yardımcılığına getirilen Attila Karaosmanoğlu tescil ediyordu. Devlet Planlama Teşkilâtı’nın kurucularından olan Karaosmanoğlu kamuoyunda ilerici bir iktisatçı olarak biliniyordu. Bu “vitrin süsleme” çabalarının göstermelik niteliği hızla ortaya çıktı. 12 Mart rejiminin baskıcı dozu artınca hükümete “beyin takımı” olarak girmiş 12 bakan istifa etti. Yine de, bu “vitrin” girişimi göstermektedir ki, 1971-1972 koşulları, sermayenin toplum üzerindeki sınırsız tahakkümünü kalıcı hale getirmek için elverişli değildi. 12 Mart rejiminin kalıcı izler bırakamamış olmasının ikinci nedeni, bana göre, CHP’nin gösterdiği demokratik direnmedir. 12 Mart darbesinin TBMM dağıtılmadan, sadece hükümeti istifaya zorlayarak gerçekleştiğini ve sonraki iki yıl boyunca 7 Kenan Evren ve 12 Eylül Anayasacılığı* Dr. Murat Sevinç A.Ü. SBF tarihinde, Şimdi anladınız mı o yüzde 92’yi başlıklı bir yazı kaleme almıştı. İçerikten uzun uzadıya söz edecek değilim. Başlığından da anlaşılabileceği gibi makale 1982 Anayasası için yapılan halkoylamasıyla ilgili ve burada değinilmesinin nedeni, yazarın konuya ilişkin görüşlerinin ve dile getirme biçiminin toplumun azımsanmayacak bir kesimine hitap ediyor olması. Yazar, Anayasa için kullanılan evet oylarının bilinçli ve istenerek verilmiş oylar olduğunu savunabilmek için önce uzun bir girizgâh yapma gereksinimi duymuştu. 1980 askeri darbesinin lideri Kenan Evren, Ankara’da pahalıca bir lokantada yemek yerken görülmüş ve kendi sözcükleriyle bu, sakin ve rahat yenen bir yemekmiş. Ardından şu soruyu sormuştu Özkök: darbe yapmış askeri bir komutan, demokratik bir ülkede nasıl olur da böyle bir destek alır? Yani Evren’in bir lokantada yemek yiyebilmesini, onun kamuoyundan aldığı destekle gerekçelendirmiş. Tabii sorunun yanıtını aramaya, adetten olduğu üzere önce Türk aydınının bunu anlamadığı anlasa da inkâr ettiği saptamasıyla başlayıp o dönemde darbenin nasıl da istenen bir durum olduğunu kanıtlayabilmek için iki sinema filmine, Babam ve Oğlum ile Eve Dönüş’e değinerek, iki filmin ilk hafta seyirci oranlarını karşılaştırıyor. Merakın nedeni belli: daha insani olan Babam ve Oğlumun gişe başarısı, bağnaz bir 12 Eylül düşmanlığı üzerine inşa edilen diğer filmden daha büyük olursa, Evren’in rahat yemek yiyebilmesinin nedeni olduğu varsayılan vatandaş onayını bir kez daha kanıtlamış olacak. 2009 Eylülü’nde Türkiye hâlâ 29 yıl önce yaşananlarla hesaplaşıyor; daha doğrusu kör topal da olsa hesaplaşmayı deniyor. 12 Eylül 1980’den bugüne Dünya’da ve bu memlekette çok şey değişti. Giderek yaygınlaşan sermayenin yapısı, sosyal katmanlar arasındaki denge, bürokrasi, TSK, TSK ile siviller arasındaki ilişkinin niteliği, sendikalar, siyasal partiler, sivil toplum vs., kısaca yurttaş ile devlet arasındaki ilişkinin kurulduğu, siyasal alana dair her birine burada değinilmesi olanaksız tüm unsurlarda olumlu ya da olumsuz bir değişim yaşandı. Ancak her şeyin farklılaştığı, 20 yıl önce akla gelmesi dahi güç olan konuların konuşulmaya başlandığı ve yıkıcı kamplaşmaların yaşandığı ülkede Anayasa’nın bazı maddelerine hiç dokunulmadı. Gerçi 1995’ten sonra Anayasa’nın yaklaşık üçte biri değişti ve artık 27 yıl önceki kadar berbat bir Anayasamız yok ama 12 Eylül rejiminin son çeyrek yüzyılın üzerine kara bir bulut gibi çökmesini sağlayan bir kısım maddeler yerli yerinde duruyor. Örneğin sendikal haklarda hemen hiçbir ilerleme sağlanmadı, milletvekili dokunulmazlığı sınırlanmadı, yargı bağımsızlık ve yansızlığını sağlayacak düzenlemelerden kaçınıldı, bazı idari nitelikte kararlara karşı yargı yoluna başvurmanın önündeki engeller ve temel haklara ilişkin bir kısım antidemokratik sınırlamalar kaldırılmadı vs. Yani Evren ve arkadaşlarının Anayasa üzerindeki gölgesi halen görünür halde. İşte değiştirilmeyen bu düzenlemelerden herhalde yeri en sağlam olanı, darbecilerin ve o dönemde hukuk yapısının yaratılmasına katkıda bulanan diğerlerinin yargılanmasını önleyen geçici hüküm. En çok satan ulusal gazetelerden birinin, çok okunan yazarlarından olan E. Özkök 14.11.2006 Adı geçen ve ikisi de başarılı filmlerin olası gişe rakamlarından, 20 küsur yıl sonra darbeye yurttaş desteğine ilişkin böylesi kestirimlerde bulunmak için 8 ‘Özkök’ olunması gerektiği sır değil. Makalede başka pırıltılı saptamalar da var ancak son bir alıntı ve kısa bir yanıtla yetinmek istiyorum: Namuslu bir insan 12 Eylül’ün tarihini yazacaksa, buna 11 Eylül’den başlamalı. Buna katılmamak olanaksız, zaten herhangi bir olayın incelenmesi gerçekleştiği günden başlamaz. Bu kural 12 Eylül için de geçerli. 12 Eylül’ün nedenleri, 1960 ve 70’lerin siyasal hareketleri, 12 Mart ve ardından gerçekleştirilen Anayasa değişikliklerinin ve darbeden bir süre önce alınan 24 Ocak kararlarının içeriği bilinmeden anlaşılamaz. Ayrıca bugüne dek, herhangi bir sol görüşlünün 11 Eylül’de Türkiye’de her şey güllük gülistanlıktı dediğine de tanık olmadım. Bu aydınların Yazarın tabiriyle darbe yapanları sevmediği ise doğrudur. Ancak herhalde yadırganacak olan bu değil de, bazılarının neden darbe yapana bu denli sempati duyduğu olmalı. 12 Eylül darbesinin halkın genelinde bir ferahlama duygusu yarattığı, darbecilere sempati duyulduğu da doğru. Aksi yöndeki hiçbir sav Anayasa’ya verilen ‘evet’ oylarının oranını açıklayamaz. Ancak, neredeyse darbeye ve darbeciye övgü anlamına gelen yazılar, olsa olsa o dönem gerçeklerinin anayasa hazırlanırken, tanıtılırken, oylanırken ve sonrasında yaşanan hukuk trajedisinin üstünü ötmeye hizmet eder. Bir de genç kuşakların Evren’i Marmaris’te yaşayan ve resim yapan bir yaşlı olarak tanıyıp hatırlamasına. Benzeri sonuçlara yol açacak her girişim, kestirmesen söyleyelim, vicdan ve ahlâk sorunu. kaynaklardan bulunabileceği için burada yer verilmeyecek. Ancak darbenin niyetini belli etmesi açısından, 15 Eylül’de yayınlanan 16 sayılı bildiri ile ‘yürürlükteki ekonomik programın sürdürüleceği’ bildirildiğini hatırlatmakta yarar var. Adı geçen bildiriyle Demirel hükümetinin (Turgut Özal’ın büyük katkılarıyla) aldığı ünlü 24 Ocak kararları sürekli hale getirilmiştir. Bu dönemde, hükümet ve parlamento dağıtılmış, dokunulmazlıklar kaldırılmış, sıkıyönetim ilan edilmiş, askeri mahkemeler kurulmuştur. 27.10.1980’de Anayasa Düzeni Hakkında Kanun kabul edilmiş ve altıncı madde ile 1961 Anayasasına aykırı olan MGK işlemlerinin ‘anayasa değişikliği’ olarak yürürlüğe gireceği ilan edilmiştir. Yani Anayasa (1961) sıradan karar ve işlemlerle değiştirilmiştir. Bu durum, darbecilerin her şeyi hukukuna uydurma isteklerinin ne denli akıl ve hukuk dışı sonuçlar verebildiğinin de güzel bir örneği. Anayasayı hazırlayacak olan iki kanatlı (MGK ve DM) Kurucu Meclis 29.6.1981’de kurulmuş ve Ekim’de çalışmaya başlamıştır. Yani darbeciler işlerini pek aceleye getirmemiştir. DM (Danışma Meclisi)’nin 160 üyesi de MGK yani beş general tarafından seçilmiştir. Meclis’te son söz her zaman MGK’nindir. 16.10.1981’de bütün partiler kapatılmıştır. Partilere ilişkin her türlü görüş bildirilmesi dahi yasaklanmıştır. Orhan Aldıkaçtı başkanlığındaki Anayasa Komisyonu (15 kişi) 1981 Kasım’ında çalışmalara başlamış ve tasarı Ağustos 1982’de DM Genel Kurulu’nda görüşülmeye başlanılmıştır. Komisyon çalışmaları kapalı olduğundan hazırlanan metin bilinememiş, 5 Ağustos’ta yeni bir karar alan MGK siyasal partilerin yöneticileri dışındaki üyeleri ve basın, üniversite gibi kuruluşlarla sınırlı kalmak kaydıyla tartışmayı serbest bırakmıştır. Ancak şu ‘eğlenceli’ ifadeyle: “… münhasıran Anayasa taslağının geliştirilmesi maksadı içinde kalınacak, Anayasa’nın halkoylamasında, halkın vereceği reyin nasıl olması gerekeceği hususunda etki yapacak herhangi bir telkinde bulunulmayacak…” Tasarı 23.9.1982’de DM 18.10.1982’de ise çoğunda gerekçesini açıklama gereksinimi dahi duymadıkları değişikler yapan MGK tarafından kabul edilmiştir. 21.10.1982’de çıkan kararla, Anayasa’nın devlet adına tanıtılması görevi resmen MGK Başkanına yani K. Evren’e verilmiştir. Tahmin edilebileceği gibi konuşmaların eleştirilmesi de yasaklanmıştır. Anayasa 7.11.1982’de oylanmış ve seçmenlerin %91.27’sinin katıldığı seçimde Anayasaya %91.37 evet 8.63 hayır oyu çıkmıştır. MGK, bu tarihten 6.11.1983’e dek Meclis yetkilerini kullanmaya devam etmiş; seçimlere katılacak adaylar ve partiler için kendisine veto hakkı tanımıştır. Dolayısıyla Peki %90’ın üzerinde oy alan 12 Eylül Anayasası nasıl hazırlandı ve Evren’in Ankara’nın bir lokantasında bu kadar rahat yemek yiyebilmesinin hukuksal gerekçesi nedir? 12 Eylül darbesinden sonra, üç dilime ayrılabilecek bir ara dönem yaşanmıştır. 12 Eylül 1980’den, Danışma Meclisi’nin toplandığı 23.10.1983’e; bu tarihten Anayasa’nın kabul edildiği 7.11.1982’ye ve 7.11.1982’den yeni Meclis toplanıp Başkanlık Divanı’nın oluşturulduğu 6.12.1983’e dek uzanan dönem. Tüm bu süreçte güç, son söz, hiç tartışmasız MGK (Milli güvenlik Konseyi)’nin yani beş generalin elindedir. MGK Başkanı Kenen Evren (Özkök’ün Kenan Paşa’sı) o gün radyo ve TV’de bir konuşma yapmış, bu konuşma aynı gün Resmi Gazete’de yayımlanmış ve 45-50 gün sonra kabul edilen Anayasa Düzeni Hakkında Kanun ile anayasal nitelik kazanmıştır. Evren özetle devleti, millete karşı nasıl koruyup kollayacaklarını anlatmıştır. Konsey, 25.9.1980’de bir İçtüzük yaparak, TBMM’ye ait yetkileri MGK’ye devretmiştir. Bu dönemde yayınlanan çok sayıda bildiri ve alınan karar çeşitli 9 seçimlere sakıncasız görülenler katılabilmiştir. 6 Aralık’ta MGK ve DM’nin varlıkları son bulurken Evren de Anayasa’nın halkoylamasında kabulüyle Cumhurbaşkanı olmuştur. Kuşkusuz MGK’nin etkisi, Cumhurbaşkanı Konseyi, özel veto düzenlemesi, siyaset yasakları ve yasaklanan siyasetçiler vs. gibi yöntemlerle uzun süre devam etmiştir. Evren’in etkisini, gücünü daha iyi anlatabilmek için şu örnek yerinde olabilir: Kenan Evren, yukarıda anlatılmaya çalışılan dönemler göz önünde bulundurulduğunda, 1983 yılının Temmuz ayına dek MGK Başkanlığı, Cumhurbaşkanlığı ve Genelkurmay Başkanlığını görevlerini aynı anda yerine getirmişti ki tarihimizde bir ilkti. 12 Eylül rejiminin sorumlularını korumaya yönelik bu maddenin yalnızca adı geçicidir. Düzenlemenin, o dönemde çıkarılan ve yıllarca anayasaya aykırılıkları ileri sürülemeyen yüzlerce yasayı koruma altına alan üçüncü fıkrası 2001 yılında yürürlükten kaldırılmıştı. Ancak sorumluları güvence altına alan birinci fıkra halen yürürlükte. Buna göre: “12 Eylül 1980 tarihinden, ilk genel seçimler sonucu toplanacak Türkiye Büyük Millet Meclisinin Başkanlık Divanını oluşturuncaya kadar geçecek süre içinde, yasama ve yürütme yetkilerini Türk milleti adına kullanan, 2356 sayılı Kanunla kurulu Millî Güvenlik Konseyinin, bu Konseyin yönetimi döneminde kurulmuş hükümetlerin, 2485 sayılı Kurucu Meclis Hakkında Kanunla görev ifa eden Danışma Meclisinin her türlü karar ve tasarruflarından dolayı haklarında cezaî, malî veya hukukî sorumluluk iddiası ileri sürülemez ve bu maksatla herhangi bir yargı merciine başvurulamaz.” Görüldüğü gibi, 1982 Anayasası’nın hazırlanış ve kabul ediliş sürecindeki hiçbir uygulama, demokratik anayasa yapıcılığı kurallarıyla bağdaşmaz. Bu süreçte, göreli de olsa serbest faaliyette bulunan partilerden, sivil toplumdan, kamuoyunun sağlıklı bilgilendirilmesi amacından, sınırlı da olsa demokratik yöntemlerle oluşturulan meclislerden eser yoktur. Oysa sürekli karşılaştırıldığı 27 Mayıs’ın darbecileri anayasanın hazırlanmasını sağlarken her düzeyde toplum kesiminin katılımını (kuşkusuz çok sınırlı da olsa) sağlamaya çalışmışlardı. Tabii hiç kuşkusuz ikisi de askeri darbe ve demokratik bir bakış açısıyla olumlanması mümkün olmamalı, ancak iki dönem arasında yöntem ve ortaya çıkan ürün açısından özdeşlik kurmak da hata ve insafsızlık olur. Sözün özü, 12 Eylül’ün ardından beş general, canlarının istediğini yapmış, üstelik seçimin plebisiter niteliği nedeniyle (Anayasa kabul edildiğinde Evren’in de Cumhurbaşkanı seçilmiş sayılması) evet oylarının Evren’e mi yoksa Anayasaya mı verildiği de anlaşılamamıştır. Anayasa’nın kabul edildiği günden bugüne, 27 yıldır, Özkök’ün darbe sevmezler olarak adlandırdığı kişiler tarafından kaldırılması gerektiği sıkça dile getirilen bu hüküm ne yazık ki yürürlükte. Bugüne dek hiçbir hükümet, hiçbir meclis çoğunluğu utanç verici bu düzenlemeyi kaldırmayı göze alamadı. Dillerinden demokrasiyi, hukuk devletini düşürmeyen ikiyüzlü iktidarların hiçbiri bu zırhı delme onurunu yaşayamadı. Sorumlular yaşadığı sürece bir değişiklik beklemek de safdillik olur. Dolayısıyla K. Evren’in Ege koylarında konforlu bir yaşam sürebilmesinin, Ankara lokantalarını onurlandırabilmesinin, hâlâ toplumun bir kesiminin, köşe yazarlarının iltifatına mazhar olup hasta odasında kuvvet komutanları tarafından ibret verici bir özgüvenle ziyaret edilebilmesinin tek hukuksal nedeni, üçte biri değiştirilmiş olmasına karşın yenisi yapılıp tümden yürürlükten kaldırılması tartışılan Anayasa’nın kendisidir. Bir de Anayasa’nın söz konusu fıkrasını değiştirmeye cesaret edemeyen (ya da bunu istemeyen) parlamento çoğunlukları. 12 Eylül’ün sorumluları, o hukuk düzenini yaratanlar ve ülkenin siyasal haritasını her anlamda değiştiren ve tabii pek çok insanî trajediye neden olanlar yargılanmadan yeni ve daha sağlıklı bir demokratik sisteme kavuşulabileceğini düşünmek güç. 12 Eylül ve darbecilerden söz ederken, bu gerçekler hiç yokmuş gibi davranabilmeye neden olan ruh halinin anlaşılabilmesi ise bu satırların yazarının değil, başka alanlardaki uzmanların işi. İşte bu nedenlerle, 1982 Anayasası için yapılan halkoylamasında yaklaşık %92 evet oyu, sadece zarflar şeffaf olduğu ya da askerler sandıkların başında beklediği için verilmemişti. Oy oranında, halkın siyasetçilere güvensizliğinin, şiddet olaylarından duyulan endişe ve korkunun ve hiç kuşkusuz yukarıda anlatılan anayasa yapım sürecini belirleyen askeri rejim uygulamalarının payı var. Bunlar görmezden gelinerek yapılan yorumların sadece cehaletten ya da unutkanlıktan kaynaklanmadığını düşünmek ise herhalde kötü niyet olarak kabul edilmemeli. Gelelim Kenan Evren’in yaşadığı konforun * Bu yazı, yaklaşık üç yıl önce Birikim’in gerekçesine. Kestirmeden söylersek; siyasal ve internet nüshasında yayınlanan yazımın güncellenip toplumsal nedenleri bir yana, Evren’in bugün herhangi değiştirilmiş halidir. bir lokantada ‘rahatça’ yemek yiyebilmesinin tek hukuki nedeni Anayasa’nın Geçici 15. maddesidir. 10 ADIYAMAN ‘DAN NİÇİN VOLEYBOLCU ÇIKMADI? sezgileri ve savunma refleksleri yapsalar iyi olacağını haykırmaya başlamıştı bile... “Diğerinden önce davranmak kurnazlığı” da işin içine girince süratle boş ve iyi yerler kapışıldı... Yapısında dinsel motiflerin etkin olduğu insanlar, o güne kadar tanrılarıyla baş başa yaşarken “Allahın sopası olmak” gibi bir misyonla donanmak gerektiğini hissettiler. Çoğu şeyi anlaşılmasa da Ülkücülük hazır bekliyordu. Ama bu yapıda olup kürt kökenli olanlar bu çatıya giremeyince Akıncılık onlar için en salim liman işlevi görmeye hazırdı... Hepsi de namaz kılıp aynı tanrıya yakaran insanların ırk farklılığından dolayı ayrı yerlerde ve dillerde dua etmeleri neyse ama birbirleriyle çatışmalarına muhtemelen tanrının bile aklı ermiyordu... Gerçi açık olan bir şey vardı. Şehirli Müslümanlar eskiden beri bu Kürtleri varlıklarına ve huzurlarına bir tehdit gibi algılıyorlardı. Camide ön saflarda yer vermemeleri bundandı. Bu protokol densizliğine Kürtler de tevessül etmiyorlardı doğrusu. Ayrılarak huzur buldular... 1970 li yılların toplumsal heyecanlarından bu kent de payına düşeni almıştı. Ama her olguyu küçük insanın kahredici süzgeçlerinden geçirerek, kendilerine benzetme potalarında eritip, kendi özgün kalıplarına dökerek yapmışlardı bunu. O önermelerin sahiplerini bile hayrete düşüren bir ustalıkları vardı bu alanda. Asırlık gelenekleri ve genlerine işlemiş pratiklikleriyle tarihin her döneminde böyle yaptıkları sır değildi. İlk dinlerini seçerken de böyleydiler istilaya uğrarken de... Son dinlerini seçecekleri zamanda böyle davranacaklarının tüm ipuçları günlük hayatlarında, davranış kodlarında bol bol görülmekteydi... 70 li yılların saf belirleme “zorunlulukları” bu kentte şaşılası bir mekaniklikte ve süratle gerçekleşti. Toplumsal dönüşüm ve ilerleme sayılan şey aslında kentin sosyal dokusunda belirleyici olan departmanlara yeni ve ilginç etiketler koymaktan ibaretti. Onlara kalsa böyle bir çaba gereksizdi ama güçlü 11 Genelde kentin dağlık yerlerinde yaşayan Alevilerin saf belirlemesi daha kolay ve zahmetsiz oldu.. Bu “yezitlerin” olduğu her yer onlar için kerbelayı çağrıştırınca, olmadıkları yerlerde meşreplerine uygun yapılar aradılar, buldular da... Dağ kökenli olanları, daha yırtıcı ve silahı bir dil olarak gayet yalın, etkili kullanmayı önerenlere gittiler. Aslında onlar kendilerini anlatıyorlardı. Asırlarca miras aldıkları linquistik çağrışımlara biat etmeleri zor olmadı. Diğerleri daha halim selim yapılarda konuşlanmışlardı ve aydınlıktan, ilerlemeden yana olmanın ağır bedelleri gerektirmemesini diliyorlardı... Bunun gibi ticaret erbabı ve büyük toprak sahipleri tedbirli ve hakim yapılara intibak ederken her kökenden yoksullar biraz itibar gördükleri ilk yerde konakladılar.. İki şey hiç olmadı! Önceden düşmanlıkları veya çekişmesi olanların hiçbiri, kökeni ne olursa olsun, aynı yapılanmada olmadılar. Önceden dost, aşiret v.b. olanların ayrı yerlerde olmaması da ikinci ihlal edilmeyen şeydi... Vakit erişip de egemenler, kendi yarattıkları bu yoğunlaşmanın artık amacını aşan işlevlere bürünmesine bir dur demek gerektiğine karar verene değin çok ocaklar söndü.. Çok yaşamlar talan edildi... Her dönem de bitmekte olanı fark etmeyip, sürmekte olana büyük bir imanla sarılan insanlar vardır. Tüm zamanların kahramanları ve mağdurları onların arasından çıkar. Onların dışında kalanlar, gelmekte olana fikren ve fiziksel olarak çoktan hazırlanmışlardı. Şaşmaz içgüdüleri birçok toplumbilimciye parende attırırdı. Ellerinde kovaları, yeni değirmenlere su taşımak için sessizce bekliyorlardı... Kahraman ve yürekli insanlar, dayanılmaz ve yoğun işkencelerden sonra yıllarca ranzalarda, mahkemelerde, koyu yoksulluklar ve yoksunluklar içinde, halklarının buhar olan teveccühlerine hayret edip durdular... Neylersiniz ki bu topraklar “hayret en yüce makamdır!” diyen düşünürleri de yetiştirmek gibi bir özelliğe sahipti... Tarih hükmünü verene kadar, usandırıcı tekrarlarından birinin yapı taşlarını daha örmekteydi. sundu. Bütün diktatörler gibi “sükun ortamını” taçlandırmaya karar verdi. Tarihteki benzerleri futboldan çok yararlanmışlardı ama ne yazık, Adıyaman’daki stadyumun zemini futbol oynamaya elverişli değildi. Bunun üzerine içinde işkenceli sorgular yapılan kapalı spor salonu hatırlandı. Artık işkenceli sorgular için antik Perre Mağaraları kullanılıyordu. Heyhat, spor salonunda futbol oynanamazdı ama voleybol pekala olabilirdi. Emir tez duyuldu. “Her kamu kurumu, esnaflar, mahalleler ve okullar bir voleybol takımı oluşturmak zorundaydılar. Bu takımlar eleme esasına göre bir turnuva yapacaklar ve huzur ortamı dosta düşmana gösterilecekti. Kentte korkuyla karışık bir histeri dalgası yükseldi. Artık herkes voleybolcuydu. Elemeler başladı. Bir subay hakemlik ediyordu. Böyle bir otoritenin varlığının sorgulanmaması gereken tek durum bu olsa gerekti. Çünkü Adıyamanlıların voleybol adı altında yaptıkları tek şey, top kendilerine gelince karşı tarafa atıp kurtulmaktı. Subay düdük çaldığı zaman ne yapmaları gerektiğini anlamaları epeyi zaman aldı. Subay sözlü komut vererek durumu açıklıyordu. Neticede iki takım finale kaldı. Final maçını bizzat komutan ve yüksek zevat izleyecekti. Maç başladı ama bir zaman sonra sabahlara değin bizzat katıldığı işkenceli sorgulardan yorgun düşmüş olan komutan uyumaya başladı. Kimse uyandırmaya cesaret edemedi. Maç bitip, alkışlar başlayınca komutan uyanıp sonucu sorduğunda söylediler. Komutan bir müddet ensesini kaşıyıp düşündükten sonra, iki tarafın oyuncularını çağırıp buyruğunu verdi. 12 Eylül’e gelindi. “Ülkemizin en çok ihtiyaç duyduğu milli birlik ve beraberlik” duygusu Adıyaman’da da sağlandı! Bu milli birlik ve beraberliğin sağlanmasında zulmü bol bir sıkıyönetim komutanı engin katkılar Sırrı Süreyya Önder “Maçı başından itibaren yeniden oynayacaksınız ama aynen tekrar edeceksiniz. Yani ilk karşılaşmada ne yaptıysanız aynısı olacak!!!” Size inanılmaz gelebilir ama Adıyamanlılar aynen oynadılar.. Komutan sonucu beğenmedi. Kupayı kazanan takıma değil gönlündeki takıma verdi. Hep beraber istiklal marşı söylendi. O günden sonra Adıyamanlılar hiç voleybol oynamadılar. Devlet erkanı tarafından düzenlenen hiç bir turnuvaya da itibar etmediler. 12 TÜRKİYE’DE YENİ BİR SİYASAL DÖNEM BAŞLARKEN 12 EYLÜL’E BUGÜNDEN BAKMAK Yalçın Bürkev 12 Eylül (1980) dönemi, siyasal değerlendirmelerin büyük bölümünde idamlar, ölümler, işkenceler, cezaevleri, baskılar ve mağduriyetlerle solun ezilmesi çerçevesinde ele alınır. Tarihindeki en canlı dönemini yaşayan halk muhalefetinin bastırılmasını resmeden bu gerçekler, 12 Eylül’ün temel başarısına da işaret eder. Ancak, günümüzde 12 Eylül daha derinlikli bir analize tabi tutulmalıdır. Zira gerek yaşanan dünya ekonomik krizinin gerekse de ülkedeki siyasal gelişmelerin işaret ettiği üzere, bir dönemin sonunun geldiği ve yeni bir dönemin başlamakta olduğu bugünlerde, 12 Eylül’ü 30 yıllık neoliberal dönemin bütünü açısından ve bugüne ilişkin etkileri etrafında tarihsel süreklilik içinde değerlendirmek olanaklı olduğu kadar anlamlı da olacaktır. 12 Eylül’ün siyasal etkileri esas olarak egemen blok ve sol/toplumsal muhalefet açısından olmak üzere iki düzeyde ele alınmalıdır. Bu yazı daha çok egemen bloğa etkileri üzerine odaklanacaktır. EGEMEN BLOK AÇISINDAN 12 EYLÜL’ÜN SİYASAL ETKİLERİ Dünyada neoliberal dönemin başlangıcıyla çakışan 12 Eylül darbesi, Türkiye siyasal hayatına egemen bloğun etkili bir müdahalesi olarak gündeme geldi ve yeni bir döneme ebelik etti. 12 Eylül siyasal, ekonomik, sosyal ve jeostratejik alanlarda neoliberal yeni sömürgeciliğin yapısal olarak yerleştirilmesi açısından tam anlamıyla düzenleyici bir rol oynadı.1 1 12 Eylül’ün düzenlediği temel alanlara kısaca değinecek olursak: 1) 1970’lerde Milliyetçi Cephe (MC) hükümetleri öncülüğünde halk muhalefetine karşı sürdürülen “iç savaş” politikalarının başarısızlığa uğraması karşısında, 12 Eylül darbesi Türkiye egemenlerinin yeni siyasal hamlesi olarak gündeme geldi. İç savaş eğiliminin tırmanmasından tedirginlik duyan orta sınıflar ve bu gerilimli atmosfer içinde yorgun düşen halk kesimlerinin desteğini alarak başlangıçta ezici bir baskı ortamının yanısıra psiko-politik bir hegemonya da tesis edebilen askeri darbe, süreç içinde tüm siyasal alan ve siyasal rejimi baştan aşağı yeniden yapılandırdı. 2) 12 Eylül 1983 sonrasında Özal’la belirginleşecek olan neoliberal politikaların önündeki (halk saflarından ve egemenler arasındaki çelişkilerden kaynaklanan) engelleri düzleyen bir rol oynadı ve neoliberal (özellikle de ekono- 13 12 Eylül darbesiyle solun, işçi sınıfı hareketinin ve halk muhalefetinin ezilmesiyle birlikte, egemenler üzerindeki halkçı toplumsal/siyasal basınç çok zayıfladı ve 1980’lerden günümüze değin egemenlerin kendi iç çelişkilerinin ön plana çıktığı bir siyasal düzlem oluştu. Oysa özellikle 1960-1980 döneminde, solun, işçi sınıfı hareketinin gerek uluslararası gerekse de ülke içindeki basıncı, egemenler içindeki yarılmaların bir bölümünü yükselen halk muhalefetiyle kaçınılmaz olarak etkileşime girmeye ve düzendışı kimi işlev ve rollere doğru ittirmekteydi.2 12 Eylül’le başlayan ve 30 yıla yaklaşan neoliberal dönemde, halk muhalefetinin ezilmesiyle birlikte üzerlerindeki halkçı basınçtan kurtulan egemenlerin kendi iç çatışmaları siyasal arenada ön plana geçti. Egemenler arasındaki yarılmanın ve bu yarılmanın bugünlere liberalizm-ulusalcılık biçiminde yansıyan tezahürlerinin doğumuna ebelik eden zemini, 12 Eylül oluşturdu. Bu nedenle 12 Eylül, gerek Özal liberalizminin (sonrasında AKP liberalizminin) gerekse de askeri bürokrasinin liberal kanada karşı direncinin (sonrasında ulusalcılığın) mayalandığı siyasal ortamı oluşturdu ve besledi. Neoliberal Dönemde Egemen Sınıflar Arasında Derin Yarılma ve 12 Eylül 1980’lerdeki uluslararası yeni işbölümüne bağlı olarak Türkiye’nin uluslararası kapitalizm ile bütünleşmesini hedefleyen ve 24 Ocak (1980) kararlarıyla temelleri atılan neoliberalizm, 12 Eylül’le birlikte iktidar bloğundaki tüm unsurların sahiplendiği strateji oldu. Ancak neoliberalizm sadece ekonomik boyuttan ibaret değildi. Aynı zamanda politik ve jeopolitik boyutlarıyla birlikte amacına ulaşabilecek bir stratejiydi. Neoliberal politikalar, rejimin yeniden yapılandırılması doğrultusundaki (“ademi merkeziyetçilik”, “devletin küçültülmesi”, “laiklik ve üniter devlet anlayışlarının yeniden ele alınması” tartışmaları çerçevesinde) politik düzenlemeler ile Ortadoğu bağlamı içinde (özellikle Kürt sorunu çerçevesinde) gelişen jeopolitik atakları beraberinde getirdi. Özal döneminde “İkinci Cumhuriyet” etrafında yapılan bu tartışmalar rejimin restorasyonu/dönüşümü çerçevesinde ele alındı. Bu nedenle de iktidar bloğu içinde Cumhuriyet tarihinin en derin yarılmalarına neden oldu. “İkinci Cumhuriyetçi” tezler o dönemde MGK Genel Sekreteri ve Genelkurmay başkanı olan Orgeneral Necdet Üruğ’un önderliğindeki askeri bürokrasinin direnişiyle karşılaştı. Özal ile Necdet Üruğ’un başlarını çektikleri kamplar arasında başlayan çatışma popüler olarak “asker-sivil çatışması” şeklinde adlandırıldı. Özellikle 1990’ların başlarında ABD’nin Irak’a yönelik Birinci Körfez Savaşı ve sonrasında iyice tırmanan bu gerilim, liberal kanadın tasfiyesiyle sonuçlandı. Cumhurbaşkanı Özal ile Orgeneral Eşref Bitlis’in peşpeşe şaibeli ölümleri ve JİTEM kurucusu Cem Ersever’in öldürülmesi birinci liberal dalgayı sürükleyen aktörlerin etkisinin kırılmasının/tasfiyesinin simgeleriydi ve bu süreç 1990’lı yıllarda biçimlenerek iktidarı etkisi altına alan ulusalcılığın önünün açılmasıyla sonuçlandı. 12 Mart’ta ordu içindeki yurtsever unsurları tasfiye eden ve Türk-İslam sentezi fikriyatını benimseyerek 1970’li yıllardaki iç savaş doğrultusundaki gelişmelerin bastırılması üzerinden inisiyatif elde eden askeri bürokrasi, 12 Eylül sonrasında Türkiye egemenlerinin ana siyasal inisiyatif odağı oldu. 1990’lı yıllarda da Kürt isyanının bastırılması üzerinden politik inisiyatif alanını arttırarak sürdürdü. Bu süreçte ABD, Birinci Körfez Savaşı sonrasında Irak eksenli bir Kürt devleti oluşumu arayışına başlamıştı. 1990’ların sonlarına doğru ise ABD’de geliştirilen “ılımlı İslam” projesi, askeri bürokrasinin tutumunda yeni bir durum ortaya çıkardı. Bu iki olgu, güçlü bir tehdit algısı yaratarak askeri bürokrasinin neoliberal küreselleşmeye karşı mik) politikaların egemenlerin ortak kabulü haline gelmesinin önünü açtı 3) 12 Eylül’de yaratılan baskı ortamı eşliğinde uygulamaya sokulan ekonomik politikalar aynı zamanda karmaşık ve derin sosyal etkilere yol açtı. Bunların başında, 1980 sonrası tüm sürece yayılacak olan Türkiye’nin en sistematik yoksullaştırma, mülksüzleştirme ve (kapsamlı göçün eşlik ettiği) büyük bir proleterleştirme dalgası geldi. 4) Uluslararası jeopolitik etkileri açısından ise, İran Devrimi (1979) ve Sovyetler Birliği’nin Afganistan işgalinin (1980) ardından gündeme gelen 12 Eylül darbesi, ABD’nin Ortadoğu’da zayıflayan nüfuz alanının tahkim edilmesindeki en kritik hamle işlevini gördü. 2 Kendi dönemlerinde dünyadaki (1960’ların Arap BAAS rejimleri veya 1970’ler Şili’sindeki Allende iktidarı gibi) benzer örneklerle kıyaslandığında çok daha düzeniçi pozisyonlara sahip olmalarına rağmen,1960’larda (cuntacı bir akım olarak boy veren) Kemalist yurtseverliğin ve 1970’lerde sosyal demokrat halkçılığın sınırlarının o dönemde yükselen halk muhalefetinin etkisiyle yer yer düzendışı rollere zorlandığını söylemek abartı olmayacaktır. 14 ideolojik pozisyonunda önemli bir değişime yol açtı. Osmanlı’dan bu yana ideoloji ile son derece pragmatik bir bağ kurmaya alışık bir devlet geleneğinden gelen askeri bürokrasi içinde hızla ulusalcılık ana ideolojik damar haline geldi. Bu süreçte askeri bürokrasi, “bölünme ve şeriat” tehdidi temelinde inisiyatif almaya yöneldi. 28 Şubat sürecinde bu tehdit algısı işlevsel oldu. Ancak emperyalist projeyle yaşanan sistematik uyumsuzluk ve savunmacı pozisyon ulusalcılığın boşluk noktalarıydı. Oysa aynı süreçte Türkiye’nin küreselleşme politikalarıyla siyasal entegrasyonu AB projesi çerçevesinde sağlanmaktaydı ve ulusalcılığın yarattığı sorunlar bu proje için ayakbağı oluşturmaya başlamıştı. Bu durum, uluslararası bağımlılığı/ bağlantıları çok güçlü olan geleneksel sermaye ile ulusalcılığa yönelen askeri bürokrasinin arasının açılmasına neden oldu. 2000’li yılların başlarında sermaye cephesi neredeyse bir bütün halinde AKP’yi destekledi. Genelkurmay’da yalnız kalan ulusalcılar ise ordunun komuta kademelerinden aşama aşama tasfiye edildiler. Neoliberalizmin politik ve jeopolitik sonuçları etrafında egemenler arasında oluşan bu yarılma ve ortaya çıkan (sonradan ulusalcılığı doğuran) askeri ve kısmen sivil bürokrasi içindeki direnç, neoliberalizmin politik/jeopolitik unsurlarının Özal döneminde olgunlaşmasını engelleyerek, AKP iktidarına (2002) uzamasına yol açan bir “gecikmeye” neden oldu. 1990’lı yıllar merkez partilerinin erimesi ve 28 Şubat gibi postmodern darbelerle İslamcılığın aşırılıklarının törpülenerek siyasal İslamın liberalizasyonu çerçevesinde gelişti. Bu gelişmeler sonrasında hızla “imal edilen” AKP iktidara oturtuldu. Özal’ın başlattığı ama ölümüyle kesintiye uğrayan dönüşüm süreci AKP döneminde hızlanarak devam etti. Askeri ve sivil bürokrasi içindeki geleneksel direnç merkezleri kırıldı ve Ergenekon operasyonları çerçevesinde tasfiye edildi. Ancak neoliberalizmin gerektirdiği politik ve jeopolitik sonuçları hızla elde etmeye yönelen AKP (Ergenekon operasyonlarında simgeleşen koçbaşı darbelerinin ön açmasıyla) rejimin restorasyonunu gerçekleştirdi. Bağımlılık ilişkilerini derinleştiren bu restorasyon süreci rejimin “laiklik ve üniter devlet” parametrelerinin değişimi etrafında biçimlendi.3 Böylelikle 12 Eylül’le başlayan ve Özal’la derinleşerek sürdürülen “misyon”, AKP ile tamamlanmış oldu. Sermaye Cephesinde Yarılma ve 12 Eylül Neoliberalizmin “uzun 30 yılı” sermaye cephesinde de büyük bir değişim yarattı. Türkiye’nin kapitalistleşme tarihinde önemli bir dönemeç oluşturdu. “İlkel birikim” özellikleri ağır basan bu süreçte uluslararası sermayeye bağımlılık muazzam ölçülerde arttı. Tekelleşme süreci olağanüstü hızlandı. Ama aynı zamanda sermaye içinde de önemli bir el değiştirme süreci yaşandı. Özellikle İslamcılığın yükselmesine paralel olarak yerel yönetimlerde ve bakanlıklarda İslami sermaye iktidarda olmanın avantajlarını arkasına aldı. Toplam sermaye yatırımları içinde yerel yönetimlerin payının çok hızlı bir ivmeyle artması, bakanlık yatırımlarının önemli ölçüde politik kıstaslara göre dağıtılması, İslami sermaye birikimini destekledi. Bunların yanısıra İslami sermaye, Türkiye’nin uluslararası meta üretim zincirlerine ihracat eksenli fason üretim üzerinden eklemlenmesinde de önemli rol oynadı. Anadolu’da Denizli, Kayseri, Konya, G.Antep gibi ucuz emek gücüne dayalı, ihracata dönük fason üretim havzaları oluştu ve İslami sermaye bu havzaların egemeni oldu. Geleneksel tekelci sermaye ise elindeki büyük sermaye birikimi sayesinde, büyük kamu özelleştirmelerinde uluslararası sermaye grupları ile ortaklık kurarak aslan payını almayı başardı. Ancak bu durum geleneksel tekelci sermaye içindeki (Sabancı grubu gibi) bir bölüm eski aktörün irtifa kaybetmesinin önüne geçemedi. Bunun yanısıra geleneksel sermayenin bir bölümünün de AKP ile uyumlu hareket etmeye özen gösterdiği (Doğuş grubu gibi) görülüyor. Bu gelişme geleneksel sermayenin öz örgütü olan TÜSİAD’da iç gerilimlere neden oluyor. Bu arada İslami sermaye yayılma ivmesini giderek artırıyor ve birçok sermaye örgütü ile sanayi ve ticaret odalarında daha etkin pozisyonlar elde ediyor. Emperyalizme bağımlılığı şiar edinerek neoliberal politikalara uyarlanan ve ilk yıllarda Özal misyonunun devamcısı olarak değerlendirdiği AKP’yi destekleyen geleneksel tekelci sermaye bugün gelinen noktada 3 Parametrelerdeki bu değişim, laiklik ve üniter devlet anlayışından vazgeçildiği ya da bu sorun alanlarının çözüldüğü anlamına gelmiyor. Sorun alanlarının yeni bir düzlemde devam edeceği, muhafazakar bir laisizm anlayışının benimsendiği ve Kürt sorununda asimilasyonu yegane politika olmaktan çıkartan yeni bir üniter devlet modeli arayışına tekabül ediyor. 15 büyük bir düş kırıklığı yaşadı. Görülmektedir ki, siyasal alandaki muhafazakarlaşma/gericileşme sermaye içinde de karşılığını bulmakta ve tekelci sermayenin bileşimini de bu doğrultuda değişime zorlamaktadır. Merkez Parlamenter Siyasal Güçler ve 12 Eylül 12 Eylül düzenin merkezinde yer alan parlamenter siyasal güçlerin kompozisyonunda da önemli değişimler yarattı. 12 Eylül döneminde merkez siyasal partilerin kapatılması ve liderlerine siyasi yasak getirilmesi, bu partilerde zaten büyük bir siyasal/örgütsel dağınıklık yaratmıştı. Bu durum, başta ANAP, DYP, SHP olmak üzere, 1980-90’lardaki merkez siyasal güçleri/partileri neredeyse köksüzleştiren bir etkiye neden oldu. Bu köksüzlük, neoliberalizmin yarattığı güçlü siyasal çürüme ve yozlaşma karşısında merkez siyasal güçleri iyice dayanıksız hale getirdi. Buna bağlı olarak da merkezde yer alan laik-liberal siyasal güçler, neoliberal programın gerektirdiği rejim restorasyonunu gerçekleştirecek kadrosal, örgütsel ve liderlik özelliklerini önemli ölçüde yitirdiler. Zaten dünya örneklerinde de (özellikle yeni sömürge ülkelerde) neoliberal programın tüm safhalarının aynı siyasal güçler tarafından gerçekleştirilmesi pek rastlanır bir durum değildir. 30 yıllık neoliberal programın uygulanma sürecini “yıkım” ve “yeniden inşa” aşamaları biçiminde tasnif edebiliriz. 1980’lerde bizim gibi yeni sömürge ülkelerde (çeşitli L.Amerika, Asya, Afrika ülkelerinde görüldüğü üzere) darbeleri takip eden dönemler, neoliberal programın ilk aşaması olan yıkım programlarıyla karakterize oldu. Türkiye’de bu yıkım, 12 Eylül ve onun programatik devamı olan Özal döneminde hayata geçirildi. Yıkım, bir kuralsızlaştırma süreciyle birlikte yaşandı.4 Darbe ortamının sağladığı baskı ve şiddet atmosferi de, kontrolsüz bir biçimde işleyen yağma ve talan olanaklarını doğurdu. Bu kuralsızlaştırma, yağma ve talan operasyonlarıyla beslenen siyasi kadrolar5 bir yandan ceplerini doldururlarken, diğer yandan da toplum nezdindeki tüm itibarlarını kaybederek “yeniden inşa” aşamasının gerektirdiği atak yapabilme özelliklerinden yoksun kaldılar. “Yeniden inşa” aşaması aynı zamanda iktidar bloğu içinde de bir değişimi beraberinde getirdiği için, arkasına güçlü bir sosyal destek gerektirmekteydi. Bu durum ise eski, yıpranmış siyasal güçlerin yerine siyasal arenaya yeni siyasal güçlerin sürülmesini zorunlu kılmaktaydı. Bu nedenle, örneğin halk muhalefetinin güçlü olduğu ülkelerde, darbeler sonrası “apertura-demokrasiye geçiş” adı altındaki neoliberal yeniden yapılanma süreçlerini genellikle soldan devşirilen siyasal güçler gerçekleştirdi. Bunun dünyadaki tipik örnekleri Brezilya’da Lula (İşçi Partisi) ve G.Afrika’da Mandela (Afrika Ulusal Kongresi) iktidarlarıdır. Türkiye’de ise askeri bürokrasiden gelen direnç ve yıkım programının halk kitleleri arasında yarattığı tepkiler (1989 Bahar eylemleri gibi) ANAP’ın 1989 ve 1991 seçim yenilgilerine yol açarak, Özal’ın saf neoliberal programının özellikle politik ve jeopolitik boyutlarında bir “duraklamaya” neden oldu. 1990’larda ANAP, DYP, SHP gibi merkez sağ-sol partiler arasında kurulan koalisyonlar ekonomide neoliberal gündemi takip etmekle birlikte, neoliberalizmin yozlaştırıcı, çürütücü etkisiyle erimekten kurtulamadı. 1990’larda iktidara gelen tüm merkez partilerin hızla erimeleri ve sandıktan silinerek çıkmaları bu yozlaşmanın siyasal sahnedeki yansıması oldu. Bu tablo egemenlerin merkezde konumlandırabilecekleri yeni siyasal aktör arayışlarını beraberinde getirdi. Duvarların yıkıldığı ve 1990’ların popüler deyimiyle “yeni dünya düzeni” rüzgarının estiği koşullarda Türkiye’de hızla yeşeren ve solda da “sol liberalizm” olarak beliren AB’cilik akımının rüyası, egemenlerin yeniden yapılanma projesini kendileri üzerinden gerçekleştirmekti. Ancak 1990’ların ilk yarısında Kürt hareketinin tırmanışının yarattığı gerilim ve bu gerilim üzerinden beliren ulusalcı/milliyetçi yükseliş, sol liberal AB’cilik akımının da cılız bir güç olmaktan öteye geçmesini engelleyen ana faktör oldu. Kürt hareketi ise 1999’a doğru yaşadığı iniş seyrine bağlı olarak liberal arayışların etkisine girerek, gecikmeli ve kısa süreli bir AB’cilik hayaline kapıldı. Ancak “atı alan Üsküdar’ı geçmiş” ve 2000’li yıllarda egemenler neoliberal “yeniden inşa” aşamasını tamamlayacak Amerikancı bir liberal aktörü siyasal İslam’ın ana akımı 4 Özal’ın yasaların elvermediği her durumda fiili olarak icraatı gerçekleştirmesi ve “Anayasanın bir defa delinmesiyle bir şey olmaz” veciz ifadesindeki tutumu, kuralsızlaştırmanın bizzat devletin en üst mercilerince uygulamanın esası haline getirildiğinin en açık örneğidir. 12 Eylül günlerindeki başta hak gaspları olmak üzere gerçekleştirilen tüm bu tür keyfilikler de aynı tablonun başka yüzleridir. 5 Özal’ın “Benim memurum işini bilir” ifadesi bu yozlaşmaya her kademede müsaade edildiğinin açık kanıtıdır. 16 içinden devşirerek AKP’yi yaratmış ve Özal’ın gelişine benzer yöntemlerle iktidara taşımışlardı. Bu süreçte sosyal demokrasinin gelişim mecrası da ilginç bir seyir izledi. 1980’lerde Ecevit’in ayrı saf tutmasıyla birlikte kendi içinde bölünen sosyal demokrasi, siyasal arenada nispeten etkisiz ve siyasal çizgisi belirsiz bir pozisyonda kaldı. Sosyal demokrasi içinde liberal eğilimler hep belli bir ölçüde varolmakla beraber bunun sistematik ve güçlü bir savunusu ortaya çık(a)madı. Buna karşın 2000’lere doğru sosyal demokrasi hızla ulusalcı bir çizgiye yöneldi. Bu durum, 1960’larda “ortanın solu”, 1970’lerde ise “sosyal demokrasi” ile işçi hareketi ve solun basıncı sayesinde tanışmış olan Türkiye için anlaşılması pek de kolay olmayan bir tablo yarattı. Ancak bu noktada biraz daha gerilere dönerek, Türkiye’de burjuva devrimciliğinin köklerini esas olarak 20.yüzyıl başlarında İttihat Terakki’den aldığını hatırlamak gerekir. Ülkemizdeki burjuva devrimciliğinin özgün karakteri, “dağılan imparatorluğu koruma ve bölünmesini engelleme” güdüsü ile iç içe gelişmiş olmasıdır. Bağımsızlık mücadelesi ve yukardan aşağı tamamlanmamış bir burjuva devrimi olarak tarihte yerini alan Cumhuriyetin bu atmosfer içinde biçimlendiğini unutmamak gerekir. Dolayısıyla Cumhuriyetin kurucu partisi olan CHP’nin 2000’li yıllarda “devleti ve vatanı kurtarma” fikriyatına meyletmesinin kökleri kendi tarihinde fazlasıyla mevcuttur. Her iki dönemin de (20. yüzyıl başları ve 21.yüzyıl başları) küreselleşme çağı olduğu ve emperyalistlerin Ortadoğu’yu yeniden şekillendirmeye çalıştıkları dönemler olduğu da hatırda tutulmalıdır. İşte bu nesnel koşulların yanısıra, 12 Eylül’le birlikte önemli bir öznel değişim de yaşandı: 1960-80 döneminde solun, işçi hareketinin yükselişinin yarattığı basınç 12 Eylül sonrasında ortadan kalktı.6 Oysa metropol ülkelerde sosyal demokrasinin tarihsel kökleri güçlü işçi hareketi geleneğinden gelmektedir ve neoliberal dönemde dahi bu köklerin etkileri şu ya da bu ölçüde kendisini hissettirmiştir. İşçi sınıfı hareketinin sendikal ve siyasal geleneğinin oldukça yeni olduğu ülkemizde ise burjuva ilericiliğinin özgün biçimlenişi, CHP’nin ilk tarihsel fırsatta “devleti kurtarma ve vatanı böldürmeme” güdüsüyle yeniden kendi köklerine dönebilmesine olanak tanımıştır. Ancak bu kez ilerici bir misyonla değil, “ulusalcılık” etrafında neoliberalizmin politik ve jeopolitik boyutlarına karşı egemenlerin bir bölümünün reaksiyoner tutumu olarak tarih sahnesinde yer aldı ve yenildi.7 Özet olarak, neoliberalizmi ülkeye uyarlayarak, kontrollü bir “demokrasi” ve iki partili yepyeni bir parlamenter sistem yaratma iddiasıyla yola çıkan ve düzenin geleneksel sermaye ve geleneksel siyasal güçlerini tahkim etmeyi hedefleyen 12 Eylül’ün yarattığı sonuçlar, başta hedeflenenden oldukça farklı oldu ve iktidar bloğunda derin bir yarılmaya yol açtı. Bu yarılmanın neticesinde iktidar bloğu açısından Cumhuriyet tarihinin en büyük değişimlerinden birisi yaşanırken, yeni bir gericilik dönemi için ön açılmış oldu. Siyasal İslam’ın Yükselişi ve 12 Eylül 1980’li yılların başlarında, AP ve CHP gibi düzenin merkez siyasal akımlarını/partilerini kapatarak karşısına alan askeri darbe, (12 Mart cuntacılarının başına geldiği gibi) bir başarısızlığa uğramamak ve toplumsal tabanını güçlendirmek için İslami akımlarla ittifak içine girdi. Hatırlanacağı üzere, askeri cuntanın 1982 referandumunda, “evet” oyu vermeleri karşılığında çeşitli cemaat ve tarikatlarla anlaştığı bizzat kimi generallerin anılarında dile getirilmiştir. 12 Eylül döneminde sola, komünizme karşı ABD patentli “Yeşil Kuşak” stratejisiyle hareket ederek imam hatip liselerini sistematik olarak yaygınlaştıran, kuran kurslarının, tarikat yurtlarının ve cemaat evlerinin pıtrak gibi açılmasını teşvik eden, din dersini zorunlu hale getiren askeri yönetimin 1980’lerdeki bu pragmatik ittifakı, Özal dönemiyle birlikte pekişti. İslamcılar ön plana 6 Solun ve işçi hareketinin bu etkisizleşme sürecini ortaya çıkartan ana faktörler şöyle sıralanabilir: Devrimci hareketlerin 12 Eylül yenilgisi, solda yaşanan ahlaki ve moral çöküntü, reel sosyalist bloğun çöküşüne bağlı olarak sınıf hareketinin köklü bir yeniden oluşum sürecine girmesi, neoliberalizmin etkilerinin ve çağın ruhunun çok gecikmeli kavranması ve köktenci alternatif politikalar oluşturulamaması, işçi hareketinin gelenekselin dışına çıkamayarak etkisizleşmesi, özgüven kaybı nedeniyle önceleri liberalizmden sonraları ulusalcılıktan etkilenme, 1960-80 döneminde solla birlikte hareket ederek ortak bir sosyal zemin oluşturan Kürtlerle senkronize bir mücadele zeminin ortadan kalkması, Kürtlerin, Alevilerin zamanla liberal etkiler altında kimlik politikalarını esas almaları vb. 7 CHP’nin çeşitli açılım arayışlarını da yeni döneme ayak uydurma çabaları olarak değerlendirmek gerekir. 17 çıkma gereği duymaksızın çeşitli kanallardan yayılmalarını sürdürdüler.8 1980’li yıllarda sosyalizmin gerilemesi ve İran devriminin etkisiyle prestiji yükselmeye başlayan İslamcı akıma verilen bu destekler, 1990’ların ortalarından itibaren İslamcı partilerin iktidara aday hale gelmelerine adeta davetiye çıkaran bir rol oynadı. 1997’deki Refahyol Hükümeti neoliberal dönemin ilk İslamcı hükümeti oldu. Ancak Milli Görüş geleneğinin neoliberal programa yeterince uygun olmadığı bu süreçte görüldü. Ve AKP, uluslararası sermayenin neoliberal programının “yeniden inşa” aşamasını sürdürecek yeni bir aktör arayışının ürünü olarak gündeme geldi. Egemenlerin tüm merkez partilerinin yozlaşarak çözüldüğü 2000 başlarında, 28 Şubat döneminde (RP nezdinde) “tornadan geçirilerek” ılımlılaştırılan ve liberalleştirilen İslamcı akım içinden imal edilen düzenin yeni merkez sağ partisi AKP oldu. AKP yönetimindeki Türkiye, Malezya ile birlikte, ABD’nin “ılımlı İslam” projesi açısından örnek modeli oluşturdu. Neoliberal stratejiyi hedeflenen tüm sonuçlarıyla birlikte yaşama geçirmeye soyunan AKP, rejimin restorasyonunu gerçekleştirirken, 30 yıla yaklaşan bir dönemi kapatıp bir diğerini açma çabası içine girdi. Böylece, 12 Eylül darbecilerinin sola karşı basit bir manivela olarak görerek ittifak ilişkisi kurduğu siyasal İslam, başlangıçta hesaba katılmayan bir zafer elde etti. Darbenin arkasındaki geleneksel egemen güçlerin öngöremedikleri biçimde, onların tasfiyesini de beraberinde getiren yeni bir modeli (ılımlı İslam) başarıyla uyguladı ve halen de uygulamakta. SONUÇ YERİNE 12 Eylül darbesinin en önemli başarısı, solu, işçi hareketini ve halk muhalefetini bastırmak oldu. (Bu baskıcılık sadece Kürt sorununda geri tepti.) Geleneksel egemen güçler açısından ise 12 Eylül yeni bir siyasal rejim inşası ufkuyla yola çıktı ve bunu başardı. Ama önemli bir farkla: Bu inşa sürecine başlangıçta katılan, destek veya onay veren egemen güçlerin önemli bir bölümü dönemin bittiği bugünlerde başlangıçtaki konumlarını yitirmiş durumda. Kısacası 12 Eylül’le başlayan neoliberal dönem egemen blok içinde kapsamlı bir değişim yaratarak mantıksal sonuçlarının büyük bir bölümüne ulaşmış oldu. 30 yıllık bu dönemin sonunda hem egemen bloğun bileşiminde bir değişim, hem de rejime ilişkin neoliberal politikaların gerektirdiği bir dönüşüm ortaya çıktı. Daha önce de vurgulandığı gibi, bu dönüşüm 30 yıla yaklaşan bir zaman dilimine yayılarak, kayda değer bir “gecikmeyle” birlikte gerçekleşti. Üstelik bu dönüşümün başarıldığı an, dünya ekonomik krizine denk geldi. Neoliberalizm dünyadaki egemen politika konumunu kaybetmeye başladığı anda, Türkiye’de siyasal zafer kazandı. Bu nedenle, doğmakta olan yeni rejim gerçekte uluslararası ve ulusal planda büyük kaotik basınçların ortaya çıktığı bir düzleme, bir belirsizliğe gözlerini açıyor. Bu belirsizliğin yol açacağı yapısal sorunlar, gelecek günlerdeki siyasal gelişmelerin biçimlenmesinde etkili olacaktır. Bu kırılganlığı yansıtan ilk sinyal 29 Mart seçimlerinde görüldü. Önümüzdeki süreçte siyasal arenaya bir çok yeni aktörün gireceğine ya da varolan aktörlerin önemli bir değişim geçirmek zorunda kalacaklarına dair fazlasıyla belirti mevcut. Elbette bu genel doğru geçtiğimiz 30 yılın zayıf aktörü durumundaki sol, işçi sınıfı hareketi ve halk muhalefeti açısından da geçerlidir. Yeter ki bu dönemin dezavantajlarını avantaja çevirecek bir ataklık ve yaratıcılık gösterilebilsin. 12 Eylül’le köktenci ve gerçek bir tarihsel hesaplaşma da ancak böylesi bir noktadan gerçekleştirilebilecektir. 8 Örneğin, Fethullahçıların polis içindeki örgütlenmesi, ilk tohumlarının Korkut Özal’ın 1970’li yıllardaki İçişleri Bakanlığı döneminde atılmasıyla birlikte, asıl serpilmesini 1980’lerdeki Turgut Özal döneminde gerçekleştirdi. Tarikat ve cemaat destekleri bu dönemde gerek Özal gerekse de askerler tarafından sürdürüldü. 18 11 Eylül Günü Sarp BALCI 11 Eylül tarihi, 2001 yılında Dünya Ticaret Merkezi’nin ikiz kulelerini yıkan saldırıyla hafızalarımıza kazındı. Dünya siyasetinde bir dönüm noktası kabul edilen bu tarih 1973 yılında da benzer bir etkiye yol açmıştı. Demokratik yolla iktidara gelerek Sovyet tarzı olmayan bir sosyalizmi ülkesinde kurma iddiasındaki Salvador Allende hükümeti 11 Eylül 1973 günü Augusto Pinochet tarafından devrildi. 29 Haziran 1973’te Tank Darbesi (El Tanquetazo) olarak bilinen darbe girişimini önlemeyi başaran Allende hükümeti, bu girişimi etkisiz hale getiren genelkurmay başkanı Carlos Prats’ın karıştığı bir skandal neticesinde yerine atadığı genelkurmay başkanı Pinochet yönetimindeki darbeye engel olamamıştı. Ancak ordunun, direnmesi halinde, Başkanlık Sarayı’nı (La Moneda) bombalama tehdidine rağmen seçimle geldiği başkanlık koltuğunu bırakmayı reddetti. Ordunun yanıtı ise La Moneda’ya operasyon düzenlemek oldu. Ordu kuvvetleri karşısında çok sınırlı kalan direniş kolaylıkla kırıldı ve operasyon Salvador Allende’nin ölümüyle sonuçlandı. Darbenin ardından iktidara gelen askeri diktatörlük binlerce kişiyi solcu olduğu yahut solcu olduğuna dönük şüphe bulunduğu gerekçesiyle gözaltına aldı, işkence etti, kaybolduğunu açıkladı. İşin aslı, faili meçhul cinayetlerle yok etti. Darbeyle 1973’te başlayan bu dönem 1990 yılında askeri rejimin sivil yönetime devredilmesiyle sona erdi. Bir başka 11 Eylül Türkiye’de yaşayan bizler için çok önemli. 12 Eylül 1980 askeri darbesi bu sene 29. yılında. Aralarında Türkiye’nin de olduğu pek çok ülkenin tarihinde, kırılma noktası olarak değerlendirilebilecek dönemlerde, sivil-asker ilişkilerinde yaşanan krizlerden bahsedilir. Bizim tarihimizde böylesi krizler 1960’tan günümüze pek sık yaşanmıştır ama 12 Eylül 1980 hepsinden öte bir anlam taşıyor. 12 Eylül 1980 tarihi hafıza ve hatıralarımıza mâl olmak yerine tüm canlılığıyla kendini hissettiren bir tarihsel dönemeç Türkiye için. Ama her tarihsel olay gibi, üzerine söz söyleyebilmek için12 Eylül 1980’e giden süreci burada kısaca hatırlatmakta yarar var. I. Milliyetçi Cephe Hükümeti (MC) döneminde gidilen 1977 genel seçimleri sonunda parlamento kompozisyonu tek başına hiçbir partinin iktidar olmasına cevaz vermiyordu. Parlamenter siyaset açısından bakıldığında çok parçalı bir Meclis yapısı ve bu durumun neden olduğu siyasal istikrarsızlığın 19 ortaya çıkarttığı sıkıntılar giderek ağırlaşan bir tablo oluşturuyordu. 1974 yılında erken seçime gitmeyi planlayarak tek başına iktidara gelmeyi hedefleyen Bülent Ecevit’in liderliğindeki Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) Meclis aritmetiğini dikkate almamış ve tek başına iktidar olmak isterken iktidarını kaybetmişti. Türkiye İşçi Partisi’nin (TİP) önünü kendi ideoloji ve kadrolarını sola kaydırarak kesme yolunu seçen CHP bu süreçten, toplumsal desteğini arttırarak ancak kendi içinde oldukça hırpalanarak çıktı. İsmet İnönü ve onun şahsında temsil olunan devletçibürokratik gelenek, ideolojisi ve kadrolarıyla, Ecevitçiler olarak da bilinen grubun eliyle tasfiye edilmeye çalışıldı. Ortaya çıkan boşluk, yeni katılımlar ve Ortanın Solu fikriyatıyla doldurulmaya çalışıldı. Ancak liderlik konusunda yaşanan tartışmanın etkilerinin konsolide olması zaman aldı -hatta denilebilir ki 12 Eylül darbesiyle süreç kesintiye uğradı ve hiçbir zaman tamamlanmadı- ve yeni bölünmelere yol açtı. Ecevit’in istifası üzerine oluşan hükümet krizine çare olması amacıyla kurulan Irmak hükümeti uzun ömürlü olmadı. Sürecin yönetimini eline alan Süleyman Demirel’in Adalet Partisi (AP); yanına Milli Selamet Partisini (MSP), Milliyetçi Hareket Partisini (MHP) ve sağ kanat CHP’lilerin inşa ettiği Cumhuriyetçi Güven Partisini (CGP) ve Demokratik Parti’den ayrılan dokuz milletvekilini alarak her tür sol siyasetin yükselişine engel olmak amacıyla I. MC’yi kurdu. I. MC’nin mirası ise ülke içinde siyasal istikrarı sağlamaktan çok bir nefret bloğu yaratmak ve parlamento dışı muhalefet ve siyaseti marjinalleştirirken silahlı mücadele pratiğini derinleştirmek oldu. Silahlı şiddet eylemlerini günlük hayatın bir parçası haline getirdi. Kanlı 1 Mayıs’tan hemen bir ay sonra I. MC’nin ülkeyi taşıdığı 1977 genel seçimleri sonucunda % 41.3 oyla parlamentoya 213 milletvekili taşıyan CHP’nin en yakın rakibi AP % 36.8 oyla 189 milletvekilliği kazandı. Aynı seçimde % 8.5 oyla MSP 24, % 6.4’le MHP 16, AP ile yakın işbirliğine girerek büyük oy kaybına uğrayan CGP ise % 1.8 oyla üç milletvekili çıkardı. Seçimin ardından hükümet kurma görevini 20 üstlenen Ecevit bir ay boyunca uğraştı ancak azınlık hükümeti güvenoyu alamayınca, aynı görevi üstlenen Demirel beş ay sürecek olan II. MC’yi- bu kez CGP’siz- kurdu ve güvenoyu aldı. Ancak CHP 1978 Ocak ayının başında güvensizlik oyuyla hükümeti düşürdü ve siyasal literatürümüzde 11’ler hükümeti olarak bilinen kabineyi kurdu. CHP iktidarında ülke içinde şiddet olayları sürdü. MC’lerle başlayan ve devam eden süreçte birçok faili meçhul cinayet yaşandı. Şiddet sarmalı 22 Aralık 1978’de Kahramanmaraş’ta yaşanan olaylarla yeni bir boyuta taşındı. Ekim 1979 yerel seçimlerinde beklediği performansı gösteremeyen Ecevit’in CHP’si hükümeti bıraktı. Yerine, sağ partilerin dışarıdan desteği nedeniyle III. yahut örtülü MC olarak da adlandırılan Demirel’in başbakan olduğu azınlık hükümeti kuruldu. Meclisi kilitleyen aritmetik yapı yeni bir krize daha zemin hazırladı. Nisan 1980’de görev süresi sona eren Fahri Korutürk’ün yerine yeni cumhurbaşkanının seçimi imkânsız hale gelmiş ve Meclis’te yer alan siyasi partiler bu konuda uzlaşmamayı seçmişti. Meclisin büyük partisi CHP kendisine aday belirlemede öncelik verilmesini istiyordu. Buna karşılık AP, Senato Başkanı olan AP’li İhsan Sabri Çağlayangil’in cumhurbaşkanına vekâlet görevini sürdüyor oluşundan ötürü, sonuçsuz kalan secim sürecinin devamını tercih ediyor ve 100’ü aşkın oylamadan uzlaşmaya varılamadığı için bir türlü netice çıkmıyordu. Aşılamayan hükümet krizleri, bitmeyen cumhurbaşkanı seçimi oylamalarına ilaveten, sokaklarda kendini gösteren ve gündelik hale gelen şiddet, ülkede petrol kriziyle derinleşen iktisadi sıkıntıları katmerli hale getiriyordu. İktisadi sıkıntılara bir nebze de olsa çare olması umulan ve 24 Ocak Kararları olarak da bilinen istikrar paketinin uygulanması ise iktidara gelmeyi bekleyen askeri diktatörlüğün başa geçtikten sonraki en önemli icraatlarından biri olacaktır. 12 Eylül’ün sabahında kaderi değişecek bir toplumun içinde bulunduğu durumu 11 Eylül 1980 sabahı satışa sunulan gazete nüshalarına şöyle bir göz atarak anlamak mümkündür. Karşımızda nasıl bir Türkiye tablosu durduğu sorusuna, dönemin çok satan beş gazetesinin manşetlerine bakılarak yanıt verilebilir. 11 Eylül 1980 günkü Cumhuriyet Gazetesi’nin başlıkları: Ankara’da kurşuna dizilen 2’si kardeş 4, Fatsa’da 3, Malatya’da 2 olmak üzere yurtta 17 kişi öldürüldü. Servet kaçıran vatandaşlar kayboldu. Suriye ile Libya’nın tek devlet halinde birleştikleri açıklandı. Sol kanadın bildirisi CHP grubunda kavgaya yol açtı. Günaydın Gazetesi’nin başlıkları: MSP’yi tek başına iktidar yaparsanız hükümeti düşürürüz: MSP Genel Başkan Yardımcısı Aksay, CHP Genel sekreter Yardımcısı Öymen ile hükümeti düşürme pazarlığı yaptı. Dış basında önem bakımından Ankara ön sıraya geçti: Yeni gelen Amerikan Associated Pres, Amerikan New York Times ve İngiliz BBC muhabirleriyle birlikte Ankara’da bulunan yabancı gazetecilerin sayısı 13’e ulaştı. Daha önceleri Türkiye haberlerini buradaki Türk muhabirlerden sağlayan yabancı gazete ve ajansların Ankara’ya merkezlerinden gazeteci yollamaya başlamaları, yabancı basında “Ankara’da önemli bir şeyler beklendiği” şeklinde yorumlanıyor. Tahtakılıç, Ecevit’e bağırdı: “Ağlanacak halimize gülüyorsunuz”: Uşak Senatörü Tahtakılıç, dün CHP Ortak Grubu’nda çıkan kavgayı Ecevit’in gülerek izlemesine kızdı. Kan davasının yol açtığı korkunç intikam: Bombalı yiyecek çuvalı gönderilen aileden 6 kişi öldü. Meclis dün de toplanamadı. Halkın gözü önünde Tekel kamyonunu soydular! Hürriyet Gazetesi’nin başlıkları: Demokratik Sol tartışması ortak grupta kıyamet kopardı: CHP’de küfürlü yumruklu kavga çıktı. Meclis toplanamadı gensoru görüşülemedi. Kaddafi ile komşu olduk: Suriye ile Libya tek devlet oldu. Ortaokul müdürü 4 çocuğu ile sahneye çıktı: Bostancı Ortaokulu’nun eski müdürü Hayati Yar ile üç oğlu bağlama, tef ve darbuka çalarken aile topluluğundaki küçük Melek solistlik yapıyor. Hayati Yar “Şimdi, maaşımın 20 katını kazanıyorum” diyor. Milliyet Gazetesi’nin başlıkları: CHP’nin kuruluş yıldönümüyle ilgili hazırlanan bildiri, grubu karıştırdı: CHP ortak grubunda büyük kavga çıktı. Adliye’de slogan atan 150 işçi gözaltında. 10 ildeki silahlı ve bombalı saldırılarda dün 27 kişi yaşamını yitirdi: Mersin’de sinema kuyruğu tarandı: 4 ölü. Siirt’te çuval içindeki bomba patladı: 6 ölü. Suriye ile Libya tek devlet olduklarını ilan etti. Tercüman Gazetesi’nin başlıkları: Vadeli 21 çek uygulamaları yok denecek kadar azaldı: Piyasa canlandı. Ecevit’i kendi milletvekilleri de suçluyor: CHP grubu robot gibi oldu. Tahtakılıç, Ecevit’e “gel diyorsunuz geliyoruz, git diyorsunuz gidiyoruz” dedi. Erbakan: Maliye Bakanı ile ilgili gensoruyu destekleyeceğiz. Emniyet Komisyonu toplandı: Eren: Anarşi dünyada olduğu gibi ülkemizde de amacına ulaşamayacak. Libya ve Suriye resmen birleşti. Yakın siyasi tarihimizin belki de en kritik gününe giderken topluma ayna tutması beklenen gazetelerin baş sayfalarında karşılaşılan akıl tutulması, 12 Eylül diktatörlüğüne Türkiye toplumunun adım adım nasıl hazırlandığını açıkça gösteriyor. Âdeta darbe geldim, buradayım diyor. Toplanamayan, toplansa bir bakan hakkındaki gensoru önergesini görüşecek olan Meclis, günlük hale gelmiş olan şiddet ve ölümler, azınlık hükümetinin olası tek alternatifi olan CHP’nin içinde bulunduğu parçalanmışlık, yoksulluğun getirdiği sıkıntılar gibi unsurlar iç siyasette içine düşülen darboğazı gösteriyor. Dış siyasette ise Türkiye’nin hemen sınırında bir komşu ülke bir başka Ortadoğu ülkesiyle birleşiyor ve tüm bunları ‘kendi muhabirleri’ aracılığıyla izlemek isteyen Batılı basın gözlerini Türkiye’ye çeviriyor. Üzerinden 29 yıl geçmesine rağmen Türkiye halen 12 Eylül’ün getirdiği hukuksal, iktisadi, siyasi şablondan kurtulamadan yoluna devam ediyor. Düzen ve istikrar adına eşitlik ve özgürlük taleplerini şiddet ve yasaklarla ortadan kaldıran darbe yanlıları “12 Eylül günü herkes bir oh çekti” diyerek cuntayı ve yaptıklarını yeri geldikçe şu gün dahi meşru göstermeye çabalıyor, 12 Eylül ile getirilmiş olan düzeni tahkim etmeyi amaçlıyor. 1973 yılının 11 Eylül’ünde Şili’de görülenlerin bir benzeri, 1980 11 Eylülü gece yarısında bu kez Türkiye’de gerçekleşti. Her iki tarihsel olayın sağladığı deneyim de özgürlük ve eşitlik isteğinin evrenselliği kadar bu taleplere gösterilen tepkinin sınırları aşan karakterini, yeri geldiğinde tarihi biçimlendirme gücü olduğu gerçeğiyle yüzleşme zorunluluğunu ortaya koyuyor. Ama aynı birikim; düzenin ve istikrarın savunuculuğu adına toplumsal sorunlar karşısında üzerine düşen sorumluluğu yerine getirmeyenlerin vebalinin ve ödenecek bedelin ağırlığına da işaret ediyor. 12 Eylül ve Sendikal Hareket Mehmet Beşeli Faşist cuntanın lideri Kenan Evren, 12 Eylül darbesi ile ilgili bilgilerini daha sonraki yıllarda kısmen de olsa kamu ile paylaştı. Bu açıklamalar, darbecilerin süreci nasıl gördüklerine ilişkin önemli ipuçları sağlıyorlar. Evren, darbeyi gerçekleştirmelerinin öncesinde ve darbenin hemen sonrasında kendilerini en fazla endişelendiren şeyin, işçilerin darbeye karşı sokağa dökülmeleri ihtimali olduğunu açıkladı. Bu endişenin geçerliliğini darbenin hemen ertesinde oluşturulan 5 kişilik Milli Güvenlik Konseyi’nin (MGK) bildirge ve kararlarında da görmek mümkün. 11 Eylül 1980 tarihinde ağırlığı metal işkolunda olmak üzere 50 binin üzerinde işçi grevdeydi. MGK ilk iki gün (12-13 Eylül 1980) aldığı kararlar ve açıkladığı bildirilerde grevdeki işyerleri konusuna hiç değinmedi. Başta DİSK ve bağlı sendikalarının faaliyetlerinin durdurulması (MİSK’de faaliyeti dur22 durulan konfederasyonlardandı) ve bu kuruluşların yöneticilerinin “Türk Silahlı Kuvvetlerinin güvencesi altına” alınması konusu 12 Eylül tarihli 7 Nolu bildiriyle açıklanmasına açıklanmıştı ama grevler konusuna değinilmiyordu. Bu konuyla ilgili açıklama 14 Eylül 1980 günü geldi. Yürürlükte olan tüm grev ve lokavtlar ertelendi ve toplu iş sözleşmesi müzakere safhasında olan işyerlerinde, işverenlerce işçilerin mevcut ücret ve yanödemelerine yüzde 70 oranında ve avans mahiyetinde ek ödeme yapılacağı bildirildi. Bu alanda bir başka karar daha alındı. Milli Güvenlik Konseyi, 14.9.1980 tarihindeki 3 numaralı Kararıyla, grev ve lokavtı ertelenen işyerlerinde işçi çıkarılmasını kısıtladı. Karar şöyleydi: "1. Tüm grev ve lokavtlar ikinci bir karara kadar ertelenmiştir. Grev ve lokavtı ertelenen işyerlerinde; erteleme süresine işçinin kendi isteği, ahlak ve iyi niyet kurallarına uymayan haller ile sağlık sebepleri dışındaki herhangi bir nedenle işçi işten çıkarılmayacaktır..." 12 Eylül darbesi pek çok açıdan tartışılabilir. Ama darbenin sonuçlarının toplumun hangi sınıfı için yıkıcı etkiler yarattığı sorusuna verilebilecek yanıt çok nettir. İşçi sınıfı. Darbe ve arkasından kurulan siyasal rejim işçi sınıfının başta kazanılmış haklarını olmak üzere pek çok hakkını budayıp ortadan kaldırdığı gibi, yeni hak arayışlarının önünü de en sıkı şekilde kapatmıştır. Bu sonuç, 12 Eylül darbesi ile işçi sınıfı arasında bir mücadele yaşandığı ve işçi sınıfının bu mücadelede yenilgiye uğratıldığı türünden yorumlara destek için kullanılmıştır. Ancak bu doğru değildir. Darbecilerinin ağırlıklı endişesinin işçi ayaklanması olduğu bizzat kendi ağızlarından açıklanmasına rağmen ve bu endişe nedeniyle, uyuşmazlıkta olan sözleşmeler neredeyse sendika teklifleri düzeyinde sonuçlandırılırken ve buna ek işten çıkarmaları yasaklamalarına rağmen, birkaç istisnai direniş dışında işçi sınıfının darbeye karşı koyuşunun olmadığı ortadadır. İşçi sınıfının darbeye bir karşı bir direniş içinde olmaması durumu nedeniyle, bir yenilgiden söz edilemez. Darbeciler, işçi sınıfından gelecek bir direniş hareketinin darbeyi sıkıntıya sokabileceğini düşündüler. Bu nedenle, işyeri düzeyinde var olan ve olası çatışma nedenlerini mümkün olduğunca azaltmaya baktılar. Darbeden sonraki birkaç gün içinde sendikal hareketin de (esas olarak DİSK’in) direnme niyetinin olmadığının ortaya çıkmasıyla rahat bir nefes alabildiler. Direnmeme durumu işçi sınıfı içinde yaygın olduğu kadar, sendikal hareketin kadrolarında da en yaygın davranış türüdür. Selimiye kışlası önünde “TSK’nın güvencesi altına alınmak için” oluşan kuyruk, mesai saati bitiminde bugün kapandık yarın gelin sözüyle, ertesi gün sabahında da devam etmiştir. Bu direnmeme durumu, işçi sınıfı ve sendikal hareket açısından sonun başlangıcı olmuştur. 1980 24 Ocak kararlarıyla yürürlüğe giren yeni sermaye birikim modelinin işçi sınıfının genel 23 konumuna yönelik (iktisadi, siyasal ve sosyal haklar açısından) bir “saldırı” planı içerdiği çok açık ortadadır. MGK’nın daha sonra kendisini izleyen kapitalist iktidarların dozajını arttırdığı işçilerin haklarının budanması sürecinin kimi örneklerini hatırlamakta fayda var: Sosyal güvenlik alanından zemin temizliği o yıllarda başlamıştır. Prim gün sayısı, 1800 den 3600’e çıkarılmış emekli aylıklarının asgari ücret artıları ile bağı koparılmıştır. Aynı şekilde emekli aylığının hesabında esas alınacak oran yüzde 70’dan yüzde 60’a düşürülmüştür. İlaç masraflarının yüzde 20’si sigortalıdan alınmaya başlanmıştır. Emekli aylıklarının hesabında son üç yıllık gelirler yerine son 5 yıl esas alınarak emekli maaşları düşürülmüştür. SSK primleri artırılmıştır. Bugünde tartışılan konulardan bir tanesi olan Kıdem Tazminatı hakkına yönelik ilk adımlar da o günlerde atılmıştır. Kıdem tazminat tavanı getirilmiş, 1982 yılında yapılan ikinci değişiklikle tavan en yüksek devlet memuruna ödenecek azami emeklilik ikramiyesini geçemez hükmü konmuştur. Haftalık çalışma süreleri kısaltılmasına rağmen, ücretli tatil günleri kısaltılarak, çalışma süresi uzatılmıştır. Toplu iş sözleşmeleri ile elde edilen ikramiyeler yılda 120 günü geçemez hükmü getirilmiştir. Örnekleri çoğaltmak mümkün ancak bu yazının sınırları buna elvermiyor. Darbeyle birlikte bu planın yürürlüğe konduğu ve bugünden bakıldığında çeyrek asrı aşkın bir süredir o dönemde işçi sınıfı ve sendikal harekete karşı atılan adımların geriletilemediği, ele geçirilen mevzilerin tümüyle kaybedilmesi sürecinin zemininin oluşturulduğu ortaya çıkmıştır. Zeminden kastımız, kapitalistlerin egemenliğindeki siyasal rejimin içinde işçi sınıfı ve sendikalar için yeni ve eskisinden daha kısıtlı olanakların olduğu bir alanın belirlenmiş olmasıdır. Bu alanı düzenleyen yasalar 2821 sayılı Sendikalar Yasası ile 2822 sayılı Toplu İş Sözleşmesi, Grev ve Lokavt yasasıdır. Bu yasal düzenlemeler, öncelikle örgütlenme hakkının olabildiğince sınırlanması, toplu sözleşme ve grev haklarının ise kullanılamaz düzeye geriletilmesidir. Kapitalist egemenliğin yeni düzeni, devlet ve sermayenin denetimi altında faaliyet yürüten ve esas işlevi örgütlü işçileri denetim altında tutmak olan bir sendikal yapılanma –esas olarak Türk İş bünyesinde ve onun aracılığıyla- üzerine dayanmaktadır. İçerde ve dışarıdaki aykırı kimi seslere karşı sendika yasamız, toplu sözleşme ve grev yasalarımız var diyebilmenin aracı olan ve uluslar arası arenada hiçbir işe yaramayan gerekçeler, çeyrek asrı aşkın bir süredir neredeyse hiç değiştirilmeden yaşamaya devam etmektedir. Bunun nedeni, sendikal hareketin ana gövdesinin bu düzenlemelerden rahatsız olması bir yana bu siyasal rejimin asli unsurlarından biri olması ve bu rejimden en iyi şekilde besleniyor olmasıdır. Bu sendikacılığın sefaletidir. Üye sayısı düşen, örgütlü olunan işyeri sayısı azalan ama diğer taraftan mal varlıkları, tazminatları, inanılmaz yükseklikte yönetici ücretleri, devlet ve sermaye katında gördükleri itibarları, azalan güçleriyle ters orantıda yükselen bir bürokratik sefalet. Yaratılan bu sendikal düzenin en çarpıcı ve çok az bilinen örneklerinden bir tanesi Ek 6 uygulamasıdır. Bu uygulama ile bazı işkollarında ama özellikle metal işkolunda tümüyle denetim altında bir sendikal yapılanma yaratıldı. Bilindiği gibi, sendikaların toplu sözleşme yetkisi alabilmesi, işkolundaki işçilerin yüzde 10’unun üyeliği ve işyerinde de yarıdan bir fazla işçiyi üye yapabilmeleri şartlarına bağlanmıştır. Üyelik için ise noter şartı getirilmiştir. Ancak bugün işkollarının “büyük” sendikalarının üyelerinin büyük bir çoğunluğu noterden geçirilmemiş üyelerdir çünkü 1983’te yasalar yürürlüğe girdiğinde tüm sendikalara – DİSK kapalı olduğu için esas olarak Türk İş’e bağlı sendikalara- bir olanak tanınmıştır. Buna göre sendikalar ilk yetki tespit başvurusunda işyerlerinde ilan ettikleri listeleri kullanmışlardır. İlk bakışta örgütlenme özgürlüğü gibi görülen bu düzenleme, 1980 öncesinde metal işkolunun küçük sendikası olan Türk Metal’in bir gün içinde metal işkolunun bütün önemli işyerlerinde yetkili sendika 24 haline gelmesiyle sonuçlanmıştır ki bu işyerlerinin büyük bir kısmında 1980 öncesinde DİSK’e bağlı Maden İş sendikası yetkilidir. Bu olanağın fiiliyata geçirilmesi için ise metal kapitalistlerinin örgütü olan MESS’in üyelerine göndermiş olduğu talimat etkili olmuştur. MESS üyelerine, işyerinde çalışanların isim listelerinin ve sosyal güvenlik numaralarının Türk Metal yetkililerine verilmesini söylemiş bu yolla, 80 öncesi kapısının önünden geçemediği işyerlerinde Türk Metal dünyanın en büyük sarı sendikası olarak ortaya çıkmıştır. Bu düzen, bugün küçük değişikliklerle devam etmektedir. Gerek ILO gerek Avrupa Birliği ile ilişkiler nedeniyle çalışma yasalarında değişiklik taleplerinin arttığı bir dönem yaşanmaktadır. Buna rağmen, gelişmeler göstermektedir ki, yasal değişikliklerin önündeki en önemli engel bu “sefil” sendikal yapılanmadır ve siyasal iktidarlar bunu gerekçe göstererek –“sosyal taraflar arasında uzlaşma sağlanamıyor” söylemiyle- yasal değişiklikleri sürekli olarak ertelemektedir. Uluslararası asgari normların yasalaştırılması için sosyal tarafların mutabakatının aranması gibi bir saçmalık bir yana, yukarıda sözü edilen siyasal rejimin en önemli dayanağının sendikal hareketin içinden gelmesinin açık kanıtıdır bu durum. Aynı zamanda işçi hakları ve sendikal hareket açısından siyasal rejimle hesaplaşma yaşanmadan, asgari düzeyin bile elde edilmesinin mümkün olmadığının da en açık göstergesidir. İşçi ve sendika hareketinin ender de olsa gösterdiği yükselmelerin ardından çok ciddi çöküşler yaşamasının nedeni de, gündelik talepler üzerinden yükselen mücadelelere gereğinden fazla önem vermek ama bu mücadelelerin önünde var olan yapısal engeller konusunda hiçbir hazırlık ve örgütlenmenin olmamasıdır. Bu görev sadece sendikal hareketin içindeki kadroların değil, siyasal örgütlerindir de. Siyasal örgütlerin sendikalara özendiği bir ülkede bu trajik tablonun ortaya çıkması kaçınılmazdır. 12 EYLÜL HEYULÂSI: BUGÜN, TARİHİN KENDİSİDİR! TEMEL DEMİRER “Herkes unutmuş olsa bile sen tutuyorsun ya aklında yıllar geçti diye aradan susacak değilsin ya…”[1] 12 Eylül’e dair konuşurken; unutulmaması gereken ilk şey, bugünün, tarihin kendisi olduğudur… Bugün tarihin kendisiyse, tarihde bugündür. Yani bugün yaşanan hiçbir şey, tarihin dışında değildir; tarihte bugündür… O hâlde 12 Eylül’ün konuşmak; sadece tarihin değil; bugünün (de) sorunudur… Ben, kendi hesabıma, “tarihi anan” bir konuşma yerine; bugünümüzdeki tarihten, yani hâlâ içimizde, aramızda mevcudiyetini sürdüren “12 Eylül Hayaleti”nden söz edeceğim. Herkes biliyor; “12 Eylül Hayaleti” politik-kültürel-sosyal yaşantımızda hâlâ bütün etkinliğiyle yaşıyor. Kolay mı? Hâlâ 12 Eylül’ün “Anayasa”sı ile yönetiliyoruz. O zaman, 12 Eylül’ün varlığını hâlâ koruduğundan kim şüphe edebilir ki? Açıkça telaffuz edelim: T.“C” için 29 Ekim nasıl bir milât ise, 12 Eylül’de öylesi bir milâttır. Nasıl 29 Ekim ile T.“C” devleti için topyekûn değişiklikler hasıl olmuşsa; 12 Eylül de tıpkı 29 Ekim gibi, bir kopuşu, devletin kurum ve işleyişinde yeniden yapılanmayı, ülkenin sosyokültürel yapısını yeniden şekillendiren bir sürecin başlangıcı oldu... 12 Eylül öyle bir dönüm noktasıdır ki, ondan sonra yazılacak şiir bile başkadır artık! 12 Eylül ile insanların ilgileri, tercihleri, tüketim alışkanlıkları bile -gizli gizli- değişmiştir… Hem psikolojik hem de siyasal açıdan büyük bir toplumsal travma yaşanırken, her şeyin neo-liberal piyasa için biçimlendirildiği koşullarda, bu travma; öylesine yıkıcıdır ki, sadece rakamlardan yola çıkarsak, 1 milyondan fazla kişi işkence görmüş; Hitler döneminde Almanya’da yakılan kitaptan daha fazlası yakılmıştır. 12 Eylül darbesinden bu yana yıllar geçse de, “12 Eylül Hayaleti” hâlâ güncelliğini korumaktadır. Daha doğru bir ifade kullanırsak eğer, yasalarıyla, kurumlarıyla ve en önemlisi toplumsal atmosfere getirdiği 25 çürütücü etkileriyle yıllardır süren bir cunta yönetiminden söz etmeliyiz. Yerleşik politik literatürde “12 Eylül dönemi” denilen sürecin 1980-1983 arasıyla sınırlı bir zaman dilimi olarak ifade edilmesi bu açıdan yanıltıcıdır. Hatta belki de cunta, 24 Ocak 1980 IMF istikrar paketiyle başlayıp günümüze dek sürüp gelen büyük bir restorasyon hareketinin Türk(iye) kapitalizminin neo-liberalizme ayak uydurması açısından zorunlu ama biraz kaba saba bir parçası olarak görülebilir. Gerçekten de 12 Eylül cuntasının nasıl büyük ve zorunlu bir “zemin düzleme” operasyonu olduğunu bugün daha iyi anlıyoruz. Türkiye’nin yakın tarihi içersinde 12 Eylül darbesinin rolü, üç beş tane yarım akıllı general ve Pentagon’daki darbe heveslilerini aşan bir olgudur. Sağlam bir kıyım yapıp işçi hareketini ve solu kırıp geçirmek, sonra da her şeyin eski tas eski hamam devam etmesi biçimindeki basit bir düşüncenin ötesinde, ekonomik-siyasi-toplumsal ve kültürel anlamda büyük bir reorganizasyon ve toplumsal hareketin kalıcı olarak ezilmesi, başından beri darbenin asıl yönelimi olmuştur. 12 Eylül, büyük bir toplumsal çürümenin ve kültürel değerlerin yozlaştırılmasının zeminini ve araçlarını yaratmış, korku ve baskının yarattığı davranış biçimleri daha sonra yeni ekonomik politikalarla da desteklenerek etkileri günümüze dek gelen bir toplumsal ortam sürece hâkim kılınmıştır. Kim ne derse desin, bugün yaşadığımız tüm sorunların temelinde “12 Eylül Hayaleti” vardır. Örneğin “Televole Kültürü”nden şikayet ettiğinizde, 12 Eylül’ün ahlâki ve kültürel değerlerimizde yarattığı erozyondan; ya da gittikçe bir şiddet toplumu oluşumuz dillendirilince, 12 Eylül’le yoğunlaşan devlet şiddetinin etkilerinden; veya “piyasa”dan söz ettiğinizde de 12 Eylül’ün “mücbir sebebi” 24 Ocak’tan söz edersiniz; vb.’ler, vd.’ler… Bunlar “böyle”yken; 12 Eylül’ü, sadece bir tarih bilgisi olarak değil, yakıcı bugünü ile konuşmak; eleştirel yargılama ve devrimci aşma praksisinden başka bir anlam taşımaz; taşımamalıdır da… I) ESASA MÜNDEMİÇ MESELE: 24 OCAK 12 Eylül’ün “mücbir sebebi” 24 Ocak’tır; veya 24 Ocak, 12 Eylül darbesinin esasına mündemiçtir… Sol’un baskı altına alındığı, sol örgütlerin başından devlet terörüyle karşı karşıya kaldığı, en küçük örgütlenmelerin bile dağıtıldığı, hekimlerin, hukukçuların bile 12 Eylül’ün tezgâhlarından muaf olmadığı dönemin güzergâhı 24 Ocak Kararları’nca çizilmiştir. Fikret Başkaya’dan,[2] Mustafa Sönmez’e[3] bir çok yazarında altını çizdiği üzere 24 Ocak 1980’de açıklanan ekonomik önlemler paketinin Türkiye’de önemli gelişmelere yolaçtığı herkes tarafından kabul edilmektedir. 24 Ocak Kararları, neo-liberal yapısal dönüşümleri içeren piyasacı önlemler paketidir. Süleyman Demirel’in, 1979 yılında Başbakanlık Müsteşarlığı’na getirdiği Turgut Özal’a, IMF tarafından hazırlanmış programdır. Kararlarının gerçek anlamıyla cunta koşullarında hayata geçirilebilmesi, 24 Ocak’ın ancak 12 Eylül ile sürdürülebilir olduğunu en net verisidir. 24 Ocak 1980’de Süleyman Demirel Başbakan, Turgut Özal ise müşteşarıdır. Bu ikili 1970’te başlattıkları projelerini 1980’de yürürlüğe koymuşlardı. Demirel’li, yani MC (Milliyetçi Cephe)’li yıllar, hem sosyal ve siyasal çatışmalı ortamın körüklendiği, hem de ekonomik baskılamanın önünün giderek açıldığı yıllardı. 24 Ocak kararları patronlara deryalar sunan, emekçilere açlığı dayatan kararlardır. Kararların kime yaradığını, dönemin TİSK başkanı Refik Baydur’un şu sözleriyle açığa vurulmuştu: “Bugüne kadar onlar (işçiler) güldü, artık gülme sırası bizde.” Bu sözler 24 Ocak kararlarının ruhunu, gerekçesini ve servis adresini somutluyor. Eğer 12 Eylül 1980’de Ordu, İçhizmet Kanunu’nun kendine verdiği yetkiye dayanarak ve silsile-i meratibe esasına (emir-komuta zincirine) sadık kalarak yönetimi devralmasaydı, 24 Ocak stratejisi bu kadar kolay yerleşemeyecekti... Gerçekten de, Türkiye’nin tarihinde önemli bir dönemeçtir 24 Ocak: Dışa açık büyüme, dışa açılma, piyasa ekonomisini restore etme vb. retoriği altında toplum, ekonomi, siyaset, kültürel alan tam bir girdabına sokuldu. Bugün, “darbe karşıtı” oldukları “iddiası”na sarılarak, solu, devrimcileri “darbeci” ilan etmeye kalkışan, İslâmcı’sından “Taraf”çısına tüm liberaller, 12 Eylül’ün yolunu döşeyen 24 Ocak Kararları’nı ayakta alkışlayanlardır! İşte İslâmcı liberal Davut Dursun’un itirafı: “24 Ocak 1980 Kararları… Türkiye’nin tarihinde temel dönüşüm noktalarından biridir… 24 Ocak Kararları… cesur bir adımıdır… Türkiye ekonomisinin dünya ile bütünleşmesi, serbestleşmesidir… Türkiye’nin son çeyrek asırdaki liberaldemokratik değerler temelinde yeniden yapılanmasının yolunu 24 Ocak Kararları açmıştır. Bu sebeple bu kararlar Türkiye için bir dönüm noktasıdır...”[4] İşte “24 Ocak 1980 bir milâttır,” vurgusuyla “eski solcu”, hızlı liberal Mehmet Altan’ın dedikleri: “Piyasa ekonomisi açısından 24 Ocak 1980 bir milâttır... 24 Ocak Kararları’nı sadece iktisat politikası olarak yorumlamak haksızlık olur… 24 Ocak 1980 aynı zamanda çok köklü sosyolojik bir dönüşümün de başlangıç noktası oldu…”[5] Nihayet Erdal Sağlam’ın işaret ettikleri: “Öyle kararlar vardır ki; uygulamaya konduğu zaman önemi tam olarak kavranamaz. Ancak daha sonra, belki yıllar geçtikten sonra, o kararların aslında önemli 26 felsefe değişikliklerini içerdiği, bir devir değiştirdiği ortaya çıkar. Tabi ki sadece o kararlar değildir devirleri değiştiren, genellikle bir dizi kararlardır ama başlangıç kararları simge hâline gelir. 24 Ocak kararlarının bize düşündürdükleri bunlar. Gerçekten de 24 Ocak kararları bir devrin bitimi, yeni bir devrin başlangıcını yapan kararlardı… Elbette bu süreç içerisinde birçok hata yapıldı, yanlış kararlar da verildi ama 24 Ocak kararlarıyla çevrilen yön, hep aynı kaldı. Turgut Özal’ın mimarlığını yaptığı 24 Ocak kararları böylece bir devrin başlangıcı oldu… 24 Ocak kararları aynı zamanda kültürel değişimin de başlangıcı oldu. Ki; bu değişim genellikle ‘bozulma’ olarak nitelendirildi…”[6] Şimdi burada durup, altını çize çize anımsatalım: 24 Ocak’ı savunanların (İslâmcı’sından “Taraf”çısına tüm liberallerin) 12 Eylül karşıtlığı “sahici” değildir; olamaz da! II) 12 EYLÜL NE? Bilmeyen yok; hikâye herkesin malûmu! 12 Eylül 1980 cuma günü, sabaha karşı 04.00’te Türkiye’de darbe yapıldığını öğrenen CIA Ortadoğu istasyon şefi Paul Henze, hemen Washington’u aradı. ABD Dışişleri Bakanı Edmund Muskie, çalan telefonun ahizesini kulağına götürdüğünde, Henze’nin büyük bir sevinçle, “Our boys did it!/ Bizim çocuklar yaptı” dediğini duydu. [7] Muskie, Türkiye’den aldığı bu önemli haberi bekletemezdi; hemen Washington Kennedy Center’da ‘Damdaki Kemancı’ müzikalini izlemekte olan başkan Jimmy Carter’a telefon edip, Henze’den aldığı bilgiyi Carter’a şöyle aktardı: “Mr. President, Türk ordusunun komuta heyeti Ankara’da yönetime el koydu. Herhangi bir kaygıya gerek yok. Kimlerin müdahale etmesi gerekiyorsa onlar müdahale etti.” Bu işin bir yanı; yani 12 Eylül darbesinin emperyalizmin desteğiyle Türkiye kapitalizmini kurtarma harekâtı olduğunu ortaya koyan verisi! Diğeri ise, işçi sınıfının/ devrimcilerin mücadelesidir… 1980 yılına gelindiğinde işçi sınıfı, pek çok sendikanın ve yönetiminin sağa kaymasına rağmen sola kayıyor, “radikal sol” ile doğrudan, organik bağ kuruyor, sınıf mücadelesinin ücret eksenli bir mücadeleden çıkıp, sınıf eksenli, sosyalizme akan bir mücadeleye dönüşmesi için yön tayin ediyordu. Bu yön tayini büyük ölçüde 1977 yılında belirginleşiyor, bu tarihten sonra da devlet, aynı anlama gelmek üzere sermaye cephesi için, bir tehlikeye dönüşüyordu (1 Mayıs 1977’yi ve sonrasını bir de bu gözle değerlendirmek gerekir). Sıkıyönetimlerinin, izleyen yıllarda özellikle işçi sınıfının yoğun olduğu illerde uygulanmasının arkasındaki temel güdü de budur. Sermaye ve devlet için de önlem alınması gereken nokta bu yöneliş ve organik bütünleşmedir. TARİŞ direnişi ve saldırısı ne yapılması ve ne yapılmamasını göstermek açısından önemli bir dönüm noktası olmuştur 12 Eylülcüler için. Reel ücret artışlarının nihayet verimlilik artışı ile başabaş gelmesi, iç pazarın tıkanması, bu ücret artışlarını karşılayamaması ise sadece müdahalenin tarihini belirlemiştir, asıl nedeni olmaktan çok sonucu etkileyen ve hızlandıran bir etken olmuştur. İşçi sınıfının bir daha sosyalizme akmaması, sosyalizm mücadelesi veren örgütlerle organik ilişkiye girmemesi için 12 Eylül’e ihtiyaç vardı. Sınıfı teslim almak için örgütünü teslim alıp etkisizleştirmek gerekirdi. Bu da 12 Eylül’le yapıldı… 12 Eylül’de yalnızca sol siyaseti bastırmakla kalmamış, ülkenin ekonomik, kültürel, ideolojik, genel siyasal konumlanışı radikal biçimde değiştirmiştir. Yani liberalizmle karşı-devrim arasındaki ilişki alenidir. Öteki yanda, askeri darbelerin devlete karşı değil; doğrudan, sosyalizm ve demokrasi güçlerine karşı silahlı eylem hareketler olduğu açıkça ortaya çıkmıştır. Askeri diktatörlüklerin biçimini, askeri dikta rejiminin denk düştüğü dönemin siyasi, entelektüel ve hatta bireysel ilişkileri etkiler. Ancak askeri diktaların biçimini ve diktaların arasındaki farklılıkları belirleyen son tahlilde o toplumda var olan maddi, ekonomik ilişkilerdir. 12 Eylül darbesiyle generaller cuntası nöbeti tekelci burjuvazi adına devraldı; ipi büyük sermayenin elinde, burjuva demokratik kurumları lağvetti. Generaller cuntası, siyasal programını, silah zoruyla uygulamaya soktu. Yasal yollardan, parlamenter cumhuriyette uygulanamayan bu program, askeri diktatörlükçe uygulandı. Anayasa ve parlamento lağvedildi. Siyasi partiler kapatıldı. Muhalif işçi sendikaları, demokratik kitle örgütleri kapatılmakla kalmadı; yöneticileri ve üyeleri uydurma kanıtlarla hapsedildi. İşçi partileri ve sosyalist gruplar üzerine düzenli ve azgın saldırılar düzenlendi. Grevler ve toplantılar yasaklandı. Burjuvazinin azami kârını sağlayacak bütün siyasal ve hukuksal eylemler gerçekleştirildi. Tekelci burjuvazinin silahlı gücü, gene burjuvazi tarafından çizilmiş olan burjuva demokrasisinin sınırlarını çiğnedi. Generaller cuntası, ABD emperyalizminin siyasi gericiliğinden ve uluslararası saldırı politikalarından güç aldı. İşçi sınıfı hareketini ve bireysel terörizmi, ekonomik ve siyasi krizin nedeni olarak gösterdi. 12 Eylül öncesi bütün eylemleri ve kurumları “kötülemek” adeta alışkanlık hâline geldi. İşçilerin ve çalışan yığınların gözlerini, kapitalizmin ekonomik ve siyasi iflasından uzak tutmak ve diktatörlüğün burjuva özünü çalışan yığınlardan gizlemek için ilgiyi terör üzerinde odaklaştırdı. Generaller cuntası 12 Eylül’e kadar sivil faşist çetelerle devrimciler arasındaki çatışmaları terör sayarken; 12 Eylül sonrası, yüzlerce devrimcinin, demokratın, devletin terör örgütlerince kurşuna 27 dizilmesini, kaybolan insanları, insanlık dışı işkenceleri terör saymama ikiyüzlülüğünü gösterdi. Sivil faşist çetelerin o güne kadar düzenlediği katliamların üzerine sünger çekilerek birkaç göstermelik cezayla, kapitalizmin bu haşarı çocuklarının kulakları çekildi. Bütün eylem ve program, Behçet Kemal Çağlar’ın, “Atatürk! Burçlarında bekliyoruz biz nöbet;/ Bizce birdir seninçin yaşamak, ölmek; emret!/ Emret: Kanı çekilmiş damarlarla dolaşalım;/ Bir an senin izinden saparsak kahrolalım,” dizelerinde betimlenen “Atatürkçülük/ Kemalizm”le taçlandırıldı… Generaller burjuva sistemin tüm ideolojik argümanlarını kullandı. Milliyetçilik yanında dincilik de önemli bir unsur olarak siyasi iktidarın cilalanması ve kitlelerin askeri rejim politikalarını benimsenmesi için kullanıldı. Tüm dini ritüeller devletin emrine sokuldu. Siyasi gereksinimle önü açılan dinin halk üzerindeki “avutucu” etkisi daha da arttı. İslâm ve Atatürkçülük, aynı anda askeri diktatörlüğün ideolojik çimentosunu oluşturdu. Toplumsal sorunların pratik çözümü zamanı gelince, cuntanın bu arabesk söylemi çıkmaza girdi. Siyasal ve ekonomik değişimlerin yarattığı olgular ordu içinde çeşitli eğilimlerin uç vermesine zemin hazırladı. Sonra da yaşanan ekonomik ve siyasi krizin maddi ve manevi yükünü büyük oranda işçi sınıfı omuzlarına yıktı. 1980 sonrası reel ücretlerdeki düşüş, 1973-1980 yılları arasındaki reel ücretlerdeki düşüşe oranla daha fazla oldu. Enflasyon oranı hızla arttı. Buna karşılık tekel kârlarının artışı azami hızına ulaştı. Gelir dağılımındaki uçurum büyüdü. Çalışan yığınların cebinden çalınan paralar büyük şirketlerin iflastan kurtarılmasında harcandı. Generaller siyasi iktidarın olanaklarını kullanarak iktisadi alanda büyük çıkarlar elde ettiler. Bu dönemde OYAK iktisadi bir güç olarak tekeller sofrasına oturdu. Burjuvazinin arzu ettiği yapısal dönüşümleri hayata geçiren 12 Eylül, işçiler açısından tam bir cehennem demekti. Öyle ki, 1978 yılındaki gerçek asgari ücret 100 kabul edilirse, bu rakam darbeyi takiben 1980’de 52’ye inmişti! 1990’ların ortalarına kadar bu endeks 60’ların altında kalmaya devam etti ve bugün bile 100’ün altındadır! Bir başka deyişle, işçilerin yaşam standartları en azından yarı yarıya düşmüş durumdaydı. Ama aynı yıllarda, işçilerin ne derece sömürüldüğünün önemli göstergelerinden biri olan “emek verimliliği”nde büyük bir patlama yaşanıyordu: 1970-79 döneminde işgücü verimliliğindeki artış imalat sanayinde yüzde 3.4 iken, 1980-89 döneminde yüzde 7.3 ve 1990-96 döneminde ise yüzde 10.5 olmuştu. Yani emeğin sömürüsü katmerlenerek artmıştı! Bu çalışma koşulları, Türk(iye) burjuvazisi için dikensiz gül bahçesi anlamına geliyordu. İşçi hareketinden gelebilecek tüm engellemeleri bu hareketi acımasızca ve kanla ezerek bertaraf eden sermaye sınıfı, kapitalist dünya sistemiyle daha derinden entegre olarak, emperyalist hiyerarşide daha üst basamaklara tırmanıyordu. Ayrıca 12 Eylül rejiminin en azgın faşist baskılarının yaşandığı yıllarda, 650 bin kişi gözaltına alınmış, 230 bin kişi yargılanmış, 7 bin kişi için idam cezası istenmiş, 50 kişi idam edilmiş, 171 kişinin işkencede öldürüldüğü belgelenmişti. Belgelenenler dışında, işkencelerde, hapishanelerde, sokakta ve ev baskınlarında 541 kişi katledilmiş ve bu katliamlar bir biçimde kitabına uydurulmuştu. Bu dönem boyunca 71 bin kişi, komünizm propagandası yapmak ve örgüt üyeliği suçlarından yargılanarak yıllar boyunca zindanlarda tutuldular. Kapatılan 24 bin derneğin yanı sıra, her türlü sosyalist içerikli yayın, dergi ve kitabın da yasaklanmasıyla, sosyalist hareket ve genel olarak devrimci hareket ölümcül bir ezme operasyonuna tâbi tutuldu. Böylelikle işçi sınıfının devrimci bilinç ve örgütlülük düzeyi muazzam bir tahribata uğratıldı. Kaldı ki, 12 Eylül faşizminden zarar görenler salt sosyalistler değildi. Zarar görmek için namuslu bir yurttaş olmak bile yeterli nedendi. İşte bu yüzden insanlara büyük acılar yaşatıldı. Biraz daha şanslı olanlar, yakalarını sürgün ve 1402’lik olarak işten atılarak kurtarırken, kimileriyse yıllarını cezaevlerinde geçirerek büyük bedeller ödemek zorunda kaldı. Mamak, Metris, Diyarbakır ve daha başka cezaevleri bu uygulamaların devamı olarak dünya çapında nam saldı. Tutuklananlar aylarca ve hatta yıllarca duruşmaya çıkarılmayarak bu cehennem ortamında yaşatıldı. Cezaevlerindeki sistematik işkencelerde öldürülenler oldu. İlhan Erdost kaba dayak yüzünden Mamak’ta beyin kanaması geçirerek yaşamını yitirdi. Daha başkaları aynı sonu paylaşırken çokları da sakat kaldı. IMF’den, Dünya Bankası’ndan ve emperyalist güçlerden gelen isteklerin tartışmasız uygulamaya konulduğu 12 Eylül’le, özelleştirme talanı baş tacı edilirken, Özalizm, 24 Ocak’cı bir neo-liberal talan olarak karşımıza dikiliyordu. Toparlasak: Askeri darbeler Türkiye egemen sınıfının istediği yönde siyasal/sanatsal üretimlerin rotasını da çizmiştir. Tekeller adına “24 Ocak kararları”nın uygulayıcısı askeri apoletlerin bizzat desteğiyle, tüm ilerici kültürel birikim çeşitli kıyım ve kırımlardan geçirilerek budanmak, yok edilmek istenmiştir. Kitapların kışlalarda yakılışı, yakılan kitapların ışığında gencecik bedenlere kurulan darağaçları, zindanların tıka basa dolduruluşu ve kitabın yıllarca suç aleti olarak gösterilişi sosyalist mücadeleye dolayısıyla sosyalist gerçekçiliğe ciddî darbeler vurmuştur. Örgütsel sürekliliği, yani dernek, sendika, parti çatıları elinden alınan emekçi halka karşı uygulanan baskı, içe çekilmeyi, melankoliyi, inkârı, bilinemezciliği, idealizmi, kültürel çözülmeyi ve dolayısıyla burjuva sanat anlayışının hâkimiyetini üretmiştir. Askerî darbeye karşı koyuş deneyimlerinin yenilgiyle sonuçlanmasından dolayı ilerici bir “karşı kültür” atılımı gerçekleştirilememiştir. 28 12 Eylül’ün siyasal hayata müdahalesi kültürel/ sanatsal alanın gerici dalgaya teslimiyetini getirdi. Özetle 12 Eylül 1980: Derin yaraların, yok oluşların ve travmaların yılı olarak geçti tarihe. Yüzlerce ölüm ve kayıp hafızalarımızdan hiç gitmedi… 12 Eylül sonrasında müthiş bir asimilasyon ve depolitizasyon yaşanmıştır. Türkiye, Cumhuriyet tarihinde, inişli çıkışlı bir süreç yaşadı. Belli anları, durakları, dönemleri, altdönemleri, kırılma noktaları ve kavşakları var bu sürecin. Ama kabaca, bu 80 yılı, “1980 öncesi/ 1980 sonrası” diye ayırmak gerekli. Milâdın 1980 olması, başta ekonomik, ama onunla beraber politik ve kültürel gerekçelere dayanıyor. Toplumsal alanımızın hangi öğesini araştırırsanız araştırın, 1980 öncesi ile 1980 sonrası arasındaki fark kendini belli eder. 1980’e gelindiğinde, toplumun 24 Ocak egemenleri açısından hem ekonomik hem politik-kültürel düzeylerde bir değişim geçirmesi ihtiyacı açıktı. Darbe ile ekonomik açıdan “dışa açılma” yerine “saçılma”; politik-kültürel açıdan ise anti-demokratik bir süreç ve kurumlaşma devreye sokuldu… III) 12 EYLÜL’ÜN MARİFET(LER)İ: BİR ÖRNEK! Devletin monolitik, toplumun korporatif örgütlenme girişimi olarak 12 Eylül’ü betimleyen marifet(ler)in en çarpıcısını örnek vermek gerekirse; sözü, ‘The Times’ın dünyanın en kötü şöhretli 10 cezaevi arasında andığı Diyarbakır mahpusuna dair en kapsamlı çalışmayı, ‘5 No’lu Cezaevi’ başlıklı belgeseliyle yapan Çayan Demirel’e bırakmak gerekir… Çayan Demirel’in, “Ellere çakılan çiviler, vajinada söndürülen sigaralar, anüse sokulan coplar, yırtılan ağızlar, fare yedirilen, bok yutturulan insanlar... Gerçeklikle bağlantısını kaybedip mezarda olduğunu sananlar... Bir dakikalık görüşte Türkçe bilmediği için çocuğuyla konuşamayan anneler... Tahliye olan tutukluya, ‘Çıkınca s..ilmedik bir kulağımızın arkası kaldı diyeceksin, bari onu da yapalım’ deyip hakikâten de bunu yapan gardiyanlar... Üzgünüm, daha hafif ifade etmenin yolu da, lüzumu da yok. Yaşanan bu...” diye betimlediği Diyarbakır Zindanı’nda “Ali” diye çağrılan bir Alman rehber, Ralph Braun’un hikâyesi var ki, bu, 12 Eylül’ü özetler… “Kendisi gezi rehberi, Aktamar Adası’na gitmişler ve orada Ermenilere, Kürtlere dair bir şeyler anlatmış. Kendi anlatımında da ‘Zaten Atatürk’ten sonrasına girmiyordum. Ondan sonrasının tehlikeli olduğunu biliyordum ama anlaşılan o da fazla geldi’ diyor. Oradan bir Türk ihbar ediyor, otel odasını basıyorlar. Odasından Süryanilerle ilgili bir kitap çıkıyor. ASALA militanı diye tutukluyorlar, sonra da 8-9 ay kalıyor cezaevinde. Anlattıkları çok ilginç. Kur’an getirip ‘Kelime-i 29 şahadet getir’ diyorlarmış. Kırık bir Türkçe’yle söyleyince de ‘Bak artık Müslüman oldun’ diyorlarmış. Zaten adamın adını değiştirip Ali yapmışlar. Hâlâ ‘Emret komitanim’ demeyi hatırlıyor. Ama o zamandan beri askeri marş dinleyemiyormuş, duyunca psikolojisi bozuluyormuş. Ona diğerleri kadar işkence yapmamışlar, tek başına tutmuşlar zaten. Tuvalete de kadın koğuşuna gidiyormuş.”[8] Bu mantık(sızlık)ın ardında, T.“C”nin İttihat ve Terakki’nin Teşkilât-ı Mahsusa’sından “Derin (denilen) Devlet” + Kontgerilla + JİTEM + Susurluk (Ağar) + Şemdinli + Ergenekon + kendi derin devletini yaratan AKP’ye uzanan bir tarih vardır... Bu bağlamda tarihi ve sınıfsal niteliğiyle T. “C”yi konuşamayanların; 12 Eylül hakkında kestikleri ahkâm da idare-i maslahatçılığın ötesine geçemez… III.1) “DERİN” (DENİLEN) DEVLET/ ERGENEKON TÜSİAD üyesi Ümit Boyner’in, “Ergenekon sürecinde ordunun da katkıları olduğunu düşünüyorum. Alıştığımız kalıplardan çok farklı artık. Siyasi partiler görevlerini yaparlarsa orduya görev düşmez,”[9] sözleriyle betimlemeye kalkıştığı Ergenekon da, 12 Eylül gibi sıradan bir “demokrasi sorunu” değil; sınıfsal saiklerle betimlenen devlet meselesidir… “Derin (denilen) Devlet” kişiliğinde 12 Eylül mantık(sızlığ)ıyla doğrudan ilişkileri olan “Ergenekon, özel misyonu olan bir kontgerilla örgütlenmesidir. Devlete sızmış çete falan değildir, bilfiil devlet örgütlenmesidir. Fakat derin devletin tümü de değildir. Anlaşıldığı kadarıyla devlet görevlere dönük yapılanmalar yaratarak ilerlemektedir… Ergenekon’un ABD karşıtlığını bir antiemperyalistlik olarak düşünmemek gerekir… Operasyonların tamamı Büyükanıt-Başbuğ yönetimindeki TSK’nın icazetiyle gerçekleşmiştir… Sürecin ana aktörü ABD eşliğinde gerçekleşen AKP-Genelkurmay ittifakıdır. Fakat bu sorunlu bir ittifaktır. Taraflar zaman zaman birbirlerini açık düşürecek manevralar yapmaktadırlar… Ergenekon siyaseti, solun; kendi bağımsız platformunu güçlendirmedikçe egemen siyesi blokların değirmenine su taşıyan figüran siyasi karikatürler olmaktan öteye gitmeyeceğinin bir ispatı olmuştur…”[10] Bunun yanında “Ergenekon, sol ile sağın kavramlarının birbirine karıştığı bir garip sarmaldır. 68’lileri ordunun yanına koyan, demokratları AKP’nin yedeğine düşüren ve ara sesleri susturan bir organizasyon ya da kuşkucu bakınca, plandır.”[11] Nihayet “Ergenekon derin devlettir; derin devlet demokrasiyi tehdit eder. Derin devletin tamamen yok edilmesi gerekir!”[12] Burada durup vurguluyalım, 12 Eylül’den Ergenekon’a uzanan mücadelede; AKP’de, liberallerde “olmayan erdemleri” arayan Baskın Oran, “AKP Türkiye’de değişmesi çok zor dediğimiz birçok şeyi olumlu yönde değiştirdi. Biraz nefes almamızı sağlayan AB Uyum Paketlerinin en önemlilerini geçirdi. Bunlardan önce Azınlık Raporu mu yazılabilirdi; gayrimüslim vakıflarının malları mı tapuya tescil edilebilirdi; Kürtçe dil kursları mı açılabilirdi; Özür Kampanyası mı yapılabilirdi? TRT-Şeş’i yağdan kıl çeker gibi açıvermesinin ne kadar önemli olay olduğunu asıl bundan sonra göreceğiz. Kıbrıs olayını Türkiye’nin başına tebelleş etmiş bir Denktaş’ı 2002 sonunda iktidara gelir gelmez tarihin arşivine göndermesini unutmuş gibiyiz; diyebiliyorsanız az hizmet etti deyin. Ermenistan ile ilişkiler şimdiye kadar hiçbir hükümetin cesaret edemediği biçimde normalleştirilme yolunda. Devlet hastanelerinden valiliklerine kadar her türlü bürokrasinin halka muamelesi çok yumuşadı. Bütün bunlar bu partiye ‘takdir’ gerektiriyor,”[13] diyor… AKP’yi böylesi cansiperane savunan liberal(ler) e, Hüseyin Hasançebi’nin satırlarını anımsatmak gerek: “Liberal veya ulusalcı solcuların veya demokrasi aptallarının tahayyül ettikleri ‘Ergenekon Davası’ İstanbul’da değil, Ankara’da ve Ankara’ya açılır…[14] Aslında her iki (liberal-ulusalcı) yanılgı da aynı sebepten, AKP’ye, onda bulunandan çok daha başka misyonlar vehmetmekten kaynaklanıyor”![15] Ve liberaller “özgürlükçü” AKP’ye alkış tutarken, komünistlerin, devrimcilerin, pislik yedirilerek “terbiye edilen” Kürt halkının yıllardır haykırdıklarını bugün AKP’nin kendine yontmasına alkış tutuyorlar gerçekte! Oysa ve nihayetinde AKP, AKP’dir; yani liberallerin en İslâmcısı, İslâmcıların da en liberali olan piyasacı bir burjuva seçenek… Tıpkı, 12 Eylül’ün de, 24 Ocak’ın uzantısı bir piyasacı burjuva seçenek olduğu gibi… IV) SOL (MU)?! Bu gerçeği, teorisinden pratiğine kavrayamayan bir sol, “sol” olamaz; olsa olsa, sağın solu olur… Kaldı ki 12 Eylül yıkımının verdiği en büyük tahribat, solu, sağın soluna eklemleyerek, marjinalleştirip; “devrimin güncelliği fikri”nden kopartmasıdır… 12 Eylül, sosyalist hareketi ortadan kaldırmaya yönelik bir milâta işaret ederken; bu, etkileri çok daha uzun süren ve sonrasında da, kalıcı ideolojik ve siyasal deformasyonlara neden olan bir operasyon özelliği taşıdı. Gerçekten de M. Kemal Kaçaroğlu’nun, “12 Eylül’de sol, cuntaya karşı bir direniş gösteremedi… 12 Eylül, sonuçları itibariyle sosyalist hareket üzerinde etkilerini günümüze kadar sürdürmüş olan bir sürecin başlangıcı olmuştur,”[16] diye betimlediği (12 Eylül şokunu üzerinden atamamış) postmodern “sol”; “ulusal”cısından, “liberal taraf”ına, “AKP’sine” yamanan bir “sağcı salaklık abidesi”ni oluşturdu… “Önceleyen eylem sözü inanılır ve imkân dahilinde kılar” gerçeğine yabancılaşmış bu “sol” (ya da “yeni sağ”); “Hâlâ Tek Yol Devrim” diyen devrimci mücadele ve sınıf gerçekliğini inkâr eden, sınıf mücadelesini önemsizleştirmeye yönelik, soyut bir “demokrasi” savunuculuğuyla Bernstein’a taş çıkartmaktadır; ve de “Devrim” ile “Güncelliği” fikrini esastan reddeden, dolayısıyla da radikal sosyalizmden ve sosyalist mücadeleden vazgeçen bir “Elveda Operasyonu”nun bileşenleridir. Tasfiyeci bir vazgeçiş olan bu eylemsiz “sol” (ya da “yeni sağ”), kaçınılmaz biçimde bir tarihsizleştirme yönelişiydi... Ve 12 Eylül sonrasındaki tasfiye hareketi olarak, yalana sarılmıştır! Örneğin, “Darbe öncesi provokasyonlarda solun rolü fecidir. Türkiye solu, hep ‘bir punduna getirsek de askerle birlikte iktidara gelsek’ diye düşünür. Vurmalar, kırmalar hep darbe içindir. Yusuf Küpeli bana dedi ki: ‘Biz baştan sona kullanıldık. Mahir’e, ‘MİT bizim içimizde. Ne oluyoruz?’ dedim. Bana, ‘elbette MİT bizimle ilişki kuracak. Biz güçlü bir siyasi hareketiz’ dedi,”[17] yalanını telaffuz eden Hüseyin Ergün gibi… Oysa Ergün’ün, ‘Taraf ’a yaptığı değerlendirmelerine ilişkin olarak, Mahir Çayan’ın yoldaşı ve eski Dev-Genç Genel Başkanı Ertuğrul Kürkçü, “Bence değerlendirmeye bile alınmayacak kadar bayağı bir yaklaşım”; Yusuf Küpeli de, “Söz konusu edilen sözleri ben söylemedim. Bunlar ortaydayken ne diyelim? Yalan hakkında ne konuşalım?”[18] demektedirler… Ufuk Uras’ın, “Salon solculuğunu bırakıp, mağdurların yanında yer almalıyız,”[19] deyişindeki asılsızlığın; hakikâte ve eyleme yabancılaşmışlığın “yeni/neo-liberal sol”u; bizlere; Andre Tardieu’nün, “Herkes dünyanın düzene girmesini ister. Fakat çabayı komşusundan bekler”; Ezop’un, “Tilki, uzaktaki üzümler için, ‘Eminim ki onlar ekşidir’ der”; Kürt Atasözü’nün, “Dara xweziya şîn nabe,”[20] deyişini anımsatırken; aynı zamanda da kimi gerekliliklerin altını çizmemize vesile olmaktadır: i) Hakiki bir toplumsal örgütlülük ve mücadele üzerinde yükselmeyen, hiçbir projenin ciddi olduğuna inanmamız için bir “neden” yoktur. ii) Yenilgini, geri çekilmenin, çaresizliğin, marjinalliğin birliği, çatısı, her neyse; yüzlerce sıfırın toplamıdır ki, bu da nihayetinde yine sıfıra eşittir. iii) Hayatta karşılığı olmayan şeyler; belagat (güzel söz söyleme sanatı) ya da diplomatik görüşmeler veya yuvarlak masa istişareleriyle var edilemez… Malum; hiçbir şey vardan yok, yoktan da var edilemez… iv) 1980 yenilgisinden bugüne denenmişi deneyerek geldik. Ulaştığımız nokta, “Şef çok, asker yok noktası”dır. Örneğin sınıftan söz edenler sınıfta, kadından söz edenler kadınlar arasında, gençlikten dem vuranlar gençler arasında (vb’leri, vb’leri) yoklar… v) Yokları “birleştirerek”, meşrulaştırmak yerine; örgütlenme ve varolmanın yollarına kafa yormalıyız; bunun yolu eskilerde “örgütlenmek için örgütlemeli” şiarında ifadesini bulurdu… vi) Mücadeleyi birleşerek örgütleyemeyiz; örgütlenerek, sahici temelde birleştirebiliriz… 30 vii) Yeniden hiç yürünmemiş yollarda adımlarını, hiç düşünülmemiş düşüncelerde başını tehlikeye atanlara ihtiyacımız var; her ne başlayacaksa tam da buradan boy verecek… viii) Rosa Luxembourg’un dediği gibi, “Hareket etmeyenler zincirlerini fark edemezler.” İşte tam da bu çerçevede, T. J. Watson’un, “Başarı, hataların ve başarısızlıkların biraz ilerisinde duran bir şeydir,” sözünü unutmayanlar ve Nabi Yağcı (Haydar Kutlu) gibi rüzgârgüllerine aldırmayanlar için insan(lık)ın kurtuluşu devrimci eleştiri ve örgütlenme yeteneğine ve başkaldırı kapasitesine indirgenmiştir... V) TOTALİTARİZM VE GELENEK Biz(ler)i, içinde hâlâ debelendiğimiz totalitarizmden, olsa olsa, böyle bir sol ve “Hâlâ Tek Yol Devrim” diyen gelenek kurtarabilecektir… Bilindiği gibi Hannah Arendt’e göre, totalitarizmle birlikte insan artık görünür olmaktan çıkmış, daha önce kendisinin var kıldığı ortak dünya yok olmaya yüz tutmuştur. Çünkü “Totalitarizm en büyük politik kötülüktür.”[21] Bu durumda, insanlığı ilgilendiren sorunlara duyarsız; ortak yaşama, toplum ve dünya adına eylemde bulunmayan insan(lık)ı da ortaya çıkarır. İnsanın dünyaya yabancılaşmasıyla başlayan bu (totaliter) süreç, insanlar arasındaki bağı koparmış, insanları birbirine düşman hâle getirmiştir. Totalitarizm altında yaşayan insanların en temel özelliği kendi otonom yargı güçlerini kaybetmesidir. Yargı gücünü kaybeden insan hiçbir değere, inanca sahip olamaz. Bu yüzden, “Geleceğimiz hiç bu denli öngörüden uzak olmamıştır.”[22] Yani 12 Eylül totalitarizmi, toplumun yabancılaştırılarak, sürüleştirilmesinde başat bir misyon üstlenmiştir. Bunun aşılmasında da, devrimci geleneklerin (ve tarihin) önemli rolü olacaktır. Konuya ilişkin olarak Hannah Arendt, ‘Geçmiş ile Gelecek Arasında’ başlıklı yapıtında şunu dile getirir: “Geçmiş geleceği aydınlatmaya son verdiği için insan aklı karanlıkta yolunu kaybediyor.” Arendt bu alıntıyı Tocqueville’den yapar,[23] bir geçmişi ve bir geleceği olmayan insandan söz eder. Çünkü ona göre geçmiş bir hazinedir, bir değerdir; bu hazine ve değerin ne olduğunu gösterense gelenektir. Gelenek olmadan ne geçmiş ne de gelecek olur. İnsan aklının karanlıkta kalması, hazineyi ellerinde tutacak insanların bulunmadığı anlamına gelir. İnsanın ürettiklerini, değerlerini ve yaşananları unutan, geçmişle bağını kurmayan, sorgulamayan insan, yaşanacak trajedinin de habercisiydi. Eylem olup bittikten sonra o eylem hatırlanmazsa, açık ve seçik hâle getirilmezse, “geriye anlatılacak bir hikâye kalmaz.”[24] Eylem kendi yolunu tamamladığında ve eylemin sonucu olan hikâye “onu miras alan ve sorgulayan akıllarda” tamamlanmayı beklediğinde başlamaktadır. 31 [25] Ne var ki, sorgulayan akıllar yerine olup bitenlere karşı bir kayıtsızlık söz konusudur. Olup bitenler karşısındaki bu kayıtsızlığın, hatta politikadan kurtulma umudunun elbette bir bedeli vardır. Arendt, “her geri çekilme, başka deyişle politik alanın dışına çıkma, bir “dünya yitimi”ni, yani kendini insanlar arasına yerleştirebilecek bir bağıntının yitimini doğurur”, demektedir. O bunu, bir tehlike olarak, yeni bir dünyasızlığın içine yeniden düşme tehlikesi, apolitik olma tehlikesi olarak görür. Arendt’in de işaret ettiği üzere, eylem her zaman bir başlangıçtır; yeni bir şeyin görünüşüdür.[26] “Eylem, şeylerin ya da maddenin aracılığı olmaksızın doğrudan insanlar arasında süregiden biricik etkinliktir:” Eylem, “insansal çoğulluk durumuna, yeryüzünde insanın değil, insanların yaşadığı ve bu dünyada ikamet ettikleri olgusuna karşılık gelir.” O, ‘İnsanlık Durumu’nda dile getirdiği üç temel insansal etkinliği (emek, çalışma ve eylem) belirlerken, bu etkinlikleri “insansal varoluşun genel koşulu” olarak adlandırdığı şeyle ilişkilendirmiştir. Arendt’e göre sadece eylem yeni ve eşsiz olanı yaratabilme kapasitesine işaret eder. Eylem aracılığıyla dünya içine girmek, Arendt’in görüşünde anlamla da yakından bağlantılıdır. Bu bağlantı “eylem yeni bir başlangıcı olanaklı kılar, anlama eylemin diğer yanıdır,”[27] ifadesiyle dile getirilir. O hâlde 12 Eylül totalitarizminin devreye sokulduğu yıkımın aşılabilmesi için, onu aşacak bir devrimci yıkım eyleminin, birliğin yaratılmasından başka seçenek yoktur. Bu da; “Anlamak birleştirmektir,”[28] diyen devrimci geleneğin süreklilik içinde kopuşlar ile ihyasından başka bir şey değildir ve olamaz da… V.1) “GELENEK”İN GEÇMİŞİ… Devrimci “gelenek” dedim… Sakın ola, Rasim Ozan Kütahyalıvari zevzekler, devrimci “gelenek” ve geçmiş konusunda, bilgi sahibi olmadan ulu-orta laf etmeye kalkışmasın… Bugün, ulaşılan ufuk sözünü ettiğim tarihin mirasıdır... Hiç kimse “Kürt” sözcüğünü telaffuz edemezken; devrimciler bir 6 Mayıs sabahı “Kürt-Türk kardeşliği” için darağaçlarına çıktılar… “Derin (denilen) Devlet”in kurşunları Taylan Özgür’ün, bombaları da Kızıldere’deki yoldaşlarımızın üzerine yağdı… Filistin’de, Siyonist zulme karşı dövüşenler bizimkilerdir… “Ser verip, sır vermeyen” fail-i (belli) “meçhul” İbrahim Kaypakkaya; siyasi cinayetlerin “kaybettiği” Mustafa Suphi ile 15’ler ve Mamak-Metris-Diyarbakır ile diğer zindanlarda direnenler, katledilenler yoldaşlarımızdır… Bu topraklarda direnen, mücadele eden, başkaldıran, cüret eden yani aşka ve hayata dair ne varsa, “Tek Yol Devrim” diyen radikal sosyalistlere aittir… Şimdi “demokrasi” adına ahkâm kesen belkemiksiz liberallerin, İslâmcıların yaygaraları arasında; Evrim Alataş’ın ‘Her Dağın Gölgesi Denize Düşer’[29] başlıklı anlatısı, direnişin tarihini, içeriği ve özneleriyle unutmaya karşı, unutturulmak istenene karşı bir panzehir sanki… Evrim Alataş, 1976 yılında Malatya’nın Akçadağ ilçesine bağlı Gölpınar köyünde doğmuş. Anlatının mekânı da bu köy, bu köyün insanları ya da yolları bu köyden geçen insanlar. Birinci tekil şahıs ağzından anlatılan hikâyenin anlatıcısı da bu köyden. Evrim Alataş’tan yirmi iki gün önce doğan bir genç. Adı, Fidel, soyadı Töre. 1970’te Deniz Gezmiş’lerle birlikte THKO’nun merkez komitesinde yer alan Teslim Töre’nin yeğeni. 20 Mayıs 1994 yılında, henüz 18 yaşındayken gerillaya katılmak için yola çıkan ve bu ilk yolculuğunda öldürülen Fidel’in ağzından dinleyeceğiz Gölpınar köylülerinin bilinçlenme tarihini. Şaşırtıcı gelebilir, ama Fidel ismi kurgusal değil. Anlatının akışını kırarak anlatıcının isminin koyulduğu zamana gidelim ve 22 Nisan 1976 günü doğan bebek Fidel’i dinleyelim; “Bu dönemler, ben annem Zeytun’un karnını şişirip, dışarı çıkmayı beklerken, herkes devrimin dalgasına kapılmış ve doğan çocukların isimleri de eskisi gibi Ali, Hasan, Zühre, Fadime olmaktan çıkmıştı. Yaşamını yitiren devrimcilerin isimleri veriliyordu çocuklara. Bazen bu isimler bile pasif kalıyordu. Annemin benden önce doğan oğluna Lenin ismi verilmişti. Fakat fazla yaşamamış, ölmüştü Lenin. O nedenle ben doğuyorum. Açıkçası bu duruma sevineyim mi üzüleyim mi bilmiyorum. O yaşasaydı ben olmayacaktım (...) İhtilal, Stalin, Taylan diye devam ediyordu isimler (...) İsmimin ne olacağına çoktan karar verilmişti: Fidel... Stalin, Lenin’den sonra başka bir ad kurtarmazdı. Fidel oldum. Benden yirmi iki gün önce yukarı Babaların evinde bir kız doğmuştu. İkimiz de şanslıydık. Ahırda ineklerin eşeklerin arasında değil, hastanede doğmuştuk. Köyün kadınları değil, ebeler çıkarmıştı bizi anamızın rahminden. Kafamızı fııış diye dışarı çekmişlerdi. Onun annesi İsap’ın doğumuna giren doktor demiş ki “Bugün iki çocuk doğurttum. Birinin adını Devrim koydum, bunun ki de Evrim olsun...” Benimkine oranla pasif bir addı. Varsın olsun... O sene köydeki pek çok kadın doğurdu. İki ay önce, üç ay sonra... Derken bir sürü bebek olduk. İsimlerimiz Sinan, Taylan, Eylem’di.” Öldüğü gün başlayacak anlatmaya Fidel; henüz o doğmadan çok önce başlayan, o bebekken şiddetlenen ve çocukluğunda en kanlı günleri yaşanan bir isyanı anlatacak. Deniz’lerin şehirlerde yaktığı ateşi dağlara taşıyanları, insanca bir dünya hayali için bedel ödemeyi göze alanları, devrimci düşüncelere bağlanan köylüleri, devrimci marşlarla çekilen düğün halaylarını, nesilden nesile aktarılan isyan hikâyeleri ile büyüyen çocukları, devlet baskısını, milliyetçi/İslâmcı kesimlerin 32 provakasyon ve saldırılarını, darbeleri, cezaevlerini anlatacak. Ve bu coğrafyada demokrasi mücadelesinin parolasını fısıldayacak kulağınıza. O parola ne liberalizm ne Kemalizm ne de İslâm. Parola devrim ve sosyalizm!.. Köyün Cumhuriyet’i karşılayıp algılayışını, değişimlerin köylülerin hayatlarında yarattığı tuhaf davranış biçimlerinin özetiyle başlıyor Fidel’in hikâyesi. Gölpınar Alevi Kürtlerle, Sunni Türklerin ayrı mahallelerde ama birlikte yaşadığı bir köy. Tek Parti dönemi, Köy Enstitüsü, Demokrat Parti ve Menderes, derken 27 Mayıs ve TİP’in kuruluşu... Köy odalarında Hz. Ali’nin cenklerinin okunduğu, öğretmen okuluna giden gençlerin köylülere okuma yazma dersleri verdiği zamanlar. Fidel, köyün gidişatını iki ev üzerinden anlatıyor. Biri, kendi doğup büyüdüğü ev, diğeri Evrim’lerin evi. İkisinin nenesinin ismi aynı; Xace. Evlerini dirlik ve düzeninin kadınlar tarafından çekip çevrildiği zamanlarda, henüz Fidel ve Evrim doğmadan çok önce, Teslim’in nesli yetişiyor. Türkiye İşçi Partisi’nin aydınlar, öğrenci gençlik ve yoksullar katında heyecan yarattığı zamanlarda Teslim de TİP’e kaydolacak ve köyün devrimci geleneği başlayacaktır. Günlerin çok hızlı aktığı zamanlar. Gençlerin radikal düşüncelerden etkilenerek TİP’ten ayrılmaları ve kendi örgütlerini kurmaları gecikmeyecek ve Teslim THKO kurucuları ile temasa geçecektir. Deniz, Yusuf ve Hüseyin’in köye gelip gitmeleri, Malatya kırsalındaki örgütlenmeler, çatışmalar, 12 Mart darbesi, Deniz’lerin yakalanışı, Mahir’lerin Kızıldere’de, Sinan’ların Nurhaklar’da katledilmesi, Deniz’lerin idamı ve bütün bu eylemlere katılan Teslim’in yurt dışına kaçışı... Devlet mimlemiştir Gölpınar köyünü. Bundan böyle köyün gündelik hayatında jandarma baskısı eksik olmayacak ama direnişin onurunu tatmış olan köylüler mücadeleden geri durmayacaklardır. Teslim adı bir efsane gibi dolanır dillerinde. Nitekim 12 Mart darbesinden sonra köylüler yeniden örgütlenecek, hatta fraksiyonlara bile ayrılacaktır. Köy odalarında okunan kitaplar değişmiştir yalnızca; daha evvel kış aylarında sobaların dibine, gaz lambalarının kenarına çekilip de Hz. Ali’nin cenk hikâyelerini dinleyenlerin elinde şimdi klasik romanlar vardı. İşte böyle bir ortamda büyür Fidel, Evrim, Taylan ve diğer çocuklar. 12 Eylül’ün şiddetini büyüklerinin dehşetinden kavrar, cezaevlerinde kurarlar oyunlarını. Büyüdükçe öfkeleri bilenecek, Türk solunun toparlanması geciktikçe mücadeleyi sürdüren Kürt hareketine sempati duyacaklardır. Üniversiteye hazırlık için İstanbul’a giden Fidel’in gönlünde de dağ ateşi yanmaktadır. Hayır, sanmayın ki sadece öfkelerinden. “Vaktiyle dağlara giden gençlerin kaldığı evde büyüdüm ben” diyecektir Fidel; “Yolu yarım kalanların hikâyeleriyle... Devrim düşüyle... En öfkeli zamanları da bile, devrim benim için sihirli kelimeydi. (...) Her yerde savaş vardı. Her yerde ölüm...” Ne yazık ki ölüm dağ yolculuğu başladığı gün yakalayacaktır Fidel’i. Bugün yaşadığımız süreç, işte böyle bir tarihin mirası. Darbeleri, demokrasiyi, hak ve özgürlükleri tartışıyorsak eğer, bunun yolunu açan uzun bir isyanın tarihini, o tarihin -etnik kökenine bakmaksızın- bütün öznelerini ve onların ne uğruna mücadele ettiklerini hatırlamak zorundayız. Birilerinin gazete köşelerinde başka bir gelenek icad etmelerine, demokrasi mücadelesini kendilerine mal etmelerine ve sonuçta devrim ve sosyalizm sözcüklerini aşağılamalarına karşı durmak, geleneğe sahip çıkmak ve sürdürmek için anlatılara ihtiyacımız var. Belleğin şimdiki zamana takılıp kalmasını kırmak, unutkanlık hastalığından kurtulmak ve yarını yeniden kurmak için hiç durmadan anlatmalıyız. Evrim Alataş da işte bunun için anlatmış arkadaşı Fidel’in ağzından. Fidel ruhunu salmamışsa eğer, duyduklarını ve yaşadıklarını yeni doğan ve doğacak çocuklara aktarmak istediğindendir... [30] VI) HESAPLAŞMA (MI?)! 12 Eylül’le hesaplaşırken; söz konusu gelenek ile tarihi “es” geçemeyiz; geçmemeliyiz… Pablo Neruda’nın, “Halkım ben parmakla sayılmayan/ sesimde pırıl pırıl bir güç var/ Karanlıkta boy atmaya/ sessizliği aşmaya yarayan/ Ölü, yiğit, gölge ve buz ne varsa/ tohuma dururlar bir yeniden/ ve halk toprağa gömülü/ tohuma durur bir yerde/ Buğday nasıl filizini sürer de/ çıkarsa toprağın üstüne/ güzelim kırmızı elleriyle/ sessizliği burgu gibi deler de/ Biz halkız, yeniden doğarız ölümlerde,” dizelerindeki bizim; kendilerine hasbel kader “demokrat” diyen Obama’cı İslâmcılardan, liberallerden ve Kemalistlerden alacağımız “ders” falan yoktur; olmamalıdır da! Bu nasıl bir “uyarı” demeyin! Bu gerçekten çok gerekli… 12 Eylül’le hesaplaşılması, ondan dersler çıkarılması ve ona giden süreçte hangi sınıf ve katmanların hangi rolleri oynadığının iyi kavranabilmesi, son birkaç yıldır politik gündemle de yakından ilişkili bir sorun hâline gelmiştir. Egemen burjuva sınıf içerisinde uzun bir süredir devam edegelen iktidar kavgasına bağlı olarak yaşanan gelişmeler, epey bir süredir bizzat burjuva politikacılar ve ideologlar arasında da, normal bir burjuva demokrasisinin nasıl olması gerektiğine ve artık askeri vesayet sisteminin aşılması gerekliliğine dair tartışmaların yoğunlaşmasını beraberinde getirmiştir. Özellikle “Ergenekon operasyonu” kapsamında bu tartışmanın alevlendiğine şahit oluyoruz. İşçi sınıfı/ ve sosyalistler, hiç kuşku yok ki, gerek askeri vesayet sisteminin sonlandırılmasından ve demokratik hakların genişletilmesinden, gerekse de 12 Eylül’ün simgesi durumundaki generallerden ve günümüzdeki darbe tezgâhlayıcılarından hesap sorulmasından yanadır. Bu bakımdan, işçi sınıfı/ ve sosyalistler, 33 Ergenekoncu olarak adlandırılan kesimin hiç tereddütsüz tam karşısında yer almalıdır. Ne var ki, darbecilerden ve demokrasi düşmanlarından hesap sorulması görevi, onlarla sınırlı bir sanıklar listesinin mahkemeye çıkartılmasıyla asla sınırlandırılamayacağı gibi, böylesi bir görev, işlerine geldiği ölçüde demokratlık taslayan burjuva kesimlere de havale edilemez. 12 Eylül’den nasıl hesap sorulması gerektiğine dair ortaya konulan şu perspektif, güncel tartışmalar konusunda da aynen geçerlidir: “12 Eylül’ün hesabı kimlerden sorulacak?” Bir kere, sanık sandalyesine öncelikle oturtulması gerekenlerin, 12 Eylül’ün simgesi hâline gelmiş ve onca insanın katledilip, sakat bırakılmasından doğrudan sorumlu olan generaller olduğundan hiç şüphe yok. Fakat suçlular bu kadardan mı ibarettir? Kuşkusuz ki değildir ve kabarık bir suçlular listesinin ardında esas suç odağı sermaye düzenidir. O nedenle, yalnızca vitrinin önünde duran “cellâtlar”la özdeşleyip, bunlara görev veren ve öne itekleyen gerçek suçludan hesap sormaya yeltenmemek, bir anlamda onun oyununa gelmek ve onu bağışlamak demek olurdu. İşçi sınıfı/ ve sosyalistler, 12 Eylül faşizmine isim babalığı yapan generalleri istirahata çekildikleri rahat köşelerinden çıkartıp boyunlarına suçlu yaftasını mutlaka asmalıdır. Ama asla bununla yetinilemez. Bu haklı sorgulamanın son tahlilde burjuvazinin işine yarayacak bir deşarj aracı olmasına izin verilemez. İhtiyacımız olan unutmayan devrimci bir hesaplaşmadır… VI.1) UNUTMAYIN! Fatsalı Terzi Fikri’den Kenan Budak’a, Kemal Pir’den Mazlum Doğan’a, Necmettin Büyükkaya’ya hiçbirini unutmayın… Maraş katliamının akıllara durgunluk veren korkunçluğunu; Çorum’u; Sivas’ı, Malatya’yı yani bunların arkasındaki devleti, besleme faşist çetelerin terörünü unutmayın… İdam sehbalarında katledilenleri; 7 Ekim 1980’de Ankara’da Necdet Adalı’yı; 25 Ekim 1980’de Adana’da Serdar Soyergin’i; 13 Aralık 1980’de Ankara’da Erdal Eren’i; 10 Haziran 1981’de Antep’te Veysel Güney’i; 25 Haziran 1981’de İstanbul’da Ahmet Saner’i; 25 Haziran 1981’de İstanbul’da Kadir Tandoğan’ı; 20 Ağustos 1981’de Adana’da Mustafa Özenç’i; 13 Mart 1982’de İzmir’de Seyit Konuk’un, İbrahim Ethem Coşkun’u, Necati Vardar’ı; 23 Ocak 1983’de Adana’da Ali Aktaş’ı; 28 Ocak 1983’de Ankara’da Levon Ekmekçiyan’ı; 9 Ocak 1983’de İzmit’te Ömer Yazgan’ı, Erdoğan Yazgan’ı, Mehmet Kambur’u, Ramazan Yukarıgöz’ü; 6 Ekim 1984’de İzmir’de İlyas Has’ı; 24 Ekim 1984’de İzmir’de Hıdır Aslan’ı unutmayın… 12 Eylül teröristlerinin suçlarını toplumsal hafızaya kaydedin… Halklarımızı yoksulluğa ve kapitalizmin azgın sömürüsüne mahkûm edenler; Patronlar kârlarını astronomik rakamlara çıkarırken işçinin gerçek ücretini 1960’lı yılların seviyesine indirenler; İşçiyi sendikasız, grevsiz, toplu sözleşmesiz bırakan; kışlaya çevrilmiş fabrikada patronun ve YHK’nın insafına terkedenler; Onbinlerce işçiyi işinden atarak, faal nüfusun yüzde 24’üne ulaşan işsizler ordusunu arasına katanlar; Halkın başını sokacağı gecekondusunu başına yıkanlar; Tarımsal girdi fiyatları yükselirken, taban fiyatlarını düşürerek köylüyü yok edenler; Memuru tüm demokratik haklarından mahrum bırakıp, açlığa mahkûm edenler; Ülkeyi emperyalistlere ipotek edenler; 82 Anayasası’yla tüm ekonomik-demokratikpolitik hak ve özgürlükleri gaspedenler; Şeffaf zarflarda koyu renkli oy pusulaları kullandırılan seçimlerde oy kullanmayanlara ceza uygulayan, “mavi” demeyi, cunta görüşleri dışında oy kullanmayı ve propagandayı yasaklayanlar; Cumhurbaşkanını bir diktatörün tüm yetkileriyle donatanlar; Yasama ve yargı organlarını yürütmenin vesayetine sokanlar; Cumhurbaşkanlığı Konseyi, Milli Güvenlik Kurulu, Devlet Denetleme Kurulu aracılığıyla cuntayı süreklileştirenler; YÖK’ü, YHK’yı, Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nu, lokavtı anayasal kurum hâline getirenler; Yüzlerce devrimci ve yurtseveri işkencehanelerde, sokaklarda, dağlarda, zindanlarda, darağaçlarında katledenler; Coğrafyamızı yarı-açık cezaevine çevirenler; “Elimizde taş gibi oğlanlar var” diyerek işkencehanelerdeki tecavüzleri, cop sokma işkencesini meşrulaştırmaya çalışan; çocuk-yaşlı, kadın-erkek demeden herkese, hatta hamile kadınlara dahi işkence yapan ve düşüklere yol açarak katliamlarını doğmamış çocuklara kadar vardıranlar; Tutukluları kobay olarak kullananlar; İşkence soruşturmalarının üzerini örten, işkencecilere ceza vermeyen, onları koruyan, terfi ettiren, ödül verenler; Milyonlarca Kürt köylüsünü köy meydanlarında falaka çeken, meydan dayağı atan, çırılçıplak soyundurarak b…k yedirip küçük düşürenler; Kürt halkına yönelik baskı, işkence ve katliamlarını soykırıma dönüştüren, Kürtçeyi yasaklayan, asimilasyon uygulayan, Kürtçe isimleri yasaklayanlar; İhbarcılığı kurumlaştıran ve ödüllendirenler; Aydınların, bilim insanlarının ve sanatçıların özgür çalışma, eserlerini, ürünlerini yayma, sergileme olanağını yok edenler; Yüzbinlerce kitabı yakan, binlerce kitap, dergi, 34 kasete yasak koyan, toplatanlar; Basın-yayın üzerinde en koyu sansür uygulayarak Abdülhamit’in bile adını unutturanlar; “Türk-İslâm Sentezi” düşüncesini resmi görüş hâline getirenler; Halkın duygularını sömürmek için din dersini okullarda zorunlu ders hâline getiren; şeriatçılığı, tarikatçılığı yaymalarına davetiye çıkaranlar; Tedavi için yurtdışına gitmesi zorunlu olanlara dahi pasaport vermeyerek sakat kalmalarına, katledilmelerine yol açanlar; Malını-mülkünü satarak edindiği küçük birikimini, emekli aylığını bankere kaptıran en az 300 bin aile için “üstüne bir bardak soğuk su içsinler”, “halk kumar oynadı” diyenler; Halkın bankerler, sahte kooperatifler, müteahhitler elinde sömürülmesine göz yumanlar; Öteki ilan edilen azınlıkları mağdur edenler… Vb’leri, vd.’leri… Ya da satırlara sığması mümkün olmayan suçlarıyla, 12 Eylül’ün bütün teröristlerini toplumsal hafızaya kaydedin… VII) YASAKLAR İLE YAŞATILAN KÂBUS Evet ihtiyacımız olan, unutmayan devrimci bir hesaplaşmadır… Bu; ne bir “öc alma” ne de “abartı”dır… Çünkü 2000’lerin Türkiye’sinde 12 Eylül; mücbir sebebi 24 Ocak’ın iktisadı ve politik yasakları ve “Anayasası” ile hâlâ yaşatılmaktadır… 12 Eylül gündemdedir; kendini yeniden üreterek sürdürmektedir… Kimse görmezden gelip, inkâra kalkışmasın: Coğrafyamız, “12’den (Mart) 12’ye (Eylül)” uzanan kan, gözyaşı, umutsuzluk, ölüm, tutsaklık, işkence üstüne kurulu terörün sıradanlaştığı süreçten hâlâ kurtulamadı… Toplumsal yapımızda 12 Eylül hukuk(suzluğ)u kurumsallaştı, hâlâ da sürüyor. 12 Eylül kendini her evrede yeniden üreterek, deforme edilmiş bir “maganda demokrasi”sini devreye soktu. Her türlü muhalefeti, özellikle de, solu bitirme kastından vazgeçmedi. Özünde bir “Soğuk Savaş” yöntemi olan 12 Eylül, her türlü demokratik çıkışı, hak kullanma eylemini suç hâline getirdi. Neo-liberal politikalarla adaletsizliğin büyüttü. Temel amaçlarından biri emek hareketini sindirmek olan 12 Eylül “Anayasa”sı hâlâ ayakta! 12 Eylül süreci “Anayasa”sı ile devam ediyor! Alın size taze bir örnek? 12 Eylül’ün yıldönümünde düzenlenecek mitingin afişleri ‘devlet büyüklerine hakaret’ iddiasıyla yasaklandı. Miting komitesi, mitingin tanıtımı için hazırladığı afişlere puzzle şeklinde Kenan Evren, Veli Küçük, Mehmet Ağar, Yaşar Büyükanıt, Fettullah Gülen, Devlet Bahçeli, Muhsin Yazıcıoğlu, Turgut Özal ve Başbakan Erdoğan’ın fotoğraflarını koydu. Afişte ‘12 Eylül Darbesinin 29. yıldönümünde Emperyalizmi Faşizmi Darbecileri Gericiliği Şovenizmi Lanetleme Mitingi’ ibaresi de yer aldı. Ancak Ankara Valiliği afişe geçit vermedi. Valilik ‘faşist, gerici, darbeci ve şövenist’ ibareleriyle devlet büyüklerine hakaret edildiğini iddia ederek afişin asılmasını yasakladı. Valilik yasaklama gerekçesinde söz konusu afişin tahriklere sebep olacağını da ileri sürdü: “İçeriği itibarıyla, fotoğrafları kullanılarak, içerisinde devlet büyüklerimizin de bulunduğu kişilere ‘faşist, darbeci, gerici ve şovenist gibi hakaret olarak değerlendirilen söylemlerle kamuoyu oluşturmaya, halkı kışkırtamaya, toplumda hükümete ve kamu görevlilerine karşı kin ve nefret duyguları oluşturarak güvensizlik ortamı yaratmaya ve toplumda, siyasi parti taraftarı kişiler/ gruplar arasında tahriklere sebep olabileceği değerlendirilen afişin ‘5442 sayılı il idaresi kanunu 11/c maddesi’ gereğince, ilimizde genelinde cadde ve sokaklarda asılması ve yapıştırılması valiliğimizce yasaklanmıştır”! Alın size, dumanı üstünde bir “liberal-demokrat” AKP icraatı! VIII) VE… GELDİK BUGÜNE! Ve… geldik bugüne! Hani Turgut Uyar’ın, “Hâlbuki korkulacak hiçbir şey yoktu ortalıkta/ Her şey naylondandı o kadar/ Ve ölünce beş on bin birden ölüyorduk güneşe karşı./ Ama geyikli geceyi bulmadan önce/ Hepimiz çocuklar gibi korkuyorduk,” dizeleriyle betimlenmesi mümkün olan 12 Eylül’ün bugününe… Gelin bunu da konuşalım biraz… Hani Demet Lüküslü’nün, “Gençler siyaseti kirli bir alan olarak görüyor, siyasal alanda bir şeyi değiştirmenin imkânı olmadığını düşünüyor,” vurgusuyla, 1980 sonrası kuşağın siyasete katılmayı reddettiğini söylediği[31] siyaset(sizlik), piyasa ekonomisi, insan(sızlık) düzleminde… Böylelikle de 12 Eylül mimarisinin ne(ler) yarattığını anımsayalım/ anımsatalım bir kez daha… VIII.1) SİYASET(SİZLİK) Mİ? Nasır Şimali’nin, “Amerikan dış politikasını ahlâki değişmezler değil çıkarlar belirler; Türk-Amerikan ilişkileri de 1945’ten beri bu bağlamda ilerledi,”[32] diye çizdiği çerçevede Türk(iye) siyaset(sizliğ)i, öne çıka(rtıla) n neo-Osmanlı eğilimleriyle, yine ABD taşeronudur; bu da giderek derinleşmektedir… ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton 5 Haziran 2009 günü Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nu ağırlarken Türkiye’yi alkışladıklarını söyledi; Davutoğlu da Washington ile her konuda görüşbirliğinde olduklarını, yeni Amerikan yönetimini takdir ettiklerini belirterek şunları dedi: “Yeni ABD’nin yönetiminin olaylara yaklaşım biçimini takdir ediyoruz. Dış politika öncelikleriyle bizim aramızda çok büyük benzerlik var. Sadece Ortadoğu değil, Kafkasya’da ortak vizyon etrafında gidiyoruz. Afganistan, Pakistan, Güney Asya’daki gelişmeleri de birlikte takip etme kararı aldık. ABD ile daha yakın istişari ilişkide olacağız. Bu ilişki yapıcı, verimli ve vizyon odaklı olacak. Ekonomik ilişkilerde ortak çalışma grubu kuracağız…” Yine Davutoğlu, Amerikan-Türk Konseyi’nin yıllık konferansındaki konuşmada, Obama’yı “bilge” lakabıyla tanınan Roma İmparatoru Marcus Aurelius’a benzetirken, selefi Bush için de Sezar imasında bulundu. ABD’nin süpergüç olma özelliğini sürdürebilmek için çok taraflı yaklaşımlarla uluslararası kurumları kullanması gerektiğini söylerken, bunun için bölgesel güçlerin yardımına ihtiyaç olacağını belirten Dışişleri Bakanı, “ABD, Roma İmparatoru Ceasar’a değil Marcus Aurelius’a ihtiyaç duyuyor. Obama’nın yaklaşımı da Cesar’ın değil Aurelius’un yaklaşımı. Güç kullanarak bir yere kadar ilerleyebilirsiniz. Şimdi ABD de çok taraflı yaklaşım kullanıyor” dedi. Evet, T.“C” yine ABD taşeronudur; Obama’nın “gözdesi”dir. Örneğin ABD Dışişleri Bakanlığı Müsteşar Yardımcısı Mathiew Bryza’ya göre, “Türkiye süper güç oldu,” derken Arthur I. Cyr de ekliyor: “ABD bu ülkenin [Türkiye’nin-b.n] öneminin ve ikili ittifakın değerinin farkında görünüyor.”[33] Yine Obama’nın Afganistan-Pakistan özel temsilcisi Richard Holbrooke, Afganistan konusunda görüştüğü ülkeler arasında Türkiye’nin de yer aldığını belirterek, “Türkiye çok önemli bir faktör,” derken; ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton da, işbirliği gereken yedi “yükselen küresel güç” arasında Türkiye’yi de saydı. Ayrıca Polonya gazetesi ‘Gazeta Wyborcza’ da, ABD’nin, Rusya’ya meydan okuma olarak görülen füze savunma sistemini Çek Cumhuriyeti ve Polonya’ya kurmak yerine, Türkiye ve İsrail’deki üsleri kullanmayı veya savaş gemilerini bölgede konuşlandırmayı değerlendirdiği kaydedildi. Yani İran ve Kuzey Kore’yi gerekçe gösterse de Rusya’yı ikna edemeyen Obama yönetiminin, Doğu Avrupa’daki Çekya ile Polonya’ya füze kalkanı konuşlandırma projesinden vazgeçti. İddiaya göre kalkan, gemilerin yanı sıra Türkiye ve İsrail’deki üslere, hatta Balkanlar’a yerleştirilecek. Bu(nlar) “hayırlı” bir durum değil; “Türkiye jeopolitik konumu ile bir ‘merkez ülke.’ Ancak, merkezi konum doğru stratejilerle desteklenmediğinde, Güney Kafkasya’da, Ortadoğu’da olduğu gibi, Türkiye’yi ‘sorunların merkezi’ne dönüştürebilmekte,”[34] vurgusuyla Nejat Eslen tehdidin altını çiziyor… Çünkü Züheyr Macid’in, “Osmanlı geçmişini bugünle yapıcı şekilde birleştirmekte kararlı olan Türkiye gelecekte Arap coğrafyasıyla ilişkilerini daha da geliştirecek,”[35] dediği kapsama alanında İlyas Hana’ya göre, “İkisi de Ortadoğu’ya güçlü bir şekilde dönen Türkiye ve İran, nüfuz bölgelerinin hemen hemen örtüşmesi dolayısıyla birbirlerine toslayabilir. Kafkasya, 35 Arap bölgesi ve Körfez iki ülke arasındaki temel rekabet alanı…”[36] Özetle liberallerin, “Asker kışlaya doğru çekiliyor,”[37] beklentilerinin karşılıksız kaldığı; neoOsmanlı eğilimleriyle ABD taşeronluğunun derinleştiği güzergâha ilişkin Prof. Dr. Erinç Yeldan diyor ki: “Bu gidişle Pakistan’a döneriz… Hükümetin Türkiye’ye biçtiği işlev, uluslararası sermayenin taşeronu olmaktır…” Bu taşeronluk, T.“C”nin tarihi misyonudur; T.“C”nin geleceğini de karartarak, belirsizleştirmektedir… VIII.2) PİYASA EKONOMİSİ Mİ? Kapitalizmi kurtarma operasyonu olarak dikilen 12 Eylül’ün, ‘24 Ocak Kararı’ ile yeniden dizayn ettiği Türk(iye) ekonomisi mi? O bir yoksulluk ve sömürü bataklığıdır… Türk-İş, dört kişilik bir ailenin açlık sınırını 745 TL ve yoksulluk sınırını da 2 bin 426 TL olarak belirledi. Buna göre, Mart 2009 döneminde dört kişilik bir ailenin sadece sağlıklı beslenebilmesi için yapması gereken gıda harcaması tutarı 744.65 TL oldu. Tüketici Güven Endeksi hazırlayan TNS Global’e göre, Türkiye’de insanların yüzde 41’i Aralık 2008 ve Ocak 2009 aylarında peynir, süt, ekmek, et, yoğurt gibi temel gıda ürünlerinde bile harcamalarını kıstı. Aslı sorulursa Türkiye’deki yoksullaşma, küresel krizden önce başladı. 2007’den 2008’e nüfus yüzde 1.3 arttı. Ama kesitte, ulusal gelir sadece yüzde 1.1 arttı. Dolayısıyla 1998 sabit fiyatlarıyla kişi başına düşen gelir 1418 TL’den 1415 TL’ye geriledi. Yani herkes yüzde 0.2 yoksullaştı. Ama esas yoksullaşma 2009 yılında yaşanıyor, yaşanacak. Bu tabloda Türkiye’de her 7 haneden biri ekonomik yardım alıyor. Devletin resmi verilerine göre yardım alanların yüzde 59.4’üne akraba, komşu gibi eşdost destek verirken, belediyelerin payı 6 yılda yüzde 8.8’den, yüzde 21.4’e çıktı. Yakacak yardımları da 2003’teki payının 2008 yılında yüzde 30.8’e çıkmasıyla dikkat çekti. Hanelerin yüzde 29.8’i de Sosyal Yardım Fonu desteğiyle ayakta duruyor. Nihayet İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Mezunları Vakfı’nın yaptığı araştırmaya göre, İstanbulluların yüzde 86.9’u krizden etkilendi, halkın yüzde 70’i borçla yaşıyor, bu borçların yüzde 62’si kredi kartı ve banka kredisi borcu, yüzde 24’ü kıyafetten, yüzde 23’ü ise gıda harcamalarından kıstı. Borçlar büyüdü; daha da büyüyor… Merkez Bankası’nın yayımladığı Finansal İstikrar Raporu’nda yer alan bilgilere göre, Türk halkı krize 123 milyar TL borçla yakalandı. 2008 yılı Eylül ayında halkın toplam borcunun harcanabilir gelirine oranı yüzde 22.6 idi. Bu oran 2006 yılında yüzde 18.1 olarak belirlenmişti. Demek ki, halkın borcunun harcanabilir gelirine oranında devamlı bir artış gerçekleşmişti. İstanbul Serbest Muhasebeci Mali Müşavirler Odası’nın raporu Türk halkının borç batağına düştüğünü ortaya koydu. Her ay 120-130 bin yeni kişi borcunu ödeyemez duruma düşerken toplam rakam 1.6 milyona çıktı Ailelerin tasfiye olunacak kredi kartı borcu 3.6 milyar, bireysel kredi borcu 3.1 milyar TL’ye fırladı. Yılbaşından bu yana tasfiye olunacak kart sayısı yüzde 52, bireysel kredi oranı yüzde 68 arttı. Türkiye’de günde 2 bin 602 ev ve işyerine haciz amacıyla icra memurları gidiyor. Yine günde 123 araç haczediliyor. Her gün ortalama 273 fabrika ve işyeri kapanıyor. Çek ve senetle ilgili verileri de ürkütücü. Her gün ortalama 26 bin 260 çek karşılıksız çıktığı için işlem görürken, 4 bin 312 senet de protesto ediliyor. Bunların yanında krizle birlikte tüketicinin kredi kartına yüklendiği gözlendi. 2009 yılının ilk 6 aylık döneminde ekonomideki daralmaya karşın kredi kartı ile yapılan harcamalar ve nakit avans kullanımları yüzde 12 arttı. Böylece, kredi kartlarının ilk aydaki cirosu 98 milyar TL’ye ulaştı. Öte yandan Adalet Bakanı Sadullah Ergin’in verdiği bilgiye göre 2009’un ilk altı ayında karşılıksız çek nedeniyle ceza mahkemelerinde 159 bin 774 dava açıldı. Bu davalarda 221 bin 755 kişi hâkim karşısına çıktı. 2009’un altı ayında çek davalarında 1461 kişi hapse girdi. Rakamlar, ekonomik krizin yaşandığı yıllarda karşılıksız çek suçlarının arttığını ortaya koydu. 1994 yılında 180 bin 656 karşılıksız çek davası vardı. 2000 yılında 262 bin 611 dava açıldı, 281 bin 881 kişi mahkemelik oldu. Ekonomik krizin yaşandığı 2001 yılında dava sayısı 307 bin 381’e ulaştı. 2002 yılında 177 bin 910 dava açıldı, 191 bin 40 kişi yargılandı. 2003’ten itibaren düşüşe geçen dava sayısı 2008 yılında yine arttı. 2008 yılında dava sayısı 211 bin 363, sanık sayısı ise 312 bin 516’ya çıktı. Ayrıca bir yılda bankaların el koyduğu mallarda yüzde 100 artış yaşandı. 2008 Haziran’ında toplam 1.100 olan hacizli gayrimenkul sayısı 2009 yılının Mayıs ayında 2 bin 477’ye ulaştı. Bankalar, haczettikleri gayrimenkullerin fiyatlarını yüksek oranda kırarak satıyor. Kapitalizmin küresel buhranıyla ağırlaşan ekonomi durumun verileri de, tek kelimeyle, korkunçtur! Milli gelir dolar bazında yüzde 29.1 düşerken sanayi büyümüyor, kurulan şirket ve işletme sayıları yüzde 20 seviyesinde azalıyor, bütçe açığı gittikçe artıyor. Hükümet, durumu borçlanarak kurtarıyor. AKP iktidarının 149.1 milyar lira olan kamu iç borcunu 2009 Mayıs sonunda 322 milyar liraya yükselirken Türkiye hâlâ OECD’nin en yüksek faizi veren üç ülkesi arasında yer alıyor. Özellikle de işsizlik… 1970’lerle birlikte yüzde 6 ile yüzde 9 arasında sabitlenen işsizlik, hükümetlerin en büyük derdi oldu. 2002’ye kadar tek hanede kalan oran AKP döneminde yüzde 13.6 ile Türkiye Cumhuriyeti’nin tarihi rekorunu kırdı. Türkiye’de dört gençten biri boşta geziyor. TÜİK’in açıkladığı Mayıs 2009 verilerine göre işsiz sayısı bir yılda 1 milyon 179 bin kişi arttı. 36 TÜİK’in işsizlerin içinde saymadığı “iş aramayıp çalışmaya hazır olan” 2 milyon 345 bin kişi eklendiğinde ise işsiz sayısı 6 milyon 121 bine, işsizlik oranı yüzde 23.3’e çıktı. Türkiye’de 6.5 milyona ulaşan işsizlerin yaklaşık yüzde 20’sine denk gelen 1 milyon 300 bininin bulundukları yerlerden göç edebileceğine dikkat çekiliyor. İşsizlik ve kriz, aynı zamanda çöküş/ çürüme demektir! Örneğin İntihar etmek istedi ölmeyince çıldırdı… Bursa’nın Orhangazi İlçesi’nde kriz nedeniyle iflas eden ve pastanesini kapatmak zorunda kalan 28 yaşındaki Ayhan Balamur adlı esnaf, 5 Ağustos 2009 akşamı cinnet geçirerek işyerinin penceresinden atladı. İntihar teşebbüsü “başarısızlıkla” sonuçlanan Balamur, “ölmediği” için sinir krizi geçirdi… Bunlar böyleyken, tekelci kapitalistleri kârları ise, yükselmeyi sürdürmektedir! Konuya ilişkin verileri hızla sıralarsak: Sabancı Holding’in 2009 yılının ilk yarısında net kârı 602.6 milyon lira oldu. Koç Holding 2008 yılında konsolide satış gelirlerini bir 2007 yılına göre yüzde 19 arttırarak 55.6 milyar TL’ye, faaliyet kârını ise yüzde 40 artırarak 5 milyar TL’ye yükseltti. Böylece Koç Holding 2008 yılında 2 milyar TL net kâr elde etmiş oldu. 12 bankanın kâr tahminlerine yönelik anket, yeni bir kâr rekoru kırılabileceğini gösterdi. Akbank 2009 yılın ilk 6 ayında 1 milyar 309 milyon TL net kâr elde etti. Bu da 2008 yılına göre yüzde 32’lik bir artışı ifade etti. Ziraat Bankası’nın 2009 yılı altı aylık net kârı 1 milyar 785 milyon TL oldu. Bankanın yılın ilk yarısında toplam aktifleri ise 2008 yılı sonuna göre yüzde 12 artarak 117 milyar TL’ye yükseldi. İş Bankası, 2009 yılının ilk çeyreğinde 2008’in aynı dönemine göre yüzde 9.2’lik artışla 606 milyon lira net kâr elde etti. İş Bankası’ndan yapılan yazılı açıklamada, bankanın aktif büyüklüğünün yılın ilk üç ayında yüzde 1.1 oranında artarak 98 milyar 608 milyon liraya yükseldiği kaydedildi. Özetle 12 Eylül’ün piyasa ekonomisi bu tablonun yolunu döşedi… VIII.3) İNSAN(SIZLIK) MI? 12 Eylül restorasyonun ekonomi-politiğinin yarattığı Türk(iye) insan(sızlık)ı ise, ulaştığı boyutlar itibariyle tam bir felakettir! Ordu Valisi Ali Kaban, camilerdeki pisuarları “dini itikada ters olduğu” gerekçesiyle kaldırttığı uygulamalarını, “Müftülükteki arkadaşlarımız ‘ayakta bevletmek bizim itikatımızca doğru değildir’ dediler. Ben de dedim, ‘o zaman kaldırın. İtikadına ters bir şeyi niye koyuyorsun. Böyle saçmalık olmaz, kaldırın’ dedik yani” diye savunurken; toplumsal yarı çapı genişleyerek, derinleşen spüritualizm; inanılması güç karelerde somutlanmaktadır. Örneğin Kayseri’den yola çıkan Hakan Ö. (33) ve Orhan Ç. (30), Çorum’da dini duyguları güçlü kişileri takibe aldı. Dolandırıcılar, kendilerini Hızır ve İlyas peygamberler olarak tanıtıp, cennetten yer verdiklerini, alacakları paranın iki katı olarak geri döneceğini söyleyerek 5 kişiden yaklaşık 20 bin lira değerinde ziynet eşyası ve nakit para alarak kayıplara karıştı.[38] Toplum muhafazakârlaşırken; Türkiye’de “zina yapanın taşlanmasını doğru bulanların oranı yüzde 22”dir![39] Prof. Yılmaz Esmer’in ‘Radikalizm ve Aşırıcılık Araştırması’, konuya ilişkin olarak düşündürücü veriler ortaya koyuyor. Araştırmaya göre, Türkiye “dindar ve farklılıklara kapalı bir toplum”… Muhafazakârlık eş zamanlı bir depolitizasyon ile pekişirken; lise öğrencilerine, yaşamlarında zorunlu bir kısıtlama durumu söz konusu olsa, nelerden vazgeçebilecekleri sorulduğunda alınan yanıt: Gençlerin yüzde 52.2’si cep telefonundan, yüzde 36.8’i kitaplarından, yüzde 57.6’sı giysilerinden, yüzde 45’i bilgisayarından, yüzde 45’i müzikçalarından asla vazgeçemeyeceğini ortaya koydu! Kültür Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Dursun Koçer gençlerin kahve ve tarot falına göre yaşamlarına yön vermeye başladıklarını belirterek, “Gençler bilimden uzaklaşıyor” değerlendirmeyle ekledi: “Bu eğilimin artış nedeni gençlerin umutsuzluğunun artması, kaderciliğe yöneliş ve bilimden uzaklaşmadır…” Muhafazakârlık ve depolitizasyona bir de büyük harflerle eklenmesi gereken; Erdal Atabek’in, “Toplumlara ne oluyor? Toplum Çıldırıyor mu? Şiddetin Hak Olarak Görülmesi... Sorun Çözme Yöntemi Olarak Şiddet... Polat Alemdar sendromu adını verdiğim bu yöntem, yaygınlaşıyor. Şiddet artık bir kültürdür,” dediği koordinatlarda şiddetin toplumun derinliklerine dek nüfuz etmesidir… Evet, sevgilisine kızan, aldatıldığını sanan/ anlayan, borç batağına saplanan, takımı kazanan, doktora kızan, heyecan arayan, büyüdüğünün farkına varan, duvarda asılı duranı oyuncak sanan, izlediği filmlerde ve dizilerdeki “sıkarım, sıkarsın, sıkar” repliklerinin etkisinden kurtulamayanların Türkiye’sinde şiddet sıradanlaşmıştır… Örneğin psikiyatr Dr. Ayhan Akcan keyfi olarak silah taşıyanların ruh sağlığının bozuk olarak nitelendirilebileceğini belirtiyor. Türkiye’de bireysel silahlanma sonucu meydana gelen ölümler her geçen gün artıyor. Hızlı kentleşme, işsizlik, ekonomik zorluklar, hoşgörüsüzlük, medya, silahlanma... Sosyolog Nilüfer Narlı ve psikolog Halis Ulaş, iyice artan cinayet, şiddet olaylarını bunlara dayandırıyor. Tehlike büyük, çünkü şiddetin vahşeti her geçen gün daha da artıyor. Bunda şiddetin seyirlik olması da etkili, artık ölüm haberleri üstümüzden akıp geçiyor. Emniyet Müdürlüğü’nün istatistiklerine göre 37 2006’da insana yönelik suçlar, 2005 yılına göre yaklaşık yüzde 60 arttı. Ayrıca Adalet Bakanlığı Adli Sicil ve İstatistik Genel Müdürlüğü’nün verileri de 2000-2007 yılları arasında suç sayısında yüzde 63 oranında artış olduğunu gösteriyor. Araştırmalar, üç kadından birisinin şiddet gördüğünü gösteriyor. Üstelik aile içi şiddet sadece erkeğin kadınlara uyguladığı şiddetle sınırlı değil, annenin de çocuklara şiddet uygulaması söz konusu… Devam edersek; Türkiye Cezaevleri’nde tutuklu ve hükümlü sayısı sekiz ayda yaklaşık yüzde 10 artarak 111 bin 294’e yükseldi… Cezaevlerindeki tutuklu veya mahkûmiyeti kesinleşmemiş kişi oranının dünyada en yüksek olduğu ülkelerden biri Türkiye… Muhafazakârlık, depolitizasyon ve şiddet şeytan üçgeni, kaçınılmaz bir çürüme + umutsuzluk toplumunu tepeden tırnağa, kuşatan yozluk, kirlilik, kabalık, çirkinlik, bozulma, yalan, riyakârlık, sahtecilik ve sonuçtaki niteliksizleşmeyle da devreye sokuyor… Türkiye’nin dört bir yanında yaşanan şiddet olayları toplu katliamlara dönüşürken, olayların artmasının nedeninin işsizlik ve ekonomik kriz olduğu vurgulanıyor… ‘Toplumsal Etik Derneği’ Genel Başkanı Ahmet Akgün, “Türkiye genelinde 2007 yılındaki suç artışlarının 2006 yılına oranla yüzde 30 civarında olduğu”nu belirterek, “Her yaştaki insanımıza yönelik öldürme, darp etme, işkence etme, yakma gibi insanlık dışı eylemler, başta ekonomik kriz gibi etkenlerle insanların ruh sağlıklarının bozulması sonucunda olduğu kanaatindeyiz. Bu olaylar, hangi sebeplerle olursa olsun korkunçtur. Toplumun ruhi dengesi bozulmuştur,” diyor. Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ercan Tatlıdil de, Türkiye’de yaşanan krizin sadece ekonomik boyutunun, dar kalıpta değerlendirildiği vurgusuyla ekliyor: “Ülkemizde krizin sosyal ve kültürel boyutları sanıldığından çok daha ağır geçiyor. Aile içi şiddet ve sokaktaki şiddet önemli oranda arttı. Sosyal ve kültürel boyutlarını göz ardı etmemiz, krizi belki uzun yıllar atlatamayacağımızı gösteriyor.” ‘Sosyoloji Derneği’ Başkanı Prof. Dr. Birsen Gökçe de, olayları değerlendirdiğinde toplumu tanıyamaz hâle geldiğini söylüyor. İşte buna birkaç somut örnek… * Marmaris’te karın ağrısı şikâyetiyle hastaneye başvuran 14 yaşındaki M.Ö. bir kız çocuğu dünyaya getirdi. Polis, küçük yaştaki annenin 2008 yılı ağustos ayında 2 kişinin cinsel istismarına maruz kaldığını belirledi![40] * Afyonkarahisar’ın İhsaniye ilçesinde 13 yaşındaki kız çocuğuna tecavüz ettikleri gerekçesiyle yaşları 16 ile 63 arasında değişen 16 kişi tutuklandı![41] * Samsun’da bir kadın, 4 aydır birlikte yaşadığı Ali Göçek’i önce kafasına kızgın yağ dökerek yaktı, ardından 5 yerinden bıçaklayarak ağır yaraladı![42] * Canı çekip bahçeden erik almak isteyen çocuk, gözünü hastanede açtı. Ağacından erik aldığı için çocuğu tüfekle yaraladığı öne sürülen kişi, gözaltına alındı![43] * Bursa’nın Gemlik ilçesinde öfkeli bir baba, zincirle traktöre bağladığı kızını tarlada sürükledi. Kızının evden kaçtığını iddia eden babanın işkencesine ihbar üzerine olay yerine gelen polis dur dedi![44] * Rize Belediyesi, 4.’sü düzenlenen “Yaz Etkinlikleri Rize Fuarı” kapsamında stant açarak dövme yapan gençler hakkında tutanak tutup, kovdu![45] * İki yıllık evli kadın site bahçesindeki bankta başını eşinin dizine dayadı. Sitenin güvenlik görevlisi “Uygunsuz durumdasınız kameralardan gördük” diyerek kocayı tekme ve yumruklarla dövdü![46] Bu tabloda somutlanan insan(sızlık)ı, 12 Eylül vahşeti yarattı… SON! IX) “SONUÇ YERİNE”: “OBAMANİA”YA 12 Eylül her şeyi öyle savurdu, öyle dağıttı ki; toplumsal yapıdan beşeri münasebetlere, çarpıcı tahribatlar, deformasyonlar yarattı; yaratmaya da devam ediyor… Ancak, bunun böyle gitmesi mümkün değildir; Çünkü Twenalis’in deyişiyle, “Hiçbir suçlu kendi yargıcından kurtulamaz”! Şimdi yapılması gereken, gününüzde süregiden 12 Eylül sürecine, onun anlayacağı dilden radikal sosyalist yanıt(lar) üretmek ve bunun da, “Başka bir dünya mümkün” anlayışıyla ve “hataları” göze alarak olacağını unutmamaktır... Evet, bu “lanet” kırılmaz, aşılmaz değildir! “Kendi” 12 Eylül’leri ile neo-liberal cehenneme sürüklenen kardeş halkların başkaldırıları bunu bize gösteriyor. Bunun için gerekli alan tek şey, her bir 38 devrimcinin, her bir radikal sosyalistin, her bir “sahici” demokratın, önce “kendi 12 Eylül’üyle” hesaplaşması, sinikliği, konformizi, umutsuzluğu, tüketim düşkünlüğünü, korkuları, ben-merkezciliği yüreğinden, bilincinden, yaşamından söküp atarak, yeniden “İsyan” etmesi ya da Nepal’i anımsamasıdır…[47] Nepal’i “önemsemeyip”, “AB”ciliğe, hatta Obama’cılığa soyunanlar, hiç de az değil! Örneğin “Obama ile Yeni Amerika”[48] amigoluğunu üstlenen Cengiz Çandar’a göre, “Obama: idealist realist”;[49] “Alçakgönüllü ve de tarihi önemde”dir![50] Robert Fisk’in, “Vaiz, tarihçi, iktisatçı, ahlâkbilimci, öğretmen, eleştirmen, savaşçı, imam, imparator. Bazen Barack Obama’nın Amerika Birleşik Devletleri başkanı olduğunu unutuveriyorsunuz,”[51] diye haykırdığı gerçekler tablosunda güler misiniz, ağlar mısınız? Kim bu Obama? Ahmed Amrabi’nin, “Yeni yönetmenle eski tiyatro. Oyuncu ekibi ve kostümler değişiyor, senaryonun metni olduğu gibi kalıyor. Obama’nın Beyaz Saray’daki ilk altı ayına şu ana kadar eşlik eden ‘değişim’in içeriği bu… ‘Yeni Bush’ görüntüsü dış düzlemde daha net. Orijinal Bush, selefleri gibi gerçek anlamda bir başkan olmadı”![52] David Ignatius’un, “Obama yönetimi ABD’nin dünyadaki imajını düzeltmeyi başarmış görünse de, ileride sorun yaşayabilir… ‘balon’ patlayabilir”![53] Alper Turgut’un, “Beyaz adamın Obama maskesi”![54] Ivan Eland’ın, “Obama realizmi Bush idealizminden daha mı iyi?”[55] Münir Şefik’in, “… ‘Obama fenomeni’ sanıldığı kadar umut vaat etmiyor”![56] Macid Ebu Diyak’ın, “Obama’nın daha uzlaşmacı görünen dış politikası yöntem yerine söylemdeki bir değişimden ibaret. ABD’nin adalet için siyaset değiştireceğini sananlar yanılıyor”![57] diye niteledikleri Obama; liberal yalanın aslı olmayan “kanıtı”dır! “ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton, 22 Nisan’da Senato Dış İlişkiler Komitesi’nde, Obama yönetimine ilişkin açıklamaları yani Pakistan, Filistin ve İran konusunda söyledikleri, Bush dönemi politikalarının değişmeyeceğini gösterir”ken;[58] Obama’nın ne olduğunu sergileyen gerçek kanıtlardan sadece dördü şunlardır: Birincisi: Obama yönetimi, 2009’un Eylül ayına kadar savaş harcamaları için 760 milyar dolar bütçe ayrılmasına karar verdi. Bu rakam, II. Dünya Savaşı’nın sonundan bu yana ABD’nin en büyük savunma bütçesini oluşturuyor… ABD Temsilciler Meclisi, 2009’un eylül ayı sonuna kadarki sürede kullanılmak üzere 96.7 milyar dolarlık “savaş” bütçesine onay verdi! İkincisi: ABD’de Yüksek Mahkeme, 11 Eylül saldırılarından sonra terör zanlılarına yapılan işkenceden ötürü, dönemin Adalet Bakanı, Federal Soruşturma Bürosu Başkanı ve eski Başkan Bush döneminin diğer yetkililerinin yargılanamayacağına karar verdi! Üçüncüsü: Obama’nın Bush’un başlattığı ABD’nin müttefiki olan kimi ülkelerin gizli servislerini CIA hesabına çalıştırma politikasına devam ettiği ortaya çıktı! Dördüncüsü: Önce işkenceci CIA ajanlarının yargılanmasını engelleyen Obama, şimdi de Irak ve Afganistan’daki ABD’li askeri personelin “terör” zanlılarına yaptığı kötü muameleyi gösteren fotoğrafların yayınlanmasına karşı çıktı! Amerikan askerlerinin Irak ve Afganistan’da esirlere kötü muamelelerini gösteren fotoğrafların yayımlanmama gerekçesi, “cephedeki askerleri tehlikeye atacağı ve Amerikan karşıtlığını tetikleyeceği”ydi! Şimdi burada durup, eskilerde “solcu”, şimdilerde hızlı “AB”ci ve “Obamania”dan malûl birinin, Oral Çalışlar’ın dediklerine göz atalım: “Ülkemiz solcularının önemli bir kesimi, her türlü sorunu ‘emperyalizmin oyunu’ üzerinden açıklamaya bayılırlar. Sevmedikleri kişileri de ‘ABD işbirlikçisi’ olarak suçlamak kolaylarına gelir… Obama’nın başkanlığa seçilmesiyle birlikte ABD’nin bölge siyasetlerinde çok köklü bir değişiklik oldu. Obama, bölgede savaşı değil barışı tercih eden bir siyaset izliyor… Emperyalizmin çıkarları her zaman çözümün çıkarlarıyla ters düşecek diye bir kural mı var? Ülkemiz sol hareketinin gerçekten her kötülüğün altında emperyalizmi görmesi, bazen en temel gerçekleri algılamasına engel oluyor.”[59] Liberallerin, ABD işbirlikçiliği tamı tamına budur! Devrimcilerin, radikal sosyalistlerin, “Açılım resmi politikanın allanıp pullanması olarak kalabilir,”[60] diyen Kürtlerin bu mantık(sızlığ)ı kabullenmeleri mümkün ve muhtemel değildir! Unutmayın! ABD Donanması Tümgeneral’lerinden Smedley D. Butler’in (18811940), “Donanmada 33 yıl geçirdim. Zamanımın çoğu iş çevreleri, Wall Street ve Bankacıların korumalığını yaparak geçti. Kısacası, kapitalizm adına haraççılık yaptım. 1909-1912 arasında. Nikaragua’nın uluslararası bankacılık şirketi Brown Brothers için temizlenmesinde yardımcı oldum. 1914’de Meksika’nın, özellikle Tampico’nun Amerikan petrol çıkarları için güvenlikli bir yer hâline getirilmesinde yardımcı oldum. 1916’da Dominik Cumhuriyeti’ndeki Amerikan şeker şirketlerinin çıkarlarını aydınlığa kavuşturdum. Haiti ve Küba’nın National City Bank oğlanlarının gelir devşirebilecekleri saygın yerler hâline getirilmesine yardımcı oldum. Yarım düzine kadar Orta Amerika cumhuriyetine Wall Street adına tecavüz edilmesine yardım ettim,” itirafı… John T. Flynn’in, “Saldırgan düşman daima hırsızlık, cinayet, tecavüz ve barbarlık yolunu izliyor. Biz ise hep yüce bir misyonla, Yaratan’ın bize dayattığı, zaman zaman pazarlarını ele geçirsek de kurbanlarımızın 39 ruhunu kurtarma, bazen kaza eseri petrol kuyuları ya da madenlerini yağmalasak da vahşi ve bunak ve paranoid halkları uygarlaştırma misyonuyla ilerliyoruz,” tespitiyle karakterize olan ABD emperyalizmi; yönetimde kim olursa olsun, insan(lık)a kan kusturan sömürgeci bir imparatorluk ve düşmandır! Bu tartışmasız biçimde böyleyken; durmadan anımsanması gereken Mumia Abu-Jamal’in şu saptamasıdır: “Yaygın inanışın aksine, konvansiyonel bilgelik kişiyi imparatorlukların bu en güçlüsüne karşı direnmenin çılgınlık olduğuna inandırmaya çalışır… Ama tarihin gerçekte gösterdiği, bugünün imparatorluğunun yarının külleri olduğu, hiçbir şeyin sonsuza dek süremeyeceği, direnmemenin üzerindeki tahakküme boyun eğmek olduğudur. İnsanın sergileyebileceği en büyük sağlık gösterisi, insan ruhunu bastırmaya tahakküm altına almaya ve sindirmeye çalışan kuvvete karşı direnebilmektir…” Şimdi, başkaldıran, yolumuzu/ yönümüzü belirleyen devrimci geleneğimize, tüm tezviratlara inat,[61] daha sıkı sarılmalıyız! Unutmayın! Channing’in, “Yanlışlık, bizim ilerlememize yardım eden disiplin kollarından biridir”; Harry Weinberger’in, “Dünyadaki en büyük doğru, yanlış yapmanın da doğru olduğudur,” sözleriyle betimledikleri; eğer, aşka ve hayata dair “11 Tez”e mündemiç şeyler ise, anımsanması gereken: Aldous Huxley’in, “Bundan 20 yıl sonra yaptıkların değil, yapamadıkların için üzüleceksin”; Oscar Wilde’ın da, “Oysa yaşamda bizi asıl yaralayan, yaptığımız hatalara hayıflanmaktır,” uyarılarıdır… “Liberalizm günümüz kapitalizminin esas ideolojik besini, liberaller kapitalizmin esas bayraktarıdır,”[62] uyarısını bütünleyen son bir ek daha: “İnsanlık tarihinin işe yarar tek yorumu tarihsel materyalizmdir ve Marksizm, kendinin bilincine varan Tarih’in ta kendisidir,”[63] der Jean-Paul Sartre altını çize çize… 1 Eylül 2009 22:05:18, Ankara. N O T LAR [1] Kemal Özer. [2] Bkz: Fikret Başkaya, Devletçilikten 24 Ocak Kararlarına: Türkiye Ekonomisinde İki Bunalım Dönemi, Türkiye ve Ortadoğu Forumu Vakfı Yay., 2004. [3] Bkz: Mustafa Sönmez, Türkiye Ekonomisinde Bunalım 24 Ocak Kararları ve Sonrası, Belge Yay., 1982. [4] Davut Dursun, “24 Ocak Kararları”nı Hatırlayalım”, 27 Ocak 2009, http://yenisafak.com.tr/ yazarlar/default.aspx?i=15017&y=DavutDursun [5] Mehmet Altan, “Nerede Bu Sosyologlar?: 24 Ocak 1980 Bir Milattır”, Star, http://www.haberx. com/Ekonomi-Haberleri/Ocak-2009/24-Ocak-1980-birmilattir.aspx [6] Erdal Sağlam, “24 Ocak Kararları ve Değişim”, Hürriyet, 25 Ocak 2005, http://hurarsiv.hurriyet.com.tr/ goster/haber.aspx?id=291202&yazarid=8 [7] İlk kez Mehmet Ali Birand’ın ‘12 Eylül Saat:04.00’ (1984) kitabında ortaya atılan, 12 Eylül Darbesi sırasında dönemin ABD Ulusal Güvenlik Konseyi Türkiye Masası Sorumlusu Paul Henze’in askeri müdahaleyi haber alırken haberi ulaştıran diplomatın “Yours boys have done it/ sizin çocuklar işi bitirdi” anlamındaki konuşması, 12 Eylül Darbesi içinde ABD’nin rolü konusunda tartışmalara neden olmuştur. Henze’den sonra Ankara’daki çocuklar başardı şeklindeki mesaj Başkan Jimmy Carter’a iletilmiştir. Paul Henze 2003’de bir gazeteye verdiği demeçte, “Bizim çocuklar işi başardı,” sözlerinin Mehmet Ali Birand’ın uydurması olduğunu belirtmiş, ancak kısa bir süre sonra Birand 1997’de Henze ile yaptığı görüşmenin sesli ve görüntülü kayıtlarını yayınlayarak Henze’i yalanlamıştı. [8] Çayan Demirel, “Zindan’dan Okul Olur mu?”, Radikal Cumartesi, 29 Ağustos 2009, s.3. [9] Ümit Boyner, “Ordu Çok Değişti, Artık Alıştığımız Kalıplardan Farklı”, Taraf, 31 Mayıs 2009, s.4. [10] Mert Sinan, “Ergenekon’da Gelinen Nokta ve Sol”, Yol, No:16, Bahar 2009, s.7-8-9-10. [11] Evrim Alataş, “Ergenekon ve Söylenmemiş Üçüncü Söz”, Radikal İki, 3 Mayıs 2009, s.4. [12] “Derin Devletin Tamamen Yok Edilmesi Gerekir!”, Antikapitalist, No:54, Şubat 2009, s.5. [13] Baskın Oran, “AKP’ye Bazen ‘Takdir’, Bazen ‘Tekdir’ Gerek”, Radikal İki, 22 Mart 2009, s.7. [14] Bunlar böyleyken, Oral Çalışlar da ekliyor: “Kendilerini, ‘sosyalist’, ‘komünist’, ‘devrimci’, ‘ilerici’ diye birtakım sıfatlarla tanımlayanların bir kesimi, ülkede demokrasiyi, insan haklarını, özgürlükleri savunanları kendilerince karalamak amacıyla ‘liberaller’ diye adlandırıyorlar. Memlekette onlara göre bir hakiki sosyalistler, devrimciler var, bir de burjuvazinin adamı olmuş demokrasi peşinde koşan ‘liberaller’…” (Oral Çalışlar, “Solculuk, Devrimcilik, Liberallik”, Radikal, 25 Mart 2009, s.11.) [15] Hüseyin Hasançebi, “… ‘Ergenekon’ Neyin Davası?”, Sosyalist Emek, No:11, Şubat-Mart 2009, s.11. [16] M. Kemal Kaçaroğlu, “12 Eylül ve Devrimci Hareket”, http://komunistforum.net/devrimci-kisilik-vedevrimci-egitim/22132-12-eylul-ve-sol.html [17] Hüseyin Ergün, “Darbelerde Solun Rolü Fecidir”, Taraf, 16 Haziran 2009, s.13. [18] “Herkes Ergün’ü Yalanladı”, Cumhuriyet, 20 Haziran 2009, s.6. [19] “Ufuk Uras Moderator” ufukmoderator@ yahoo.com, 24 Haziran 2009. [20] “Keşkenin ağacı yeşermez”. [21] Hannah Arendt, İnsanlık Durumu, çev: Bahadır Sina Şener, İletişim Yay., 1994, s.311. [22] Hannah Arendt, Totalitarizmin Kaynakları/ 1: Antisemitizm, çev: Bahadır Sina Şener, İletişim Yay., 1996, s.9. [23] Hannah Arendt, Geçmişle Gelecek Arasında, 40 çev: Bahadır Sina Şener, İletişim Yay., 1996, s.17-18 [24] Hannah Arendt, yage, s.17. [25] Hannah Arendt, yage, s.19. [26] Hannah Arendt, İnsanlık Durumu, çev: Bahadır Sina Şener, İletişim Yay., 1994, s.320-321. [27] Hannah Arendt, yage, s.321. [28] Albert Camus, Sisyphos Söyleni, çev: Tahsin Yücel, Adam Yay., 1992, s. 26. [29] Evrim Alataş, Her Dağın Gölgesi Deniz’e Düşer, İletişim Yay., 2009. [30] A. Ömer Türkeş, “Unutmamak ve Unutturmamak İçin”, Radikal Kitap, Yıl:8, No:440, 21 Ağustos 2009, s.8. [31] Ömür Şahin, “Gençler Siyaseti Kirli Buluyor”, Radikal Kitap, Yıl:8, No:427, 22 Mayıs 2009, s.16. [32] Nasır Şimali, “Türkiye Amerikan Çıkarları Ağında”, Kuds ül Arabi, 15 Temmuz 2009. [33] Arthur I. Cyr, “Türkiye’nin ABD İçin Önemi Tartışılmaz”, China Post, 31 Temmuz 2009. [34] Nejat Eslen, “Türkiye’nin Jeopolitik Açmazları”, Radikal, 27 Temmuz 2009, s.15. [35] Züheyr Macid, “Türkiye’yi Arap Coğrafyasında Daha da Sık Göreceğiz”, Vatan, 1 Ağustos 2009. [36] İlyas Hana, “… ‘Yeni İran’ ve ‘Yeni Türkiye’ Rekabetine Hazırlanın”, Şark ül Evsat, 11 Mayıs 2009. [37] Ali Bayramoğlu, “Asker Kışlaya Doğru Çekiliyor”, Taraf, 13 Temmuz 2009, s.11. [38] Seyfettin Mete, “Hızır Yakalandı İlyas Aranıyor”, Cumhuriyet, 16 Ağustos 2009, s.8. [39] Nilgün Cerrahoğlu, “… ‘Derin Türkiye’de Aşırıcılık (2)”, Cumhuriyet, 3 Haziran 2009, s.11. [40] “İstismar Kurbanı Çocuk Anne Oldu”, Cumhuriyet, 26 Mayıs 2009, s.8. [41] “13 Yaşındaki Kıza Tecavüz”, Cumhuriyet, 26 Mayıs 2009, s.8. [42] Cemil Ciğerim, “Önce Kızgın Yağ Döktü Sonra Bıçakladı”, Cumhuriyet, 13 Haziran 2009, s.6. [43] “14 Yaşındaki Çocuk Bir Erik İçin Karnından Vuruldu!”, Radikal, 26 Mayıs 2009, s.8. [44] “Kızını Traktöre Bağlayıp Sürdü”, Yeni Şafak, 3 Haziran 2009, s.9. [45] Ömer Şan, “Dövme Skandalı Sürüyor”, Cumhuriyet, 17 Temmuz 2009, s.8. [46] Timur Tarlığ, “Bankta Uygunsuz Oturma Dayağı”, Hürriyet, 14 Temmuz 2009, s.3. [47] “Gerçek bir devrimci ilerleme” kaydını düşerek ekliyor Samir Amin: “Düşünün. Genel bir köylü ayaklanmasını destekleyen bir özgürlük ordusu bir başkentin kapılarına dayanıyor ve halk da ayağa kalkıp kraliyet idaresini tahtından indirilerek etkili bir devrim stratejini yürürlüğe koymak için daha fazla gösteriye gerek duymayan Nepal Maoist Komünist Partisi (CPN-M) bağrına basıyor. Burada söz konusu olan, çağımızın en radikal ve başarılı devrimci atılımıdır ve bu nedenle bu atılım en umut verici olandır.” (Samir Amin, “Nepal: Umut Verici Bir Devrimci Atılım”, Monthly Review, No:21, Temmuz 2009, s.163.) [48] Cengiz Çandar, “24 Saat Önce, 10 Yıl Sonra, 10 Gün Kala...”, Radikal, 28 Mart 2009, s.9. [49] Cengiz Çandar, “Obama: İdealist Realist”, Radikal, 6 Haziran 2009, s.9. [50] Cengiz Çandar, “Alçakgönüllü ve de Tarihi Önemde...”, Radikal, 5 Haziran 2009, s.11. [51] Robert Fisk, “Veteriner Öncesi Okşanan Kedi Misali”, The Independent, 5 Haziran 2009. [52] Ahmed Amrabi, “Obama Açık Sözlü Bush’dan Daha Tehlikeli”, Beyan, 1 Ağustos 2009. [53] David Ignatius, “Obama Dünyaya Fena Borçlandı”, The Washington Post, 19 Temmuz 2009. [54] Alper Turgut, “Beyaz Adamın Obama Maskesi”, Cumhuriyet Hafta Sonu, 23 Mayıs 2009, s.8. [55] Ivan Eland, “Obama Realizmi Bush İdealizminden Daha mı İyi?”, Evrensel, 3 Temmuz 2009, s.10. [56] Münir Şefik, “Obama’nın Maskesi Arapları Kahire’de de Kandıracak”, Arap, 28 Mayıs 2009. [57] Macid Ebu Diyak, “Obama Değişim Değil, Yeni Bir Emperyalizm Söylemi Getirdi”, Sebil, 9 Nisan 2009. [58] Münir Şefik, “ABD’den Değişim Beklemeyin”, Arap, 28 Nisan 2009. [59] Oral Çalışlar, “ABD İstiyor, Fethullah Destek Veriyor”, Radikal, 19 Ağustos 2009, s.11. [60] “DTP’li Gültan Kışanak ile Selahattin Demirtaş: Açılım Allı Pullu Resmi Politika Olur”, Radikal, 26 Ağustos 2009, s.11. [61] “… Okuyana gaz vermek dışında hiçbir anlamı olmayan şiirsel sözler”i, “eleştiri adına”, (Roni Margulies, “Mahir, Hüseyin, Ulaş...”, Sosyalist İşçi, 12 Temmuz 2009, http://www.sosyalistisci.org/index.php/ ariv/369-10-temmuz-09/316-goerue-mahir-hueseyin-ula) “sınırları ve sinirleri” zorlamak, Roni Margulies’de dahil hiçbir yazarın hakkı değildir! “Yazar” dedim! “Yazarın birinci görevi tanıklık etmektir…” “[Yazar], özgürlüğün hep tehdit altında bulunduğu bir dünyada, onu anlama ve çağırma görevini üstlenir” (Jean-Paul Sartre, aktaran: Denis Bertholet, Sartre, Çev: Zühre İlkgelen, İthaki Yay., 2009, s. 260302.) der Jean-Paul Sartre; Roni’ye kendisinde olmayan şeyi anımsatırcasına… [62] Can Atalay, “… ‘Sol Liberaller’ veya ‘Liberal Solcular’la Meselemiz Nedir?”, Emek&Özgürlük, No:1, Eylül 2009, s.8.) [63] Jean-Paul Sartre, aktaran: Denis Bertholet, Sartre, Çev: Zühre İlkgelen, İthaki Yay., 2009, s.441. 41 Zaten okuldu! Şeyhmus Diken 12 Eylül 1980’in üzerinden 29 yıl geçmiş. Toplumun hafızasında ve hayatında o denli derin izler bırakmış ki; hâla 12 Eylül, darbe ve darbenin yarattığı tahribatın izleri konuşuluyor. Hatta darbenin derinleştirdiği sorunların çözümünün “yol haritaları” toplumun gündemini oluşturuyor. Kürt Meselesi bunların en başta geleni elbette… Nedense 12 Eylül ve Kürde ait yaşanmışlıklar söz konusu olduğunda Diyarbakır 5 Nolu Cezaevini düşünürüm. Cezaevini düşünürken de oranın komutanı Yüzbaşı Esat Oktay Yıldıran’ı anımsarım. Komutan’dı, çünkü kendisini öyle adlandırmaktan hoşlanan ve kelimenin tam anlamıyla sadist biriydi. “Sizi yola getireceğim. Hafızanızı silip, sizi, en yakınlarınızın bile tanıyamayacağı yeni kişiliklere büründüreceğim” ilkesiyle yola çıkmış bir zalimdi Yüzbaşı Esat… Hasan Cemal’in kitabı Kürtlerin ilk 38 sayfasının sahibi Diyarbakır Ticaret ve Sanayi Odasının eski yönetim Kurulu Başkanı rahmetli Felat Cemiloğlu, PKK’ye para yardımı yapmaktan Diyarbakır 5 noluya düşmüştü, muhasebecisi Bedii Tan ile birlikte. (Bedii Tan şimdilerin popüler siyasetçisi Altan Tan’ın babası) Bedii Bey, Esat Oktay Yıldıran’ın işkenceleri sonucu hapse atıldığının hemen ertesinde işkence sonucu ölmüştü. Felat Cemiloğlu ise çıktığında bütün dişlerini çektirip yerine takma diş yaptırmıştı. “Bana dışkı yedirdiler. Ancak dökülenlerle birlikte sağlamlarını da söktürüp yerine takma diş yaptırarak ağzımdaki pisliğin yarattığından kurtulabilirdim. Aslında içerde birçoğumuza aynı zulmü reva gördüler de ben çıkıp bunu anlattım. Ve dışkı yedirme olayı benim şahsımda ifşa oldu işte” deyivermişti. Çıktıktan epeyce bir süre sonra 90’lı yıllarda birlikte bir dostun yakınının vefatı nedeniyle taziye evinde otururken cezaevi konusu gündeme geldiğinde, cemaate hitaben yüksek sesle şunları paylaşmıştı Felat Bey: “Çıktığımda eğer yaşım 30’lar civarında olsaydı samimi olarak ifade ediyorum o işkencelerden sonra dağa çıkardım”. İşte, nedense toplum olarak öyle bir hale geldik ki; en büyük felaketin yaşanan travmaları kanıksamak olduğu noktasına gelip takıldık. Bugün Diyarbakır beş noluda yaşananları herhangi bir psikologa birinin anlatması söz konusu olduğunda, en basitinden ‘o acıları yaşayan birinin çıktığında delirmemişse eğer ciddi sosyal sorunları olabileceğini ve ruhen tedavi edilmesi, rehabilitasyona tabi tutulması’ gerektiğini ifade ederler. O günlerin her Diyarbakır beş nolusundan çıkmış biriyle bir şekilde karşılaştığımda, buluştuğumda, sohbet 42 ettiğimde sadece gözlerine bakarım. O gözlerde o günleri yaşanmışlığın hüznünü, acısını görür / görmek isterim. Bir kez daha bu vesileyle yazıyor olmamın hiçbir sakıncası yok. Anlatılan yıllarda Aziz Nesin Diyarbakır’a gelmişti. Bir vesileyle Diyarbakır beş noluda yatıp çıkmış kimi arkadaşlarla da görüşmüş ve onları dinlemişti. Sonunda da “Ya hu çocuklar ben bir yazar olarak hayal gücümün çok iyi olduğunu sanırdım. Sizin hayal gücünüz benden de fazlaymış” diyerek beş nolu yaşanmışlık anlatılarına inanamamıştı. Evet! İnanmamak! Sanırım adı Kürt Sorunu olan ve 12 Eylülle daha da derinleşen sorunun bırakın entelektüel camiayı, sıradan Türk insanının algısında da bir inançsızlığa denk düştüğünü bilmem ifade etmeye gerek var mı? Ve tabii ki kanıksayıp, önemsememek! Dünyanın herhangi bir köşesindeki sıkıntıyı kendi sıkıntımız gibi düşünür sahip çıkıp destek olur hatta yaşatanları protesto ederken yanıbaşımızdaki sorunu önemsememek! İşte sanırım bugün bütün bir Cumhuriyet döneminin 80 küsur yılı boyunca kucağında büyüterek bugünlere getirdiği, 12 Eylül darbesinin de en kaba tabiriyle derinleştirdiği bir sorunla; Kürt Sorunuyla karşı karşıyayız. Sorunun bugün artık uluslararasılaşan devasa boyutuna, iç politikada parlamento muhalefetine, “ilkel milliyetçi” bir anlayışla gündelik politikaya kurban etmeye gayret eden CHP ve MHP gibi aktörlerle uğraşmaya çalışırken siyasal iktidarın da “canına minnet” kabilinden “sulandırıcı” argümanlarına kurban oluyoruz. Esat Oktay’ı anımsıyorum dedim ya! Yapı olarak ölümler birçok insan tekini üzer. İtiraf edeyim ki, anılan 80’li yıllarda Diyarbakır beş noluda Yüzbaşı Esat o denli bir “Korku Krallığı” yaratmıştı ki, Diyarbakır sokaklarında bile fısıltı halinde, kapı aralarında insanlar Yüzbaşı Esat’ın “içerdeki” zulümlerini konuşuyorlardı. Bu nedenle yıllar sonra bir akşam vakti radyo haberlerinde İstanbul’da bir halk otobüsünde Diyarbakır beş nolunun “eski patronu” Esat Oktay Yıldıran’ın vurularak öldürüldüğünü duyduğumda hiç üzülmemiştim. “İşte bu kadar, yaptığı onca zulmün belasını buldu” deyivermiştim. Bugün Diyarbakır beş nolu Cezaevi, Bakan Mehdi Eker’in basına verdiği ve bir daha da üzerine konuşmadığı kadarıyla “okul” yapılmak isteniyor. İşin doğrusu bunca acıların yaşandığı, en az 50 insanın çeşitli şekillerde öldürüldüğü, işkencenin bütün yöntemlerinin kurallı olarak uygulandığı, Dünyanın en kötü on hapishanesi arasında sayıldığı bir hapishaneden okul yapmak herhalde ancak bizim tuhaf ülkemizde dile getirilir. Oysa dünyada bu tür dönemsel tanıklıkların yaşandığı ve tarih yazılırken bu türden mekânlar üzerinden yeniden 43 bir tarih yazıcılığının dikkate alındığı çok çarpıcı örnekler vardır. Mesela Nazi Almanya’sındaki Yahudi Katliamı için çok çarpıcı bir örnek olan “Auschwitz kampı” bugün artık devlet müzesidir. Yine bu tür katliamlara, acılara tanıklık eden çok değişik müzeler dünyanın değişik ülkelerinde vardır ki; oraları dolaştığınızda o günleri sanki yeniden yaşıyor gibi olursunuz. İşte beş nolu böyle bir yerdi. 40 koğuşu ve 80 hücresi ile uygulamalı bir işkence, ölüm ve yok etme merkeziydi. Kürt halkının siyasetçilerine, entelektüellerine, bir halka “ders” olsun diye aklın hayalin almayacağı acılar yaşatılmış bir merkezdi Diyarbakır beş nolu. Bugün ifade etmek gerekiyor ki; koca bir ülkeye zulmüyle abad olmuş bir dönem olan 12 Eylül’ün Kürde değen yüzü benim cephemden Diyarbakır beş nolu Cezaevidir. Kürt, ateşin ve ihanetin içinden o zindan koşullarında adeta yeniden doğmuştur. İki açıdan bundan neredeyse otuz sene önce “okul” olarak “uygulamaya” tabi tutulmuş beş nolu. Bunlardan biri başarısızlığa uğramış, diğeriyse Kürdün haklı talepkârlığını bugünlere taşımıştır. Yüzbaşı Esat “Burası bir okuldur. Sizler de öğrencilerim. Sizleri adam edeceğim” diyordu 80’li yılların zindanında. Esat, bütün zalimliğine rağmen beş noluyu reddin, inkârın, imhanın ve asimilasyonun okulu yapamadı. Ama o zindanda o acıları yaşayan Kürt siyasetçileri orayı daha o yıllarda “okul” yaptı. Ve bugün bütün acılara, kayıplara, felaketlere karşın Kürt Sorunu mevcut haliyle “çözüm” sürecini zorluyorsa işte o yıllardaki Diyarbakır beş noluda oluşan “okulluların”, bir başka tabirle “talebelerin” kararlılığının semeresidir. Bu sebepten bugün orayı yeniden ve tersten üstü örtülü bir manipülasyonla devletin resmi okulu haline getirmek için gayrete göstermek, tek kelimeyle o yılları ruhunda ve bedeninde yaşamış, bugün aramızda olan ya da olmayan şahsiyetlerin kişiliğine hakarettir. Beş noluda yatıp acı çekmiş hangi babanın evladı her sabah o okulda gidip de ant içecek, sorarım sayın bakana. İyisi mi kulak vermek o yılların tanıklarına, her bir koğuşunda ayrı tanıklıkların bugünlere taşındığı bir “Hak, hukuk, insaniyet ve yüzleşme müzesi” olmalı Diyarbakır beş nolu. Ve ibret-i alem için de dünyaya teşhir edilmeli beş nolu. Belki özür ve telafi mantığı Kürt cephesinden 12 Eylülün yüz karası olarak böylece hal yoluna girer. 12.Eylül.2009 Diyarbekir 12 EYLÜL VE MÜLKİYE GÜNGÖR AYDIN SÖYLEŞİ aklıma 12 Eylül size esasen epey bir görev yüklemiş. Demokratik kitle örgütlerinde, yani o ülkede verilen demokrasi mücadelesinde epey, ben yaşımın müsait olduğu kadar hatırlıyorum tabiî, örneğin Aydınlar Dilekçesi çok önemli bir aşama idi. Aynı zamanda, sadece o değil, 1982 Anayasasının tartışmalarında Mülkiyeliler Birliğinin yürüttüğü çalışmayı hâlâ öyle bir gururla söylüyorum, biraz o dönemlere dönersek?.. Siz nasıl bir misyonla idarecilik yaptınız? 12 Eylüle kadar 20-21 senelik bir idareciliğiniz var; 12 Eylül bunu nasıl bir değişime uğrattı? Biraz onlardan söz edebilir miyiz? GÜNGÖR AYDIN – Mülkiye, 1,5 yüzyıla yakın bir süredir yönetimde modernleşmenin ve sivilleşmenin odağında yer alıp gelen, çağdaşlaşmayı, aydınlanmayı, laikleşmeyi, ulusal bağımsızlığı ve ulusal egemenliği içeren, cumhuriyetin kurucu felsefesini yönetimin bütün alanlarına ve düzeylerine, Anadolu'ya taşımada öncü güçler arasında bulunan bir ulusal, tarihsel kurum ve oluşumun adıdır. Mülkiye ve Mülkiye topluluğu; demokrasi öncesinin arkaik iktidar ve yönetim güçleri olan askersel, dinsel ve feodal güçlerin, yönetim ve iktidar alanının dışına çıkarılarak aydınlanmayı, çağdaşlaşmayı ve giderek demokrasiye ulaşmayı hedefleyen, cumhuriyet felsefesinin egemenliği altına alınması “Cedant Arma Togae” yani, “Silahlar itaat etsin” eski Roma’nın çok önemli bir tarihsel devlet kuralı, bu kuralın çağımızdaki evrensel çağdaş devlet olmanın temel ilkesi olan sivil yönetimin üstünlüğünün sağlanması alanında ve yönetimde ve ülkede laikliği yerleştirme doğrultusunda yoğun bir savaşım ve üstün çabalar gösterip gelmektedir. Sivil yönetimin üstünlüğünü biraz daha açarsak: bütün alanların -özellikle silahlı güçlerin, -polis, asker, jandarmasivil yönetimin emrinde olmasını gerektiren ve bugün GÜNGÖR AYDIN – 24 Şubat 1980’de Mülkiyeliler Birliği Genel Başkanlığına, sol kesimin tüm oylarıyla, ortak oylarıyla seçildim. Solun bütün eğilimlerinin ortak oylarıyla seçildim. İSHAK KOCABIYIK – Karşınızda sağcıların bir adayı var mıydı? GÜNGÖR AYDIN – Sağcıların adayı Ayhan Açıkalın vardı. Ancak biz solun, dediğim gibi tüm eğilimlerinin, CHP’den, sol yelpazedeki, en soldaki güçlere değin hepsinin ortak oylarıyla Mülkiyeliler Birliği Genel Başkanı seçildim. Mülkiyeliler Birliği Genel Başkanlığı seçildiğimden yedi ay sonra 12 Eylül müdahalesi, darbesi gerçekleşti. Mart 1982’de 12 Eylül askeri yönetimi tarafından resen emekli edildim. Mülkiyeliler Birliğinde yaptığım çalışmalar ve mülki idare amirliğinde yaptığım çalışmalar nedeniyle emekli edildim. Resen emekli edildikten sonra 8 yıl görevden uzakta kaldım. O zaman 12 Eylül kararlarına ve uygulamalarına karşı dava açma olanağı yoktu. Bu arada, değişik sivil toplum örgütlerinde çalıştım. Zaten 1980’den beri Halkevleri Merkez Yürütme Kurulu Üyesi idim, bunu 1990 yılında resen emeklilikten geri dönünceye değin sürdürdüm. Aydınlar Dilekçesinin örgütlenmesinde görev üstlendim, yargılandım, aklandım. Demokrasi İzleme Komitesinin kurulmasında Yönetim Kurulu üyeleri arasında bulundum. İnsan Hakları Derneğinin 99 kurucusu arasında yer aldım ve Ankara Kurucu Şube Başkanlığını yaptım. 1990’da resen emekli edilenlerin büyük bölümünün yargı kararları alması üzerine, ben de onlarla birlikte göreve iade edildim, merkez valiliği görevine iade edildim ve 2001 yılına kadar merkez valisi olarak görev yaptım. 2001 yılında emekli oldum. İSHAK KOCABIYIK – Bu anlattıklarınızı duyunca, benim 44 yandan da Güneydoğu’da, ülkenin diğer bölgelerinde gerçekleştirilenlerin daha da yoğun bir baskı ve şiddet uygulanarak ve Kürtçe yasaklanarak, Kürt yurttaşların kendini ifade, korkudan uzak ve insanca yaşama ve kendini savunma hakları başta olmak üzere, ülkenin eşit yurttaşları olma kanalları tıkanıp işlemez kılınarak, çaresizliğe ve bunalıma sürüklenmeleri ve bir bölümünün teröre yönelmeleri, yöneltilmeleri sağlanmış 12 Eylül yönetimi eliyle sağlanmış, yaratılan ve tırmandırılan PKK terörü yolundan uygun zamanlarla gerekli dozlarda kullanılacak yeni bir terör manivelası geliştirilmiş. Kürt kökenli yurttaşların devlete güven ilişkilerini bütünüyle torpilleyen ve bir yönetsel anayasal sapma niteliği taşıyan koruculuk sistemiyle, feodal güçlerin de iktidara ortak olmaları sağlanmış, (örneğin, Sedat Bucak olayı. Sedat Bucak, Susurluk skandalından ve olayından sonra yaralı olarak hastaneye kaldırıldığında, vali ve emniyet müdürünün bölgesine sokulmasını yasaklayabilmiştir Türkiye Cumhuriyeti Devletinin sınırları içinde) 12 Eylül yönetimi, böylece giderek başlangıçta öngörülen planlama uyarınca, bir askersel, dinsel, feodal güçler bağlaşıklığı, demokrasi öncesinin arkaik, tarihsel blok iktidarına götürülmüş; Cumhuriyetin kuruluşunda öncü ve kurucu unsurlar arasında yer alan, ancak 12 Mart 1971’de cumhuriyetçi güçler bağlaşıklığından koparak karşı devrimci güçler bağlaşıklığına giren askersel güçlerin 28 Şubat 1997’de doğrultu düzeltmesi yaparak yeniden cumhuriyet ve demokrasi güçleriyle bağlaşmaya yönelmesi üzerine, 12 Eylül felsefesi bugün ABD’nin emperyal emellerini gerçekleştirebilecek, Cumhuriyetin kurucu felsefesine ve demokrasiye karşı din merkezli, içeride din-mezhep kavgalarına ve çatışmalara, dışarıda savaşa sürüklenmeye açık ülkeyi arkaik bir düzene taşımaya kararlı ve teslimiyetçi, ılımlı İslam iktidarına taşınmış, dönüştürülmüştür. Yani, bugün şu andaki AKP, İslam merkezli yönetim, ılımlı İslam iktidarı olarak oluşturulan yönetim bu planlamanın sonucudur. Mülkiye, sözcük anlamıyla asker olmayan memurlar sınıfıdır. Mülkiye deyince, akla doğallıkla sivil yönetim gelir. Öte yandan, Mülkiye topluluğumuzun tarihsel kurumu olarak sivil yönetimin modernlik omurgası, çağdaşlık simgesi ve öncü, önder kurumudur. 12 Eylül ise sivil yönetime ve iktidara karşı yapılmış bir saldırı, sivil yönetimi, onun çağdaş ve demokratik birikimlerini, kurum ve kavramlarını, basamaklarını ve disiplinini alt üst eden, yok edip ortadan kaldırarak çağ, demokrasi ve hukuk dışı, arkaik demokrasi öncesi iktidar güçleri olan askersel, dinsel ve feodal güçlerinin baskı ve despotik denetimi altına alan bir darbedir; öyleyse, Mülkiye ve topluluğu asker olmayan, yani sivil yönetimin omurgasını oluşturan tarihsel demokratik, ulusal bir öncü topluluğu olarak, kuşkusuz öncelikle ve doğallıkla askeri bir yönetime karşı olacaktır. Karşı olmak durumundadır. Çünkü, Mülkiye için askeri bir yönetim, varlık ya da çağdaş devletlerin en temel ilkesi olan bir temel ilkedir ve bu ilkenin gereği yerine getirilmedikçe, yani bir ülkede sivil yönetimin üstünlüğü sağlanmadıkça, o ülkede demokrasinin yerleştirilmesinin olanaklı bulunmadığı çok tarihsel bir temel ilkedir, gerçektir. İSHAK KOCABIYIK – Yani, bu noktada zaten 12 Eylülün neden Mülkiyeye özel bir saldırıda bulunduğu herhalde … GÜNGÖR AYDIN –Mülkiye topluluğu ya da Mülkiye kurumu, özgür demokratik, bilimsel ve eleştirel düşüncenin ve uygulayımın Türkiye'deki öncü ve önder kurumu ve topluluğu olma işlevini üstlenmiş, bu alanda eşsiz, benzersiz başarı, deneyim ve birikimleri taşıyagelmiş, yönetimde çağdaşlaşmanın, modernleşmenin, laikleşmenin ve ilerlemenin öncüsü, simgesi olmuş ve kamu yönetiminin omurgasını oluşturup gelmektedir. Mülkiye, yönetimde modernleşmenin, bilimselleşmenin, özgürleşmenin, demokratikleşmenin, sivilleşmenin ve laikleşmenin ve bu evrensel değerlere ilişkin birikimlerin sürükleyici önderi ve tarihsel, ulusal simgesidir. İSHAK KOCABIYIK – Siz 1980’e kadar ki Mülkiye idarecilik hayatınızda bu ilkeleri esas alarak, temel alarak bir yöneticilik yaptınız… GÜNGÖR AYDIN –12 Eylül askersel darbesi, emperyalizmin daha 1970’lerin başında planladığı, ABD’nin “Bizim Çocuklar” olarak nitelediği içerideki maşaları eliyle örgütleyip gerçekleştirdiği Türk Cumhuriyet devrimine ve demokrasiye karşı düzenlenmiş, karşı devrimci bir despotik askersel diktatörlüktür. Yapılan planlama uyarınca, ülkede önce sağ-sol, sonra Sünni-Alevi çatışmaları yaratılması, bu yoldan uygulamaya sokulan terör ve anarşinin oluşturulan faşist örgütlenmeler eliyle tırmandırılarak, toplu kıyımlara, toplumsal patlama, gerilim ve kırılmalara ulaşılması (1 Mayıs 1977, 24 Aralık 1978 Kahramanmaraş ve Çorum toplu kırımları bunun tipik, en başta gelen örnekleridir.) sonucunda, Türkiye'yi örgütleyerek bir manivela olarak kullandıkları terör ve anarşinin egemen olduğu, barış içinde bir arada yaşayıp gelen kesimler arasında toplu kırımların yaşandığı, halkın giderek yaşanan ortama bağlanarak üretilip yaygınlaştırılan panik, şok ve korkuyla sersemletilip yılgınlaştırılarak ilkel otorite ve sertliğe yatkınlaştırılıp can güvenliğinden başka bir şey aramaz, istemez hale ve ülkenin sanki olağan sivil yönetim eliyle yönetilemez duruma getirilmesi sonrasında bir askeri darbeye ortam hazırlanmıştır. Gerçekleştirilen darbe ile cumhuriyetin kuruluş felsefesini ve demokrasiyi savunan güçler saf dışı edilip, siyasal, yönetsel ve örgütsel alanlardan uzaklaştırılmış, bir daha toparlanamayacak ölçülerde dağıtılmış, darbe, yani 12 Eylül güçleri ilk iş olarak darbeyi planlayıcı emperyalist güçlerin istemine, yani yeşil kuşak planına uygun olarak dinsel güçleri iktidara ortak etmişlerdir. Öte 45 idi. Valilik makamının 15 metre ilerisinde İzzet Paşa Camii vardı, isteyen İzzet Paşa Camiine gidebilir namazını kolaylıkla kılabilirken… İSHAK KOCABIYIK - … söz konusu değil. GÜNGÖR AYDIN – Hayır hayır. Sadece benden önceki, daha sonra MSP’den milletvekili olacak bir, ismini belirtebilirim de, Hanefi Demirkol isimli bir valinin açtığı… İSHAK KOCABIYIK – Mülkiyeli miydi? GÜNGÖR AYDIN – Mülkiyeli. … ve açıkça laik devlet yönetimine meydan okuyan, Alevi toplulukları kışkırtan ve devletin tek yanlı, bir şeriat yanlısı gücü olduğunu ifade etmeye halka anlatmaya çalışan bir uygulama idi ve göreve başladıktan iki saat sonra o mescidi kapattım. Ancak, iki gün sonra benim hakkımda, karşıdaki İzzet Paşa Camiinde bir cihat çağrısı yapıldı, cihat bildirisi dağıtıldı ve 8 bin kişi vilayete saldırdı aynı gün. Katil İktidar, Vali Defol… Sloganlarıyla Valiliğe saldırdılar. Alınan son derece uygun önlemlerle, toplumsal olaylar konusunda deneyim sahibi insan olarak aldığımız son derece uygun önlemlerle bu konunun başarıya ulaşması önlenmiş, onların her ne kadar ana caddelerde terör ve şiddete başvurmaları yoluna gitmeleri en başta önlenememiş olsa da kısa sürede bunlar önlenmiş ve bütün sorumluları bir süre sonra yargıya teslim edilmiştir. yokluk sorunu olacak kadar önemlidir. O nedenle Mülkiye topluluğu ve Mülkiye kurumu, bütün olanaklarıyla, bütün güçleriyle askersel bir karışmaya tüm gücüyle karşı olacaktır, olmak durumundadır. Ayrıca, 12 Eylül öncesini, devletin kamu yönetiminin içinde, ülkenin demokratik aydınlık birikimini oluşturan güçlerle, faşist, militarist karanlık güçler ve bunların arkasındaki dış emperyalist güçlerin arasında 12 Eylüle ulaşmaya varan amansız savaşımı ve aşamalarının devletin içinde ve çok önemli bir konumda ve görevde yaşamış ve bu savaşımın bütün aşamalarını gözlemlemiş bir konumda olan ve karanlık faşist, militarist, dinsel, feodal, emperyalist güçlere karşı ölümüne karşı bir savaşım vermiş bir insan olarak… Çünkü, benim Elazığ Valiliğim sırasında öldürüleceğime ilişkin bir rapor verilmesi üzerine Bakanlar Kuruluna, Elazığ Valiliği görevimden alındım. Bu yöndeki savaşımlarım nedeniyle Elazığ Valiliği görevinden alınarak Antalya Valiliği görevine verildim. İSHAK KOCABIYIK – Bu Demirel Hükümetinden önce? GÜNGÖR AYDIN – Hayır, Ecevit başbakan iken. Ancak ben bu atamayı uygun bulmadım. Elazığ’da ne yapılacağının açıklanmasını istedim Sayın İçişleri Bakanı İrfan Özaydın ile yaptığım görüşmede. Ancak bunu yeterince açıklayamaması üzerine, Sayın Başbakanla görüşmeyi istedim ve Sayın Başbakan Ecevit ile Başbakanlık Konutu’nda iki saate yakın bir görüşme yaptım. Orada Elazığ’da ne olup bittiğini anlatmaya çalıştım. Orada bütün faşist güçlerin egemenliğini ayrıntılarıyla anlattım. Çünkü, Elazığ, Türkiye'nin o zaman en hassas 5 ili olan, Elazığ, Erzincan, Malatya, Kahramanmaraş, Sivas illerinin hassasiyet merkezi idi; bu illerde Türk-Kürt, Alevi-Sünni birlikte yaşıyorlardı ve bu iller Türkiye'de toplumsal kırılmanın, toplu kıyımların merkezi olarak seçilmişlerdi bu beş il. İSHAK KOCABIYIK – Elazığ için de kontrgerillanın merkezi denilir. GÜNGÖR AYDIN – Elazığ da bu illerin merkeziydi, kontrgerillanın merkeziydi, ABD emperyalizminin büyük toplu kırılmalara yol açarak, Türkiye'yi yönetilemez hale getirerek, askeri bir yönetime taşımak için seçtiği merkezdi Elazığ. Kolordu Komutanından MİT Bölge Müfettişine, Belediye Başkanından Ağır Ceza Reisine, Cumhuriyet Savcısından Jandarma Alay Komutanına kadar hepsi faşist örgütlenmeyi savunan insanlardı. ABD Adana Boşkonsolosluğu da buradaki çalışmaları dikkatle izliyor ve yönetip yönlendirmeye çalışıyordu. Küçük bir örnek vermem gerekirse, Valiliğe 15 Şubat 1978 günü saat 15.00’te göreve başladığımda, Valilik makamının bitişik odasının mescit yapıldığını saptadım. Bu, oradaki bütün demin söylediğim güçlerin desteğiyle açılmış bir mescitti. Bu mescit, açıkça, cumhuriyete şeriatçı bir saldırı, laikliği ortadan kaldırmayı öngören ve bir İslam devletine ulaşmayı amaçlayan bir uygulama İSHAK KOCABIYIK – Peki, Antalya’ya da gittiniz mi? GÜNGÖR AYDIN – Hayır, şöyle ifade edeyim: Sayın Başbakana, bu beş ilde yapılması gereken önlemleri anlattım. O beş ilin en üst yöneticilerinin tümünün demokrasiyi savunan insanlar olması gerektiğini, örneğin başta vali olmak üzere, garnizon komutanı, emniyet müdürü, jandarma alay komutanı, cumhuriyet savcısı ve MİT bölge müfettişi dahil, bütün önemli kritik noktalarına atamaların hepsinin demokrasiyi savunan güçler olması gerektiğini söyledim. Sayın Ecevit notlar aldı, ancak bunların yapıldığına ilişkin sonradan hiçbir bilgi almadım. Nitekim, ben 18 Eylül 1978’de (yani Maraş toplu kırımından önce)bu görüşmeyi yaptım ve Sayın Ecevit bana, “Siz bizim en değer verdiğimiz, en çalışkan, en nitelikli, en başarılı valimizsiniz. Ama biz sizi yalnız bıraktık” diyerek, bir anlamda kendi hatalarını kabul eden bir yaklaşımdan sonra ve bir de bana, Bakanlar Kuruluna, “benim öldürüleceğime ilişkin” –bunu açıkça söylemedi ama, ben bunu daha sonra öğrendim- bir rapor verilmesi üzerine, Bakanlar Kurulunca benim Antalya’ya atanmamın uygun görüldüğünü ifade etmesi üzerine ve gerek özür diler yollu hatalı olduklarını kabul etmesi, gerekse benden rica etmesi üzerine, Antalya’ya gitmek durumunda kaldım. İSHAK KOCABIYIK – Aslında, bir aczin de ifadesi. Bakanlar Kurulu bir valisinin öldürüleceğine ilişkin bir rapor geliyor… Ne kadar acı. GÜNGÖR AYDIN - Şimdi, bütün bunları anlattıktan 46 gerekleri… Hangi Anayasa? 1961 Anayasa, daha Anayasa duruyor, uygulanmıyor ama duruyor. Ve evrensel insan haklarını savunmak; ilkelerimizi koyuyoruz. … demokratik, laik ve sosyal hukuk devletini savunmak, ülke ve toplum çıkarlarını ve kamu yararını savunmak, çağdaş toplum ve olağan demokratik sürece geçmeyi savunma, oluşturma ve güçlendirme… Olağan demokratik sivil yönetimi savunduğumuzu deklare ediyoruz. Çağdaş, planlı, demokratik, ilkeli, katılmalı kamu yönetimi. İşçilere ve tüm çalışanlara çağdaş, ekonomik ve demokratik örgütlenme hakkı, cumhuriyet, demokrasi, ulusal bağımsızlık ve barışı savunduğumuzu açıkça bu toplantılarda ortaya koyduk. Bütün toplantılarda sivil yönetimin üstünlüğünü her zaman özenle vurguladık. Bütün genel kurullarımız raporlarında bu açıkça görülüyor. Onlar incelendiğinde, işte polis devleti uygulamalarına nasıl karşı çıktığımız, otoriter devlet uygulamalarına nasıl karşı çıktığımız, bu raporlarda yer yer ortaya konulmaktadır. Bunların ayrıntılarına girmiyorum. İSHAK KOCABIYIK - Esasında o dönem, hani sizin de anlattığınız ve yazılı olanlardan da anlayabildiğimiz kadarıyla hani hem bir Mülkiye, Mülkiyelilik misyonu hem de siyasî tavır hem de bir insani tavır. Yani hepsinin birleştiği bir tavır, bir duruş oluşturmuş Mülkiyeliler Birliği. GÜNGÖR AYDIN – O kadar ki, sol demokratik güçlerin odağı olarak kabul edildi. Bütün sol örgütlenmeler burada yapıldı. Demin söylediğim gibi, SODEP’in kuruluşu, Aydınlar Dilekçesinin, Demokrasiyi İzleme Komitesinin oluşturulması, … oluşması hep bu alanlarda gerçekleştirilmiştir. İSHAK KOCABIYIK – Çölde bir vaha gibi… GÜNGÖR AYDIN – Evet, sadece buraya sığınıyorlardı bütün demokratlar. Ayrıca, 1981 yılında, çok önemli olduğuna inandığım, Atatürk'ün 100 üncü doğum Yıldönümünde onların son derece göstermelik, her türlü içerikten yoksun –askerlerin, yani 12 Eylül yönetiminin- salt törensel, biçimsel, Atatürkçü öz ve içerikten yoksun anma törenlerine karşı, alternatif bir etkinlik düzenledik ve bir dizi oturum planladık. Bizim amacımız şuydu: Mülkiyeliler Birliği olarak bütün yıla yayılan alternatif bir program uygulayarak Atatürk'ün ülke yönetiminde bilimin, aklın ve uygarlığın egemen olmasını savunan, aydınlanmacı ve bağımsızlıkçı düşüncesinin, bu yöndeki devrimci eyleminin vurgulanmasını içermek üzere ve örneğin-bunların fotokopilerini alabilirsiniz- ilk olarak 3 Mart 1981’de, 1981 yılında “Atatürk'e Bakış” açık oturumlar dizisi başlığı altında, “Kapitülasyonlardan Tam Bağımsızlığa” açık oturumu düzenlenmiştir. Oturum Başkanlığını Bahri Savcı yapmıştır. Konuşmacılar: Sina Akşin, Cemil Gürkan, Suphi Karaman, Uğur Mumcu, Gündüz Ökçin, Haydar Tunçkanat olarak belirlenmiştir. sonra, yani şunu ifade ediyorum: Ben bu konuda, yani 12 Eylül öncesindeki bütün aşamaları çok kritik noktalarda yaşamış ve bunu gözlemlemiş bir insan olarak, belirli deneyim ve birikimleri taşıyan, demokrasi ve sivil yönetim üstünlüğünü savunan, demokrasi güçleri arasında bağlaşma, birleşik duruş bilincini ve dayanışmayı gerçekleştirmeye çalışan, bu nedenle de Ankara'ya geldiğinde sol kesimin bütün güçlerinin ortak desteğini alarak 24 Şubat 1980’de Mülkiyeliler Birliği Genel Başkanlığına seçilmiş bir insan olduğumu da belirtmeliyim. İSHAK KOCABIYIK –12 Eylülü Mülkiyeliler Birliği Başkanı olarak karşıladınız? GÜNGÖR AYDIN – Karşıladım, oraya gelebiliriz. Topluluğumuzun demokratik ve sivil örgütü Mülkiyeliler Birliğidir. Bu nedenle Mülkiyeliler Birliği, sivil yönetimin bir kez daha kesintiye uğratıldığı 1980 sonrasında var olma nedeninin ve simgelediği topluluğun yüz yıllık kültür ve bilincinin gereği olarak, demokrasiyi, sivil yönetimi, insan haklarını, sivil yönetim ve hukukun üstünlüğünü bütün zorluklarına karşın 12 Eylül döneminde ödünsüz savunmuş; demokrasinin, demokratikleşme çabalarının özellikle de kitlesel sol alanda yeniden örgütlenmenin etkin ve en öndeki odağı olmuştur Mülkiyeliler Birliği. Örneğin, SODEP’in kuruluşu, Aydınlar Dilekçesi, Demokrasi İzleme Komitesi ve benzeri demokratik ve sol nitelikli örgütlenmeler ve yürütme çalışmalarının hemen tümü Mülkiyeliler Birliği alanlarında gerçekleştirilmiştir. Şimdi, 12 Eylül gerçekleştikten sonra, biz 12 Eylüle karşı açık bir savaşıma ve savaşa giriştik Mülkiyeliler Birliği olarak. İSHAK KOCABIYIK – Peki, bu Yönetim Kurulunda, mesela “Ya, yapmayalım böyle” ya da işte “Bir zarar görürüz” gibi bir şey oldu mu? GÜNGÖR AYDIN – Hayır, hayır. Yönetim Kurulu üyelerinin hepsi ilerici, demokrat ve askeri yönetime karşı karar alabilecek nitelikleri taşıyan değerli arkadaşlarımdı. O konuda kendilerinden tam bir destek gördüm ve biz bu konuda çeşitli projeler düzenleyegeldik 12 Eylüle karşı. Mülkiyeliler Birliğinin demokrasi ve sivil yönetimin üstünlüğünü savunan -her aşamada- ve her toplantıda bunları özenle ortaya koyup belirten, örneğin 1982’deki raporlar elimizde, genel kurula sunduğumuz raporların başında ilkelerimiz nedir açıklamışız. Her toplantımızda kısaca bunları ortaya koyarak, ki bu toplantı, 28 Şubat 1982’de yapılmış, genel kurul. Daha askeri yönetim devam ediyor. İSHAK KOCABIYIK – Nerede yapıldığını hatırlıyor musunuz? GÜNGÖR AYDIN – Mülkiyeliler Birliğinde. Vakıf Salonunda. İSHAK KOCABIYIK – Eski … GÜNGÖR AYDIN – Benim sunuş raporum. Nedir istediğimiz ilkeler, şu başlıklarda savunmuşuz: Anayasa 47 Ve bu toplantılar çok güzel, çok büyük katılımlarla gerçekleşmiştir. Bundan daha sonra, “Atatürk ve Devletçilik” konusunda bir açık oturum düzenlenmiştir. Bu toplantının şu andaki ne yazık ki şeyi yanımda değil, ama katılanları kısaca söyleyebilirim: Korkut Boratav, Sadun Aren, İlhan Tekeli, İlhan Selçuk’un katıldığı bir toplantıda, Atatürk'ün devletçilik anlayışı ayrıntılı olarak ortaya konulmuştur. Toplantılarımıza davette “Cumhuriyetin Kurucusu Antiemperyalist, Ulusal Kurtuluş Savaşımızın Önderi Mustafa Kemal Atatürk'ün 100 üncü Doğum Yıldönümünde Cumhuriyetin Temel İlkeleri ve Aşamalarına Işık Tutmak Amacıyla Programladığımız Açık Oturumlar” olarak oturumlar nitelendirilmiştir. Nihayet üçüncü ve son toplantı, 9 Ocak 1982’de yapılabilmişti ancak. “Cumhuriyet Döneminde Bilim ve Kültür” Başkanlığını Bahri Savcı yapmıştır. Konuşmacılar: Ordinaryüs Profesör Doktor Cahit Arf, (dünya çapında ünlü matematikçimiz) Aziz Nesin, Profesör Oğuz Onaran, Ergin Orbey, İlhan Selçuk, Muammer Sun ve Profesör Şerafettin Turan olarak bu toplantı düzenlenmiştir. Ben bu toplantıların hepsinde Mülkiyeliler Birliği Başkanlığı adına birer açış konuşması yaptım. Böylece, bu toplantılarla âdeta askeri yönetimi çok güç durumda bırakan, bir anlamda Atatürk'ü gerçekten bizim savunduğumuzu, Devrimci Mustafa Kemal Atatürk'ü bizim savunduğumuzu, onların ise yalnızca onu biçimsel ve törensel bir konuma indirgediklerini ifade etmek içindi. Ve de gerçekten Atatürk'ü, 100 üncü doğum yıldönümünde onun layık olduğu öz ve içerikte anmak içindi. Bütün bunlar dikkate alınarak ben 1982’de resen emekli edildim. Gerek 12 Eylül güçlerine karşı gerek 1980 öncesinde ve Mülkiyeliler Birliği Başkanlığım da öncesinde vali olarak, Elazığ, Antalya Valisi olarak gerekse Mülkiyeliler Birliğinde açtığımız bu savaşım yüzünden bütün görevlerimde daha önce üstün başarılı sayılmış olmama karşın, 1982 Martında resen emekli edilerek görevimden uzaklaştırıldım. Biz, daha sonra görevlerinden uzaklaştırılan 1402’likleri onurlandırdık o dönemde. Onlara birer onur belgesi gönderdik. Siyasal Bilgiler Fakültesi 1402’liklerinin hepsine birer onur belgesi gönderdik. Yani, biz, özetle 12 Eylül yönetiminin bütün hukuk dışı, demokrasi dışı uygulamalarına, kararlarına karşı tavır aldık, mücadele ettik. O kadar mücadele ettik ki 12 Eylülü savunanlar, 12 Eylül yönetimlerinde görev alanlar bizim alanlara giremez olmuşlardı. Küçük bir örnek vermek isterim, biraz da mizahi bir yön katabilmek için konuşmamıza. Biliyorsunuz, 4 Aralıkta geleneksel balolar düzenliyoruz Mülkiye topluluğu olarak. Bu balolara 12 Eylül bakanlarının, ki bunları şöyle niteliyoruz: “Yollarını şaşırarak 12 Eylülde görev almış bakanlar” diyoruz. Yolunu şaşıran Mülkiyeliler diyoruz; görev almış bakanların balolara girmesini önlemek için bilet almalarını önlemeye çalıştık. Onlar değişik kanallardan bilet alarak geldiklerinde de önlere oturmalarını önledik. İSHAK KOCABIYIK – Yani, kaçak girdiler? GÜNGÖR AYDIN – Kaçak girdiler ve önlere oturmalarını engelledik. Bu engellemeyi yaparken, 1402’likleri de onur masasına ve protokole yerleştirdik. Ve o 50 yıllıklara ödüller verilirken hepsini onlara verdirdik. Öbürlerini adam yerine koymadık. O kadar ki, bize ta arkalardan laf atmaya filan kalkıştılar. Yani, kısacası demek istiyorum ki, 12 Eylül bakanları bile Mülkiyeliler Birliğine giremez oldular. Öylesine istenmez konumda olduklarını veya aslında son derece hukuk dışı, demokrasi dışı, insanlık dışı olduklarını öylesine vurguladık, anlattık üyelerimize, üyelerimiz de onlara karşı tavır aldılar. Yüzümüze bakamaz, toplantılarımıza gelemez oldular. Bunu da bir örnek olarak vermek istiyorum. 12 Eylül öncesinde Mülkiyeliler Birliğinde bir provokasyona izin vermemek, bir çatışmaya izin vermemek, Mülkiyeliler Birliğinde huzurun ve yaklaşmakta olan bir diktatörlük yönetiminde kendimizi savunup koruyabilmemiz için çok ciddi önlemler aldık. Kapılarda nöbet tuttuk. Her kapıda… Kimler nöbet tutmuş, ilginçtir: Mesela, birinci gün 11.3.1980’de ben ve Yusuf Çetin. İkinci gün, Alper Aktan, Bahri Gevrek. Üçüncü gün, Muammer Yiğit, Sudi Kocaimamoğlu. Dördüncü gün, Ayhan Çopur, Halit Tapkan. Beşinci gün, Ayhan Erol, Çetin Vardar. Altıncı gün, Can Hamamcı, Metin Pınarbaşı. Yedinci gün, Cengiz Özkan, Muzaffer Tıraş. Sekizinci gün, Göksan Soner, İstemihan Talay. Beşinci gün, Aydoğan Yurdakul, Mustafa Gündeşlioğlu. Altıncı gün, Atıl Uzelgün –şimdi Danıştay üyesi, eski vali biliyorsunuz- Nuri Yaman. Sonraki gün, Osman Aslan, Ertan Yüksel. Daha sonra Ahmet Olgun, Niyazi Ardıçoğlu. Daha sonra Uğur Eren, İ. Ünel. Gürol Sarp, Zekeriya Temizel… Nöbetçi olarak onları görevlendirdik. Onlar bizim dostlarımız hepsi. Sırayla: Hikmet Çiçek, Aslan Sonat, Salih Er, Kudret … Taner Akın, Tayfur Özşen –öldü, profesör- Erbay Fiş, A. Güneysu, Ayhan Erol, Bahri Gevrek, Alper Aktan, Metin Pınarbaşı, vesaire… -------o------Bu röportaj 14 Eylül 2006 tarihinde ishak Kocabıyık tarafından yapılmıştır. Daha sonra bu konuda Danıştay’da açılan dava Ocak 2009’da Dava Daireleri Kurulunda Güngör Aydın lehine sonuçlanmış ve Anayasa Mahkemesinde, itiraz yolu ile bu konuda ilgili yasanın iptali için dava açılmıştır. 48 BAŞKA BİR DÜNYA MÜMKÜN! 12 Eylül 1980 Cuma günü saat 03.59'da Türkiye radyoları (TRT) İstiklal Marşı'nın çalınmasıyla birlikte yayına geçti. Daha sonra anons yapılmadan Harbiye Marşı çalındı. Marşın bitiminde Genelkurmay ve Milli Güvenlik Konseyi Başkanı Orgeneral Kenan Evren imzasıyla yayınlanan Milli Güvenlik Konseyi'nin bir numaralı bildirisi okunmaya başlandı. Bu bildiriyi 5 bildiri daha izledi. Milli Güvenlik Konseyi'nin 1 Numaralı bildirisi şöyleydi: “Yüce Türk Milleti; Büyük Atatürk’ün bize emanet ettiği ülkesi ve milletiyle bu bütün olan, Türkiye Cumhuriyeti Devleti, son yıllarda, izlediğiniz gibi dış ve iç düşmanların tahriki ile varlığına, rejimine ve bağımsızlığına yönelik fikri ve fiziki haince saldırılar içindedir. Devlet, başlıca organlarıyla işlemez duruma getirilmiş, anayasal kuruluşlar tezat veya suskunluğa bürünmüş, siyasi partiler kısır çekişmeler ve uzlaşmaz tutumlarıyla devleti kurtaracak birlik ve beraberliği sağlayamamışlar ve lüzumlu tedbirleri almamışlardır. Böylece yıkıcı ve bölücü mihraklar faaliyetlerini alabildiğine arttırmışlar ve vatandaşların can ve mal güvenliği tehlikeye düşürülmüştür. Atatürkçülük yerine irticai ve diğer sapık ideolojik fikirler üretilerek, sistemli bir şekilde ve haince, ilkokullardan üniversitelere kadar eğitim kuruluşları, idare sistemi, yargı organları, iç güvenlik teşkilatı, işçi kuruluşları, siyasi partiler ve nihayet yurdumuzun en masum köşelerindeki yurttaşlarımız dahi saldırı ve baskı altında tutularak bölünme ve iç harbin eşiğine getirilmişlerdir. Kısaca devlet güçsüz bırakılmış ve acze düşürülmüştür. Aziz Türk Milleti, İşte bu ortam içinde Türk Silahlı Kuvvetleri, İç Hizmet Kanununun verdiği Türkiye Cumhuriyeti'ni kollama ve koruma görevini yüce Türk Milleti adına emir ve komuta zinciri içinde ve emirle yerine getirme kararını almış ve ülke yönetimine bütünüyle el koymuştur. Girişilen harekâtın amacı, ülke bütünlüğünü korumak, milli birlik ve beraberliği sağlamak, muhtemel bir iç savaşı ve kardeş kavgasını önlemek, devlet otoritesini ve varlığını yeniden tesis etmek ve demokratik düzenin işlemesine mani olan sebepleri ortadan kaldırmaktır. Parlamento ve Hükümet feshedilmiştir. Parlamento üyelerinin dokunulmazlığı kaldırılmıştır. Bütün yurtta sıkıyönetim ilan edilmiştir. Yurt dışına çıkışlar yasaklanmıştır. Vatandaşların can ve mal güvenliğini süratle sağlamak bakımından saat 05’den itibaren ikinci bir emre kadar sokağa çıkma yasağı konulmuştur. Bu kollama ve koruma harekâtı hakkında teferruatlı açıklama bugün saat 13.00’deki Türkiye Radyoları ve Televizyonun haber bülteninde tarafımdan yapılacaktır. Vatandaşların 49 sükûnet içinde radyo ve televizyonları başında yayınlanacak bildirileri izlemelerini ve bunlara tam uymalarını ve bağrından çıkan Türk Silahlı Kuvvetlerine güvenmelerini beklerim.” "Emir ve komuta zinciri içinde ve emirle" ülke yönetimine el koyan Türk Silahlı Kuvvetleri sonuçlarını halen yaşadığımız bu darbeyle ülkenin kaderini tamamen değiştirecekti. Yasama ve yürütme yetkilerini kullanacak bir Milli Güvenlik Konseyi kuruldu. Konsey, Genelkurmay Başkanı Orgeneral Kenan Evren, Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Nurettin Ersin, Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Tahsin Şahinkaya, Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Nejat Tümer ve Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Sedat Celasun’dan oluşuyordu. Genelkurmay Başkanı Orgeneral Kenan Evren, Milli Güvenlik Konseyi Başkanlığı'nın yanı sıra Devlet Başkanlığı görevini de üstlendi. “Emir ve komuta zinciri içinde ve emirle” ayrıca şunlar oldu: TBMM kapatıldı, anayasa ortadan kaldırıldı, siyasi partilerin kapısına kilit vuruldu ve mallarına el konuldu. 650 bin kişi gözaltına alındı. 1 milyon 683 bin kişi fişlendi. Açılan 210 bin davada 230 bin kişi yargılandı. 7 bin kişi için idam cezası istendi. 517 kişiye idam cezası verildi. Haklarında idam cezası verilenlerden 50'si asıldı (18 sol görüşlü, 8 sağ görüşlü, 23 adli suçlu, 1'i Asala militanı). İdamları istenen 259 kişinin dosyası Meclis'e gönderildi. 71 bin kişi TCK'nin 141, 142 ve 163. maddelerinden yargılandı. 98 bin 404 kişi ''örgüt üyesi olmak'' suçundan yargılandı. 388 bin kişiye pasaport verilmedi. 30 bin kişi ''sakıncalı'' olduğu için işten atıldı. 14 bin kişi yurttaşlıktan çıkarıldı. 30 bin kişi ''siyasi mülteci'' olarak yurtdışına gitti. 300 kişi kuşkulu bir şekilde öldü. 171 kişinin ''işkenceden öldüğü'' belgelendi. 937 film ''sakıncalı'' bulunduğu için yasaklandı. 23 bin 677 derneğin faaliyeti durduruldu. 3 bin 854 öğretmen, üniversitede görevli 120 öğretim üyesi ve 47 hâkimin işine son verildi. 400 gazeteci için toplam 4 bin yıl hapis cezası istendi. Gazetecilere 3 bin 315 yıl 6 ay hapis cezası verildi. Gazeteler 300 gün yayın yapamadı. 39 ton gazete ve dergi imha edildi. Cezaevlerinde toplam 299 kişi yaşamını yitirdi. 144 kişi kuşkulu bir şekilde öldü. 14 kişi açlık grevinde öldü. 16 kişi ''kaçarken'' vuruldu. 95 kişi ''çatışmada'' öldü. 73 kişiye ''doğal ölüm raporu'' verildi. 43 kişinin ''intihar ettiği'' bildirildi. Darbenin bu ağır bilançosundan “nasibini” en çok ve en acı olarak sonraları “78’liler” denecek kuşak aldı. 68 kuşağından devraldıkları ''dünyayı değiştirme'' ülküsünü gerçekleştirmek için beynini, bedenini, yüreğini cömertçe harcadı bu kuşağın gencecik insanları. Onlar “Ezen ve ezilenin olmadığı, yârin yanağından gayrı her yerde, her şeyde, hep beraber” yaşanacak bir dünyayı kurmak için çıktıkları bu yolda her şeyi göze aldılar. Ölümü, işkenceyi, sakat kalmayı, delirmeyi, en basit insani gereklerini yok saymayı… Gecekondularda halkın yanında onlarla birlikte sorunlarına çare aradılar, işçilerin olduğu her yerde yanı başlarında onlara destek oldular. Üniversitelerde, yollarda, sokaklarda, dağlarda “bağımsızlık uğruna al kanlara boyanan” onlardı. Bu yolda ölüm ''hoş geldi, safa geldi'' derken samimiydiler. Devrim yakındı, inançları tamdı. Dünyanın tüm zenginliğine ve iktidarına göz koyanlar bu gidişe sessiz kalmadılar doğallıkla. Uluslar arası bir plan o zamanda vardı şimdi olduğu gibi. “Dışa bağımlı ve köleleştirilmiş bir ülke” olması isteniyordu ülkemizin. ''Türkiye'yi Moskova'ya satmak isteyenlere karşı mücadele eden'' devlet destekli ülkücüler sürüldü arenaya böylece. Amaç, ''sokak hâkimiyetini sola kaptırmamak'' idi. Ve bu nedenle “1. Milliyetçi Cephe Hükümetinde” Meclis'te iki temsilcisi olan Türkeş' e üç bakanlık verildi. O günlerin katillerinin ve katil zanlılarının bir bölümü, daha sonra TBMM'de milletvekili olarak oturdu, oturuyor. Ülke bir kan gölünün içine doğru sürüklenirken “24 Ocak Kararları” diye bilinen ekonomik paket devreye sokuldu. Böylece “Küresel sermayeye” tamamen açılan ülkede, çalışanın ve düşünenin tepki göstermemesine uygun koşulların sağlanması gereği doğdu. 12 Eylül sabahı yapılan darbe söylendiği gibi terör olaylarının zorunlu kıldığı bir sonuç değil, ülkeyi küresel isteklere sınırsızca açan bir başlangıçtı. Çünkü 24 Ocak 1980 ekonomik tedbirlerini demokrasi içinde yaşama geçirmek mümkün değildi. Ve 12 Eylül'e böyle gelindi. Siz boşverin aynı yalanı yıllardır söyleyen darbecilere ve destekçilerine. O dönemde en doğru lafı, bir ABD'li subay söyledi ''Bizim çocuklar başardılar...'' Yukarıdaki bilançoda sayılarla ifade edilen 50 ölen, hapse giren, yargılanan, işkence gören, işten atılan, yurttan atılanlar birer insandı. Delikanlı, genç kız, kardeş, çocuk, ana, baba, arkadaş, akraba, komşu… O sayıları 5 ile 10 ile çarpın. Kaç sayıda insanın darbenin altında yok olduğunu anlamak için yapın bunu. Darbe ile “İç ve dış mihrakların elinde oyuncak olmuş bir avuç teröristin” değil tüm bir ülke insanının ezildiğini, susturulduğunu görün. “Sayın Generalin” darbe günü saat 13: 00’ de radyo ve televizyonlardan yaptığı konuşmanın son paragrafını bu farkındalıkla bir kez daha okuyun. Ne demiş bakın: “Kıymetli Vatandaşlarım; Her zaman milletiyle bir bütün ve Türk milletinin emrinde olan Türk Silahlı Kuvvetlerine ve yeni yönetime karşı yapılacak her türlü direniş, gösteri ve tutum anında en sert şekilde kırılarak cezalandırılacaktır. Yurtta kan dökülmemesi için bütün vatandaşlarımın tahriklere kapılmaksızın sükûnet içinde yayınlanacak bildiriler doğrultusunda hareket etmelerini ve ikinci bir bildiriye kadar sokağa çıkmamalarını rica ederim. Vatandaşlarımın birbirlerinin hak ve hukukuna saygılı olmalarını, sevgi içinde kırgınlıklarını unutmalarını, hepimizin bu mübarek topraklar üzerinde aynı haklara sahip bir Türk vatandaşı olduğumuzun idraki içerisinde olarak yeni yönetime yardımcı olmalarını vatanperverlik ve asil karakterlerinden bekler, mutlu ve aydınlık yarınlar dilerim.” O “Mutlu ve aydınlık yarınlar” hiç gelmedi ne ülkeye ne insanımıza. “Bu mübarek topraklar üzerinde aynı haklara sahip vatandaşlardan” binlercesi bu konuşma yapılırken işkencede idi. Binlercesi o mübarek topraklardan kaçmakta, binlercesi otomobil sesi duyduğunda uykusundan irkilerek uyanmakta idi. Yıllarca süren sıkıyönetim ile ülkede ses çıkmaması sağlandı. Zaten ses çıkarabilecek herkesi ya asmışlar, ya hapsetmişler, ya yurtdışına gitmek dışında çare bırakmamışlardı. Kalanı da fişleyerek, korkutarak sindirdiler. Partiler, sendikalar, sivil toplum kuruluşları yoktu artık. Hukuk “onların” hukukuydu. “Kamuculuk” tamamen yok edilmek üzere her koldan harekete geçildi. Değer ve ahlâkı olmayan bir toplum ve birey için ne gerekiyorsa yapıldı. Üniversiteler YÖK marifetiyle özgür düşüncenin üretildiği yerler olmaktan çıkarıldı, sermayeye eleman yetiştiren fabrikalar haline getirildi. Bütün bunları yapmayı olanaklı hale getirecek bir anayasa hazırlandı ve kara mizah filmlerine malzeme olacak bir oylama ile kabul ettirildi. Toplumsal hafızamızdan o dehşet yılları sanki hiç yaşanmamış gibi silinmeye çalışıldı. Yaşanan bu büyük toplumsal travma sonunda yalnız, çaresiz, sessiz, umutsuz kalakaldık. Uyuşturucuya alıştırılan insanlar gibi zaman içinde yavaş yavaş dozu yükselterek verdiler “zehiri” beynimize. Genlerimize işleyecek kadar tepkisiz ve adam sendeci hale geldik. Geçmişini hatırlamayan ve geçmişi ile hesaplaşmayan Ubir toplumun geleceğinin olamayacağını fark edemedik. Geleceği yaratabileceğimizi unuttuk. 12 Eylül günü doğanlar bugün 28 yaşında. Geleceği yaratabilecek, ülkenin sorunlarına el atabilecek en verimli yaştalar. Ama onlar 12 Eylül’ün çölleşmiş ortamında büyüdüler ve hayata atıldılar. Anayasa diye darbenin anayasasını biliyorlar. Hukuk deyince “adaletin” yasalarla yürümediğini hatırlıyorlar. Sendika “asgari ücret” için pazarlık yapan öylesine bir şey onlar için. Üniversite “okul” işte, liseden sonra girmeleri ve bir an önce bitirip kurtulmaları gereken bir şey. Üretmeden yaşamak, parayla para kazanmak onlar için normal. Alın teri, emek matah bir şey değil onların dünyasında. Örgütlü olmanın ne demek olduğunu bilmediler. Öğrenci derneklerine girmiyorlar bu nedenle, çalışırken sendikalara girmiyorlar. Siyasete uzak durmaları bu nedenle… Okudukları gazetelere de izledikleri TV kanalı haberlerine de bakıyorlar ve geçiyorlar. Bakılıp geçilecek şeyler üretiyorlar zira. Ama bu onları rahatsız, huzursuz etmiyor. Bunu gördüler büyürken, hayatı öğrenirken. Magazin izlediler, dizi izlediler, üçüncü sayfa haberi ve “çıplak köşe kadını haberi” okudular yıllarca. 28 yıl sonra geldiğimiz nokta ortada. Hafızasız ve umutsuz bir toplum olarak hak ettiğimiz yerdeyiz yani. Tek, tek her birimiz sorumluyuz bu durumdan. 12 Eylül ile ve onun “mimarları” ile hesaplaşmak ne kadar güzel bir başlangıç olur düşünün. O kara günleri konuşmaya ve tartışmaya açmak, yüzleşmek ve başka bir dünyanın mümkün olabileceğini anlatmak gençlerimize, hatırlatmak hepimize ne kadar güzel olur. Çünkü gerçekten de “Başka bir dünya mümkün!” Gülseren KARAÇİZMELİ 51 “PARAMPARÇA OLMUŞ HAYATIN HİKAYESİ ANCAK UFAK TEFEK PARÇALAR HALİNDE ANLATILABİLİR” “Sonbahar” F tipi cezaevlerindeki direnişi kırmak amacıyla 19 Aralık 2000'de başlatılan ve insanlığımızdan utandıran bir rezillikle “Hayata Dönüş” olarak adlandırılan katliamın yıldönümünde “sabırsızlık zamanının güzel çocuklarına” adanmış bir film. İzleyicilerinde oluşturduğu olumlu duygusal havanın ve yönetmeninin duyarlılığına saygı duymakla birlikte film üzerinden bu tür tartışmaları yapmanın içereceği “sakıncaları-haksızlıkları”da göze alarak film hakkında söylenecek bir iki şeyin 12 Eylül cenderesinden geçmiş kuşaklar için kıymetli olacağını düşünüyorum. . Film, Türk sinemasında daha önce kullanılan “babaevine” dönüş yerine “anneevine” dönüşün öyküsüdür. Otoriteyi temsil eden baba figürü, freudiyen baba-oğul çatışması Türk sinemasında oğlun aczi olarak kullanılmıştır. Burada seçilen “anneevi” bu aczi minimalize etse de yine de sonuç sığınma ve acz halidir. Bu ülkede artık hesaplaşmalar sığınma ve film sonlarında öldürülen devrimci başrol oyuncuları üzerinden olmamalıdır. Yanlışlar üzerine konuşulması gerekir ama bunun bitmeyen bir süreç ve kötürümleştirici bir günah çıkarma haline dönüştürmek siyasi bir tavır değildir. Solun entelektüel donanımının sağladığı aşırı iç muhasebe, aşırı özeleştiri tavrı 12 Eylül'den sonra solu aciz, iktidarsız kılan en önemli unsurlardan biridir ve kırılmalıdır. Filmde konu edilen “Hayata Dönüş” operasyonu Türkiye'deki cezaevlerinde devrimci tutsakların F tipine geçişi engellemek amacıyla 20 Ekim’de başlattıkları açlık grevini 19 Kasım’da ölüm orucuna dönüştürmeleri üzerine 19 Aralık 2000 tarihinde 20 cezaevinde eşzamanlı 10000 güvenlik görevlisiyle gerçekleşen ve 30 devrimci tutsağın katledilmesiyle sonuçlanan operasyonun adıdır. Operasyonda ölümlerin çoğu yanıcı madde ve gaz bombası atılması sonucu gerçekleşmiştir. Sadece katletmekle kalmayıp operasyonun ardından 154 tutsak hakkında faili belli olmayacak şekilde adam öldürmek, isyan ve intihara azmettirmek suçlarından ömür boyu hapis istemi dava açılırken, operasyon sırasında Cezaevi Genel Müdürü olan Ali Suat Ertosun'a 2004 yılında “Devlet Üstün Hizmet Madalyası” verilmiştir. Ali Fuat Ertosun'un çocukluk anılarının Kenan Evren'in anıları ile benzerliği kuvvetle muhtemeldir. Kenan Evren Milliyet yayınlarından çıkan anıları kitabında, çocukluk yıllarındaki anılarını anlatıyor... 52 almış gibi. derin bir nefes alınca ciğerlerine dolar o nemli, yağmur kokulu, tertemiz Karadeniz havası. tadına bakmış olanlar bilirler o oksijen tadının, kokusunun sindiği havayı. o hafif baş dönmesini bilirler. yeşilden sarıya döner tablo, dönerken şakır şakır yağmur yağar, hani şu hiç neden yokken yağan yağmurlardan. her gün yağdığını bilsen de başladığında seni gafil avlayanlardan. öyle çiselemeden, düşünmeden birden boşalıveren yağmur. yazın ortasından sonbaharı getiren bereket, sesiyle tahtalarını döver eski evin, pencerelerine çarpar damla damla. yerleri çamur eder ama affedilmek için de mis gibi bir koku yayar etrafa, beyaz perdeden yayılıp burnuna gelebilecek kadar. sonra bir sis çöker, dağları bulutların arasına çıkartmışlar gibi olur. yağmur hafiften kara çevirirken, beklenmedik bir şekilde yayla çıkar ortaya sonraki sahnede. yazı başka, kışı başka güzel. tam bir kaçış, tam bir sığınış anlatır. karlar altındaki yayla kendini yorulmadan beyazların içinde kaybetmeni sağlar. yardım ve yataklık eder sana. ve en sonunda Karadenize döner yüzler. ama Karadeniz de dönmüştür yüzünü sana. dolup da taşamayan, böyle hırçın, böyle isyankar, böyle hüzünlü bir deniz yoktur. insanı yutar, boğar, sürükler ve kaybeder. meydan okursun bir iskelenin ucundan, ama daha da daha da büyür dalgalar, tokat gibi çarpar o iskeleye. hisleri vardır işte bu denizin, kimseye aldırmaz gibi görünür ama aslında anlatsan anlar Karadeniz. en sonunda bir ağıt kulakları, sahneyi, salonu, içini, dışını, hatta Karadenizi bile doldurur. öyle içli biter. Biter de.. tulumun sesi içine saplı kalmıştır." “İlkokul çağında en çok zevk aldığım şeyler arasında sapanla kuş vurmak gelirdi. Tatil günleri birkaç arkadaş ellerimizde lastik sapanlarla mahalleler arasında dolaşır, ekseriya serçe vurur, eve getirirdim. Yine günlerden bir gün kuş vurmak için dolaştık, dolaştık fakat hiç serçe vuramadım. Eve boş dönmemek için, yakınımdaki bir kumruya nişan aldım, sapanı çektim ve kumruyu vurdum. Kuş yere düştü, yanına gittim ve elime aldım. O an içime bir acıma hissi geldi, vurduğuma pişman oldum. Ölmek üzere olan kumruyu elimle okşadım, başından öptüm ve başını koparmadan orada bıraktım. Bu olaydan sonra da bir daha kuş avlamadım”. 12 Eylül 1980 günü yaptığı radyo-televizyon konuşmasında ortaya koyduğu tabloda öne çıkardığı şiddetin dramatizasyonudur. Kendi diktatörlüğünde üretilen sistematik şiddetin istatistikleri. 650 bin gözaltı ve istisnasız hepsinin işkenceden geçirilmesi, 1 milyon 680 bin kişinin fişlenmesi, 388 bin kişiye pasaport yasağı, 210 bin dava, 7 bin ölüm cezası istemi, 50 infaz, 300 kuşkulu ölüm, 171 işkenceden ölüm, 299 cezaevi ölümü, kaçarken vurulan 16 kişi, yurttaşlıktan atılan 14 bin kişi…. Ve sonrası...sessiz kalabalıkların yanında 12 Eylül öncesi toplumu siyasi olarak yönlendiren entelektüellerin safını ve zeminini kaybetmesi ve yeni liberal sisteme yuvalanması, tüketim kalıplarıyla kendini var eden sonradan görme zenginlerin yeni seçkin olarak tanınması, sosyal devletin adım adım tasviyesi yanında, emekçi hareketlerin tarih dışı ilan edilmesi tüm bunlara direnenlerin “hayata dönüş” ve benzer operasyonlarla katledilmesi.… Kenan Evren çocukluğunda vurduğu kumruya gösterdiği şevkatin öcünü, bu topraklarda binlerce devrimciyi işkence tezgahlarından geçirerek, insan kafası kopararak almıştır. Kimlerdi bu hükmü yıkacak olanlar. 12 Eylül de çocuklarının geleceği için sokaklarda dolu dizgin yürüyen bireylerin çiçekleriydi ...Özgürlük 12 eylül de yoldaşlara ne kadar yakınsa, şimdiki gençlere, siyaset o kadar uzaktı, siyasetten kaçan kuşaklar eğitim cenderesinde benzeştirildi ve soru sormayı değil boşlukları karalamayı öğrendiler. Karaladıkları her bir boşluğun, analarınınbabalarının baş kaldırışları ve geçmişi olduğundan habersizdiler... Son beyanatı “beni yargılayamazsınız intihar ederim” olmuştur. Kenan Evren yargılanacak... Kenan Evren’le özdeşleşen zihniyetle, kendisi ile ve devamcılarıyla hesaplaşılacak Kenan Evren'i bu ülkenin devrimcileri yargılayacak Gerekirse kemiklerini mahkemeye çıkartarak... Türküler 12 Eylül sonrası dünyaya gelenlerden. 12 Eylül faşizminin insanı yeniden şekillendirdiği bu topraklarda çocukluğu geçti. Şu an 21 yaşında. Faşizmin boşlukları karalamayı öğretemediği gençlerden. Aşağıda ki yazı “Sonbahar” filmini izledikten sonra bana gönderdiği yazıdır... Bize kanlı bir uykunun, bir kardeşlik sabahı başlatacağı müjdelenmedi. Cinayetten dönen kardeşiniz, gölgesini gizlediği duvarların ötesini görür. sevgili dayım, bu sonbahar'dan hemen çıkınca yazdığım bir yazı, paylaşayım dedim. öperim çok. türküler. Ellerini yıkar ve sizi dünyada bir söz olarak bırakır "hey gidi karadeniz doli da taşamadi etmiyelum sevdaluk edenler yaşamadi Mustafa Ö.Soylu tarafından yazılmış ve sendika org’da yayınlanmıştır. diyerek açılır sahne. iç yakan notalarla.. basit, yalın.. sonra güzelim doğu Karadeniz'in dağlarına, ormanlarına çıkarır adamı. nefesi kesilir insanın, sahiden oralara tırmanmışta bir anda yeşil bir denizi ayaklarının altına 53 ÇETESİZ, DARBESİZ VE YASAKSIZ BİR ÜLKEDE, ÖZGÜR YAŞAMAK İSTİYORUZ! Bir büyük karanlık ve zulüm dolu tarihin rakamlar, kelimeler, isimlerle kodlanmış acımasız örgüsünden ne zaman sıyrılacağımızı birbirimize sorma zamanı gelmedi mi? Bu kirli tarihin efsunlu terimleriyle uyuşturulan halklarımızın başına gelmedik kalmadı. Güya huzuru ve sükûnu için, horlandı, ezildi, sömürüldü, boyun eğdirildi. Bu zalim darbe düzenini ne pahasına olursa olsun devam ettirmenin peşinde olan egemenler, hep bir gerekçe buldular, hep üste çıkmanın, kendine bir meşruiyet yaratmanın ideolojik, politik, psikolojik zeminini hazırladılar, azgın saldırılarıyla hep ayakta kalmanın yolunu bulmayı başardılar ve süngünün ucunda, zorun pekiştiren gücüyle teslimiyeti ve tepkisizliği dayattılar. Yapılanlara ve yaşananlara karşı derin bir tepkisizliğin de suç ortağı olduğu bu zaman diliminde, işte faşizmin kirli tarihinin kodlanmış terimleriyle yaratılan, adına yurt dediğimiz, bizim olan bu cennet, bu cehennem… …Özel Harp Dairesi, TSK İç Hizmet Kanunu 35.madde, 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül, 28 Şubat, 9 Haziran, 11 Nisan, derin devlet, muhtıra, darbe, darbe girişimi, edarbe, e muhtıra, darbeci, özel harekât, özel tip cezaevi, özel kuvvetler komutanlığı, kontrgerilla, gladio, çete, faili meçhul, kayıp, suikast, özel operasyon, Susurluk, Şemdinli, Yüksekova, Hakkâri, Ergenekon, emekli paşa, arsız bir hırsız gibi kendi cephaneliğinden çalıp halklara karşı kullanılmak üzere torağa gömülen bombalar, lav silahları, özel stratejistler, terör uzmanı, katliam, Madımak, Çorum, Sivas, Balgat, Tepecik, 1 Mayıs 1977 Taksim, 16 Mart İstanbul Üniversitesi, Bahçelievler, devlet için kurşun sıkıp devrimci kanıyla şeref kazanan devşirmeler, işkence, gözaltında yok etmeler, Sapanca’da Akyazı üçgeninde ortadan kaldırmalar, kalorifer kazanlarında yakılan muhalifler, Hizbullah’ın mezar evleri, domuz bağlarıyla bağlanarak kendi kendini ölüme mahkûm edenler, yakılan, boşaltılan köyler, yakılan ormanlar, kaçırılarak infaz edilen köylüler, sokak ortalarında infazlar, polis copları, asker dipçiği, gaz bombaları, gözaltında tecavüzler, cinayet şebekeleri, rüşvet, darbeci Tahsin Şahinkaya, idamlar, mezarsız bırakılan genç ölüler, Mamak, Metris, Diyarbakır cehennemi, basın suçları, suç ve suçluyu koruyan anayasa, nü resmi yapan eli kanlı darbe lideri Kenan Evren, anayasanın geçici 15 maddesi, halka karşı işlenen suçun en büyük suçüstü belgesi 1982 anayasası, ağdalı sözlerle geleceğimize, özgürlüğümüze uzanan iddianameler, sürüp giden mahkemeler, içerilere doldurulan onbinler, can derdine düşürülen Kürtler, üzerine basanın kimliğini sorgulamadan yok eden mayınlar, diz boyu yoksulluk, geleceği çalınan gençler, kimliksiz bırakılan kadınlar, hem geçmişi hem de geleceği için gözyaşı döken bir ülke… Burası nasıl bir ülke? Bu yangın yerini kim yarattı? Yapılanlar yapanların yanına kar mı kalacak? “Ülkenin huzuru ve sükûnu” için diye söze başlayan her demir yumruklu faşist irade ortalığı cehennem yerine çevirerek hep suyun yüzünde kalmayı başarırken, üzerinde baskı ve zorun denenmediği hiçbir çeşidin kalmadığı halklarımızın, devrimcilerin ise en büyük suçlu ilan edilişine tanık olduk. Olmaya devam ediyoruz. Ve bu ne büyük bir yalan! Cumhuriyet tarihinden bu yana sıkıyönetimlerle, olağanüstü hal yasalarıyla ve darbelerle, statükocu, gerici siyasal iktidarlarla yönetilen, demokrasinin insanlardan esirgendiği, kurum ve kurallarıyla yaşam bulmadığı, her tarafı yasaklarla kuşatılmış bir ülkede nasıl özgür bir insan ve özgür halklar kimliği oluşturulabilir? Dolayısıyla yerden biter gibi çetelerin ortaya çıktığı, otomatiğe bağlanmış gibi darbelerin gerçekleştiği, sorunların demokratik tartışma zemininde çözümü yerine yasaklandığı, şiddet, savaş ve kanla çözüldüğü günümüz Türkiye’si bir tesadüf olabilir mi? Kandan, darbelerden, yasaklardan, çetelerden, gericilikten beslenen egemenler yetkiyi nerden alıyorlar? Biz bu darbecilerin ve çetelerin yönetir hale geldiği, yasakların ve gericiliğin, statükoların, tabuların egemen olduğu, darbe düzenine daha ne kadar katlanabiliriz? İnsanın insanı horlayıp sömürmediği, ezen ezilen ilişkisinin olmadığı, barışın, kardeşliğin, eşitlik ve özgürlüğün hayat bulduğu bir ülke yaratılamaz mı? Artık yeter demek en büyük hak ve kuşanılabilecek en büyük irade değil mi? Bütün bu sorular yanıtsız olamaz… Biz bunların yanıtını biliyor ve diyoruz ki; ÇETESİZ, DARBESİZ VE YASAKSIZ BİR ÜLKEDE, ÖZGÜR YAŞAMAK İSTİYORUZ! Artık tarihin çöp sepetine atılması gerekenlerin ömrünü uzatmayalım, gelin hep birlikte teşhir ve mahkûm edelim! Ve biz artık yeter diyoruz! Artık bu kirli tarihi yaratanlardan hesap sorma zamanı geldi. Ve hiç kuşkusuz korkunun ecele bir faydası yok, er ya da geç bu hesap halklarımız adına emek ve demokrasi güçlerince egemenlerden sorulacaktır. Ruşen SÜMBÜLOĞLU/ Devrimci 78’liler Federasyonu Başkanı 54 12 Eylül'e yaklaşırken Unutmadık General Sayın General tarih sizi saymayacak. Ve unutmayın; insanlık siz darbecileri hiçbir zaman bağışlamayacak. 2007 yılından 1980 yılını çıkarırsak, sizinle tanışalı 27 yıl olmuş General. Üniversiteli gençler başta olmak üzere bu toprakların güzel düşünceli insanlarının topyekün imhası için elinizden geleni yapmak üzere, o hüzünlerin en güzel ayı eylülü kırmızıya boyayarak gelişinizin üzerinden tam 27 yıl geçmiş. Geleceği cezaevlerinde yok ettiniz İşinizi çok iyi yapmış olmalısınız ki, 80’den sonra hüznü bir kenara itip, durmadan kanar oldu eylüller. Adınız gibi K ile başlayan kan, kanlı, kanatılan, kanayan, kandan ve benzeri sözcükler, 1980 Eylül'ünün 12'nci gününden başlayarak sözlük sayfalarından sokaklara saçılıp, oradan okul önlerine, dersliklere, evlerin odalarına, işkence hanelere, cezaevlerine, kimsesizler mezarlığına, idam sehpalarına, urgan kıvrımlarına dağılıp ölümü, acıyı, kederi, yokluğu, hasreti yaratarak, emrinizde olduklarını kanıtladılar. Nasılsınız General? Kandan ve Can’dan uzak yıllarınızda tablolarınıza sürdüğünüz renkler, en azından çığlıksızlığıyla, sizi tatmin etmiyordur sanırım. Ama siz de takdir edersiniz ki, bu topraklarda ezilecek, vurulacak, kıyılacak, asılacak düşünebilen insan bırakmadınız o dönemden geriye. Geleceğin potansiyel gazetecilerini, avukatlarını, bilim insanlarını, yazarlarını, çizerlerini, heykeltraşlarını, mühendislerini, mimarlarını top yekün gözaltlarında , cezaevlerinde, sokaklarda yok ettiniz. Dil, din, cins, yaş ayrımı yapmadan solda gördüğünüz her canlıya saldırdınız. Parça parça ettiniz her gördüğünüz güzelliği. İşlerinizin şimdi kesat gitmesi olsa olsa bu sebeplerdendir. Yaralarımız iyileşti... Belki merak edersiniz; biz sağ kalanların beden yaralarımız iyileşti, cezaevlerinde genç ömürlerimizin güzelim yıllarını bırakıp yeniden hayata karıştık, adımızdan utanmadan yaşamaktayız. Ama unutmadık hiçbir şeyi, unutmadık General. Yıl dediğiniz 365 gün 6 saatten ibaret. Gün dediğiniz 24 saat, saat dediğiniz 60 dakika, dakika dediğiniz 60 saniye, saniye dediğiniz 10koca salise demek. 10 koca saliselerden oluşan zamanı, her saliseyi etimizde, gönlümüzde duyarak yaşadık ve yaşamaktayız. Çocukken düştüğümüzde dizlerimizde oluşan yaralar zamanla kabuk bağlar, düşen kabuktan 55 bedenin. İdam sehpaları hiçbirinize kalmadı zaten. O güzelim çocuklar, yeşil bir dal gibi uzanan bedenlerini kendileri susturdular. geriye can yakmayan izler kalırdı. Ama o eylülden sonra ne zaman kabuk bağlamaya yüz tutsa içimizdeki yaralar, anıların gelip kapımızı her çalışında yeniden kanadı. Beşinizin bol rütbeli omuzlarınızın göründüğü fotoğraf karelerinin altına “beşi bir yerde 50 krş” yazıyorlar artık. Zalimi olan toprakların, mizahçısı da bol oluyor General. Ve mizahçılar asla unutturmuyor zalimlerin icraatlarını. Hangi sararmış fotoğrafla göz göze gelsek, yüreğimizi kemiren öfke, isyan olup gönül pınarlarımızdan aktı. Birbirimize dokunamayacak kadar can kırığı dolu belleğimiz. Biz sayenizde, baştan ayağa kabuk olduk. Doğrusu iyi iş başardınız General, memnun musunuz? Sayısını durmadan çoğalttığınız mezarlar ve cezaevlerine karşın, bir hiç olduğunuzu dağ taş, cümle alem biliyor general. Darbeciler bir hiçtir çünkü, vura vura bitiremedikleri insanlarsa, birer kahraman. Bu ülkenin insanlarına tarifsiz acılar yaşatılırken, siz ya imam hatip mektebi açıyordunuz, ya da yeni bir peygamber edasıyla eski bir ayeti okuyordunuz çıktığınız kürsülerde. Kim bilir belki de, netekim sözcüğünün yedi harfine bol gelen varlığınızı anlatan fısıltı gazetelerinin dağıtımını yapanların sınırsız gücüyle baş etmenin yollarını arıyor, ya da Vehbi Koç’un mektubunu yeniden okuyup, geçici 15'inci madde ile yargılanmanızın önünü tıkıyordunuz. O zamanlar yok olmak istemiştim. Şimdi düşünüyorum da, iyi ki sağ kalabilmişiz general. Hiç yaşanmamış gibi toplumsal bellekten sildiğiniz, milyonlarca saliseden örülü o kanlı dönemin tanıkları da olmasa, yaşananlara ve yaşatılanlara nasıl inanırdı insanlar? Sayın General, sayın durmadan... Sayın General, bundan sonra durmadan sayın. Eylül'de öldürülen insanları sayın, onların ana babalarını, kardeşlerini sayın, sebebi olduğunuz mezarları sayın, gözaltında işkence yapılanları sayın, hapishanelere doldurduğunuz insanları sayın, kurduğunuz idam sehpalarını sayın, beslemeyip astıklarınızı sayın, bunca yıldır mezarına ulaşılamayan insanları sayın, mazlumun ahını sayın... Siz hatırlamazsınız belki; annesi babası yanından sökülüp alınırken, eylülün zulmü yüzlerine kazınan çocuklar vardı bu ülkede, general. Siz, geleceğin gençlerinin gülüşlerini de budamayı başardınız. Sermayenin yüzünü güldürüp, yoksulluğun kapılarını ardına dek açarak susan bir toplum yarattınız. Darbe günlerini arıyor musunuz? Çünkü tarih sizi saymayacak. Çorak bir çöle çevirdiniz şiirin toprağını, öykünün toprağına kan bulaştırdınız General, hakkınızı yememeli, iyi iş çıkardınız. 80 Eylül'ünün onikisinde başlayan darbe günlerinizi arıyor musunuz General? Ve unutmayın; İnsanlık siz darbecileri hiçbir zaman bağışlamayacak. Gönül İLHAN İzmir - BİA Haber Merkezi 08 Eylül 2007, Cumartesi Kan dökmeyi seviyor, kan görmeyi istemiyordunuz sanki o günlerde. Ne işkence hanede bir manyeto çevirerek yırttınız bir insanın içini, ne bir namlu arkasından izlediniz, tetiğe basmanızla yok oluşunu bir 56 NEŞE KIZ… Neşe Aydın, 22 Haziran 1962 yılında Ordu - Perşembe'de doğdu. Öğretmen anne babanın ilk çocuğuydu. Bir yıl sonra bir de oğlan kardeşi oldu. Ufak tefek, simsiyah saçları ve parlak siyah gözleri olan, zeki bir kızdı. Ele avuca sığmazdı. Perşembe'den sonra, Eskişehir'de büyüdü. İyi bir öğrenciydi. 1979 yılında Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'ni (SBF) kazandı ve Ankara'ya geldi. Öğretmen babası ve annesinin her gün helalleşip evden çıktığı, her akşam eve nasıl sağ salim dönüleceğinin hesabının yapıldığı yıllardı. Öğretmenlere, öğrencilere, işçilere, okullara, fabrikalara her gün yeni saldırılar düzenleniyor, muhalif aydınlar, gazeteciler öldürülüyordu. Neşe daha lisedeyken okuyan, soran ve anlayan birisi olmuştu. SBF ülkenin en önemli okullarından birisiydi. Kaydını yaptırırken yüreği tıp tıp atıyor, heyecandan yüzü kızarıyordu. İşte, kitaplarını okuduğu, adlarını duyduğu nice aydın ve liderin sıralarından geçtiği yerdeydi. Üniversitenin daha ilk yılında okuluna saldıran faşistlerin ve protesto gösterilerine müdahale eden polislerin şiddet ve nefretiyle yüz yüze gelmişti. Tabii, ülkenin gerçekleriyle de. Olanı biteni anlamak için daha çok okudu, yükselen muhalefet hareketinin yanında oldu. Gencecik yüreği yoksullarla, mazlumlarla, hak arayanlarla birlikte çarpıyordu artık. 1980 yılında, Tariş direnişi sırasında, Ankara'da yapılan protesto gösterilerinin birinde göz altına alındı. Bir haftaya yakın nezarette kaldı. Neşe'nin naif ve narin yapısı yüz yüze geldiği işkence, şiddet ve aşağılanma ile adeta kırıldı. Çok etkilenmişti. O dönemde içine girdiği depresyondan uzun süre çıkamadı. 12 Eylül... Neşe'nin umut dolu dünyasının ıssızlaşmaya başladığı sıkıyönetim günlerinin ardından, 12 Eylül'ün ağır baskı koşulları geldi. Yaptığı her şey yasaklanmıştı. Okuduğu kitap ve dergiler toplatılmış, kendisini bir parçası saymaktan mutlu olduğu her yer kapatılmıştı. En sevdiği akrabaları, arkadaşları aranıyor, peş peşe tutuklanıyor, her gün gazetelerde, haberlerde öldürülenler, yakalananlar sergileniyordu. Ülke bir açık hapishane, okulu giderek Nazi kampına dönüşmüştü. Depresyon, yerini evham ve şüpheye ve zaman zaman büyük korkulara bıraktı. 57 Bilinci, şiddetli kaygılarla sarsılıyordu. Her an kötü bir şey olabilir, o da gözaltına alınır, arkadaşlarını ihbar etmesi için işkence yapılabilirdi. Şüphe,izlenme duygusuna yerini bıraktı. ayrıldılar... Neşe anne, babasının yanında hem kendini ayakta tutmaya, hem de çocuğunu büyütmeye çalıştı. Ona özene bezene seçtiği kitapları okudu. Hiç kimsenin bilmediği masalları anlattı. Evdekiler dahil herkes ona kötülük yapabilirdi. Artık herkesten şüpheleniyor, yolda yürürken arkasından gelenlerin polis ve ajan olduğunu, kendi odasında otururken bile dinlendiğini, izlendiğini sanıyordu. Çok kitap okuyor, çok sigara içiyordu. Her şeyi bırakmış, okumayı bırakmamıştı. Odasına kapanıyor, okuyor, okuyordu... Okumak belki hayatta tutunduğu tek şeydi. 2002'de avukatlık stajını yaptı, 2003'de mali müşavirlik ve noterlik belgesini aldı. Aralarda işe girip çalıştı. Türkiye 12 Eylül faşizminin çizmesi Cenazesinde bir kenarda duran on altında inim inim inlerken, Neşe'nin kadar yabancı görünce yanlarına gidip yüreği de sanki parça parça sökülüyordu. Neşe'yi nereden tanıdıklarını sordum. "İşyerinden arkadaşıyız" dediler. "o çok Çok sevdiği okulu da değişmişti. Okula iyi birisiydi. Kimseyi kırmaz, kimsenin ara verdi. 1985'de girdiği İstanbul hakkının yenilmesine izin vermez, her Hukuk Fakültesine bir yıl devam etti. şeyi bilirdi. Onu çok sevdik. Ama ona Bu koca şehir de onun içindeki ve bir türlü tam ulaşamazdık. En son 15 bilincindeki parçalanmalara merhem gün önce aradık, iyi değilmiş, bizimle olmadı. konuşmak istemedi..." Burası daha kalabalıktı. Daha çok kötülük, daha çok acı vardı. İşkenceler, ölümler, kayıplar bütün hızıyla devam ediyordu. Bütün bunlar Neşe'yi acıtıyordu. 1987 yılında Ankara Hukuk Fakültesini kazandı. 1992 yılında oradan mezun oldu. Yıllar sonra SBF'ye de tekrar döndü. 1996'da da SBF'yi bitirdi. Ben 1981'den itibaren İstanbul'da tutukluydum. Neşe, bana sevecen ve umutlu mektuplar yazardı ilk yıllar. Gönderdiği iyi seçilmiş kitaplar, özene bezene yazılmış sözler ve şiirler yüreğimi serinletirdi. Arkadaşlarımla birlikte okur, sevinirdik. Giderek mektupları karamsarlaştı. Moralinin bozuk olduğunu yazdığı bir mektubuna üzülmüş, şu şiirle yanıt vermiştim: Girdap... Neşe, Hukuk Fakültesindeyken yüreğine değen bir gençle tanıştı. Evlendi, bir oğlu oldu. Adını Fırat koydular. Şimdi 5. sınıfta. Evliliği ve hamileliği hep sorunlu geçti. Hamileyken iyice kötüledi. 1993'de hastalığına şizofreni teşhisi konuldu. Neşe kız Ufak tefek güzel gözlü yürek kız adını sakın unutma gül... Tedavi gördü. Evliliği yürütemedi, 58 Ufak tefek güzel gözlü yürek kız baharı bekle bahara sakın ihanet etme... "Geçmişi, gerginliği kaşımanın ve geleceğe ipotek koymanın doğru olmadığını" söylüyordu parlamentodaki muhalefet partisinin lideri bile. Ama Neşe'nin ve daha bir çok yaşıtının hiç geleceği olmadı ki. Neşe için bahar hiç gelmedi. Mezarlık dönüşünde, tıka basa kitap ve defterle dolu kütüphanesini gözden geçirmesini söyledim kardeşine. Dün akşam aradı, şiirlerini yazıp sakladığı 200 sayfalık bir defterini bulmuş Neşe'nin. Kim bilir her sayfasında ne fırtınalar esiyordur... Onların 12 Eylül'ü her gündü, hiç bitmedi. Onların gençliği, umutları, yüreği ve hayatı 12 Eylül günlerinde kırılmış ve bir daha hiç onarılamamıştı. Hiç geride kalmamıştı baskı ve zülüm günleri. İçlerine girmiş, bilinçlerini kemirmiş dengelerini bozmuştu. Anevrizma... Tıpkı koca bir toplumun yıllar süren yasaklarla, baskı yasalarıyla, kötürüm edilmesi, üzerine ölü toprağının serpilmesi gibi... 8 Eylül 2004 sabahı durdu Neşe'nin yorgun yüreği. Gözleri zaten yumuktu günlerdir. Bir hafta önce "anevrizma" neticesinde beyin kanaması geçirmiş, pat diye düşmüştü yere. "Başım çok ağrıyor" oldu son sözleri. Şimdi Ankara'da, Karşıyaka Mezarlığında Bir buçuk metrekarelik yerinde yatıyor, amcamın kızı Neşe Aydın. Öldüğünde henüz 42 yaşındaydı ve ömrünün yarısını bile yaşamamıştı... Geride boynu bükük bir oğul, 200 sayfalık bir şiir defteri ve resimlerdeki gülüşünü bıraktı. "İki ay yatar böyle yoğun bakımda, sonra durumu belli olur," demişti doktorlar ama, asılacak bir hayatı olmadı ki hiç onun. Gözünüz aydın olsun darbeciler, diktatörler, vatan kurtarıcıları... Siz mutlu mesut yaşayın ömrünüzün sonuna dek, çok başarılı oldunuz çünkü. Kırıp söndürdüğünüz umutlar ve gencecik Son günlerde iyice kötülemişti, hayatlara, bugün bile evdekilerden çıkarıyordu hıncını. Sadece yenileri ekleniyor onun kollarındayken içinin ısındığı, Bülent Aydın yüzünün güldüğü oğlu Fırat bile, "Sen 18/09/2004 benim annem değilsin. Sen git, annem gelsin!" demişti o gün. BİA Haber Merkezi Gencecikken, alelacele kurulmuş darağaçlarında asılan yaşıtlarının urganı kadar güçlü değildi ki onun hayat bağları... Oysa yaşıtları, 12 Eylül'ün 24. yılında "darbeciler yargılansın" diye kampanya yapıyordu dışarıda. 12 Eylül günü Ankara'da yapılacak yürüyüşe hazırlanıyorlardı. 59 Barbarlar geldi Barbarlar geldi, mataralarında tuzlu su, akıllarında ölüm. Güneşin yaşamı emzirdiği gün, barbarlar geldi. Ölümün, karanlığından yurdundan, ışığın ve aklın yurduna. Barbarlar geldi yüreklerinde örümcek ağı, üniformalarında ölüm işaretleriyle. Ateşler yaktılar, anaların ağıtlarından, çocukların gülüşlerinden, dostlarımızın düşlerinden. Kitaplardan ateşler yaktılar. Zulüm yağmurları yağdı sokaklara. Çığlıkların sessizliği bozduğu şafak ertesinde, sesimizi boğmak, gülüşümüzü soldurmak, sevinç ışığımızı karartmak için. Barbarlar geldi sevdiklerimizi almak için. Aldılar! Mataralarında tuzlu su, akıllarında ölüm vardı, öldürdüler! Halkın emeğinden ve geleceğinden sermayeye cennet yarattılar. Çaldılar bizden günü, geceyi, ay aydınlık değildi gece. Unuttuk zamanı, zamansızlık içinde direndi düşlerimiz. Çocuklarımız fotoğraflarda büyüdü ve onlara görüldü damgalı mektuplar gönderdik. Daha on yedisine varmadan giydirdiler yakasız beyaz gömleği. Eylül karanlıklarıydı, teslim alınmıştı hayat ve bir kez daha yürek sularına çekildi düşlerimiz. Her şeyin altından işçiler çıkıyordu ve onlar gülmüştü bugüne dek" öyle diyordu sermaye sözcüleri. Gülme vakti sermaye sınıfına gelmişti. Önce bankaları korumaya aldı silahları. Fabrikalar kuşatıldı, tutuklandı sendikacılar, yağmalandı sendikalar. Sokaklarda tank sesleri, her yerde asker, her yer namlunun ucunda. Soluk alan yaşayan, gülüm seyen, düşünen ne varsa tutsak edilmişti. Köprüler çevrilmiş, her sokak başında kimlik kontrolü. Duvarlarda gülümsüyor kardeşlerimizin fotoğrafları, vur emriyle aranıyorlar. Her evin basılma, herkeste gözaltına alınma korkusu, erken sönüyordu lambalar. Tiyatrolar kapalı, sinemalar suskun, gazeteler sözcük sözcük denetimde. Sokaklar sessiz, camiler hınca hınç dolu. Spor salonları, okullar, cezaevleri insan, insan, insan. Zulüm makineleri durmadan çalışıyordu, telefon tellerine kuşlar konmuyor, tellere insanları bağlıyorlardı. Ama insan direniyordu ve pencerelerinde günebakan çiçeklerin olduğu evlerde işçiler, işsizler, emekçiler, kadınlar, öğrenciler, aydınlar yarını müjdeleyen bildiriler taşıyordu koyunlarında… Mehmet ÖZER 60