Dergiyi okumak için tıklayınız... - PERŞEMBE
Transkript
Dergiyi okumak için tıklayınız... - PERŞEMBE
Perşembe Atatürk Ortaokulu 2012-2013 Eğitim- Öğretim Yılı Ders Dışı Eğitim Çalışması Seçkisi İÇİNDEKİLER SUNUŞ……………………………………………………………………………………….….....2 HIRSIZ TiLKi- EYLEM ODABAŞI………………………………………………………..….…......3 NEŞE ÜLKESİ– TUĞBA ÖZYER…………………………………………….………..…..4 ÜÇ SEÇENEK– AYŞEGÜL DALGIÇ……………………………………………...……...6 ESRARENGİZ KÖMÜR– GÜLFİDAN NUR YAZICI………………………...……...8 ARKADAŞLIĞIN ÖNEMİ– TUĞBA ÖZYER…………………………………..….....10 ŞARKI YARIŞMASI– HANİFE YANIK……………………...…………….….…….…11 ÖNCE KENDİNİ SEV– AYŞEGÜL DALGIÇ………………………………..………...12 HUYSUZ İHTİYAR– MİNEL ÇARKÇI……………………………………..……….…..13 SAYFALARDAN DÖKÜLEN GEÇMİŞ– AYŞEGÜL DALGIÇ……….………....15 ABUR CUBUR– BÜŞRA BEHİCE ÖZKAPTAN…………………….……………...17 TIRTILIN HİKAYESİ– GÜLFİDAN NUR YAZICI, FUNDA TANRIVERMİŞ, BÜŞRA BEHİCE ÖZKAPTAN…………………………………………….………….......19 BULUTUMUN SIRTINDA– AYÇA NUR AKTAŞ………….…………………….…..20 YAVRU KÖPEK– GÜLFİDAN NUR YAZICI…………………………………...…...21 SESSİZ DOST– AYŞEGÜL DALGIÇ………………………………………...………...22 ARMAĞAN– EYLEM ODABAŞI……………………………………………...………...24 ÖDÜL– HANİFE YANIK………………………………………………………...………….25 UCUZ ATLATILMIŞ BİR KAZA– ÖZLEM KONTAŞ…………………..…………..27 ZÜHRE’NİN GÖZLÜĞÜ– TUĞBA ÖZYER………………………………..………....28 ZAMAN MAKİNESİ– AYŞEGÜL DALGIÇ………………………………...…………30 NALDOKA– MİNEL ÇARKÇI………………………………………………...………....32 İLKBAHAR– DOĞA ENGİN………………………………………………..…………....34 KALBİ OLMAYAN– SUDE CİĞERİM……………………………………………...….35 GERÇEK HAZİNE– EYLEM ODABAŞI……………………………………………....36 MATEMATİK DERSİNDE– AYŞEGÜL DALGIÇ…………………………………...37 ÇOCUK OLMAK– GÖRKEM KIVRAK…………………………………………….....38 GEZGİN– SUDE CİĞERİM……………………………………………………………....39 PES ETMEKTEN UZAKTA– HANİFE YANIK……………………………………. ..40 ULUSUN BAĞIMSIZLIK– NURİYE SUDE ACARTÜRK………………………..41 BİZ KİMİZ?..................................................................................................42 MİNİK KALEMLER’İN GÖZÜNDEN ………………………..………………………..44 1 Minik Kalemler’le Merhaba, Sizlere sunmuş olduğumuz bu seçki, yaklaşık sekiz aylık bir zaman dilimini içine alan yazma ve yazarlık çalışmalarımızın sadece küçük bir bölümü. Bu çalışmaya başlarken hedeflerim arasında, Türkçeyi düzgün ve etkili kullanabilen, kendini ifade edebilen, zamanı doğru değerlendirebilen; yaşadığı çevreye ve dünyada olup bitenlere duyarlı, özgün ürünler ortaya koyabilen bireyler yetiştirmek vardı. Çalışmada yer alan öğrencilerimin de çabalarıyla bu hedeflerden bazılarına ulaştık, bazılarına ulaşmada da epey bir yol aldık. Örnek metin okuma ve çözümleme ile başlayan yazma serüvenimiz, kelime çağrışım oyunları, gözlem yapma, betimleme çalışmaları, karakter geliştirme, diyalog yazma gibi etkinliklerle devam etti. Öğrencilerim, farklı yazma yöntemlerini kullanarak sokaktaki insanlardan, çuvaldaki buğdaydan, daldaki kuştan, sahildeki banktan ve elbette hayallerden yola çıktılar; türlü öyküler, masallar, şiirler, denemeler, tiyatro metinleri yarattılar. Kimi zaman içlerindekini hiç durmamacasına döktüler kağıda, kimi zaman da ilham perileri kaçtı ve duvarlarda ya da tavanda aradılar kaybettikleri kelimeleri. Ama en önemlisi içlerindeki yazma hevesi hiç yok olmadı. Tahmin edilebileceği gibi, kitap okumayı alışkanlık haline getirmiş öğrencilerimiz daha özgün ve yaratıcı ürünler oluşturdular. Böylelikle daha nitelikli yazabilmek için daha fazla kitap okumak gerektiğini de doğrulamış olduk. Çok şey öğrendik, keşfettik ve bunları yaparken de çok eğlendik. Bu yüzden Minik Kalemlerime teşekkür ediyorum. Umarım onlara biraz da olsa faydam dokunmuştur. Ve umarım onların hayal dünyasına yapacağınız bu küçük yolculuk sizleri de en az bizim kadar eğlendirir. 29.05.2013 Güneş Kılıçaslan Türkçe Öğretmeni Atatürk Ortaokulu 2 HIRSIZ TİLKİ Yaşlı bir kurt ormanda ava çıkmış, bir tane tavşan avlamış. Avıyla beraber mağarasına doğru yola koyulmuş. Mağaraya girer girmez yorgun düşüp avının yanında uyuyakalmış. Kurt oracıkta uyurken dışarıda bir tilki, tavşanın kokusunu almış ve kokuyu takip ederek mağaraya girmiş. Derin bir uykuda olan kurt onu fark etmemiş bile. Tilki de bunu fırsat bilerek avı yemiş, kurdun uyanmaya başladığını görünce de hemen oradan uzaklaşmış. Kurt uyandığında avını görememiş ve çok sinirlenmiş: “Benim yiyeceğimi çalmaya kim cüret edebilir!” diye bağırmış ve derhal hırsızı aramaya koyulmuş. Bu sırada tilki arkadaşlarıyla oturmuş sohbet ediyormuş. Onlara yaptığı hırsızlığı ballandıra ballandıra anlatıyor, dinleyen herkesin ağzının suyu akıyormuş.Tam da kurdun ne kadar enayi olduğunu söylüyormuş ki kurt onu bir vuruşta yere sermiş. Öfkeyle: “Demek sendin benim avımı yiyen hırsız. Hiç utanmıyor musun? Kendin hiçbir şey avlamıyor, hep hazıra konmaya çalışıyorsun. Böyle yaptığın sürece kimse seninle bir şeyini paylaşmaz ve aç kalırsın.” demiş. Tilki bu uyarıyı hiç dikkate almamış, yine bildiğini okumaya devam etmiş. Bir gün yine başka bir hayvanın avını çalmış ve kendi mağarasına götürmüş. Karnı çok aç olmadığı için de yemeğini akşama saklayıp biraz etrafı gezmek istemiş. O gittikten bir süre sonra yuvasına bir gelincik gelmiş. Gelincik avı yemeye başlamış, o sırada tilki aç bir şekilde yuvasına dönmüş ve gelinciğin yemeğini yediğini görmüş. Demediğini bırakmamış gelinciğe, onu yuvadan kovmuş. Büyük bir hayal kırıklığı yaşamış ve kurdun da kendisine kızmakta ne kadar haklı olduğunu anlamış. Bütün gece açlıktan ve pişmanlıktan karnına ağrılar girmiş. Eylem Odabaşı 3 NEŞE ÜLKESİ Bir varmış, bir yokmuş. İnsanoğlunun başından geçenler dağdan taştan daha çokmuş. Devlere ait bir köy varmış. Bu köyde bir kız yaşarmış, adı Ela imiş ve o da bir devmiş. Doğayla içi içe olmayı sever, günün neredeyse tamamını ormanda geçirirmiş.Çiçek, mantar, çilek toplar; hayvanların yuvalarını incelermiş. Tek arkadaşı ise yanından ayırmadığı köpeği Fındık’mış. Bir gün köpeğini yanına alarak yine ormana gitmiş. Ormanda gezerken bir ses duymuş, Fındık da sesi fark etmiş, sesin geldiği tarafa doğru koşup havlamaya başlamış. Ela da köpeğinin peşinden gitmiş. Etrafta mantardan evler varmış, her şey küçücükmüş. Burası cücelerin yaşadığı bir köymüş. Ela ve köpeğini gören cüceler korkup kaçışmışlar. Ela, korkmamaları gerektiğini, onlara asla zarar vermeyeceğini söyleyerek cüceleri ikna etmiş. Yavaş yavaş kızın etrafına birikmişler. Ela onlara kim olduğunu ve nereden geldiğini söylemiş. Cücelerin suratları asıkmış ve cüceler çok mutsuz görünüyorlarmış. Küçük kız buna bir anlam verememiş, — Neden böyle mutsuzsunuz? Buraya gelmeme çok mu kızdınız? — Hayır, biz hep böyleyiz. Burası, Mutsuzluk Ülkesi. — Nasıl yani? — Sana en başından anlatayım. Bundan seneler önce büyük dedelerimiz, bu ülkede açelya yetiştirirlermiş, açelyanın bize huzur ve mutluluk verdiğine inanırlarmış. Fakat bir gün devler, ülkemizden geçerken bu çiçeği çok beğenmişler, tohumlarıyla beraber ülkelerine götürmüşler. Açelyalar gittikten sonra ülkemizde ne huzur kalmış ne mutluluk. Herkes gülmeyi unutmuş. O zamandan beri de hiç gülen olmamış. Ben mutlu olmanın ne olduğunu bile bilmiyorum. Ama mutlu olmanın sırrı açelyadır. Bu çiçek şu anda devler ülkesinde ve biz onu geri alamıyoruz. Küçük olduğumuz için Devler Ülkesi’ne varamadan ormanda kayboluyoruz ya da oraya gitmeyi başarsak bile devlerin ayakları altında eziliyoruz. Bizim için ülkene gidip çiçeğimizi getirir misin? Ela bu teklife çok şaşırmış, biraz da saçma bulmuş anlatılanları ama minik dostlarına iyilik yapmak istiyormuş ve teklifi kabul etmiş. 4 Ülkesine varmış köpeğiyle, devlerin mağaralarından horlama sesleri yükseliyormuş. Anlaşılan hepsi de öğlen uykusundaymış . Önce kendi mağarasına gitmiş, bahçesine bakmış ama açelya görememiş. Başka bir mağaraya girmiş, mağarada bir dev uyuyormuş. Devi nazikçe uyandırmış Ela. Olup biteni deve anlatmış ve saksıda gördüğü açelyayı istemiş. Dev uykusundan uyandırıldığı için çok sinirlenmiş ve onu kovmuş. Ela’nın aklına parlak bir fikir gelmiş. Devin bahçesinden kopardığı sıradan bir çiçeği çantasına atıp düşmüş yola. Merakla kendisini bekleyen cücelere vermiş çiçeği. Hepsi sırayla koklamışlar. Yüzlerinde bir gülümseme belirmiş sonunda. En yaşlı cüce : —- Teşekkür ederiz, bize mutluluğu getirdin. Ela dayanamayıp gerçeği söylemiş: — Size mutluluk veren şey bu çiçek değil. Hatta elinizdeki çiçek açelya bile değil, sıradan bir çiçek. Eğer açelya hakkında söyledikleriniz doğru olsaydı benim ülkemde kimse mutsuz olmazdı. Siz mutlu olmayı çok istediğiniz için mutlusunuz. Size gereken sadece bir bahaneydi. Bu olaydan sonra cüceler gülmeyi ve mutlu olmayı yeniden öğrenmişler ve ülkelerinin adını Neşe Ülkesi olarak değiştirmişler. Tuğba Özyer 5 ÜÇ SEÇENEK Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde küçük bir kasabada mutlu bir şekilde hayat süren bir halk varmış. Bu halkın tek sıkıntısı fakirlikmiş. Ama birbirlerine destek olarak onun da üstesinden gelmeyi başarıyorlarmış. Kasabada, küçük ve ahşap bir evde bir anneyle kızı yaşıyormuş. Kız henüz dokuz yaşında olmasına rağmen son derece akıllı ve bilgiliymiş. Kasabanın bilgesiymiş. Tek hayali daha büyük bir yerde bilgelik yapmakmış. Bu kasaba ona çok küçük geliyormuş, sıkılıyormuş. Dolunayın çıktığı bir yaz akşamı, sokakta yürüyormuş. Arkasında yoğun bir ışık hissetmiş. Dönüp baktığında çok şaşırmış. Bembeyaz ışıklar içinde, çok güzel bir peri duruyormuş karşısında. Peri konuşmaya başlamış: “Benden korkma, buraya seni mutlu etmeye geldim. Sana üç seçenek sunacağım: Çok zengin olmak mı, çok güzel olmak mı yoksa büyük bir şehirde yaşamak mı istersin?” Bilge kız üçüncü seçeneği seçtiğini söylemeye hazırlanıyormuş ki peri hemen atılmış: “Bak küçük kız, büyük bir şehirde yaşamak istediğini biliyorum ama onu seçersen diğer ikisinden ömür boyu mahrum kalacaksın.” Kız bunları duyunca biraz kararsız kalmış, güzellik de zenginlik de herkesin istediği şeylermiş, ama büyük bir şehirde yaşamak da onu her şeyden daha çok mutlu edecekmiş. “Senin işini daha da kolaylaştırayım. Her bir durumda birer saat geçir ve sonra kararını ver.” demiş peri. Küçük bilge kabul etmiş. Derken üç kapı açılmış, ilk kapıdan girmiş. Büyük bir sarayda zengin bir prenses olmuş. Herkes ona itaat ediyor, her dediği yerine getiriliyormuş. Ama sorulan sorulara cevap veremiyor, aptal aptal bakınıyormuş. Üstelik çok da çirkinmiş. Kız hemen o durumdan çıkmak istemiş, peri onu oradan alıp ikinci kapının önüne getirmiş. Kapıdan girer girmez karşısında bir ayna görmüş, kız o kadar güzelmiş ki … Böylesine güzel bir kız olmak çok hoşuna gitmiş. Ona bakanlar büyülenip kalıyorlarmış , göz kamaştırıcı bir güzellikmiş bu. Birden yağmur bastırmış, gidebileceği bir evi olmadığını, yiyeceği bir kap yemeğinin bulunmadığını fark etmiş. Üstelik yağmur yağarken bir yerlere sığınıp ıslanmamayı bile düşünemeyecek kadar aptalmış. Hemen periyi çağırıp yardım istemiş. Peri onu üçüncü ve son kapının önüne getirmiş. 6 Kendini bir koltukta otururken bulmuş. Etrafında ona soru soran, akıl danışan birçok insan varmış. Tüm soruları yanıtlamış, sonsuz bir bilgi dağarcığı varmış. Herkes gittikten sonra acıktığını fark etmiş. Ama yiyecek bir lokma yemeği yokmuş. Bitkin düşmüş,doğru düzgün düşünemez olmuş ve aynaya baktığında ise çirkin bir cadıya benzediğini görmüş. Bu durumdan da çıkmak istemiş bir an önce. Peri ve kız ilk karşılaştıkları sokaktalarmış şimdi. Bilge kız, periye: “Hiçbir seçenekten hoşlanmadım. Seçeneklerin hiçbiri bir diğeri olmadan işe yaramıyor. Güzellik ve zenginlik aptal olduğum sürece beni mutlu etmez. Yeterince beslenemezsem de bilgelik yapamam. En iyisi ben olduğum gibi kalayım.” demiş. Ayşegül Dalgıç 7 ESRARENGİZ KÖMÜR Bir varmış bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde köyün birinde yoksul bir kadın yaşarmış. Fatma kırk yaşlarında, yalnız yaşayan bir kadınmış. Birkaç sene önce ölmüş olan annesi, hayattayken başkalarının tarlalarında çalışıp kızına da kendine de bakarmış. Ama annesi ölünce Fatma bir dilim ekmeğe muhtaç kalmış. Komşularının yardımıyla geçiniyormuş. Bir gün, yiyecek istemek için yine yan evdeki komşusu Zeliha’nın kapısını çalmış. Zeliha, Fatma’yı kapıda görünce suratını asmış çünkü Fatma’nın çalışıp da kendini geçindirmek için hiçbir çabası yokmuş, verilen işi beğenmez, alacağı ücreti az bulurmuş. İnsanların ona acımasından faydalanıp başkalarına el açarak yaşamayı artık huy edinmiş. Komşu kadın da bu durumdan bıktığı için, “Kusura bakma fakat bizim durumumuz da belli, ekmeği bile zor buluyoruz. Milletin kapısında çalışmasam onu da bulamayız.” diyerek Fatma’ya kapısını kapatmış. Fatma biraz utanır gibi olmuş ama fazla da ciddiye almamış bu sözleri. Kös kös evine dönmüş. Önceki günden kalan peynirle ekmeği yemeye başlamış. Birdenbire karşısında duran sincabı fark etmiş, eve giren sincabı süpürgeyle kovmaya kalkmış. Sincap, “Dur, beni kovma. Ben iyi bir sincabım. Eğer bana zarar vermezsen senin hayatını değiştirebilirim.” diyince şaşkınlıktan eli ayağı tutmamış Fatma’nın, kalakalmış. Sincabın konuşmasına mı şaşırsın yoksa hayatını değiştirecek olmasına mı bilememiş. Bir süre sonra korkusu geçmiş ve korkunun yerini merak almış: “Nasıl değiştirecekmişsin hayatımı? Anlat bakalım.” demiş sincaba. O da anlatmış, “Bugün arkadaşlarımla sohbet ederken kulağıma bir laf geldi, hani şu karşıda bir dağ var ya, işte onun arkasında Kristal Mağara dedikleri bir yer var. O mağaranın en derin yerinde bir elmas varmış. Fakat bizim bildiğimiz elmaslardan değilmiş. O elması eline alan kişi iyi biriyse elmas onu zengin edermiş fakat kötü bir insanın eline geçerse kömüre dönüşür, o kişiye de uğursuzluk getirirmiş. İşte bunları duydum ve köyün en yoksulu olduğun için sana geldim.” Fatma kadın elması almayı kafasına koymuş. “Kimseye bir kötülüğüm yok, iyi bir insanım. Elmas beni zengin edecek.” diye geçirmiş içinden ve 8 hemen yola koyulmuş. Az gitmiş, uz gitmiş. Derelerden sel gibi, tepelerden yel gibi gitmiş. Sonunda Kristal Mağara’nın girişine gelmiş. Hava da kararmaya başlıyormuş artık. Fatma biraz korkuyormuş çünkü mağara çok ürkütücü görünüyormuş. Mağaranın içinden yarasa sesleri geliyormuş. Bütün cesaretini toplayıp mağaranın derinliklerine doğru ilerlemeye başlamış. Mağara derinleştikçe kararacağına gitgide aydınlanmaya başlamış. Bir de ne görsün? Işık saçan bir elmas duruyormuş yerde. O kadar parlakmış ki Fatma’nın gözleri kamaşmış. Dirseğini gözüne siper ederek elması olduğu yerden alıp heybesine koymuş. Hızla mağaradan çıkmış, biraz yürümüş. Heybesindeki elması bir daha görmek istemiş, elması heybeden çıkarmış ama elmas artık bir kömür parçasıymış. Çok sinirlenen Fatma elindeki kömürü hırsla fırlatmış ve evine dönmüş. Aynı gün, odun toplamaktan dönen Zeliha’nın gözüne otların arasında duran kapkara bir taş parçası ilişmiş. Zeliha biraz inceledikten sonra yerde duran şeyin bir parça kömür olduğunu anlamış. Kömürü de yanına alarak evinin yolunu tutmuş. Sırtındaki odunları yere yığdıktan sonra eve girip biraz dinlenmek istemiş. Cebindeki kömür parçası gelmiş aklına, cebinden kömür çıkacağını zannederken parıl parıl bir elmas çıkmış. Zeliha’nın artık çok zengin olduğuyla ilgili haberler yayılmaya başlamış köyde. Fatma çok geçmeden durumu anlamış, “Fırlatıp attığım kömürü buldu demek ki.” diye düşünmüş. Fatma, hayatını gözden geçirip elmasın neden kendi elindeyken kömüre dönüştüğünü düşünmüş. Aslında cevap ortadaymış, hep başkalarının yardımını beklemek yerine kendi emeğiyle kazanmanın daha doğru olduğunu anlamış sonunda. Gülfidan Nur Yazıcı 9 ARKADAŞLIĞIN ÖNEMİ Liza çok hırslı bir kediydi, en yakın arkadaşı Haylaz kadar hızlı koşmak istiyor, zamanının çoğunu koşu antrenmanı yaparak geçiriyordu. Fakat Haylaz’ın bir köpek olduğunu bilmesine rağmen, kedilerle köpeklerin aynı özelliklere sahip olmadığını bilmiyordu. Bir gün ormanlar kralı aslan, bütün hayvanları topladı ve bir duyuru yaptı: Büyük bir koşu yarışı yapılacaktı, yarışa katılmak isteyen hayvanların adlarını katılacaklar listesine yazmaya başladı: Ayı Yogi, Arı Maya, Köpek Haylaz, Kedi Liza… Ertesi gün yarışmacılar alana toplandılar, herkes yerini aldı ve yarış aslanın kükremesiyle başladı. Ayı Yogi aşırı kilosundan dolayı hemen yoruldu ve pes etti. Arı Maya ise uçarak yarıştığı için diskalifiye edildi. Maymun, zürafa ve filin de elenmesiyle geriye sadece Haylaz ve Liza kaldı. Ama Haylaz o kadar hızlı koşuyordu ki Liza ona bir türlü yetişemedi. Haylaz rakibini çok gerilerde bırakarak yarışı kazandı. Liza bu duruma çok içerledi ve çok üzüldü, akşama kadar ortalıklarda görünmedi. Haylaz, arkadaşını çok merak etti ve nihayet meşe ağacının altında gökyüzünü seyrederken buldu onu ve şöyle dedi: — Üzülme, başka bir sefer de sen kazanırsın. — Ama ben bu yarışı kazanmak için çok çalıştım, her gün kilometrelerce koştum. Sen hiçbir çaba göstermeden birinci oldun. — Benim kadar hızlı koşamıyor olabilirsin ama ben de senin yapabildiklerini yapamıyorum. Mesela sen şu meşe ağacına çok rahat bir şekilde tırmanabiliyorsun ama ben tırmanamam. Lütfen üzülme. — Haklısın. Yine hırsıma yenik düştüm. Senin gibi bir arkadaşım olduğu için çok mutluyum. Umarım arkadaşlığımız sonsuza dek sürer. Liza bu dileğini söylerken gökyüzünde bir yıldız kaydı, birbirlerine gülümseyip dostlukla sarıldılar… Tuğba Özyer 10 ŞARKI YARIŞMASI Güneşli bir gün serçe herkesi meydana toplamış ve “Bugün sizlere şarkı söyleyeceğim.” demiş. Bütün hayvanlar buna çok sevinmişler,başlamışlar serçeyi dinlemeye. Serçe büyük bir keyifle şarkısını söylemiş, sesi gerçekten de güzelmiş. Şarkısı bitince herkes onu coşkuyla alkışlamış .Serçe buna çok sevinmiş ve artık her gün hayvanları toplayıp şarkı söylemeye başlamış. Hayvanlar serçenin sesini çok beğeniyorlarmış ama serçe gün geçtikçe şımarıyor ve bencil, kendini beğenmiş bir kuş oluyormuş. Karşısına çıkan herkesi küçümsemeye başlamış. Diğer hayvanlar buna çok üzülüyorlarmış ve artık serçenin şarkılarını dinlememeye karar vermişler. Ama serçe hayvanların tavrını anlamıyor, kimi görse durdurup ona şarkı söylemeye çalışıyormuş. Bunu durdurmanın zamanının geldiğini düşünen tilki: “Bence serçe artık bu ormandan kovulmalı” demiş. Baykuş bu fikri pek beğenmemiş. “Benim çok daha iyi bir fikrim var. Bir şarkı yarışması düzenlersek ve biri serçeyi yenerse işte o zaman kibirli davranmayı bırakır. Ama sesi ondan daha güzel olan bir hayvan lazım bize.” demiş. Ormanda utangaç bir bülbül varmış, sesi serçeden çok daha güzelmiş ama çok utangaç olduğu için bunu herkesten gizlermiş. Fakat arkadaşlarına yardım etmek için elinden geleni yapmaya karar vermiş. Bülbül utana sıkıla: “Ben serçeyi yenebilirim.” demiş. Baykuş: “Sesinin güzel olduğunu biliyordum, demek sabahları sessiz sessiz öten kuş sendin. O halde yarınki yarışma için bütün hayvanları davet edin. Serçe zaten bu yarışmayı kaçırmayacaktır.” demiş. Ertesi gün yarışmanın yapılacağı meydanda bütün hayvanlar toplanmış. Bülbül ve serçe de oradaymış. Serçe: “Seni yeneceğime adım gibi eminim, boşuna zahmet etmişsin.” demiş. Bülbül cevap vermemiş. Baykuş yarışmayı başlatmış. Serçe çıkmış ve şarkısını söylemiş, güzel söylediği için alkışlayanlar da olmuş tabii. Sıra bülbüle gelmiş, bülbül de şarkısını söylemiş ama bu kez tüm hayvanlar büyülenmiş gibi seyretmişler. Şarkı bitince alkıştan yer gök inlemiş. Serçe bile bülbülün sesinin güzelliğinden etkilenmiş. Kendini beğenmişlik yaptığı ve şımarık bir şekilde davrandığı için çok utanmış. Bütün hayvanlardan özür dilemiş, onlar da serçeyi affetmişler. Hep beraber bir şarkı söyleyerek olanları unutmaya karar vermişler… Hanife Yanık 11 ÖNCE KENDİNİ SEV Yüksek dallara zıplayan maymunların, birbirinden güzel kuşların, uzun boyunlu zürafaların ve daha onlarca canlının yaşam sürdüğü kocaman bir orman vardı. Bu ormanda küçük bir kirpi yaşardı. Arkadaşları gülüp oynarken, üzgün bir ifadeyle otların arasında dolaşır ve çoğunlukla da yuvasından çıkmazdı. Küçük kirpi dış görünüşünü beğenmiyordu. Aynaya bakmaktan nefret ediyor ama yine de sık sık aynadaki yansımasına bakıp içleniyor, sinirleniyor, hırsla: “Bu büyük bir haksızlık! Ormandaki herkesin güzel bir yanı varken bana verilen tek özellik çirkinliğim…” diyerek sızlanıyordu. Küçük kirpinin yuvasından çıkmadığını ve yalnızlığını fark eden bir kuğu, bir sabah onu yuvasında ziyaret etmeye karar verdi. Yuvanın ağzına gidip kirpiye seslenmeyi düşünüyordu ki seslenmesine gerek kalmadan, kirpi onun geldiğini anlamış ve dışarı çıkmıştı bile. Kuğu: “Niçin hiç yanımıza gelmiyorsun? “dedi. Kirpi küskün bir şekilde: “Hıh! Sana basit bir örnek vereyim mi kuğu? Ben senin buraya geldiğini hemen fark ettim çünkü çok güzelsin. Ben ise bir iğne yığınının tekiyim.” “Böyle düşünmen beni çok üzdü.” “Niçin üzecekmiş ki? Güzel değil misin? Güzelsin. Herkes sana saygı duyuyor, seni görünce büyüleniyor.” “Dış güzellik geçicidir ancak seni sen yapan özelliklerin bir ömür seninle yaşar. Kendinle barışık olursan ne kadar güzel bir hayvan olduğunu anlayacaksın. Benim görüntüm çok güzel olabilir ama aynı zamanda iyi bir kuğu olmasaydım güzelliğimin hiçbir önemi olmayacaktı. Bunu sakın unutma. Hem dikenlerinin çirkin olduğunu da nerden çıkardın? Küçücük gözlerin ve burnunla o kadar sevimlisin ki…” Kuğunun sözleri küçük kirpiyi derinden etkilemişti, yuvasına dönüp bir süre düşündü. Aynasını eline alıp tekrar baktı kendine. Bu seferki görüntü öncekilerden çok farklıydı. Sevimli, minik burunlu bir kirpi duruyordu karşısında. Kendine haksızlık ettiğini anladı o an. Küçük kirpi kendini sevmeyi öğrendikten sonra dünya ona çok daha güzel görünmeye başladı. Ayşegül Dalgıç 12 HUYSUZ İHTİYAR Bir kış sabahına yine ondan yakınarak başladım. Başka işim yok gibi. Bahçeden gelen bağırışları neredeyse iki sokak öteden duyuluyordu . Bu kadının sesini duymaktan bıktım ama o beni her gün, olur olmaz şeyden dolayı azarlamaktan bıkmadı bir türlü. Feryatlarımı duyan annem gülerek : “Aldırma, yaşlı bir kadın o.” dedi. Annemin savunmasına cevabım hazırdı : “Her gün azarlamaktan bıkmadı ama!”. Dışarı çıktım ama keşke çıkmaz olaydım. Sokakta da rahat yok. Hiç durur mu bizimki, hemen beni yanına çağırdı. “Ne oldu? “ dedim. “Ben çok yaşlıyım, 80 yaşındayım. Şuraları süpürüver.” Çok sinirlendim ama benden istediği şeyden dolayı değil, bana emir verir gibi konuşması beni deli ediyordu. Sonra aklıma annemin söyledikleri geldi: “ “Pekiyi” dedim. Çarçabuk süpürüverdim. “Süpürdüm, işim bitti.” “İyi.” Teşekkür etmek de yok. Allah’ım, deli eder bu kadın insanı. Neyse ki bu sefer yaptığım işi beğenmişti. Bu da iyi bir şey. Eve gittim. Ertesi sabah kalktığımda saate bakayım dedim, tam da Pakize teyzenin ekmek aldırmak için beni fırına yollama saati. Eyvah! Kapıyı, pencereyi sıkı sıkı kapattım, perdeyi çektim. Aman beni görmesin, ben de onu görmeyeyim. Ne de olsa bu kadının on tane gözü var. 13 Yatağıma yatıp biraz daha uyumaya çalıştım. Bu kez de annem rahat vermedi: — Hadi kızım, kalk artık! — Kalkmak istemiyorum! — Kalk da ekmek al. — Ne, hayır! — Ne demek hayır, kahvaltını ekmeksiz yapacaksan ben bilmem. Oflaya puflaya dışarı çıktım. Çıkmayıp da ne yapacağım? ‘’Pakize teyze karşıma çıkmasın’’ diye duamı da esirgemiyordum tabii ki. Ama eksik kalır mı? Hemen arkamda beliriverdi sağ olsun. Onu atlatmak için biraz oyalandım. Beni görmeden geçti yanımdan. “Kurtuldum” diyecek oldum, bir baktım karşıdan karşıya geçmeye çalışıyor, ilerden de son hızla bir araba geliyor. Hemen fırladım, kolundan çekip kaldırıma çıkardım. Ben teşekkür beklerken o bana bağırmaya başladı, gören de onu öldürmeye çalıştım zannedecek. Yaptığım iyiliği anlamamıştı ama olsun bunu onun gözüne sokmayacaktım ya. Hiçbir şey demeden yanından uzaklaştım, dönüp baktığımda hala parmağını sallayarak beni azarlamaya devam ediyordu. Komiğime gitti, güldüm. Biraz da acıdım ona. Keşke daha hoşgörülü, güler yüzlü ve daha az huysuz olabilseydi. Ne iyi anlaşırdık o zaman... O gün ben de biraz büyümüştüm galiba, hoşgörü denen şey büyüdükçe artıyor olmalı. Artık beni anlamasa da ona iyi davranıp dediklerini eksiksiz yapmaya karar verdim. Minel Çarkçı 14 SAYFALARDAN DÖKÜLEN GEÇMİŞ Yaşlı adam usulca eski kitaplarına yaklaştı. Önünde sadece dört tane kitap duruyordu. Kitapların üstü tozla kaplıydı. Eğildi, eline gelen ilk kitabı aldı. “Sefalet” yazıyordu kapağında. Arka kapağı, küçük bir farenin kendi gibi küçük dişleriyle kemirilmişti. Fakat yazar için bunun bir önemi yoktu. Ön kapağı birkaç kez üfledi ve ardından hafifçe öksürdü. Kitabın ilk sayfasını açtığında sanki suratına bir şeylerin çarptığını hissetti. Bu çarpan şeyler elindeki kitabı yazarken yaşadığı acı tatlı anlardı. Seneler öncesine döndü. 25 yaşlarında bir delikanlıydı. Tabii o zamanlar henüz saçlarına ak düşmemişti. Delikanlı, üzerindeki yamalı kıyafetleri süzdükten sonra eski tahta masaya oturup kağıtları eline aldı. Önüne koydu. Yaklaşık beş sene önce tüm ailesini, varını yoğunu kaybetmişti. Geriye sadece tek bir oda, eski birkaç kıyafeti, kağıtları ve mürekkebi kalmıştı. Ama zaten kağıtları ve mürekkebi ona yeterdi. Birden hızlı hareketlerle yazmaya başladı. Aslında pek de okunaklı olmayan bir el yazısı vardı. Uzun süre yazdıktan sonra başını kaldırıp saate baktı, sonra da yazdıklarına. Midesi acıkma sinyalleri veriyordu. Ayağa kalkıp küçük tel dolabın önüne geçti. Bakındı. O zamanki her yazar gibi sefalet içindeydi. Bir parça ekmek koparıp masasının başına döndü. Yazdı, yazdı, yazdı… Aradan günler geçti, kitabı bitmişti. Sıra bu kitabı bastırmaktaydı. Kitabın ismi “Sefalet” olacaktı. Çünkü halkın sefaletini anlatan güzel bir roman yazmıştı. Romanını kırtasiyede çalışarak biriktirdiği parayla bastıracaktı. Kitabını bastırdı. Henüz mürekkebi kurumamış kitaplarını gereken anlaşmaları yaparak satışa çıkardı. “Sefalet” dönemin şartlarını en iyi anlatan ve hatta toplatılma tehlikesi geçirdikten sonra daha da ünlenen bir 15 eser olmuştu. Yaşlı adam elindeki kitabı kucağına koyup ikinci kitabı olan “Kuru Gözyaşları” nı aldı eline. Bu kitap ona şimdi çok yabancı geliyordu. Genç yazar bu kitabı yazarken tüm halkın dilindeydi. Ün sahibiydi artık ve ona yetecek kadar parası da vardı fakat niye bütün bunlara karşın “Kuru Gözyaşları” diye bir kitap yazmıştı? Kazandığı para onu mutlu etmeye yetmemişti çünkü. Mutsuz, yalnız bir adamı anlatıyordu bu roman. Bir önceki kitap gibi bunu da kucağına koydu yaşlı yazar. Hareket etmeden durmak sanki onu yormuştu, kucağındaki kitapları masaya bırakıp biraz dolaştı odada. Ardından sıra üçüncü kitaba geldi, yazarken en çok keyif aldığı romanı buydu. Tekrar eskiye, 35 yaşına gitti. Yazacağı üçüncü kitabında öncekilerden farklı bir konuyu işlemeyi düşünüyordu. Masasının başına oturdu, tahta masasından vazgeçmemişti asla çünkü ilginç bir bağ vardı bu masayla arasında. Mürekkebe yöneldi, yazmaya başladı. Kitabındaki baş karakter Sevda adında genç bir kadındı. İki çocuğuyla yaşam mücadelesi veren bir kadın. Genç adam bu kitabı yazarken sık sık Sevda’yı düşündü, düşünürken de bu, olmayan kadına aşık oldu. Bir roman karakterine aşık olmak ona da garip geliyordu ama Sevda beline kadar inen kıvırcık saçlarıyla, kahverengi gözleriyle sanki usta bir heykeltıraşın ellerinden çıkmışçasına güzel ve zarifti. Sevda hiç kimseye muhtaç olmayı sevmeyen, kendi ayakları üzerinde duran bir kadındı. Belki de yazarı, güçlü bir kadın olması etkilemişti. Ama Sevda, yazara ait bir hayal ürünüydü neticede. Şimdi elinde son kitabı vardı yaşlı yazarın. Bu kitabın basıldığı tarihte 45 yaşındaydı. Uzun yıllar bir iki şiir dışında bir şey yazmamıştı. Eski şiirlerine yenilerini de ekleyerek bir şiir kitabı çıkarmaya karar verdi. Gayet zor bir işti, ha deyince şiir yazılmıyordu ya. Haftalarca sokakları, denizi, insanları, ağaçları gözlemledi. Ve tabii Sevda’yı da düşündü. Kitabı okuyanlar “Kim bu Sevda?” diye soruyordu kendi kendine. Yaşlı yazar son kitabını da masaya bıraktı. Gülümsedi, Sevda’ya olan aşkının bir tür yazarlık hastalığı olduğunu düşünüp unutmuştu onu yıllar önce. Derken gözünden bir damla yaş yuvarlandı, şimdi ne Sevda önemliydi onun için, ne para , ne şu, ne bu… Her zamanki gibi yapayalnızdı. Nereye kadar sürecekti bu yalnızlık bilmiyordu. Kafasını çevirip saate baktı, gece yarısını geçiyordu. Yatağına uzandı ve anılarıyla tatlı bir uykuya daldı… Ayşegül Dalgıç 16 ABUR CUBUR Sabah olmuştu, Zeliş hala derin bir uykudaydı. Bir süre sonra kuşların cıvıltısıyla uyandı. Annesi kahvaltıyı hazırlamıştı bile. Saate baktığında okula geç kalmak üzere olduğu gördü. Okul kıyafetini dolabından çıkardı, üstünü giyip kahvaltı masasına oturdu. Kahvaltıda fazla oyalanmıştı. Saat 9.00 olmuş ve şimdiden ilk derse yirmi dakika gecikmişti. Çantasını yüklenip okulunu yolunu tuttu. Sınıfa girdi. Öğretmen: — Neden geç kaldın Zeliş? — Uyanamadım öğretmenim. Akşam izlediğim film çok geç bitti. — Pekiyi, şimdi yerine otur ve tahtadaki işlemleri defterine yap. Bundan böyle de erken yatıp erken kalkarsın. Aheste aheste yerine oturdu. Kısa bir süre sonra teneffüs zili çaldı. Kafasını sıraya koyup biraz daha uyumak istedi. İkinci dersin zili çalmış, öğretmen derse girmişti ancak o hala uyuyordu. Öğretmeni sinirlenmişti ama onunla hiç ilgilenmedi, derse devam etti. Sıra arkadaşı Yağmur, Zeliş’i uyandırdı ve bütün sınıf onun bu haline güldü. Arkadaşlarının alayları eve dağılma vaktine kadar sürdü. Yağmur ve Zeliş birlikte gidiyorlardı çıkışta. Okulun yakınındaki marketten gazoz, cips ve çikolata aldılar, bir yandan atıştırıp bir yandan da konuşarak ilerliyorlardı. Yağmur’un evinin kapısında vedalaştılar, Zeliş’in de az bir yolu kalmıştı. Kapıyı çaldı, kapıda onu karşılayan annesi : — Yemek hazır. Kıyafetini değiştir dolabına koy, ellerini yıka ve sofraya gel. — Yemekte ne var? — Çorba, bulgur pilavı, yoğurt ve salata Zeliş yemekleri pek beğenmeyerek : — Bu kadar mı? Pekiyi, ben yemek yemeyeceğim. Zeliş’in bu sözlerine annesi öfkelendi: — Nedenmiş o ? — Çünkü tatlı yok, çikolata yok, bu nasıl yemek! Annesine çıkıştıktan sonra odasına gitti. Babası da o sırada anahtarıyla kapıyı açmış eve giriyordu. — Ne oluyor bu evde, sesiniz dışarılara kadar geliyor? diye merakla ve biraz sinirli bir şekilde sordu karısına. — Kızına bir şey söyle, yemek yemeyecekmiş. İstediği yiyecekler yokmuş! 17 İstediği yiyecekler de abur cubur! — Ben şimdi onunla konuşurum, sıkma canını.” Babası, Zeliş’in odasının kapısını çaldı ve içeri girdi: — Kızım, neden anneni üzüyorsun? Doğru düzgün beslenmezsen hasta olursun biliyorsun. Hadi hem annenden özür dile hem de gel bizimle sofraya otur. Zeliş babasına bir şey demedi ve gidip sofraya oturdu. Davranışından dolayı annesinden özür diledi. Sofrada pek bir şey yemedi, biraz karnı ağrıyor ve midesi bulanıyordu. Yemekten sonra ise karın ağrısı iyice şiddetlendi, kendini çok kötü hissediyordu. Bunu fark eden ailesi onu hastaneye götürdü. Doktor muayeneden sonra Zeliş’in annesine dönerek: — Akşam ne yedi? — Neredeyse hiçbir şey. — Çikolata veya tatlı gibi bir şeyler? — Yemedi. Zeliş kısık bir sesle itiraz etti: —Evet, yedim. Annesi biraz şaşırdı: — Ne zaman yedin bunları? — Eve gelirken yolda yedim, çikolata, cips ve gazoz aldım bakkaldan. Bu arada içeri Yağmur ve ailesi de girdiler, Yağmur da tıpkı Zeliş gibi rahatsızlanmış , o sebeple gelmişti hastaneye. İkisinin de bol miktarda abur cubur yemekten mideleri bozulmuştu. Doktor reçetelerini yazdıktan sonra iki arkadaşı da uyardı: — Büyüme çağındasınız, ihtiyacınız olan cips, çikolata değil. Meyve, sebze yemeyi asla ihmal etmeyin. Sağlıklı ve dengeli beslenmeye özen gösterin. İkiniz de akıllı kızlarsınız. Zeliş ve Yağmur biraz utandılar . Ardından doktora teşekkür ederek, aileleriyle beraber hastaneden ayrıldılar. Büşra Behice Özkaptan 18 TIRTILIN HİKAYESİ İlkbahar mevsiminin cıvıl cıvıl, mis kokulu günlerinden biriydi. Ozan o gün Fen ve Teknoloji dersinden bir ödev almıştı. Ödevin konusu ise “Tırtılın Kelebeğe Dönüşümü” idi. Ozan bu ödevi tek başına yapmayacaktı, en iyi arkadaşı ve komşusu olan Ali ile beraber yapacaklardı. Cumartesi günü Ali, Ozanlara gelecek ve bahçeye çadır kuracaklar, bir sürü tırtıl toplayıp kavanozun içine koyacaklar sonra da onları gözlemleyeceklerdi. Beklenen gün gelip çattı. Ali geldikten hemen sonra bahçeye, Ozan’ın en sevdiği ağacın altına, kurdular çadırlarını. Beraberce tırtıl armaya başladılar ama sandıkları kadar kolay değildi bu iş. Uzun aramalardan sonra yerdeki yaprakların arasında bir tane tırtıl bulabildiler. Bir süre incelediler onu, evirdiler çevirdiler ama bu tırtılın bir kelebeğe dönüşebileceğine pek de inanamadılar. Tırtılı kavanoza koydular, kavanozun içine de biraz ot ve birkaç yaprak yerleştirdiler. Çadıra girdiler ve tırtılı izlemeye başladılar. Tırtılda herhangi bir hareket yoktu, sadece kavanozdaki yaprakları büyük bir iştahla yiyordu. Koza örmeye pek niyeti yok gibiydi. Vakit bayağı ilerlemişti, Ali evlerine döndü. Kavanoz o gece Ozan’da kalacaktı. Ertesi gün yine bir araya geldi iki arkadaş, Ozan artık sabırsızlanmaya başlamıştı, tırtıllarla ilgili bilgi edinmek için birkaç kitap getirmişti Ali. Birlikte o kitapları okudular, kitaplara bakılırsa tırtılın kelebeğe dönüşümü öyle hemen oluverecek bir durum değildi. Kozasını ördükten sonra dönüşümünü tamamlaması için tırtılın birkaç haftaya ihtiyacı vardı. Bu bekleme işi ikisini de hayal kırıklığına uğrattı. Ama o sırada tırtılın kozasını örmeye başladığını fark ettiler. Çok heyecanlanmışlardı. Nihayet koza tamamlandı. Şimdi haftalarca nasıl bekleyeceklerdi? Ama sabırlı olmaları gerekiyordu, Ali Ozan’a sabırlı olmanın ve beklemenin de güzel yanları olduğunu söyledi. Bir iki hafta boyunca kozada herhangi bir hareket olmadı. Üçüncü haftanın ortalarına doğru bir sabah, Ozan okula gitmeden önce tırtılı kontrol etmek için çadıra uğradı. Kozada bir hareketlenme gördü, hemen 19 Ali’yi çağırdı ve kozanın yırtılışını, içinden güzeller güzeli yemyeşil bir kelebeğin dışarı çıkışını hayranlıkla izlediler. Kavanozu da alıp okula gittiler. Öğretmenlerine gösterdiler, sunumlarını yapıp arkadaşlarına da bilgi verdiler. Öğretmen her ikisine de tam not verdi. Teneffüs zili çalar çalmaz okul bahçesine çıkıp kavanozun kapağını açarak kelebeği serbest bıraktılar, kavanozun dışına çıkan kelebek özgürlüğün verdiği mutlulukla kanat çırparak uzaklaştı. Gülfidan Nur Yazıcı - Funda Tanrıvermiş Büşra Behice Özkaptan BULUTUMUN SIRTINDA Her sabah bakarım gökyüzüne, Seçerim bir bulut. O benim bulutum olur, Benim eğlence dolu bulutum. Gülümser hep bana, Sonra atlarım onun sırtına. Beraber gökyüzüne yükseliriz Her yeri görürüz yukarıdan. Evlerin çatılarında martılar, Yanımızdan geçen uçaklar… El sallarım onlara Coşkuyla, mutlulukla… Severim ben bulutumu, Yatarım onun sırtına, Güneşlenirim biraz Derken eve gitme vakti gelir. Girerim penceremden odama Teşekkür ederim ona Sarılırım yumuşacık gövdesine Uğurlarım onu usulca. Ayça Nur Aktaş 20 YAVRU KÖPEK Güneşli bir gündü. Kardeşimle beraber evimizin arka bahçesinde oyuna dalmıştık. Bir süre sonra yanımıza küçük bir köpek yavrusunun geldiğini gördük. Çok sevimli bir yavruydu, fakat topallıyordu. Dikkatli baktığımızda zavallının ön ayaklarından birinin ezilmiş olduğunu ve kanadığını fark ettik. Küçük köpeği alıp anne ve babamızın yanına gittilk. Annem şaşkın: ‘’Bu köpek yavrusu da nereden çıktı? Ne kadar da tatlı! Ama patisi incinmiş. Bu yavru köpecik açtır da şimdi. Kızlar gelin de ona biraz süt verelim. Sonra da bir veterinere götürürüz. Ama biz yine de önce şu patisini temizleyip sargı beziyle bir saralım. ‘’ dedi. Kardeşim: ‘’ Peki, veterinere götürdükten sonra ne yapacağız? diye sordu. Hemen söze atıldım : ‘’Biz ona bakarız. Bizde kalsın ne olur…’’ Bunları söylerken bir yandan da babama bakıyordum. Babam : ‘’Bakın kızlar, bir hayvana bakmak, onun ihtiyaçlarını karşılamak sanıldığı kadar kolay bir iş değildir. Özellikle de bir köpeğe bakmak çok zordur. Bir kere köpeği temiz tutmanız gerekiyor, yoksa kirlenir ve eve hastalık getirir.Her gün düzenli olarak yemeğini, suyunu vermeniz gerekli. Ve bahçemiz küçük olduğu için burası ona yetmez, onu dışarı çıkarıp gezdirmeniz, yürüyüşe çıkarmanız da gerekir. Hem buralarda çok kedi var, köpekler de kedilerle pek anlaşamazlar. Sürekli havlarsa komşularımızı da rahatsız etmiş oluruz, kendimiz kadar etrafımızı da düşünmeliyiz.’’ dedi. Biz babamla bunları konuşurken annem yanımıza gelip : ‘’Hadi, veterinere gitmiyor muyuz?’’ dedi ve yola koyulduk. Kısa bir süre sonra veterinere vardık. İçeride genç bir kız vardı, meğer veterinermiş. Yavru köpeği incelemeye başladı. Üzgün bir şekilde: ‘’ Bu köpeğin ayağı incinmiş, ama önemli bir şey değil. Şimdi ilaç sürer sararız.’’ dedikten sonra “ Aşıları yapıldı mı?’’ diye sordu. Babam, köpeğin bizim olmadığını anlatmaya başladı. Veteriner abla, yavrunun yarasını temizledi, merhem sürdü, patisini sardı, aşılarını yaptı ve tedavisini tamamladı. Ona teşekkür ederek oradan ayrıldık. Eve döndüğümüzde köpeğin bizimle kalmasını istediğimizi tekrarladık ama galiba babam haklıydı ve yavrunun burada yaşaması çok zor olacaktı. En sonunda köpeği dedemlerin çiftliğine yollamaya karar verdik. Biz de her hafta sonu onu rahatça görebilecek ve onunla oynayabilecektik. Bu arada, köpeğimizin adını da Rüzgar koyduk. Gülfidan Nur Yazıcı 21 SESSİZ DOST Bu ev bir tek senin evin değil, diye çıkıştım anneme. Her zamanki mesele… Neymiş efendim, eve hayvan getiremezmişim. Bütün hırsım ve sinirimle çıktım evden. O sinirli kafayla hangi mevsimde olduğumuzu unutmuşum. Sonbaharda mont giymeden dışarı çıkılır mı? Ben de normal olarak biraz üşüdüm. Eve de geri dönemezdim. Deniz kenarına gittim. Tatlı bir rüzgar esiyor, bu rüzgarla birlikte burnuma deniz ve toprak kokusu geliyordu. Uzak bir yerlere yağmur yağıyordu sanki. Tam bu kokulara dalmışken rüzgar da şiddetini iyice artırdı. Birden ürperdim, ellerimi hızlıca kollarıma sürttüm ama bir şey fark etmedi. Sokakta benden başka hiç kimsenin olmadığını düşünüyordum, ta ki birkaç bank ötede oturan o yaşlı adamı görene kadar. İlk önce onun da benim gibi montunu unutarak yanına almadığını sandım. Fakat sonra onu incelediğimde montunun hiç olmadığını anladım. Çünkü yaşlı adam, üzerine basılmış bir kar yığınını andıran saçları ve sakallarıyla gayet yoksul birine benziyordu. En çok ilgimi çeken yanı ise kendi kendine konuşurmuş gibi ağzını oynatması ve farklı farklı mimikler yapmasıydı. Buna bir anlam veremedim.Daha fazla kalamadım orada çünkü bastıran soğuğun yanı sıra hava da kararmaya başlamıştı. Hızlı adımlarla eve döndüm. Annem ve babam salonda oturmuş televizyon seyrediyorlardı. Salon kapısının eşiğine kadar gittim ama içeri girmememin daha iyi olacağını düşünüp odama gittim. Ne kadar üşümüş olsam da güzel bir akşamüstüydü. Bundan sonra her akşamüstü oraya gideceğim, dedim kendi kendime. Yaşlı adam geldi aklıma, onun nasıl biri olduğunu , neler yaşamış olabileceğini düşünüp kafamdaki soru işaretleriyle uykuya daldım. Ertesi sabah biraz geç uyandım. Ama evde geç uyanan bir tek ben değildim, annem de geç kalkmıştı. Kahvaltımı yaptım, annem bana karşı 22 biraz tavır almış gibiydi. Şimdi annemin gönlünü almak istesem aynı konu açılacak daha çok kızacak, diye düşünüp susmaya karar verdim. Ben ve annem konuşmayınca ev ne kadar da sessiz sakin oluyordu. Sonunda beklediğim an gelmişti. Bu sefer sıkı sıkı giyindim, yanıma montumu aldım ve sahile doğru yürüdüm. Bu sefer önceki günden daha farklı olarak dalgalar artmıştı ve üşümüyordum. Yaşlı adam ise aynı bankta, üzerinde aynı kıyafetlerle oturuyordu. “Bu adam neyin nesidir, kimin fesidir?” diye merak içindeydim ama maalesef bu merak sadece içimde kaldı. Sahile üst üste birkaç gün gittim. Yaşlı adam da her seferinde oradaydı. *** Bir gün yine öfkeli bir şekilde sahile gittim. Yine birilerine sinirlenmiştim. Bu sefer yaşlı adam daha yeni geliyordu. Her zamanki yerine oturdu ama otururken üzerindeki atkısını yere düşürdü. Bunu fırsat bilerek yanına gittim, atkısını ona uzatırken şöyle dedim: “Amca, bu sizden düştü.” Atkıyı elimden aldı. Teşekkür etti. Merakıma yenik düşüp adamın yanına oturdum ve sordum: “Adınız nedir?” “Bilmem, birçok ismim oldu. Ağaçlar, yaprak dediler; denizler, kumsal. Ama şimdi ne o ağaçta yaprak kaldı ne de dalgaların vurabileceği bir kumsal.” Bu garip cevapla kafam iyiden iyiye karıştı. Fazla üstelemedim. Bir daha da konuşmadık . Yanında oturmaya devam ettim. Onunla denizi, ağaçları, rüzgarı izledik. Bu, günlerce sürdü. Hiç konuşmamıştı ama ondan çok fazla şey öğrendim. Onun kim olduğunu öğrenememiştim ama artık umursamıyordum da. O benim, benimle konuşmayan tek dostumdu. Her akşam aynı sahilde aynı bankta oturup etrafı dinledik ve izledik. Bir akşam sahile gittiğimde o yoktu, bekledim ama gelmedi. Belki bir işi çıkmıştır, dedim ama buna ben dahi inanmadım. Darıldım ona. Böyle, bir hafta sürdü fakat o hiç gelmedi. Bir haftanın sonunda eve dönerken balıkçıların konuşmalarına kulak kabarttım. Duyduklarım beni çok üzdü. Anladım ki sessiz dostum artık hiç gelmeyecekti… Ben yine her akşamüstü o banka oturacaktım, deniz yerinde olacaktı, ağaçlar yerinde olacaktı, tüm sessizlik yerinde olacaktı. Bir tek o yerinde olmayacaktı… Ayşegül Dalgıç 23 ARMAĞAN Güzel bir yaz günüydü. Sokaktan geçen arabaların sesleri ile uyandı Çınar. Perdesini araladı ve dışarıya bir göz attı. Yandaki boş eve birileri taşınıyordu. Hemen üzerini değiştirdi, yatağını topladı ve kahvaltı yapmak için mutfağa gitti. Annesi ve babası da yeni komşuları hakkında konuşuyorlardı. Yeni komşuları genç bir ressamdı. Yalnız yaşıyordu. Daha iyi çalışabilmek için huzurlu ve sessiz bir mahalle aramış, en sonunda buraya taşınmaya karar vermişti. Çınar, kahvaltıdan sonra dışarıya çıktı. Meraklı gözlerle yandaki eve bakmaya başladı. Evin bahçesinde büyüklü küçüklü koliler vardı. Kolilerin bazılarının kenarları yırtılmış, aralardan kitaplar görünüyordu. Bir sürü kitap… Birkaç gün sonra Çınar ve ailesi yeni komşularını ziyaret edip ona bir “Hoş geldiniz” demek istediler. Kapısını çaldılar. Kapı açıldı ve Çınar’ın annesi : “Mahallemize hoş geldiniz.” dedi. “Teşekkür ederim, ayakta kalmayın, buyurun içeri geçin.” Hep birlikte eve girdiler. Çınar, duvarlarda çok sayıda raf gördü. Raflar çeşitli boyutlarda, renklerde kitaplarla doluydu. Raflardan birinde bulunan cam bir şişe dikkatini çekti. Şişenin içinde kürdandan yapılmış bir gemi vardı. Ev sahibi adam, Çınar’ı şişeye hayran hayran bakarken görünce dayanamayıp sordu: “Beğendin mi?” “Evet, hem de çok. Nereden aldınız bunu?” “Bunu bana bir arkadaşım armağan etmişti.” “Ne kadar güzel bir armağanmış. Ve siz onu saklayabilmişsiniz. Ben bana verilen armağanların hiçbirini saklayamıyorum. Ya kırıyor, ya bozuyorum ya da kaybediyorum.” “O halde bana bir söz ver. Bu şişeyi sana vereceğim ama kaybetmeyeceksin. Anlaştık mı?” “Gerçekten mi? Tamam, söz veriyorum. Genç adam, şişeyi raftan indirdi ve Çınar’a verdi. Çınar böyle bir şişesi olduğu için çok mutlu olmuştu. Eve gider gitmez yeni komşusunun armağanını odasındaki kitaplığına koydu. Eylem Odabaşı 24 ÖDÜL Sıradan bir gündü. Gökyüzü bulutlarla kaplıydı. Ben ve dört arkadaşım parkta oturuyorduk. Canımız çok sıkılmıştı. Mert: “Arkadaşlar, sıkıldım oturup durmaktan, bir şeyler yapalım.” dedi. “Hadi ama Mert, sonbahar günündeyiz ve hava da çok kötü, ne yapabiliriz ki? “ diye karşılık verdi Can. Konuşmalarımızı hemen yanımızdaki bankta oturan adam duymuş olmalı ki yanımıza geldi. Tuhaf görünüşlü bir adamdı. Uzun bir paltosu, elinde de üzeri işlemeli bir baston vardı. Bize sıcak bir şekilde: “Etrafta bunca şey varken nasıl sıkılırsınız çocuklar? Sizi eğlendirmenin yolunu biliyorum.” dedi. Yapacak başka bir işimiz olmadığından ve onu kırmamak için kabul ettik. Bu arada tanıştık, adı Hasan’mış, emekli hakimmiş ve çocukları da çok severmiş. “Hadi bakalım, şimdi karşıdaki ağaçtan dökülen yaprakları bir dakika içinde yakalamaya çalışın. En çok yaprak yakalayan kazanacak.” dedi Hasan amca. Süreyi başlattı. Yaprakları yakalamak için var gücümüzle çalıştık, hem yorucu hem de çok eğlenceliydi. Süre bittiğinde, herkesin elindeki yaprakları sayan Hasan amca, Esra’nın yirmi yaprakla birinci olduğunu söyledi. “İkinci oyununuz da şişe toplama oyunu.” dedi. Bu sefer de en fazla şişeyi toplayan kazanacaktı. Süremiz üç dakikaydı. Kazanan Furkan oldu. Bir oyun da ben kazanmak istiyordum, şimdi son bir oyun oynanacaktı ve bu benim son şansım olacaktı. Ve son oyun… Hasan amcanın elinde bir sürü simit vardı. Bunları martılara atmamızı istiyordu. Süremiz üç dakikaydı ve hepimiz işe koyulduk. Sanırım o gün oynanan en zevkli oyun buydu. Martıların çığlıkları, simitleri havada kapmaları, bizim kahkahalarımız… Etraftaki insanların da ilgisini çekmişti bu neşeli gürültümüz. Esra kendini oyuna kaptırıp denize biraz fazla yaklaşmıştı, birden ayağı kaydı. Düşmesine ramak kalmıştı ki 25 onu kolunda tutup yanıma çektim. Neyse ki zayıf bir kızdı. Hasan amca hemen yanımıza gelip bir şeyimiz olup olmadığını sordu. ‘’Biz iyiyiz, merak etmeyin.’’ dedim. Yarışma hala devam ediyordu, çok zaman kaybetmiştim. Yine kazanamadım, Mert ve Can birinciliği paylaştılar. Hasan amca kazanan bütün çocuklara birer simit verdi. Tebrik etti onları. Bir tek ben birinci olamamıştım ama bana da bir simit verdi. “Ama ben bu ödülü hak etmedim ki… “ dedim. Hasan amca, saçlarımı okşayıp şöyle dedi: “Sen bu ödülü hak etmediğini düşünüyorsun ama dünyadaki en büyük ödüllerden biri sana verilmiş.” “Nasıl yani?” “Sen arkadaşını kurtardın, yarışmayı kazanmak uğruna onu tutmasaydın her şey çok kötü olabilirdi. Bu çok güzel bir özellik. Bencil değilsin ve yardımseversin. Hem martıları doyurdunuz, hem de parktaki atık şişeleri topladınız. Sizler iyi çocuklarsınız.” Hepimiz şaşırmış Hasan amcayı izliyorduk. Bu sessizliği gök gürültüsü bozdu. Yağmur yağmaya başladı. Hasan amcaya bize yaşattığı bu güzel gün için teşekkür ettikten vedalaşıp evlerimize dağıldık. Ne gündü ama…Oysa çok sıkıcı bir gün olacağını tahmin ediyorduk, hayat sürprizlerle dolu diye buna diyor olmalılar… Hanife Yanık 26 UCUZ ATLATILMIŞ BİR KAZA Okuldan döndüklerinde evde Kimse yoktu. Altı yaşındaki Ali, kendinden iki yaş büyük ablası Ayşe’ye karnının çok acıktığını söyledi. Aslında Ayşe de çok acıkmıştı, anne ve babalarının işten dönmelerini beklemek istemediler. Ocağı ilk kez kullanacaklar ve yine ilk kez kendi başlarına yemek hazırlayacaklardı. Ocaktaki tencerede tavuk çorbası olduğunu gördüler, Ali’nin boyu ulaşmadığı için ocağı yakma işi Ayşe’ye kalmıştı. Tek tek tüm düğmeleri deneyerek ocağı yakmayı başardı, çorba ısınmaya başlamıştı. Yemek masasını hazırlamaya başladılar. Ayşe tabakları, kaşıkları; kardeşi de ekmeği, tuzu ve peçeteleri masaya taşıdı. Masada eksik olan tek şey yemekti artık. Ayşe çorbayı getirmek için mutfağa gitti. Tencerenin altını kapattı ancak tencere o kadar çok ısınmıştı ki tutup da içeri götürmesi olanaksızdı. Ali ablasına tencereyi bir bez yardımıyla tutmasını önerdi, annesinin öyle yaptığını görmüştü. Bu fikri beğenen Ayşe, ellerine aldığı bezlerle tencerenin kenarlarından tutarak çorbayı masaya doğru götürüyordu ki o sırada olanlar oldu. Bezlerden biri elinden kaydı, tencerenin içindeki çorba ellerine ve yere döküldü. Eli yanan Ayşe acıdan ağlamaya başladı, Ali ise ne yapacağını şaşırmış bir halde oraya buraya koşuyor, bir çare bulmaya çalışıyordu. Dolaptan buz alıp geldi, ablasının elinin üzerine koydu. Bu biraz işe yaramıştı ama yanık yer su toplamaya başlıyordu. Ayşe, anne ve babasına haber vermesini istedi kardeşinden ve Ali onları telefonla aradı. Olanları anlatıp, hemen eve gelmelerini istedi onlardan. Zaten anne ve babası eve varmak üzerelerdi, Ali’ye telaşlanmamalarını, kısa sürede evde olacaklarını söylediler. Ayşe’nin ağlaması biraz kesildi, elinin acısı da azalıyordu ama üç parmağında şişlik vardı. Beş dakika kadar sonra kapı çaldı, gelenler annesi ve babasıydı. İkisi de çok endişelenmişlerdi ama neyse ki ucuz atlatılmış bir kazaydı bu. Hemen hastaneye gidip Ayşe’nin elini tedavi ettirdiler, iyileşmesi birkaç gün sürecekti. İki küçük kardeş bu olaydan sonra boylarından büyük işlere kalkışmalarının ne kadar yanlış olduğunu öğrendiler. Özlem Kontaş 27 ZÜHRE’NİN GÖZLÜĞÜ Zühre, uzayla ve gökyüzündeki cisimlerle ilgilenen bir kızdı. Uzay onun için büyük bir merak konusuydu; gökyüzünde neler olup bittiğini kitaplardan araştırır, konuyla ilgili haberleri yakından takip ederdi. Evlerinin bahçesinde bir ağaç evi vardı ve teleskobuyla orada gözlem yapardı. Zühre, kendi adının bir gezegen olan “Venüs ”anlamına gelmesinden de mutluluk duyardı. Bir akşam yine ağaç evinde oturmuş gökyüzünü seyrediyor, ayın hangi evrede olduğunu tespit edip gözlemlerini kaydettiği “Uzay Gözlem Defteri”ne notlar alıyordu. Köpeği havlamaya başladı, ağaç evin minik penceresinden dışarı baktığında bahçeye bir uzay aracının indiğini ve içinden birkaç uzaylının çıktığını gördü. Zühre’yi ziyaret etmek için gelmişlerdi. Zühre hiç korkmamış, aksine çok sevinmiş ve heyecanlanmıştı. Uzun zamandır onlarla tanışmak istiyordu zaten. Lota adlı bir gezegenden gelmişlerdi. Derken Zühre’ye bir hediye verdiler. Verdikleri hediye cam kutu içinde bir gözlüktü. Zühre teşekkür ederek gözlüğü taktı, uzaylılar birden ortadan kayboldular ve Zühre kendini yatağında yatarken buldu. Yaşadıklarının bir rüya olduğunu anlayarak gece lambasını yaktı ve komodinin çekmecesindeki “Rüya Defteri”ni çıkarıp olanları deftere kaydetti. Tam defteri çekmeceye koymaya hazırlanmıştı ki bir de ne görsün? Gözlük komodinin üzerinde duruyordu! Bu işte bir iş vardı. Gözlüğü tekrar taktı, farklı bir boyuta geçmişti. Bomboş bir odada buldu kendini, sonra Lota’dan gelen uzaylıları karşısında gördü. Uzaylılar ondan gözlüğü çıkarmamasını istediler. Ama bunu konuşmadan, düşünce yoluyla yaptılar. Zühre çok şaşırmıştı, onunla konuşmadan iletişim kurmaları çok ilginçti. Tek kelime etmiyorlar ama istekleri Zühre’nin zihninde beliriyordu bir anda. Zühre’yi kendi gezegenlerine götürmek istiyorlardı. Küçük kız bu isteği sevinçle kabul etti. Işınlanarak Lota adlı gezegene vardılar. Lota, büyük binalarla dolu, gri bir gezegendi. Kalabalıktı, küçük büyük bir sürü uzaylı vardı. Uzaylılar da gezegen gibi gri renkliydi. Gezintiden sonra 28 yemesi için Zehra’ya tabak içinde siyah bir şeyler getirdiler. Bu yemekler Zühre’nin yediği yemeklere hiç benzemiyordu. Göktaşlarından yapılmıştı ve bunları yerse dişlerinin kırılacağı kesindi. Uzaylılar bu yemeği çok fazla enerji verdiği için yiyorlardı. Nasıl Zühre’ye göre onlar uzaylıysa, onlara göre de Zühre bir uzaylıydı. Bu yüzden küçük kızı incelemek istiyorlardı, ellerindeki garip aletleri yüzüne, gözlerine, sırtına, saçlarına tutmaya başladılar. Bu iş Zühre’nin hiç hoşuna gitmemişti. Evine gitmek istiyor, bunun için yalvarıyor ama uzaylılar onu dinlemiyorlardı bile. Ağlamaya başladı. Uzaklardan “Zühre! Zühre!” diye bir ses geldi. Bu annesinin sesiydi ama annesini göremiyordu. Aklına gözlük geldi, hemen gözlüğünü çıkardı ve yine yatağındaydı. Annesini yanında görünce ona sımsıkı sarıldı. Kadın, korkudan titreyerek kendisine sarılan kızına, her şeyin bir rüya olduğunu artık korkmaması gerektiğini söyledi. Zühre de rüya içinde rüya gördüğünü anladı ama emin olmak için kendi kolunu çimdiklemeyi de ihmal etmedi. Bu sefer gerçekten uyanmıştı. Rüyasını annesine anlattı, böyle bir şeyin mümkün olmadığını söyledi annesi. Zühre biraz da olsa rahatlamıştı. Yatağından kalkıp rüyasını defterine yazdı, annesiyle beraber örgü ipinden bir uzaylı oyuncağı yaptı. Bütün gün onunla oynayarak vakit geçirdi. Tuğba Özyer 29 ZAMAN MAKİNESİ Victor evde yine televizyonun başındaydı. Ama canı da sıkılmıyor değildi. Evleri çok büyüktü. Babası bir bilim adamıydı.Bay Edward, gününün büyük bir kısmını laboratuvarda geçiriyordu. Victor babasının deneyleriyle, buluşlarıyla genelde pek ilgilenmezdi. Merdivenden gelen tıkırtıya kulak kabarttı. Aşağı inen babasıydı. Yüzünde kocaman bir gülümseme vardı babasının. Mutfakta olan eşinin yanına gitti ve hararetle anlatmaya başladı: “Buldum, yaptım sonunda. Ben gazetecileri çağırmaya gidiyorum, tüm dünyaya duyuracağım bunu. Dünyaca ünlü bir profesör olacağım!...” Victor bu sözleri duyunca meraklandı ve üst kata yöneldi, basamakları hızlı hızlı çıktı, babasının çalışma odası-laboratuvar karışımı çalışma yerinin kapısı açıktı. İçeriden bir ışık geliyordu. Hemen içeri girdi, kapıyı kapattı. Karşısında ışık saçan kocaman bir makine duruyordu. Makinenin içi düğmelerle doluydu. İlk önce korkup geri çekildi, ardından tüm cesaretini toplayıp usulca makineye girdi. Birçok düğme içinden en büyüğü olan kırmızıyı seçti ve üstüne hafifçe bastı. Makine birkaç kere sallandı, içeriyi ışık demeti kapladı ve kendini bir ormanda buldu. Ne olduğunu anlayamamıştı. Makineden çıktı ve yürümeye başladı. Yerin sallandığını hissetti, düştü. Ardından, üzerinde koca bir gölge belirdi. Victor kafasını kaldırıp baktığında bunun bir dinozor olduğunu gördü. Korku içinde koşmaya başladı. Victor’un üç adımı dinozorun tek adımına eş değerdi. Sonunda kendini makinenin içine atabilmişti. Dinozor ayağını kaldırıp makineyi ezmek üzereyken kırmızı düğme yardımına yetişti. İşte yine evde, babasının çalışma odasındaydı. Evet, bu bir zaman makinesiydi. İçindeki merakı bir türlü yenemiyordu, tekrar denemek istiyordu. Ve denedi de… Bu sefer daha farklı düğmelere bastı, ekranda birtakım sayılar gördü ve aynı ışık demeti sardı etrafını. Gözleri sıkıca yumdu. Gözlerini açtığında makineyle beraber bir köydeydi. Önce, ileri bir tarihe gittiğini düşünemedi fakat biraz uzağında gezinen robotları görünce anladı ki yıllar sonrasına gelmişti. Bu köy yemyeşildi, birçok bitki ve akan dereler vardı fakat etrafta insan göremiyordu. Tüm işleri robotlar yapıyor gibiydi. Evlere doğru yaklaştı, pencerelerden birinde bir çocuk görür gibi oldu. Evin 30 kapısı açıldı ve tıpkı kendisi gibi normal, robotlara benzemeyen, yaşıtı bir çocuğun ona yaklaştığını gördü. Çocuk, Victor’un yanına geldi, tanıştılar ve Victor başından geçenleri ona anlattı. Çocuk, anlatılanları çok doğal karşıladı : “Zaman makinesini yıllar önce Edward Daniel adında bir bilim adamı icat etmiş. Daha sonra makinenin geliştirilmesi yüzyıllar almış. Şu an makinenin nerede olduğu sır gibi saklanıyor. Çünkü yanlış kişilerin eline geçmesinden korkuluyor. Ama dünya çöl olmadıysa ve hala yaşanabilir durumdaysa bu, zaman makinesi sayesinde. “ “Nasıl oluyor bu?” “Makineyi kullanarak geçmişe giden bilim adamları, geçmişte yapılan hataları düzeltiyorlar ve olumsuzluklar engellenmiş oluyor.” “Çok karışık bir iş.” “Evet, bu yüzden makineyi sadece yetkili kişiler kullanabiliyor.” Çocuk, Victor’u evlerine davet etti. Victor ona: “Gelmek isterdim ama makineyi burada bırakamam, ona bir şey olursa evime dönemem.”dedi. “Bunu hiç sorun etmene gerek yok. Makineni saklayabiliriz. ” Victor ve arkadaşı etraftaki ağaç dalları ve uzun otlarla makineyi sakladılar. Makinenin başına da bir robot diktiler ki kimse dokunmasın. Dışarıdan eski moda ve sıradan gibi görünen evin içi son derece teknolojik eşyalarla döşenmişti. Oturdukları koltukların yerle hiçbir bağlantısı yoktu. Neredeyse her şey kumandayla çalışıyordu ve çoğu eşya harekete duyarlıydı. Çocuk, Victor’a bu kez de ağaç evini göstermek istedi. Dışarı çıktılar, ağaç ev havada asılı biçimde öylece duruyordu. Victor: “Bu nasıl duruyor böyle?” “Yerden aldığı sinyaller onu böyle havada tutuyor. İlk kez mi görüyorsun?” “Sanırım evet. Peki, bu eve nasıl çıkacağız.” “Zor değil, işte şu küçük jetlerle.” Çocuk bunu söylerken eliyle yerde duran iki küçük jeti gösteriyordu. Birini kendi sırtına, diğerini de Victor’un sırtına taktı, hızlıca ağaç eve gittiler. Victor manzarayı hayranlıkla izliyordu. Ama eve dönme vakti gelmişti. Arkadaşına veda edip makinenin içine girdi. Gerekli düğmelere bastı ve kendini yine babasının çalışma odasında buldu. Hemen odadan çıkıp aşağı inmek için merdivenlere yöneldi. Annesiyle karşılaştılar. Victor’a şöyle dedi: “Umarım baban başarılı olur, biliyorsun bu baban için çok önemli.” Victor , kendinden emin bir şekilde ve gururla : “Merak etme anne, babamın icadı tahmin edemeyeceğimiz kadar güzel işlere yarayacak…” dedi. Ayşegül Dalgıç 31 NALDOKA Joe yine her zamanki gibi balık tutmaya gidiyordu. Elinde oltası, buz kırmak için kullandığı kalın sopası ile yavaş yavaş y ü r ü y o r du. Talihi ona hep gülüyordu da çok sayıda balık tutabiliyordu. Avlanacağı yere geldi, sonra buzu kırarak kendine bir av alanı hazırladı. Oltasını oluştur duğu minik havuzdan okyanusa doğru sarkıt tı. Beklemeye koyuldu, beklerken de etrafa bir göz attı. Biraz ilerisinde buzun inceldiği bir noktanın hemen altında yusyuvarlak büyük bir şey dikkatini çekti. Oltasını sağlam bir yere bırakarak hemen eline sopasını aldı. Üç vuruşta buzu kırdı ve altındaki garip nesneyi sudan çıkardı. Bu, bir tür yumurtaydı ama hangi hayvana ait olduğunu bilmek gerçekten de zordu. Yumurtayı sıkı sıkı tutarak yaşadıkları yerin görmüş geçirmiş bir yaşlısı olan Robert Dede’nin yanında aldı soluğu. Robert Dede, yumurtayı evirdi çevirdi ama hangi hayvana ait olduğunu bilemedi. Sonra kendisi kadar yaşlı olan kitaplarına bakmaya karar verdi, uzun bir süre sonra yumurtanın bir dinozora ait olduğuna karar verdi. İkisi de çok heyecanlandılar, ne yapmak gerekirdi acaba? Joe’nun gözünü para bürüdü bir anda, yumurtayı satıp çok para kazanabileceği fikri hoşuna gitti. Yumurtayı kaptı, tam dışarı çıkacakken Robert Dede onu engelledi: “Joe, bu yumurtadaki dinozoru ellerindeki imkanlarla dışarı çıkarırlar sonra da bu hayvancağız üzerinde ne deneyler yaparlar bilemezsin. Onun canının yanması umurlarında olmaz.” dedi . “Biz ne yapabiliriz ki? Onu yumurtasından çıkaramayız, öylece duralım mı?” diye itiraz etti Joe. “Ama canını yakacaklar…” Joe gerisini dinlemeden dışarı çıktı. Zaten Robert Dede’nin onun peşinden gelmeyeceğini biliyordu. Boşuna zaman kaybettiğini düşündü. Hazırlıklarını yapıp yola koyuldu. Şehre gitmesi beş saat sürecekti. Bu beş saat süresince de donmuş yumurtada bir hareket olmadı. Tahmini doğru çıktı, tam beş saat sonra şehre ulaştı. Gideceği yer, eşsiz deneylerin yapıldığı bir bilim merkeziydi. Etraftaki insanlara sorarak bilim merkezinin yerini öğrendi: Şehrin diğer çıkışındaydı.Oraya varması bir saat sürdü. Yumurta, kumaş çantanın içindeydi, yavaşça çantayı kucakladı ve kamyonetinden indi. Binanın giriş kapısının önünde derin bir nefes aldı. Bina çok iyi korunuyordu, kuş uçurmuyorlardı. İçeriye nasıl girecekti pekiyi? “En iyisi doğruyu 32 anlatmak” diye geçirdi içinden, gerçekten de anlattıkları ilgiyle karşılanmıştı ve onu hemen içeri aldılar. Yanındaki görevlilerle beraber büyük bir salona girdi, etrafında merakla bekleyen bilim adamları vardı. Yaşadıklarını onlara da anlattı. Adamlar bir an önce çantadaki yumurtayı görmek, incelemek istiyorlardı. Joe, kararlı bir şekilde: “Bunu size bedava vereceğimi düşünmüyorsunuz herhalde. Benim de bu işten bir kazancım olmalı.” dedi. Profesörler aralarında kısa bir süre konuştular, salona girdiğinden beri Joe’nun gözüne takılan büyük kasadan bir miktar para çıkardılar. Olanları kimseye anlatmamasını, bunun gizli bir deney olacağını da söyleyerek parayı Joe’ya verip onu dışarı yolladılar. Joe mutlu bir şekilde oradan ayrıldı. Bilim adamları yumurtayı ölçüp biçtiler, ısısına baktılar, kabuğun yapısını incelediler. Uzun süren incelemelerden sonra yumurtayı çatlatıp içindeki canlıyı sağlam bir şekilde çıkarmak amacıyla kullanacakları büyük bir aletin yanına gittiler. Teknolojik bir ısıtma yöntemi kullanarak yumurtanın ve içindeki canlının ısısını normale getirdiler. Bir süre sonra çatlatma ve canlandırma işlemine başladılar. Yumurtanın içinden çok çirkin bir dinozor yavrusu çıktı, gelişmemiş gibiydi. Yavruyu bir süre bakıma alıp sonra inceleyeceklerdi ve aralarındaki en yaşlıları olan Profesör Bartel onun bakımını üstlendi. Bartel birkaç ay yavru dinozorun gelişmesine yardımcı oldu, zamanla onu sevmeye başladı, hatta ona isim bile verdi: Naldoka Bilim adamları, Naldoka’nın yeterince geliştiğini görüp onu ciddi bir incelemeye almak istediler, bu incelemeler esnasında canı biraz yanacaktı ama niyetleri onu öldürmek değil, çoğaltmak ve dinozor neslini yeniden ortaya çıkarmaktı. Bakıcısı Bartel, diğer bilim adamlarının dinozora karşı daha nazik davranmasını sağlıyordu ama onun ölümüyle birlikte deneyler sırasında Naldoka’nın canının yanmasını pek de önemsemedikleri ortaya çıktı. Naldoka’nın uçabilen bir dinozor olması nedeniyle binanın arka bahçesine, ara sıra uçuş yapabileceği genişlikte bir kafes yapılmıştı ve her gün oraya götürülüp uçması sağlanıyordu. Böylece biraz da olsa özgürlüğün tadını alabiliyordu. Ama o, dışarı çıkıp çektiği eziyetlerden kurtulmak istiyordu. Bir gün yine kafese götürüldü, bir bilim adamı da kafesin dışında onu gözlemliyordu. Bir ara Naldoka’yı izlemeyi bırakıp deney odasında unuttuğu gözlem defterini almak için gitti. Bu sırada bir insan sesi duyuldu. Bu Rober Dede’ydi. Güvenliğin bir boşluğunu yakalamış içeri girmişti, üzerinde oradaki bilim adamlarının giysilerinden vardı. Naldoka, Robert Dede’yi Bartel’e benzetti ve ondan iyilik sezdi. Robert Dede, hayvancağızın haline acıdı, kafesin kapısını açarak onu serbest bıraktı. Dinozor, kanatlarını açıp hemen uçmaya koyuldu, önce binanın çatısına kondu. Biraz etrafı inceledi ve sonra son bir kez Robert Dede’ye baktı, hoşça kal dermiş gibi tiz bir çığlık attı. 33 Tam uçup gidecekti ki Robert Dede’ye doğru koşan birkaç kişi gördü. Bir anda yere süzülüp yaşlı adamı pençeleriyle tutarak oradan çekip aldı. Artık güvendelerdi, binadan epey uzaklaştıktan sonra yere indiler. Naldoka tiz bir çığlık atarak uçmaya başladı ve yavaş yavaş gözden kayboldu. Robert Dede hem mutlu hem de üzgündü. Bir yandan dinozorun başına kötü bir şeyler geleceğinden endişe ediyordu, bir yanda da özgür olmasına seviniyordu. Ertesi gün gazetelerde garip bir yaratığın göründüğü yazıyordu. Birkaç kişi Naldoka’yı görmüş ama neyse ki yakalayamamışlardı. Robert Dede, onun iyi olduğuna sevinmişti ama nereye kadar uçacaktı Naldoka… Minel Çarkçı İLKBAHAR Kuşlar cıvıldaşır gelince ilkbahar, Dolar taşar, bahçeler ve parklar. Her yerde farklı tonlar: Yeşiller,maviler, kırmızılar… İnce ince bahar yağmuru başlar, Aklımdan geçer sevdiğim insanlar. Dağlar buram buram çiçek kokar. İlkbaharla insan yeniden doğar. Koşun haydi arkadaşlar, koşun İlkbahar gitmeden yetişelim. Bu eğlenceyi ertelemeyelim Bir yıl daha beklemek niye? Doğa Engin 34 KALBİ OLMAYAN Ne kadar büyük bir acımasızlık: Hayvanları öldürüp kürklerinden, derilerinden mont, şapka, ayakkabı gibi giyim eşyaları ve aksesuar yapıyorlar. Bir kerecik olsun kendinizi o zavallı hayvanların yerine koyun. Sizi acımasızca öldürüp aslında sizi soğuktan korumaya yarayan derinizi yüzdüklerini düşünün. Bunun yapılma amacı, karşılığında para almak sadece, para için değer mi bu kadar vahşete? İnsanlar kıyafet ihtiyaçlarını, ayakkabı ihtiyaçlarını, çanta vb. ihtiyaçlarını başka maddelerle de giderebilecekleri halde sırf gösteriş olsun diye bu acımasızlığa sebep oluyorlar. Oysa üstlerinde ölmüş bir hayvanı yani bir cesedi taşıyorlar. Acılar içinde can çekişerek ölmüş bir hayvanın cesedi... Sadece bununla da sınırlı değil, evlerini süslemek için öldürdükleri ayıların postunu halı, geyiklerin kesilen kafalarını duvar süsü yapıyorlar. Böcekleri öldürüp anahtarlık yapıyorlar. Ne kadar cani ve düşüncesizler. Bunları yazarken bile suratımı ekşitiyorum çünkü tiksiniyorum böyle insanlardan. Kalplerinin taşlaşmış olduğunu düşünüyorum. Ben, annem balıklarımın suyunu değiştirirken bile balıklarıma bir zarar gelecek diye yüreği titreyen, dayanamayıp da arkasını dönen bir insanım. Canlıların keyfi bir şekilde katledilmesinin bana göre hiçbir açıklaması olamaz. Neyse ki dünyada benim gibi insanlar da var ve özellikle kürk kullanımının karşısında tepkiler giderek büyüyor. Ne dersiniz? Kalbi olanlardan mısınız yoksa kürkü olanlardan mı? Sude Ciğerim 35 GERÇEK HAZİNE Sizce dünyadaki en değerli hazine nedir? Bence güvenilir, cömert, yardımsever, hoşgörülü, saygılı bir insanın dostluğudur. Sırlarınızı paylaşabileceğiniz, güzel özelliklere sahip bir dostunuz varsa kendinizi en şanslı insanlardan biri sayabilirsiniz. Dostlarımız bizi hayatın tatsızlığından, yalnızlığından kurtarır. Bir sorunla karşılaşsak, başımız derde girse hemen derdimize çare ararlar. Dostumuzla el ele, hatta kafa kafaya vererek her sorunun üstesinden rahatça gelebiliriz. Herkes bir dostu, bir sırdaşı olsun ister. Onunla gezmek, vakit geçirmek ister fakat kimi insanlar çekingenlikten, kimisi de insanlara olan güvensizliğinden dost edinemez. Bu tür insanlar ne üzüntülerini ne de sevinçlerini paylaşabilirler. Duygularını hep tek başlarına yaşarlar. Sorunları olduğunda kimseden destek alamaz, her şeye tek başına göğüs germeye çabalarlar . Yalnızlıkları da git gide artar böylece ve içe kapanık birer insan haline gelirler. İyisi mi var olan dostlarımızın değerini bilelim, yeni dostlar edinmek için de kalbimizin kapılarını iyice açalım. Dünyadaki gerçek hazinenin dostluk olduğunu da asla unutmayalım. Eylem Odabaşı 36 MATEMATİK DERSİNDE Sınıfta matematik dersi işlenmektedir. Öğretmen tahtada işlem yapmakta, öğrenciler ise onu izlemektedirler. ÖĞRETMEN: (Sesli düşünür) Beş artı altııı… on bir miydi acaba? On birdi, on birdi. MİNEL: ( Sıra arkadaşına dönerek, sessice) Hı, hı kesin öyledir. Adam altmış beş yaşına gelmiş hala matematik öğretmeye çalışıyor. AYŞEGÜL: Öğretmeye çalıştığı da 1950’lerin matematiği. Duyduğuma göre yeni müfredatı kabullenemiyormuş. ÖĞRETMEN: Kızım Ayşe, ilk soruyu sen yap bakalım. AYŞEGÜL: Öğretmenim, benim adım Ayşe değil, Ayşegül. Cevap da A şıkkı. (Sınıftan “Hayır” diye bir cevap gelir) AYŞEGÜL: O halde B, o da mı değil? C şıkkı o zaman. ÖĞRETMEN: Ya sabııır, zamane gençleri… Biz öğrenciyken, daha öğretmen soruyu sormadan cevabı söylerdik. Yine bir gün cebir dersindeyiz, öğretmen tahtaya doğru yürüdü. Başladı sorusunu yazmaya… MİNEL: (Kısık sesle) Yine başladı, öğretmenlerini ondan iyi tanıyorum. AYŞEGÜL: Mantıksızlıkta da üstüne yok, soru sorulmadan cevap mı verilir? ÖĞRETMEN: Tam ölçüleri veriyordu ki parmak kaldırdım. Eee biz öğretmenimizden korkardık, parmak kaldırmadan konuşmazdık. Saygılıydık biz. AYŞEGÜL: Öğretmenim madem o kadar zekiydiniz neden profesör olmadınız? ÖĞRETMEN: Ah, olurdum olmasına da ben kendimi öğretmeye adadım, birine bir şey öğretmek ne güzel. Bir gün biz Ahmet’le… MİNEL: (Ayşegül’e) Bize Ahmet’i Mehmet’i anlatacağına ders anlatsa ya. (Yüksek sesle devam eder) Sonra “ sınavdan niye 30 aldın” diye soruyor! ÖĞRETMEN: Kızım, sınavdan 30 mu aldın? Biraz çalışsaydın ya. Benim notlarım hep 9 ya da 10’du. AYŞEGÜL: Ha ha ha! Özür dilerim ama sizin notlarınız daha kötüymüş. ÖĞRETMEN: Bizim notlarımız 10 üzerinden verilirdi. Sınavlardan 9 alınca bile üzülürdük. Lisedeyiz, Murat solumda oturuyor, sınavlar okunacak, bizi bir heyecan bastı … MİNEL: Kaç dakika kaldı zile? AYŞEGÜL: 13 dakika var daha. Beden Eğitimi dersi olsa hemen biterdi. Bu ders neden bir türlü geçmiyor? ÖĞRETMEN: Ayşe kızım çok konuştun. Şimdiki soru, oran- orantı sorusu. Bu soruyu cevapla bakalım. AYŞEGÜL: (Alaycı bir şekilde) Bence cevabı dört şıktan biri. Bakın öğretmenim ilerleme var bende değil mi? 37 ÖĞRETMEN: (Gayet ciddi) Hem de çok, biraz daha ilerlersen kendini müdürün yanında bulacaksın. AYŞEGÜL: (Korkmuş vaziyette) Şaka yaptım öğretmenim. Ben bu sorunun cevabını bilmiyorum. ÖĞRETMEN: ( Başka bir öğrenciyi kaldırır tahtaya) Sen kalk oğlum, çöz bakalım. MİNEL: Kaç dakika kaldı? AYŞEGÜL: 2 dakika. ( Öğretmene sorar) İki dakika kalmış, çıksak olur mu öğretmenim? ÖĞRETMEN: Öyle şey olur mu canım, zili bekleyin. Biz eskiden gerekirse teneffüsümüzü feda eder sınıftan çıkmazdık. Bir şeyler öğrenmek için paralardık kendimizi. Hiç unutmam, bir gün Tarih dersindeyiz… BÜTÜN SINIF: Offf yine mi… Ayşegül Dalgıç ÇOCUK OLMAK En güzel çağdır çocukluk, Türlü türlü oyunlar oynarız. Yakan top, köşe kapmaca, ebelemece, Gördüğümüz arkadaşı sobelemece. Çocuk şarkıları söyleriz, Hep bir ağızdan neşeyle, Küçük kurbağa, kırmızı balık, Baltalar elimizde diye diye. Renk renk resimler çizeriz, Uçsuz bucaksızdır düşlerimiz, Büyümektir bütün derdimiz, Özeniriz büyüklerimize. Görkem Kıvrak 38 GEZGİN Bir beyaz güvercin olup Kanat çırpsam gökyüzünde, Konsam bir zeytin dalına, Oradan uçsam Nemrut’a, İzlesem güneşi doğup batarken. Kanatlarımı açsam tekrar Uzak diyarlara gitsem. Selamlasam Özgürlük Heykeli’ni Sorsam ona: “Nedir özgürlük?” Bir rüzgar savursa beni Eyfel’ doğru, Konsam en tepesine Seyretsem oradan yıldızları. Sonra yol alsam Mısır’a Piramitlere tırmansam. Yüreğimdeki vatan özlemini dinlesem, Sabahın alacakaranlığında, Yeniden çırpsam kanatlarımı Süzülsem inceden inceden. Güneşle varsam yurduma Konsam yeşil bir fındıklığa, Sonra gitsem İç Anadolu’ya Buğday tarlalarına, Seyre dalsam başakları. Oradan da uçsam sonsuzluğa… Sude Ciğerim 39 PES ETMEKTEN UZAKTA Küçük bir çocuğum, Oyunlarla büyürüm, Bir sürü arkadaşla Yalnızlıktan uzakta. Küçük bir çocuğum, Sevgiyle büyürüm, Merhamet etrafımda, Nefretten uzakta. Küçük bir çocuğum, Rüyalarla büyürüm, Tatlı, renkli rüyalarla Kabuslardan uzakta. Küçük bir çocuğum, Masallarla büyürüm, Büyük bir şatoda Düşmanlardan uzakta. Küçük bir çocuğum, Hayallerle büyürüm, Kayan bir yıldızın tepesinde Düşmekten uzakta. Küçük bir çocuğum, Ümitlerle büyürüm, Gerçekleştirme yolunda Pes etmekten uzakta. Hanife Yanık 40 ULUSUN BAĞIMSIZLIK Yaşamaksa benim en büyük hakkım, Buna tüm benliğimle sahip çıkarım. Benden bağımsızlığımı almaya kalkarlarsa, Gözümü kırpmadan karşı çıkarım. Bayrağım bağımsızlıkla dalgalanır ufuklarda, Bedenim özgürce yürür ülkemin topraklarında. Eşitlik kapısını sonsuza dek açtığımda, O zaman ulaşacağım bütün insanlığa. Sevgiyle yoğrulmuş milletim, Ulaşacaktır sonsuz aydınlığa. Şimdi bir filiz gibi kök salıyor, Ektiğimiz tohumlar artık yeşeriyor. Nuriye Sude Acartürk 41 AYÇA NUR AKTAŞ 5/C ÖZLEM KONTAŞ 5/D DOĞA ENGİN 5/D NURİYE SUDE ACARTÜRK 5/D EYLEM ODABAŞI 5/C GÜLFİDAN NUR YAZICI 5/C TUĞBA ÖZYER 5/C BÜŞRA BEHİCE ÖZKAPTAN 5/C 42 GÖRKEM KIVRAK 5/D FUNDA TANRIVERMİŞ 5/C HANİFE YANIK 7/D SUDE CİĞERİM 6/E MİNEL ÇARKÇI 7/C AYŞEGÜL DALGIÇ 7/C ALEYNA ARSLANTÜRK 5/C BUSE KARADENİZ 5/C 43 MİNİK KALEMLER’İN GÖZÜNDEN : EYLEM ODABAŞI: “Bu çalışmaya katıldıktan sonra notlarımın yükseldiğini fark ettim. Türkçe sınavlarında, kompozisyondan çok puan kaybediyordum ancak şimdi en fazla 2 ya da 3 puanım kırılıyor. Bunun yanında hayal gücümün geliştiğini de gördüm. ” NURİYE SUDE ACARTÜRK: Diksiyonum düzeldi, yeni arkadaşlar edindim, ilgi çekici yazılar yazmayı ve grup etkinlikleri sayesinde arkadaşlarımla ortak çalışmayı öğrendim. AYŞEGÜL DALGIÇ: Bu etkinlik benim boş vakitlerimi değerlendirdi. İlgi duyduğum bir alanda kendimi geliştirmeme yardımcı oldu. Yazdıklarım günden güne gelişti, güzelleşti. Yazılarla beraber düşüncelerim, hayata bakışım da değişti. Bunların hepsi beni çok mutlu ediyor, bunu herkes denemeli. HANİFE YANIK: Hikaye, masal, deneme, şiir vb. birçok türde yazılar yazdık. Ama durun! Hemen “sıkıcı” demeyin. Çünkü bu çalışmalar çok eğlenceli ve öğretici. Hem Türkçe sınavlarında başarınız artar. ALEYNA ARSLANTÜRK: Çalışma grubuna biraz geç katıldım ama yaptığımız çalışmalar içimdeki yazma isteğini artırdı. Artık yazarken sıkılmıyorum. Önceleri yazı yazmak çok sıkıcı geliyordu. TUĞBA ÖZYER: Bu çalışmaya katıldığım için çok mutluyum. Türkçe dersinde daha başarılıyım, yanlışlarımı daha çabuk fark ediyorum. Son sınavda, sınıfta en yüksek notu ben aldım. FUNDA TANRIVERMİŞ: Artık daha güzel ve kurallı cümleler kuruyorum. Yazım hatalarım azaldı. Hikaye yazmak konusunda gelişme gösterdim. GÖRKEM KIVRAK: Türkçeyi daha iyi kullanmamı sağladı, eğlendim ve yeni yeni arkadaşlar edindim. BÜŞRA BEHİCE ÖZKAPTAN: Noktalama işaretlerini daha dikkatli kullanmayı öğrendim, daha güzel cümleler kurabiliyorum. derslerdeki etkinliklerde daha başarılı olmama yardımcı oldu. ÖZLEM KONTAŞ: Bu çalışma bana çok şey kazandırdı. En önemlisi daha iyi yazmaya başladım ve başka sınıflardan öğrencilerle arkadaşlık kurdum. MİNEL ÇARKÇI: Yeni yeteneklerimi keşfettim. Artık güzel hikayeler yazabildiğimi düşünüyorum. Hayal gücüm gelişti. GÜLFİDAN NUR YAZICI: Katıldığım bu çalışmanın bana birçok yararı oldu. Türkçe dersinde yazdığım metinler gün geçtikçe daha da güzelleşti ve yazdıklarım arkadaşlarımın da ilgisini çekmeye başladı.Tabii ki bazı hatalarım oldu ama yazdığım her yeni yazıda hatalarım da azaldı. SUDE CİĞERİM: Eskiye göre çok daha düzgün metinler yazıyorum. 44