Sert Sessiz Dergi
Transkript
Sert Sessiz Dergi
Sert Sessiz Dergi Sert AylıkSessiz Edebiyat Dergi ve Kültür Dergisi Aylık Edebiyat ve Kültür Dergisi Kasım 2008 Aralık 2008 Sinem Sal, Aslı Koruyucu, OnurAkyıl, ŞeyhanoAhmet MeriçTalat Çavuşoğlu, ğulları, Onur Boran Eray Devrim Duman,Duman, BeAhmet Meriç Çavuşoğlu, ren Melwasul, Sinem Sal, Beren Melwasul, Bahar BoredKaan İnal, Bulent Callı, lover, Eray Devrim Duman, Aslı Koruyucu, Filiz KanZiya Alpay, Hakan Orman, su, Onur Boran Duman, Orkun Sevinç, Bülent Çallı, Yiğit Soyukut, Çiğdem Engin Aşar,Talat Kaan İnal, Yiğit Aldatmaz, ŞeyhanoSoyukut ğulları, Bahar Boredlover, Onur Akyıl, Bilge Dürüst, Bahadır Yavaş, Ziya Alpay, Engin Aşar o gün sürtübuz kesmiş ceketler nüyordu birbirlerine, titrek almıştı martılar oltalarını dizler yükselip alçalırken özü düş, melek kanadı ve peri İstiklal’de. Ve bir akşam fülütü olan soluğu olmuştu aşk; kırmızı şapkalı, üşümüş, pembe sırtlarında yanaklı. yem torbaları amaçlara kuşanmış şekiliçleri kıpır kıpır huzursuzluk de ilerlerken, kelimeler cebinden dökülen şairlerin: dillerinde yıllara doluyordu gökyüzüo şairin bilmediği şarkısı nün tarih boyunca sakladığı kanatları rüzgar olmuş gözyaşları. denize uçuyorlardı ve beyaz, kristalize, kardan adamların kabusları. gün artık, körleşmiştiogözler önünde kim var görmez olalmıştı martılar mayla. sesler seslereoltalarını dolanıp özü pus, şair ve peri dans edecek tükürüğü hale gelmişti fülütü olan göbeğinde cehennemin; ki o cehennem dediğim; içleri Beyoğlu’nda bir gecelik. bir karabasan kadar ve yaklaşıyordu zaman, uykusuzdu yaklaşıyordu sonsuzluk; yenilik ve telaşla sarmaş dolaş: çenelerinde istanbulveşarkıları eşliğinde istanbul buz kesmiş eller,saklıydı birbirlerine sürtünüyorlarken. Editör Selam Olsun Sana Sert Sessiz Dergi Okuyucusu, S E R T S E S S İ Z D E R G İ A R A L I K 2 0 0 8 Derginin son hazırlıklarının yapıldığı şu saatlerde komşumuz Yunanistan’da bir gencin polis tarafından öldürülmesinin yarattığı infial devam etmekte. Yıllar yılı işgalci güçler tarafından kaç saatte ele geçirebileceği konuşulan ülkenin insanları tüm dünyaya vatandaşlık dersi veriyor. Gerçek halkçılığı, “toplum” olmayı, hakkını korumayı, onu taciz eden devletin cezasını vermekte aciz kalan hukukun karşısında devletin diliyle durmayı öğretiyor. Dönüp kendi ülkeme bakıyorum. Darbeleri düşünüyorum, gözaltında “kaybolanları”, meydan dayağı yiyen öğrencileri, “Dur ihtarına” uymadığı için öldürülenleri, polis devletimi düşünüyorum ve kıskanıyorum. Umut ediyorum ki bir gün aynı direnci biz de gösterebiliriz. Sevgili Okurum, Bu ay da her ay yaptığımız gibi yeni isimlere dergimizde yer vermeye çalıştık. Sert Sessiz Dergi kadrosu dışında Bilge Dürüst ve Bahadır Yavaş da yazılarıyla sayfalarımızda yer buldular. Kalemleriyle bizi etkileyen bu yazarlar dışında “İsimsiz” adıyla yayımladığımız bir yazıya özellikle dikkat çekmek istiyorum. Dr. M.E. Yılmaz’ın kendi notunu ekleyerek gönderdiği bu yazı; küçük yaşlarda aile içi cinsel istismara maruz kalmış bir kadının, genç kızlıktan kadınlığa geçişinin, sosyal psikopat bir babanın neler yapabileceğini anlatan ve tamamen gerçeklere dayanan bir yazıdır. Yazının gerçek sahibinin adını vermeyi uygun görmediğimiz için “İsimsiz” imzasıyla yazı yayımlanmakta. Bu güzel yazıyı ve yorumlarını bizlerle paylaştığı için Dr. M.E. Yılmaz’a teşekkür ederiz. Sert Sessiz Dergi Aralık sayısıyla beraber birinci yılını doldurmakta, birinci yıl özel sayımızın hazırlıklarına şimdiden başladık. Bugüne kadar bizleri okumuş, bu sayfalarda yer bulmuş her okurumuzun/yazarımızın katkılarını bekliyoruz. Son olarak dergimizin Ocak ayıyla beraber bundan böyle her ayın 28’inde çıkacağı haberini vererek seni birbirinden değerli yazarların eserleriyle dolu Aralık sayısıyla baş başa bırakıyorum… İyi okumalar dilerim. Ahmet Meriç Çavuşoğlu Sert Sessiz Dergi’de yayınlanan bütün yazıların telif hakları ve tüm sorumluluğu yazarlarına aittir. Yazı yollamak, reklam vermek ve destek olmak için: Telefon: 05543098289 Elektronik posta: iletisim@sertsessizdergi.com Aylık Edebiyat ve Kültür Dergisi Aralık 2008 - Sayı 12 Editör: Ahmet Meriç Çavuşoğlu - Koordinasyon ve Dergi Tasarım: Eray Devrim Duman Kapak Fotoğrafçısı: Bülent Çallı - Arka Kapak: Bahar Boredlover - Web Master: Kaan İnal 2 İçindekiler Sayfa 4 Deneme Eski Zaman Güncesi Beren Melwasul Sayfa 6 Şiir Sprenza Sinem Sal Sayfa 7 Şiir Dokunsana İçine Karanlığın Eray Devrim Duman Sayfa 8 Hikaye Ölemediğim Ölümler Filiz Kansu Sayfa 11 Şiir Takvim Bilge Dürüst Sayfa 12 İnceleme İsimsiz İsimsiz Sayfa 15 Hikaye Yalnız Ahmet Meriç Çavuşoğlu Sayfa 17 Hikaye Şey Eray Devrim Duman Sayfa 18 Deneme Uyduruk Zamirler ve Asma Katlar Sinem Sal Sayfa 19 Şiir 900 Onur Akyıl Sayfa 20 Şiir Seviş Mertebesi Sinem Sal Sayfa 21 Şiir 7 Aralık 2008 Eray Devrim Duman Sayfa 22 Hikaye Mağlup Kahraman Bahadır Yavaş Sayfa 23 Deneme Geç Jack Bilge Dürüst Sayfa 24 Hikaye Yarı Yarıya Ziya Alpay Sayfa 29 Röportaj BANG? Kaan İnal Sayfa 34 Deneme Ayın Yazısı Engin Aşar Sayfa 36 Deneme Gitme Desem Bahar Boredlover Sayfa 37 Şiir Kardaş Bilge Dürüst S E R T S E S S İ Z D E R G İ A R A L I K 2 0 0 8 3 Deneme Beren Melwasul Eski Zaman Güncesi Betonarme Mimarisi Habis Mi? S E R T S E S S İ Z D E R G İ A R A L I K 2 0 0 8 Ülkemizin dünyanın en güzel ülkelerden biri olduğunu söyleyip duruyoruz. Haksız değiliz, Türkiye gerçekten birbirinden güzel tarihi ve güzelliklerle dolu... Peki ama bu ülkede yaşayanlar olarak bizim bu güzelliklere eklediğimiz insan yapısı yeni güzellikler yok mu? Bana kalırsa en azından 50 senedir pek bir şey yok. Biz bir çok para harcayıp, birbirinden devasa binalar inşa ediyoruz, ancak bu koca hengameleri kesinlikle güzel yapmayı başaramıyoruz. Ne kamu binalarımız güzel, ne iş merkezlerimiz, ne evlerimiz, ne yollarımız, köprülerimiz, sosyal tesislerimiz... Peki neden böyle? Bülent Çallı kavramının bağdaşamayacağı daha ortalama zevklere abanılıyor. Eminim “estetik” kavramının bu kadar çok konuşulduğu başka bir zaman dilimi yaşanmamıştır dünyada. Öyle ya gazetelerin haftasonu eklerinde en çok konuşulan birkaç sözcükten biri “estetik”. Yine de bütün bu “estetik” abanmalar hayatımızı estetik mekanlarda geçirmemize yetecek bir mimari kültürü ortaya çıkartamamış. Bu ülkeye gelen yabancılara ya kıyılarımızı, dağlarımızı, ormanlarımızı ya da camilerimizi, saraylarımızı, köşklerimizi,antik kalıntılarımızı göstermek durumunda kalıyoruz. Konuklarımız bize dönüp, “Tabiatın bunca güzellik bahşettiği, medeniyetlerin büyük eserler bıraktığı bu bereketli topraklar üstünde bunca zaman sizler ne halt yediniz?” diye sorsa, verecek cevabımız yok! Çünkü bütün bu güzelliklerin canına okumak dışında hiçbir şey yapmadık, güzelin üstüne bir güzel daha koyamadık! Mimariye betonun girişi de biraz böyle bir ticari abanma gayretinin sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Ticari cazibesi olan merkezler demografik dalgaları kendine çekmiş, zamanla çok sayıda insanı sınırlı bir yüzölçümünün içinde barındırmak gerekmiştir. Hal böyle olunca; yatay yerleşim imkanları da sınırlı olduğu için, insanları apartmanlarda üst üste istiflemek şart olmuştur. Apartman ahşap malzemeden yapılamayacağı için, betonarme icat edilmiş, işte o anda binaların mertliği de bozulmuştur. Estetiğe Yerimiz Var Mı? Yani bütün suç malzemede mi? Elbette değil; beton sadece bir sonuç, asıl sonucu doğuran sebeplere bakmak lazım! Bir toplum sanayileşmeye bağlı olarak doğal çevresini ve yaşama biçimini terkederek büyük şehre yamanmayı içine sindirdiği an, betonarmenin tartışılmaz hükümranlığına rıza göstermiş de oluyor. Elbette göçü doğuran ekonomik sorunlar, sosyal sıkıntılar var. Ancak bu göçün ortaya çıkarttığı yaralar daha mı az kanıyor? Berbat şehirlerde yaşıyor, Berbat evlerde oturuyoruz. Çalışmaktan birbirimizin yüzlerini göremiyoruz. Ne için? Fabrikadan bir somun ekmek, daireden üç kuruş garanti maaş almak için... Bu kadarı zaten geldiğimiz yerde yok muydu? Üstelik gün görüyorduk, güneş görüyorduk, toprağa dokunuyor, havayı kokluyorduk. Çocuklarımız doğayla iç içe büyüyor, bu yüzden de tafralı huysuz veletler olmuyorlardı. Güzellik Betonun Harcı Mıdır? Esasen bizim gibi yaşayan, hayata bizim gibi bakan bir insan topluluğunun estetik bulunabilecek herhangi bir sonuca ulaşması mümkün değildir. Neden? Çünkü biz bir şeyi yaparken o şeyin nasıl daha güzel yapılabileceğiyle hiç ilgilenmiyoruz. Bizim ilgimizi odakladığımız tek bir hedef var; en az maliyetle nasıl en çok faydayı sağlayabiliriz. Çünkü bizim sadece tişörtlerimzide değil, zihin duvarlarımızda da büyük harflerle “Homo Homini Lupus” yazıyor. İnsan insanın kurdu olunca, elbette estetik gibi insanın insan yapan kavramlar lüks kalıyor. Estetik kâr marjını yukarı oynatan bir kavram değil! Ticaretin yine ticari amaçlarla estetik kavramından yararlanmaya çalıştığı doğrudur. Ancak bu gayretlerin sonucunda ortaya çıkan sonuçlar, işin doğası gereği estetik açıdan arızi oluyor. Yani güzelliği paraya uladığınızda güzellik artık güzellik olarak kalamıyor. Çünkü insanlara daha fazla güzellik satmak için, estetik Bütün bunların suçunu mimari değişime atmak adaletle bağdaşıyor mu peki? İşte esas problemimiz bu! Biz başımıza gelen bütün bu saçma sapan hallerin bizim kaderimiz olduğuna inanıyoruz. Dünyayı akıl almayacak güzelliklerle yaratan Rabbimiz, bu ucube şehirleri, 4 Deneme Beren Melwasul binaları, yolları, köprüleri alnımıza yazmış olabilir mi? Bu çirkinlikleri biz üretiyoruz. Çünkü iç dünyalarımızın güzelliklerden ilham alan bir mimarisi yok, onu kaybettik. Böyle olunca dışımıza da bir güzellik inşa edemiyoruz. Hayata bakarken ne kadar çoraksa ruhlarımız, işte dışımızdaki dünya da o kadar çorak. Yani bizim ev diye, bina diye, yol diye, velhasıl şehir diye yaptığımız bu koca garabetler, aslında ruhlarımızın haritasından başka bir şey değil. Tarihte içine güzellikler sığdıran insanlar, o güzellikleri binalarına, şehirlerine ve hatta çeşmelerine, cumbalarına, saçaklarına, kapı tokmaklarına, yani her şeye bir güzel yansıtmışlardı. Bugün bakınca hepimiz hayran kalıyoruz. Çünkü onlar zengindiler ya fa yoksuldular ama içlerinde bir medeniyet taşıyorlardı. bizlerse çirkin binalar yapan çirkin insanlarız ne yazık ki! S E R T S E S S İ Z D E R G İ A R A L I K 2 0 0 8 5 Şiir Sinem Sal Sprenza -göğsüne kadife haşhaşlı gölgeler düşmüş uyuşukluğun nefes alışından bilmezsin sen neyin üstünde barındıysan giderek ona benzedin- S E R T S E S S İ Z D E R G İ A R A L I K 2 0 0 8 kırmızı sulara dalmak isteyen kışlangıçlar var teninde senin bileklerin ki genzimde köprüdür , içimde larva iki kaşının kırıştırması doğurur yorumlar yumağını alnına tırnaklarında ilk yaz buğusu saklı sana ki iyi gelir yaşlanması ikiz devlerin ten kırıntıları birikmiş gibi beyaz araları iki kara parçasına oturmuş iki gitti gidecek gemi gibi göz bebeklerin devler sadece cücelere devdir iki iki dizildiler karşıma oradan bildim göz bebekleri karanlıkta devleşir bundandır örtüşüm kapaklarını mazgallarından nefes alan yollar gibidir bedenimin kuytu mekanları şimdilerde beklenti sınırı direnişlerim teninden kırmızı sularıma inecek kışlangıçları gözlüyorsun bir iki vakte kalmaz uçar bu kırıntılar doyacak yemin olmaz kıyılarımda soğuk ve uzak çekilirken birbirine sürten perdeler gibidir gün ışığını kapatan öyle bir tarif ki tüm imgeler eksik gövdem kökünden farklı türemiş bir eylemsizlik halini taşır yüzüme hareketi yoktur bazı günlerin anlaşılmayı bir türlü beceremiyor diye şimdi dilinden gelen her sözcük bana yabancı bense sesimi harcıyorum artanıyla alacak bir sözüm kalmadı 6 Şiir Eray Devrim Duman Dokunsana İçine Karanlığın dokunsana içine karanlığın bir rüya projeksiyonu yanmış yağmurda kalan bir havlu gibi titrek sessiz ıslanmış S E R T dinlesene sesini karanlığın bir fısıltı sağır kulakta gezinen ciğercinin kedisi misali tutsak muhtaç yaşlanmış S E S S İ Z söylesene adını karanlığın bir kısa hikaye sonu başına ilişik ölüm döşeğinde kurulan hayal gibi boş yersiz hesaplanmamış D E R G İ A R A L I K 2 0 0 8 7 Hikaye Filiz Kansu Ölemediğim Ölümler Bir ev. Daha büyük ev. Daha büyük hapishane. Olmadığını hissediyorum. Zaman geçirdiğimizi, sorunları ertelediğimizi, anlaşmazlıkları dondurduğumuzu. S E R T S E S S İ Z D E R G İ A R A L I K 2 0 0 8 Yapılanlar, uygulananlar benim yapıma aykırı. Bekleyerek, olmazmış gibi göstererek, yalanlarla çevrelenerek yaşamak. Bir hamle gerekiyor gitmeyenleri durdurmaya, yolu bitirmeye. Yapamıyorum. Benden olmasın, ayrılınca hatırlatacak şeyler kalmasın. Dibe inmek. İnilemeyecek kadar diplere. Yapacaklarını hayal bile etmiyorum. O bitirmeli. Yapılmayacağı yaparak, söylenmeyeceği söyleyerek. Gözlerine bakmadan bekliyorum. Sahi ne kadardır bakmıyorum gözlerine. Belki de gözlerimden bitişi anlamaması için. Ben bitirmeyeceğim, o bitirmeli. Çekip giden ben olsam da; sorumlusu o olacak. Kadınla adamın koskoca evde iletişimleri bitiyor. Akşamları sıradan bir konuşma, yemekler üzerine. Yutma, çiğneme sesleri. Duvarlar örüldü çevreme. Duvarların içinde küçülüyorum. Kadından tek bir çıtırtı yok, bu konuda bile uyumsuzlar. Gürültülü adamın sessiz karısı. Yaşamımı bir anlık özgürlüğe terk edebilecekken, duvar üzerine duvar çekiliyor önüme. Kadın çoğu zaman nasıl böyle silikleştiğine, fark ettirmeden kendini nasıl uzaklaştırdığına şaşırıyor. Kimse giremiyor içeri. Kimse arayamıyor. Duvarların kalınlığı çok uzaklardan da hissedildiği için sevenlerim uzaklaşıyor. Ama onun ki bir eylem. Kendini ışıklar saçan bir hale getiren kadının karartma eylemi. Yaşamının ışıklarını söndürmüş bekliyor. Hiçbirinin sesini duyamıyorum. Aramak gelmiyor içimden. Oynamaktan usandım. Fark edilmemek için ayaklarının ucuna basarak yürüyor. Kalbini bile durdurduğunu hayal ediyor onun tıkırtısı da duyulmasın. Mutluyum diyebilir miyim? Sevgi her şeyin çözümü, aşk gibisi var mı? Bu cümleler yalan! Adam kadındaki bitişin farkında bile değil, böylesi daha iyi... İnsan severek mutsuzluğun en derinini yaşayabiliyor. Belki de aşkın kendisi bir zebani. Kapıda nöbet tutup, sarıyor insanı. Fark etmezse, kendi başına kalırsa, kendi kararlarını verirse tam anlamıyla kendisi olur. Soluk aldırmıyor. Düşünceyi engelliyor. Bir pres gibi... Sıkıştırdıkça inceltiyor. Kopana kadar... Kopana kadar. 8 Hikaye Filiz Kansu Kadının hayal ettiğinden uzak... Tasarladığından, şekillendirdiğinden. Gerçek kocasını kolaylıkla bırakabilir, kendi şekillendirdiğini asla. Elini uzatıyor gelen... Kadın, bacağı olmayan kadının kendi yarasını okşayacağını düşünüyor, şevkatle. Oysa uzatılan el çok daha derinlere ulaşıyor, kalbine. İntikam gibi. Yüreğini alıyor avuçlarının içine; acıtmadan, incitmeden. Bir derenin kıyısında oturup beklemek gibi. Beklerken bedenini, metabolizmasını yavaşlatıp, bekleme süresini uzatmak gibi. -"Bu yüreği nasıl taşıyorsun?”, diye soruyor minik esmer kadın fısıltıyla, "Bu kadar doldurmamalıydın." Kadın kendi olmamayı başarıyor. Kendini siliyor. Hayal bir kadına dönüştürüyor. Var ama yok gibi. -"Senin yüreğin boş muydu?", diye yanıtlıyor. -"Erkekler olmasaydı bu kadar acı çekmezdik... Ya da sevmeyi bilmeseydik." Acıkmıyor, susamıyor, uyumuyor. Yine de yaşıyor. Bütün bunlara karşın hala nefes alabilmek bir mucize. Mucizelere ihtiyacı var. -"Artık sevip sevmediğimin bile farkında değilim." diyor kadın. "Bekliyorum, o bıraksın, bitirsin istiyorum. Neden, Neden? Aslında acıyorum ona. O bir zavallı. Belki de bu yüzden bitiremiyorum..." Nefesi azalan, gücü kalmayan bedeninde bir hasret filizleniyor. Sonra filiz bir anda boğazına dolanıyor. Hasret büyüyor, büyüyor. -"Ben de aynısını yaptım. Terk etmesini istedim. Bekledim, hatta ona tuzaklar kurdum ihanet bile ettim ona. Severken ihanet, bırakması için..." "Ben gidiyorum" diyor, o kadar. Adam habersiz, kuşkulanmıyor. Vedalaşırlarken yüzü asık, sarılıp sarılıp öpüyor karısını. -"Bıraktı mı?" O'nu ne çok sevdiğini söylüyor ve hemen geri dönmesini tembihliyor sıkı sıkı. Kadının gözleri kapalı. Sanki dünyaya kapamış gözlerini. -"Bilmiyorum. Bırakacaktı. En zorunun bu olduğunu biliyor musun? Bırakırken yaşayacakların korkunç. Yaşama sarılır gibi tutundum ona" Havada baharın kokusu yok. Ayrılık yaklaşırken adamın eli kadına uzanıyor. Kadın; çevresine ördüğü buzdan duvarı geçemeyeceğini düşünüyor bu elin. -"Bıraktı mı?" -Kaç kere. Ama sonunda hep geri döndü. Dönmesi için ölüme yattım ben. Ölemediğim ölümlere..." Dönüş saatini konuşuyorlar. Kadın her şeye evet diyor. Sahi geri gelecek mi? Gelmek, onu yeniden esarete soksa da... -"Giderse dön demem. Senin farkın ne?" Gelmeli... Gelmeli... Gelmeli. -"Benimki aşktı. Hayranlıkla dolu bir aşk. Yaptıklarına olan saygımın gerçek tutkum olduğunu düşünürüm çoğu kez. Ben bir erkeği sevdim. Ama onda Tanrıyı buldum. Çılgın bir Tanrı..." Otobüs koltuğunda gözlerini kapatıyor, yan koltuğu boş. Kimseler oturmamış. Şimdilerde fazla gelip giden yok. Yaz ayları olsaydı dolup taşardı, şimdi ise boş. -"Kusurlarını düzeltemiyor. Affedemiyorum, benim beynimdeki adam değil." Tam düşüncelere dalmışken biri geçiyor yanına. İncitmeden, hiç rahatsız etmeden, usulca. -"Kusur her erkekte var. Benimki ihanet etti, binlerce kere. Her seferinde affettim. Çünkü ona hayrandım. Yaşam nedenimdi. Gücümdü. Aşkımdı." Kapalı gözleriyle tanıyor geleni. O kadın. Minicik kadın. Bir bacağı olmayan, minicik esmer kadın. 9 S E R T S E S S İ Z D E R G İ A R A L I K 2 0 0 8 Hikaye Filiz Kansu -"Benimki de ihanet etti sayılır. Kadınlarla değil; yaptıklarıyla, yalanlarıyla. Gelişmedi. Gücümü azalttı, kendime güvenimi bitirdi. Yalanlar üzerine kurduğu bir yanılsamaya hapsetti beni. S E R T S E S S İ Z D E R G İ A R A L I K 2 0 0 8 -"Sen bir erkek yaratmışsın. Benimki hazır çıktı karşıma. Tutkuyla, dev bedeniyle, yeniden yarattığı dünyayla. Benimki değerdi bunca acıya. Ya seninki, seninki değer mi?" -"Benimki tam bir fiyasko. Sen boş ver benimkini. Seninki kimdi, tanıyor muyum?" Gittiğinden emin olunca dudakları kıpırdamaya başlıyor. O esmer kadınla, yaşamını kendisiyle paylaşan kadınla bir kavuşma bu. O çekip kendi karabasanına gitse, duymasa da; bir gün gelip duyacağını düşünüyor. "Son bir kez hiçbir nedeni yokken mutlu oluşum. İlk kez hiçbir nedeni yokken korkmak. Hangisini daha önce yaşadım ki ben?" -" Bir ressam. Dev boyutların ressamı. Bir asi, bir çocuk dev. Adı Diego." -"Sen Frida mısın?" -"Ben senim. Sen bensin. Benim uzanan yanımsın. Senin önemli yanınım ben..." Birden küçük esmer kadının omuzları sarsılmaya başlıyor, yüzünde bir dehşet ifadesi. Sonunda anladı ölü olduğunu. Bir daha aynı şeyleri yaşayamayacağını. Yaşamının, maceralarının, tutkularının bittiğini. Gözleri sonuna kadar açılmış. Sessiz çığlıklarını bir ben duyuyorum. Kulaklarımı parçalıyor. Bir ölü o. Yaşarken kabullenemediği, üstünden atabilmek için binlerce kez ameliyat olduğu, acıyla geçiştirdiği bir ölü artık. Yaşamıyor. Anılarından başka bir şeyi kalmamış. Değişemez, değiştiremez, intikam alamaz. Onun yerini almamdan rahatsız. Sanki yaşamını çalmışım gibi... Şaşkın, korkulu, umutsuz bakıyor yüzüme. Elimi uzatıyorum, geri çekiliyor değmemek için. Ellerini yüzüne kapatmış gidiyor. Silikleşerek, toza dönüşerek, isyanlar içinde. Görüntüsü soluklaşırken sesi yükseliyor. Yüreğinin bitmenin getirdiği çığlıklarıyla; haksızlığa, yaşamamışlığa, umutsuzluğa çığlıkları... Kulaklarımı tıkasam da duyuyorum. Yüreğimi bir kedinin pençeleri gibi yırtarak gidiyor. 10 Şiir Bilge Dürüst Takvim alışık değildi hiç nâmus perdesi yırtık dolanmaya mahallenin tek rum asıllısı madam bilmem ne kadın yakalandığı için mahallenin en yağızıyla elma ağaçlarının altında nefeslerini düğümlerlerken S E R T yine de yeni bir şarkı öğrenmişti kısa günün kârı "madem perde yırtık doldur içeri havayı" S E S S İ Z D E R G İ A R A L I K 2 0 0 8 11 İnceleme İsimsiz İsimsiz “Sevilmeyi ilk keşfettiğinde dört yaşında idi, sevgiyi kaybettiğinde ise on. Bu kayıp tüm hayatını değiştirdi. Kimin hayatını olsa değiştirirdi yaşadıkları. Bu kız için şanssızdı, talihsizdi demek doğru değil. Evet, belki herkesten çok üzüldü yıprandı ama onu ‘o’ yapan yaşadıkları idi… S E R T S E S S İ Z D E R G İ A R A L I K 2 0 0 8 Kartpostal gibi bir çocuktu kocaman yeşil gözleri sarı saçları vardı. Bayram sabahı annesi ona bayramlıkları giydirir, birinci kattaki balkonlarına çıkardı. Güzel elbisesi özenle taranmış saçları ile camiden evine dönen amcaların bayramlarını kutlardı, çocukluğu ile ilgili hatırladığı hep güzelliğiyle ilgili övgüler almasıydı. Beğenilmek çok hoşuna gidiyordu… Altı yaşına gelip dördüncü katta bir eve taşındıklarında yüksek balkondan kimseyi göremeyecek diye çok üzülmüş, eski mahalleye gidelim diye tutturmuştu. Yıllar sonra kimsenin onu beğenmesini istemeyeceğini bilmiyordu tabii ya da daha az beğenilmenin daha iyi olabileceğini… Ailesi için en değerli oydu erkek kardeşi geldikten sonra bile o hep evin prensesi oldu annesinin ‘küçük annem’ diye severdi onu. Okulda hep başarılıydı. Ama sonra bunu bile sorgulayacaktı: “Annem öğretmendi de o yüzden mi torpil yapmışlardı” diye. Ama o zamanki Anadolu Lisesi sınavlarında da torpil olmazdı ki. İlk ölmeyi istemesi de bu zorlu savaş sonrasında kazanılan kolejin hazırlık sınıfına rastlıyordu. Bir gün hayatında bir şeylerin ters gittiğini fark etmişti. Hani o dışardan harika kusursuz görünen ailesinde bir terslik vardı. Babası onu çok seviyordu ama acaba diğer babalar da kızlarını böyle mi severdi? Dokunurlar mı onlara uyuduklarında gizlice yaklaşıp? Kendilerini hissettirler miydi? Hayır, yapmazlardı bu normal değildi. O zaman o babası gerçek babası değildi, üveydi? Ama öyle de değildi. Keşke üvey olsaydı. Büyükannesinin yastığının altındaki kalp ilaçlarını içmişti ama gece sadece kusmuş sabah hiçbir şey olmamış gibi uyanmıştı. Bütün gece başında bekleyen, ona nane limon kaynatan annesinin güzel yüzü ile uyandığında ölmediği için mutlu oldu ve onun için yaşaması gerektiğini anladı… Annesinin sevgisi olmasa, annesinin babasını nasıl sevdiğini görmese ve utanmasa herkese söylerdi. Pekâlâ, annesi onu bağrına basar beraber yaşarlardı… O adam da giderdi evlerinden ama yapamadı, yapılamazdı. Bu olacak şey değildi, zaten kimse ona inanmazdı ki! Belki de zaten o hastaydı böyle kötü hayaller kuruyordu. Bir arkadaşının annesi hastaydı mesela, sürekli ajanların onu takip ettiğini, zehirlemeye çalıştıklarını düşünürdü, belki o da böyle bir hastalığa yakalanmıştı. Evet, evet, kesin böyleydi. Böylesini düşünmek de bunu saklamak da daha kolaydı. O zaman yakın olduğu daha doğrusu yakin olduğunu sandığı bir sınıf arkadaşı ile paylaştı bunları, onu da babası dövüyordu. Beraber Ankara’ya gitmeyi, orada okumayı, beraber yasamayı hayal ederlerdi. İlk defa mimar olmak istediğini o zaman fark etmişti, arkadaşı ile yaşayacakları evi tasarlarken… Ama yıllar sonra öğrenecekti insanların dedikoduyu ne kadar sevdiklerini! Onun bu eğlenceli hikayeyi nasıl tüm okula yaydığını yıllar sonra öğrenecekti. Daha da acımasızı çocukların yaptığı korkunç yorumları da… Allah’tan yıllar sonra öğrenecekti! Okulun yaşlı psikologuna giderdi ama şimdi bile hatırlamıyor ona anlatmış mıydı, anlatmamış mıydı? Unutmak mümkün müdür, yani bazı kötü şeyleri insan hafızasından silebilir mi? Hani bir film vardı “Sil Baştan’ diye, Jim Carry’nin. Yani öyle cihazlara falan gerek olmadan da mümkünmüş dediğine göre. Sadece babası gece çıkmasına izin vermediği zamanlarda aklına gelirmiş nefreti. Yani istediklerini almayıp istediklerini yapmasına izin vermediği zamanlarda… Yıllar sonra terapilerde anlamış unuttuğunu sandığını ama aslında unutamadığını. Geceleri kaskatı uyuduğunu kendini kiloları arkasına saklayarak erkeklerden uzak kalmaya çalıştığını. Sonraki yıllarında güzel bir kadına dönüştüğünde erkeklerle farkında olmadan oynadığını aslında onlarla sağlıklı bir ilişki kurmayı başaramadığını bunları hep daha sonra fark etti. Yani hep çok neşeli çok girişkenken neden bazen en ufak şey ters gittiğinde aşırı tepki gösterirdi ki bir insan. Neden bir tuğlası 12 İnceleme İsimsiz alınınca kocaman duvarı yıkılır altında kalırdı? Bir gün yağmurda taksi bulamadığında kendini Allah'la kavga ederken bulduğunu hatırlıyordu en son. “Ben cezamı ödedim sana neden bana taksi yok neden ayrıcalık yok!” diye ayağını yere vurduğunu… Sonrasında kendini hastanenin acil servisinde kolunda serumla bulmaya başladı. Artık sebep yokken bile bayılıyor tanımsız nöbetler yaşıyordu. Epilepsi teşhisi konulan baş ağrıları da geçmiyordu bir keresinde bir ay sürmüştü o korkunç baş ağrıları. Akupunktur, tomografiler… Tedaviye başlanmıştı; ilaçlar, doktorlar… Sonunda o dönemde yanında olan, onun her şeyini bilen ama yine de onu isteyen, kendinden daha az eğitimli, daha az varlıklı, daha çirkin adamla evleniverdi. Kimse anlamadı onun neden böyle bir evlilik yaptığını anneannesi günlerce ağladı, “Nasıl bu adamla evlenecek benim prensesim.” diye ama bilmedi ki o adam onu her şeye rağmen sevmekteydi. En önemlisi de buydu ya da yine daha sonra öğreneceği gibi onun bu zayıf hali ile yenilmesi rahat bir lokma olarak görmüştü. Belki de en acısı kendini ancak böyle bir adamın sevebileceğine inandırmıştı… Bayılmaların ardı arkası kesilmedi artık iş yerinde toplantılar sonrasında bile fenalaşmaya başladı rezil oluyordu herkese ve yurt dışı seyahatlerine gönderilmemeye başlamıştı… “Hasta” diye! Ama herkes hastalığının ne olduğunu merak ediyordu. Epilepsi olsa bu kadar çok kriz geçirmesi normal miydi? İşler iyice sarpa sarınca iş dönüşü eve en yakın hastaneye attı kendini ve o mavi gözlü duruşu ile her şeyi kontrol edebilecek gibi duran o doktorun odasında buldu kendini. İki yıl boyunca direndiği yardım edeceğine inanmadığı bir yandan da umutsuzca medet umduğu doktoru sayesinde yüzleşmeler yaşamış, kendini tanımaya, kendinin o kadar da nefret edilecek bir yaratık olmadığını görmeye başlamıştı. Yıllardır o kadar suçladığı babasının kötü yanı olduğu kadar iyi yanlarının da olduğunu, yıllardır onun da içinde nasıl pişmanlıklar yaşadığını anladı. Hatta onunla yüzleşebilecek en açık şekilde yüzleşti. Onun gözünde gözyaşını gördüğünde içindeki acı hafiflemişti. Evliliği kocasının babasından para sızdırdığını öğrendiği gün bittiğinde yine gittiği yer babasının eviydi. Ona evini ve kalbini yeniden açıp kendini affettirmeye çalışan babası. Şimdilerde her şey yolunda görünüyor. İçinde bir yerlerde o yıpranan sevgisini hala yerine koymaya çalışıyor. Ne yazık ki tamir de edilse hiç bir zaman kutusundan yeni çıkmış ayakkabı gibi olmuyor. Annesinin o kocaman, kayıtsız şartsız sevgisi olmasa ayakta kalamazdı…” O bu şekilde özetleyebiliyordu hayatını belki milyonlarca kızdan sadece biri olarak, ama ayakta durmuştu ve dimdik kalmayı başarmıştı o güzel kız… Bir psikolog gözüyle ne denir bilemiyorum, inanın kelimeler boğazıma düğümleniyor. O güçlü kız gibi olamayan kızlarımız erkek çocuklarımız! Bir gerçek aile içi cinsel taciz, ensest yapı ve ilişkiler. Ama görmüyoruz, görmekten hep uzak kalıyoruz, bakamıyoruz belki de… Bir acı çünkü bu, her birimizin yüreğini yakan bir acı. Çünkü bu, sevdalarımızı engelleyen, özlemlerimizi erteleyen. Ama dur demeli değil mi insan DUR! Simdi vazgeçilmezlikler yok günümüzde ya da bağlanmış hayatlar artık her şey daha aydınlık görülebiliyor. Ve oradalar, biliyorum, yukarıda anlatan arkadaşım gibi milyonlarcalar ve oradalar. Susuyorlar, korktuklarından sanmayın sakın! Susuyorlar çünkü sevmeyi seviyorlar, susuyorlar çünkü ümit ve özlem onlar için bir bütün. Onlar dünyaya güzel gözle bakan umutlu insanlar, ama ya bizler? Ya toplumun bireyleri? Olmazsa olmazımız olan sevgi yüklü trenlerimiz nerede kaldı, hangi istasyonda bıraktık onları? Haydi, uyanın ve bir ateş de siz yakın duran trenimizin ana lokomotifine, çalıştırın durmasın… Sevdalarımız için, 13 S E R T S E S S İ Z D E R G İ A R A L I K 2 0 0 8 İnceleme İsimsiz Özlemlerimiz için, Umutlarımız için, Geleceğimiz için, S E R T S E S S İ Z D E R G İ Kelimeler düğümleniyor boğazımda ve ağlıyorum. Üzüntüm kendime. Ben kendime kızıyorum, anlatan arkadaşımla nasıl konuşabilirim diye, nasıl ondan özür dilerim diye kızıyorum Affet beni demekten başka bir şey yapmadan durmak. Ama affet beni bir birey olarak yaşamının paylaşılan bir kişisi olarak affet beni çünkü ben hatamın farkına vardım Susmak yok artık Sessizce izlemek yok. Nasıl bu kadar duyarsız kalabilirim, nasıl hiçbir şey yapmadan oturabilirim diye ama hayır, artık buna bir dur demenin zamanı gelmedi mi? Şimdi el ele bu sorunun köküne inme zamanı. Şimdi el ele hasta olan kişiliklerin tedavi edilmesi için çaba harcamak zamanı ve şimdi el ele sevda yüklü trenlere binme zamanı… Haydi, ne bekliyorsunuz? Dr.M.E. YILMAZ A R A L I K 2 0 0 8 14 Hikaye Ahmet Meriç Çavuşoğlu Yalnız Griye boyanmış deniz hırçın dalgalarıyla dövüyordu kıyıyı. Dalgalar intikam almak istercesine vuruyordu Kadıköy sahillerine; onu kısıtlayan dalga kıranların canını acıtmaya çalışırmış gibi öfkeliydi deniz. Eski iskelenin üst katındaki restoranda tarihi yarımadayı izliyordum o sırada ben. Bir vapur dalgaları küçümsercesine sükunetle yanaşıyordu iskeleye. Bir vapur kaç hayat taşıyabilir? *** 1, 2, 3, 4…. Vapurdan inenleri sayamıyorum, yetişemiyorum hızlarına; takip edemiyorum onları. Sürme iskeleyi beklemeye bile vakitleri yok. Nereye koşuyor bu insanlar çoktan kararmış göğün altında? Ne kadar çoklar, ne çok hayat var bu kalabalığın içinde. Ne aşklar vardır kim bilir, ne hüzünler saklıyorlar içlerinde; aceleleriyle neyi örtbas etmeye çalışıyor, nereye koşuyor bu insanlar? Ben yürüyemezken onlar nereye gidiyorlar böyle? Kadıköy’ün sokaklarında kaybolan kalabalığı besliyordu hala vapurdan inenler. Kışın hakkını veren bir yağmur başladı o anda. Daha hızlı koşmaya başladı insanlar, o kalabalıkta yağmurdan kaçmayan iki üç kişi ya vardı ya yoktu. Mesela şu sakin sakin yürüyen siyah saçlı, güzel kız; acaba nereye gidiyor, bekleyeni mi yok ya da yağmurun tadını mı çıkartmaya çalışıyor? Restoranın balkonuna çıkmak istedim, yağmuru yüzümde hissetmek istiyordum. Dalgaların öfkesini paylaşan yağmuru hissetmek, denizle kurduğu dostluğu görmek istiyordum. Yağmurda ziyan olacağını bildiğim halde bir sigara daha yaktım. İlk nefesi çektiğimde hala dört yanımı çevreleyen duvarlar vardı. Yavaş adımlarla çıktım balkona, yağmuru ürkütmek istemiyordum. Denizle arasına girmek istemediğimi ona göstermeye çalıştım, mahremlerine duyduğum saygıyı göstermek için çok da kenara yaklaşmadım. Yağmurdan koruyabildiğim kadarıyla sigaramı içiyordum. Bir öksürük nöbeti başladı, gözlerim kararıyordu, elimdeki kanları gördüm en son. “İçeride müzik mi başladı?” Bayılmışım… *** Bülent Çallı Gözümü evimde açtım. Yatak odam haftalar önce yoğun bakım ünitesine dönmüştü. “Ölüyorsun.” Demişti doktor suratıma karşı sıkılarak. Hâlbuki bunu biliyordum ben, yıllardır ölüyordum zaten, bir erkeğin ölümü babasının ölümüyle başlardı. Kalbimin atmasını sağlayan canım değilse de hayatım yavaş yavaş alınıyordu elimden, öldüğümü biliyordum. Ölüyorsun dedi bana doktor. Ona her şeyi anlatmak, bir ömür kadar uzun geldi bana, yaşamaya bir kez daha tahammül edemeyeceğim kadar uzun bir ömür gibi. Yalan söyledim ki ben birçok yalan söylemiştim zaten yaşarken de, önemsemedim dedim. Önemsemiştim, korkmuştum… Ben hiç ölümden korkmadım. Korkmuştum, fark edeceklerinden, ölümüme engel olacaklarından. Yeterince az ömrüm kalmasa eminim beni psikiyatri servisine sevk ederdi fakat buna gerek görmedi. “Normalleşme”me fırsat kalmadan ölecektim, bunu kabul etmeme şaşırdıysa da çok belli etmedi. Hem kabul etmeyip ne yapacaktım ki? Ölüyordum sonuçta, bunu biliyordum, üstelik geride öyle çok şey bırakmıyordum. Ne yapmamı beklerdiniz, iyileşmeye çalışmamı mı? Ne kadar daha yaşayabileceğimi bile sormadım ona. Yok yok, kaderci yaşadığımdan değil, sadece benim için fark eden bir şey olmadığından sormadım. Ha üç gün sonra, ha otuz yıl sonra… Ne fark eder? Hastanede yatmayı kabul etmeyince, odamı hastane odası haline getirdiler. Buna itiraz edecek kadar yaşamıyordum, kabul ettim. İşte gözümü açtığımda, o doktoru kendi odamda gördüm. “Doktor…” diye fısıldadım, sesim çatal çatal çıkıyordu. “Doktor,” dedim “bana sigara ver!” Gözlerindeki tepkiyi gördüm, “Hayır,” dedi, “Buna izin veremem.” Neden diye sordum, “Neden, içersem ölür müyüm?” *** 15 S E R T S E S S İ Z D E R G İ A R A L I K 2 0 0 8 Hikaye Ahmet Meriç Çavuşoğlu S E R T S E S S İ Z D E R G İ A R A L I K 2 0 0 8 Birkaç gün yattım, önce başımdaki hemşireyi sonra doktoru ikna ettim, kendimi tekrar sokağa attım, havada keskin bir kar kokusu vardı. Moda sahili nasıl özlemişim! Hayatımın bütün kadınlarını hatırlatır bana Moda. Belki de en çok bu yüzden istedim, bu semtte yaşamayı. Hele kışın bir başka güzel olur; gri gökyüzü kaplar ufukları, deniz turkuazın en lacivertini seçer kendine elbise diye. Lacivert bir turkuaz? Ben ölüyorum, artık sadece benim sözüm geçer. Evet lacivert bir turkuaz… nameleriyle değil, sadece konuşuyor. “Bu bir yalnızlık şarkısı!” diye bağırdı tekrar, içten gelen bir sesle; bu bir yalnızlık şarkısı… “Yalnızlar için çalıyoruz, yalnızca yalnızlar dinlesin bizi.” Rüzgarın uğultusu kapladı kulaklarımı, yaklaşan karı umursamayan birkaç genç çift dışında kimse yoktu sahilde. Bir de hatıralarım tabii, ben her şeyimi bu sahillerle paylaştım. İlk aşkımı, ilk sarhoşluğumu, ilk sevişmemi, ilk hüsranımı ve şimdi de ölümümü. “Uzaklardan bir müzik mi geliyor?” Sahilde peşi sıra dizilmiş, banklardan birine oturdum. Dalgalar kayalıkları aşıp neredeyse beni bile ıslatacaklardı. Gümüşi tabakamdan bir sigara çıkartıp yaktım. İlk nefes bütün ciğerlerimi doldurdu. Aldığım keyfi yakalandığım öksürük nöbeti bile bastıramadı. Sonra nereden geldiyse aklıma geldi. “Bir erkeğin ölümü babasının ölümüyle başlar.” İlk nerede okudum bu cümleyi bilmiyorum. Aslında anlamamıştım da ilk okuduğum zaman, her beylik laf gibi hoşuma gitmişti sadece fakat şimdi anlıyorum. Yalnızlıklar ölümle başlar. Ölümle ilk tanışmanız bir yalnızlığa, yalnızlıkla tanışmanız bir ölüme götürür sizi. O kadar uzun zamandır yalnızım ki… Öksürüğüme hakim olamadım. Ağzımı kapatmaya çalışan elim kanla doldu. Ama emindim, bir yerlerden bir müzik geliyordu, bir keman sesi. Zihnimde son kez bir hatıra canlandı. *** “Bu bir yalnızlık şarkısı!” diye haykırdı ortada duran genç. İstiklal Caddesi’nde yağmurlu bir sonbahar akşamı; bir köşe başında başlamışlar haykırmaya gençler, “Bu bir yalnızlık şarkısı!” İhtimal, üniversite öğrencisi dört genç, üç tanesi arkada enstrümanlarıyla can veriyorlar şarkıya; kemanın sesi ayrı güzel çıkıyor yan flütle sarmaş dolaş olunca. Müziği duysanız sanırsınız ki ruhunuza yağmur yağıyor; şarkıyla yumuşayan alacakaranlık size kollarını açıyor. İstiklal Caddesi’nde yağmur yağıyor. Siyah takım elbise giymiş bir tanesi, ortalarında durmuş şarkıya vokal yapıyor ama 16 Hikaye Eray Devrim Duman Şey Harflerin kıvrımlarına sıkışıyordu kelimeler; evlerde hapsedilmiş yazarların gagalarının keskin yerlerine takılmış kristalize virüsler kimsenin bilmediği bir şarkıyı mırıldanırlarken. Kar kristalleri, düş olmuş yağıyordu yerden göğe. Soğuktan tir tir titreyen bulutların üstü yeterince kayganlaşmış ve ozon tabakasının geleneksel kayak tatili için hazır hale gelmişti ve bir kedi ağlıyordu kristallerin alveollerinde, meteliğe cephanelik ile saldırmayı alışkanlık haline getirmiş bir yazarın peşinde olan. S E R T “Neredesin ulan? Neredesin!” Dizleri üzerinde yürüyen bir kalem üstadı karışmıştı o gece İstanbul’un hamuruna. Karanlığı delip geçen köpek havlamaları arasında bale yapıyordu büyük ihtimalle, ya da bir evsizin kartonunu çalmış uyumaya çalışıyordu. Ya da başka bir eve sığınmaya çalışmıştı kim bilir? Belki de başına kötü bir şey gelmişti, kedisini özlemiş yazarın. Ne yapardı kedisi olmadan? Nasıl yaşardı? Deli gibi koşuyordu kedi ağlayarak; bir oraya, bir buraya. Bir o sokağa, bir bu sokağa. Bir o çöp kutusuna bir bu çöp kutusuna. Tam üç saattir dışarıdaydı, tam üç saat! Şimdiye kadar çoktan donup ölmesi gerekirdi ama hala umudunu yitirmemişti ve aramaya devam ediyordu. Cansu Uçar mırıldanırlarken. Kar kristalleri, düş olmuş yağıyordu yerden göğe. Soğuktan tir tir titreyen bulutların üstü yeterince kayganlaşmış ve ozon tabakasının geleneksel kayak tatili için hazır hale gelmişti ve yazarına kavuşmuş bir kedi kıkırdaması inletmeye başladı karanlığı, kristallerin alveollerinde, köpek ulumalarının kestiği sessizliğin yumuşak teninde ışıksız bir kedi mahallesinin içinde kaybolana dek. S E S S İ Z D E R G İ A R A L I K Ah salak, neden pencereyi açık bıraktı ki sanki? Halbuki bu türün ne kadar yaramaz olduğunu biliyordu ve kaşla göz arasında kaçmasına şaşırmamalıydı. Çıldırmak üzereydi. Neredeydi yahu bu aptal? Neredeydi? Bir tıkırtı duydu; çöp tenekesinden gelen. Acaba o olabilir miydi? Yavaşça yaklaştı, ki bu çok usta olduğu bir şeydi, çöp tenekesinin kapağını kaldırdı… ve işte burada. Sıpa. Nasıl da dolaştırmıştı bu soğukta onu deli gibi. Ama sonunda kavuşmuştu işte ona, sevinçliydi. 2 0 0 8 Çöp tenekesinden çıkmasını söyledi ve çıkar çıkmaz kucağına atlayarak kravatını yakalı. “Doğru eve!” dedi en tiz ses tonuyla. Ağlaması kesilmişti. “Senin peşinde koşmaktan uyku uyuyamaz oldum. İyice yaramazlaştın sen. Bir daha kaçarsan yemin ederim seni Evsiz Yazarlar Bakım Merkezi’ne vereceğim. Bakma bana öyle hadi. Marş marş. Üşümüşsündür sen şimdi, bir kahve kanyak yapayım da kendine gelirsin.” Harflerin kıvrımlarına sıkışıyordu kelimeler; evlerde hapsedilmiş yazarların gagalarının keskin yerlerine takılmış kristalize virüsler kimsenin bilmediği bir şarkıyı 17 Deneme Sinem Sal Uyduruk Zamirler ve Asma Katlar Asma katı olmalıydı her insanın. Kendisinin üstünde, gören gözlerinin biraz daha yukarısında, zaman zaman çıkıp öte yerleri görebileceği beyninizin ve ruhunuzun üstüne sağlamca oturtulmuş bir asma kat. Hani öyle ki kendinizi içinizden değil de tepenizden görmeliydiniz. Böyle böyle görecekti insan kendi yerini, devleştirdiklerinin gözlerinden. S E R T S E S S İ Z D E R G İ A R A L I K 2 0 0 8 İki göz kırpmasının arasında gördüklerimize inanıyorduk önce. Aceleyle çekilmiş bir fotoğraf gibi kalıyordu dünya, gözlerinde. Oysa en önemli hareketleri belki de o kirpiklerinizin öpüştüğü anda kaçırıyordunuz. Önce hevesiniz kaçıyordu. İçinizdeki sıkıntının elleri ve kolları vardı sanki ve deviriyordu her ne varsa etrafında. "İnsanlar" ve "şeyler" arasında kayboluyordunuz aslında. Tasarruf etmeniz öğretiliyordu size. Gerçeklere yatırım yapmayı zorunlu kılan hayat şartları içinde ilerliyordunuz. Hani ceplerinizde ne var ne yok diye bile bakmıyordunuz artık. Biz, kendini tüm genellemeler içinde istisna zanneden varlıklardık. Herkes kendini biraz anlaşılmaz, biraz farklı , biraz çözülmez ve biraz da yalnız hissediyordu. Zaman geçtikçe mürekkep balığı gibi yaşamayı öğreniyorduk. Üstümüze saldırmaya gelenlere karşı salgıladığımız o koyu renkli salgı koruyordu bizi. Farklarımızı kapatıyorduk böylelikle. Hepimiz bir resim yapıp ona bakıyorduk. Ne yazık ki çocukluğumuza indiğimizde bile şu anımızı en çok etkileyen olaylar bizi hep en çok mutsuz etmiş olan olaylardı. Yaptığımız sanata nasıl da işliyordu o günlerin sızısı. Ve üstünden zaman geçecekti bu günlerin. Birileri çıkıp yarattığınız eserleri tahlil edecekti. Kişiliğinize dair tahminlerde bulunacaktı sizi hiç tanımayan insanlar. Bülent Çallı Kimse, ama kimse bilmeyecekti siz hep size çığlık attıran ve içinize gömülü bir taş gibi çöreklenen günleri yansıtmıştınız eserlerinize. Çünkü mutlu olduğunuz günlerde bunu öylesine yoğun yaşıyordunuz ki o andan başka bir şeye odaklanmaya ne vaktiniz oluyordu ne de isteğiniz. Kırgınlığınızdan dolayı hep başkalarını suçladınız. Daha sert olmayı başarmak için uğraşmak zor mu geldi size? Yüzünü asma! dedi bilirkişi. Yüzünü asma! Kendini nefessiz bırakmak, kendini öldürmekten başka hiçbir işe yaramaz. Yüzünü asma! 18 Şiir Onur Akyıl 900 yaz yine başladı; onlar, bir şehrin bütün insanları başladılar yaza; barıştım onlarla, bir bakışın ortasında sonra apar topar küstüm, kolkola nehirler içinden sözlerin, sekizde başlar müzik dokuzda herkes ölür; güzel aşkları seviyorum ben, başkalarının da olsalar. onların starları var benimse yıldızlarım; yağmuru dinledikten sonra kardeş bir sessizlik; kovulanların tenlerinde de hayatın ucu; paramı aldı ama acıtmadı kalbimi; mesela o fahişe; sevgilimden daha acı. ya da vapurda bir mona lisa, konuşmalar kadar şaşkınlık verici ayrılma rengi, sabah düzeneği ve biten bir anlama; başka zaman! bir gün hepimiz zor kollardan aşk alanına! S E R T S E S S İ Z D E R G İ A R A L I K 2 0 0 8 19 Şiir Sinem Sal Seviş Mertebesi -ben hangi suratın gölgesini sana benzetsem, o karartı bir başkasının altında terlemiş çıkardı- S E R T S E S S İ Z D E R G İ içimin kuytusunda bir nar parçalanmış mevsimi geçmiş diye ekşiyen tüm meyveler gibi parçalanmış parçalanmış da öyle çoğalmış hangi deniz boşalsa içimin çukuruna eskiden kalma günlerden biriktirdikleri artık o çukurda bir delta boğazına kadar kokuyla dolu yollarım takip et ön kapının arkasında kalmış bir buruk bahçe dibine düşmüş nar taneleri yeşilinden kopmuş birer zeytin gibi yürüyüp geçiyorsun üstünden tohumlarının postalanmamış bir mektup gibi tenimiz yazılmış yalanmış kapatırken biraz da kırışmış pulu seçilmiş de gönderilmeye cesaret edilmemiş gibi duruyor masanın üstünde A R A L I K sevişme ertesi 2 0 0 8 bazı beklemeler usandırır şimdi ağır bir posta gibi dilin o bir türlü gelmeyen mektup ağzımın ıslağında buruşmasın diye öpüşmedim kimseyle her sevişme yarımdır oysa doyduğundan değil ses etmeyişin bu eksikliğe dokunmadığımız çok yer var daha tırnak içlerimde teninden edindiğim beyaz (k)alıntılar var tüm bunlar bir duvara tırmanıp düşmüşlüğün izleridir sen hangi meyveyi dişlediysen tadına varmak için kopardın kendisinden, bunu hiç bilmedin dudakların uzun soluklu bir lebriz deltasında bedenimin 20 Şiir Eray Devrim Duman 7 Aralık 2008 asfalta düşen bir bedenin ardından yüzler tutuşturdu ucundan Atina’yı önce sonra binler on binler yüz binler dört bir koldan devrim şarkılarıyla S E R T yandı kuklacı perdeleri, gözlere indirilmiş koparıldı zincirler yıkıldı duvarlar, güçler, otoriteler ve tekmelendi para dolu midelerini kodamanların her dişliyi tek tek dize getirmek için S E S S İ Z sonra bir ses çıktı alevlerin arasından çağlayan misali dizginlenemeyen dizginlenemeyecek bir ses doldu kampüslere, kamplara D E R G İ ve bir şarkı bir şarkı yazdı ege 15 yaşında ölmüş Alexandros’un hayallerine elinde özgürlük manifestosu sırtında çembere alınmış A harfi gözlerinde umut A R A L I K bir şarkı yazdı ege nakaratı umut dolu: “yanıyor düzenin dört bir yanı geliyor mu oralara kadar kokusu zorbaların güle güle Alexandros senin kanın dökülen son masum kanı olmalı” 2 0 0 8 21 Hikaye Bahadır Yavaş Mağlup Kahraman Soğuktu. Daha suya ilk adımını attığında bunu bıkkınlıkla hissetmişti. Ama elinden pek bir şey gelmezdi. Ne yapabilirdi ki? Bu onun işiydi. Soğuktu. Sudan başını çıkardığında da hissettiği bir soğuk. S E R T S E S S İ Z D E R G İ A R A L I K 2 0 0 8 Aslında işini seviyordu. Denize oldum olası âşıktı. Daha iki yaşındayken okul çocuklarından daha iyi yüzüyordu. Ailesi dâhil herkes onun bir yüzme sporcusu olacağını düşünüyordu. O da. Ta ki tacizci yüzme hocasının ellerine teslim edilene dek. Dokuz yaşındaki bir erkek çocuğunda bu olayın yarattığı travma ancak uzun psikolojik tedavilerle atlatılabilmişti. Yine de Kadir yüzmeden kopamamış, liseyi ülkesinde, üniversiteyi Avrupa’da yüzme bursuyla okumuştu. ‘Kadere bak,’ diye geçirdi aklından Kadir, ‘bir dalgıç polisim. Hah!’ Su gerçekten soğuktu. On metrenin altı daha da beterdi. Dalış kıyafetinin altındaki derisine bile acı veriyordu. Binlerce küçük haşarı iğne senkronize bir şekilde tenine batıyormuş gibi. Yine de direndi ve paletlerini hareket ettirerek biraz daha derine sürükledi bedenini. Tüpündeki havanın azalmaya başladığını hoşnutsuzlukla fark etti. Yaklaşık beş dakika içinde cesede (belki de ölmemişti, neden bu kadar peşin hükümlüydü?) ulaşamazsa yüzeye çıkmak ve tüp değiştirmek zorunda kalacaktı. Hava neredeyse kararmak üzereydi ve yeterli teçhizat bulunmuyordu bağlı olduğu birimde. Aslına bakılırsa, teşkilatındaki tek dalgıç polisti. Buralarda (hele bu mevsimde) pek boğulan olmazdı. İki dakika sonra yüzeye çıkması gerekiyordu. Mesleğinin zamanla getirdiği hassas olaylara donuk bir ilgi gösterme alışkanlığı sayesinde, hırs duygusundan yoksundu. Yüzeye çıkmak, yalnızca daha fazla mesai demekti onun için. Ertesi gün aramaya devam edecekti. Son dakikanın da dolduğuna karar verip yüzeye palet sallamaya başladığı anda gözüne takıldı. Yoğun, yeşil yosunların arasında dalgalanan siyah iplikçikler. Basınç göstergesine isteksizce yeniden baktı ve aşağıda gördüğünün incelemeye değer olduğuna hükmetti. Baş aşağı dönerek birkaç sert palet darbesiyle dipteydi. Siyah iplikçiklerin aradığı şeye ait olduğunu hemen anlamıştı. Uzun ( ve tanrım; çok da güzel) siyah saçlar akıntı yönünde salınıp duruyor, doğal olmayan renkte, doğal bir deniz bitkisi gibi görünüyordu. Saçların gerisini örten yosunları ayıkladı Kadir. Bembeyaz kesilmiş, pürüzsüz bir yüz gördü. Daha önce hiç görmediği kadar pürüzsüz… İlk anın donukluğunu çabuk atlattı ve hemen işe koyularak inatçı yosunları sarıldıkları bedenden ayıklamaya başladı. Kızın vücudu kaskatıydı. Ve beyaz. Saydam gibi. Yosunları beline kadar ayıkladığında yeniden basınç göstergesine (bu kez endişeyle) baktı. Yeterli zamanı kalmış mıydı, bilmiyordu. Daha da hızlı çalışmaya başladı. Suyun altında ne kadar hızlı olabilirse. Hareketlerine dışarıdan bir bakış atıp kendi kendine güldü içinden. Bir rüyada, kaçmaya çalışan ama bir türlü yeterli hızda koşamayan biri gibiydi. Ağır çekimde didinen bir kurban… Sonunda kızı yosunlardan kurtarmayı başarmıştı. ‘İyi iş!’ diye kutladı kendini iç sesiyle. Yosunların bağlayıcılığından kurtulan beden, ağırlıksızmışçasına suda yükselmeye başlamıştı. Kadir için şaşırtıcı bir durumdu bu. Çünkü boğulmuş bir beden bu kadar hızla yüzeye yükselemezdi. Kızın yukarı doğru dalgalanan bedeninin ardından hızla giderek ona yetişti ve onunla birlikte daha hızlı bir şekilde yüzeye yöneldi. Dışarıda bekleyen küçük kalabalık suyun üzerinde iki baş birden görünce kararsız bir tutum sergiledi. Kimi alkışladı, kimi sevinç göstergesi sesler çıkardı, kimi kızın gençliğinden dem vurup acıma belirtileri gösterdi… Kızı iskeleye doğru sürükleyen Kadir, oradakilerin yardımıyla onu yukarı çıkardı. Kendisi de iskelenin merdivenini kullanarak tırmandı ve kızın yanına geldi. Sağlık ekibi hala gelememişti. Ne hakla her ay maaş talep ediyordu bunlar? Kızın nabzını yokladı. Suyun yüzeyine doğru birlikte süzülürlerken kafasında oluşan soru işareti cevap bulmuştu işte. Kız boğulmamıştı. Suya atladığında (ya da düştüğünde) soğuğa bir tepki olarak vücut kendini kilitlemiş ve ciğerlere hava dâhil hiçbir şeyin girmesine izin vermemişti. Kısa sürede oksijen yetersizliğinden beyin fonksiyonları yavaşlamış ve kız bayılmıştı. Soğuğun etkisiyle hayati organlara doğru çekilen kan, kızın daha uzun süre hayatta kalmasına neden olmuştu. Yapılması gereken çok basitti. Kızın ciğerlerine hava girmesini sağlamak ve kalbini yeniden çalıştırmak. Birkaç dakika sonra kızın göğsü inip kalkıyor, nabzı düzensiz de olsa atıyordu. Adam iskelede bekleşenlere 22 Hikaye Bahadır Yavaş müjdeyi vermiş, etraflarındaki çemberi daralttıkları için de hepsini bir güzel haşlamıştı. çay bardağına baktı. Sonunda başını kaldırdı ve anlatmaya başladı… Sağlık ekipleri sonunda iskeleye geldiklerinde kız titremeye başlamıştı. Bu iyiye işaretti. Bedenin ortam ısısına dönmeye çabaladığı anlamına geliyordu. Titremeler içinde kız gözlerini kırpıştırarak açtı ve etrafına anlamsız bakışlar atmaya başladı. Gözleri maviydi. Adamınkiler gibi. Dakikalar geçtikçe yüzüne, tenine renk de gelmeye başlamıştı. Ama teni yine beyazdı. Kadir’in teni gibi… Derin bir soluk aldı ve “…işte böyle,” dedi zoraki bir gülümsemeyle. Adam daha derine inmeye gerek görmemişti. O da suyun altındayken neler düşündüğünü, neler hissettiğini, nasıl tam vazgeçmişken, mucizevî bir şekilde saçlarını gördüğünü ve sonrasını anlattı. Anlatırken bir yandan da kıza bakıyor, düşünüyordu: “Allah’ım, ne kadar güzel!” Dalgıç polis, kızın üzerine iyice eğilmişti. Hala bilincine kavuşamamış kız boş gözlerle onunkilere baktı. Kadir kıza gülümsedi. Öyle içtendi ki, adam kendi gülümsemesinden utandı. Belli belirsiz bir gülümsemeyle karşılık verdi kız ona. Sonra sağ elini kaldırdı, baktı ve şöyle dedi: “Tırnağım kırılmış.” Birden, Gülsüm sordu: “Tavla oynayalım mı?” Kadir’in gülümsemesi yüzünde bir an dondu. Kızın sözlerinin zihninde anlam kazanması birkaç saniye sürmüştü. Sonunda bilinçli bir şekilde kızın sözlerini idrak ettiğinde gülümsemesi hızla devasa kahkahalara dönüştü. Etraflarındaki insanlar ona tuhaf bakışlar atmaya başlamıştı ama o kendini tutamıyordu bir türlü. Bu sırada kız bilincini yitirdi ve sağlık görevlileri onu sedyeye yerleştirerek iskelenin karaya bağlandığı noktada bekleyen ambulansa taşıdılar. Adam hala gülüyordu: “Tırnağı kırılmış!” Üç hafta sonra… Gülsüm, elini şefkatle tutan adama baktı yan gözlerle. Sarı, kırmızı, kahverengi, turuncu yaprakların üzerinde yan yana yürüyorlardı. Adam gülümsüyordu. Farkında değildi. Issız yola bakıyor, gülümsüyordu. Kısa süre sonra başını sağına çevirdi ve gözleri buluştu. Gülümsemeleri katlandı ve birlikte çoğaldı. Kadir Gülsüm’e sarıldı ve ayaklarının altında hışırdayan yaprakların şarkısı eşliğinde sezonu kapatmaya hazırlanan çay bahçesine yöneldiler. Kadir bir rüyadan uyanır gibi silkindi ve dikkatini kızın gözlerinden sözlerine kaydırdı. Dudağının sağ kenarını yukarı kıvırarak, “Yenilirsen kızmak yok ama?” dedi. “Üç-üç.” Kadir hem attığı zarı, hem de skoru hatırlatıyordu yeni sevgilisine. Sağ üst köşeden çektiği iki pulla altı kapısını kapattı ve Gülsüm’ün atması için zarı onun önüne doğru gönderdi. Kız zara uzandığı gibi elini geri çekti. Adama çok tanıdık gelen bir hareketle yüzü hizasına kaldırdı ve yine çok tanıdık gelen bir cümle kurdu: “Tırnağım kırıldı.” Kadir kahkahalara boğulmuştu. Kız bir süre bozulmuş gibi adama baktı, sonra neye güldüğünü anlayarak o da gülmeye başladı. Kahkahaları durulduktan sonraki oyunu Gülsüm mars ederek kazandı ve kırılan tırnağının sinir bozukluğu ile kahramanının erken sevincini değiş tokuş etti. Onda şanssızlıktan yakınan bir üzüntü bırakmış, karşılığında aldığı zafer duygusuyla kendini teselli etmişti. Birden Kadir yeniden kahkahalar atmaya başladı: “Tırnağı kırılmış!” Çayları, giderek soğuyan ve kışı muştulayan havanın egemenliğinde kısa bir özgürlük molası gibiydi. İçiyorlar ve birbirlerine bakıp gülümsüyorlardı. İçlerini ısıtmak için başka hiçbir şeye ihtiyaçları yoktu. Yaklaşık bir haftadır birliktelerdi ve Kadir ilk kez sormaya cesaret etmişti kıza, neden o soğuk havada suda olduğunu. Gülsüm bir süre kararsızca önünde duran boş 23 S E R T S E S S İ Z D E R G İ A R A L I K 2 0 0 8 Deneme Bilge Dürüst Geç Jack. "İnsan özgür olmadan, huzurlu ve mutlu olamaz." Dante S E R T S E S S İ Z D E R G İ A R A L I K Geç Jack. Sen de geç. Sen de geç önümden Jack. Durma hadi, bakma öyle. Geç Jack. Görmeden, fark etmeden geç. Bilmeden geç Jack, tanımadan, hissetmeden geç. Üzülme boşuna ilk değilsin, son da değilsin. Sen geçsen de geçmesen de başkaları da geçecek Jack, ben buradan kalkmadıkça, başkaları da geçecek. Önüme tükürmeye bile tenezzül etmeyecek olanlar da geçecek Jack, beni insan yerine koymayanlar da geçecek. Sen de geç işte Jack, durduğun hata, sen de geç. Sen de geç Jack, çünkü, geçmezsen; senin de önünden geçilecek. Zaman aktı ve insanlar geçti Jack, zaman aktı ve insanlar geçti. Bakmadılar, görmediler, duymadılar, hissetmediler Jack. Düşünmediler, önemsemediler. Zaman aktı ve insanlar geçti Jack, zaman aktı ve insanlar geçti. Ben de isterdim tuzun kokusunu tutmayı tenimde, ben de isterdim bu Marmara'yı balıklarıyla, yosunlarıyla, kumuyla, taşıyla, pisliğiyle beraber kana kana içmeyi. Ben de isterdim Jack, Türkçe isimler kullanmayı hikayelerimde, çünkü Türkçe isimler de ilgi çekebilirdi senin o alışıldık ismin kadar belki, şu koca Dünya özgür olsa senin özgür olduğun gibi. Ben de isterdim Jack, geleceğe umutla bakan bir kız çocuğu olmayı senin kuzenlerin, kardeşin, kız arkadaşların gibi, ben de isterdim Jack korkmadan güzel şeyler düşünmeyi, geceleri arkama bakmadan yürümeyi öğrenmeyi, erkekleri mecbur olduğumdan değil insan olduklarından dolayı sevmeyi. Ben de isterdim. Ama yok Jack, yok öyle bir şey. Yok. Bir gölde yüzen balina kadar yok, bir adama güvenmiş ben kadar, aklı kasıklarında seyretmeyen bir erkek kadar yok, yok Jack. Yok aslanım öyle bir şey. Öyle bir şey yok. O yüzden geç Jack, sen de geç. Durmadan, bakmadan, hissetmeden, düşünmeden, önemsemeden geç. Bakma ne kadar çıplak olduğuma: Benim çıplaklığım hissizlik çünkü Jack. Ama bunları duyma ve de inanma. 2 0 0 8 24 Hikaye Ziya Alpay Yarı Yarıya Ben kendi çapında edebiyatla uğraşan öykü, şiir falan yazmaya çalışan, açıkça söylemek gerekirse halk tabiriyle kırık, çatlak, kopuk veya tuhaf denilen insanlardan biriyim. Her ne kadar normal insan taklidi yapmaya çalışsam da kendimi fazla gizleyemiyorum. Bu yüzden tanıştığım insanlar çok geçmeden nasıl biri olduğumu anlıyor ve derhal benden uzaklaşıyorlar. Ben de kendime sanat sayesinde kurduğum hayali- fantastik dünyamda yaşayıp mutlu olmaya çalışıyorum. Kendi zevkime uygun kitaplar okuyarak, fantastik öyküler yazmaya çalışarak ve bazen de yazdığım kimi öyküleri e-dergilere gönderip yayımlanmalarını bekleyerek günlerimi geçiriyordum. (Daha hiçbirini yayımlamadılar) Edebiyat, insana yaşam ve kendisi hakkında bir şeyler öğretir, geliştirir, olgunlaştırır diyorlarsa da benim normal hayatla pek ilgim olmadığı gibi edebiyatın bu yönüyle de hiçbir ilgim yoktu. S E R T S E S S İ Z Birçok romanda ve öyküde tanık olmuşsunuzdur; birinci tekil şahıs kipinden anlatılır her şey. Bence burada bir mantık hatası vardır. Bu anlatıcı kişi edebi olarak güzel olan o cümleleri asla kuramaz. Kurabilecek olursa şayet “demek ki bu anlatıcı kişi yazarın kendisidir” diye düşünmemiz gerekir. Eğer bu anlatıcı kişi başta bize edebiyatla ilgili, yazmaya çalışan biri veya gerçek bir yazar olarak tanıtılırsa mantık hatası ortadan kalkar. Fakat biz yine de biliriz ki bu cümleleri kuran da yazardır. Bununla birlikte yazar bu birinci tekil şahısa kişiliğinin, hayatının, tecrübelerinin ne kadarını koymuştur ya da koymamıştır yazarı tanımadan bunu bilmemiz olanaksız.. Şimdi ilk paragrafı neden yazdığımı anlamışsınızdır herhalde. Ben kitapları basılan ve satılan bir yazar olsaydım ve okurlarımdan biri beni gerçek hayatta tanımak istediğini söyleseydi ona cevabım şu olurdu: Yazdığım kahramanlarıma bak, hepsinde ben varım, “Onlar benim çeşitli versiyonlarım.”, derdim. Neyse işte, bu konu üzerine sayfalarca yazılabilir, ben fazla uzatmadan anlatacağım olaya geçeyim. Bir gün internette e-edebiyat dergilerinden birini okurken bir öykü ile karşılaştım. Son derece ilginç, sıra dışı ve güzel bir öyküydü. Beni hemen tesiri altına aldı. Bu öyküyü kimin yazdığını merak ettim. Başta okuduğum halde aklımdan çıkmıştı. Yeniden başa döndüm. Yazarı: Zeynep Kara’ydı. Daha önce ismini hiç duymadığım bir yazardı. Bazı istisnalar haricinde karşı cinsimden birinin böylesi öyküler yazdığına hiç şahit olmamıştım. Tanıyabildiğim kadarıyla onların hayata bakışı ve yaşama tarzı benimle taban tabana zıttı. Fakat şimdi D E R G İ A R A L I K Selin Ergene onların içinden bana benzeyen biriyle karşılaşıyor olmak düşüncesi beni çok heyecanlandırmıştı. Öyküyü tekrar tekrar defalarca kez okudum. Her okuyuşumda ayrı bir tat, ayrı bir lezzet alıyordum. Anlatım kadar anlatılanlar da büyüleyici gelmişti bana. Ayrıca benim yazdığım öykülerle arasında garip bir benzerlik olduğunu gördüm ve bu yazarla birçok ortak noktamız olacağını düşündüm. Derginin önceki sayılarında gezerek başka öyküsü var mı diye araştırdım. Yoktu. Sanırım bu son sayıda ilk defa olarak onun öyküsünü yayımlamışlardı. Kimdi 25 2 0 0 8 Hikaye Ziya Alpay S E R T S E S S İ Z D E R G İ A R A L I K 2 0 0 8 bu “Zeynep Kara?” Nasıl bir insandı? Neler yapardı? Nerede yaşardı? Kaç yaşındaydı? Gibi sorular birikmeye başladı zihnimde. Onu tanımak için içimde dayanılmaz bir arzu hissediyordum. Fakat ne yapmalıydım? Bir mail adresi var mı diye baktım. Hayır, maalesef yoktu. Ben de bu durumda öykü hakkındaki yorum kısmına yazmayı düşündüm. Tam iki hafta boyunca geceli gündüzlü bu yazı üzerinde çalıştım. Mükemmel ve etkileyici olmasını istiyordum, öyle ki, yazar yorumlarımı okuyunca benimle iletişim kurmak istemeliydi. Nihayetinde onca uğraşıdan sonra yazıyı tamamlayıp gönderdim. Sonuna da mail adresimi ve ismimi ekledim ve benimle iletişim kurar mı acaba diye beklemeye başladım. Bekledim, bekledim… Her gün içimde büyük bir heyecanla mail adresimi kontrol ettim. Fakat ne gelen vardı ne de giden. Umutsuzluğa kapılarak kendimi teselli etmeye çalıştım. Belki, dedim, kendi kendime, Zeynep Kara’nın gerçek kişiliğinin ve sürdürdüğü hayatının, yazdığı öykü ile hiçbir ilgisi yok. Sadece edebiyatla ilgilenen, hayal gücü biraz kuvvetli sıradan insanlardan biri. Hepsi bu. Aradan günler ve haftalar geçti. Hiçbir gelişme olmadı. Bense öyküye daha tutkulu bir şekilde bağlandım. Üzerinde bir dedektif gibi çalıştım. Her cümleyi, her kelimeyi, bütün noktalama işaretlerini tek tek inceledim. Kusursuzdu. Tek bir mantık hatası, anlatım bozukluğu veya yanlış bir noktalama işareti yoktu. Açıkça söylemek gerekirse ben bu öyküye ve yazarına aşık olmuştum. Aşık olmak benim neyimeydi ama kalbim söz dinlemiyordu işte. Önce bu öyküye, öyküden yola çıkarak da yazarına karşı duyulan engellemez bir duyguydu bendeki. Ve bir gün Zeynep Kara’dan kısa bir mail geldi: Öyküm hakkında yaptığınız yorumlar gerçekten çok ilginç. Öykümün bu şekilde anlaşılacağını hiç düşünmemiştim. Teşekkürler. Not: İşlerimin yoğunluğu nedeniyle yorumunuzu daha yeni gördüm. Bu sebepten de size fazla uzun yazamıyorum. Kusura bakmayın. Zeynep Kara Tahmin edebileceğiniz gibi bu cevap beni hayal kırıklığına uğrattı. Bu kadar yoğun çalışan biri, benim hayallerimdeki prenses olamazdı. Benim prensesim dünyaya fazla karışmamış, çalışmaktan hiç hoşlanmayan biri olabilirdi ancak. Bu durumda ben de öyküyü ve Zeynep’i tamamen unutmaya karar verdim. Geçenlerde satın aldığım Lovecraft’ın öykülerini okumaya başladım. Böylece bir ay kadar geçti. Onu tamamen aklımdan çıkarmayı başarmıştım fakat yine aynı e-dergideki öykülere bakarken Zeynep Kara imzalı bir başka öyküyle karşılaştım. Büyük bir heyecan ve merakla yeni öyküyü okudum. Öncekinden de sıra dışı ve biraz erotikti. Sizlere şimdi bu öyküden birkaç bölüm sunmak istiyorum. Böylece sıra dışı diyerek neden söz ettiğimi daha iyi anlayabilirsiniz: “Bir sabah uyandığımda kendimi başka bir yerde ve başka bir bedende buldum. Gözlerimi ilk açtığımda yastığımın ve çarşafımın renginin ve deseninin farklı olduğunu gördüm. Yıllardır üzerinde yatıp uyuduğum yatakta değildim. Sonra yastığın üzerine dökülen saçlarımın uzun olduğunu ve göğüslerimin varlığını fark ettim. O an anladım ki bir kızın bedenindeydim. Üzerimde yer yer çiçek desenli pembe bir eşofman takımı vardı. Başımı kaldırıp şöyle bir odada göz gezdirdim. Tüm eşyalar bana yabancıydı. Makyaj malzemelerinden saç tokalarına kadar tipik bir kızın odasında bulunabilecek her şey vardı. Komodinin üstünde küçük bir ayna gördüm. Hemen oraya gidip yüzümü görmek istedim. Yorganı üzerimden tamamen atıp yataktan çıktım. Üzerimdeki şaşkınlık ve panik halinin yavaş yavaş geçmesiyle birlikte parmak uçlarımın üzerinde aynadan tarafa doğru yürüdüm. Aynaya baktığımda beyaz tenli kahverengi gözlü, küçük ve zarif burunlu genç bir kızın güzel yüzünü gördüm.” “O gün öğleden sonra kütüphaneye gittim ve Kafka’nın Dava’sını önüme açıp boş bir masaya oturdum. Aradan çok geçmeden kendimi kitaba kaptırmıştım. Nerede ve kim olduğumu unutacak kadar kitabın büyüsüne kapıldım. Yorgunluktan gözlerim sulanıp da bir ara başımı kaldırdığımda tam karşı masamda oturan biriyle bakışlarımız karşılaştı. Bana öyle geldi ki uzun bir zaman boyunca masanın yanından görünen bacaklarıma ve kitap okumaktan dolayı önüme eğik olduğum için ve daracık badimin içinde sıkıca bastırmam sebebiyle iyice belirginleşen ve muhtemelen bir kısmı görünen göğüslerime büyülenmişçesine bakıyordu. Onun da önünde açık duran bir kitap vardı. Elimi yukarı kaldırıp yanıma gelmesini işaret ettim. Yavaş ve temkinli adımlarla yanıma geldiğinde “ne okuyorsun” diye sordum.” Alçak sesle “Borges’in Kum Kitabı” nı” diyerek cevapladı. 26 Hikaye Ziya Alpay Kollarından tutup “Gel benimle” dedim ve hiç konuşmadan birlikte kütüphanenin ücra bir köşesine gittik. Etrafımızda hiç kimse yoktu. Masanın üzerine oturup çantamı arkama koydum. “Bacaklarım ne kadar güzel değil mi?” Dedim. “Onlara dokunmak ister misin?”, “evet, çok isterim” deyince yere, dizlerinin üzerine çökmesini işaret ettim. O da elleriyle ayak bileklerimden başlayarak diz kapaklarımın üzerinden geçerek baldırlarımın bittiği yere kadar dokunup okşadı. Memelerimden birini öpüp okşaması ve şehvetle emmesi için önce sutyenimden ardından da badimden dışarı çıkarttım. Beş dakika kadar mememi emdikten sonra dudaklarımız birbirine yapıştı. Dudakları ve diliyle dudaklarımı ve dilimi emiyordu. Her an birilerinin bizi görebileceği endişesiyle sevişmek çok heyecan vericiydi. Deri şortumun düğmelerini çözerek açtı ve aşağıya doğru çekti. Kendisi de pantolonunu ve külotunu dizlerine kadar indirdi… Penisini vajinama doğru yaklaştırırken arkamdaki çantama uzandım. Sağ elimle önceden içine koyduğum kalın içki şişesini kavradım. Var gücümle şişeyi kafasına vurdum. Boş bir çuval gibi yere düştü. Bayılmıştı. Kafasından akan kanlar saçlarına ve kütüphanenin döşemesi üzerine sızıyordu. Ellerime çantamdan çıkardığım plastik eldivenlerimi geçirdim. Üstüne çıkıp eğilerek boğazını sıktım. Birkaç dakika öylece bekledim. Artık nefes almıyordu. Ölmüştü. İşte masanın üzerinde Kum Kitabı’nı bırakarak benim gibi zehirli bir güzelle sevişmenin bedeli buydu. Yerde yatan cesede birkaç dakika baktıktan sonra biraz önce dimdik ve kaskatı olan penisini ağzıma aldım. Ellerimle çektim. Tabii ki dikleşmiyordu. Çantamdan bir bıçak çıkartıp penisini yumurtalıklarıyla birleştiği yerden keserek küçük torbama attım. Külotunu ve pantolonunu üstüne çektikten sonra arkama bakmadan gittim. Böyle bir şeyi kütüphanede yapmak çok tehlikeliydi. Şans eseri bizi kimse görmemişti ama bu her zaman görmeyecekleri anlamına gelmezdi. O yüzden başka sefer çok dikkatli olmalıydım.” “Etraf oldukça karanlık ve tenhaydı. Onunla el ele tutuşmuş, sokak lambalarının beyaz ışığı altında, şehrin arka sokaklarında sessizce yürüyorduk. Geceleri hava serinlediği için siyah deriden giymiş olduğum şortumun açıkta bıraktığı bacaklarımın hafiften üşüdüğünü hissettim. Ayrıca serin bir rüzgar göğüs dekoltemin içine dolup çıkarken memelerimi nazikçe okşuyordu. Aramızdaki suskunluğu bıçak gibi delerek birden “Marks ve Freud gerçekten çok tuhaf insanlardı” dedim. “Onlar da S E R T S E S S İ Z D E R G İ kim? Hiç duymadım” diye karşılık verince iki apartman arasındaki karanlığa doğru sürükledim onu. Binanın duvarına yaslanarak bir çırpıda sutyenimin içinden çıkardığım memelerimi dudaklarının üzerine bastırdım. Sol elini tutup sağ bacağımın çıplak baldırlarına, sağ elini tutup külotumun içine sokarak vajinama bastırdım. Yaklaşık beş dakika kadar bu şekilde seviştikten sonra ellerimle göğsünden iterek ondan ayrıldım. Yere bıraktığım çantama eğilip açarak en keskin bıçağımı çıkardım. Ne yaptığımı anlamadığını ifade eden bakışlarla bana bakıyordu. Üzerine doğru yürüdüm. Burun buruna geldiğimizde bıçağı bütün gücümle midesine sapladım. Benden böyle bir şeyi hiç beklemediği için savunmasız yakalanmıştı. Acıdan yüzü buruştu, vücudu iki büklüm oldu. Ağzından acı içinde çıkan “Ne yapıyorsun sen?” sözlerini duyduğum esnada sol kulağına doğru eğildim. “Ben karanlıkların prensesiyim.” diye fısıldayarak bıçağı boğazına bastırıp bütün gücümle sürttüm. “Marks ve Freud kimmiş ha? Hıh! Zaten bilsen şaşardım.” 27 A R A L I K 2 0 0 8 Hikaye Ziya Alpay S E R T S E S S İ Z D E R G İ A R A L I K 2 0 0 8 “ Kaç defa kendimi yüksek binalardan aşağı bıraktıysam, eczaneden aldığım kaç kutu ilacı mideme indirdiysem, kaç defa bileklerimi jiletlerle kestiysem, kaç defa kalın iplerle kendimi asmaya çalıştıysam da her defasında kendimi yatağımda yeni uyanmış buldum. Hatta bir defasında okuldan birkaç kişinin gözleri önünde kendimi porsuk çayını atmama rağmen bir şey değişmedi. Yine yatağımdaydım. Üstelik sonra onlara sorduğumda böyle bir olayı hatırlamıyorlardı bile. Anladım ki ne yaparsam yapayım ölemeyecektim. Neydim ben? Erkek miydim dişi mi? İnsan mıydım? Başka bir şey mi? Lanetlenmiş miydim acaba? İçimde nefret ve kinden başka bir duygu yoktu.” Şimdi bir okur olarak bu öykünün bir sonuç bölümüyle bitmesini bekliyorsunuzdur ancak ben bunun yerine size bir soru sorup, sonucu tamamen sizin hayal gücünüze bırakarak öykümü tamamlamak istiyorum: (Küçük bir not: Bilgisayarımın gizli dosyaları içinde yukarıda Zeynep Kara’dan alıntıladığım aynı öyküyü buldum.) Evet, öyleyse? Zeynep Kara kimdi? Bunları yazan birinin sıradan bir edebiyat meraklısı olması mümkün değildi kanımca. Bu öyküyü dinlediğim tek tür olan Black Metal müziğinin şarkı sözlerinde anlatılan korku hikayelerine benzettim. Ayrıca Amerikan filmlerinde kötülük yapan güzel bir kızın konu edildiği senaryoları andırdığını da söyleyebilirim. Eh işte biraz da erkek dergilerinde ve ucuz seks gazetelerinde anlatılan erotik öykülere... Fakat içimde, bu öyküde var olan gizemli bir şeyleri seziyordum. Sonra acaba diye düşündüm, Zeynep, gerçek hayatında normal insanlar gibi yaşarken öykülerinde bilinçaltının derinliklerini mi yansıtmaya çalışıyordu? Olabilirdi ama onu tanımadan bir yargıda bulunmak doğru olmazdı. II. Çocukluğumdan bu yana peşimi hiç bırakmayan psikiyatrik bir rahatsızlığım vardı. Bu öyküler ve Zeynep hakkındaki düşüncelerim engellenemez bir şekilde şiddetli olarak psikolojimi alt üst etti. O e-dergiye Zeynep Kara’nın kim olduğunu söylemelerini ya da en azından bir mail adresini vermelerini rica eden onlarca mail gönderdim fakat onunla iletişim kurma çabalarım sonuç vermeyince ciddi manada bunalıma girdim. İlerleyen günlerin birinde kendimi bir psikiyatri kliniğine yatırılmış buldum. Bir çeşit sinir krizi geçirerek ilaçlarla intihara teşebbüs edince annem ve babam telaşlanmışlar ve çareyi beni acil olarak bir kliniğe yatırmakta bulmuşlardı. Bir iki ay süren tedaviden sonra yavaş yavaş kendime gelmeye başladım. Fakat ne o öyküleri ne de Zeynep’i unutamamıştım. Beynimin içinde bitmeyen bir müzik gibi sürekli çalıyorlardı. Bana bakan doktor hakkımda bir teşhis koymaya çalışarak benim için “yarı erkek yarı kadın” olduğumu söyleyip bunun zihinsel bir rahatsızlıktan kaynaklandığını ve bu durumun homoseksüellikle hiç bir ilgisi olmadığını açıkladı. 28 Röportaj Kaan İnal BANG? Röportajı S E R T S E S S İ Z D E R G İ A R A L I K Grubu okuyucularımıza tanıtabilir misiniz? Ali Evcimen bas gitarda, vokalde Bülent Çallı, gitarda Alper Özgün, davulda Yavuz Aktürk, klavyede Oğuzhan Özçoban ve diğer gitar da Serhan Akalın. Oğuzhan grubumuzda yeni. Grup dört beş aylık ancak biz uzun zamandır tanıyoruz birbirimizi. Daha önce çalıştığımız gruplar daha çok cover yapıyordu. İşimizi seviyorduk ancak bu bizi tatmin etmiyordu. Böylece kendi şarkılarımızı yapabileceğimiz bir grup kurmaya karar verdik (Fikir ilk Serhan Akalın’dan çıkıyor). Birbirimizi tanıyorduk, böyle bir grupta kimlerin çalışabileceği hakkında fikir sahibiydik. Yavaş yavaş bütünleşme sağlandı. Grupta sadece müzikal başarı sağlayan insanlar yok, arkadaşlık ve takım ruhlarını hissedebilen ve bunlara sahip çıkabilen insanlar var. Amacımız sesimizi, müziğimizi yurt dışında duyurabilmek. Bu amacın bizi diğer gruplardan ayırdığını düşünüyoruz. Şansımızı deneyeceğiz. Organizasyonlarımızı buna göre belirledik. Tabii bu yüzden de şarkılarımız İngilizce. Türkiye’de ki gruplar hakkında ne düşünüyorsunuz? Türkiye’de sözlerin Türkçe olmadıkça başarılı olmanız biraz zor. Yerine oturmuş bazı kalıplar var. Ancak tarz olarak Hard Rock’ı göremiyoruz. Daha çok metal 29 2 0 0 8 Röportaj Kaan İnal S E R T S E S S İ Z D E R G İ A R A L I K grupları var. Metal ve metalin türevleri diyelim. Ama bunların da çoğu ya cover grubu ya da Türkçe söylüyor şarkılarını. Çoğunluk piyasanın yönlendirdiği şekilde yapıyor müziğini. 2 0 0 8 Aşağı yukarı dinlediğimiz gruplar aynı. 70’ler ve 80’ler gerek parça seçiminde gerekse beste seçiminde, bizim için ortak bir nokta. Bu yılların tarzı bizim hoşumuza gidiyor. Belki de bu işin tuzu biberi bizim için. Müzikal kalitenin geniş bir çapta olması avantaj sağlıyor. Herkesin tanıdığı, dinlediği tarzlar; hepsinin birbirinden farklı tadı var. Biz burada bir karışım yapıyoruz. 80’lerin Hard Rock sound’undan tutun günümüzün metal çok olmasa bile alternatif seslerine yakın bir Hard Rock tarzımız var. Bu tarzımızdan tek memnun olan biz değiliz de, bazı ciddi plak şirketlerine parçalarımızı inlettik, gelen yorumlar bize daha çok çalışma arzusu da verdi. İleride daha da iyi olacağız gibi gözüküyor. Neler dinliyorsunuz? Hard Rock 80’lerden etkilenmiştir. Düşüş içinde mi? Düşüş içindeyse neden? Neden eski etkisini kaybetti? Röportajı üç sene önce yapsaydık evet düşüş içinde derdik. Türkiye piyasası hariç, Dünya’ya baktığınız zaman bir eskiye dönüş söz konusu. Yani yapılan işe baktığımızda eskiden bir ya da iki grup sayabilirdik. Şimdi ise altı veya yedi tane... Bir artış var. Klasik Hard Rock tarzına bir geri dönüş var, insanlar bunları dinliyorlarsa demek ki istiyorlar. Türkiye’de de potansiyel var, eski grupları yeniden görüyoruz. Yeni gruplar da var. Tabii bunun ne kadar süreceğini bilemeyiz. Ama kısır bir döngü içinde Hard Rock, çünkü belli kalıpları var. Dışarıdan bir şey katamıyorsunuz. Böyle olunca da ister istemez kendini tekrarlıyor. 80’lerin sonunda 90’ların başında mesela kendini çok fazla tekrar etti. Bu tekrardan dolayı yeni türevler de ortaya çıkıyor tabi. Ancak son zamanlarda genel bir kısırlık var. O yüzden geçmişe bir dönüş başladı. Tabi görüşler değişebilir. Mesela hard rock düşüşte demekten ziyade Hard Rock’ın mainstream olduğu bir dönem de diyebiliriz. Eskiden gruplar sahneye çıkar inanılmaz gitar hareketleri yapıp acayip şekilde dans ederlerdi. Bir zamanlar Micheal Jackson dünyanın bir numarası idi. Sonradan Madonna kasıp kavurdu ortalığı. Elton John keza Amerika’da öyle. Ancak günümüzde böyle bir örnek veremiyoruz çünkü herkes her şeyi dinliyor. Yani Elektronik Müzik dinleyen bir adam death 30 Röportaj Kaan İnal metal’de dinliyor olabilir. İnternetin özellikle burada çok büyük bir etkisi var. Çok farklı tarzlar yarattı. Mesela eskiden bir albüm tanıtımı için çok uğraşırdınız. Ama artık bilgiye ulaşmak çok kolay oldu. Dolayısıyla eskisi gibi kalıcı grupların olması çok zor artık. Çok çabuk değişiyor her şey ve müzik bu değişime cevap veremiyor. onları da kaydedeceğiz ve sonra tamamen bitecek. Peki, nasıl bir değişim oldu? S E R T Bir Iron Maiden parçasını dinlerken adamlar neler yapmış diyorsun. Aynısını Deep Purple dinlerken de diyorsun. Ama günümüz gruplarına baktığında müzikte bir sadeleşme görüyorsun. Çalınışlar, sololar çok basitleşti ama onun büyütüldüğü atmosfere ve ortama çok önem verildi. Sözlere daha çok önem verildi ve daha çok anlam yüklendi. Yani yeni parçaları çalmak çok zor değil. Çok büyük müzisyenlik gerektiren, teknik beceri isteyen parçalar görmüyoruz. Sözler ama eğlenceli ve ironilerle dolu. Anlam biraz daha ön plana çıktı. Lynn Anderson’un bir lafı vardı : “70’lerde,80’lerde o kadar çok nota tükettik ki yeni gelenlere bir şeyler kalmadı.” Iron Maiden’ın bir parçasından bugün albüm yapılabilinir yani. Nelerden ilham alıyorsunuz? Belli bir kalıba bağlı değil, hissettiğimizi çalıyoruz. Oturup şöyle yapıyoruz demek çok da doğru değil. Yaşadığımız bir olay veya gözlemlediğimiz bir şey de olabilir. Mesela şehir yaşamında ıssızlaşan yaşamlar ya da politik anlamda güçlü olan şarkılar veya pastoral tarımsal şarkılar... Ama şu çok hoş bir gerçek ki gruba bir beste geldiğinde herkes katılabiliyor ona. Dinleyicilerinizle aranız nasıl? Daha sahneye çıkmadık. Öncelikli hedefimiz yurt dışındaki plak şirketlerine kayıt göndermek olduğu için henüz canlı performansımız olmadı. Ancak tecrübelerimizden şunu söyleyebiliriz ki iyi bir şekilde karşılanıyoruz. Ters bir şey yaşamadık, kafamıza şişe yemedik. Bir keresinde “Murder King” diye bağırmışlardı o kadar. Ama görmeden de konuşmak belki de pek doğru değil. BANG? olarak hiç çalmadık, yani evde çalıyor BANG?. Oğuzhan’ın katılımıyla tam olarak tamamladık grubu ve olduk biz diyebiliriz. Birkaç hafta öncesine kadar da hedefimiz hep kayıtlardı, canlı performansı hiç düşünmedik. Kayıtları tamamladık, gerçi yeni şarkılarımız var S E S S İ Z D E R G İ Bundan sonra da hedefimiz canlı performans olacak. Ama her hafta program yapan bir grup olmak istemiyoruz. Hedefimiz BANG? olarak kendimizi tanıtmak olacak ve bizim hakikatten yaptığımız müziği karşılayabilecek yerlerde çalmak istiyoruz. O ses ve ortamı karşılayabilecek yerlerde çıkmak istiyoruz. Aslında Türkiye’de çok fazla yer yok, o yüzden çok fazla konser veremeyeceğiz. Peki demo ya da başka çalışmalarınız için bize kesin bir tarih verebilir misiniz? Grup yeni ama biz eskiden de birbirimizi tanıyorduk. Bazı parçalarımızı BANG? ilk oluşmaya başladığından yani grup üyeleri teker teker birleşmeye başladığı zamandan beri hazırlıyoruz. Yani parçalarımız hazırdı. Yeni arkadaşlarımızın gelmesiyle beraber yeni parçalar da çıktı. Bu yüzden demo işini biraz erteledik. Ancak kısa bir süre sonra demoyu şirketlere göndereceğiz. Demoyu hakikatten çok özenle hazırlıyoruz. Orjinal bir kapağı olacak, profesyonel grafikerlere tasarlatıyoruz. Aynı hassasiyeti kayıtlarda da gerçekleştirdik. Çok iyi bir yerde çalıştık. Çok emek ve para harladık. Sadece bunlar yormadı tabi ki bizi şu unutulmamalı ki bu bilgilere 31 A R A L I K 2 0 0 8 Röportaj Kaan İnal S E R T S E S S İ Z D E R G İ A R A L I K 2 0 0 8 ulaşmak çok kolay bir iş değil. Yani bir sürü plak şirketi var ama onlara ulaşmak zor. Yani birçok insanın bununla nasıl başa çıkacağı hakkında bile bir fikri yok. Bunların araştırılmasıyla çok vakit harcadık. Ama hayalimizin peşinden gittiğimiz gerçekleri görmeyeceğimiz anlamına gelmiyor. Gerçekçiyiz. Demoyu Sony’ye ya da Atlantic Records’a göndermeyeceğiz. Herkes onlara gönderiyor çünkü. Türkiye’de ki Sony’nin mesela karar vericileri diyelim artık onların orada bir kutu var gelen CD’leri ona atıyorlar. Yani umutlarımız ve yüksek hedeflerimiz var ama zirvelerde gezelim diye başlamadık. Ayaklarımız yere basıyor. Bağımsız ve değişik gruplara şans veren firmaları kovalayacağız. Amerika’da büyük piyasası var bu işin. Ama Kanada da olur, Almanya da, Japonya da. Yaptığımız işi sömürmeyecek bir menajer arayışındayız ayrıca. Görüştüğümüz kişiler var. Mesela bir keresinde çok önemli, tanınmış bir menajerle yazıştık. Bize nasıl yardımcı olabilirim diye sormuştu. Belki bizi daha çok yolun başında görmüştü ama bu bizim için önemliydi yinede. Çünkü kimse var mı diye bağırdığımızda bize geri dönen bir ses oldu. Müziğin bir rengi olsaydı sizin müziğinizin rengi ne olurdu? Turuncu olurdu. Logomuzda turuncu mesela, her şey bizim için turuncu. Peki, Rock’ın bir ihtiyaçtan dolayı çıktığı söyleniyor, isyana olan ihtiyaç gibi. Savaşlardan sonra çıkmış bir müzik tarzı. Rock’ın tekrar böyle bir şeye ihtiyacı olabilir mi? Yani ateşleyici bir şeye? “Biz savaş çıkmadan yapalım müziğimizi, savaştan sonra olmasın.” Rock müziğin çıkış noktası her zaman bir isyan, baskı ve bir çıkış yolu arama oldu dediğin gibi. O bunu sağlayan her zaman sadece o toplumsal sağduyu, ortak savaşlar falan değil mesela özellikle Rock kelimesi 50’lerde Amerika’da popüler olmaya başladığı zamanlarda şarkıların içinde, aslında cinsel ilişkiyi çağrıştırıyordu. Cinsel ilişki onun yerine kullanılan bir cümleydi ve ayıptı. Ve bunun kullanılması yasaktı. İşte “Good rock of the night.”, dediğinde herkes onun ne demek olduğunu biliyordu ve yayınlarda bunun söylenmesi pek hoş karşılanmıyordu. Fakat insanlar bunu yavaş yavaş şarkılarına koymaya başladılar, Rock kelimesini kullandılar ve Rock Müzik ismini buradan aldı. Yuvarlanmakla aslında bir alakası yok. Asıl olay bir yerde bir baskı koyduğunuz 32 Röportaj Kaan İnal zaman ortaya çıkan bir müzik oldu. Bunun işte kökenlerine indiğiniz zaman bunun kölelerin yaptığı müzik olarak da ortaya çıkıyor. Yani yasak olan bir şeyi yapamadıklarını şarkılarına döktüler. Bir şekilde bir isyan her zaman işin içinde yer aldı. Aslında bunu işte tepeye çıktığı noktada hep böyle savaş veya böyle çok büyük global değişikliklere denk gelmesi aslında Rock Müzik bu değişimlerden doğdu değil de rock müzik o değişimlere bu şekilde tepki verdi demek daha doğru. Mesela özellikle hard rock hakkında şu düşündürüyor: 80’lerde Avrupa’daki o dönemde ki modaya baktığınız zaman müzikte bireysellik göze çarpıyordu ve bir de seks temalı şarkılar konusunda bir patlama yaşanıyordu. Büyük bir serbestlik yaşandı o zamanlar ve 70’lerde konuşulamayan veya hasıraltında konuşulan pek çok şey rahatlıkla sinemaya koyuldu. Bu şekilde o zamanki Hard Rock bu tür konulardan bahsetti bir isim vardı ama bunlar bireysel isimlerdi. Daha sonra 90’larda bir toplumsal bilinç krizi başladı. Bazı şeylerin değişmesi, tüketimin artması falan... Toplumdaki işte dengelerin değişmesi, globalizasyonun hızlanması, küresel ısınmanın eklenmesi... Bu kez o adamların yaptığı o 80’lerdeki bireysel mesajlar içeren isyan dolu şarkılar tek başına yeterli olmamaya başladı veya o tarz müziği 2 akorla falan coşkulu nakaratlarla anlatamayacağınız ortaya çıktı. Çıkan müziklerin daha popüler olması veya alternatif müziklerin Rage Against The Machine gibi grupların fırlamasının nedeni de bu. Daha hırslı şeyler, daha öfkeli şeyler anlatabileceğiniz müziğe ihtiyacınız oldu ve o ortaya çıktı. Ve o Hard Rock’ın süslü püslü imajı işe yaramamaya başladı ve yavaş yavaş bu 2000’li yıllara geldiğimizde yeniden bir bireysellik ortaya çıkmaya başladı. İşte internet yaygınlaştı, hayatın bir parçası oldu. Facebook, Myspace, ve anlık mesajlaşma yöntemleri ile herkes kendisini bir birey olarak çok rahat gösterebilir hale geldi. Yani bu yüzden toplumsal temalı mesaj vermek için bir grup kurmanıza gerek yok. Artık bunu başka yöntemlerle daha kolay yapma şansınız var. İnternetten bir şeyler yapabilirsiniz. Televizyon kanalları var. Birine çıkmazsanız birine çıkarsınız mutlaka, birinde mesajınızı iletirsiniz. bakarsanız, sanat tepkiseldir. Yani sanatın kendi içinde tepkisel dinamikleri vardır. Ama müzik daha fazla kişiye ulaştığı için, daha fazla belirleyici olduğu için, insanlar genelde müziğe kendilerini odaklarlar. Tabi müzik içinde de rock müzik çerçeveleniyor. O yüzden dünya bu şekilde yaşamaya devam ettiği sürece, rock müzik hep tepkisel olacaktır. Yani duygu ve düşünceler her zaman anlatılacaktır. BANG?’e http://www.myspace.com/rockbang adresinden ulaşabilirsiniz. Sert Sessiz Dergi olarak yurt dışı başarılarıyla beraber en kısa sürede dinleyicileri ile buluşmalarını diliyoruz. S E R T S E S S İ Z D E R G İ A R A L I K 2 0 0 8 O yüzden de, o çeşit toplumsal dertleri olan ve Hard Rock’ı bu tavırla kullanan grupların yerine yavaş yavaş bireysel isyan kullanan gruplar piyasaya çıkmaya başladı, yine komün bir asillik ararsanız bulabilirsiniz ama konulara baktığınız zaman bireysel yani; adam terk edilmiş, parası bitmiş, sokakta kalmış, sevgilisi terk etmiş gibi. Ayrıca şunu da söylemek gerekir ki genel olarak sanata 33 Deneme Engin Aşar Ayın Yazısı S E R T S E S S İ Z D E R G İ A R A L I K 2 0 0 8 Sevmek ve sevilmek çok değerli arkadaş. Kolay kazanılmıyor sevgi ve saygı. Ama saygı ve sevgi de çok kolay yitiriliyor. Güvenmek birine... Tanrım, en ağır sorumluluk. Peki, neden bu kadar sancılı gene bizim gibi bir başkasına bu kadar içten samimi ve temiz duygular beslemek? O ruh ikizini bulmak ya da saygı duyduğun değerleri bir bütün olarak görmek. Yok, hayır yanlış anlama lütfen kalbim çok yaralanır. Ben sevmek derken sadece insanı değil yaratılmış olan her şeyi kastediyorum. İnsanın dokunabildiklerinin ötesi de buna dâhil. Pekiyi, nelerdir bizleri bu katkısız değerlerden uzak kılan ölçüler? Ayrımcılık? Belki evet, ya kibir? Tabii ki, sonuna kadar. Saf ve temiz olduğuna inanmak bir insanı o kadar mı zor; paylaşmadan, sabretmeden, hak tanımadan en adi suçlara hüküm giydirmek? Sadece sevmek ama saygının salık verdiği tüm ruhlarda... üzülüyorum. Sana kızamayacak kadar acıyorum. Hâlbuki her şey farklı olabilirdi. Eğer biraz değişim ve gelişim için emek vermiş olsan ve şansız olan nice yaşamları ümit ışığı olabilmenin verdiği iç huzuru tadabilmiş olsan yüreğin evrene sığmazdı. Bu kutsallığı hiç bir zaman ruhuna sindiremeyeceğin için senin adına artık çok üzülüyorum. Senden nefret ettiğim için beni bağışla. Senden özür diliyorum. Ama yapmam gerekenler var seni kendi "geleceğinle" baş başa bırakmak istiyorum. Sana "parlak" bir ömür diliyorum. Kendine iyi bak Kolay kazanılmıyor insanlıklar. Uzun süreli çalışma, terbiye, ahlak kumarbazlıkları içinde, eğitim kargaşasında koşuşturmalar, sabretme ve erdemin ne olduğunu tanıma ya da tanımaya çalışma birçoğumuz için, kayıplar elimizden avucumuzdan kayıp giden ve "keşke"ler dünyasının pişmanlıkları... Kazanımlar öyle ki; dünyayı avucunda hissettiğin en güçlü ve en acımasız diktatörlere taş çıkarttığın o anlar... Kolay yetişmiyor insan. Fedakârlıkların peşi sıra aldatma ve aldatılma fırtınalarında diz çökmeden ve türlü oyunların kural tanımaz çelişkiler denizinde boğulmadan hayatta kalabilmek... Kolay değil ki insan olmak. İnsanca hak ve özgürlüklerin her birimiz için ortak olması uğruna verilen savaşlar. Nice gözyaşı nice sonsuz inatlaşmalar öbeğinde ezen ve ezilenin yan yana sırt sırta savaştığı dönemler... Ve elde edilen bir hiç. Yok, aslında hayır o kadar zalim değil. Biraz gözyaşı herkes için ilaç olabilir, biraz ter, biraz kan ve biraz umut. Bir potada erittiğinizde size HAYAT iksirinden bir nebze. Korkulacak bir şey yok gel sen de katıl bu kumpanyaya ama unutmadan söyleyeyim giriş için İNSAN olmak şart... Seni kaybettim bugün. Üzülüyorum artık yanımızda değilsin diye. Bu insanlık için çok şeyler yaptın. Birçoğu doğru kararlar iken bazıları ne yazık ki yanlıştı. Biliyorum bunu bana hatırlatmana gerek yok. Herkes hata yapabilir. Ama duyduklarımdan ve gördüklerimden söyleyebilirim ki, çok dürüst ve içten bir insandın. Toplumun her bireyi seni dürüstlüğün ve samimiyetinle tanıdı. Bunu başarmak birçok ölümlü için zor bir meziyettir. Günün birinde ben de senin kadar hatta senden daha değerli olmak adına uğraşacağım. Hayır, alınmanı istemem. Tabii ki amacım seninle baş ölçüşmek değil. Ama herkesin bir ideali olmalı yaşamda yoksa nefes almamızın bir anlamı kalmayacak. Her birey var edilmiş bu hazineye bir şeyler kattığı sürece kurulu düzen daha da zenginleşecektir. Yaratmalıyız. Üretmeli ve hep ama hep daha iyiye taşımalıyız. Ama ne biliyor musun işin özü: İnsan ruhunu zenginleştirmek olmalı ve dünyadaki güzelliklere birçoğunu eklemek hatta unutulmuşları tekrar diriltmek olmalı. İşte bu noktada bireysel özgüven ve donanım ön plana geliyor. Nice değerlere sahip çıkmak ve yenilerini oluşturmak… Geleceğe hükmetmek ve onurla savaşmak. Ben varım eğer bu yolda savaşmaya hazırsan onur konuğum olursun. Saygıyla selamlarım. Beraber nice güzelliklere yelken açalım ve birlikte aşılmaz engelleri yerle bir edelim. Nefret ediyorum sizlerden. Zalimsin kardeşim. Bir başkasının kanlı rüyalarından beslenecek kadar adi, bir o kadar kalleşsiniz. Ama sana kızmıyorum. Gerçekten. Çünkü üretemeyecek kadar fakir ruhunla başka insanları peşinden sürüklemeyi bırak, kendi soluduğun havanın bile bir gün biteceğinden korkuyorsun. Parazit olamayacak kadar tembelsin çünkü. Ve gün gelip bu tertemiz toprakları kanlı, pis ellerinle tamamen kirlettikten sonra bambaşka ülkelerin masum çocuklarına dil uzatacak kadar nefret dolu yüreğin. Senin adına bu yüzden Sevmekten asla bıkmayacağım herhalde. Gün geçmiyor ki etrafımdaki yepyeni olaylar ve tanıdığım birçok insan, yepyeni değişimleri de beraberlerinde getiriyor. Yepyeni insanlar tanıyorum. Bu biraz da girişken olmamdan ya da birçok alanla ilgili çalışmalarımdan dolayı farklı kimliklerle tanışmaktan olsa gerek. Sıkılacak zaman bulamıyorum. Bu elbette güzel… Olabildiğice de verimli sulara yelken açıyorum bir günde devri âlemlere çıkıyorum. Tehlikeli ama bir o kadarda macera dolu eşsiz yolculuklarda birçok dostluklar elde ediyorum 34 Deneme Engin Aşar farklı dallardan bambaşka karakterden ve ilgi alanlarından. Ama ortak olan bir şey var ki soluduğum hayatta ne varsa ona borçluyum. Yüzyıllardır insanoğlunun en kara dönemlerine ışık tutmuş aydınlatmıştır. Başlarda bir mum ışığı iken daha sonraları bir aleve dönüşmüş ve tüm evrenin çözümlenmesinde rol oynamıştır. O öyle bir güçtür ki; sıkı sıkıya aklınıza gelen her alanda rasyonelliğin ve estetiğin anlaşılmasında kilit anahtar olmuştur. İnsan aklının en derin sırlarını onla keşfetmişizdir ve gene onun sayesinde daha keşfedeceğimiz bir o kadar şey olacaktır. Mantıktır o. Anlamdır. Dünyayı ve diğer âlemleri anlamamıza araçtır. Ruhun egemen olduğu ve sezgilerimizde bile bizlere yol gösterir. Algoritmadır başlı başına. Çözümlemedir. Felsefedir o. Antropoloji, sosyoloji, psikoloji ve en önemlisi estetiğin ta kendisidir. Ne olduğunu bulabildin mi? Biraz düşün. Bulacaksın. S E R T S E S S İ Z D E R G İ A R A L I K 2 0 0 8 35 Deneme Bahar Boredlover Gitme Desem S E R T S E S S İ Z D E R G İ A R A L I K 2 0 0 8 Müzik hep kulağımızı okşar derler. Yumuşacık, insanı sarıp sarmalayıveren bir etkisi vardır her daim... Oysa çelikten daha sert, kılıçtan daha keskin ve bir diktatörden bile daha zalim ve acımasız olabiliyormuş, yeni anladım, hatta az önce fark ettim bunu; sarsıla sarsıla hıçkırığa tutulduğum bir ağlama nöbetiyle ayırdığına vardım. Tek bir şarkı, katılırcasına ağlatmaya başlayınca daha da koydu yalnızlığım, çaresizliğim ve zavallılığımın farkına varma duygusu... “Gitme desem canım kalır mısın benimle Gitme desem canım sever misin beni yine?”, diyordu nakaratında. “Gidersen doğmaz güneşim, sarar gözlerimi acı bir telaş...”, Bu sözler miydi beni hıçkırtan, müziğin etkisi mi, şarkıyı söyleyen kadının içten feryadı mıydı? Yoksa “Gitme!”, dediğim halde giden, “Sever misin beni?”, dediğim halde sevemeyeceğini yüzüme söyleyenin hayali miydi? Bilemiyordum... Tek bildiğim 45 dakikaya yakın; hıçkırıklarla, sarsıla sarsıla, katıla katıla ağladığım. Ve ağlarken bile “Bu ben miyim? Bu kadar ağlayabilir miymişim? Bu kadar çok mu seviyormuşum onu ?”, diye de içimden kendime şaştığım, ama ne fayda ki ağlama nöbetimi bir türlü sona erdiremeyişimdi... Ardından bir başka içli ve bezgin kadın sesi: “Yetinmeyi bilir misin, ? Sana verdiği kadarıyla hayatın. Hoş, bilsen de bilmesen de Yara bere içinde bu yollardan geçeceksin Kazanmayı isterdim kaybetmeyi değil Ama olmadı yar Kendini kayırıyor her insan Bu yüzden aşka kıyar Giderim alışığım gitmelere Direndi bu can ne bitmelere Gerek yok isyan etmelere.”, diye kendisiyle dertleşmeye başlayınca aklımın ve gözyaşlarımın dizginlerini yine kaçırıverdim oto kontrolümden zaten. “Hayal kahramanım dün öldü Süpermen yokmuş Âdem - Havva, Kerem - Aslı Gerçekten zormuş Dünün kahramanı yok oldun Yalnızlık zormuş Uslu uslu bakakaldım Son çarem buymuş Sağ olasın, yoku sevmek bu muymuş? Var olasın yalanın gibi kaybolasın.” -----------Kestiği yerleri hala kanıyor ve acıyor yüreğimin... Kim bilir, belki de kesen şarkılar değil de o şarkılarla canlanıverenin hayaliydi... Bunca yıldır beni eğlendiren, mutlu eden müzik, artık canımı acıtmaya başlamış, eziyet eder hale gelmişti. Sığınacağım şarkılarım da kalmadı artık korkarım. Ve korkarım ki artık sadece ağlatacak beni şarkılar. Mutlu olmayı unutmuş bir yüreğin tek neşe kaynağı da bir anda alınıverdi elinden. Son şarkı, son darbe ve altın vuruş geldi ardından... 36 Şiir Bilge Dürüst Kardaş nasıl imkân bulamadıysa uçmaya ali'nin âit olduğu memlekette uçakların üzerinden yavru martılar o da imkân bulamadı kanatları güçsüz olduğundan veya delil yeterliliğinden salıverilmemiş şarkılar yazdığından anasının gözyaşlarına S E R T ama hep içinden "uçabilseydim şâyet" dedi bir an bile uçmak fikrinden vazgeçmeden S E S S İ Z ki bildiğimden söyleyeyim uçabilseydi şâyet nefes alıp vermesi kadar doğal ve alışılmış ilk işi onun uğruna bir bulut yakmak olacaktı D E R G İ A R A L I K 2 0 0 8 37