Baykal: ‹ktidara gelmeden görevi b›rakmayaca¤›m
Transkript
Baykal: ‹ktidara gelmeden görevi b›rakmayaca¤›m
Ofer’in gözlü¤üne girdik Türkiye gündemine bir anda tüm haşmetiyle düşen İsrailli iş adamı Sami Ofer’in Fantoma stili gözlüğünün basından gizli tutulan tüm özellikleri gün ışığına çıktı Sami Ofer Sayfa: 5 Bakan Kemal Unak›tan’dan yeni ikilemeler... Bakan’›n yapt›¤› yenilikleri cay›r cay›r Ekfli’den ö¤renin... Sayfa: 5 Çipli topun çipine girdiler spor Sayfa: 6 Futbolsever baba itiraf etti: Çiftvurufl ve serbest vurufl aras›ndaki fark› bilmiyorum. Ünlü forvet aç›klad›: “Kaleyi düflünmedim” Nil ‘Ziyade olsun’ ISSN 1306 0830 Karaibrahimgil Tam 10 sayfa! EKfi‹’ye konufltu: Billur sesi ve harikulade fizi¤iyle dikkat çeken yetenekli flark›c›/metin yazar›/oyuncu Nil Karaibrahimgil’e çay ikram ettik. Befl ayd›r röportaj vermeyen Nil, hedeflerini, yeni albümünü ve dansözlük kariyerini tüm detaylar›yla anlatt›... içeride: ekfli sözlük’ün haftal›k yay›n organ›d›r Irak’ta bir mühendis ‹nternetten dans pistine Yaz›fl iktidar› bozulurken y›l: 1 say›: 3 fiyat›: 1 YTL (1 Milyon TL) 30 Eylül - 6 Ekim 2005 “Oda arkadafllar› aras›ndaki ani duygusal yak›nlaflma, Fenerbahçe muhabbetiyle afl›ld›.” Sayfa: 3 Google Earth’te arama yaparken yok oldu Google’nin kullanıcılarına sunduğu son hizmet elde mi patlıyor? Trafik müdürlü¤ünde s›ra bekleyen vatandafl kime rüflvet vermesi Sayfa: 4 gerekti¤ini kestiremedi Sayfa: 5 “Bir türlü hat›rlanamayan ‘Süper Fikir’ hayal k›r›kl›¤› ile Sayfa: 5 hat›rland›” Diflisini belgesel çekimi vaadiyle kand›rd› Sayfa: 7 CHP lideri partinini yeni vizyonu ve stratejisi hakında sarsıcı açıklamalar yaptı. Baykal “Bunu benden iyi yapacak ya bir ya iki kişi vardır, o da tüm insanlık tarihinde...” dedi. Sayfa: 4 ‹statistik Kredi kartlar› ülkemizde giderek yayg›nlafl›yor. Borç bata¤›na saplanmamak için hangi yöntemlere baflvuruyoruz? Baykal: ‹ktidara gelmeden görevi b›rakmayaca¤›m 8% 22% 14% 19% 12% 25% l Yar›s›ndan ç›kt›¤›m›z filmlerde bilet ücretinin yar›s›n›n iadesini talep etmek (%22) l Çok çok h›zl› koflmak (%8) l Borcu artan kredi kart›n› maymuncuk olarak kullanarak ek gelir kap›s› sa¤lamak (%14) l Ödemesini yapamad›¤›m›z bankada borç takipçisi olarak ifle girmek (%19) l Kredi kart›m›z› makasla kesip hacze gelen gorevlilere karfl› ninja y›ld›z› olarak kullanmak (%25) l Hicri Takvim’e dayanarak ödemeleri 622 y›l ertelemek (%12) l Gelirimizden fazlas›n› harcamamak (%0) Olacak O Kadar’›n “Genç k›z”› dün resmi olarak tohuma kaçt› U zun süredir OLACAK O KADAR isimli televizyon programında kadrolu olarak genç kız rollerini canlandıran aktrisin, dün gece Resmi Gazete’de yayınlanan bir genelge ile, resmi olarak tohuma kaçtığı açıklandı. Türk halkına “genç kız” kavramını yanlış tanıtması sebebiyle alınan karar bayan milletvekillerinin muhalif oylarına rağmen meclisten yıldırım hızıyla geçti. 20 yılı aşkın bir süredir parodilerde üniversite öğrencisi/istenmeye gelen ev kızı/seksi manken rollerin gediklisi olan oyuncu olay hakkında, “10 seneyi aşkın bir süredir artık rolümün hakkını verip veremediğimden yana şüphelerim oluşmuştu, tohuma kaçtığım resmiyete dökülünce rahatladım.” dedi ve kameraya dönüp mesajını verdi: “Başımızdakiler böyle oldukça, daha çoook tohuma kaçmış aktrisler genç kız rollerine çıkarlar.” Dün tohuma kaçan oyuncu, daha evvel Kuruntu Ailesi’ndeki genç kız rolünü canlandıran meslektaşının 30 senelik “genç kız” rekorunu kıramadı. Levent Kırca kararı 15 dakikalik bir çay orucu ile kınadı. Yeni “Genç kız” bulunması için çalışmaların başladığı bildirildi Ceset konturu çizen sanatçı kariyerinden şüphe ediyor Kendini tekrar etmekten yakınan genç polis ressamının dramı Sayfa: 3 Sezer TBMM açılış kokteylinde menü veto etti Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer meclis lokantasınca hazırlanan menüyü anayasaya aykırı olduğu gerekçesiyle geri gönderdi Sayfa: 4 2 EKfi‹ 30 Eylül-6 Ekim yaflam aktüel Halktan sesler Çakı-Yorum fiADAN ÇAKI botoks@sadancaki.com Durduramazs›n›z Ekfli geliyor erhaba, lafı uzatmadan hemen konuya gireceğim değerli okurlarım. Ekşi ekibi olarak son derece heyecan ve mutluluk verici gelişmelerle dolu bir hafta yaşadık. “N’oldu lan, 3 dergi fazla mı sattınız fakirler, ehe ehe” dediğinizi duyar gibiyim (duymaz gibi olaydım). Hayır değerli okuyucularım bambaşka, acayip bir şey oldu. Anlatayım... M Biliyorsunuz geçen hafta Star’a ait radyosuydu, televizyonuydu ne varsa kompile satışa çıkarıldı. En dandik radyolar bile bilmemkaç milyon dolara gitti. Biz de kurulduğumuz günden bu yana tüm çabalarımıza rağmen henüz sırtımızı sağlam bir holdinge dayayamamış olmanın ezikliğiyle izledik bu satışları. Harvard Business School mezunu genel yayın yönetmenimiz Aziz Kedi ise konuya daha profesyonel yaklaşarak, “Millette ne para varmış hacı” dedi. Sürpriz telefon Tam da çay ocağımızın tasarruf nedeniyle çayın yanında tek şeker vermeye başladığı, öğlenleri menemen yemekten kusma noktasına geldiğimiz bir haftada gerçekleşen bu satışlar iyice moralimizi bozmuş, dergi içinde “zamanında Kral FM’den teklif gelmişti, eşşeklik ettik gitmedik, neymiş ekşiymiş al sana ekşi ekşi menemen” gibi bazı çatlak sesler yükselmeye başlamışken gelen bir telefonla sarsıldık... Telefonu ben açtım. Karşımdaki son derece samimi ve içten bir sesle “Şadan sen misin lan totoş?” diyince, açık konuşayım, ilk önce afalladım değerli okurlarım. Ancak aynı ses, “Tanımadın di mi lan ibiş? İşin bitti tanımazsın tabi maymun” deyince çıkardım kim olduğunu. Zira (tabii ki sayın genel yayın yönetmenimizden başka) sadece tek bir kişi, vaktiyle Başbakana bile seçim meydanında küfretmekten çekinmeyen tek bir cesur yürek benimle böyle konuşabilirdi. Dudaklarımdan dökülen “Cem Bey?!” nidasına, gözümden dökülen bir çift damla eşlik etti. Karşımdaki sesin “Cem Bey ya kim olacak s..k ” demesiyle iyice emin oldum. Evet bu oydu. Cem Bey’di. Peki ama neden aramıştı? ‹nan›lmaz bir haber Evet tahmin ettiğiniz gibi açık artırmayı o da (adını şimdi sizlerle paylaşamayacağım) çok uzak bir ülkede içi kan ağlayarak izlemişti (kolay değil, evlat acısı gibi oturmuş valla adama). Bana bir süre daha küfrettikten sonra “Şadan” dedi, “Buyrun Cem Bey” dedim, “ben kaçırdım sanırım o kısmı Ekşi’yi kaç milyon dolara sattı o pe..ler?” dedi. Dubai’de başına güneş geçti herhalde diye düşünürken, “Özür dileyerek söylüyorum, Ekşi sizin değildi Cem Bey, hatta biz de ona yanıyorduk şimdi arkadaşlarla” diye cevap verdim. “Olur mu lan .uşt” dedi. “Ekşi’yi bundan 8 yıl önce ben kurdum m..a koyim, hatta ilk sayıyı gördükten sonra çok iyi bir fikir olduğunu anlayıp haftalık dergiden günlük gazeteye çevirdim, adını da Star olarak değiştirdim ama Ekşi olarak yayın hakları hala bende” dedi. “Yemin et!” dedim “Kuran çarpsın ki” dedi. Orada bayılmışım ben... Kendime geldiğimde haber tüm dergiye yayılmıştı, masalar üzerinde göbekler atılıyor gerdanlar kırılıyor, koridorlarda halaylar çekilip timsah yürüyüşleri yapılıyordu. Evet Allahımabinşükür biz de bir Star dergisiydik, donumuza kadar satılıktık ve rahat 1-2 milyon dolar ederdik. Biraz kendimizi toparladık, yüzümüze su vurup, TMSF’ye haber yolladık, böyleyken böyle dedik, hatta “Derhal satın bizi amirim” diye bizzat ben kendim yalvardım TMSF başkanına. O da bu habere çok sevinmiş olmalı ki uzun uzun güldü telefonda... Bu hafta da bana ayrılan yerin sonuna geldim. Haftaya bu köşede kime kaç milyon dolara satıldığımızın müjdesini vermek, zenginin malıyla siz züğürtlerin çenesini yormak üzere, sağlıcakla kalın değerli okurlarım... Gene mi mikrogenetik? Geçtiğimiz günlerde Kuzey Carolina Üniversitesine bağlı Chapel Hill Tıp Fakültesi’nde yapılan bir araştırma sonucunda, insanlığı tehdit eden 9’un üzerinde nörodejeneratif hastalığın moleküler orijinlerine dair bulgulara rastlandı. Bu hastalıkların hepsi, sinir hücrelerindeki genetik bir kekemelik sonucu hücre çekirdeğinin aminoasit glutamin’in lüzumundan fazla kopyasını istemesi sonucunda oluşuyor. Poliglutamin hastalıkları olarak da adlandırılan spinopulbar adale atrofisi, spinocerebellar ataxia tipleri ve dentatorubral-pallidoluysian atrofisini de içeren bu genetik problemin moleküler kaynakları hakkında ne düşünüyorsunuz? Hüseyin Joseph Hac›paflal› Galip Dikmen Faruk Gülgeç (34, Bankac›) (35, Tekstil Mühendisi) (29, Esnaf) Yine birileri Türkiye için düğmeye bastı. Kuzey Carolina’dan gelip de gündeme oturan ikinci olay bu. Tesadüf olduğuna inanmıyorum. Kuzey Carolina’da Ermeni lobisi özellikle çok güçlüdür. Ortodoks Kilisesi’nin Amerika Merkezinin Chapel Hill’de olduğu artık bir sır değil. Sakin olmalı ve paniğe kapılmamalıyız. Onların istediği de bu. Aminoasit Glutamin’in lüzumundan fazla kopyalanması için hücre çekirdeğine kim sızdı? Dezenformasyon kaynakları neler? Bunlara yanıt bulduğumuzda sonuca ulaşabileceğiz. Bu oyuna gelmeyelim. Biz de neye inanacağımızı şaşırdık. Gazeteler bir gün diyorlar olay moleküler, öteki gün biri çıkıyor diyor ki yok olay başka sebepten, atomik. Bu konuda son sözü söyleyecek, vatandaşın aklından soru işaretlerini silecek birileri çıkmazsa, biz yine ortada kalacağız. Çoluğumuz çocuğumuz var, biz kendimizin değil onların geleceğini düşünüyoruz. Yetkililere sesleniyorum: Ne olur kafamızı daha çok karıştırmayın, bizi ortada bırakmayın. Bu aralar toplum olarak kafamız çok karışık. Önce bu Ermeni hastalığı, sonra Tuğçe Hanım’ın saygı duyduğum kararı ve bu son söylediğiniz olay gündemimizi daha çok işgal edecek gibi. Biz toplum olarak her şeyi biraz fazla takıyoruz. Oysa ki batıda artık böyle şeyler olmuyor. İş biraz da saygıda bitiyor gibi. Hale Beflir (23, ‹flportac›) fiebnem Harmano¤lu (27, Ev Han›m›) İnsan her türlü nörodejeneratif güçlüğü iradesiyle aşar. Bol bol spor yaparak, sofralarımızdan yoğurdu sarımsağı eksik etmeyerek sağlıklı yaşamak mümkün. Günümüzde hormonlu gıdalar domatesi bile bozmuş, her şey tatsız tuzsuz. Molekülün de o eski tadı kaçmış olabilir, hiç şaşırmam. Artık beni hiçbir şey şaşırtmıyor. Çağımıza damgasını vuran birçok hastalık var. En önemlisi öz benliğimizi, kimliğimizi kaybetmemiz. Tuğçe Kazaz’ın hak dini olan Müslümanlıktan tam olarak hak dini olamayan Hıristiyanlığa geçmesi de biraz böyle bir olay gibi. Bu tip hastalıklar, biliyoruz ki her zaman molokuler boyutta baslar, sonra zamanla tüm bedeni sarar. O zaman ne olur? Ne olacağını sanırım hepimiz çok iyi biliyoruz. “BU YAZ ÇOK DE⁄‹fiT‹M, OLGUNLAfiTIM” TAVRI ‹LE YILA BAfiLAYAN Ö⁄RENC‹LER‹N ÇOK DE⁄‹fiMED‹KLER‹ ANLAfiILDI urt genelinde yeni öğretim yılının başlamasıyla, yaz tatilinden dönen öğrencilerde her sene rastlanan “bu yaz başı aranızdan ayrılırken tam bir t...k oğlanı/pısırık/silik olarak ayrıldım, ama bu yaz başımdan öyle olaylar geçti ki Y değiştim, olgunlaştım bambaşka birisi oldum” tavırları da yeniden yaşandı. Sıraları dolduran öğrenciler, dalgalar halinde geçen yaz başı yapmadıkları tipte tavır hareketlerde bulunup, anlaşılmaz jargonlar ile konuşup olgun/farklı insan taklitleri yaparak ait olmadıkları topluluklar içerisine sızmaya çalışmak suretiyle okulun ilk iki haftasını katlanılmaz kıldılar. Ortalama 2 hafta süren bu sezonun sonunda öğrencilerin aslına rücu ederek sınıfta ait oldukları katmanlara yerleşmeleri ile rahat bir nefes alan okul yöneticileri, “Bu sene de bu sancılı dönemi atlattık. Şimdi önümüzdeki kış tatiline kilitlendik.” diye konuştular. Bu yaz çok değiştim diyen öğrencilerden bazıları, “Bu yaz sandığımız kadar değişememişiz, önümüzdeki yaz çok değişmeyi, bambaşka birisi olmayı umuyoruz.” dediler. fievket Demir (23, Ofisboy) Olayı ben çok fazla umrumda değil de gerçekten de moleküler olarak proteinlerimiz biriktiysek yandığımızın resmidir demekten de kendimi alamıyorum diyenler bu sefer biraz haklı çıkar gibi oldularsa da özellikle benim gibi uzun zamandır nörodejeneratif bir hastalığın pençesinde biraz da olsa kıvranan hastalar için bir umut ışığı doğduğu için emek veren herkesin, özellikle püskürük ve başkalaşım taşın altındaki eline ve ondan gelen emeğe saygı duymamak olmaz. ‘Oradad›r’›n neresi oldu¤unu bulan genç takdir toplad› anlıurfa- Lacivert renkli ve baklava desenli çorabını bulamayan Hande Polat, mutfakta yemek yapan annesine çorabının nerede olduğunu sorunca, “Nereye koyduysan oradadır.” cevabı ile karşılaştı. Bu cevabı duyunca biraz şaşıran Hande, daha sonra hemen çorabın nerede olduğunu kavrayarak temiz çamaşırlar sepetine baktı. Burada aradığı çorabı bulan genç, ailesi tarafından takdir ile karşılanırken, “Neresi olduğunu hemen anladım, bunu annemle uzun yıllardır süren arkadaşça iletişimimize borçluyum. O benim canım.” dedi. Tebeflirde kan lekesi Y›llard›r cinayet masas›nda çal›flan ve maktullerin kenar konturlar›n› çizen Derya Ge¤irmi bas›na içini döktü inayet mahalinde maktûlün etrafına tebeşirle çizgi çizmekle yükümlü polis memurları dertli mi dertli. Onlardan birisi de, Akademi Güzel Sanatlar bölümünden mezun polis memuru Derya Geğirmi. 32 yaşındaki genç sanatçı on yıldır bu işte olduğunu belirtirken, “Sanat eğitimimi ve birikimimi işime yansıtamıyorum” şeklinde konuştu C 30 Eylül-6 Ekim EKfi‹ GOOGLE EARTH’TE ARAMA YAPARKEN YOK OLDU! ANİYE Şaşmaz (23.5) adlı İzmirli bir sekreter, dün akşam iş çıkışına yakın saatlerde “Google Earth” (enlemli boylamlı alternatif soliter) programını kurcalarken, yer yarıldı ve içine girdi. Ofisteki tanıkların ifadesine göre en son Bermuda Şeytan Üçgeni koordinatlarını tararken, “Nişanlımın sözü var, nikahtan sonra buralarda bir yerlerde balayına gidicaz” diyen Saniye’nin, daha önce haritada nişan salonu bakmak için Cote D’azur kıyılarına yakın gizli askeri S stratejik arazileri taradıktan sonra Fransız Lejyonu’na uzman çavuş olarak çağırıldığı ifade edildi. Tebeflir bizi k›s›tl›yor “Ben ve pek çok meslektaşım, kendimizi sanatsal anlamda yeterince ifade edemediğimizi düşünüyoruz. Gerek malzemedeki tekdüzelik olsun, gerek tarz sınırlamaları ile olsun... Bu durum da doğal olarak mesleki bir tatminsizliğe sebep oluyor” diyen Geğirmi, “Devlet bize imkanlar sağlaması lazım” şeklinde düşük bir cümle kurdu. Ha- Ge¤irmi’nin bofl vakitlerinde üretti¤i eserler göz kamaflt›r›yor berin basına yansıyacağını sezen Ekipler Amiri, Geğirmi’ye oracıkta bir kutu Pentel yağlı pastel seti ve Pokemon Kapaklı resim Yener Süsoy’un kazakl› foto¤raf›na kafay› takan sap›k yakaland›! aptığı röportajlarla taraflı tarafsız herkesin beğenisini kazanan, Hürriyet gazetesinin renkli siması Yener Süsoy’u, köşesinde kullandığı “kazaklı fotoğraf” yüzünden ölümle tehdit eden M.K düzenlenen bir operasyonla ele geçirildi. Süsoy’un Hürriyet gazetesinde yaz boyunca “kazakla” poz vermesinin kendisinde sıkıntı yarattığını söyleyen M.K “Konuyu kendisine defalarca ilettim ancak ilgilenmedi. Telefonlarıma çıkma- Y defteri hediye etti. Geğirmi’nin “Tebeşirde Kan Lekesi” adlı sergisi 8-10 Ekim arası İstanbul Sürreal’de gezilebilecek. 3 Gerdek sabah› a¤›z kokusu ihtimali tedirginlik yaratt› adan ve Nazlı Kızılok çifti evvelki gece girdikleri gerdek gecesinin sabahı uyanınca öpüşüp öpüşmemek konusunda kararsız kaldılar. İki taraf da, cinsel ilişkinin sabahı adet olan öpüşme rutini için hamle yapması halinde ağız çevrilip yanak uzatılması çekincesiyle tedirgin anlar yaşadı. Yeni evli çift, gerdek sabahı yaşanan bu soğuk ve mesa- Ş maya başladı. Okur Temsilcisi’nden fotoğrafını değiştireceğine dair söz aldım yine olmadı. En son Doğan Yayın Konseyi’ne şikayet etmiştim. Oradan da olumsuz yanıt alınca kendim halletmeye karar verdim” diye konuştu. M.K’nın evinde yapılan aramalarda Photoshop tekniğiyle üzerinde oynamalar yapılmış çok sayıda Yener Süsoy fotoğrafı bulundu. Ayrıca içerisinde tehditler olan düzinelerce mektup ele geçirildi. Ş ekfli sözlük’ün haftal›k yay›n organ›d›r feli halin karşı tarafca “yatakta başarısızlık” sinyali olarak anlaşılmasından çekinerek bir süre kendini yedi. Nazlı Kızılok’un banyoda dişlerini fırçalaması üzerine sona eren gerginlik, Şadan Kızılok’un eşinin ardından dişlerini fırçalaması ile tatlıya bağlandı. Taze çift, kısa zamanda gelenekselleşmesini umdukları bu rutini sevişerek kutladı. Tashis için Redaktör aran›yor Ekfli Derisi bünyesin’de tashihde çal›flmak üzere, 3 enaz lise mezunu 3 Türkçe’ye, imla ya ve dil bilgisie hakim 3 Redaktor aranmaktad›r, ‹lgilenenleri n,özgeçmifller’ini bize yada maille intihal etirmefleri rica olur. Üçret dogundur. 4 EKfi‹ 30 Eylül-6 Ekim gündem KISA... KISA / DÜNYADAN... Ton bal›¤› kabir azab›na da iyi geliyor Zekay› açt›¤›, ramazanda tok tuttu¤u, gözlere iyi geldi¤i, cildi güneflin zararl› etkilerinden korudu¤u, ömrü uzatt›¤›, vücüdu yazlar› serinletip k›fllar› s›cak tuttu¤u, bafl› gö¤e e¤dirdi¤i; kab›zsan›z kab›zl›¤›, ishalseniz ishali giderdi¤i; depresyon, agresyon, mutasyon, difl, bafl ve kulak a¤r›s›na iyi geldi¤i ispatlanm›fl ça¤›m›z›n panacea’s› her derde deva ton bal›¤›n›n, kabir azab›na da iyi geldi¤i aç›kland›. Bilindi¤i gibi, geçen hafta Atletik Ton Bal›¤› Üreticileri Derne¤i binas›n› bas›p, “Dedem sürekli ton bal›¤› yerdi, ama geçen hafta öldü. bunun hesab›n› kim verecek? ha?” diyerek eylem yapan vatandafla dernek yönetiminin verdi¤i, “Bafl›n›z sa¤olsun, bal›k yeyin ac›n›z hafiflesin.” cevab› tepki yaratm›flt›. ‹leri sürenler yakaland›! Pek çok medya organ›na gizlice s›zarak haberlere as›ls›z dedikodular kar›flt›ran bir örgüt, bugün gerçeklefltirilen bir operasyon sonucu ele geçirildi. Kendilerine “Haberi ‹lginçlefltirelim Bu Ne Lan Böyle” ya da k›saca H.‹.B.N.L.B. diyen örgütün çeflitli medya organlar›nda üst seviyelere kadar s›zd›¤›, gündelik haberlere fitne fücur kar›flt›rd›¤› aç›kland›. Örgütün ses getiren eylemleri aras›nda “FRP’nin öldürdü¤ü ileri sürüldü”, “Bilgisayar oyunlar›n›n fliddete yol açt›¤› ileri sürüldü” gibi gençlere yönelik sat›rlar›n d›fl›nda “Her gün bir kilo ›s›rgan otu yemenin kanser riskini azaltt›¤› ileri sürüldü” gibi toplum sa¤l›¤›n› hedef alm›fl sat›rlar da bulunuyor. Örgütün çökertilmesinde iç kar›fl›kl›klar›n etkili oldu¤u, kendi aralar›nda ç›kan “Ahmet abinin vurdurdu¤u ileri sürüldü” söylentisi sonucu Ahmet kod adl› üyenin polisi arad›¤› gelen haberler aras›nda. San›klar›n emniyetteki sorgusu sürerken bir grup san›k yak›n› oturma eylemi yapt›. gündem CHP tek bafl›na iktidara haz›rlan›yor nkara- Her sene eğitim döneminin başlaması ve vatandaşların yaz tatilinden dönmesi ile açılışı yapılan Ankara Geleneksel Kaldırım Yenileme Şenlikleri’nin altıncısı, bu sene de okulların açılmasını takip eden günlerde, Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek’in katılımıyla başladı. SAM‹ OFER’‹N GÖZLÜ⁄ÜNE G‹RD‹K! Ana muhalefet partisi CHP lideri Deniz Baykal, erken seçimle ilgili yeni hedefleri oldu¤unu belirtti. Bu hedeflere göre Baykal, CHP iktidara gelmeden görevi b›rakmayacak... umhuriyet Halk Partisi, uzun yıllar süren muhalefet görevine son vermeye hazırlanıyor. Yapılan anketler doğrultusunda halkın CHP’den beklentilerini öğrenen Deniz Baykal seçim stratejisini belirledi. Buna göre, CHP’nin tek başına iktidar olabilecek kadar oy alamaması halinde Deniz Baykal CHP genel başkanlığı görevini bırakmayacak. “Halkın CHP’den taleplerini iyi öğrendim. Anketlerin büyük kısmından çıkan sonuç, yurttaşlarımızın CHP’den bazı beklentileri olduğu yönündeydi. Bu beklentilerin en önemlisi değişim. Bu değişimi gene halkın katkısıyla gerçekleştireceğiz.” diyen Baykal, eğer CHP yeteri kadar oy almazsa, parti tek başına iktidar oluncaya kadar Genel Başkanlık görevini sürdürmeye kararlı olduğunu açıkladı. Deniz Baykal’ın bu kararını CHP’ye oy vermeyen %82’lik çoğunluk desteklerken, konu hakkında fikirlerini aldığımız vatandaşlar, CHP’nin bu şekilde gerçekten ciddi bir iktidar alternatifi olduğunun altını çizdiler. C üpraş hisselerini ve Galataport’un işletmeciliğini alarak Türkiye’nin gündemine oturan işadamı Sami Ofer, en az kendisi kadar ilgi çeken devasa gözlüğünün kapılarını, Türk basınında ilk kez Ekşi’ye açtı. İşte Ofer’in asla yanından ayırmadığı ve başarısında büyük rolü olduğunu söylediği esrarengiz gözlüğün iç yüzü... T Oy vermezseniz gitmeyece¤im! Menü Sezer’den döndü! TBMM aç›l›fl resepsiyonunda konuklara sunulan “menü” Cumhurbaflkan› Ahmet Necdet Sezer taraf›ndan incelenerek, Anayasa’n›n 104. maddesi gere¤ince bir kez daha yaz›lmak üzere TBMM Restoran›’na iade edildi umhurbaşkanlığı Basın Merkezi’nden yapılan açıklamaya göre Cumhurbaşkanı Sezer, 4 sayfalık veto gerekçesinde, “Böyle bir menünün konuklara uzatılması, meclis içerisindeki tutarlılığı sarsacak, toplumun genel kültürünü bozacak ve yurttaşların inancını azaltacaktır.” görüşüne yer verdi. Sezer, “Bu tipte menülerin artması ülkemizde varolan mevcut yemek kültürüne darbe vuracak, toplumsal gönenci düşürecektir.” dedi. C ‹flte Sezer’in red gerekçeleri 1- Menü’nün birinci sayfasının birinci paragrafında ‘Lahana Çorbası’denil- mektedir.. Türk yemek kültüründe Lahana Çorbası bulunmamaktadır. TBMM içerisinde Lahana Çorbası içildiğini gören halkın yemek kültüründen uzaklaşması mümkündür. Bu durum Anayasa’nın 80. maddesinde belirtilen, meclisin tüm milleti temsil etmesi görevi ile uyuşmaz. 2- Anayasa’nın TBMM Faaliyetleri ile ilgili bölümünde ’Restorancılık’ sayılmamıştır. Menü hazırlamakta genel bir yetki aşımı bulunmaktadır. 3- Yayın içerisinde karmaşıklıklar gözlenmiş, eksiklikler dikkati çekmiştir. Antep yöremizin Ali Nazik Kebabı’na, Urfa yöremizin Lahmacun’una yer ve- Ankara Geleneksel Kald›r›m Yenileme fienlikleri bafllad›! A EKfi‹ bir ilki baflard›! fienlikler Keyifli Geçti Sembolik olarak Kızılay Meydanı’ndaki kaldırımların yenilenmesi ile başlayan şenlikler, bütün bir sene devam edecek. Şenlikler kapsamında kaldırımların yenilenmesi, geçen sene yenilenen kaldırımların tamamen sökülerek yerine yenilerinin takılması, yanlış yerleştirilen kaldırımların şenlik dönemi içinde bir kez daha değiştirilmesi, mühendislik hatalarının tespiti ve onarımı bulunuyor. Her sene önemli inşaat şirketlerinin aktif rol alması ile büyük keyifle geçen şenlikler, bu sene de eğlenceli başladı. Yaz tatilinden şehre dönen vatandaşlar, şenlikler kapsamında kaldırımların değiştirilmesini memnuniyetle izlediler. CHP’liler Muhalefet Ediyor Uzun zamandır Kaldırım Yenileme Şenlikleri’ne katılmayan ve bu şenlikleri protesto eden CHP’li belediye meclisi üyeleri, bu sene de bu geleneği bozmadılar. Dikkatleri üzerine çekebileceklerini umduklarını belirten CHP’liler, vatandaşı da şenliklere katılmamaya çağırdılar.. rilmeyen menüde T-Bone Steak olması, ulusal değerlerimizle uyumsuzdur. Ofer’in gözlüklerinden Cnbc-e’yi izlemek mümkün ASTROLOJ‹ Geçen hafta aldığınız yirmi yıllık konut kredisini tamamen geri ödemenizin 2025 yılını bulacağı anca dank edecek. Hayatınızın önümüzdeki yirmi yılını ipotek altına alan bir kararın nasıl sonuçlar vereceğini düşüdükçe afakanlar basacak, bunalacaksınız. Bo¤a (20 Nisan - 20 May›s) Bu hafta da tekrar Deniz adlı bir müşteriden e-posta alacaksınız. Bu postayı gönderenin geçen hafta cinsiyetini yanlış tahmin ettiğiniz Deniz Hanım olduğunu düşünecek ve yanılacaksınız. Yanılmak sizin için bir hayat biçimi haline dönüşecek. du. Sürekli aynı ikilemeleri kullanmaktan sıkıldığını belirten Unakıtan, “Böylece Türk diline de potur potur bir katkıda bulunmuş olduk.” dedi ‹flte Unak›tan’›n yeni ‹kilemeleri l l l l l l l l Kammar kammar gitmek. Otrak otrak satmak. Kayın kayın konuşmak. Zarıl zarıl bütçe. Yunuk yunuk ilerlemek. Uyman muyman anlamamak. Gollik gollik terlemek Dıbız dıbız kriterler Kentli, özgür, ve seksi kadının sesi... Cimcime Kukumvar cimcime@ququmwar.com Soslar, reçeller ve erkekler layda geldi geçenlerde, yine ağlama modunda. Ay bu kız eme eme pozitif enerji stoklarımı tüketicek bi gün; yine erkeksel mazereti var, belli. “Anlat hadi açılırsın” dedim, başladı anlatmaya. Nişantaşı’nda brunch yaparken hoş bir adamla tanışmış. Hoş sohbet, IT sektöründen eli yüzü düzgün bir oğlan. Poster yap odana as. Hemen erimişler birbirlerine, adamın dairesine gitmişler. Eve girer girmez adam buzdolabına koşmuş, bir şişe çikolata sosu alıp yatağın başucuna koyarak “hadi” demiş “brunch’a kaldığımız yerden devam edelim”. Ben de yaşadığım için böyle durumlarda ortaya çıkabilecek aksilikleri biliyorum. Bir keresinde, adını vermeyeyim, dev bir reçel şirketinin genç müdürüyle kendimizi yatağa atmıştık. Nerden aklıma geldiyse adamı reçele bulamak istedim. Ay o parlak yüzlü adam soyununca kıl topağı çıkmasın mı! Ayının bir alt sürümü, orangutan bölge müdürü. Dediğime diyeceğime pişman oldum ama herifin aklına düşürdük bi kere. Tutturdu “bebeğim beni reçele bula” diye. Kendimi yağmur ormanlarında gibi hissettim vallahi. O sinirle kavanozu vurdum adamın kafasına, reçeli de üstüne boca edip çıktım gittim. Sonradan öğrendime göre, sabaha kadar karıncalar yemiş ayıyı... İ Dvd’si ç›ksa al›rs›n... ‹kizler (21 May›s - 21 Haziran) Ankara- “AB’ye çatır çatır gireceğiz”, “Bütçeyi şakır şakır geçireceğiz” diye konuşan Maliye Bakanı Kemal Unakıtan yeni ikilemeler bul- Ç›plak gösteriyor Bir camı sürekli borsa verilerini gösteren gözlüğün diğer camında aynı ‹çinde 3 kifli çal›fl›yor anda film izlemek mümkün. Bir riYapımı iki yıl süren ve 20 milyon vayete göre de Sami Ofer, gözlük dolara mal olduğu söysayesinde, bir kişiye lenen gözlük, adeta bir baktığı zaman, “özelleşstrateji merkezi gibi çatirme ihalelerinde onun lışıyor. İçinde yok yok. ne kadar geride kalacaSami Ofer, gözlüğü arağını” görme ve “Hımm cılığıyla dünya borsalarıbu adam donuna kadar nı an be an takip edip soyulur” deme şansına yatırımlarını buradan sahip. Eğer karşısındaki yönlendiriyor. Uydu zeki bir insansa, gözlük bağlantısı ve 24 saat sıonu yarı çıplak göstercak suyu bulunan göziyor ve Ofer’i uyarıyor. lüğün içinde ayrıca iki Bununla birlikte İsrayatak, 1 çalışma odası, il’in Ofer’i gözlük nebir sinema ve bir jimdeniyle açgözlü ilan etCemile Yunak, 2 y›ld›r nastik salonu yer alıyor. mesi, bardağı taşıran gözlükte çal›fl›yor Jakuzi ve plazma teleson damla oldu. Koç (21 Mart-19 Nisan) Unak›tan yeni ikilemeler buldu vizyona da sahip olan gözlükte ayrıca biri sekreter, 3 de personel çalışıyor. 2 yıl önce Ofer’in gözlüğünde işe giren Cemile Yunak, iş ortamını biraz küçük bulsa da Sami Ofer’le çalışmaktan memnun olduğunu söylüyor. 30 Eylül-6 Ekim EKfi‹ Renault’nun Formula1 araçlarında elde ettiği fevkalade başarı ile sürücüler şampiyonasını kazanmasının sizi nasıl 75 beygirlik bir Clio almaya ikna edeceğini anlamaya çalışmaktan işinize yeterince vakit ayıramayabilirsiniz, iş arkadaşlarınızla aranız açılabilir. Yengeç (22 Haziran - 22 Temmuz) Su ile karıştırınca tekrar süte dönüşecek süt tozunu üretmek için sütün içerdiği suyu buharlaştırmaya harcadığımız enerjiyi tasarruf etmiş olsak belki ozon deliği şu anda olduğundan daha küçük olabilirdi düşüncesi bütün hafta kafanızı kurcalayacak. Aslan (23 Temmuz - 22 A¤ustos) Her hafta on iki ayrı burcun her biri ile ilgili farklı farklı yorumlarda bulunmanın gayet kolay bir iş olduğunu iddia eden arkadaşınızı hırpalamanız çevrenizce garip karşılanabilir. Mamafih, tepkiniz biraz haddini aşmış da olsa haklı olan sizdiniz. Baflak (23 A¤ustos - 22 Eylül) Bu hafta ADSL hattınızda meydana gelen bir problemden ötürü bir süre internete bağlanamayacaksınız. Türk Telekom yardım hattını aradığınızda “Link ışığınız yanıyor mu?” diye soracaklar - ve link ışığınız yanıyor olacak, üzüleceksiniz. Terazi (23 Eylül - 22 Ekim) Kedinizin, on yıldır sizinle birlikte yaşıyor olduğu halde, halen daha kakasını yaptığı ahşap kabı eşelemeye çalışmasına hala bir anlam veremeyeceksiniz. Böylesine zeki hayvanların ahşap ile toprak arasındaki farkı bir türlü kavrayamamasına gıcık olacaksınız. Akrep (23 Ekim - 21 Kas›m) Haftasonuna doğru ofise iki farklı çorap giymiş olarak gideceksiniz. Durumu, işe geçen hafta başlayan ve tanışmak için can attığınız kızcağız farkedecek, her işte bir hayır varmış hakikaten diye düşüneceksiniz ama olmayacak. Yay (22 Kas›m - 21 Aral›k) Teknolojinin homojen olmayan gelişimi ile ilgili garip düşünceler hafta boyunca zihninizi meşgul edecek. Çalışma odanızda saniyede milyarlar mertebesinde işlem yapabilen bilgisayarlar varken hala yemeğe ne kadar tuz koymamız gerektiğini manuel olarak belirlememize şaşıracaksınız. O¤lak (22 Aral›k - 19 Ocak) Kamerasının çözünürlüğü biraz daha yüksek diye satın aldığınız yeni cep telefonunun masrafını mazur göstermek, için bütün gün gerekli gereksiz resimler çekeceksiniz fakat eşiniz de en az sizin olduğunuz kadar telefonu değiştirmenizin fotoğraf çekmekle alakası olmadığının farkında olacak. Kova (20 Ocak - 18 fiubat) ATP tenis turnuvalarına katılmak için önce ADP turnuvalarında başarı göstermek gerektiğine inandırdığınız bir arkadaşınız bu hafta gerçeği öğrenmiş olarak geri gelecek, sizi incitecek. Bal›k (19 fiubat - 20 Mart) Geçen hafta şirkette yaprığınız sükseye güvenerek, kaybolmayan sihirbaz yapsalar keşke temenninizi dile getireceksiniz, fakat iş arkadaşlarınız espri yeteneğinizi takdiredemeyecek, harcandığınızı hissedeceksiniz. Bu deneyim aklıma gelince hemen lafa atıldım. “Kıllıydı di mi” dedim. Değilmiş, Galeria’nın alt katındaki buz pisti kadar düzgünmüş çocuk. Dvd’si çıksa alırsın, o derece... Sosu başından aşağı döküp İlayda’yı buyur etmiş. Bizim İlayda da çikolataya ölür, e oğlan da güzel. Neyse uzatmayayım, sosun kokusunda bi gariplik sezmiş bu. Şişeye bakınca bir de ne görsün. Puh puh, şeym on you! Peşine bıyıklı sürüsü takılsın e mi! Tam 3 ay geçmişmiş son kullanma tarihi. E, IT sektöründe çalışan adamdan başka ne beklersin? Sabah akşam pizzayla beslenir, günü geçen çikolata sosunu çöpe atmayı dahi akıl edemezler... Son bir umutla “Dolapta başka bişey var mı” diye sormuş İlayda, “Kayısı reçeli var, annem köyden yolladı” cevabını alınca yayın kesilmiş. Derhal bina güvenliğini çağırıp adamı binadan attırmak istemiş. Ama adamın evi ya, gelen güvenlik görevlileri “yardımcı olamayız” deyip özür dilemişler. Yine de kaş göz işaretiyle oğlanlardan tekini ayartıp adamın kafasına telsizle vurmaya ikna etmiş bizim uçarı İlayda... Ya işte böyle. “Güzel bir yemeğin yerini ancak iyi bir seks alabilir” demiş ünlü bir şair. Ama arada sırada ikisini birlikte halletmenin de sakıncası olmaz di mi? KUKUMAV DE⁄‹L KUKUMVAR Kavga etmediğim kredi kartları sorumlusu kalmadı. Ne zaman bir kurye bana kart getirse, hep aynı şey oluyor. Bir bakıyorum soy ismim yanlış yazılmış. Bazen getiren oğlan hoş bir şeyse kalbini kırmamak için sorun etmediğim oluyor tabi. Ama daha kaç kere söylemem gerekiyor kardeşim. Benim soyadım Kukumav değil, Kukumvar. Öğrenin artık şunu. Babacığımdan kaldı bu soyisim bana, öyle 3-5 kendini bilmez doğru telaffuz edemiyor, duyduğunu anlamaktan aciz diye bunca yıllık soy ismimden vazgeçecek değilim. Onlar yanlış yaptıkça ben düzelteceğim, ta ki herkes öğrenene dek. Çok hassasım ben bu konuda. Kukumav diye gelen mektupları okumam, çiçekleri koklamam, bana Kukumav diyen erkeği o dakika terkeder yerine iki tane bulurum. Öğrenin artık şunu; Kukumav değil Kukumvar! Duyun çığlığımı: Kukumvar ulan, Kukumvar! Benim kukumvar... Haftaya yeni lezzet ve hazlarda buluşmak üzere... 5 6 EKfi‹ 30 Eylül-6 Ekim spor FUTBOLSEVER BABA ‹T‹RAF ETT‹: “Ç‹FT VURUfi ‹LE SERBEST VURUfi ARASINDAK‹ FARKI B‹LM‹YORUM.” DANA- Mustafa Günay 55 yaşında. İki oğlu ve karısıyla mutlu bir ailenin babası. En büyük zevki, haftasonları oğullarını yanına alıp hep beraber maç izlemek. Ama Mustafa Bey’i senelerdir rahatsız eden, ailesinden gizlediği, içini kemiren bir sorunu var: Oluşum sebebine göre çift vuruş ve serbest vuruş arasındaki farkı bilmiyor. “Sorunu itiraf ederek, çözüm için ilk adımı attığıma inanıyorum. ” diyen Günay, bakın o dehşet günlerini nasıl anlatıyor: “Serbest vuruş ve çift vuruş ayrımının farkına varışım çocukluğuma denk gelir. İlk kez çift vuruş olduğunda heyecanlanmış, sebebini merak etmiştim. Ama müsabakayı beraber izlediğim babam şaşırmamış, doğal karşılamıştı. Maç sonunda merakımı yenemeyip konu hakkında sorduğum soruya kahkahalar ile yanıt vermesi açıkçası beni sindirdi, cesaretimi kırdı. Bundan sonra ne zaman çift vuruş-serbest vuruş ayrımında kalsam, bu konuda bir soru, A bir sohbet dönse, ben de biliyormuş gibi yaptım, kendimden emin, olgun bir ifadeyle gözlerimi kısıp, güven dolu bir gülüş attım. Konuyu ara sıra merak edip evdeki futbol ansiklopedisinde okumak istesem de, o bölümü okurken yakalanmaktan, ’Vay, ne oldu? Bilmiyor muydun yoksa ikisinin farkını?’diye istihza edilmekten korktum. Gel zaman git zaman evlendim. Önce eşimden bu gerçeği sakladım, sonra çocuklarımdan. Ama en zoru onlardan saklamak oldu. Seneler boyunca maç izlerken bu soruyu bana yönelteceklerinden ve tatminkar bir yanıt veremeyeceğimden çekindim. Bir yandan bir baba olarak kendi oğullarımın yüzüne sahtekarca gülümsemek, bir yandan da onların gözünde cahil bir baba olmak korkusu arasında eridim bittim. Geçen hafta Adanaspor maçını izlerken yaşanan çift vuruşta bir an sessizlik yaşanınca bocaladım. Bir an oğullarımdan biri bana dönüp manidar bir sekilde güldü gibi geldi. Dayanamayıp kahkaha atmışım. Sonra bayılmışım. Ayıldığımda kendi kendime söz verdim: Ne olursa olsun farkı öğrenecek, bilmediğimi de onlara itiraf edecektim. İtiraf ettim, çocuklarım olgunlukla karşıladı. Eşim biraz soğuk karşıladı. Telefon açıp 70 yaşındaki babama ’Baba serbest vuruş ile çift vuruş arasındaki fark’demem ile beraber telefonun öbür ucunda bir kahkaha sesi duydum. Sonra kahkaha ağlamaya dönüştü. Baba oğul karşılıklı ağlaştık. Bu sorunu çözdük. Şimdi çok mutluyum, bilmediğim her şeyi öğrenmek için müthiş bir istek duyuyorum. Hayata yeniden başladım” diye konuştu. Halterimizin çirkin yüzü ennet vatanımız bilindiği üzere lokumu, inciri, benzeri pek çok nebatat ve hububat, bornozu havlusu vesaire, bir de halteriyle meşhur. Bir de dansöz ve şiş kebap var, biliyorsunuz 7/24 kebap içinde yüzüp, masa üzerlerinde fıkır fıkır oynayan bir milletiz sevgili okuyucularım. Neyse, yıllar yılı nice halterciler yetişti bu topraklarda, mahsul alınamadığı mevsimde Bulgaristan’dan getirtildi. O oldu bu oldu, ama nihayetinde her nasıl olduysa, Türkiye’nin vazgeçemediği hayati unsurlardan birisi de halter skandalları oldu. Tam (terbiyesizce ve nankörce) “Hah, halter nihayet gündemden düştü, oh be, neydi o öyle” dediğiniz şu günlerde, spor gündemimiz yine bir yeni bir skandalla çalkalandı. Uluslararası Halter Federasyonu’na bağlı maaşlı bordrolu doping kontrol memurları, müsabaka dışı doping kontrolü için haltercilerimize “ulaşamadılar”. Uluslararası Halter Federasyonu’nun belirlediği kurallara göre bu gibi durumlar için söz konusu haltercilerin bulundukları yerleri ve kendilerine ulaşılabilecek numaraların bahsi geçen federasyona fakslanması gerekirken, bunun yapılmamış olduğu belirtiliyor. Dahası, bazı halter sporcularımız, “Maçtaydık”, “Filmdeydik, telefon sessizde kalmış”, “Abi duymamışım”, “Ben arayacaktım kontör bit- C Mustafa ‹hsan Canderen ti. Şarz.”, gibi açıklamalarda bulundular. Bunlar, neresinden bakarsanız bakın, elinizde kalan beyanatlar. Ben tabii camiayla bir nebze de olsa içli dışlı birisi olduğum için, işin esasının bu olmadığını biliyorum. Bunun teyidi için bazı halter sporcularımız ve haltere yakın kaynaklarla olan bağlantılarımı kullandım. Kullandım ki siz okuyun deye, kullandım ki size dank etsin biraz deye: - Alouv?! - Alo Mesut’çuğum, ben Mustafa Abin. - Oo buyur abicim bir emrin, isteğin? - Ben bu sizin skandal mevzuunu merak ediyorum biraz. Nedir bu işin aslı, astarı? - Abi şimdi biliyorsun halter sporumuza olan ilginin azlığını.. Her dört senede bir tonla altın madalya kazanmasak, bugün halter nedir bilmeyecekti bu millet. Mertek zannedecekti. Biz de işte senede bir, olmadı iki senede bir bu ilgiyi canlandırmak için bir şeyler yapmak durumunda kalıyoruz böyle. - Peki Mesut’çuğum, çok güzel yaptınız da, uluslararası müsabakalardan men cezası aldık. Hiç mi aklınıza gelmedi bu işin böyle bir neticesi olacağı? - Abi bizde kafa mı kaldı Allahaşkına, proteinden steroidden? İşte sevgili okuyucularım, bu sebepledir ki, yaşananlarda hatayı biraz da kendinizde aramanız lazım geliyor. Halter sporumuza olan ilginiz çok sönük bir defa. Kırk yılda bir Naim kardeşimiz “pfft pfft” diye saçına üfleyecek de, Hafız kardeşimiz gidip tır kaldırıp lobut gibi çevirecek de, anca.. ben de kime laf anlatıyorum. Son sözüm halter sporumuza gerçekten gönül vermiş okuyucularımıza: Çok sıkılıyorsunuz biliyorum, ama izleyin. Halteri iki senede, dört senede bir gün değil, her gün hatırlayın. Bugün mesela, hemen şimdi, çıkın ve bir haltercimize çiçek verin. Çok şey mi bu? Candan sevgilerimle... Cesareti ve savaşı yakın çevresinde de takdir gören Mustafa Günay’ın yakınlarından Halit Akçatepe şöyle konuştu: “Mustafa’nın yaptığı bir devrimdir. Kendisini ve davasını saygıyla karşılıyoruz. Ben de buradan itiraf ediyorum: fuleli koşu nedir, ne manaya gelir bilmiyorum. Metin Tekin gibi koşarken saçların ” fule fule “ diye dalgalanması olduğunu tahmin ediyordum. Ama kıçımdan salladığımı itiraf ediyorum, biliyor gibi yapıp önce kendimi kandırmak istemiyorum.” dedi. Bunun üzerine itiraflarin ardı arkası kesilmedi Mustafa Günay’ın yakınları coştular, işte mikrofonlarımıza takılan itiraflardan bazıları: “Kademe ne demek bilmiyorum? Alan derinliğini nasıl kaybeder anlayamıyorum.” M.K (30), “Libero’nun İtalyan bir futbolcu cinsi olduğu yönündeki kanaatimden vazgeçmeye hazırım.” T.K (45), “Vücut çalımı dendiğinde aklıma Uğur Tütüneker ve formasına sümkürmesi geliyor. Ama hadisenin bununla bir alakası olduğunu sanmıyorum.” S.P. (56), “Armudu dişlerim sapını gümüşlerim ne demek hiçbir fikrim yok. Yanlış bilgi verip, kafaları karıştırmak istemem.” Efendisiz (28) ‹ddia skandal›nda son nokta Ak›ll› topun çipine girdiler! TARTIŞMALI pozisyonları ve hakem hatalarını sıfıra indirmek için icat edilen “akıllı top” uygulaması, Türk iddaa mafyası yüzünden şaibeye karıştı. Olay, Finlandiya İkinci Futbol Ligi’nde oynanan ve 17-3 şeklinde sonuçlanan maç sırasında çizgiden çıkartılan bir şutun dört gol olarak sonuca yansıması ve korner bayrağına çarpan topun maçın bitiş düdüğü biçiminde algılanması sonucunda ortaya çıktı. Konuyla ilgili kısa ve öz bir demeç veren FIFA yetkilisi, “Sistemde düşülen bir not bizi harekete geçirdi. ’Hamit abi son kupona 250 misli bas’yazısıyla harekete geçtik. İtalya Üçüncü Ligi’nde de 916 devam eden bir maçtan halen gol haberi alıyoruz. Oluru yok” dedi. “Kaleyi düflünmedim” eçtiğimiz hafta oynanan Santos - Palmeiras maçının 89. dakikasında attığı golle bir anda Brezilya futbolunun gündemine oturan Gonzalez, hakkında yapılan yorumlara yanıt verdi: “Kaleyi düşünmedim”. Hatırlanacağı gibi, 2-2 devam eden karşılaşmanın berabere bitmesi beklenirken, Gonzalez kaleye oldukça uzak bir mesafeden çok sert vurmuş, kavis alan top herkesi yanıltıp filelerle buluşmuştu. Spikerin “Gonzalez kaleyi düşündü” sözlerine futbolcu, geçtiğimiz günlerde bir gazeteciye yaptığı “Ben orada kaleyi düşünme- G dim. İnsanın aklında çilekeş anası, burnunda buram buram memleketi varken, o adam kaleyi düşünemez. En fazla orta yaparsınız, o da gol olursa olur. Neyse o, bizde böyle.” açıklamasıyla cevap verdi. Gonzalez’in bu sözleri futbolseverler arasında memnuniyetle karşılandı. Erkin Gören - http://www.antidig.com Erkin Gören 2004 yılında MSGSÜ Resim bölümünden mezun oldu. Bir yıl kadar yetişkinlere sanat - tasarım tarihi, kompozisyon bilgisi dersleri verdikten sonra Avusturya Hükumeti’nden aldığı bursla Salzburg Akademisi’nde Zhou Brothers’la çalışma fırsatı buldu. Ressamın çalışmalarını internet sitesinden takip edebilirsiniz. nil karaibrahimgil cennet tu¤çe kazaz dü¤ün ekmek paras› ermeni konferans› the island dansöz yaz›fl iktidar› 8 EKfi‹ 30 Eylül-6 Ekim söylefli söylefli Özgürüm, yalan de¤il... Nil Karaibrahimgil dur durak bilmeden aç›k çay içiyor. Ayr›ca haftan›n üç günü Pilates yap›yor. Aya¤a kalkt›, karn›n› uzatt›, vurduk tock tock diye ses ç›kt›. Sahiden çelik gibi idi... Nil Karaibrahimgil ile çok güzel bir havada çok güzel bir çay bahçesinde buluştuk. Tanker, kuru yük gemisi ve şilep düdükleri arasında, bir yandan konuşurken diğer yandan da obez gibi yemek yedik. Kızcağız tam önemli bir şeyler anlatırken “Şefim iki duble çay daha” diyerek lafı ağzına tıktık. Kaşarlı tostun lastik gibi uzayan içeriği nedeniyle karşısında kepaze olduk... Ama Nil samimiyetten ödün vermedi; koca koca gözleriyle dinledi, anlattı... Asalet pozu değil ama “Çılgınlık” ve “Deli doluluk” havalarını fark etmenin çok kolaylaştığı günümüz dünyasında en ufak bir tereddüt yaşamadan anladık ki Nil Karaibrahimgil star elektriğini müziğine, sahnesine kanalize etmiş, yaşantısını tamamen senin benim gibi devam eden çok güzel bir hanım kızımızmış. Önce kendisine vurduğu terliğini ardından kafamıza patlatınca neye uğradığımızı şaşırdık. Yan tarafta: Neler yapıyorsun bu ara? Şubatta albüm çıkarmamız icap etti, onunla uğraşıyorum. Plak şirketiyle olan sözleşmemiz gereği bu albümü yapmamız gerekiyor. Onunla ilgileniyorum bu ara yoğun olarak. Sen müziği temel olarak nerede öğrendin? Babandan mı öğrendin? Müziğin teorisini iyi bilmem. Ama zaman içinde yavaş yavaş öğreniyorsun ister istemez. Benim ailemde çok fazla müzisyen var. Babam Modern Folk Üçlüsü’nün elemanı olan Selami Karaibrahimgil, amcam Suavi Karaibrahimgil.. Onlardan gelen bir kültür var elbette. O da dev bir polemik konusu yahu... Hangi Suavi? tartışması.. Evet ya.. O bayağı acayip gırgır. Bir arkadaşım çünkü diğer Suavi’yi görmüş, “Nil’e selam söyleyin” demiş o da “söylerim” demiş. Şaşırmış yani. Yani çok seyrek olabilecek bir şey adı Suavi olan iki farklı sanatçı var ve ben işte birinin akrabasıyım. Onun haricinde gitar çalmayı ben kendi kendime evimde çalarak öğrendim. Ama ailem önceden müzisyen olmama pek sıcak gözle bakmıyordu. Güzel okullarda okusun kızımız, artık reklamcı mı olur ne olursa olsun deniyordu. Peki müzisyen olunca ne oldu? O zaman sorun kalmadı. Çünkü işe başladıktan sonra gördüler ki şarkıcı denen şey öyle masaların üzerine çıkıp göbek atarak üzerine şampanya patlatılan biri olmak zorunda değil. O mazide kalmış bir imgeydi kafalarında. İstediğin gibi müzik yapıp istediğin gibi şarkılar söyleyip de insanın bir yere gelebileceğini görünce memnun kaldılar. Baban neden müzik yapmıyor? Ya son iki yıldır bir çok konserimde beraber çıkıyoruz onunla sahneye. Çok da güzel şarkıları var. Sözleri falan da çok uçuk kaçık. Benimkiler onun yanında çok normal kalıyor. E bir albüm yapmayı düşünmüyor musunuz? Her zaman söylüyorum ama o istemiyor. İşte müzisyenler garip insanlar. Finans mezunu babam, öyle şirkette şurda burda da her gün durmuyor. Günde 15 km. yürüyor, evinde oturup şarkı yazıyor... Bana bu günlerde “şarkıların ne alemde?” diye soruyor. “Yapıyorum bir şeyler” diyorum. “Hani bir şey bulamadıysan ben vereyim bir kaç şarkı bak” diye takılıyor. Senin sahnede kullandığın farklı bir jargon varmış sanıyoruz? Portakal koydum kaba vesaire... Ya onlar benim Nesrin Topkapı’dan aldığım derslerden kalma hikayeler. Ben göbek dansı dersi almaya gittim Nesrin Topkapı’dan. Onun derslerinde de figürlere verdiği isimler var. Ben de göbek dansını beceremediğim için sahnede Topkapı’nın dersi nasıl anlattığını anlatıyorum sahnede. İşte kime yaptın istemem bunu, portakalı koydum rafa gibi tabirler ordan kalma... Bize o portakal hareketini gösterir misin? O burada gösterilmez ya (Kahkahalar)... Okulu var mı Nesrin Topkapı’nın? Bilgi Üniversitesi’nde ders veriyor. Aklınıza gelmeyecek insanlar gidiyor hatta... Ama ben orada değil de özel ders aldım kendisinden bu dans derslerini de sadece Gitme Yoksa’nın klibine özel olarak almıştım. Yani bu şarkının sözlerine gırgır bir şeyler bulmaktı derdimiz. Senin öyle haberlerin çıkmadı değil mi “Nil’i dans dersleri alırken yakaladık” falan diye... (Gülüşmeler) Yok yahu bizde öyle şeyler olmaz... İşte ben devam etmek istedim aslında derslere de, benim belim böyle bir türlü kıvrılamadığı için, hafif kütük gibi olduğu için beceremem diye devam etmedim. Nasıl kıvrılmıyor yahu biz görüyoruz sahnede gayet kıvrılıyor.. (Kahkahalar) Aman sağolun vallahi... “Müziğim ne rock ne pop ne başka bir şey. Yıldız Tilbe’nin dansları gibi” demişsin bir keresinde... Ya o şöyle.. Ekşi Sözlük’te öyle bir entry var. Onu da okudum... Şu var; Yıldız Tilbe bir garip dans eden bir kadın. Yani bunu herkes kabul eder. Ben de diyorum ki konserde “Ya Yıldız Tilbe’yle ben biraz tuhaf dans ediyoruz”. Ben bayılıyorum böyle şeylere ayrıca. Öbür türlüsü çok sıkıcı çünkü herkes aynı dans ediyor. Böyle düzgün düzgün. Bunun nedeni benim sentez müzik yapıyor olmam. Yani ben kafa mı sallayacağım, göbek mi atacağım ne yapacağım belli değil. Haliyle öyle garip bir şey çıkıyor ortaya. Yıldız Tilbe de öyle... Sahnede giydiğin kıyafetlerden tavrından ötürü senin yaşlanmaktan çekindiğin, sürekli genç kalmak gibi bir derdin olduğu izlenimini edinen insanlar var. Bu konu hakında ne düşünüyorsun? Ben üniversitedeyken de böyle giyiniyordum yani bu bir proje değil, bir imaj değil... Ama görülenin üzerinden yorum yaparak birinin bunu düşünmesi de mantıksız değil. Ama böyle düşünürsek, hepimiz Zara’dan bilmem nereden üstümüze başımıza çekidüzen verip, giyinip gezelim. O zaman hiçbir renk olmaz ki hayatta. Yani belli yaşların belli giyinme şekilleri olabilir tamam. Ama ben buna uymak zorunda değilim ki, ama elli yaşına geldiğimde tutup bunları giyip gezmem heralde. O zaman ne hissedersem tutar onu giyerim. Mesela geçenlerde Cry Baby diye bir film izledim. Oradaki babaanne gibi giyinebilirim ben yaşlanınca, yaş ilerledikçe böyle acınası bir tipe bürünebilirim. O da olabilir... Şimdi senin bu yaşa kadar yaptığın işler çocukken bir yerden kendini belli etmiştir. Yani metin yazarlığı neden? Siyaset Bilimleri ne iş? Ben Boğaziçi Üniversitesi’nde okurken de bizim bir müzik grubumuz vardı Köpük diye. Onlarla birlikte müzik yapıyorduk zaten sonra... Sen ama en baştan anlatmaya başlarsan bize daha güzel olacak. Mutlaka “iki yaşında okudu”, “üç yaşında piyano çaldı” gibi ibareler vardır senin hayatında... Yani şunlar var. Ortaokulda elime gitarı alıp okulun bahçesinde gelene geçene şarkı yazmak gibi bir durumum vardı. Ben bir yerde bununla ilgili olarak özel geceler yapmak istiyorum. Gelenlerden sözcükler toplayıp o sözcükler üzerinden bayağı böyle aşık gibi anında besteler yapmak istiyorum... Ama öyle Haluk Levent gibi “Marmara Üniversitesi sizin için anında beste yaptım” diyerek “Marmara marmaraaa..” diye giden besteler olmaz heralde... (Kahkahalar) Öyle mi yapılmış.. Ya biz yapmayalım o zaman. Ya biz sahnede bunu yapıyoruz. Mesela birinin doğum günüyse onun hakkında bi beste yapıveriyoruz. Neden bir internet siten yok? Ya sormayın o konuda birileriyle konuşmuştuk ama hala yapamadık. Öbür unofficial hayran sitelerinin de çoğu bayağı bir kötü yapılmış. Yani güzel bir şey bir yandan çünkü biri oturup uğraşmış, ama kötülüğü şu: siteyi birisi benim üzerime sanabiliyor. Beni oradan takip ediyor o açıdan kötü. Beni temsil eden bir şey değil hiçbiri yani... Ama artık nilkaraibrahimgil.com’u aldım ben. Peki böyle Karaibrahimgil gibi zor bir soyadı kullanmaya nasıl karar verdin? Ya ben aslında Nil Dünyası albümüyle çıktım ilk olarak. Yani ben ne kadar Nil ismi üzerine oynasam da insanların bu Karaibrahimgil’i ezberleyeceği tuttu. Bir de kafiyeli ismimle ondan kolay ezberlenmiş olabilir. Nil Karaibo diyen de var, sevmeyenler karaibiş, karaiblis diyor.. (Gülüşmeler) Tabi canım biliyorum hepsini... Sende şöyle bir şey oldu mu? Böyle 10 yaşındayken “ben meşhur olacağım” hissi var mıydı? Yani onu biliyorsun. Onu acayip bir şekilde biliyorsun hem de. Yani ben şunu diyordum. “Sahnelerde olacağım, şarkı söyleyeceğim insanlar beni tanıyacak.” Şu hep oluyordu: Öyle eline tarak alıp ayna karşısında şarkı söylemek gibi çocukluklar hep vardı bende. Kardeşim de öyleydi. O da zaten ya- kın zamanda bir albüm yapacak... Yaptığın işler arasında beğenmediklerin var mı? Yok.. Yani yaptığım bazı reklam müziklerinde ufak tefek hoşuma gitmeyen şeyler olmuş olabilir ya da daha az beğendiğim bir şeyler olmuştur. Ama özellikle albüme şarkı seçerken kesinlikle giren 10 şarkının da iyi olmasına, hepsinin en az diğeri kadar iyi olmasına dikkat ediyorum. Çünkü şimdi ne var, 2 şarkı iyi olsun tamam! Gerisi ne olursa olsun... Yok öyle bir şey ben albüm satıyorum, şarkı satmıyorum ki. O yüzden albümün tamamı içime sinmeli. Albüm satanlar var, şarkı satanlar var. Plak şirketleriyle konuştuğumuzda, medeni insanlarla, benim ne dediğimi anlayan insanlarla anlaşmaya çalışıyorum. İşte Sony’le anlaştık biz mesela. Bir gün bile bana gelip de “ya Nil sen burada şöyle demişsin böyle demişsin” gibi bir yorum yapmadılar. Akbaba şarkısında arabeskle dalga geçiliyor diyen de oldu... Ya benim hamurumda olan bir şey o ironi. Ama ben o şarkıyı arabeskle dalga geçmek için yapmadım. Yine de evet dalga geçiyor arabesk şarkılardaki bazı öğelerle. Yani “gel de bir çorba yap bana” ile “gelmezsen ölücem” aynı şeye geliyor ya. Onu ben biraz hafife almak için yaptım. Tabi “Akbaba orada ABD kapitalizmini simgeliyor” diyen de çıktı... (Kahkahalar) Ya işte onlar çok güzel.. Yani ben şarkıyı yaptıktan sonra bitmiştir benden çıkmıştır kim ne derse, nasıl algılarsa algılasın. Yapacak bir şey yok. Yani ben şu şarkının şurasında ne dersem kim ne anlar diye düşünerek yazarsam zaten hiçbir şey yazamam. Onu düşündüğün anda bırak bu işi zaten... “Bu sözleri ben de yazarım böyle basit şeylerle söz yazıyor” eleştirilerine ne diyorsun? Mazhar Alanson alt komşum benim ve der ki hep “asıl zor olanı basit olanı yazmaktır”. Hakikaten öyle yani komplike bir söz yazmak zor ama “Bu sabah yağmur var İstanbul’da” demek zor. Ben becerebiliyorum ya da beceremiyorum bunu o ayrı. Ama doğru ve zor olanı bu sadelik bence. Sözlük hakkında ne düşünüyorsun? Ya sözlüğün kendi içine kattığı insanlar konusunda daha seçici olması şartmış gibime geliyor. Çünkü şöyle bir şey var: Bazı insanlar vitrine nefreti koyup dükkanını doldurabilir. Bu çok kolay bir şey. Ben de şimdi herkesten nefret ediyorum desem millet bayılacak. Nefret her zaman satar yani Ama şu var işte, bu maksatla oraya giren adamın ayıklanması gerekir. Sözlük süper bir fikir çünkü... İşte gittikçe kötüye gidiyor ama bu gibi durumlar yüzünden. Yani evinde hiçbir şey yapmayan adam, iş yapan adamların hepsinden nefret ediyor. Bunu da sözlüğe yazıyor mesela. Bu kişilerin sayısı çoğalınca da sözlük çekilmez, okunmaz bir yer oluyor. Yani “en kısa zamanda ölmesini dilediğim insan” gibi entryler var mesela. Ne diye biri tutar böyle bir şeyi ister, yazar... Bence önemli olan sözlükte kaç sayfan kaç entryn olduğu bu arada. Buradan reyting ölçebiliyorsun yani. Kurtlar Vadisi’nden adamlar gördüm mesela “Ekşi Sözlükte 60 sayfayız” dediler bana. Şaşırdım bunu ölçmelerine... Bu arada sözlük yazarı olduğum zirveye gittiğim de yalandır onu da araya sokuşturayım. Arkadaşlarım var ama ben değilim yazar. Müzisyen olmak için bir dönem yurt dışına gitmişsin. Ondan biraz bahseder misin? Yurt dışına gitmemin sebebi şu: İngilizce şarkılarım vardı, onları götürdüm dışarı ben. Ama ondan önce okuldayken baktım “ben bu işi yapmayacağım o kesin” deyip, Reklam Evi’ne stajyer olarak girdim. Orada çalışmaya başladım. Çok da iyi gidiyordu, bir şey de kazanmıyordum yani. Bana “sen reaktif bir tipsin proaktif bir tip değilsin. Sen reklamcı olma sanatçı ol” diyen Serdar Erener’dir. Ben demolarımı alıp yurt dışına gittim, döndüğümde bu Özgür Kız hikayesi çıktı. Bana bu reklam için Türkçe şarkı yazmamı istediler. Ben önce istemedim, sonra iyi para alacağımı duydum işin çok iyi yürüyeceğini hissedip şarkıyı yazdım. Şarkı çok beğenildi. Turkcell’den bu işle ilgilenen insanlar da bana “madem bu şarkıyı yazdın reklamda da oyna” dediler. Bütün mesele buydu. Ama işte reklamla ünlü olup albüm yapmak gibi bir durum asla yoktu. Ben dediğim gibi elimde demolarımla gezen bir insandım. Müzik hep vardı yani... Hah New York’tan öyle geri dönmemin sebebi de “kızım burada dört sokak arayla senden bir sürü var. Sen Türkiye’de çok daha farklı bir şekidle bu işi yapabilirsin. Daha iyi iş yapabilirsin” denmesidir... Senin star havasıyla estiğin, öyle hissettiğin yerler oluyor mu günlük hayatta? Ya onu yaptığım bir yer var orası da sahne işte. Çünkü bu “starım mtarım” olayında egoyu büyük bir kontrole almak lazım. Öbür türlü ne oluyor biliyor musun, kendini kaybedersin. Çok fena bir şey o. Yani bir yere girdiğinde herkes şöyle bir kendine çeki düzen versin sana baksın istersin. Bu ka- 30 Eylül-6 Ekim EKfi‹ 9 dar berbat bir durum olabilir mi.. Bir keresinde Nihat Odabaşı bana bir şey anlatmıştı. Bir sanatçıya “saçlarını kestirsen şöyle farklı bir model yapsan” demiş. Sanatçı da demiş ki “ben saçımı kestirirsem Türkiye beni affetmez”. Yani bunu niye anlatıyorum...Bir sürü insan sanıyor ki Türkiye sabah akşam onunla yatıyor onunla kalkıyor. Bu hastalığa ben yakalanmamak için mümkün mertebe o yıldızlık hisslerine bilmem nelere falan kapılmamaya çalışıyorum. Hiçbir zaman kendimle ilgi öyle bir algım yok... Karikatür çiziyordun bir ara. O Nereden çıkmıştı? Benim çizdiğim karikatürler vardı kendi kendime onları tuttum Tuğrul Eryılmaz’a yolladım Radikal’den. Onları değerlendirmek için yollamıştım. O da beğendi, ama sonra 11 Eylül olayları oldu. Ben de politik karikatür çizmiyordum. Sonra da ben devam edemedim ve öyle kaldı. Bu aralar da hiç çizmiyorum aslında çizmem lazım... Nil bizim için bir şeyler çizer misin? Tabii ahanda: (“Altmış yıl ve iki dakika” hikayesinde peçeteye resim karalayan Picasso gibi Nil de hiç naz etmeden bir kağıt ve bir kalem bulup birkaç saniye içinde yukarıdaki eseri vücuda getirdi. O arada üç çay içti, dört kez ahıaa ahıa diye güldü. Eksik olmasın sanatının başka bir yansımasını siz sevgili okurlarımıza hediye etti.) Yeri gelmişken hesap dökümünü de takdirlerinize sunuyoruz: Küçük Çay XXXXXXXX Duble Çay XXX/ Kaşarlı Tost X Karışık Tost / Sütlü Nescafe X Su X/ Foto¤raflar: Zafer Üçüncü 10 EKfi‹ 30 Eylül-6 Ekim popüler kültür görüfl evlad›m eksi net ç›karm›fls›n, ne cenneti nereye cennet! “Allah’ın çizgi filmlerdeki ak sakallı dede, Tanrı’nın ise dinimizce günah olduğu çocukluk yıllarının akıllara zarar etkisinden kurtulmam Star1’de ninja kaplumbağaların yayınlandığı yıllara denk gelir. Ne var ki aynı dönemlerde aklıma kazınmış bembeyaz bulutların cennet değil de kümülüs olduğunu anlamam ancak ninja kaplumbağalar kanal 7’ye transfer olduktan sonra mümkün olmuştur. Eğitim hayatımı sınavlarda boşlukları başarıyla doldurarak geçirmiş olmama rağmen, foyaları ortaya çıkan o hain kümülüslerin boşluğunu doldurabilmek için çok uzun süreler uğraş verdim. Beyaz pamuk şekeri ve selpak mendil gibi fuzuli objelerin de dahil olduğu sayısız girişime rağmen kümülüsün yerini tutacak, o etkiyi yaratacak bir şey bulamadım. Tam umudumu kesip cennete tüm kapılarımı kapayacak, bulutları gökyüzündeki yerlerine geri koyacak ve hatta ” evrende yalnızım galiba “ diyerek ortamlara akacakken maalesef evrende yalnız olmayacağımı farkettim. Meğerse cennetten mahrum niceleri varmış ve meğerse çoğunun çocukken bulutları bile olmamış. Nimi yerin altına gidermiş günah/sevap dinlemeden, kimi edeceğini eder, nihayetinde de çiçeğe böceğe verirmiş kendini. İşte ne zaman ki onların kıskanç bakışlarını gördüm, ” cennetinden bana da versene, benim hiç yok “ diye söylenmelerini dinledim , o zaman karar verdim kümülüsüme sonuna dek sahip çıkmaya. Anladım ki aslında kerameti cennetinde değil, bulutundaymış.” ck Bizim bi arkadaşın abisi gitmiş.. Güzelmiş. Kocaman bi Golf sahası düşün.. Her yer çimen. Tanıdık tanımadık herkes orda. Havuzu olsun, palmiyeleri olsun, 5 yıldızlı otelleri olsun piyasa, hatta “ciks” bi yermiş... Oranın en güzel oteli Paradise Otelmiş. Kendin pişir kendin ye kısmı bile varmış. Gece klübü harikaymış. “Her şey dahil” ya işte bizim arkadaşın abisi çok içmiş odaya arkadaşları götürmüş ancak. Büyük İskender, Fatih Sultan Mehmet ve Kanuni Sultan Süleyman odaya kadar taşımışlar sağolsunlar. Onlar günah diye içmiyorlarmış hala. Bizim salak da Ramses’i “kaldıracağım” diye yapmadığı maymunluk kalmamış Ramses yüz vermeyince vurmuş içkiye. Öyle de şıpsevdidir. İşte aynı akşam o barda kavga çıkmış 3 kişiyi götürmüşler cehenneme. Herkes beyaz, düz, kefene benzeyen örtüler giyiyormuş. Bizim çapkın, Ramses’in frikiğini yakalarım diye bütün gün peşinde koşturuyo tabi kan ter içinde.. Bi de rüzgar esiyo, ama tabi hasta olmak yok. İlk günler tozutmuş tabi. Terle terle buz gibi soğuk su içiyomuş pınardan. Soğuk taşa falan oturmuş. Tık yok sapasağlam. Neyse işte geldiğinin ikinci günü bi bakmış millet top oynuyo. Çimenler de birinci kalite tabi. Hemen oyuna dalmış. Karşı takımda Metin Oktay bizimkinin belini kırınca bırakmış oynamayı. Şans bu ya, oranın bayramı bizimkinin gittiği ilk haftasonuna denk gelmiş. Akraba ziyaretleri bitmek bilmiyor. Bi bakmış kendi soyadının yazılı olduğu bi tabelayı taşıyan bi adam ve arkasında binlerce kişi. Hemen gitmiş sormuş “nedir hoca bu kalabalık” diye. Cevap olarak “Senin bütün akrabalar bunlar işte demiş..”. Çocukta bi panik. Neyse bu kadar adamın eli öpülmez diyerek uzaklaşmış hemen ordan. Türk mahallesi bile varmış orda. Dönerci yarım ekmeğe bol bol döner koyuyo başka da farkı da yokmuş. Ayranı da bol köpüklü.. o kadar. En son da Atatürk’ü görmüş. Bakmış suratı biraz bozuk, biraz da hayal kırıklığı var. Önünde de bi televizyon.. İyice yaklaşmış ne izliyor diye. Bizim ülkemizi izliyormuş. Arkadaşın abisinin de ordan en son söylediği oydu zaten. Cennetteki birine böyle haberleri izlemek yakışmıyor diye. green green curly fries Nedense hep karışıktır kafam, “cennet” denen bu mekan söz konusu olduğunda. Aklıma; Vatikan ve Aziz Petrus gelir mesela. Vatikan’da yer alan Aziz Petrus Heykelinin sağ eli, o derece kendisinden emin bir biçimde gösterir ki cennetin yerini. İnsan ister istemez; bu heykeli görünce, kafasını yukarı kaldırıp onun parmağıyla işaret ettiği yerde cenneti arar gözleri ile ama; bakışlar, Aziz Petrus Kilisesinin tepesindeki görkemli süslemelere takılır ve asla ulaşamaz cennete kadar. Aziz Petrus, bu derece emin bir biçimde göstere dursun cennetin yerini; aslına bakılırsa o “Anaların ayaklarının altındadır.” Çocukken, annemin ayaklarının altına sahiden baktığımı; ama cenneti görmekte Vatikan’dakine eşit bir başarısızlık yaşadığımı hatırlıyorum. O yaşlarda metafordan anlamıyormuşum, öyle görünüyor. Sanırım altı yaşlarında iken kuzenim; cennetin, içinde baldan ve kaymaktan dereler akan bir mekan olduğunu söylemişti ve ben de “Ya o cennete gider ve baldan derelerden birinin içine düşersem” diye korkmuştum tüm samimiyetimle. Kaymaktan dereler, o derece korkutucu gelmemişti. Yakın zaman- 30 Eylül-6 Ekim EKfi‹ 11 hem o saç ne lan öyle çelik blek gibi?! Cennet da; Ortadoğu uzmanı bir gazeteci arkadaşım; bu cennet denen mekanın koordinatlarını vermemiş olsa da, bazı insanların, Kudüs’teki “Golden Gate” e yakın arazilerin cennete çok yakın olduğunu düşündüklerini söyledi. Bu yüzden; bu araziler üzerindeki küçücük bir mezar yeri, inanılmaz paralara satılıyormuş. Ben, sanırım önce cennetin yerini bulmak istiyorum, bir gün nerede olduğunu tespit edersem belki de oraya varmak için daha planlı bir şekilde uğraşırım. julyet degilim ben beatris de degilim En temel değerlerimizi, en şiddetli güdülerimizi, en derinlerde yatan arzularımızı zannetmem ki hiçbir hayal cennet hayallerimiz kadar sadakatle, samimiyetle yansıtsın. İnandığımız ya da inanmadığımız her türlü dini metni bir kenara bırakıp şahsi cennet hayallerimizi kurmaya, sonsuzluğa ne şekilde uzanmak istediğimizi düşünmeye başladığımızda karşımıza çıkan manzara, gerçeklerle sınırları kalın bir şekilde çizilen hayatlarımızı özünde nasıl geçirmek istediğimize, nasıl bir varoluşun ihtiyaçlarımıza en tatminkar yanıtı verebileceğine dair pek değerli ipuçları sunuyor bize. “Cenneti hep bir çeşit kütüphane olarak tasavvur ettim” diyen Jorge Luis Borges’in ruhuna, o ruhu anlamaya kendimizi bu cümleden sonra çok daha yakın hissediyorsak, cennet hayallerinin ele verici, açığa çıkarıcı doğası sayesinde hep ruh köşe bucaklarını... Ve ben şimdi burada maneviyatımın en mahremini ortalara serme cesuryürekliğini göstererek itiraf ediyorum ki, benim cennet hayalim (tercihen Borges’in tasavvur ettiği kütüphanenin içine inşa edilmiş) bir makina. Öyle bir makina ki bu, dünya dünya olalı beri üzerinden geçmiş ya da geçmekte olan milyarlarca insandan istediğimin içine sokuyor beni, tüm duygu, düşünce, bilgi ve hatıralarını erişilir kılacak şekilde şahsıma... Ve ben kendi benliğimi yitirmeden o insanların hayatlarını yaşamaya başlıyor, onların varlıklarına temas eden içsel ve dışsal her bir uyaranı kendiminmişcesine duyumsuyor, insanlığın yüz bin milyon halini birinci elden deneyimliyor, -bazen girdiğim arama kriterlerine göre, bazense makinamin rastgele butonuna basarak- o çağdan bu çağa, o coğrafyadan bu coğrafyaya, o insandan bu insana durmaksızın dolaşıp her şeyi biliyor, her şeyi anlıyorum. Bununla da kalmıyor makinam, üstüne bir de bana insanların duygu ve düşüncelerini onların yararına etkileme gücünü bahşediyor. Kavgalı bir çiftin, üzgün bir çocuğun, cinayetin beş dakika öncesindeki bir katilin içine giriyor, onları daha olgun, daha insani, daha kendi dışlarına çıkabilir kılıyor, fark ettirmeden bazen teselli, bazen empati, bazense öğüt veriyorum. Benim her bir şeyini bildiğim ve anladığım güzel, yaşanası bir yer oluyor dünya makinamla böylece, hayal bu ya... Evet sevgili okuyucu, ben itirafımı yaptım çekinerek de olsa, ya senin cennet hayalin ne? Hayat dediğimiz şu kısa özbilinç sekansını -elimizden geldiğince- cennet hayallerimizin dünya üzerindeki izdüşümü haline getirmenin vakti gelip de geçerken... lacrima Ucu bize dokununca... dün gece, hiç tanımadığım bir ayağın, sırf seninkilere benziyor diye, usulca sokulup altına girdim ana!!! tatsızlık çıkardım hem de ben girecem diye. girdim de ne oldu ? cennet mi? laf ! parmaklarına hakaret ettiğimin insanı ayak parmak aralarını temizletti bana bir süre. şuursuzdum ana anlasana o an. temizledim belki de bir süre. bu kimseyi ilgilendirmezdi. belki de cennet bir tabuydu yıkılmayı bekleyen. belki de cennet ayaklarından burnuma gelen kokuydu. ama eğer bu koku cennet iseydi lanet olsundu böyle cenneteydi ana!!! gerekirse para verip temizletebilirdim ama o an kendimi tamamen kaybetmiş ve cennete gideceksem eğer buralarda bir yerde bir portal olması lazım diye araştırmıştım ayak altını. Ama elime geçen sadece nasır temizliği ve o kesif kokuydu. öyle ya günümüze kadar gelen tüm doneler senin ayak altını işaret ediyordu. yılmamalıydım. işte o an duydum sesini. “lan hayvanöküzü! çabuk temizlesene! yengen bekliyor!” bu işte bir gariplik vardı. cennet ararken hakaretler gırla gidiyordu şahsıma karşı. bu kadar da olamazdı, üstüne üstlük yenge kimdi? ama cennet kolay elde edilir bir şey değildi. bunu tahmin edebiliyordum. anamın ayağı sandığım o kütle ve onun altında bendim. orada o an kendimle hesaplaştım, karakterime saldırdım, sonsuzluğu hissettim ve kararımı verdim. şöyle cevap verdim “yengeye selam söyle. bu ayaklar kokmuş be kardeş!!!” tam bir sessizlik hakim olmuştu ortama ben çekilirken ayak altından... kaçtım umarsızca. uzaklaştıkça cennet, ben kendimi daha iyi hissettim. uzaktan “lan olm bittin sen!!!” diyen pedikürü yarım kalmış bir metroseksüelin sesi geliyordu kulağıma. demek ki cennet bir ilüzyondu. hakaret ettiğimin insanı beni becerememişti. tek şansı anamın ayaklarına benzer ayaklara sahip olması olsa bile beni kandırmayı becerememişti. hayat çok garipti, cennet ise tam da anamın ayakları altında idi. sanırım artık bundan emindim... muhafazakar bir hareketle evin kapısına anahtarımı sokmuş içeri girmiştim. cennet çok da fazla uzağa gitmiş olmazdı. “ne yemek var?” dedim cennetin üstüne, gözlerine bakarak. “pastırmalı kuru fasulye ve pilav” dedi cennetin sesi. “allah be!!!” dedim sevinçten, sakince ama keyiften ölerek ve derhal elimi yıkadım. masaya oturdum. cennet bir süre daha bekleyebilirdi zira pastırmalı kuru fasulye ve pilavdan daha cennet ne olabilirdi ki? bunu şu an umursamıyordum ve yumuldum. o an hakaret ettim cennete zevkten. acayip lezzetliydi kuru fasulye. pastırmalar ise kesif bir koku yayarak bana hatırlamak istemediğim şeyleri hatırlatıyordu. işsizdim artık.cennet artık bir iş sahibi olmaktı benim için ve sanırım anamın ayaklarının altı ile hiçbir ilgisi yoktu. zaten şu an anam ayaklarını koltuğa uzatmış, “gelinim olur musun” u izliyordu televizyonda. ayak tabanları tam da televizyonu gösteriyordu. boşverdim, bir kaşık daha attım ağzıma kuru fasulyeden. travis and tyler durden neremi neremi diye soran banu alkan’dan beter neresi neresi diye sorup duruyordum ben de. neresi? cennet neresi? vakit geçti. epeyce. sonra geçti gitti. sonra bana dank etti. yok yok, öyle cennet sevgilinin koynudur, koynundadır; değil efendim anaların ayağı altındadır; yok ciğerim illa ki de bebek nefesindedir kabilinden değil hem de gelmesi. üstüme üstüme patdanak geldi ve ben o vakit anladım ki orası aslında hemhemlerin ülkesi. bir çeşit yaratık bunlar, hemhem adında. tek bir işleri güçleri var hem de. ne mi? okuyuverin o zaman. cennet, cennet var ya cennet, güzel kadınların, aynı zamanda akıllı, üstelik olgun, bir de nasıl kültürlü, aman da ne biçim seksi oldukları yer muhakkak ki. en yüksek iş tatmini sağlayan mesleklerin en rahat olanlar olduğu, çok paranın en az çalışılarak kazanıldığı mahal. seçilen şeye sahip olmanın bedelini bir başkasından vazgeçerek ödemek zorunda olmadığımız tek yer yahu. hatta en güzeli, böyle bir bedelin olmadığı yer. daha ne olsun yani bilmiyorum ki birtanecik elmanın binlerce kez yendiği, her ısırıkta eksilmeyip arttığı, üstelik de aynı anda da hiç ısırılmadan cebimizde kalmayı başarabildiği adres. hem böreğim tam olsun hem de karnım tok olsun diyenlere kimselerin “ooooldu canım” demediği, aksine şefkatle sırtını pışpışladığı; böreklerin yendikçe tepside kaldığı en şahane ve kral ortam yani nereden baksan. hem s...m olsun hem donuma değmesin diyenlerin hepsine s..i dona değdirmeme makinesini promosyon değil, standart donanım olaraktan sunan en güzel müessese. hep bu hemhemlerin çabasıyla oluyor bunlar, ne sandınız? yoksa öyle kolay mı hem seçtiklerini hem vazgeçtiklerini istemek? hatta bir de sahip olmak onlara? vadaaymış, aymar yaratığıymış, michelin tombalağıymış, hiçbirini tanımam ben, işte bu hemhemleri tek geçerim tek. cennet onların ellerinin altında birtek çünkü. anneler alınmasın, fakat durum da böyle yani. serendipity (bkz: new york times ciddiyeti) Zaman zaman sevgili gazetelerimizde okudu¤umuz “Maria nas›l Merve oldu”, “Evlendi do¤ruyu buldu, Müslümanl›¤› seçti” haberlerini hat›rlay›n. Sonra da düflünün... Tu¤çe Kazaz’›n din de¤ifltirmesiyle feveran edenlerin yine ayn› medya organlar› olmas› ilginç de¤il mi... aradona’ya mikrofonu uzatır “Maraba Televole” dedirtir, sonra da yıllarca katır katır güleriz; yazın da hamam’a giden turistlerin köpük masajı görüntüleriyle hop oturur hop kalkar, yurdumuza övgüleriyle göğsümüzü kabartırız. Bize ait olan şeyleri yabancıların ellerine tutuşturmaya bayılır, bizler gibi davranmaya çalışmalarını çok komik buluruz. M tüm kartpostalları, pulları ve hatıra paralarıyla birlikte lavaboda ateşe verdim. Daha önce sarf ettiği bir başka ayıbı olan “Rahatça öpüşmek için Amerika’ya gidiyor.” yazılı haberi duvarıma asıp onlarca hayır yüzlerce dart fırlattım. Türkiye’de bir çok ilke imza atmış bir mankenden, böylesine sorumsuzca bir davranış beklemezdim. Beyin göçü gibi din göçü Han›m kofl bizim damat gayri müslim gelin bulmufl! Ve en sevdiğim: gazetelerde her gün en az bir sütun haber olur, “Evlendi Müslüman oldu” şeklinde. Rus kızlarını kendimize aşık ederek, İslam’ı tüm cihana yaymak gibi bir düsturumuz olmadığı kesinse de bu haberler bizi her daim gururlandırmıştır. “Hanım koş habere bak teeyt” demek suretiyle sevincimizi sevdiklerimizle paylaşırız. Gencimizin yabancı hanımı yola getirdiğini düşünür, sevinç içinde halaylar çekeriz. Mutlu bir yuva kurma olasılıkları değildir onları sayfalara taşıyan, yabancı kadının İslam’ı seçmesidir. Ancak geçen gün halkın muzdarip olduğu, yüzünün kızardığı konuları korkusuzca dile getiren Takvim Gazetesinde, Tuğçe Kazaz’ın evlenince Hıristiyanlığa geçmiş olduğu haberini görünce adeta şoka uğradım. İlgili kupürü bir hışımla koparıp, elime geçirdiğim onunla ilgili diğer Kendisi, yurt dışına beyin göçünden sonra; din dışına vücut göçü gibi bir akımı başlatmış oldu. Önlemler alınmadıkça da en gözde mankenlerimizi peynir ekmek gibi kaybetmeye devam edeceğiz. Yarın bugün Güzide Duran Tibet’te Yedi Yıl seyredip Budist olursa, Deniz Akkaya daha rahat açık şeyler giymek için Aborijinlere kaçarsa elimizde ne kalacak? Aynı yer ve zamanda, başka bir ulusun bambaşka bir gazetesinde “Türk mankeni Hıristiyanlığa geçiren yürekli delikanlı” diye bu arkadaş pozlar veriyor mu acaba? Oralarda bacak bacak üstüne atmış gazete okuyan bir babanın terliği sevinçten “pıt” diye düşüyor mu yere? Çocuklar şeker yiyorlar mı? Bakmadım bakamadım. Şunu biliyorum ki bu evrende yalnız olmasak bile bu dünyada çok yalnızız. Mütemadiyen başımızı ağrıtıyoruz; rahatça uyuyabilmek için hangi dine geçmek, nerelere kaçmak lazım acaba? issue Dün seni kilisede göremedim Tu¤çe Medya kurbanlar› olarak sunulan Ata Türk ve Gamze Özçelik’in can› can da, Tu¤çe Kazaz’›nki patl›can m›? Elbette de¤il... Bak›n neden?.. (Ertu¤rul Özkök tarz› merak uyand›rma cümlesi) anken Tuğçe Kazaz’ın Ortodoks olarak Yunan Yorgos Seitaridis ile evlenmesi, önceki haftalarda gündeme damgasını vuran Gamze Özçelik ve Ata Türk olayları nedeniyle basın tarafından magazin manyağı yapılan cefakar halkımızı toplu intiharın eşiğine getirdi. M Tu¤çe... Pardon Maria Tuğçe Kazaz, Yunan aktör Yorgos Seitaridis ile Atina yakınlarındaki bir sahil kasabasında bulunan küçük bir kilisede dünya evine girdi. Onlar dünya evine girerken, ben de İstanbul’un mazbut bir semtindeki evime girdim, televizyonu açtım, biraz da gazeteleri karıştırdım. İki hafta önceki manşetlere “talihsiz” videosuyla tırmanan manken Gamze Özçelik, geçen haftanın gündeminde evlenemeyince dellenen ve sonunda intihar eden Ata Türk, bu hafta ise sayfa sayfa Tuğçe, pardon Maria var. Bu üç ismin de eleştirilecek fazla bir yanı yok aslında. Kendi yollarını çizen, kendi kararlarını veren ve sonuçta kendi hayatlarını yaşayan insanlar... Ekonominin temel direği olan arz-talep dengesinden haberdar bir insan olarak, onlara bu kadar geniş yer ayıran rüzgargülü basınımızı da topa tutamıyorum, ama “politically correct” olmak adına bir Türk toplumuna, bir medyaya çatıp, olayın asıl kahramanını “sütten çıkmış ak kaşık” olarak sunulmasının haksız olduğunu düşünüyorum ve onlara laflar hazırladım. Kim suçlu, kim kurban kar›flt› Gamze Özçelik olayında olayın neresinden bakarsanız bakın, görüntülerdeki o kadın ister ayık olsun, ister bayık, bir suç var. Kimsenin görmesini istemediği görüntüleri, kendi rızası olmadan İnternet’ten 14 yaşında ergenler tarafından bile indirilip izlenen bir kadın, ne olursa olsun bir kurbandır, tamam. Ama hangi mantıkla, kendi isteğiyle bir televizyon programına çıkan, kendi yanlış seçimleri yüzünden medyanın ilgi odağı olup sonunda ölümü seçen Ata Türk’ün “kurban” olduğunu söyleyebiliriz? Şu bizim süper duyarlı, hiper aydın, ekstra vicdanlı arkadaşlarımızın hassas birer meleğe dönüşmesi samimi bir tutum mudur acaba? Öte yandan Tuğçe, düğününden günler önce çıkıp, “Ben Hıristiyan oldum, artık bana Maria diyeceksiniz” şeklinde bir açıklama yapıyor. Zengin ve yakışıklı bir Yunan damat bulanların Ortodoks olarak onunla evlenme hakkı anayasamız tarafından güvenceye alın- mıştır da, bunu bağıra bağıra duyurup, ondan sonra da “Lütfen bu konuda daha fazla konuşmak istemiyorum. Medya yivreenç” demenin mantığı nerededir? Düğününde koskoca bir altın haç takarak şov yapan Tuğçe -ki bu suç değil, ama bu ortamda bence ayıpTürk toplumundan ne gibi bir tepki görmüştür ki? Ey aydınlık gençliğimiz, ey Atinalılar, ey yüce Türk mankenleri, Tuğçe neden kurbandır, kimin kurbanıdır, biri bana anlatsın... Üstelik bir Gamze’den, bir Ata’dan sert magazin kroşeleri yiyerek 1 aydır ambale olan mazlum halkımız, Tuğçe’nin “Maria deyin lan bana!” şeklindeki sözlerini emir telakki ederek “Amen” karşılığını vermiştir resmen. (ara: bana yararı olmayan kilisenin papazı) Aynı durumda bir Yunan mankenin zengin bir Türk ile evlenip de “Müslüman oldum ben, lütfen bana Hatice deyin” şeklinde bir açıklama yapmasını, ardından önce Yunan medyası, son olarak da Yunan halkı tarafından linç edilmesini kolayca gözlerimin önüne getirebiliyorum. Belki de günah çıkarması gerekenler, kendilerinin veya başka herhangi birinin tamamen masum olduğunu iddia edenlerdir diyor ve hepinizi gözlerinizden kutsuyorum. borga 12 EKfi‹ 30 Eylül-6 Ekim inceleme an› ‹nternet gençli¤i ve geleneksel dü¤ünler stresi tresli falan da olsa şükretmek lazım, yoksa bu konuyu “eskiden düğün yapılırdı, evliliklerin yapılması önemli bir olaydı, bir salonda falan toplanılır, yenilir içilirdi” içerikli bir başlıkla lanse etmek, bu düğünlere tarih muamelesi yapmak gerekirdi ya, Allah’tan “altın” hala para eden bir metal ve potansiyel davetliler yeni evlilere telgraf gibi gönderme taraftarı değildirler bu altını. “- Yeni evlilere mutluluklar diler, bize de 6 ay önce torunumuzun doğumunda gelen bu çeyrek altını, gelin kızımızın sağ yakasına iliştirmenizi, iliştirme eyleminin beceriksiz eller yüzünden 35-40 saniye kadar sürmesini, bu esnada yüzümüzün sanki hiçbir şey olmuyormuş gibi bir hal almasını ve kameraya sırıtmaya devam edilmesini temenni ederiz... Önat Ailesi” Böyle şey yoktur. Düğün sahibi için konuşuyorum, altına koşmak istiyorsan, dava arkadaşların ile beraber omuz omuza verip, halaya koşacaksın, alınteri akıtacaksın. Bedavadan altın 100 yıl önce de yoktu, hala yok, bu yüzden “Lir Düğün Salonu” gibi salonlarımız hala var ve bu sektör, daha önemlisi bu “kültür” hala ayakta. Popüler kültür, içine sızamadığı muhafazakar mahalle arası kültürlerimiz haricinde gençliği geleneksel icra olunan düğünlerden resmen tiksindirmiş. Burada internet gençliği dedim ya, az buçuk ifade ediyor kitleyi. Sen, ben, biz işte. Davetlisi de böyle, düğün yapmak, veya en azından “bir şeyler yapmak” zorunda olan (aslında bırakılandır onun doğrusu) evlilik arefesindeki gençlerimiz de böyle. Bir salon tutulan, bir org ve bir şarkıcı ile şenlenen, takı töreni ile başlayan, ortalarına doğru pasta limonata dağıtılan düğünlerden bahsediyorum. Sonlarına doğru kavga çıkan, ortalarından sonuna kadar tıknazca, beline taktığı aşınmış suni deri kahverengi kılıfı ile büyükçe bir Ericsson telefon taşır halde Kasap Havası’nda göbeğini ve cep telefonunu hoplata hoplata pistte basmadık yer bırakmayan, terden gömleğinin gerçek rengi kaybolduğunda, yengenin piste fırlayıp zorla indirdiği amcanın olduğu düğün tarzı. Herkes bu düğünlerden kaçmak istiyor arkadaş. Hadi evleniyorsan kaçmak daha zor ama, bir kanka evlenmiyorsa kimse bu düğünlere davetli gitmeyi istemiyor. Sevmiyor, sıkılıyor... Neden diye sordum, düşündüm, dere tepe düz tahlil ettim, yolda hedefe gitmemi engelleyecek güzel kızların hepsine karakter attım, yüzlerine bile bakmadım, böylece onlar beni kovmadan ben istifa ettim, ışık göründü sonunda. Modern gençliğin bu düğünleri sevmemesinin temel sebebi, Düğün Kültürü ile Yaşam Kültürü’nün gelişme hızı arasındaki ciddi farktır. Düğünlerimiz değişen zevklerimize, duyarlılıklarımıza, ihtiyaçlarımı- S Modern Gençlik art›k göbek atmay› sevmiyor, böyle bir dü¤üne gitmek zorunda kal›rsa d›flar› s›k s›k ç›k›p sigara içiyor uzun uzun. Piste ç›kmak zorunda kal›rsa çemberin d›fl›nda kal›yor, ritmi yakalamakta zorlanan alk›fllarla oflay›p pufluyor çemberin merkezine, oyun oynayanlara do¤ru bakmamaya çal›flarak. O dü¤ünlerin müzi¤inden b›rak›n hofllanmay›, nefret ediyor. Önceden yaz›l› olan kurallar› sevmiyor. S›navlar›n sorular›n› da kendileri haz›rlamak istiyor gençler art›k za aynı hızda yanıt veremiyorlar. Bana sorarsanız iyi ki de vermiyorlar aslında, düğünler 50 sene önceki yaşamı gösteren sosyal fosiller gibi, kazılarla ortaya çıkan eserler gibi... Gelişemedikleri için eski kalıyorlar, ölmedikleri için de zamana meydan okuyorlar, kimsenin yapmaya cüret edemediği gibi. Bir kere internet gençliği, yani bizler, gerçekten olduğumuz gibi algılanmaya hazır değiliz. Sistem bunun üzerine kurulmuş, süreç öyle gelişmiş. İnternet üzerinde hiçbir kinin kendisi değildir yalnız, çünkü o çok kolaydır, ilişki olmak isteyen dekorlar, vitrinler, tutumlar, davranışlar, söylemler, arz ve talepler bütünüdür manitacılık, kaotiktir ve gençlerin gerçek veya sanal hiçbir toplulukta kenara atamadığı bir fenomendir. O topluluktan koluna birini takıp çıkma gibi bir amaç olmasa bile, en azından “beğenilmek” gibi bir dert her zaman vardır. Bu kadarı da yeterlidir zaten. İnternette arz olunan karakteri sen yarattın, süreci istediğin gibi çizdin, komunite, hiçbir yapı insanı olduğu gibi göstermek için dizayn edilmemiştir, tersine baştan yaratmak için tasarlanmıştır. Sana ismin, cinsiyetin, boyun posun, eğitim düzeyin, yaşadığın yer, yaşına varana kadar her konuda bilgi sorulur girerken... Bunların hepsini atabilir, olanı değil “hayal ettiğini” yaratıp, (evet yaratıp), o kişiyi oynayabilirsin. Sistem buna göre kurgulandığı için bu bir yalan da değildir, artık. İnternetin çok kısa zamanda insanlık yaşamında bu kadar büyük yer kaplamasının, bilim adamlarını, sosyologları şaşırtmasının bir numaralı sebebi budur. İnsanlara kendilerini, istedikleri şekilde (bu şekil genellikle teorik olarak inanılan “kazanan şekil” dir) yeniden tanımlama imkanı vermesidir. Ama “düğünler” böyle değildir. İstediğin kadar çek lacileri (bkz: lacileri cekmek), o piste çıkıverdin miydi ne yapacaksın neo75? İçeri girerken “profile” bilgilerini herkese dağıttın mı, dağıttın da herkes okudu mu, okudu da inandı mı? Yemez. Sen o pistte coşamıyorsan, nickinle, klavye becerilerinle, oyun ve programlama bilgilerin ile hiçbir paye alamazsın, o kültürün çok çok önceden yazdığı standartlar ile (halay, kasap havası, Ağır Abi Miroğlu oyunu vs...) yıldız olamıyorsan zerre kıymetin yoktur. Çünkü düğün pistinin gerçeği odur. Düğüne bu yüzden oturmak için gelinmemiştir. Gelelim zurnanın Zombie dediği yere. Nedir o yer, neresidir? Hiçbir zaman, hiçbir yerde değişmez, düğünde de internet topluluklarında da aynıdır ve adına “manitacılık” derler. Yani kız-erkek ilişkileri. İliş- ama düğünlerde buna imkan var mı? Aslında boy pos kılık kıyafet, fiziksel bir gösteriden ibaret olan bir kokteyl olsa problem yok, çekersin siyah takımı, gece elbisesini, elde kadeh, bir el cepte klark çeke çeke devam edersin. Saplayı saplayıverirsin kürdanı kanepelere, gerdiri gerdiriverirsin evde olsan hiç kullanmayacağın peçeteyi tuttuğun bardağın üzerinde. Ama geleneksel düğünde olmaz, elindeki plastik tabakta, asla tek parça olarak gelmeyen, 2 kibrit kutusu büyüklüğündeki (bu yüzden diyete uygun değildir) düğün pastası dilimini plastik çatal ile kesemez, tabağın dış zemini ile tabağı tutan elinin parmaklarının arasındaki statik denge her ge- çen saniye bozulurken ve taşıyıcı kuvvetlerle açığa çıkan enerji plastik tabağı bükerken (depremler de buna benzer hareketlerdir) karşı masaya “asl” çekebilir misin? Hele yanında beyaz gömleğinin içinde ondörtlü varmışçasına bir şişkinlik olan firewall niteliğindeki babası varken. Modern Gençlik artık göbek atmayı sevmiyor, böyle bir düğüne gitmek zorunda kalırsa dışarı sık sık çıkıp sigara içiyor uzun uzun. Piste çıkmak zorunda kalırsa çemberin dışında kalıyor, ritmi yakalamakta zorlanan alkışlarla oflayıp pufluyor çemberin merkezine, oyun oynayanlara doğru bakmamaya çalışarak. O düğünlerin müziğinden bırakın hoşlanmayı, nefret ediyor. Önceden yazılı olan kuralları sevmiyor. Sınavların sorularını da kendileri hazırlamak istiyor gençler artık. Aslında ben bu geleneksel düğünleri ÖSS’ye benzetiyorum sosyal reddolunuşları açısından. Standardı, bekleneni ,çıkacak soruların tarzı, müfredatı belli. Yıllar içinde çok az değişti. ÖSS’yi de hiç sevmeyiz biz. Ama gençler çok değişti. İyi gitar çalan gitardan girmek istiyor sınava, iyi cm oynayan cm’den, iyi futbol oynayan futboldan. Gençler artık önceden planlanmış süreçlere girmek istemiyorlar. Kendi kazanacaklarını yerden soru çıksın istiyorlar. Kaybetmek artık kabul edilir şey değil, kazanmak icin fazlaca çaba göstermek hiç değil. Oysa düğünler böyledir, yazılmış bir programı satır satır yerine getirirsin. Düğünde star olmak, internette kendi çapında star olmaya, msn’de arkadaş eklemeye benzemez. Düğün bölünmez bir bütündür bir nevi, anayasası, bayrağı vardır, bir kişi bir düğünde bir kesim için iyi, bir kesim için kötü olamaz, düğünün yargıları bütünsel olarak tektir. Çünkü kuralları herkes tarafından bütünüyle önceden kabul edilmiştir, demokratik değildir. Kısacası internetin ve o’nun gençlerinin ruhuna aykırıdır.. delikan76 30 Eylül-6 Ekim EKfi‹ 13 Ekmek paras› “Savafl sonras› ülke imar›” bir sektör ise e¤er, Irak flu anda dünyan›n en büyük flantiyesi. Pek çok ülkeden iflçiler, mühendisler, teknikerler... ülkeye ak›n ediyor. Acaba savafl henüz bitmemifl olabilir mi? ava alanındaki işçi kafilesini uğurlayan annelerden birine gazeteci sordu: -Oğlunu Irak’a gönderiyorsun, korkmuyor musun hiç? -Korkuyoruz ama oğlum ne yapalım, ekmek parası. Evlenecek yazın. *** Neredeyse 2 sene olacak. Telefon çaldı. “Merhaba Egemen Bey. Ben İrfan Koca. Koca İnşaat’tan arıyorum. Özgeçmişinizi göndermişsiniz. İngilizce’niz nasıl?” diyordu telefondaki ses. Uzun süren bir işsizlik döneminin ardından gelen bu telefon beni heyecanlandırmıştı. Uzun cümleler kuramıyordum. Sadece “iyi” diyebildim. “Irak’a gider misiniz?” Ani gelen bu soru suratımdaki heyecan ifadesini şaşkınlığa dönüştürdü anında. Niye böyle birden girmişti ki adam konuya? Ama telefonda bunları düşünecek vakit yoktu. Ya “giderim” diyecektim ya da “gitmem”. “Giderim” dedim. “O zaman yarın saat 10’da gelin görüşelim.” dedi müstakbel patronum. “Peki, Akbaba Sineması’nın oradaydı değil mi yeriniz?” “Evet yarın bekliyoruz, iyi akşamlar.” “İyi akşamlar.” Görüşmeden bir saat sonra pasaport hazırdı. Hatta o gece de çanta hazırlandı. Çünkü ertesi gün yolculuk vardı. Ama ne çanta hazırlama. Annem sanki beni cepheye gönderiyor. Aldığım bu karara şaşıran kişilerdeki “gitme” diyememe huzursuzluğunu görmemek için aptal olmam lazımdı. Ağabeyim, ağabeylik statüsü gereği biraz daha soğukkanlı. Havayı yumuşatmak için olsa gerek sigorta durumunu, ne kadar zamanda bir zam alacağımı falan soruyor. Ben de güçlü görünmeliyim. En zoru da o ya. H Ertesi gün yolculuk başlıyor. Öyle şimdiki gibi hava yolu kullanılmıyor o zamanlar. Şirketin merkezinde tanıştığımız, sonraları pek sıkı fıkı olacağımız 6 mühendis bir minibüse biniyoruz. İstikamet Silopi. Sabaha karşı Silopi’ye varıyoruz. Bir işe başlamanın verdiği iç sıkıntısından olsa gerek kahvaltıda çay mı içsek, çorba mı içsek bir türlü karar veremiyoruz hiçbirimiz. Kahvaltıdan sonra bizleri bekleyen taksilere biniyoruz. Türkiye-Irak sınırında kendi cep telefonlarımızla son konuşmalarımızı yapıyoruz ve telefonları kapatıyoruz. Irak’ta böyle bir imkanımız yok çünkü. Ne olup bittiğinin farkına varmadan gümrük işlemleri bitiyor ve Zaho’ya varıyoruz. Organizasyon kesintisiz işliyor. Orada da özel araçlarımız bizi bekliyor. Yolculuk yormuş, uyku var ama ilk defa görülecek yerlerden geçerken uyumak da olmaz hani. O zamanlar adam kaçırmalar daha başlamamış. O yüzden kaçırılma korkusu yok içimizde. Ama yine de bir sıkıntı var.. Ve Irak sınırları içindeki yolculuk başlıyor. Yollar delik deşik olmasına rağmen araçlar neredeyse azami süratleriyle seyrediyorlar. Öndeki aracı geçmek için sağ, sol hatta karşı bulvar hiç fark etmiyor. Aylar sonra birkaç işçinin kaçırılacağı bir lokantada duruyor ve harika yemeklerimizi yiyoruz. İnanılmaz bir ikram. Masada tabaklar üst üste biniyor. Oralarda adet öyleymiş. Üsse vaktinde varamayınca çaresiz Bağdat’ta bir otele gitmek zorunda kalıyoruz. Şehirdeki canlılık çok tuhaf. Hiç te televizyonlardaki gibi değil. Herkes alışverişinde, internet kafeler dolu. Trafik tıkalı. Bağdat’ta Türkçe bilen garsonlar bizi sevindiriyor. Yemekten sonra salına salına sokaklarda gezip bir de postaneden Türkiye’yi aradıktan sonra otelin yolunu tutuyoruz. Postanedeki kadının güzelliği Irak’ta olduğumuzu bir kez daha unutturuyor bize. Oteldeki Amerikalı popülasyonu ve gördükleri itibara anlam veremiyoruz. Ertesi sabah üsteydik. Bir sonraki gün de. Ertesi gün de. Hatta sonraki 240 gün boyunca. İlk günler askerliğin ilk günlerinden daha ağırdı. Elde bir sürü proje var ama bunları hayata geçirecek ne işçi, ne ekipman ne de barınak. Isıtma sistemi olmayan çadırlarda soğuktan uyuyamıyor, ısınmak için klimalı tuvaletlere gidiyorduk. En güzel şey Amerikan yemekhaneleriydi ilk günlerde. Sınırsız yiyecek içecek hoşumuza gitmişti. Sıcaktı da. Gerçi sonra kuru fasulyeye ekmek banmayı özledik ama olsun. Kendi yemekhanemizi, kendi fırınımızı yapacaktık nasıl olsa. Yaptık ta. Her şeyi yaptık. Yalnız işler kötüye gidiyordu. Birkaç günde bir düşen bombalar artık her gün düşmeye başlamıştı. Bir bombanın yaratacağı tahribatın ne olduğunu öğrenmiştik. Havalar da artık soğuk değildi. Hatta öyle bir sıcak vardı ki tarif etmek imkansızdı. Ne zaman sıcaktan konu açılsa “neyse ki nem yok” klişesi birileri tarafından mutlaka dile getiriliyordu. Ama gerçekten, iyi ki nem yoktu! Şartlar her gün biraz daha ağırlaşıyordu. Bu gurbetten öte bir şeydi. Çünkü hem gurbetteydik, hem de bir nevi hapishanede. İçeride Amerikalı askerler ve sivillerin faydalanabilmesi için her türlü imkan düşünülmüştü ama bizlerin bunları kullanmaya vakti yoktu ki. Hep iş, hep iş. Yatmadan önceki az bir zaman diliminde de internet üzerinden Türkiye’deki yakınlarla konuşmayı tercih ediyorduk hepimiz. Hiç unutmam, evli bir mühendis arkadaş kamera vasıtasıyla çocuklarıyla konuşuyordu ve çocuklarının karşısında ağlamamak için kameranın görüş alanından çıkmıştı. Neyse ki ben evli değildim. Türk televizyonlarındaki Irak’la ilgili haberleri izleyen yakınların endişesi her geçen gün artmaktaydı. Haklıydılar. Ama bir şekilde onları da kandırmak lazımdı. Aynen kendimizi kandırdığımız gibi. Peki niye hala buradaydık? İşçiler “kaderde varsa” deyip kurtuluyordu. Ya bizlerin bu kadar basit düşünmeye hakkı var mıydı? Para için gelmiştik buraya ama bu bombaları hiç hesaba katmamıştık. Televizyonlarda göstermiyorlardı bunları biz buraya gelirken. Çünkü biz gelirken yoktu bunlar. Sanki her şey iyiye gidiyordu biz gelirken. Geri dönmek de kolay değildi ki. Kaçırılma korkusunu ne kadar dile getirmemeye çalışırsak çalışalım içimizi kemiriyordu. En iyisi gitme- larına saldırı düzenlenmiş ve kaçırılmışlardı. Bagaja kapatılan nüfuzlu kişi oradan kaçmayı başarmış ama bu sefer de kendilerini takip eden aracın arka koltuğuna alınmıştı. Gelin görün ki bagajdan atlayan adam arka koltuktan da atlayarak kurtulmuştu. Bir türlü arabalar kendisini almıyordu. Sonunda bir arabaya binmiş ve bir kontrol noktasında Amerikan askerlerine durumu anlatıp kendini üsse getirtmişti. Ya Kamil? O maalesef kaçamamıştı. Elimiz kolumuz bağlanmıştı. Bize tavsiye edilen sadece dua etmekti. Haberlere bakmaya korkar olmuştuk. Haber sitelerini açarken elimiz titrer olmuştu. Kamil’in bilgisayarında otomatik açılan mesajlaşma programında kız arkadaşı mekti. Yollardaki durumun vahametinden haberdar olan Kamil Türkiye’ye gitmeyi kafaya koymuştu. Neyse ki nüfuzlu biriyle yola çıkıyordu. Korumalar sağlamdı. Yine de tedbirli olmak lazımdı. Üzerinde Operation Iraqi Freedom yazan bir tişört giymişti Kamil. Üssün içindeki markette satılan tüm tişörtlerde aynı yazı vardı. Eminim anlamını bile bilmiyordu o yazının. Söyledik ve gitti değiştirdi. Çizgili bir gömlek giydi. Sabah yola çıktılar. Birkaç saat sonra telsizden gelen şifreli anonslar ve şirketin arabalarındaki hareketlilik üzerine ofise gittiğimde nüfuzlu kişiyi gördüm. Geri dönmüştü. Hem de ayağında bir kurşun yarası, çiziklerle dolu kollar ve bacaklarla. Yolda araba- hep Kamil’i bekliyordu. Kamil 3 gün boyunca ya banyodaydı, ya uyuyordu ya da markete gitti. Çünkü sevgilisi Kamil’in Türkiye’ye gelmek için yola çıktığını, ona sürpriz yapıp ailesinden isteyeceğini bilmiyordu. O çizgili gömlek giymiş Kamil’i 3 gün sonra bir internet sitesinde kafası kesilirken gördük. Görmek zorundaydık, çünkü başka türlü inanamazdık. Televizyonlar da söylüyordu ama Kamil’in ikinci adını onun soyadı sanıyorlardı. Üstelik mesleğini de yanlış söylüyorlardı. O yüzden hala inanamıyorduk. Ta ki o videoyu görene kadar. O siteye de son girişimiz oldu bu. Hava yolunu kullanmak için Kamil’in ölmesi lazımdı. cohesionless 14 EKfi‹ 30 Eylül-6 Ekim elefltiri aç›-karfl› aç› Geçti¤imiz hafta istanbul Bilgi Üniversitesi’nde gerçekleflen Ermeni Konferans›’na dair... The Island eni gelişen sevimli, doğal bir kadın imajı var. Prensip olarak karşı değiliz. Bu imaj dahilinde olanların kimileri etkilerinin farkında olup, “sevimlilik ve doğallığını” bilinçli bir şekilde kullanıyor, doğallığı “oynuyorlar”; Moloko solisti Roisin Murphy gibi. Scarlett Johansson’u da bu kategoriye sokabiliriz. Prensip olarak karşı olan yoksa sokuyoruz. Diğer oyuncumuz da Ewan McGregor.Yeni bir star fenomeni bu; temel özellikleriyle star olan ama bağımsız filmlerde takılan iki oyuncudan bahsediyoruz. Zira temsil ettikleri de pek mainstream’den sayılır imajlar değil. İkisinin de kariyerine baktığımızda, öyle Robert De Niro usulü bir binbir suratlık, bukalemunluk göze çarpmıyor. Aynı rolün çeşitlemelerini yapıyorlar desek yeridir. Ewan McGregor böyle çelimsiz, zayıf, şefkate, sevgiye muhtaç duyarlı ve güzel oğlan rolünde genelde. Scarlett Johansson da “evet belki biraz balık etiyim ama kendimle barışığım” mesajı veriyor imajıyla. Birçok filmde yaşı geçkin adamların platonik aşk yaşadığı kafası Y Demokratikleflme olimpiyatlar›na hoflgeldiniz Yumurtayla terbiye edilmifl bilimsel tart›flma: Bindik bir alamete... ıllar önce “Türkiye bu haliyle Avrupa Birliği’ne giremez” ciler ile “özümüzden hiçbir şey kaybedemeyiz” cilerin Siyaset Meydanı’ndaki tartışması esnasında televizyon başında uyuyakalan halkımızın “ben de oynayabilir miyim?” ezikliğindeki Avrupa maceramızın şu son günlerinde uyanmasını ümit ediyorum. Artık uyanmışlardır diye düşünmüyorum zira vatan sevgisinin sadece yumurta atarak gösterilebileceğini, 23,5 saat aralıksız Biz Çiftleşiyoruz programını izleyip iq’mu yeterli seviyeye getirdikten sonra dahi düşüneceğimi sanmıyorum. Bir konferans kavgası almış başını gidiyor. Teknik sebeplerden dolayı kendim sorayım kendim cevaplayayım bari; -Olay ne? Ermeni tezinin sunulması. -Yer neresi? Türkiye. -Tarih nedir? 3 ekim 2005’ten önce olsun yeter. Demokrasi aşığı gazetecilerimiz diyor ki “Bu konferans Türkiye sınırları içerisinde yapılırsa Türkiye Avrupa’ya ne kadar demokratik bir ülke olduğunu kanıtlayacak ve Avrupa daha fazla oyalayamayarak Türkiye’yi birliğe kabul edecek” Bu değerli gazetecilerimizin sözlerine inanıyoruz çünkü onlar daha önce de malum tezkerenin geçmesi gerektiğini, Türkiye’nin binlerce Amerikan askerini topraklarına kabul etmesini söyleyen kişiler. Ayrıca Türkiye konferansın yapılmasını engellerse “sorunları tartışalım” sözünün samimiyetini yitireceğini söylüyorlar. Hatırlıyorlar mı acaba Türkiye’nin devlet arşivlerini açıp Ermenistan’dan da aynı şeyi istediğinde “hayır” cevabını aldığını? Ya da Türkiye’nin Ermenistan’a “Karşılıklı bir heyet kuralım, arşivleri incelesinler ve tartışsınlar” teklifinde bulunup yine “hayır” cevabına tosladığını... Bu konferans kesinlikle yapılmalı diyenlerin kaçı, daha sonra fotomontaj olduğu ortaya çıkan (aslı malesef sadece Türkiye’de gösterildi), yurt dışında basına gösterilen Atatürk’ün önünde yatan ölü Ermeni fotoğrafını hatırlıyor? Ermenistan’ın ve hatta ondan da çok Avrupa’nın işi sadece gayrı resmi ortamlarda, “geçmişi şaibeli” diye tabir edilen yazarlara bırakması kadar ilginç olan Ermenistan’da kimse bu konuda aleyhte “gık” diyemezken Türkiye’de demokratikleşme olimpiyatları Y düzenleniyor olması. Beni kıllandıran bir diğer şey ise bu tür hadiselerin spontane gelişmediğini gösteren, Boğaziçi Üniversitesi rektörünün bir mezuniyet töreninde, henüz hiçbir etnik kökene dayanan bir olay olmadan 2005 yazı başında, Türk halkının Avrupa halkı gibi olamadığı konulu konuşması sırasında kendi üniversitesinin öğrencileri dışında herkesi ırkçı ilan etmesidir. Ülkenin bir konferansla bölünmeyeceğini söyleyenler ülkenin bölünmesini fiziksel bir olay olarak algılıyorlar sanırım. Hatta ülke bölünmesini sırf fayları tetikleyebilir, depreme sebep olabilir diye istemiyor olabilirler. Ülke önce zihinlerde bölünür, halk toprağına olan saygısını yitirdiğinde ülke bölünmüş demektir. Zaten konu hakkındaki görüşler de konferansa izin verilmesi isteğinden, “ne yani bizim tarih kitaplarımızda yazanlar mı doğru bir tek? Yoksa söyleyecekleri gerçeklerden mi çekindi Türkiye?” cümlelerine dönüştü. Konferansın ertelenmesi belki de aslında en başta takındıkları devlet tanımaz tavırları sebebiyle onların isteğiydi veya dört ayak üzerine düştüler fakat gerçek şu ki bir Türk vatandaşının aklı daha güzel çelinemezdi. Katılımcıların bir kısmı haber kanallarımızda Avrupa Birliği hakkında konuşma yetkisi olan, Emin Çölaşan’ın tabiriyle okunan ama “liberal” diye yazılan kesimden, diğer bir kısmı da muhalefetin ülkede yönetim zayıflığı olduğunu belirttiği -ben demiyorum muhalefet diyor- bir dönemde maskesini düşürüp gerçek yüzünü göstermekte sakınca görmeyen kesimden. Merak ettiğim, bu kesimlerin, bir gün bu demokratikleşme olimpiyatlarında PKK’nın Meclis’te temsil edilmesini de aynı iştahla savunup savunmayacakları. Savunmazlarsa kendileriyle çelişmiş olacaklar ama bunu farkettikleri an ülke bölünmezliğini çoktan yitirmiş olacak. Gönül isterdi ki bu yapılan siyasi oyunlara aynı seviyede yanıt verilsin, ama olmadı. Bunun yerine, stratejiden yoksun bir eylem düzenleyen protestocular katılımcıları yumurta yağmuruna tuttular. Benim karşıt düşüncemi biri ifade edecekse, ifade şekli bu olmamalı! Umarım bir gün, Atatürk’ün de istediği gibi kurtarıcı beklemeyecek kadar asil olacağız “doğru çözümleri büyükler düşünsün, ben yanlış yapsam da önemli değil” düşüncesinden kurtulup özellikle yurtdışında da kabul görmüş vatandaşlarımızı -bize karşı yapıldığı gibi- lehimize kullanacağız. Böyle olmalı(!) çünkü olmazsa cebi dolduğu sürece kendi ülkesi aleyhine konuşmaktan geri kalmayan Ugandaca-gazeteci/tarihçi (Ugd -Uganda Dil Kurumu- 2096’da onaylayacak bu kelimeleri) diye tabir edilen kesim düdüğü öttürecek, diğer bir kesim de karşıt görüşte olduğunu bu kesime bir şeyler fırlatarak belli edecek. Kazanansa medeniyet olacak elbet... rocko Ermeni Konferans› ikret Şenes o bilmeyeni dövdükleri meşhur Memleketim şarkısında, “Bir başkadır benim memleketim” dizesini yazarken bu ülke ile ilgili şimdiye kadar yapılmış en güzel tasvirlerden birini yaptığının farkında mıydı bilmiyorum ama dizelere melodik tonlamasıyla beraber eşlik etmemek mümkün değil, zira hakikaten başka hiçbir şeye benzemeyen çok başka bir memlekette yaşıyoruz. Demokrasi ve ifade özgürlüğü denen kavramlardan anladığımız şeyin sadece bize uyan fikirlerin özgürce savunulabilmesi olduğunu dünya üzerinde anlamayan donuk zekalı kaldıysa, sanıyorum artık bu son konferans olayından sonra onlar da çözmüşlerdir durumu. Sadece bir yerlere yazmanın işe yarayacağını düşünerek, bulduğumuz her kanuna demokrasi, ifade özgürlüğü kavramlarını koyuyoruz, bu hızla gidersek yakında Devlet Demiryolları İç Tüzüğü bile, “Türkiye Cumhuriyeti demokratik ve ifade özgürlüğünü koruyan bir devlettir” cümlesiyle başlayacak, ama pek tabi ki bütün bunlar pratiğe dökülmeden sadece teoride kalıyor (bu arada hazır konusu açılmışken içimde uktedir belirtmeden geçmeyeyim; teoriye bu kadar gönülden bağlı bir millet olarak nasıl da oldu da bunca yüzyıl dünyaca meşhur en azından bir 5 tane filozof çıkaramadık, hayret ediyorum) ve en nihayetinde “teoride desen zehir gibi pratik dersen salanmakta ali desiderolar” olarak dünyadan habersiz ömürler geçiyor. Türkiye’nin yumuşak karınlarından biri olan (böyle de andorid bir yapımız var evet, yumuşak karınlar birden fazla) Ermeni meselesiyle ilgili şimdiye kadar bakılmamış bir açıdan bakmaya çalışıp “bilimsel” bir konferans düzenlenmeye kalkışıldığında genel olarak insanların “aa aferin çocuklara bak olaya farklı bir açıdan bakmaya çalışıyorlar” şeklinde tepkiler vermeyeceği belliydi, ama bu konferansın idare mahkemesinin Türk hukuk tarihine geçecek derecede hukuktan yoksun bir karar vermesine neden olacağını, konferansı düzenleyenler bile tahmin etmiyordu sanırım. Bu şahane kararın alınmasına vesile olan Hukukçular Birliği’nin sevgili üyelerine de hukuki kimliklerini sorgulamalarini öneriyorum nacizane, zira herhangi bir konferansın yasalarla beraber bir de “bilime” aykırı ol- F duğunu iddia ederek idare mahkemesine başvurmak, ciddi olarak hayal gücü isteyen bir şeydir. Hukukçu olmak yerine kendilerini resim, müzik gibi bu eşsiz hayal güçlerinin heba olmayacağı bir sanat dalına vermeleri hem kendileri, hem de bizim için en hayırlısı olacaktır. Bu sanatçı ruhlu avukatların taleplerini ciddiye alıp üstünü de kendileri tamamlayan idare mahkemesine de Salvador Dali öneriyorum. Cemil Çiçek’in muazzam yorumlarıyla başlayan ve idare mahkemesinin verdiği kararla tepe noktasına ulaşılıp, konferans günü katılımcılara atılan yumurta ve domateslerle menemen kıvamını alan bu engelleme hareketiyle düşünce özgürlüğüne, akademik ilkelere verdiğimiz değeri ve bunlardan anladığımız şeyin ne olduğunu tüm dünyaya göstermiş olduk. Ne oldu şimdi, koruduk mu ulusal çıkarlarımızı? Ömrünü devlet arşivlerinde geçirmiş, konuyla ilgili bütün belgeleri yüz defa incelemiş bilgeliğinde iddia ettiğiniz ama aslında yıllardır beyninize pompalanan resmi devlet ideolojisine sorgusuz sualsiz inanmaktan başka hiçbir yansıması olmayan “Ermeni soykırımı olmamıştır” tezinize inandırabildiniz mi dünyayı? “Madem düşünce özgürlüğü var, o zaman Almanya da Hitler’le ilgili konferanslar düzenlesin” sığlığında argümanlar üreterek, düğüne eksik gelmiş kız tarafı duygusallığında bilimsel bir konferansta “karşı taraf” arayarak, paranoyak bir şekilde sağa sola saldırıp koskoca profesörleri vatan haini ilan ederek herhangi bir sorunun çözüldüğünü tarih henüz yazmadı. Bilim dünyasına kazandırdığınız bu “terbiyeli menemen” tarifini tarih uzun süre hafızasında tutup, her fırsat bulduğunda da ısıtıp ısıtıp önünüze yemeniz için koyacaktır, hiç şüpheniz olmasın. fengari 30 Eylül-6 Ekim EKfi‹ 15 Orada bir ada var uzakta... karışık tazeleri canlandırıyor. Filme gelirsek, Maykıl Bey, böyle sosyal içerik koyalım, seyirciye bu klon meselesini sorgulatalım gibi bir gaye edinmiş kendine. İflah olmaz bir porno izleyicisi olarak “Michael Bay porno çekse izlemem” diye düşünürdüm, ama ne yaptım, geldiğinin günü tıpış tıpış gittim sinemaya. Klon meselesini sorgulayasım gelmişti, dayanamadım. Bir gün bir Michael Bay filmi izleyip ortada neler döndüğünü anlamayacağımı söyleseler inanmazdım demiyeyim ama şüpheci davranırdım (inanmayanların sonunu hepimiz görmedik mi?). Ben bu filmi anlamadım kardeşim. Önce böyle süper bi ortam var, bu Ewan ile Scarlett bu ortamda takılıyorlar. Bi nevi yatılı okul filan gibi, yemek filan beleş. Sonra diyorlar ki işte arada bi çekiliş var, kazananı ortamlara sokuyoruz. Ama daha sonra ortaya çıkıyor ki bu işin arkasında bir şerefsizlik varmış, bunların hepsi klon imiş. Böyle bir sürü oradan buradan apartma fikirle mantık hataları filan kapatılıp, olayları geliştirip aksiyona getiriyor Maykıl Bey. Maymunlar Cehennemine filan göndermeli birkaç dakikanın ardından, ben aksiyondan da bir şey anlamadığımı farkediyorum. Takır tukur bir şeyler olup duruyor ama ben yanımdakine, “Bu kimdi?” diyip duruyorum, “Öldü mü?” diye soruyorum, biraz katılım göstermek için, “Kaçan varsa aman kaçsın kurtulsun” diye düşünüyorum. Sonra esrarlı bir şeyler daha olup film bitiyor. O sıralar, film bu konuda pek bir şey yapmadığından, kendimi klonlama meselesi hakkında düşünmeye provoke ediyorum: “Yapılır mı lan!” filan diyerek kafamı kaşıyorum. Olmuyor. Mevzu karışık. Ne filmin iki başrol oyuncusu imajlarıyla filme yakışıyorlar, ne de kafası karışık bir Michael Bay filmi sıkıcılıktan kurtarabiliyor. O yüzden eğer Michael Bay porno çekse gene izlerim veya Scarlett Johansson porno çekse de izlesem demiyorsanız izlemenize gerek yok Ada’yı. Ama rastlar da izleyip beğenirseniz bilemem. Bence siz Michael Bay porno çekse onu da izlersiniz derim. caponsever “Dansözden sanatç› olur mu?” özüne gözüne sokuyorum: Orta sınıf kökenli ailelerin kızları hayattaki gaye ve mevcudiyetlerini birilerine ve kendilerine meşru kılmak zorunda hissetiklerinde, hep “bir şey olmak” isteklerini ortaya sürerler. Öncelikle bir şey olmayı istemek ne demektir, insan neden bir şey olmak ister? İstemek, dilek kipli hissiyati bir düşünsel eylemdir. Olmak istemek, başarmayı geçtim, başlamanın yarısı dahi değildir. Zira “başlayış” lar bir şey “olmak” isteğiyle değil, bir şeyler “yapmak” isteğiyle gerçekleşir. Oysa ki, özellikle gençlik dergilerinde kendisine bir sütunluk yer edinen her türlü parantez içi 10’lu haneler ile süslü genç kızın söyleminde yılmadan tekrar eden bir müşterek vardır: Bir şey olmak isteği. “Yazar olmak, istiyorum, ressam olmak istiyorum, sinemacı olmak istiyorum, oyuncu olmak istiyorum.” Afferin, süpersin. O olmak istediğin şey için ne yapıyorsun, bir de onu desen? “Mankenden sanatçı olur mu olmaz mı, dansöz sanatçı mıdır değil midir?” eblehliklerinin yaşandığı, ve sanatçıların anayasal paye kazanıp devletlû oldukları bir kültürün çocukları, sanat ile ilişkilendirdikleri sıfatların değerini “ulaşılmaz” lıklarıyla anlamlandırırlar. Peki “olmak istemek” hali ile “olmak” arasında gerçekten de kesin ve somut bir ayrımdan bahsedilebilir mi? Farz edelim ki genç kızımız “yazar olmak istiyor” olsun. Yazar olabilmek “yazar olarak tanınmak” demek değildir, yegâne gerek şartı da isminin içine gömülüdür: Yazar denen kişi, geniş zaman kipinde yazan kişidir. Yazacak, Yazmış veya Yazıyor değil; Yazar. Henüz “İyi bir yazar olmak” istiyorum diyen genç kıza denk gelmediysem de, “iyi yazar” olmak diye bir şeyden zaten bahsedilemez. İyi yazarlığı belirleyen beğeni ve onay da neticede nesnel değil, özneldir. O halde, basitçe, yazma eyleminden keyif alan ve bunu hayatına geniş zamanlı entegre etmiş herkesin yazar olduğunu söyleyebiliriz. O zaman, yazar olmak isteyen bir kişinin yazar olmasına engel bir durumdan söz edebilir miyiz? Yazar olmak içten gelen bir “yazma eylemi” nin geniş zamana yayılması ile zaten istemsizce sahip olunan bir sıfat ise, kim, neden ve niyçün hala “yazar olmak” isteğinden bahseder? Muhtemeldir ki, yazar olmak ile genç kızın aklında kurduğu bağın meslek tanımından doğrudan çıkarımsanamayan beklentileri vardır. G Sayg›nl›¤›n fiile de¤il de kimli¤e yüklendi¤i her toplumda birey, kimli¤in gereklerin taklit eder Peki o beklentilerin oluru nedir? Evet Yazar olalım, ama nasıl Yazar? Eğer Roman Yazar’ı olmak istiyorsak, bu isteğimizle romanımızın da basılmasını istediğimizi savullayabiliriz. Çok da yerinde bir istek, ne de olsa yayınlanmamış bir roman, bilinmeyen bir romandır. Bu da bireye toplumda nadiren “yazar” olmak sıfatını kazandırır. Lakin, bir romanın basılması için evvela “yazılmış” olması gerekliliği yok mudur? Yazılmamış bir romanın neden basılmadığını kendimize dert ediyor olabilir miyiz? Bu ihtimalden hareketle yazar olmamaktan söz etmek mümkün olabilir mi? Öyleyse, ortada en azından bir roman taslağı yokken “Yazar olmak istiyorum” dan bahis açılmasının niyeti ne ola? Az daha zorlayalım, sırf laf olsun diye başka bir çerçeveden de bakalım ve diyelim ki, “ ’Ya- zar olmak istiyorum’un oluru, ’hayatımı mümkünse yazarlıktan kazanmayı düşlüyorum.’” olsun. Kimsenin buna itiraz edebileceğini sanmıyorum. Bu durumda dahi hayatını yazarlıktan kazanmayı düşünen birisinin en azından eve ekmek getirecek kadar yazıyı ve içeriği biriktirmiş olması gerekmez mi? Oysa ki, ortada bu dahi yokken, sade ve çıplak bir “yazar olmak isteği” nden bahis açmanın faydası nedir? İşin saftirikliğine kaçmanın, elin şabalağı için topu “ya öyleyse, ya böyleyse” diye varsayımlarla çizgiden çıkarmaya gayret etmenin lüzumu yok. “Yazar olmak istiyorum” elbette ve kesinlikle yazarlığın gerek şartı olan yazma eylemine olan bir sevginin doğal sonucu olarak değil, “yazar” sıfatının toplumsal hayatta sağlayacağı bir takım “şekil” e dair kazanımın üzerine yatma gayretiyle anlamlanmaktadır. Bir genç kız yazar olmayı isterken, mümkün mertebe yazar olmanın gereği olan yazma eyleminden yırtmak, ama bir yandan da kafasında yazarlık ile eşleştirdiği bir takım statülerin kazanımına ulaşmak niyetindedir. Yazarlığın olmazsa olmazlarının hepsi, mütekellime yönelik bir fayda sağlar. Yazar, üç aşağı beş yukarı “kültürlü” olmak, hatip olmak, söylediğini ciddiyetle dinletebilmek yetkinliğindedir. Genç kızın aklında edebiyat ve içeriği kelam sanılır ki sadece ve kesinlikle mütekellim’e dönüşlüdür. Yazar söylediğinin içeriği ile yazar sıfatını haiz kişi değil, “yazar olmayı zaten hak eden” birisi olduğu için kitap yazabilen, bu sebepten lafını kesilmeden, kuzu gibi dinleyen birilerini kafeslemiş kişidir. Hayatı boyunca kendine ait söyleyecek hiçbir şeyi olmayan birisinin bu sebepten yazar olmayı istemesinden doğal ne olabilir? Kitap yazmak değil, Yazar olmak caziptir. Çünkü Yazar olmak, bayağı insanların tenkitleri üzeri bir konum almaktır. Yazar eğer sıçtıysa “anlaşılamıyor” dur, manasızsa “çağının ötesinde” dir, alabildiğine solipsist ise içini döküp de onu anlayacak “hassas” birilerini bekliyordur. Yazar çuvallarsa bu bir kusur değildir, öğrenilmeyi bekleyen yeni bir üsluptur. Kendini ifade edemezse, erişilmez bir duygu yoğunluğu yaşıyordur, grafoman değildir. Yazar standart ve kategoriler üstüdür, kendi kendisinin belirleyenidir, eşi benzeri yoktur. Yazar olmak, düştüğü her istikamette yastıklarla karşılaşma halinin dünyadaki karşılığıdır. “Yine seksistsin Otis” diye yazının başından beri aportta duruyorsun, ama az kafayı çalıştır. Genç kız, orta sınıf bıybıyı diye lafa girişimin sebebi bu olguyu doğuştan gelen bir genç kız andavallığı ile eşleştirmek mi? Hadiseyi cinsiyetçi bir tabana yaymamın sebebi orta sınıf kentsoylu genç kızların, dengi genç erkeklerden doğal bir ayrım ile münezzeh tutulduğu önkabulüne dayanmıyor. Aksine, bir yukarıdaki paragrafın son cümlesindeki “yastıklı hayat” ın genç kızlara bir yaşam biçimi olarak dayatılması yapaylığından kaynaklanıyor. Kızını anlaşılmaz bir “kutsiyet” ve “erişilmezlik” sargısıyla hayatın gerçel tahakkümüne karşı korumayı, kollamayı ve izole etmeyi velilik ve abilik görevi sanan ve onların hareket alanlarını bu koruma içgüdüleri ile sarıp inisiyatifsizliğe mahkum eden ailelerden çıkan genç kızların “olmak” ile “yapmak” arasındaki ilişkiyi zıtıp, “tepeden inme edinilmiş” kazanımlar ve statüleri düşlemelerinden doğal ne var? Yazıyı okuyup kendinden hareket ile, “Yanılıyorsun Otis! Ben orta sınıf kentsoylu bir genç kızım ve öyle değilim” diyen genç kız. Senin öyle olmayışının çevrendeki çoğunluğun öyle olmayışı manasına gelmediğini gör isterim. (Eğer güzelsen seninle en kısa zamanda sevişmek istediğimi, bu lafları da sırf seni işkillendirmemek için hemen yutmaya hazır olduğumu da bil isterim.) Altına girdiği her türlü sorumluluğun bir yerinde ebeveyn ve çevrenin “koruma ve kollaması” nı arayarak hayatına yön veren, üniversitelere ve mesleki seçimlere bir şey öğrenmek ve üretmekten çok “Bir şey olmak” beklentisiyle giren genç kızların kendilerine ayrılan serbest alan içinde “önlerine sunulan imkanlara rağmen” analarının birer karbon kopyası olmaya azmetmesi ve ileride kendi klonlarını yaratmaları da bu sebepten şaşırtıcı olmamalı. Saygınlığın fiile değil de kimliğe yüklendiği her toplumda birey kimliğin gereklerini taklit eder, erişilebilir kimliklerden kendine en yakın olanına tamah ederek saygınlık bekler. Neticede bir dansöz “yazar olmak isteyen” ama olamayıp ilk fırsatta “diplomalı ev hanımı” olmayı seçen ve “dansözlerin sanatçılığını dert edinen” bir dilletante’den çok daha sanatçıdır. Ev hanımı da biraz bunu bildiğinden dansözü aşağılamak için değil, kendi pasif kimliğini saygın kılmak için dansöze sanatçılığı yakıştıramaz. En nihayetinde bir dansözün kendini ifade edebildiği somut bir g.tü varken, ev hanımında bir şey olmak için terletmelik “o g.t” yoktur. Hiç olmamıştır. otisabi Vatan Dergi Grubu A.fi. Ad›na ‹mtiyaz Sahibi Serdar Mutlu Genel Müdür Nüket Mutlu Yay›nlar Direktörü Özgür Yici Grup Koordinatörü Onur Y›ld›r›m Kreatif Direktör Ali Murat Y›lmaz Koordinasyon Murat Emir Eren Tasar›m-uygulama Yavuz Dürüst Sorumlu Yaz› ‹flleri Müdürü Ali Naz›m Onaran n Genel Yay›n Yönetmeni Aziz Kedi Editörler An›l Helvac›, Bar›fl Bilge Günal, Gürman Timurhan, Onur Sar›saban, Pelin Kesebir Foto¤raflar Zafer Üçüncü, Batuhan K›ran Katk›da bulunanlar: days, pckolojik, eyco, sulusepken, gerrain, ‹smail ‘sirius’ Ataman, Okan Can, Serter Gezdiren, konor, peperuhi, otisabi, madcan n Reklam Grup Baflkan› Yusuf Gökçek Reklam Grup Baflkan Yrd. Yenal Bökeer Müflteri ‹liflkileri Direktörü Zeynep Afl›klar Müflteri ‹liflkileri Ayflen Özbay, Burak fiengül, Elçin Ayd›n Baflar, Gülriz Gökova, Dilay Sudanç›kmaz, Zeynep Arslan, Burak Bayram Reklam Rezervasyon fiule Tutsak Tel: 0212 336 57 70 n Adres: Büyükdere Cad. No:123 80300 Gayrettepe-‹stanbul Tel: 0212 354 54 54 Fax: 0212 356 26 80 e-mail:eksidergi@gazetevatan.com Bask›: DPC Do¤an Medya Tesisleri 34850 Esenyurt-‹stanbul Tel: (0212) 622 28 00 Tel: 0212 622 19 00 Yerel Süreli Yay›n Da¤›t›m: Yaysat A.fi. Tel: 0212 622 22 22 ekfli sözlük’ün haftal›k yay›n organ›d›r Ekfli bas›n meslek ilkelerine uymaya söz vermifltir. Bu dergideki tüm haberler uydurmad›r. Kiflileri ba¤lay›c› bir niteli¤i yoktur. Her hakk› sakl›d›r. Kaynak gösterilerek dahi al›nt› yap›lamaz. “Yaz›fl” iktidar› bozulurken.. “Garipsedim... Emrah benim için hala ‘Küçük Emrah’... Arabeskle yola çıktığı için de içinde hafif ‘kıroluğu’ barındırıyor. Bir dizi tanıtımında onu bir kızımıza yumulurken gördüm, biraz garipsedim. Diyeceksiniz ki arabeskçiler, içinde ‘kıroluğu’ barındıranlar öpüşmez mi? Ne bileyim, gördüğüm öpüşme biraz sevgi dolu bir öpüşme sahnesiydi, garipsedim işte...” Ali At›f Bir linizde tuttuğunuz dergi bir şey ispatlıyor aslında. Benim önemli bulduğum bir şey. “Neyi ispatlıyormuş?” diyorsunuz, birazdan açıklayacağım, ama önce ilk bakışta bilindik gibi de gelse belli başlı bazı gelişmelerden sözedeyim. Bildiğiniz gibi, Türkiye’de medya son on yıldır bir transformasyon halinde. Reha Muhtarlar, Ayşe Armanlar muhabbetine girecek değilim, onları da kapsayan başka bir şey söylemeye çalışıyorum. Bahsettiğim süreçte haber, yorumsuz haber bir köşeye atıldı, haberin içeriği formasyonu çarpıtıldı filan. Bunları biliyoruz. Ama bir şey daha yapıldı. Yorum kurumunun ağzına sıçıldı. Hem de gazetelerin genel yayın yönetmenlerinin özel talebiyle, kişisel gayretiyle. Artık eskisi gibi köşe yazısı okuyarak kendimizi geliştiremiyoruz. Bu tür köşe yazıları ve köşe yazarları yok mu? Var. Ama artık makbul değiller. Genel yayın yönetmenlerinin muharrir skalasında ikin- E ci klasmanda duruyorlar. Vazgeçilmez değiller. Sadece iktidarla ilişkiler (gerek destek, gerekse muhalefet) açısından ve bazı gelenekleri bozmama saikiyle orada duruyorlar. Ki okur zaten genellikle yazılanların altında hangi hesapların yattığını tahmin etmeye çalışarak okumayı öğrendi bu yazıları. Ve zaten gazetelerin köşe yazarı ağırlığı artık diğer kanada kaydı. Yani beğendim/beğenmedim-şöyle yaptım/böyle yaptımcılara. Bunlar hakkında çok konuşuldu. Sakız olmuş bir mevzu... Elbette; bunlar piyangodan çıkmadı. Artık köşe yazarları bu tür şeyler yazmaları için teşvik ediliyor, bu tür şeyler yazan köşe yazarları bulunup çıkarılıyor ve genel yayın yönetmenleri bizzat bu tarz yazıları ısrarla yazarak gazetecilikte bir çağın kapandığını bildiriyor. Ve bu eğilimin böyle gideceği de anlaşılıyor, çünkü diğer tüm genel yayın yönetmenleri akımı başlatan kişiyi (Ertuğrul Özkök) büyük bir şevkle takip ediyor. Genel eğilim böyle olunca biz de, memleket ve dünyada neler olup bittiğini öğrenmek için gazete almaktan başka çaremiz olmadığından, bu yazarlarla her gün karşılaşıyoruz, okumasak bile gözümüze ilişiyorlar. “Beğenmedim. Olmamış. Çok güzel. Bayıldım. Ne şirin. Nasıl güzel anlatamam” türünden hayli subjektif yargılarla karşı karşıya kalıyoruz. Peki tamam, köşe yazarı tabii ki subjektif olacaktır ama yazı sadece bundan oluşamaz ki? Fikir de almalı, bilmediğimiz şeyleri de öğrenmeliyiz. Bu yok artık. Önemli olan ne yazıldığı değil kimin yazdığı. Önemli olan Nil Karaibrahimgil’in, Armağan Çağlayan’ın hatta Semra Hanım’ın köşe yazısı yazıyor oluşu. Manzara bu, realite bu. İşte böyle bir dönemde Ekşi Sözlük hızla yazar ve okuyucu buldu. Her gün binlerce insan yazmak ya da okumak için bu siteye giriyor. Ve siteyi doğru okumayı becerebilen bir kişi, ortalama bir gazeteden ya da dergiden çok daha doyurucu yazılarla karşılaşabiliyor. Mesela ben artık maç yazılarını, albüm eleştirilerini, sinema kritiklerini filan sözlükten okuyorum, Hürriyet ve Sabah’ın spor yazarlarından çok daha iyileri sözlükte var zaten. Müzik ve kitap yazıları da öyle. Ama sözlük böyle anlaşılmadı medyada. (Kamuoyunda gayet iyi anlaşıldı da, medyada ve ünlüler aleminde pek hoş karşılanmadı) Sadece kendileri hakkında yazılan başlıkları tıklayan medya aktörleri ve ünlüler, alıştıkları övgülerle karşılaşmadılar. Façaları bozulmuştu. Onlara köşelerinden subjektif değerlendirmeler yapma, saçmalama hakkı tanınmıştı. Ama sadece onlara. Peki bunlar kim oluyordu? Yazıyorlardı ve oku- “Savulun Ekşi geliyor” gibi bir iddia, iddiam hiç yok. Farklı bir şeye dikkat çekmeye çalışıyorum: Başka bir alan, başka bir düzey/satıh oluşuyor, bilinegelen yazar/okur ilişkisinde... nuyorlardı (Zaten Ekşi Sözlük, popüler olmaya başlayınca sorun oldu). Sadece onlara tanınmış bir haktı oysa saçmalamak. Ellerinde bir güç vardı onların. Yazı... Gazete... Okur... Bu, onlar için muazzam bir imtiyaz. Kendi imzalarıyla istedikleri şeyi yazma imkanına sahipler. Ve bu bir iktidar aslında. Bir gün Müslüm Gürses’le dalga geçilir, bir gün Banu Alkan’la, Yıldız Tilbe ile. Dediğim gibi, buralarda bir fikir yoktur, yalnızca bu figürlerin onlara ne kadar saçma geldiği ile ilgili his dökümü vardır. İşte bu çoğunun gözünü kamaştıran bir iktidardır. Buralara gelmek için nerelerden geçilmiştir kimbilir... Ve işte şimdi iktidarı elde etmişken, bu da ne böyle canım, değil mi? Mesele şu ki, yeni kuşak köşe yazarı/gazeteci profili topluma seslenme ayrıcalığını elde bize dayattığı bir kültür bu, kültür bile değil, trend. Ve toplumda zannettikleri kadar kabul görmüş de değil. Toplumda kabul görsün ya da görmesin, genel yayın yönetmenlerinin kişisel beğenileriyle kurulmuş bir tahakküm var sonuçta. Ve haklı olduklarını düşünüyorlar, toplumu zamanla dönüştüreceklerini düşünüyorlar, dönüşmeyenleri de adamdan saymama eğilimindeler. Bu hegemonyayı kırmak için de yine medyadan ciddi bir mukavemet gelişebilirdi ama gelişmedi. Muhalifini bile kendisi çıkaran (Radikal) büyük basına zaten ciddi bir mukavemet gelemezdi, göstermelik kukla gazetelerle (Gözcü, Takvim) bu hoşnutsuzluk da giderilmeye çalışıldı bir zaman. Bağımsız gazeteler ise bu işten sıkıldıkları için (ki haklılar) pek bu mevzuya eğilemediler, kendi işleri güç- etti, ama toplumu ikna etmeyi hala başarabilmiş değil. Bunun huzursuzluğunu yaşıyor. Onlara gelen çoğu okur mektubunun, derdini köşe yazarından daha iyi anlattığını ve daha ileri bir noktada olduğunu görüyoruz. İnanmıyorsanız Pazartesi günleri açın büyük gazetelerin ombudsman sayfalarını okuyun (bu ombudsmanlık işi de ayrı bir komedi ya, neyse, o da başka bir yazının konusu). Hepsi de kendilerine tanınan ayrıcalıkla doğru orantılı bir saygınlık kazanamadıklarının farkındalar. Ve bunun sorumlusu olarak yakın zamana kadar iletişim fakültelerinde okuyan öğrencileri yetiştiren “bozguncu muhalifleri” görüyorlardı (Daha doğrusu Ertuğrul Özkök böyle görüyor ve bu fakültelerin öğretim üyeleri kadrolarını değiştirmek için bütün nüfuzunu kullanacak gibi görünüyor. İlk aşama olarak da psikolojik savaşı başlatmış durumda. Abdi İpekçi ve iletişim fakülteleri ile ilgili yazdıklarını bulup okuyunuz misal, gönlünüz geniş ise). Onun kadar iddialı olmayanlar ise bu saygınlık kazanamama meselesinden mizah dergilerini, muhalif yayınları sorumlu tutmuştur, onlara göre bu muhalif zibidiler, çağı anlayamayan gerikafalılardır. Oysa durum böyle değil, birkaç genel yayın yönetmeninin leri vardı, Medyakronik gibi siteler de türlü lobilerle kapandıktan sonra, meydan tamamen bu bahsettiğim yeni köşe yazarı ve gazeteci tipine kalmış durumda. Ekşi Sözlük’ün bu boşluğu doldurduğunu filan iddia edecek değilim; ne böyle bir misyonu, ne de böyle bir hevesi var. Ama o genel ekşi söylemden şirin mi şirin, bilgili mi bilgili, küstah mı küstah köşe yazarlarımız ve ünlülerimiz de paylarını aldılar. Ünlüler için büyük sıkıntı şuydu: nasıl olur da beğenilmezlerdi? Bildiğiniz gibi, Türkiye’de eğer bir kişi ünlü olduysa herkes onu beğenmelidir. Beğenmeyen eşektir. Genelgeçer anlayışlarla en çok dalga geçen Cem Yılmaz’ından Yılmaz Erdoğan’ına, Hülya Avşar’ından Mehmet Ali Erbil’ine kadar bu böyledir. Dolayısıyla onların Sözlük’ten hoşlanmaması normal. (Ne zırva bir dünyada yaşadığının bilincinde olan Okan Bayülgen’i tenzih etmek lazım, onun bakışı az önce saydığım isimlerle yanyana durmuyor, neyse ki) Ya gazeteciler? Beğenilmemek, eleştirilmek onları da mı bu kadar sıkmıştı? Mesela Bilgin Gökberk’i delicesine sinirlendiren, “Gidin kendinize kız arkadaş bulun” dedirten şey neydi? Mesele şu: imtiyaz kırılmıştır, hiyerarşi bozulmuştur, tahak- küm eskisi kadar sorunsuz işlememektedir. İçi boş saçmalıklarla, “yüksek” fikirlerle kafamızı şişiren köşe yazarlarının/hikmetinden sual olunmaz bilginlerin iktidarı darbe almıştır. Artık yazan ve yazdığını okutan, onların içinde yaşadığı çıkar ve ilişkiler dengesiyle hiç de ilgili olmayan bir başka güruh vardır. Şunu kabul ediyorum: bazı eleştirileri haklı çıkaracak hakaretler var sözlükte, ama bunlar da iyi niyetle denetlenmeye çalışılıyor, bunu söylememe bile gerek yoktu herhalde. Kimileri bunu mesele ediyor, kimileri yokmuş gibi davranıyor, kimileri de “internet saçmalıkları” deyip işin içinden çıkıyor (İşin komik tarafı, eğer mesele tiraj ise, Ekşi Sözlük birçok gazeteden daha fazla okunuyor). Ve bu süreçte en çok sığınılan alan ise, “erkekseniz gerçek isminizle yazın” çıkışı. Oysa bu kimlikler onları yazanların gerçek isimlerinden daha fazla yaşayan kimlikler?! Bu kişi sözlükte ve başka yerlerde bu kimlikle varoluyorsa aslında süreç içinde asıl olarak o kimlikle de varolmaya başlamıştır, şart mıdır yani nüfus cüzdanımızda yazan isimle hayatın her alanında dolanmak? Okulda, askerde, işte bu kimlikle yeterince varolduk zaten, ha derdiniz dava filan açmak ise bu isimler sizi engellemez, sitenin işleyişi davaya imkan tanıyor. Yok ben doğru dürüst bir isme yanıt vermek istiyorum diyorsanız, sözlükteki isim daha fazla şey ifade ediyor o yazar için. Evet sözlük bir internet sitesi olarak çıktı, gelişti ve binlerce okur topladı. Şimdi artık dergi. Bildiğimiz dergi. Sözlük yazarlarının çabalarıyla ortaya çıktı. Ve hiç de böyle bir iddiası olmasa da (tamamen şahsi anlam yüklemelerimden bahsediyoruz çünkü), o bahsettiğim hiyerarşinin kırılabildiğini, kırılabileceğini ispatlıyor. Şunu not düşmekte fayda var: “Savulun Ekşi geliyor” gibi bir iddia, iddiam hiç yok. Farklı bir şeye dikkat çekmeye çalışıyorum: Başka bir alan, başka bir düzey/satıh oluşuyor, bilinegelen yazar/okur ilişkisinde. Bu ilişki bozuluyor ve yeniden kuruluyor. “Klon” diye küçümsediğimiz diğer sözlükler, başka konseptteki diğer siteler, bloggerlar bunun habercisi. Belki yaşar belki yaşamaz (ağzımdan yel alsın) ama bu dergiyi elinizde tutmanız, “yukarılardaki” o güvenli platformun tahtalarından birinin (gerçekçi olalım, sadece birinin) çatırdayarak kırıldığını gösteriyor. Ve şimdi belki de o meşhur denklemi bozup yeniden kurmanın zamanıdır: tüketen bizsek, üreten niye biz olmayalım? N. Demirel