Okul Dergimiz Mürekkep Denizim - Paşabahçe Ahmet Ferit İnal
Transkript
Okul Dergimiz Mürekkep Denizim - Paşabahçe Ahmet Ferit İnal
KÜNYE içindekiler Mürekkep Denizi Kültür Sanat ve Edebiyat Dergisi Genel Yayın Yönetmeni Mutlu AYDIN Okul Müdürü Editör ŞAFAK KARABEKMEZ Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni Yayın Kurulu Dilara GÖLLLÜ Rabia Yağmur TUNÇAY Feyzan Ezgi AKDEMİR Cenk DUNAT Güven DUNAT Melisa DAĞ Ayşe ATEŞ Aslıhan SERTKAYA Ceren AKSOY Grafik Tasarım Emre Ander Grafik ve Fotoğraf Öğretmeni Sanat Danışmanı Ergün YILDIRIM Görsel Sanatlar Öğretmeni Reklam ve Halkla İlişkiler Mustafa İhsan AYAR Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni İletişim Paşabahçe Ahmet Ferit İnal Anadolu Lisesi İncirköy Beykoz İstanbul Tel: 0216 537 03 30 feritinalanadolu.meb.k12.tr Önsöz Editörden Bir Roman Kahramanı “Orhan Veli” Mahzun Yüzlü Şövalye: Don Kışot Pijamalı Çocuk Röportaj: Beykoz İlçe M.E.M Kazım BOZBAY Aysız Gece Röportaj: Yazar Sutan Polat Oscarlı Bir Film: Diriliş Sinema Eleştirisi: Esaretin Bedeli Çizgi Mizah Yitirdiklerimiz: Gülten Akın Öykü Deniz Kokusu Şiir Köşesi Yaşar Kemal Renklerini Kaybeden Gökkuşağı Yaşamak Güzel Umut Çiçekleri “Edebiyatımızın Güleryüzü”nden Nükteler Umut Boğaz’ın Sultanı Düşünce Olgunluğu Okulumuzdan Haberler Donan Ateş Röportaj: Ezgi Yasinoğlu Divan Şiirinde Çiçeklerin Dili Gerçekler Ve Doğrular Sanat Zamanın Ötesi Şair Zelimhan Yakup’un Ardından 1 2 3 4 6 8 15 17 21 22 24 26 28 32 33 40 40 41 42 44 45 46 47 51 52 55 62 62 63 64 ÖNSÖZ Sevgi; insanı insan yapan bir değer, insan olmanın gerektirdiği bir sorumluluktur. İnsanın kendini faydalı, mutlu ve huzurlu hissedebilmesinin en temel yolu sevgidir. Çünkü insan ancak severek yaptığı işlerde başarıyı mutluluğu ve huzuru bulabilmektedir. Sevginin, emeğin, özverinin yokluğunda bunlardan söz edilemeyeceği aşikar. Topluma insan kazandırmayı meslek edinen öğretmenlerin yüreğinde, insan sevgisi sonsuz olmalı. Yaşam bir öğrenme süreci. Bizler öğretirken bir yandan da öğrenmekteyiz. Biliyoruz ki ideal eğitim ortamı da öğretmenden öğrenciye doğru tek yönlü bir bilgi akışı değil öğrenci ile öğretmenin birbirini beslediği bir ilişki ile mümkün. Öncelikle öğrencilerimize fikirlerinin bizler için değerli olduğunu göstermeliyiz. Onlara düşüncelerini paylaşabilecekleri platformlar yaratmalıyız ki içlerindeki tohum filizlenebilsin. Hayal edebilen, yaratıcı ve özgün fikirler üretebilen gençler yetişsin. Okul dergileri bu gaye ile öğrencilere sunulmuş güzel bir fırsattır. Duyarlılık göstermek, sorumluluk almak, emek vermek, kendini ifade edebilmek gençler için çok değerli kazanımlardır. Bizler Ahmet Ferit İnal Anadolu Lisesi ailesi olarak attığımız her adımda öğrencilerimizin nitelikli bir eğitim almalarını, insancıl özelliklerinin gelişmesini hedefledik. Gelişmeye odaklı, mutlu, huzurlu sevgi dolu okulumuzda tüm çabalarımız öğrencilerimizin başarısı ve mutluluğu içindir. Dergimizin hazırlanmasında emeği geçen değerli öğretmenlerimize ve öğrencilerimize teşekkür eder, sevgi ve saygılarımı sunarım. Mutlu AYDIN Okul Müdürü 1 EDİTÖRDEN Merhaba , Baharla birlikte doğanın yeniden dirilişine şahit olduğumuz bu günlerde çiçeği burnunda dergimizin de ilk sayısını çıkarmanın heyecanını yaşıyoruz okulca. Yılların birikimi, emeği ve umutlarıyla toprağa serpilen tohumlar nihayet boy vermeye, yemyeşil ekinler olarak güneşe dönmeye başladılar. Dergimiz Mürekkep Denizi…Bu denizin mürekkebiyle yıkanmış aydınlık düşünceler, masmavi düşler bembeyaz sayfalarda dalgalanarak oradan gönüllerinize akmaya hazır bir umman olmuş. Mürekkep Denizi’nde her yazı, güneşi gözlerinde taşıyan genç kalemlerin mürekkebinden çıkmış, onların gönül bahçelerinden derilmiştir. Sosyal medya ve sanal alemin gerçek dünyanın önüne geçtiği, insani duyarlılıkların yok olmaya yüz tuttuğu, kitaplara ayrılan zamanların kırpıldığı bir dönemde aydınlık yarınlarımızın habercisi olan sevgili gençlerimizin okumaya ve yazmaya kısacası edebiyata olan merakları çok ümit verici .Zihinlerinin ve gönüllerinin her daim edebiyatla çiçeklenmesi , düşüncelerinin sanatla taçlanmasıdır dileğimiz.Biliyoruz ki bir ülkede bilim ve sanat at başı yürümedikçe aydınlık yarınlara da ulaşılamaz. Dergi çalışmamızda gördük ki gençlerimize elimizi uzatıp dokunmamız yetiyormuş.Dokundukça çiçeğe durdu öğrencilerimiz, açılıp serpildiler.Okudukça daha bir hevesle yazdılar, yazdıkça kendilerini küçümsememeyi öğrendiler.Daha bir umutla yürüdüler okullarına başardıkça…Gördüler ki adım atmakmış ilerlemenin tek yolu. Sevgili Okurlarımız, Dergimizin bu ilk sayısında geçen yıl kaybettiğimiz büyük usta Yaşar Kemal’i dosya konusu olarak seçtik. Türk edebiyatına birçok seçkin eser kazandıran ve dünya çapında tanınan Yaşar Kemal’e bunu bir vefa borcu olarak gördük.Öğrencilerimiz Yaşar kemal’in romancılığını çeşitli açılardan incelemeye çalıştılar.Dergimizde sizlere şiirden hikâyeye, denemeden mülakata resimden fotoğrafa kadar geniş bir yelpaze sunmak istedik. ”Kitap İklimi”nde ise yine öğrencilerimizin seçtiği birbirinden değerli kitapları tanıtmaya çalıştık. Sizleri dergimizin bu ilk sayısında heyecanımızı paylaşmaya, Mürekkep Denizi’nde yelken açmaya davet ediyoruz.Keyifli yolculuklar dileriz… Şafak KARABEKMEZ 2 MUREKKEP DENIZI İR ROMAN KAHRAMANI: “ORHAN VELİ” Daha önce “Bir İmzanın Peşinde” , “Şiir Hikâyeleri” ile edebiyat dünyasında kıyıda köşede kalmış belgeleri gün ışığına çıkararak kitaplara dönüştürmüştü Haluk URAL. İşte bu kitabında da çeşitli mektup, fotoğraf, hatıra gibi zengin belgelerle Orhan Veli’nin bilinmeyen , çok az bilinen yönlerini seriyor gözler önüne. Bu nedenle kitap, sistematik bir biyografi veya klasik bir anı örneği sayılamaz. 289 sayfadan oluşan kitabın sonunda zengin bir “Kaynaklar” bölümü yer almaktadır. Haluk Oral bu çalışmasını hazırlarken çok geniş bir kaynak yelpazesinden yararlanmış. “Kaynaklar” bölümünün ardında ise “Kişi Adları Dizini” yer almaktadır. Bu sayede eserden yararlanmada okuyucusuna önemli bir kolaylığı da sunmuş oluyor yazar. İsterseniz kitapla ilgili görüşlerini yazarın kendi kaleminden aktaralım: “Elinizdeki,klasik bir biyografi kitabı değildir. Çünkü Orhan Veli’nin hayat hikayesini yazmak isteyenler, kardeşi Adnan Veli’nin şairin ölümünden üç yıl sonra yazdığı “Orhan Veli “ adlı kitabından birkaç sayfa; ölüm yıldönümlerinde dergilerde, gazetelerde yayımlanmış porter yazıları; başta Melih Cevdet Aday’ınki olmak üzere bazı anı kitaplarında geçen muhtelif rivayet ve anekdotlardan başka bir şey bulamazlar. Bütün bu kaynakları bir araya getirirseniz ancak beş on sayfa tutar. İşte o nedenle, bu kitapta belgelerden ve bizzat görüştüğüm kişilerden hareket ettim. Orhan Vel’nin hayatını araştırdığım on beş yıl boyunca, incelediğim arşiv malzemesinden elime geçen belgelerden ve tanıştığım kişilerden pek çok ipucunu bir araya getirdiğimde bildiğim Orhan Veli’den çok değişik ve daha derinlikli bir portreyle karşılaştım. “Bir roman kahramanı” olarak nitelediğim bu yeni portrenin ana hatlarını elimden geldiğince ortaya koymaya çalıştım.” Şiirlerindeki mısralarından tanıdığımız Orhan Veli’yi bu eser ile daha yakından tanıma imkanı buluyoruz. Üstelik onu tanımakla kalmayıp haytına dokunmuş dönemin birçok önemli simasıyla da tanışıyoruz. Elinizden düşüremeyeceğiniz bu kitapla mısralarının arkasındaki Orhan Veli ile tanışmaya hazır mısınız? Hadi o zaman ne duruyorsunuz? 3 MAHZUN YÜZLÜ ŞÖVALYE: DON KIŞOT La Mancha’da yaşayan Alonso şövalyelik kitapları okuyarak, zamanla dünyayı şövalye hikayelerindeki gibi görmeye başlar. Don Kişot adını alarak gezgin şövalye olmaya karar verir ve silahtar yaptığı Sanço ile beraber yollara düşer. Yolda koyun sürülerini ordu zannedip saldırır, konakladıkları hanı şato, yel değirmenlerini dev zanneder, makinelere saldırır ve kitapta bunun gibi delilik sınırlarını her defasında daha da zorlayan birçok serüven yaşar. Giriştiği her serüven her defasında yenilgiyle son bulur. En sonunda umudunu kaybetmiş silahtarı Sanço ile beraber yenilgisini kabullenmiş şekilde köyüne döner ve ölümüne yakın aklı başına gelir. Don Kişot I. si 1605 ve II. si 1615’ te yazılmıs, modern roman sanatının başlangıcı olarak kabul edilen bir başyapıttır. Şövalyeliğin yok olmaya başladığı bir dönemde şövalyelikle ilgili kitapları yermek maksadıyla yazılmış, bir dönemin inançlarını , yaşam tarzını ironik dille anlatan bir kitaptır. O güne kadar yazılmış şövalyelik kitaplarının hepsinde şövalyelik göklere çıkarılmış, şövalyeler devlere karşı zaferler kazanan yenilmez kahramanlardır. Hemen hemen tüm şövalye kitaplarını okumuş olan Don Kişot ise kitaplarda anlatılan şövalyelerden tam tersi özellikler taşıyan sıradan bir köylüdür. Delilik boyutuna varan davranışları her defasında bu son dedirtecek bir sınırdadır.. Lakin sonraki serüvende bu sınır da aşılır. Ama delilikteki bu aşırılıklar sıkmaz biz okuyucuları . Çünkü dahiyane bir ironik anlatımla güldürür okurunu Cervantes.. Don Kişot’a güleriz ama onu asla aşağılamayız. İyi yürekli , dürüst ve ahlaklı olduğuna inandığımız Don Kişot’a verdiği bu özelliklerle dokunulmazlık kazandırır ona yazar. Ve bu zırh onu 400 yıl öncesinden günümüze taşır.. Kitapta, kitaptan bağımsız hikayeler de anlatılır, içinde öyküler barındıran bir kitaptır Don Kişot. Hem öykülerin hem kitabın kendisinin anlatımı çok şiirsel, incelikli bir dille yazılmış. Roman karakterleri duygu ve düşüncelerini çok berrak bir şekilde açıklarlar. Gün yüzü görmemiş duygu yoktur izlenimine kapılırız okurken. Bazı duygularımızı bir roman karakteri dile getirir ve biz o satırları okurken o duygumuzla yüzleşiriz, bazen de duygumuza isim vererek bizi bu zahmetten kurtarır karakter. Bu açıdan evrensel bir kitap sıralamasında en üst sıraları hak ettiğini söyleyebiliriz. Yaptığı çılgınlıklarla çağının gerçekliğine kafa tutan ve idealini kurduğu dünyayı yaratmak için korkusuzca kılıcına sarılan elli yaşında cesur bir kah- 4 MUREKKEP DENIZI ramandır. Yenilse de her yenilgi sonrası yılmadan ayağa kalkıp tekrar savaşır doğru bildiği yolda. Toplumun dayattığı bağlılıkları reddederek ‘yüreğinin götürdüğü yere giden’ , ideallerinden başka engeli olmayan Don Kişot, özgür ruhuyla günümüz toplumunun modern kölelere dönüşmüş bireylerine de bir seçenek sunar. Acaba Don Kişot sadece bir deli midir? Yoksa ideallerini gerçekleştirmek için gerçeklikten kopan ve gene bu gerçeklik duvarına tosladığı için yenilen bir idealist midir? Buna ünlü şair Nazım Hikmet’in şiiriyle cevap vermek isterim… on Kişot Ölümsüz gençliğin şövalyesi, ellisinde uyup yüreğinde çarpan aklına bir temmuz sabahı fethine çıktı güzelin, doğrunun ve haklının: Önünde mağrur, aptal devleriyle dünya, altında mahzun ve kahraman Rosinant’ı. Bilirim, hele bir düşmeye gör hasretin halisine, hele bir de tam okka dört yüz dirhemse yürek, yolu yok, Don Kişot’um benim, yolu yok, yel değirmenleriyle dövüşülecek. Haklısın, elbette senin Dulsinya’ndır dünyanın en güzel kadını, elbette sen haykıracaksın bunu bezirganların suratına, ve alaşağı edecekler seni bir temiz pataklayacaklar seni. Fakat sen, yenilmez şövalyesi susuzluğumuzun, sen, bir alev gibi yanmakta devam edeceksin ağır, demir kabuğunun içinde ve Dulsinya bir kat daha güzelleşecek. Sırf yel değirmeni serüvenine indirgenmiş bir hikaye olmasını hazmetmediği için bunu gittiğim bir söyleşisinde dile getiren sevgili Sunay Akın… Keşke bu indirgemeciliğin yazarına ve kahramanına haksızlık olduğunu düşünmemi ve ilk fırsatta okumak için zihnimin göz önünde bir bölgesine not düşmemi sağladığınız için size teşekkür edebilsem… Neslihan DÖŞKAYA/ Biyoloji Öğretmeni 5 Sessiz kaldığımda, seslerin beni boğduğu bir anda, karanlığın tek ses olduğu anda… Annenin, babanın, kardeşlerinin hatta benim bile kendimi dinlemediğim bir anda, üç şey ait olurdu geceme: Karanlığım, gözyaşlarım, pijama kollarım. Küçüktüm; canım sıkıldığında, annemle babam kavga ettiğinde, istediğim oyuncak alınmadığında, karşı komşunun bahçesinden erik çalamadığımda, sadece dedeme gittiğimde yediğim kavala kurabiyesinin tadını özlediğimde ve sevmenin ne yüce bir duygu olduğunu anladığımda sessiz sakin giderdim odama, pijama kollarım vardı, mutluydum. Onlarla umutluydum. Sağ kolumla silerken, sol kolumla seviyordum gözyaşlarımı. Yine o günlerden biriydi benim için. O zamanların ağlamalarını bile özlüyorum. Ben diye başlıyorum söze, biliyorum ki herkesin pijamasının cebinde büyüttüğü bir çocukluk var. Bu da benim hikayemdi: 6 MUREKKEP DENIZI Küçük, kare ve kırmızı bir çantam vardı. Dondurmacı Bekir amca, manavcı Süleyman abi, tuhafiyeci Selma teyze beni kırmızı çantalı çocuk olarak bildiler. Memnundum, ben bile kendime kırmızı çantalı çocuk derdim. İnsan eskilere bakınca ağladığı şeylere bile ne kadar çok gülebiliyor. Ve insan ağladıklarına ileride güleceğini bildiği halde mütemadiyen neden ağlıyor? Dar, keskin virajlı bir yoldan gidiyordum okula. Ödevimi yapmamanın pişmanlığı o virajları daha da keskin yapıyordu. Yollar daha dar gelmişti, kendimi annesini sevmeyi beceremeyen bir çocuk gibi hissetmiştim. Okuldayken yaparım diye çantama koyduğum toplama işlemlerini yapamadım, öğretmenimiz bağırdı, ben ağladım. Sayılar yerine, çantamı topladım; hâlâ toplama işlemlerini yaparken zorlanırım. Eve geldim, dedemin bana aldığı seneye de giyersin diye beş yaşında üzerime giydirdiği pijamalarımı giydim, herkesin yatmasını bekledim ve ağladım. Küçük bir çocuğun pijamasına sarılıp ağlamasını bilirler, hâlâ yüreği çocuk olanlar. Yaz tatiliydi, dedeme gidecektim. İçimdeki sevincin tarifi yoktu. On beş gün boyunca sabah, öğle, akşam olmak üzere bir sürü kavala kurabiyesini yiyecek; koşacak, zıplayacak ama dedemi hiç kızdırmayacaktım. Giderken içimdeki umut yollar bittikçe kedere dönüşmüştü. Dedemin evi kalabalıktı, dedemin evi neden bu kadar kalabalık anne? Diye sordum. Annem sustu. Annem her sustuğunda korkardım ben. Kapının önünde ağlayışlar, çığlıklar vardı. Babama sordum ‘baba dedemin evine ne olmuş?’ babam konuştu. Babam her konuştuğunda daha da çok korkardım. Ne dediğini hatırlamıyorum bile, gözüm kapıya ilişmişti dedemin en sevdiği ayakkabılar kapının önüne koyulmuştu oysa dedem bunları çok sevdiğinden dışarı bile çıkartmaya kıyamazdı. Dedem onlara kızacaktı, bağıracaktı gittim ayakkabıları aldım göğsüme bastırdım. Beni görenler daha çok ağlamaya başladı. Anlamadım ama kavradım dedem gelmedi, bağırmadı. Ve dedem her bağırmadığında daha çok korktum. Ayakkabılarını benden aldılar, dedemi benden parçaladılar. Ayakkabıları kapının önüne yeniden koydular. ‘Bir daha gelmeyecek’ dediler. Bu evden bir daha çıkmayacak birinin ayakkabısını kederli bırakmak niyeydi? Anlıyordum, dedemi kızdırmayacağım sözünü içten, yürekten söyleyememiştim. Dedem bana küsmüş ve kızmıştı, hayalini kurduğum kuşa binmiş ve uzaklara gitmişti. Bir daha hiçbir sözümü yerine getirmemezlik yapamadım, hâlâ beni dedemin yanına götürecek kuşu beklerim. Gittim pijamaları giydim, artık ağlayabilirdim. Bu pijamalar benim kederimi biliyordu, hüznümü tadıyordu ve en güçsüz anımı hatırlıyordu. Bir çocuğun, dedesini görebilmek için pijamasını giymesini anlarlar, sevdiğini kaybedenler. Ezgi AYDIN /9B 7 RÖPORTAJ: Beykoz İlçe Milli Eğitim Müdürü Kazım BOZBAY Kendinizi bize kısaca tanıtır mısınız? Evet. Okulunuzun eski müdürü Kazım BOZBAY. İki yıldır ilçemizde Milli Eğitim Müdürü olarak görev yapmaktayım. Aslen Karslıyım. Ailemin Paşabahçe Cam Fabrikası’nda çalışması vesilesiyle 1969’da Beykoza’a yerleştik. Dört yaşımda geldim Beykoz’a. Eğitim hayatım da bu bölgede geçti. İlkokulu Halide Edip İlkokulu’nda okudum. Hemen okulunuzun karşısındaki okul. Ortaokul-Lise eskiden bir arada olabiliyordu. İstinye’de olan Sarıyer İmam Hatip Lisesi’nde okudum. Ardından Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’ni kazandım. 1989 yılında oradan mezun oldum. Din Kültürü Ve Ahlak Bilgisi Öğretmeni olarak Aksaray Vilayeti’ne atandım 1989 yılında. Orada dört buçuk yıl kadar çalıştıktan sonra ailemin yaşamış olduğu Beykoz’a döndüm. 1994 yılında. Sırasıyla Anadolu Hisarı Ticaret Lisesi’nde, Akbaba Ticaret Lisesi’nde öğretmenlik ve yöneticilik yaptım. Ardından 2001 yılında okul müdürü olarak Çiğdem İlköğretim Okulu’na atandım. Orada da sekiz sene kadar çalıştıktan sonra okulunuza Ferit İnal Lisesi’ne okul müdürü olarak atandım. Dört yıl da Ferit İnal Lisesi’nde çalıştıktan sonra bugünki görevime geldim. Dediğim gibi dört yaşımdan beri Beykozluyum. Beykoz’u eğitim yönüyle olsun başka yönleriyle olsun çok iyi tahlil edebilen bir insan olarak Beykoz’un eğitimine hizmet etmeye çalışıyorum. Evliyim üç çocuğum var. Hobileriniz var mı? Boş zamanlarınızı nasıl değerlendirirsiniz? Açıkçası bizim yöneticilik görevinde insanlar çok yoğun oluyorlar. Mesai malum. Mesaiye bağlı kalıyoruz. Bununla da yetinmiyoruz,işlerimiz bitmediğinde mesaiden sonraya da kalabiliyoruz. Diyelim ki dört buçukta mesai bitiyor ama ben ağırlıklı olarak beş buçuk altıya kadar görevimin başında olmak durumunda kalabiliyorum. Çünkü gün içinde kaymakam beyle okulları ziyaret edebiliyoruz. Seminerlere katılıyoruz, başka etkinliklerimiz de olabiliyor. Bu arada biriken işlerimiz kalıyor, dönüşte de o işlerimize bakıyoruz. Dolayısıyla işten biraz da geç çıkınca akşam programları da olabiliyor. Okul programlarımızın ve diğer sivil toplum örgütlerinin akşam programları olabiliyor, zaman zaman onlara katılmamız icap ediyor İlçe Milli Eğitim Müdürü olarak. Dolayısıyla eve biraz da yorgun olarak dönüyoruz. Eve vardıktan sonra insan biraz yorgunluğunu atıp dinlenmek istiyor, eşiyle çocuklarıyla ilgilenmek istiyor. Bunun ötesinde işte bize ne kalıyor? Fırsat bulursak biraz kitap okumak, fırsat bulursak ailemizle beraber dışarı çıkmak gibi şeyler. Hobi 8 MUREKKEP DENIZI olarak tabii gençlik yıllarımızda spora yer veriyorduk. Beş altı sene öncesine kadar arkadaş gruplarımızla haftada en az bir iki kez halısaha futbolu oynuyorduk. Zaman buldukça yazları yüzeriz. Havuzlara düzenli gidip yüzme imkanımız olmuyor. Havalar uygun olduğu zaman eşimle birlikte yürüyüş yaparız parkta. Fırsat buldukça sinema tiyatro gibi etkinliklerimiz oluyor. Çocukken hayaliniz neydi? Ne olmak isterdiniz? Her çocuğun küçükken kafasında bir meslek oluşuyor ama bu kendini tanıyıp da ben bu işi ileride yaparım diye düşünülerek verilmiş bir karar değil. Popüler meslekler isteniyor. Bizim dönemimiz de öyleydi. Çocuğa ne olmak istiyorsun diye sorulduğunda ya pilot olmak istiyorum ya da doktor olmak istiyorum derdi. Teyzem küçükken sana ne olacaksın diye sorduğumuzda “Doktor” olacağını söylerdin der. İlkokul çağlarımda da öğretmenlik bana iyi geliyordu. Kafamda canlanan bir meslekti. Öğretmenlerimizi severek onlar gibi öğretmen olmak istiyorduk.Kısmet de oldu. Neredeyse çocukluğumda hedeflediğim mesleğe ulaştım diyebilirim. “Başarı bence kişilerin potansiyellerini iyi kullanarak varmaları gereken hedefe varmalarıdır… Sevgili Peygamberimiz’in bir sözü var diyor ki “İki günü birbirine denk olan insan ziyandadır.” Yani ne demek? İnsan kendini her gün geliştirmeli, yenilemeli üstüne birşeyler koymalı. Dün de aynı seviyedeydin, bugün de , yarın da öyle olacaksan hayat senin için durağanlaşmıştır. Duraklamanın hemen gerisinde de gerileme vardır zaten. İlerleyemiyorsanız duracaksınız, durduğunuz zaman da düşeceksiniz demektir.” Size göre başarı nedir? Başarılı bir insanın davranışları nasıl olmalıdır? Başarıya ulaşmanızdaki en önemli nokta nedir? Şimdi başarı tabii ki izafi, değişken bir kavram. Başarı bence kişilerin potansiyellerini iyi kullanarak varmaları gereken hedefe varmalarıdır. Her insan eşit değildir kapasite olarak da, yaratılış olarak da, zeka olarak da aynı seviyede değildir. Onun için de her insandan aynı başarıyı beklemek de adaletli değildir. İnsanların başarısı bana göre bulundukları konumda, poziyonunda yapabileceklerinin en iyisini yaparak bir noktaya erişmektir. Bunu biz öğretmenlik mesleğindeki başarı, okullardaki başarı için de aynı şekilde düşünebiliriz. Mesela bir okul müdürü A okuluna okul müdürü olsun. A okulundaki öğrenci potansiyeli çok yüksek. Hep başarılı öğrenciler gelmiş oraya ve bu başarılı öğrenciler zaten kendilerinden beklenen başarıyı sergiliyorlar. Sonra değerlendirilirken A okulunun müdürü de başarılı kabul ediliyor. Öte tarafan B okulunun da çeşitli nedenlerden dolayı daha başarısız öğrencilerin gittikleri bir okul olduğunu düşünelim. O okulun da kendine göre bir başarısı var ama A okuluna yetişemiyor tabiki. Dolayısıyla okul müdürünü değerlendirirken A okulunun müdürü çok başarılı B okulunun müdürü de başarısız olarak görünmemesi lazım. Aslında kurumu nereden alıp nereye getirdiği önemli. Ya da kişinin kendini değerlendirirken hangi sevi- 9 yeden nereye geldiğini görmesi önemli. Kendisiyle yarış içinde olmalı yani insanlar. Öğrenci de kendisiyle yarış içinde olmalı. Sevgili Peygamberimiz’in bir sözü var diyor ki “İki günü birbirine denk olan insan ziyandadır.” Yani ne demek? İnsan kendini her gün geliştirmeli, yenilemeli üstüne birşeyler koymalı. Dün de aynı seviyedeydin, bugün de, yarın da öyle olacaksan hayat senin için durağanlaşmıştır. Duraklamanın hemen gerisinde de gerileme vardır zaten. İlerleyemiyorsanız duracaksınız, durduğunuz zaman da düşeceksiniz demektir. Onun için başarı benim için kişinin bulunduğu yerden çalışma azmiyle bir adım ileriye gidebilmesidir. Bunun için de uyulması gereken birtakım prensipler vardır. Bunların en başında da disiplin gelir. Prensipli olarak çalışmak gelir. Yani oturarak kimse başarılı olamaz, durup dururken bir başarı beklenemez hiç kimseden. İnsanda, çok üstün zeka olsa bile gayret edecek zeka yoksa bu kişi çok fazla ilerleyemez. Bazı insanlar belki zekasının da farkında olmadan kendisinden beklenilen başarıları sergileyemiyor. Çünkü öyle bir gayreti yok, hedefi yok. Önce kişinin kendine bir hedef koyması lazım. Ona ulaşmak için de elinden geldiğince prensipli ve disiplinli bir şekilde çalışılması lazım. Bunlar yapıldığı sürece kimi için ölçülü bir şekilde gelecektir, kimi için de yavaş da olsa ciddi bir ilerleme ve başarı gelecektir diye düşünüyorum. Hedefinize ulaşırken bir çok zorluktan ve engebeli yollardan geçmiş olacaksınız. Bunları nasıl aştınız? Tabii ki sizin de önünüzde çok engebeli yollar var. Şu an lise çağlarındasınız. Liseyi okumak şöyle böyle mümkün ama karşınıza bir üniversiteye giriş sınavı çıkacak. Sınavı başarıp bir okula gittiğinizde başarı için disiplinli bir şekilde çalışmanız lazım. Okulunuzu bitirdiğinizi kabul edelim bir çok meslekte olduğu gibi KPSS sınavları var. Bizler de o yollardan, o sınavlardan geçtik. Benim mezun olduğum dönemde atanma şansımız %10 gibiydi. Yani 100 kişi mezun oluyorsa 10 kişisi o sınavlarda başarılı kabul ediliyordu. 10 kişi atanabiliyordu. Ben orda azim gösterdim, gayret gösterdim çalıştım ve o %10’un içine girmeyi başarabildim. İlk atamada öğretmen olarak atanabildim. Dediğim gibi çok zeki olduğumdan değil. Ama azim ve istikrarlı çalışmaya bağlı bir şey. Bu disiplinden kopmamayı başarabilirseniz engelleri birer birer aşabilirsiniz. Tabii bulunduğumuz ortam itibarıyla da sosyal ilişkiler çok önemli. İnsanlarla ilişki kurabilmek çok önemli. Dışa dönük bir insan olarak kendinizi geliştirmeye çalışmalısınız. İnsanlarla iyi münasebetler kurmalısınız. Bazı meslekler bunu gerektiriyor. “Öğretmen öğrenciler için bir rol modeldir. Öğretmen iyiliği, dürüstlüğü ve güzel ahlakı yaşayarak öğrencilerine aktaran güzel kişidir. Onun için de biz öğretmen olacak kişilerde dürüstlük ve güzel ahlak aramalıyız öncelikle” 10 MUREKKEP DENIZI Öğretmenliği nasıl tanımlarsınız? Bu mesleği seçecek kişiler hangi özelliklere sahip olmalıdır? Evet çok güzel bir soru. Öğretmenlik bana göre dünyanın en önemli mesleği. Mesleklerinden biri demiyorum, en önemli mesleği diyorum. Niye mesleklerinden biri demiyorum? Çünkü birçok önemli meslek var muhakkak. Biz doktorluğu önemsiz bir meslek olarak göremeyiz. İnsanların sağlığını korumaya çalışan ve hastalıklardan kurtarmaya çalışan, belki insanşların hayatını kurtarmaya çalışan bir meslek. Ama doktorları da yetiştirenler öğretmenler, mühendisleri de diğer meslek gruplarını yetiştirenler öğretmenler. Öğretmenler sadece insanlara birtakım bilgiler aktaran kişiler değil. Hele bu çağda hiç değil. Çünkü artık bilgiye ulaşmak o kadar kolay ki size bir tuş kadar yakın. Bir tıkla karşınıza binlerce döküman çıkar. Ama bizim bakanlığımızın ismine dikkat ederseniz Milli Eğitim Bakanlığı, öğretim bakanlığı değil. Yani biz çocuklarımıza birtakım kuru bilgileri aktarmayı değil kazanmaları gereken önemli davranışları da kazandırmayı sayıyoruz öğretmenlikte. Öğretmen öğrenciler için bir rol modeldir. Öğretmen iyiliği, dürüstlüğü ,güzel ahlakı da yaşayarak öğrencilere aktaran güzel kişidir. Onun için de biz öğretmen olacak kişilerde dürüstlük ve güzel ahlak aramalıyız. Maalesef bakanlığımızın böyle bir kriteri yok. Öğretmen yetiştirme genel müdürlüğümüz var ama eğitim fakültelerinde öğrencileri alırken sadece sınav puanını dikkate alıyoruz. Oysa çok zeki biri olabilir insan, sınavda da başarılı bir insan olabilir ama erdemli bir insan değilse çocuklara ne aktarabilir? Çocuklara birtakım olumsuz şeyleri aktarmaması için kendi özel yaşantısındaki yanlış anlaşılmaları çocuklara aktarmaması için erdemli insanlardan ve fedakar insanlardan seçilmesi lazım öğretmenlerin. Öğretmen aynı zamanda mesleğini geçim kaynağı olarak görmemeli. Herhangi bir yerde mühendis veya bankacı olarak çalışırken işinizi iyi bir şekilde yapabilirsiniz. Görevinizi tamamlamış olursunuz, maaşınızı alabilirsiniz. Ama öğretmenlikte öyle değil, öğretmenlikte muhattabınız insan. Siz insanlara örnek olmalısınız. Bir Cam Fabrikasında çalışan işçi hatalı bir üretim yaptığında o hatalı ürünü yeniden madenin içine atıp eritebilirsiniz. Yeniden bardak yaparsınız. Fazla bir şey kaybetmiş olmazsınız. Ama öğretmenlikte öyle değil. Öğretmen yanlış bir hareketiyle, tavrıyla öğrencisine yanlış bir örnek olursa o öğrenciyi maden ocağına atıp yeniden bir insan yapma şansınız yok. Olumsuz davranışı geriye çevirme yeniden ortama kazandırma o kadar kolay değil. Onun için öğretmenliği seçecek insanların toplumun olumlu yönde gelişmesi için bir hedefi olması lazım, idealist olması lazım. İdealist değilse, topluma yararlı olmak için bir yararı yoksa topluma verecek pek bir şeyleri olmaz. Bu itibarla öğretmenler bizim yönetmeliklerimizde de vardır, mesleğine yaraşır davranışlar sergilemeli. Öğretmenlik yaparken yaşadığınız ve hiç unutamadığınız bir anınız var mı? Bizimle paylaşır mısınız? Öğretmenlik sıralarında değil de sonradan çıkıyor anılar. Yani öğretmenliğin en güzel yanlarından bir tanesi yetiştirdiğimiz insanların günün birinde kocaman insanlar olarak karşımıza çıkmaları ve size olan saygılarını her yerde göstermeleri. Gerçekten manevi yönden tatmin edici bir duygu. Ben en çok bundan hoşlanıyorum. Aksaray Vilayeti’nde öğretmenliğe başladım ben. Orada oldukça uzun boylu, iri yarı öğrencilerim vardı. Benden dört beş yaş küçüktüler. Yıllar sonra onlarla İstanbul’da karşılaştık. Yanımda dayım vardı. O kocaman adamlar eğilip ellimi öptüklerinde bakakalmıştı. Öğretmenlik böyle güzel bir şey. Mezun ettiğiniz öğrencilerin insanlara yararlı meslekler edinmeleri, iyi makamlara gelmiş olmaları çok tatmin edici bir durum. Özellikle sizin onların kişiliklerinde olumlu etkileriniz olduğunu bir yerde aktarıyorlarsa bunun insana vermiş olduğu manevi tatmin tahmin edilemez bir durumda gerçekten. 11 Beykoz’da eğitimle ilgili en çok hangi sorunlar yaşanıyor? Beykoz’da en önemli sorunumuz başarılı öğrencilerimizi Beykoz’da tutamıyoruz. Bunun sebebi şu: Beykoz biraz kırsal kesimde kalan bir ilçe. Okullaşma oranında biraz geri kalmış zamanında. Özellikle Anadolu liselesi, fen lisesi gibi önemli eğitim kurumları çok geç açılmış. Hal böyle olunca başarılı öğrenciler diğer ilçelerdeki Anadolu ya da fen liselerine gitmiş. Tabii o okullarda taban puanlar oluşunca sizin ilçenizde yeni okul açılacak olsa bile ilk defa 0 açılacak okulların taban puanı olmuyor. Dolayısıyla sizin başarılı olan öğrencileriniz puanı belli olmayan okulu en üst sıralara yazmıyorlar. Civar ilçelerdeki tanınmış diğer liseleri yazıyorlar. Dolayısıyla da sizin ortaokuldan mezun olan başarılı öğrencileriniz ister istemez ilçemizde kalmamış oluyor. Bu da istatistiklerde öğrenci başarısını düşük gösteriyor. Sonuçta aynı öğrenci ha Üsküdar’da okumuş, ha Kadıköy’de ha burda diyebilirsiniz ama ilçelerin başarısına okulların başarısı olarak baktığınızda insanlar diyorlar ki bu okul daha başarılı, bu ilçe daha başarılı. O göreceli olarak bizim ilçemizde eğitim durumunun daha başarısız olduğu gösterilebiliyor. Halbuki o öğrencileri de oraya gönderen bizleriz. Öğrencileri yetiştirip o okullara gönderen yine bizleriz. Dolayısıyla tam manasıyla başarısızlık saymam ben bunu ama göreceli olarak bakıldığında insanları yanıltan karşımızda bir engel olarak duruyor. Artı çocuklarımızın uzak ilçelere, uzak okullara giderken yolda kaybettikleri zamanda cabasıdır. Bu başarılı öğrenciler bizim ilçemizde ki bir okulu tercih etmiş olsalar o öğrencilerin başarısında hiçbir kayıp olmaz aksine zaman kaybını önledikleri için aynı başarının daha fazlasını burada gösterirler. Çünkü bizim ilçemizde görev yapan öğretmenler diğer ilçelerde öğretmenlik yapan öğretmenlerden daha başarısız ve geri değiller. Aynı öğretmenler, aynı okullardan mezun olmuşlar başarıyı muhakkak gösterirler. Ama tek engel başarılı öğrencilerin bir okulu başarılı kabul edip oraya yönlenmeleri ve orada birikmeleri yani başarı bir nebze o okullarda kendiliğinden oluşuyor. Bize de potansiyeli itibarıyla daha düşük potansiyelli başarısı olan çocuklar kalınca da o okullardaki başarı da kendi çapında nisbeten oluyor. Beykoz için yeni projeleriniz var mı ? Biraz anlatır mısınız? Beykozumuzda sevgili öğrencim bizim engelleri birer birer aşmamız lazım. Öncelikle ikili öğretim garabetinden kurtulmamız lazım. Hala %35 oranında ikili öğretim yapan okullarımız var. Çocuklar sabahın 7’sinde okula başlıyor, 12.30- 13.00 gibi okuldan gidiyor. Ardından başka bir grup geliyor okula. Akşam 19.00 ‘a kadar sürüyor. Bu olacak şey değil. Çünkü okullarının yaşanılabilir alanlara dönüştürülmesi lazım. Çocukların tenefüslerinin kısıtlanmaması lazım. 5-10 dakika yerine 15-20 dakika olması lazım. Öğlen aralarının düzgün olması lazım. Öğrencilerin kendilerini okulda mutlu hissetmeleri lazım. Okul yöneticileri büyük sıkıntılar çekiyor bu durumlarda. Yeni okullar 12 MUREKKEP DENIZI yapılması lazım. Yüzme havuzlarının, spor salonlarının olduğu çocukların okul bölgesinde kendini geliştirebileceği, spor yapabileceği,kültürel aktiviteler yapabileceği, tiyatro salonlarının ve benzeri çalışmaların yapılabileceği alanların okullarda olması lazım. Bizim eksiğimiz bu. Bizim yeni okul alanlarında aradığımız şey bu olmalı. Devletimizin imkanları geliştikçe belediye ve benzeri kuruluşlarla çocukların okullara severek isteyerek gittikleri mutlu zamanlar geçirdikleri alanlar haline getirmemiz lazım. Yoksa doldur boşalt istasyonu gibi bir grubu alıp diğer grubu çıkarttığımızda, 40 dakika ders 5 dakika teneffüs olduğunda çocuklar okullarını sevmiyorlar. Mutlu olmuyorlar. Dolayısıyla bu eğitimden fazla hayır gelmiyor. Onun için okullarımızın tam manasıyla yaşam alanlarına çevrilmesi lazım. Çocuk sabah 09:30 10:00’ da okula gelmeli diğer ders aktivitelerinden sonra da 17.00’a kadar kendini zevkle geliştirebilmeli. Anne baba çalışıyor. Sabah erken kalkması gerektiği için çocuk kahvaltı yapmadan okula geliyor. Annesi ondan önce çıkıp işe yetişmesi gerektiği için çıkıp gidiyor. Çocuk kendi başına gözleri açılmadan derse geliyor. 12:30 olduğunda çocuğu postalıyorsunuz dışarıya. Eve geliyor evde kapı duvar. Anne baba evde yok. Bu çocuk nasıl gelişecek, kimi örnek olacak? Bu çocuğa kim yardımcı olacak, bu çocuk toplumda nasıl gelişecek? Ya evde televizyonun bilgisayarın karşısında esir olacak ya da sokağa çıkıyor sokakta olumsuz kişilerle karşılaşıyor. Zararlı alışkanlıklar edinebiliyor. Yani çocuklarımızın günü dolu dolu geçirebilmesi için öğretmenlerimizin gözetiminde olmaları lazım . Ülkemizdeki eğitim koşullarını dünya standartlarıyla karşılaştırdığınızda nasıl bir değerlendirme yapıyorsunuz? Bir önceki sorunuzda aşağı yukarı bunları söylemiş oldum. Bunlar diğer ülkelerde kullanılabiliyor. Kanada gibi, Avustralya gibi ülkelere baktığınızda okulların çok büyük alanlarda inşa edildikleri, öğrencilerin kendilerini geliştirebilecekleri alanların olduğu, bu okulların etrafının yemyeşil olduğu, spor salonlarının, yüzme salonlarının, kütüphanelerinin, tiyatro salonlarının olduğunu öğrencilerin okullarına güle oynaya gittikleri görülebiliyor. Bizim de o standartları yakalayabilmemiz için eğitime daha çok pay ayırmalı hem de millet olarak eğitime bu yönüyle de bakıp beklentilerimizi okul standartlarımızı bu sınıra çıkarmak zorundayız. “Okumayan bir insan kendini geliştiremez geri kalır. Geri kalan insan da başkasına yararlı olamaz, böyle bir insanın kendisine bile faydası olmaz. Bunun için okumak zorunda olduğumu biliyorum ve çok zamanım olmasa da zaman oluşturarak kitap okuyorum.” Şüphesiz çok yoğun çalışıyorsunuz. Bu yoğunlukta kitap okuyabiliyor musunuz? En son okuduğunuz kitabın adını bizimle paylaşabilir misiniz? Okumak zorunda olduğumu biliyorum. Çünkü okumayan bir insan kendini geliştiremez geri kalır. Geri kalan insan da başkasına yararlı olamaz, böyle bir insanın kendisine bile faydası olmaz. Bunun için okumak zorunda olduğumu biliyorum ve çok zamanım olmasa da zaman oluşturarak kitap okuyorum. Yani şöyle söyleyeyim, hani boş zamanınızda ne yaparsınız diye sorarlar ya boş zaman diye bir kavram yoktur. Siz planlayacaksınız, siz programlayacaksınız. Okumayı da o programa oturtucaksınız. Zaman zaman güncel konularla ilgili kitaplar okuyorum.Şu sıralar da İstiklal Marşı’mızın kabulü vesilesiyle gündeme gelen Mehmet Akif Ersoy adlı bir çalışmayı okuyorum. Size de armağan edebilirim. 13 “Her insan her mesleği yapamaz. İnsanlar, yapmaktan mutlu olacakları, severek icra edecekleri mesleklere yönelmeliler. Benim puanım buraya yettiği için burdayım deyip de bir ömür sevmeden, mutlu olmadan bir mesleği yürütmenizi asla istemem. Yani her öğrencinin sevebileceği ve başarılı olabileceği meslekleri önceden tanıması lazım.” Son olarak Meslek seçimi biz gençler için çok önemli bir dönemeç. Bizlere meslek seçimiyle ilgili neler önerirsiniz? Her şeyden önce insanlar severek yapacakları meslekleri seçmeliler. Her insan her mesleği yapamaz. İnsanlar, yapmaktan mutlu olacakları, severek icra edecekleri mesleklere yönelmeliler. Benim puanım buraya yettiği için burdayım deyip de bir ömür sevmeden, mutlu olmadan bir mesleği yürütmenizi asla istemem. Yani her öğrencinin sevebileceği ve başarılı olabileceği meslekleri önceden tanıması lazım. Bununla ilgili okullarımızın rehberlik servislerinin çalışmalar yapması lazım. Yapılıyor da zaten. Meslekleri tanıtıcı çalışmaları rehber öğretmenlerimizin yapması lazım. O mesleği yapan insanları okullara getirip mesleklerini tanıtmalarını sağlamak lazım. Hangi işten daha çok para kazanırımdan ziyade benim mizacım hangisine daha uygun diye düşünmeli. Bizi kabul ettiğiniz ve sorularımıza cevap verdiğiniz için size çok teşekkür ederiz. 14 MUREKKEP DENIZI AYSIZ GECE Derin bir nefes aldı ve kapıyı çaldı. Açan olmadı. Tekrar çaldı. Kapının ardında yaklaşan ayak seslerini işitti. Fatma kapıyı açtı tedirgin tedirgin. Sarı saçları tülbentinden fırlamış, uykulu gözleri elindeki lambanın ışığıyla kısılmıştı. “Hoşgeldin” dedi. Sesi soğuk ve hasta gibiydi. Ahmet’in üstündeki tozlu elbisenin uçları katlanmış ve yırtılmıştı. Bakışları dalgındı. Görmeyen gözlerle baktı karısın: “Hoşbulduk.” dedi, içeriye girdi. Ev çok küçüktü. Köşedeki dökme soba evi ısıtmaya yetmiyordu. Çoğu zaman dışarıda giydikleri paltolarını çıkarmadan içeride otururlardı. Kapının tam karşısında mutfak vardı. Ateşten rengi siyaha dönen tencerenin içinde kuru fasulyenin dumanı tütüyordu. Alt raftaki tabak ve çanaklar görünmesin diye tezgahın önüne basma bir perde asmışlardı.. En azından dışarıdan gelen tozlardan koruyordu eşyaları. Evin duvarları kuru bir cilt gibi soyuluyordu. Nemden duvar köşeleri siyahlaşmıştı. Nem kokusu midelerini bulandırıyordu. Evin içindeki tek eşya yere serdikleri büyük bir minderdi. Geceleri minderleri yatak yapar öyle uyurlardı. Yerine tam oturmayan tahta kapı dışarıdan gelen soğuğu içeri geçirdiği için sürekli hasta olurlardı. İki yorgan örtünmeleri bile işe yaramıyordu. Hırsızın bile girmeyeceği bu tek göz evde iki kişi oturuyordu. Fatma yemeği bir kez karıştırdıktan sonra sofraya getirdi. Kocası, bu zamanlarda tarlada çok fazla iş olmadığından çoğunlukla kahvede geçirirdi zamanını. Bu saate kadar da kahvedeydi. Kadının tabağa doldurduğu kuru fasulyenin dumanı adamın hoşuna gitmişti. Ekmekten bir ısırık aldı ve yemeğini iştahla kaşıkladı. Yemeğini yerken gözleri karısına takıldı. Karısı isteksizce kaşığını uzatıyordu yemeğe. Onun huzursuzluğu gözünden kaçmadı Ahmet’in. Yemek yemeği bıraktı ve ona baktı. Üzülmüştü. Konuşması gereken bir konu vardı ama bu halini görünce konuyu açmak istemedi. “Neyin var?” dedi. Karısı hafifce başını kaldırdı. “Bir şey yok“ anlamında başını salladı. Yüzünde acı çekiyor gibi bir ifade vardı. Konuşmak istemiyordu. Nem kokusu yine odayı sarmıştı. Ahmet, burnunu yemeği yedikten sonra konuyu açmaya karar verdi. Bugün kahvedeyken kulağına bazı dedikodular gelmişti. O ve karısı hakkında… Kahvedekiler onun karısını dövdüğünü, yüzündeki yara bereleri kimse görmesin diye de dışarı salmadığını konuşuyorlardı. Bu da yetmiyormuş gibi kendisi çalışmayıp karısını çalıştırdığını söylüyorlardı. Söylenenleri işiten Ahmet, kahvede bağırıp çağırdı. Dedikodu eden adamları tartakladı. ”Söylenenlerin aslı astarı yok!”diye haykırdı. Aklı başında birkaç sözü dinlenir sağduyulu adam araya girerek kavganın büyümesini önledi. Ahmet’i masalarına alarak ona bir çay söylediler. Hikmet Emmi: ”Oğul, ne zamandır bu söylentileri işitir dururuz. Karını hem dövüyorsun hem de öldüresiye çalıştırıyorsun diyorlar. Nedir bunun aslı astarı? Sen söyle.” “Yok öyle bir şey Hikmet Emmi. Karımı hiçbir zaman dövmedim. Tarla komşularıma sorun. Hep ben giderim tarlaya. Karım pek dışarı çıkmaz, içine kapanıktır. Bu durumu öyle yormuşlar anlaşılan.” 15 Öfkeyle baktı hakkında dedikodu çıkaranlara. Daha fazla kalmamış, kahveyi terk etmişti. Eve gelirken de bir yandan düşünmüştü. Bu akşama kadar karısının neden içine kapandığına kafa yormamış, onu görmezden gelmişti. Evdeki bir eşyadan farkı kalmamıştı karısının. O kadar sessiz, o kadar görünmezdi. Zamanla kendisi de farkına varmadan alışmıştı onun görünmez varlığına. Bu akşam kahvedeki dedikodular başka bir gerçeği de ortaya çıkarmıştı. Aslında o hiçbir zaman Fatma’nın ne düşündüğünü, ne hissettiğini merak etmemişti. Böyleydi köylük yerler. Kadın ve erkeğe biçilen roller vardı insanlar bu roller oynardı. Kimse rolünü sorgulamazdı. Fatma, kafası önünde ağır ağır yemeğini yiyordu. Sanki lokmalar ağzında küçüleceği yerde büyüyordu. Gaz lambasının ışığında duvara yansıyan gölgesi bile kendisi kadar hareketsiz değildi.Ahmet kaşlarının altından karısına bakıyordu. İçinden ona karşı nedenini bilemediği bir merhamet dalgası geçti. Konuşmak için boğazını temizledi. “Fatma, biraz hasbıhal edelim seninle. Nicedir sesin soluğun duyulmaz oldu. İyice içine gömüldün Fatma. Bir ses ver. Gözlerinin ışığı sönmüş.” Fatma ilk kez irkildi kocasının karşısında. İlk kez sormuştu ona halini çünkü. Onun da bir can taşıdığını ilk kez fark etmişti. Karanlık dünyasına cılız bir ışığın sızdığını hissetti. Başını kaldırdı. Bu değişimin nedenini merak etmişti. Ne olmuştu da kocası bu akşam bir başkalaşmıştı. Sorusunun cevabını Ahmet’in gözlerinde aradı, bir şey göremedi.Utanmış gibi bakışlarını yere indirdi, cılız bir sesle “Yok bir şey” dedi. İki elini önünde birleştirmişti. “On beş yıl önce seninle evlendik. Ve sen o zaman çok gençtin. Benden çok küçüktün.”Ahmet bunu söylerken acı bir tebessüm etti. Bu tebessümde sanki pişmanlık vardı. “Görücü usulü almıştım seni. Çok sevdim seni. Çok güzeldin... Şimdi de öyle…” Gözleri doldu Ahmet’in. Ona mı yoksa kendine mi acıyordu bilmiyordu. “On beş yıl boyunca tek bir kez bile... Bir kez bile şikayet etmedin. Bana çok iyi baktın. Sanki bana sahip çıktın. Sanki kanatlarının arasına aldın.” Kadın da ağlıyordu. İkiside acı çekiyordu. “Bize ne oldu. Neden sustuk, ayrı ayrı dünyalara gömüldük. Ne zaman ayrıldık ikiye?” Kadın daha çok ağlmaya başladı. Kalbi ağrıyordu. Başı dönmeye başlamış, vücudunu acı bir sıcaklık sarmıştı. “Söyliyeceğim şey şu. Neden sana bu kadar yük oluyorken beni bırakmadın? Neden benden kaçmadın? Neden gidebileceğin halde buradan uzaklara gitmedin? Neden?” Fatma ağlamaya devam ediyordu. Başını kaldırdı ve burnunu sildi. Gözlerinde yılların acısı vardı sanki. “Kaçmadım çünkü beni sevdiğini biliyordum. Seni bırakıp nasıl giderim? Hem nereye, niçin? Bu evde gittikçe görünmez olmak da canımı çok acıtıyor. Gözlerinde beni görmeyen ifadeyi farketmek…” Adam ayağa kalktı ve ceketinin cebinden küçük bir paket çıkardı. Fatma’ya uzattı. Şaşkılıkla baktı kocasına Fatma. ”Nedir bu?” Sıcak bir gülümsemeyle karşılık verdi Ahmet: ”Aç kendin gör” Elleri titreyerek açtı çiçekli paketi. Küçük bir kutunun içinde kırmızı taşlı bir çift küpe çıktı. Sevinçle aydınlandı Fatma’nın yüzü. Kocasının ilk kendisini mutlu etmek için bir şey yaptığına şahit oluyordu. Gözlerine yine genç kızlığındaki tazelik gelmiş yanakları pembeleşmişti. Yüreği göğüs kafesine sığmaz olmuştu. Akşamın bu saatinde hiç beklemediği bir heyecan yaşamıştı. Minnetle kocasına baktı, içinde düğümlenen acıların bir bir çözülüp sağnak sağnak aktığını hissetti. Kocasına sarıldı ve sarsılarak ağlamaya başladı. Rahatlayıncaya kadar bekledi Ahmet. “Ne dersin Fatma, önümüz bahar evimizi şöyle güzelce boyayalım mı? Evdeki küften ve rutubetten bir iz kalmasın istiyorum.” Evet anlamında başını salladı Fatma. Gözlerinde bahar günlerinin tazeliği vardı. Güven DOLAŞ / 11-A 16 MUREKKEP DENIZI RÖPORTAJ: Yazar Sutan POLAT Kendinizi bize kısaca tanıtır mısınız? Dünyanın en zor sorusunu soruyorsunuz şu an. ‘Kendini bilen alemi bilir’ demişler bundan binlerce yıl önce. Bu topraklarda biriken kültür ve medeniyete tutkulu bir kulum. Öğrenmeye, merakımı gidermeye çalışıyorum. Yazmak bana daha çok araştırma, öğrenme fırsatı veriyor. Yayın hayatına nasıl atıldınız? Sizin gibi başladım. Önce lisede duvar gazetesi, üniversitede dergi, mezuniyetten sonra editörlük, yayın yönetmenliği, gezi yazıları ve makaleler, röportajlar derken nihayet roman. Yıllarca yazar arkadaşlarım başta olmak üzere, yakın çevrem ve dostlarım sürekli ne zaman yazmaya başlayacağımı sordular. Hatta hala yazmadığım için kınanıyordum. Bu kitap biraz da onlar sayesinde yazıldı. Hayatta her şeyin bir zamanı olduğuna inanırım. Dünyaya gelmek isteyen roman, bir zihne düşüp orada şekilleniyor. Evliya Çelebi de artık yazılmak istiyordu. Beni seçtiği için minnettarım. İlk kitabınız neden Evliya Çelebi hakkında oldu? Evliya Çelebi bir medeniyet gezgini ve bilim adamı. Batı’da rönesans insanı dedikleri türden. Ne yazık ki doğup büyüdüğü topraklarda, onu yetiştiren kültürde çok az tanınıyor. Hafızalarımızı tazelemek istedim. UNESCO 2011’i Evliya Çelebi yılı ilan etti mesela. Yine bir başka örnek; Avrupa Konseyi 2011 yılında medeniyetler arasında köprü kuran kültür insanlarını sıraladı. Leonardo Da Vinci’den Rahibe Teresa’ya, Albert Schweitzer’den İbn Rüşt’e Marco Polo’dan Martin Luther King’e Gutenberg’den Büyük İskender’e Gandhi’den Fulbreigt’e insanlık tarihine katkıda bulunanların yer aldığı listede Konfüçyüs ikinci sırada yer alıyordu. İlk sıra dünyanın en büyük seyyahı EVLİYA ÇELEBİ’ye aitti. Bir sinema projesi nedeniyle Evliya Çelebi uzmanı Prof. Dr. Hayati Develi ile uzun sohbetlerimiz oldu ve merak ettim. Dünyayı onun gözünden görmek, omzundaki kameraymış gibi ardına düşmek istedim. Kitap da bana bu fırsatı verdi. 17 Ayasofya’daki tünel ve gizli geçitleri nasıl bu kadar iyi tanımlayabildiniz? Tünelleri görmedim. Aslına ne kadar uygun anlattığımı bilmiyorum. Okuduklarınız benim hayal gücümün ürünü. Tüneller keşfedildiği dönemde müze başkanı olan Sayın Haluk Dursun’a tünellerle ilgili izlenimlerini sormak daha önce hiç aklıma gelmemişti. Şimdi siz zihnime düşürdünüz ve ilk karşılaşmamızda soracağım. Şehirlerin altındaki tüneller bugün bize çok gizemli geliyor. Ancak surlarla korunmuş hemen bütün şehirlerde var. Bugün de kanal sistemleri tünellerin yerini aldı. Hiç gün ışığı görmeden kilometrelerce gitmek mümkün olmalı. Kitabın geçtiği mekanları gezip gördünüz mü? Bizim kültür coğrafyamızdaki şehirlerin bir kısmını gezme şansım oldu. Ancak izlenimlerim doğal olarak 21. yüzyıla ait. Kitap 17. yüzyılda, yani seyyahımızın yaşadığı çağda geçiyor. Referansım Evliya Çelebi. Hikayeyi kurgularken Seyahanatname’sinde anlattığı şehirleri kullanmaya özen gösterdim. Örneğin İstanbul dışına ilk seferi, tam da Bağdat’ın yeniden fethinden hemen sonra Mudanya üzerinden Bursa’ya, gemiyle oluyor. Yine Kudüs’ü o kadar güzel anlatmış ki, gezmiş gibi hissediyorsunuz. O tüneller de gerçek. Bugün çok daha fazlasının olduğu sürekli basında yer alıyor. Akabe’deki mağara gibi kurgu mekanlar zihnimde canlandırıp içinde gezindiğim mekanlar. Mesafe ve yön tayinlerinde ise Google sağolsun... Kitap bitiyor ancak hikaye bitmiyor. Şimdi ne olacak? İkinci kitap, birincinin kaldığı yerden başlıyor ve peşinden yüz yıl daha geriye gidiyor. İlk kitapta Evliya Çelebi ve Aslan Paşa ,Piri Reis’in sandığı nasıl bulduğunu merak etmişlerdi. Söz verdikleri gibi hikayenin peşine düşü- 18 yorlar ancak bu kez daha da büyük gizemler ve tehlikeler bekliyor onları. İki hikaye paralel akıyor, biri Piri Reis’in sandığı ilk kez bulması, diğeri ise Evliya Çelebi’nin Ahit Sandığı’nın içinden aldığı o orjinal elyazmasının hikayesi ve tabii yeni düşmanlar... Yine Sancar Bey, Berfin ve Hasan bu kitapta da yer alıyorlar ve hikayelerinin nasıl sonuçlandığını öğreniyoruz. İkinci kitap da Evliya Çelebi’nin ağzından anlatılıyor ve inşallah 2016 yılında yayınlanacak. Peşinden üçüncü bir kitap gelecek ve sandığın günümüze nasıl ulaştığını göreceğiz. Hali hazırda Evangelistler ve Tapınak Şövalyeleri sandığı hala arıyorlar ki bu cümle kurgu değil gerçek. Mescid-i Aksa’nın altının köstebek yuvasına çevrilmesi de bu yüzden. Yine ABD Bağdat’a girdiğinde ilkin kütüphaneleri yağmaladı. O zaman da basında birkaç cümleyle yer aldı. Gizemlere meraklıysanız, internette bulabilirsiniz. Musa’nın Asası bugün Topkapı Sarayı’nda sergileniyor. Ve aslında en son Ahit sandığı’nın içinde olduğu söyleniyor. Osmanlı sarayına nasıl geldiği ise bir muamma... MUREKKEP DENIZI “40 Yıl Sonra” adlı bölümü de Evliya Çelebi mi yazmıştır? ’40 Yıl Sonra’ bölümü, Keşiş Berenger’in yazdığı ve bahçesine gömdüğü bir mektup. Berenger Fransa’nın güneyinde yaşamış tarihi bir karakter. Hayatına dair biraz araştırma yaparsanız, bazı gizimlere tanıklık etmiş olabileceği ihtimalinin kuvvetli olduğunu siz de görürsünüz. Özellikle görev yaptığı kilisenin bahçesine gömdüğü elyazmaları Vatikan arşivlerinde saklanıyor ve bugün hala sırrını koruyor. Üçüncü kitabın tam da oradan, Berenger’in mektubunun ele geçirilmesiyle başlamasını planlıyorum. Ama tabii yazmaya başlayınca ne olur bilemem. Yayın tarihi 2017 olacak. Evliya Çelebi seyahatnamesinde Ahit Sandığı’ndan bahsetmiş midir? Seyahatnamede Ahit Sandığı’ndan bahsettiği bir bölümü ben bilmiyorum. Hayati Hocam da olmadığını söyledi. Ancak Torino Kefeni’nden bahsettiğini biliyoruz. Vampirlerden, cadılardan ve bugün fantastik edebiyatın bayıldığı pek çok doğaüstü hikayeden de bahsediyor. Takip ettiğiniz bir edebiyat dergisi var mı? Son yıllarda düzenli olarak dergi okumayı bıraktım. Konu ve yazar takip etmeyi tercih ediyorum. Günümüz medyasının evrimi de bu yönde. Çok yakın gelecekte basılı gazeteler tümüyle bitecek ve hatta bildik anlamda gazeteler dahi ortadan kalkacaklar. Herkes yazar, muhabir, yorumcu takip edecek ve kendi kişisel medyasını oluşturacak. “Ömür o kadar kısa, okunacak eserler o kadar çok ki. “İki ömrüm olsun isterdim, biri yaşamak diğeri okumak için.” diyor Goethe. “ En son okuduğunuz kitap nedir? Türk ve dünya edebiyatından hangi yazarları tercih ediyorsunuz? Niçin? Ömür o kadar kısa, okunacak eserler o kadar çok ki. “İki ömrüm olsun isterdim, biri yaşamak diğeri okumak için.” diyor Goethe. Bu yıl yazmaya yoğunlaştığım için gözümde kalan çok kitap oldu. Yazarken etkileşimi en aza indirmek, üslubumu bulandırmamak için, araştırmalarım dışında okumamaya çalışıyorum. Ülkemden, Kemal Tahir favorimdir. Özellikle Esir Şehrin İnsanları okumaya doyamadığım kitaplardandır. İşgal İstanbul’unu hem mekansal hem de duygusal olarak o kadar içten anlatır ki, sokak sokak gezer ve acılara, umutlara, mücadeleye tanık olursunuz. Sabahattin Ali ve Orhan Kemal bütün eserlerini okuduğum isimler arasında. Yaşar Kemal demeye gerek var mı? Klasiklerden favorim Tolstoy’dur. Diriliş muazzam bir yol hikayesidir, yazarın kendi iç dünyasına yaptığı yolculuğu anlatır. Aslında tam da sizin yaşlarınızda okunabilecek eserlerden. Zaten klasikler için ne denir bilirsiniz, bir gün mutlaka tekrar okunur... Umberto Eco, Steinback, Hemingway, Hermann Hesse, Jack London, Cengiz Aytmatov... Alexandre Dumas, Jules Verne ile birlikte çocukluğumdan buyana hiç vazgeçemediğim yazarlardan. Günümüzde ise ilk kitabından beri Hakan Günday, yine bu topraklardan beslenen Trevanian. George R.R. Martin’in her kitabını heyecanla bekliyorum. Keza Diana Gabaldon’un serisi için de aynı şeyi söyleyebilirim. J.C. Grange nedense uzun bir ara verdi ve kaliteli çağdaş polisiyeye hasret kaldık. 19 Amin Maalouf, İldefonso Falcones ve Noah Gordon ne yazsa okurum dediğim isimler... Son yıllarda beni en çok etkileyen yerli roman Nazan Bekiroğlu’nun Nar Ağacı oldu. Bir toplumun var kalma mücadelesi bu kadar mı güzel anlatılır. Acıyı bile bal eylemiş... “Hikaye fışkırıyor bu topraklardan. Geçmişe, bugüne ve geleceğe dair anlatılmayı bekleyen o kadar çok hikayemiz var ki, ne kadar çok genç insanımız yazmaya heves etse, o kadar çok hikayeyi geleceğe taşıyabiliriz.“ Yazmaya hevesli gençlere öneriniz nedir? Henüz tek romanı yayınlanmış bir yazar değil de, yüze yakın kitaba editörlük yapmış eski bir yayıncı olarak cevap vereyim bu sorunuza; Yazmak okumakla başlar. Ne kadar çok okurlarsa, o kadar dolup taşarlar. Yazmak hakkında pek çok kitap var piyasada. Hikaye örgüleri, karakter oluşturma, kurgu, çatışma, mekan diyalog... Şöyle bir tarayıp ilgilerini çekenleri okusun ve sonra aynı hızla unutsunlar diyorum. Bir de seyretmek gerek. Sinema günümüzde hikayeler anlatmanın en modern ve etkili yolu. Senarist neden öyle değil de böyle yazmış, neleri izleyiciden gizlemiş, neleri kahramandan gizleyip izleyici ile paylaşmış... Yazmak öğretilmez, öğrenilir. Yalnızca okuyarak, seyrederek ve yazarak öğrenilir. Çalışabildikleri kadar çalışsınlar. İlham, çalışırken gelirse işe yarar. Hikaye fışkırıyor bu topraklardan. Geçmişe, bugüne ve geleceğe dair anlatılmayı bekleyen o kadar çok hikayemiz var ki, ne kadar çok genç insanımız yazmaya heves etse, o kadar çok hikayeyi geleceğe taşıyabiliriz. Bizi kırmayıp söyleşiye geldiğiniz ve röportaj vermeyi kabul ettiğiniz için size çok teşekkür ederiz. Rica ederim ben teşekkür ederim.Gençlerle olmak, onların edebiyata olan ilgilerini paylaşmak benim için çok keyifliydi. 20 MUREKKEP DENIZI OSCARLI BİR FİLM: DİRİLİŞ Yazıma başlayacağım nokta, filmin en önemli özelliği olan Leonardo Di Caprio’nun Oscar ödülünü alması. Ödüller verilmeden önce herkes Leonardo Di Caprio’nun film setinde yaşadığı zorlukları, sanatı uğruna göğüslediği çetin şartları konuşıyordu. Artık bu sefer ödülü o almalıydı çoğunluğa göre. Belki de bu yüzden verdiler ödülü? Ödül alma ihtimali sayesinde izleyiciler bu filmi olumlu bir önyargıyla izlediler. Ödüle layık bir film olarak izlendi Diriliş. Bu sayede film hakkındaki kötü eleştirilerin çoğu yok oldu. Üstelik yönetmenin bir önceki filmi de ödül almış bir filmdi. Yazıya böyle başlamam filmin kötü olduğu anlamına da gelmez tabii. Filmde sergilenen oyunculuk gerçekten çok iyi. Zaten Leonardo Di Caprio’nun oyunculuğuna bir diyecek yok. Ancak filmde kötü oyunculuğa sahip kimse de yok. Herkes çok iyi oynamış. Filmdeki çoğu olay sadece filmi daha trajik hale getirmek için ama yine de Glass intikam duygularıyla hareket etmiyor. Film daha çok Glass’ın hayatta kalmasına odaklı olarak çekilmiş . Çok zor doğa koşullarında oldukça soğuk ve karlı bir ortamda çekilmiş film.. Bu arada belirtmeden geçemeyeceğim bir vejetaryen olan Leonardo Di Caprio’nun rolü gereği çiğ ciğer yemesi ise büyük fedakarlık. Film her şeye rağmen gerek görsel olarak gerek işlenen konu ve oyunculuk olarak tamamen muhteşem bir film ve izlenmeyi sonuna kadar hak ediyor. Ahmet Altan HATİPOĞLU 9-C/98 21 SİNEMA ELEŞTİRİSİ: ESARETİN BEDELİ Film Adı: Esaretin Bedeli Orijinal Adı: The Shawshank Redemption Yönetmen: Frank DARABONT Öykü: Stephen KİNG Yıl: 1994 Umut; günümüze kadar birçok filme konu oldu. Ama inanın bana bu yazıda bu filmlerin en iyisini işleyeceğiz. Bir film düşünün içinde mükemmellik olan işte esaretin bedeli adlı filmimiz tam olarak böyle. Kadrosuyla mı dersiniz,konuyu işleyişiyle mi dersiniz yoksa jenerik müzikleriyle mi dersiniz orası size kalmış. Stephen King’in orijinal ismiyle The Shawshank redemption adlı öyküsü 1994 tarihinde Frank Darabont tarafından beyaz perdeye uyarlandı. İlk çıktığı zamanlarda fazla tutmayan film sonraki yıllarda kendi dalında binlerce filmi geride bıraktı. Hatta o kadar ki Uluslararası Film veri tabanı sitesinde yıllardır birinciliği kimseye kaptırmıyor. Azim, umut ve mükemmel oyunculuğun ortaya çıkardığı bu başyapıtı insanın defalarca izleyisi geliyor. Filmin başlarında Andy (Tim Robbins)’e acımadığını kimse söyleyemez. O kadarki şerefli ve her yönüyle düzgün bir adam eşine sunduğu bu güzel hayatın karşılığınıo aldatılarak alıyor. Olayın verdiği öfkeyle eline bir silah alıp eşi ve eşinin metresinden hıncını çıkartmaya gidiyor. Mahkemeye her ne kadar kendi yapmadığını söylesede jüti tarafından suçlu bulunuyor ve Shawshank hapishanesinde iki kez müebbet giyiyor. Hapishanede pek bir sessiz olan Andy sonunda sessizliğini içeri birşeyler sokmakla ünlü olan rede karşı bozar. Andy Red’den bir taş çekici ister. Bir taş çekiciyle hapishane duvarlarına bir kaçış tüneli açmaya kalksanız en az altıyüzyıl süreceği için Red Andy’nin bu isteğini yerine getirir. Bu bahaneyle Red ile Andy iyi arkadaş olurlar. Hapishanede bir çatı tadilatı işi çıkar ve iş için Red ve arkadaşları seçilir. Andy çatıda baş gardiyana kulak misafiri olur. Gardiyanın başı derttedir ve eski hayatında bankacı olan Andy gardiyana yardım etmeyi teklif eder. Gardiyanın başını kurtardıktan sonra Andy ödül için sadece arkadaşları için birer bira ister. Ve dört duvar arasında sıkışmış olan arkadaşlarına bir an bile olsun özgürmüşler gibi hissettirir. Andy bira içmez ve bunu sadece yeniden normal hissetmek için yapar. Andy iyi bir mahkum olduğu için kütüphanede görevlendirilir. Aslında sadece bir bankacı olduğu için bu iş ona verilir. Artık tüm gardiyanların, hapishane müdürüde dahil olmak üzere, mali işlerine bakacak ve kütüphaneyle ilgilenecektir. Kütüphanenin fakirliği Andy’nin gözüne çarpmıştır ve bu yüzden bakanlığa hapishane kütüphanesine kitap bağışı yapması için bir mektup gönderir ve tabiiki mektuba cevap gelmez. Bunun üzerine Andy haftada bir mektup yazmaya başlar ve uzun bir süre sonra bakanlık hapishaneye kitap yardımı yapar. 22 MUREKKEP DENIZI Film bu parçasında da bize azmin azizliğini yeniden gösterir. Andy artık müdürün iyice gözüne girmiştir ve bu nedenle Andy artık bankacılık bilgileriyle birlikte müdürün vergi kaçakçılığını yapacaktır. Bunun üzerine Andy gününün çoğunu müdürün odasında geçirir. Odadaki büyük pikap Andy’nin dikkatini çekmektedir ve sonunda dayanamayıp çalıştırır. Müdürün mikrofonunu pikaba dayar ve tüm hapishaneye o güzel sesli bayanların şarkısını dinletir. Mahkumların beton duvarlar arasında sertleşmiş kalplerini müziğin yüceliğiyle yumuşatır. Bu kabahatinden aldığı iki hafta hücre hapsine değdiğini sanıyorum. Sonraki zamanlarda hapisehaneye genç bir çocuk gelir. Andy bu çocuğa okuma-yazma öğretmek için çok uğraşır ve sonunda öğretir. Çocuk bir gün Andy’e eski hapishanesindeki iğrenç bir hücre arkadaşını anlatır. Çocuğun anlattığına göre Andy’nin karısını bu adam öldürmüştür. Andy masumdur. Hemen müdüre gider fakat müdür bunları unutması için Andy’yi hücre hapsine gönderiri. Çocuğuda Andy’nin kafasını karıştırdığı için öldürür. Andy hücreden çıkınca çok düşünceli davranır. Red’e bir gün Shawshankdan çıkacak olursa ismini söylediği kasabaya gelmesini söyler. Red Andy’nin bu düşünceli tavırlarından şüphelenir. Andy bir akşam her zamanki gibi müdürün vergi kaçakçılığı defterini kasaya koymak yerine gizlice beline sıkıştırır ve müdürün temizlemeye gidecek elbiselerini mahkum elbiselerinin altına giydikten sonra her zamanki gibi hücresine girer. Sabah sayım sırasında Andy yerinde yoktur. Müdür deliye döner fakat yine de onu bulamazlar. Daha sonra Andy’nin hücresindeki posterin arkasında küçük bit tünel olduğunu görürler. Red’in bir tünel kazması altıyüz yıl süreceğini sandığı çekiçle Andy yirmi yıldan az sürede özgürlüğe çıkan bir tünel kazmış, pis lağım boruları arasından özgürlüğüne kavuşmuştu. Ve Red’ şartlı tahliye olunca Andy’nin bahsettiği küçük kasabaya gider ve dostunu kucaklar... Gördüğünüz gibi bu filmde bir çok konu işlenmiş. Fakat hepsi birbirinden mükemmel. Müziğin ve özgürlüğün kıymeti, arkadaşlığın ve arkadaşlara olan sadakatin önemi en fazla bu kadar güzel anlatılabieceğini düşünüyorum. Yani size derim ki; eğer güzel filmler izleyip film kültürü oluşturmak istiyorsanız kesinlikle bu filmden başlamalısınız. Hem belki bu film bize alılşılmış gelen ve değerini hala anlayamadığımız değerleri hatırlatır. Özgürlük gibi… Abdüllatif DEMİRHAN 10-E 23 Çizgi Mizah 24 MUREKKEP DENIZI 25 YİTİRDİKLERİMİZ “ÜMMÜŞŞİİR”İ (GÜLTEN AKIN’I) SONSUZLUĞA UĞURLADIK. Gülten Akın 23 Ocak 1933’de Yozgat’ta doğdu. Liseyi, Ankara Kız Lisesi’nde bitirdi. İlk şiirini ilkokulda yazar. Babası II. Dünya Savaşı’nda asker olarak gittiği için Gülten Akın annesiyle beraber dedesinin yanına gider. Dedesinin yanında kaldığı süre boyunca geceleri dedesinin anlattığı uzun hikayelerle geçirir. Dayıları ve amcaları da şiirler yazan ve okumayı seven insanlardı. Onlar sayesinde Tolstoy, Dostoyevski, Nazım Hikmet ve Sabahattin Ali gibi yazarları erken yaşta tanır. Lise yıllarında yazdığı şiirleri okul gazeteleri ve dergilerinde yayınlar. İlk şiirini 1951’de Son Haber gazetesinde yayımlandı. Liseyi bitirdikten sonra Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ne yazıldı ve 1955’ de okulunu bitirdi. Üniversiteyi bitirdikten sonra 1956’da üniversitede tanıştığı Yaşar Cankoçak’la evlendi. Eşinin kaymakam olması nedeniyle göçebe bir hayat sürmeye başladı. Gevaş, Alucra, Gerze, Saray ilçelerinde ve Kahramanmaraş gibi Anadolu’nun çeşitli ilçelerinde yaşadı ve oralarda öğretmenlik ve avukatlık yaptı. 1960’da Alucra’da okuma yazma bilmeyen kadınlar için kurslar açar ve Türkçe öğretmenliği yapar.Halka ve Anadolu insanına olan düşkünlüğünü ‘’Bir Güneydoğu Ağıdı’’ adlı şiirinde şöyle göstermiştir: BİR GÜNEYDOĞU AĞIDI 26 İlk bu sabah İlk bu sabah göğü görmedim İlk bu sabah kaysı çiçeklerini Hüzün ilk kez konuk gibi gelmedi Efendim, ev sahabım Enikli kapılar kitlendi Taş avlular sustu, ben sustum İlk kez bekledim ölümü Dostu bekler gibi bekledim Dağlar Karacamı suya indiremedim Şahanım uçurdum döndüremedim Dağlar Benim acım acıların beyidir Canıma bir doru kısrakla gelir Öfkeyi sabırda eritir Umut yer Suyunu gözümden içer bir zaman Dağlar of dağlar MUREKKEP DENIZI Avukatlık ‘’erkek işi’’ olarak görüldüğü için kendisine ‘’Paşa Abıla’’ denmeye başlanır. Para almadan davaları izlemeye başlar bu yüzden barodan kötü örnek olduğu gerekçesiyle uyarı alır. 1972’de tekrar Ankara’ya yerleşir ve Türk Dil Kurumu Tarama ve Derleme Kolu’nda çalışır. 1978’de emekliye ayrılır. İlk şiirlerinde daha çok doğa, aşk, ayrılık, özlem gibi konuları işleyen Gülten Akın daha sonra toplumsal konuları işlemeye başladı. Şiirlerinde büyük ölçüde kadınlara ve çocuklara yer veren Gülten Akın çoğu şiiriyle kadınların ve çocukların sesi olmaya başladı. Kadınlara ve çocuklara karşı olan duyarlılığını birçok şiirinde gösterdiği gibi ‘’Annesi Çalışan Çocuğun Ağıdı’’ ve ‘’Annelerin İlahisi’’ adlı şiirlerinde de göstermiştir. ANNELER İLAHİSİ Yitiğin tartıldı orda burda bozuk mu düzgün mü tartılarda durdun söylenmemiş, anlatılmamış, söylenememiş olanı anlaşılır durdu duruşun öyle bakıyorsun içinde dolaştırdıkları o karışık ayna senin çıplak gözlerine ne kadar ne kadar yabancı suya düşmüş arıyı gözleyen bu dünya düşündürmez mi kimin hayatı kimin umurunda oysa sarmalandın, paylaşıldın ortasında sen gibi bir kalabalığın Anneler olmasa kim kimi severdi saklı tuttun o insanı insana bağlayan güvenci yollar boyu, eskitilmiş alanlarda solgun bir bedeni gezdirmedin Metin’ in annesi ANNESİ ÇALIŞAN ÇOCUĞUN AĞIDI Attım. Boyalar ne işe yarayabilir Yalnızlık için karadan başka Hangi rengi kullanabilirim Kuru masa, donuk tavan, somurtuk halı Solgun durmalı resimlerim Pencerem kuşları çekmiyor Soluğu azaldı nergislerin Üç tarak olsa taranmaz Yuku-Lilinin saçları Ben annesi çalışan bir çocuğum Yollarda damlarda eski yazdan kalma Mavi çizgileri kar gelir kapatır Sustum. Sevincin sesleri de Bir iki deneyip susacak Duvar diplerinde kedisel çığlıklar Bahçelerde çirkin kasımpatları açmalıdır 27 Şiirlerinde büyük ölçüde folklor öğelerinden yararlandı ve halkın kaynağına inme isteğini “Halkta var olan öz ve biçimi diyalektik olarak yükseltmek, şiiri yükseltirken halkın yaşamının ve yaşam biçimlerinin yükselmesine yardımcı olmak” şeklinde açıkladı. Şiirleri birçok dile çevrilen bu şairin kırktan fazla eseri de bestelendi. Bestelenen şiirlerinde biri ise Sezen Aksu’nun 1933’de bestelediği ‘’Deli Kızın Türküsü’’ adlı şiiridir. DELİ KIZIN TÜRKÜSÜ Elimi uzatsam tutsam götürsem Gözlerine baksam gözlerine konuşmasak Anlasan Elimi uzatsam tutamasam Olanca sevgimi yalnızlığımı Düşünsem hayır düşünmesem Senin hiç haberin olmasa Senin hiç haberin olmaz ki Başlar biter kendi kendine o türkü Yağmur yağar akasyalar ıslanır Bulutlar uçuşur geceleyin Ben yağmura deli buluta deli Bir büyük oyun yaşamak dediğin Beni ya sevmeli ya öldürmeli Yitirmeli büyük yolların birinde ne varsa Böcekler gibi başlamalı yeniden Bu Allahsız bu yağmur işlemez karanlıkta Yan garipliğine yürek yan Gitti giden 2008’de Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın ölümünün ardından Milliyet Gazetesi’nin düzenlemiş olduğu bir anket sonucunda ‘’Yaşayan En Büyük’’ şair olarak seçildi. 4 Kasım 2015’de şiirleriyle insanların sesi olan, Cemal Süreya’nın bile ‘’Ümmüşiir’’(şiirin annesi) dediği sanatçı, hayata veda etti. Ölmeden iki yıl önce yazdığı ‘Beni Sorarsan’ adlı kitabıyla kalplerimize son kez dokunup öyle gitti. Nasıl hatırlanmak istediğini bir şiiriyle de bize anlatmıştır. ‘’Gülten’i Yozgatlı demesinler bundan böyle Nerde ölürsem oralı olayım Doğularda, yolsuz dağların Soğuk suların başında öleyim.’’ 28 MUREKKEP DENIZI ÖYKÜ DENİZ KOKUSU ğaç ev denizi görüyordu. Havada tatlı bir esinti vardı. Rüzgar otları şefkatle okşuyor, ağaçları öpüyor, deniz yakınlarındaki sazlara sarılıyordu. Havadaki koku iç açıcı bir ferahlıktaydı. Küçük bir çekirge, boyuna uzamış koyu yeşil otların etrafında zıplıyordu. Sessizlk hakimiyetini ortaya koymuştu. Denizin sesini sessizlik sayacak kadar tatlı bulanlar bile vardı. Aynı sessizlik çekirgenin sesiyle eş değerdi. Denizin kokusunu uzun süre solumak bile burunları yakmıyor, ciğerlerini ruzgar gibi ferahlatıyordu. Güneş, rüzgara karşı çıkmak istemiyordu. Bu yüzden sıcaklığını ayarlıyor gibiydi. Yüzüne ışığin dokunduğunu hissediyorsun ama kalbinin atışları kadar ritmik değildi. Ritmik olması için rüzgarın da yüzüne vurması gerekiyordu. Çınar ağacı o kadar büyüktü ki, rüzgarı en üstte daha kuvvetli hissetmen kesindi. Güneşle bakışacak gibi olurdunuz. Parlak olmasını güzelliğinden yayıldığını anlayacaktınız o zaman. Ağaç evin içinde iki çocuk vardı. İkisi de aynı yaşta. Birisi kız, diğeri erkek. Kızın ismi Pelin, erkeğin ismi ise Can’dı. Ağaç evde karşılıklı oturuyorlardı. Pelin ağlıyordu. Yanakları güneşin güzelliğinden parlıyordu. Yanaklarında parlak yollar vardı. Islak parlak göz yaşı yolları. Can ise sessizce ona bakıyordu. Sanki hiç görmediği birisiydi. Şaşırmıştı ve kalbinin ritmi bozulmuştu ama bu sefer rüzgârdan kaynaklanmıyordu. İkisi de korkmuştu. Aşağıda dört ayağıyla çimlere basan ve ağzındaki beyaz katrana benzer sıvıyı çimenin tatlı rengine akıtan kuduz köpek, sanki denizin sesini bastıracak gibi var gücüyle havlıyordu ağaç eve. Zar zor kaçmışlardı. Korkuları, geçiciydi ağlamaları gibi. Sadece uygun zaman geldiğinde içeriye girecekti. Çocuk dalgınlığını attı ve kızın gözlerine baktı. “Ağlama” dedi. “Biraz sonra gideceğinden eminim.” Kızın korkusu dışarı çıkmış ve çıkarken de içeriye sakinliği çağırmıştı. “Hadi kardeş sıra sende” der gibi. Her şeyin sırası vardı. Sayılamıyacak kadar çoğu şeyin sırası vardı. Zamanı yoktu ama. Zaman acımasızdı. Beklemek kadar acımasız. Pelin yanağını sildi ve hafiften tebesüm etti. Can, mutlu olmuştu. Kızın gerginliği kalmayınca aynının kendinde de olduğunu hissetti. Köpeğin sesi çekirgelerin sesini bastıramıyordu ama çocuklar yine de duyuyorlardı onu. Olsun. Zaten korkuları da geçmişti. 29 Pelin, süründü ve kapıdan aşağıya baktı. Yüzgar yüzüne çarptı ve güneş gülümsedi gözlerine. Burnuna girdi deniz kokusu. Kulaklarına çarptı köpeğin havlaması. Köpek onu görünce daha çok havlamaya başladı. Gideceği yoktu anlaşılan. Gitmeyecekti de. İçeri girdi. “Galiba burada kaldık” dedi Pelin. “İnadı tuttu kuduz hayvanın.” Can aşağıya baktı ve sürünerek tekrar yerine geçti. “Gitmesi gerekiyor. Evime gitmem lazım.” dedi. Pelin şaşırmıştı. Onun saçma konuştuğunu düşündü. Köpeğin elbette gitmesi gerekiyordu yoksa onları ısırabilirdi. Kafasını hayır der gibi salladı Pelin. “İnanamıyorum sana” der gibiydi. “Buraya kaçmasaydık bizi ısıracaktı, bunu biliyorsun değil mi?” dedi Pelin. Cevap beklemiyordu. “Biliyorum.” “Ölebilirdik de!” “Eve gitmezsem de annem beni öldürecek ama” dedi Can. Hafiften gülümsemişti. Pelin, karşılık vermek istememişti ama tutamadı kendini başladı gülmeye. Köpek onların seslerini duyuyor gibi havlamaya devam ediyordu. Güneş kızıl olmaya yakındı. Rüzgarın esintisi kuvvetlenmeye başlamıştı ve denizin sükuneti yerini hırçın dalgalara bırakmıştı. Hava serinlemeye başlamıştı.Köpek, tehditkar havlamalarına inatla devam ediyordu. Sanki onları eline geçirmek için ne gerekirse yapmaya hazırdı. Pelin’le Can bir sure daha korkuyla oldukları yere sinip sessizce beklediler. Bekleyiş onlar için asırlar kadar uzun bir bekleyişti.Pelin’in aklına Can’ın onu sakinleştirmek için söylediği sözler geldi. Farkında olmadan gülümsedi. Kurtulabileceklerine inanamasa da yine de rahatlatmıştı onu Can.Güven veren bir tınısı vardı sözlerinin.Can onun kendi kendine gülümsediğini fark etmemişti. İçinde bir his vardı Pelin’in. Garip bir his, ne olduğunu kestiremediği. Can’ınsa aklında annesi vardı.Şimdiye kadar çoktan evde olmalıydı.Annesi meraktan deliye dönmüştür şimdi. Can’ı eline bir geçirirse… Endişeyle buruşturdu yüzünü. Belki de onları aramaya çıkarlardı.Ama bu kadar uzaklara gelebileceklerini hesap edebilirler miydi?İstemsizce gülüyordu Can. Korku ve endişeden sinirleri bozulmuştu. Aklını alıyordu köpeğin sesi ve sanki çok uzaklara atıyordu. Bazı anlar vardır birkaç saniyeliğine de olsa insane bir deli cesareti gelir. Pelin de o anın eşiğindeydi artık.Sinip sessizce beklediği köşesinde o tanımlayamadığı garip hislerini Can’a anlatma isteği duydu birden. Deli cesaretiyle derin bir nefes aldı. Düşünmedi, planlamadı, ne yapacağını bilmiyordu. Sadece söylemek istedi ve söyleyiverdi: “Can?” dedi kendinden emin bir sesle. “Efendim.” “Sana bir şey söylemek istiyorum” Can meraklanmıştı. “Söyle ” dedi. “Benim içimde bir his var,” dedi Pelin. “Çok değişik , çok garip , çok güzel bir his.” “Anladım... Sen korkuyorsun. Merak etme köpek gider birazdan.Biz de kurtuluruz.” Onu anlamak istemiyor gibiydi Can. 30 MUREKKEP DENIZI “Hayır. Korkum geçti , bu his uzun zamandır içimde.” Pelin cevap bekledi ama Can ona anlamadan baktı. Gökyüzünün tamamen kızıllaşması uzak değildi. Aşağıda ise köpek pes etmiyordu. Pelin konuşmaya devam etti: “ Hislerim seninle ilgili Can.” Kalbinin ritmini bozmuştu Pelin’in Artık ok yaydan çıkmıştı. “Dostluk gibi mi? Arkadaşlık gibi mi?” diye sordu Can.Anlamıyordu gerçekten de. “Aslında öyle değil. Ben... Ben galiba seni seviyorum.” Sonunda söylemişti. Can üzülmüş gibi baktı yüzüne.Anlamsızlık, kaybolmuştu gözlerinde . Şimdi ona ne söylemeliydi? Sıkıntıyla eğdi başını Can. Cevabı bulamıyordu.Sessizlik uzayınca Pelin sürdürdü konuşmasını: “Aslında eminim. Seni seviyorum.” “Gerçekten mi?” “Evet. Gerçekten.” “Doğrusu bunu hiç beklemiyordum. Hele içinde bulunduğumuz şu durumda…” dedi Can. Şaşırmıştı gerçekten de. Anlam veremedi. “Ben ikimizi hep arkadaş olarak gördüm.Çok iyi anlaşan iki arkadaş.” dedi. Pelin’in içi bulandı birden. Kalbine sanki yüzlerce iğne saplanmıştı. Ağlama hissinin hücumuyla gözleri doldu birden.Gözleri deniz olmuştu mavi ve ıslak…Sakin ve hafızasız bir deniz. “Yani beni sevmiyorsun?” dedi Pelin. Sesi boğumlu çıkmıştı. Boğazına denizci düğümü atılmış gibiydi.Can, başını “hayır” anlamında salladı “Özür dilerim. Ben…” Sözlerinin devamını getiremedi. Ne söyleyeceğini bilmiyordu çünkü. Gökyüzü kızıl kesilmiş, çimenler hafif kanlanmış, deniz karamaya başlamıştı. Sazlar rüzgarın etkisiyle dans ediyordu. Havada müthiş bir gerginlik vardı. Kötü bir his dokundu Can’ın yüreğine. Sessizlik ölüm gibiydi o an. Ölümün kendisi olacak kadar sessizlik. Kulakları sağır edecek şiddette keder vardı havada. Deniz kokusu genizleri yakıyordu. Beyni ağırlaşıyor, ölüyordu sanki Pelin. Gözyaşları usul usul yanaklarından süzülüyordu. Elinin tersiyle gözlerini silip aşağıya baktı. Köpek hâlâ oradaydı. Daha kuvvetli havladı. Güneşin kızıllığıyla daha kanlı görünüyordu. Daha fazla ağaç evde kalamazdı, artık aşağıya inmeliydi Pelin. Ters döndü ve merdivenin ilk basmağına bastı. Can’ın gözleri yuvalarından fırladı: “Ne yapıyorsun! Sakın inme aşağıya! Görmüyor musun köpek aşağıda hâlâ!” Pelin onu duymamazlıktan geldi. Can çok korkuyordu, ne yapacağını da bilemiyordu. Pelin’in kalbi kırılmıştı. Onu tutmaya bile kalkışamadı. Gitmekte haklı buldu onu ama… Köpek kızı görmüştü. Pelin’se köpeğe aldırmadan kararlı adımlarla inmeye devam ediyordu. Daha bir sabırsız havlıyordu köpek. Pelin son bir kez baktı ağağıya. Köpeğin sivri dişlerini görebilecek kadar yaklaşmıştı. Niyeti ağacın biraz uzağına atlayıp koşarak uzaklaşmaktı. Bütün gücünü toplayıp atladı. Ancak yere düşer düşmez ayağında duyduğu dayanılmaz bir acıyla bayıldı. Köpek yanıbaşında havlıyordu artık. Etrafında dönüyor dönüyor elbiselerini çekiştirerek onu sürüklemeye çalışıyordu. Yukarda Can ne yapacağını bilemiyordu. Korkudan aklını kaçırmak üzereydi. Pelin’e yardım etmeliydi ama nasıl? Aşağıya inecek cesareti yoktu. Hıçkıra hıçkıra ağlıyordu artık. Köpek Pelin’i denize doğru sürüklüyordu. Pelinin vücüdü önce dans eden çimenlerin üzerinden daha sonra rüzgarın okşadığı sazların arasından geçti. Köpeğin ayakları denize giriyordu. Onu aldı ve denize bıraktı. Dalga ilk önce Pelin’i ileri itti ama daha sonra kendine çekti. Deniz artık karanlıktı. Sazlıklar karanlıktı. Otlar daha karanlık. Etraftaki sessizlik ise hepsinden daha karanlıktı. Denizin kokusu daha bir iç acıtıyordu. Daha bir ciğerleri yakıyordu. Boğazı topaklıyordu. Can kendinden geçmişti. Ertesi gün Can ile Pelin hastanede açmışlardı gözlerini. Can, Pelin’in yaşadığını öğrenince çok sevinmişti. İçini bir his kaplamıştı. Deniz kokusu kadar şefkatli ve sevimli bir his… Pelin’se küskün menekşeler gibiydi kırgın ve boynu bükük. Güven DONAT 11/A 31 Şiir Köşesi NEYİM VAR BİLİYOR MUSUNUZ? Çocuktum pembe şatolu bir evim vardı Temiz geleceğim vardı Çocukluğum vardı Bozuk paralarım, çikolatalarım vardı Cepleri yırtık pantolonlarım vardı Kinim yoktu Öfkem yoktu Kırgınlığım yoktu Belki bileğimde güç de yoktu Ama kalbim çok güçlüydü Ve şimdi asırlar sonrası Neyim var biliyor musunuz? Yorgun bir kalbim Bulanık bir geleceğim Ve boşa geçmiş bir ömrüm var BAŞLIKSIZ Tek farkımız Fidanlarımız gençken Ölüme tutundu Gerçekler bizi çabuk tüketti Ve oyunlarımız hep acıyla bitti. Suç bizde değildi. Arkadaşımdı yıllarca devşirdiğm yollar Ve dostumdu köşesine sinerek Ağladığım kaldırımlar. Soğuk olmalı benim dostlarım İçine atladığım yalnızlıklar gibi. 32 HAYALLERİN Kayboldu yine düşlerim İsmi belli olmayan bir şehirde Ve hayallerim yırtıldı Kanayan gözlerimde Umut beni çoktan terk etmiş Tüm tesellisiyle Hayat işte, böyle davranıyormuş Misafirlerine Önce sever bir anne yüreğiyle Ve en sonunda Kandırdım seni diyerek Atar şehrin en soğuk hapsine Ve ne tesadüf ki yalnız sen varsın O hapishanede Cezansa sebepsiz müebbet Ve seni terk etmeyen tek şey İmkansız oluğunu düşündüğün Hayallerin... SESSİZ ne Kuşlar uçuyor yi yerlerde Uçsuz bucaksız orum ama Ne nerde bilmiy inle Kalbim hep sen arım Gökte uçurtmal k Hepsi rengaren iz kadar parlak Umutlarım den ın lgalar kadar hırç Ve hayallerim da bir ölü beden Ve kimsesizliğim Gibi sessiz KARANLIK Büyük bir karanlık görüyorum anne Çok büyük Çok büyük acılar çekiyorum anne Yüreğim acıyor Sanki yırtılıyor Sanki kanıyor Yıkılmış hayallerimle Şimdi sonsuzluğa uçacağım belki Belki daha şevkatlidir ölüm Belki daha rahattır musalla taşı Gence ölüm daha şirindir anne Sil güzündeki yaşı Gülüşten çelengini getir anne İşte geldi o karanlık Gözümü öyle bir çekiyor ki içine Kurtaramıyorum Beni bağışla anne Ölüyorum Sedanur Türk 10-A MUREKKEP DENIZI YAŞAR KEMAL (1926-2015) BEKLE Elbet bir gün, bütün çiçekler beyaz açar Hür ve mesut bir şarkı halinde Penceremizden uzanır nur İstediğimiz şekilde doğar gün. Dilediğimiz gibi yağar yağmur. Gökyüzüne hayranlığımız biter; Kapımıza çırılçıplak gelen bahar, Bir tohum halinde toprağa düşer. Bizim için başka türlü eser rüzgâr. Bahçelerin aşinalığı artar. Herkes gibi biz de doyasıya yaşarız hayatı. Yıldızlar dilimizle konuşur. Elbet bir gün, bizim de sevgilim Köyümüzde beyaz badanalı bir evimiz olur. YAŞAR KEMAL VE KÖY ROMANCILIĞI Türk edebiyatında köyü ve köylüyü anlatma arzusu Türk toplumunun modernleşme çabalarıyla birlikte başlar. Türkiye’nin modernleşme sürecinde “köycülük” Türkiye nüfusunun büyük bir çoğunluğunun köyde yaşaması nedeniyle ön plana çıkmıştır. Türk edebiyatı için de bu konu kaçınılmaz olarak önemli bir gündem oluşturmuştur. Hem Osmanlının son döneminde hem de Cumhuriyet’in ilk yıllarında “Anadolu’ya açılmak” en önemli arzulardan biri olarak kendini açıkça hissettirir. Refik Halit Karay’ın Memleket Hikayeleri’ nden Faruk Nafiz Çamlıbel’in Han Duvarları şiirine kadar pek çok eserde bu anlayışı görmek mümkündür. Bütün bu yönelimlere rağmen köyü ve köylüyü içten bir bakışla anlatma becerisi tam olarak sergilenememiştir. Yani köyü ve köylüyü anlatan yazarlar, köye bir gözlemci olarak köyün dışından bakmışlardır. Köyün içinde yetişip sonradan şehirlerde eğitim görmüş yazarlar köylülükten kurtuldukları için onların romanları da bu içten bakışı tam olarak gerçekleştirememiştir (Mahmut Makal, Fakir Baykurt gibi) . Bu noktada Yaşar Kemal, köyün içerden anlatılması anlamında bir öncü olmayı başarmıştır. Yaşar Kemal’in “İnce Memed” ve daha sonra yazdığı “Ortadirek” gibi köyü anlatan kitapları 1960’lı yılların siyasi ortamı içinde geniş bir yankı bulmuş, köyden söz eden edebiyatın yükselişe geçmesini sağlamıştır. Yaşar Kemal, Türk köylüsünü anlattığı romanlarında evrenseli yakalamayı başarmış bir sanatçıdır. Bu yönü onu, uluslararası arenada Nazım Hikmet’ten sonra tanınan ilk Türk yazar yapmıştır. 33 aşar Kemal’in romanlarının diğer köy romanlarında ayrıştığı en belirgin nokta, ağaköylü, devlet-köylü çatışmasının yanı sıra insan-doğa ilişkisinin üzerinde de durmuş olmasıdır. Onda tabiat dışardan bakılan bir madde değildir, yaşantının bir parçasıdır. Yaşar Kemal tabiatı sanki iki ayrı insan gibi görür. Tabiata hem köylünün gözüyle bakar hem de kendi gözüyle: “Güz yelleri neredeyse esmeye başlayacak. Boz toprağı soğuk, ürpertici bir yel yaladı yalayacak. Kuşlar, boyunlarını kanatlarının arasına çekmiş, kuytuluklarda büzülmüş duruyorlar. Üşümüş kuşlar. Keklik sesleri gelmez oldu. Kınalı ayaklarının izi yok artık çalı diplerinde.” “Sıcacıktır Çukur’ un toprağı. Yumuşacık pamuk gibidir. Kim bilir nasıl böyle un gibi yapmışlardır bu toprağı. Kara, ışıltılıdır. Yürürken ayak bileklerine kadar toprağa gömülürsün. Seher vakti düş gibi buğulanır. Işık günden değil, topraktan çıkar gibidir. Çukur’ un bu hali dağlarda yoktur.” Özellikle son romanlarında yoğun olarak görülen insan-doğa ilişkisine odaklaşma, onun köy romanının tipik niteliklerinin dışında kalmasına olanak vermiştir. Bu nedenledir ki 1980’den sonra köy romanı düşüşe geçerken Yaşar Kemal romanlarıyla varlığını korumayı başarmıştır. Gelip geçici akımlar gibi yok olmamış, kalıcı olmayı başarmıştır. Bu başarı, onun romanlarını sadece köy sorunlarını dile getirmek için yazmaması, aynı zamanda kendine has estetik bir çizgiyi de yakalamış olmasından kaynaklanmaktadır. Toplumcu gerçekçilerin içine düştükleri kısır döngüye kapılmamıştır. Fethi Naci “Yüz Yılın Yüz Türk Romanı “ isimli eserinde Yaşar Kemal’in “Ortadirek” romanını değerlendirirken şöyle demektedir: “ Köyden, köylüden söz açan hiçbir romanımızda, belirli şartlar içinde yaşayan, belirli bir tarihsel ve sosyal zamanın Türk insanının böylesine zengin, canlı, kıpır kıpır verildiğini hatırlamıyorum. Değişik olaylar ve kişiler karşısındaki tepkileriyle ve ana-oğul, gelin-kaynana, karı-koca ilişkileri içinde durmadan netleşen, ayrıntılarla beslenip ete kemiğe bürünerek ortaya çıkan üç insan, bütün sahilikleriyle, ilkel tarımsal üretim düzeyindeki Türk köylüsünü unutulmayacak bir biçimde somutlaştırmaktadır. Yaşar Kemal’in büyük başarısı burada bence: Hem roman okurlarını, hem de toplum ve insan gerçekliğimizi araştırmak isteyen toplumbilimcileri doyurabilmesinde...” Yaşar Kemal’in romanlarındaki köy evlerinde ocaklar hâlâ yanmakta, bacalar hâlâ tütmektedir. Burada yer sofralarında insanlar soğanı ekmeğe katık etmektedir hâlâ. Onun romanlarında güz yelleri eserken okuyucunun içi titrer aniden. Çıplak ayakları yumuşacık Çukurova toprağına basar serin. Kısacası onun romanları her daim yaşayan, soluk alıp veren romanlardır. 34 MUREKKEP DENIZI YAŞAR KEMAL’İN HALKTAN GELEN DİLİ “Ta çocukluğumdan bu yana, kendimi bildim bileli, okur-yazar değilken bile şiir söylerdim. Sonra folklor çalışmaları yaptım. Röportajlar yazdım. Hikayeler, romanlar yazdım. Çalışma tarzım gösteriyor ki, halktan yana, halkla birlikte işini gören bir sanatçıyım. Benim kişiliğimi ve sanatımı halktan ayırmak mümkün değil. Yirmi yedi yaşıma kadar halk içinde, halkla birlikte çalıştım. …” Gerçek adı Kemal Sadık Gökçeli olan ve Nobel Edebiyat Ödülü’ne aday gösterilen ilk Türk yazarımızdır Yaşar Kemal. Eserlerinde, kendi gözlemlerinden yola çıkarak hazırladığı şiirsel üslubunu oldukça etkili bir biçimde kullanmayı başarmıştır. Bunun yanı sıra kimi zaman eserlerinde katılıktan ve kalıplaşmışlıktan uzak, kendi hayalleriyle yorumladığı bir dili, kimi zaman da sözlü edebiyatın fikirleriyle yeniden yorumlanmış bir halini kullanmıştır. Halk dilindeki betimlemeleri, yöresel sözcükleri, ağıtları ve benzerlerini çağdaş bir yazar kalemiyle yeniden yorumlayarak dil ve üslup bakımından üst düzeyde eserler ortaya koymuştur. Pek çok eserinde Anadolu’nun efsane ve masallarından yararlandığı görülmektedir. Yaşar Kemal, Çukurova bölgesinden ve Toroslardan derlediği birçok ağıtı bir araya getirerek hazırladığı ilk eseri olan “Ağıtlar” isimli kitabıyla ilk tecrübesine rağmen ustalığını bütün okuyucularına göstermiştir. Bunu yapabilmiş olmasındaki en önemli etken ise şüphesiz kullanmış olduğu kusursuz dildir. Aynı zamanda alanında büyük bir boşluğu dolduran bu eseriyle halk kültürü açısından çok değerli ögeler içeren ağıtları bir araya getirerek kültürümüzün tanınmasını ve tanıtılmasını sağlamıştır. Bu sayede Anadolu insanının sıcaklığını ve duygusallığını en iyi biçimde bizlere aktarmaya çalışmıştır. Anlaşılır ifadeleri, eserlerinin kısa sürede pek çok kimseler tarafından sevilmesini sağlayan önemli etkenlerden biridir. Döneminin siyasi olaylarıyla yakından ilgilenen Yaşar Kemal, siyasi görüşünün ve sanatının paralel olduğunu söylemiş, yapıtlarında da halka dönük düşüncelerini kimi zaman politikayla birleştirerek okuyuculara aktarmıştır. 19 Nisan 1971 yılında Yaşar Kemal’in Milliyet gazetesi Genel Yayın Müdürü Abdi İpekçi’nin “Her Hafta Bir Sohbet” köşesinde yer alan bir konuşmasında “Ta çocukluğumdan bu yana, kendimi bildim bileli, okur-yazar değilken bile şiir söylerdim. Sonra folklor çalışmaları yaptım. Röportajlar yazdım. Hikayeler, romanlar yazdım. Çalışma tarzım gösteriyor ki, halktan yana, halkla birlikte işini gören bir sanatçıyım. Benim kişiliğimi ve sanatımı halktan ayırmak mümkün değil. Yirmi yedi yaşıma kadar halk içinde, halkla birlikte çalıştım. …” demesinden de uzun yıllar boyunca halka hitap eden bir üslup kullandığını ve bu sayede anlaşılır eserler ortaya koyduğunu anlamaktayız. Bunun yanı sıra şiir, röportaj, hikaye ve roman türlerinde eserler sunduğunu ve folklor ile ilgilenmiş olduğunu da söylediklerinden hareketle anlayabiliyoruz. Artık, bütün hayatını sanatına ve milletine adamış olan usta kalemi saygıyla anmak ve miras bıraktığı birbirinden değerli eserleri okuyup anlamak düşüyor biz gençlere. Okuyup anlamalı ki bir ömür verilen bu baş yapıtlara yazık olmasın… Cenk DUNAT (10/D) 35 YAŞAR KEMAL’İN HAYATI VE ESERLERİ Asıl adı Kemal Sadık Göğçeli olan Yaşar Kemal 1922 yılında Adana’nın Hemite köyünde doğmuştur. Beş yaşlarındayken kaza sonucu bir gözünü kaybetmiştir. İlköğrenimini Kadirli’de tamamlayan yazar, Adana Birinci Ortaokulu’nda son sınıftayken okuldan ayrıldı. Pamuk tarlalarında ırgatlık, kâtiplik ve arzuhalciliğe kadar her çeşit işte çalıştı. Siyasi düşüncelerinden ötürü bir süre Kozan’da hapishanede yattı. İstanbul’a giderek Cumhuriyet gazetesinde fıkralar, röportajlar ve denemeler yazdı. Daha sonra serbest yazarlığı seçerek yazın hayatına devam etti. Yaşar Kemal’in edebiyat dünyasına girişi şiirle olmuştur. İlk şiirleri Görüş dergisinde yayımlanmıştır. Daha sonra folklor derleme ve araştırmalarına yöneldi. İlk derlemesi Çifte Çapa Maniler adlı çalışmasıdır. Bu alanda bir de kitap yayımlamıştır: Ağıtlar. Çeşitli dergilerde çıkan koşma biçimindeki şiirlerinde de hep Kemal Sadık Göğçeli adını kullandı. İstanbul’a yerleştikten sonra öyküye, ardından da romana geçti, Yaşar Kemal adıyla tanındı. Yaşar Kemal’in ilk ünlenişi Cumhuriyet gazetesindeki röportajlarıyladır. “Dünyanın En Büyük Çiftliğinde Yedi Gün” başlıklı röportajıyla Gazeteciler Cemiyeti’nin ilk röportaj ödülünü aldı (1955). Aynı yıl İnce Memed romanı da Varlık Roman Armağanı’nı kazandı. Ünü yurt dışına taşan ve yapıtları birçok dile çevrilen Türk yazarlarının başında gelmiş, Nobel Edebiyat Ödülü’ne aday gösterilmiştir. Ününü yaygınlaştıran ve dünya dillerinin çoğuna çevrilen ilk romanı İnce Memed’de eşkıyalık olgusunu işleyen Yaşar Kemal, hemen bütün romanlarında Çukurova’yı konu edinerek toplumsal çelişkileri ve çatışmaları, bunların insan dünyasına yansıyışlarını anlattı. Feodal ilişkilerin egemen olduğu bir düzeni, bu düzenle birlikte bütün değerlerin yıkılışını, doğa-insan ilişkilerini, insanı insan yapan tutkuları, korkuları, düşleri şiirsel bir dille anlattı. Toplumsal gerçeklikle insan gerçeği arasındaki bağlantıyı kurabilmesi başarısını arttırdı. Devingen, değişen, soluk alan bir doğa içinde doğayla var olan insanı vermeyi amaçladı. Doğa tutkusunun yanısıra anlatımındaki destansılık da romanlarının başlıca özelliğidir. Giderek halk dilinden, şiirden, törelerinden ustaca yararlanarak sözlü anlatımdaki kimi efsaneleri çağdaş gelişime koşut bir anlayışla toplumsal ve insani özü vurgulayarak işledi. 36 MUREKKEP DENIZI ESERLERİ: ÖYKÜ: Sarı Sıcak, Bütün Hikayeler, Kalemler, Yolda Roman: İnce Memed (I,II,III,IV) Teneke, Ortadirek-Dağın Öte Yüzü Yer Demir Gök Bakır-Dağın Öte Yüzü Ölmez Otu-Dağın Öte Yüzü Ağrı Dağı Efsanesi Binboğalar Efsanesi Demirciler Çarşısı Cinayeti –Akçasazın Ağaları Yusufçuk Yusuf-Akçasazın Ağaları Yılanı Öldürseler Al Gözüm Seyreyle Salih Kuşlar da Gitti (uzun öykü ) Deniz Küstü Hüyükteki Nar Ağacı Yağmurcuk Kuşu/ Kimsecik 1 Kale Kapısı/ Kimsecik 2 Kanın Sesi /Kimsecik 3 Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana – Bir Ada Hikayesi 1 Karıncanın Su İçtiği –Bir Ada Hikayesi 2 Tanyeri Horozları- Bir Ada Hikayesi 3 Çıplak Deniz Çıplak Ada- Bir Ada Hikayesi 4 Tek Kanatlı Bir Kuş ÇOCUK ROMANI: Filler Sultanı ile Kırmızı Sakallı Karınca DESTANSI ROMAN: Üç Anadolu Efsanesi Çakırcalı Efe ŞİİR: Bugünlerde Bahar İndi RÖPORTAJ: Yanan Ormanlarda 50 Gün Çukurova Yana Yana Peribacaları Nuhun Gemisi Bir Bulut Kaynıyor Röportaj Yazarlığında 60 Yıl Çocuklar İnsandır Neredesin Arkadaşım Yağmurla Gelen DENEME-DERLEME Ağıtlar Taş Çatlasa Baldaki Tuz Gökyüzü Mavi Kaldı Ağacın Çürüğü Yayımlanmamış 10 Ağıt Sarı Defterdekiler: Folklor Derlemeleri Ustadır Arı Zulmün Artsın Binbir Çiçekli Bahçe Bu Bir Çağrıdır Sevmek Sevinmek İyi Şeyler Üstüne kırmızı deynek havanın yüzünde bir kırlangıç sürüsü ve yabanıl ak atlar doludizgin bu sabah, bu sabah öylesine güzel ki bu sabah yağmur yağacak bu sabah gün açacak bu sabah tekmil tomurcuklar patlayacak bahar patlayacak köpükler, bulutlar patlayacak özlemlerin en güzeli, tozlu bir özlem topraktan yeni çıkarılmış üç bin yıllık yunan şarabı atların kara gözleri ve ben kederden geberiyorum tam yalnızlıktan gebermenin de sırası senin ellerin güzel bir damla duman ovanın üstünde bir damla ak bulut, altına batmış, yeşile batmış bir damla sıcacık, bir damla ışıltı sımsacıcık tutuyorum sımsıcacık tutuyorum bir şeyi önüme bir adam çıkıyor amma da kocaman gözleri var amma da çok ağlamış amma da çok çiçek açmış amma da çok yüreği, amma da çok yüreği sıcak amma da çok yalnızlıktan geberiyor amma da çok mavi tutuyor 37 HALKIN İÇİNDEN BİR ROMANCI: YAŞAR KEMAL “Bizim oralarda Karacaoğlan türküsü bilmeyene kız vermezlerdi. Mimaride, kilimde, edebiyatta, her şeyde halkın kendi yarattığı bir kültür vardı. Kültürler doğal olarak ölür. Ama ölenin yerine yenisi gelir. Ama yazık ki bizde ölenin yerine yenisi gelmiyor. Bir yanda körü körüne bir Batı taklitçiliği, öte yanda yalnızlık, içine kapanmışlık. Bugün halk kültürümüzün dalları kesiliyor. Ağaç ölüyor, tohum yere düşmüyor.” 28 Şubat’ta birinci ölüm yıldönümü nedeniyle ülke gündeminde kendisine yer bulan Yaşar Kemal çeşitli vesilelerle karşıma çıktı ve merakımı daha çok uyandırdı. Yaptığım araştırmalar sonucunda büyük usta Yaşar Kemal’I ne kadar da az tanımış olduğumu fark ettim. Yaşar Kemal, halkın içinden gelen, yazmış olduğu eserlerdeki kahramanlarını sanki birlikte yaşamışçasına yakından tanıyan, onlarla aynı ortamı paylaşan, aynı mahallenin veya köyün, kasabanın insanı gibi, aynı hayatı paylaşan ve bu paylaşımını yöresel ağız ile kağıda döken, o coğrafyanın temsilcisi usta bir edebiyatçı. Üstad yaşadığı coğrafyadaki gelir dengesizliklerini, sınıf farklılıklarını ve bu sınıfların çatışmalarını eserlerinde işlemiştir. Yaşar KEMAL, Cumhuriyet döneminin ilk yıllarında karşılaştığı zorlukları bizzat yaşayarak dünya sıralamasında yer edinmiş bir edebiyatçıdır. 1954‘te düzenlenip eski adıyla tefrika edilip, 1955’te kitaplaşan İnce Memed adlı eserle edebiyat alanında tanınırlık kazandı. 1960’ ların genel eğilimini yansıtan Ortadirek, Yer Demir Gök Bakır ve Ölmez Otu gibi Türkiye’ye özgü denebilecek toplumcu gerçekçi edebiyatın bir alt türü olan köy romanlarıyla üne kavuştu. 1960 ve 1970 ‘lerde edebiyattan öncelikli olarak toplumsal bir fayda sunmasının yanı sıra yazarın kimliği ile ilgili bir beklenti vardır. Politik mücadelenin içinde yer almayan bir yazarın bu dönemde itibar görmesi pek mümkün değildir. Yaşar Kemal de yazar olarak ününü yalnızca yapıtlarına değil, bir eylem adamı olarak tanınması ve muhalif kimliğine de borçludur. 38 MUREKKEP DENIZI Yaşar Kemal’in çok eski bir dostu olan Zülfü Livaneli, “Gözüyle Kartal Avlayan Yazar“ isimli eserinde şunları yazmaktadır: ”Yaşar Kemal bana edebiyatta, müzikte, resimde, hangi dalda olursa olsun oyun oynamamayı öğretti. Bu ne anlama geliyor? Her çağın insanı değişik etkilere, deyim yerindeyse modalara kapılıyor. Özellikle kitabın, sanatın meta haline dönüştüğü bir dönemde, dünyada akımlar, modalar yaratılıyor. Biri geliyor, biri gidiyor. Yaşar Kemal ilk gençlik yıllarımdan beri, bana bu akımlara kapılmamayı, modalara aldırış etmemeyi, köke sadık kalmanın önemini anlattı, genç yaşımda beni sanat cinlerine karşı koruyacak bir zırh giydirdi. Bu zırh sayesinde müzikte de aynı şekilde köke gitmeyi, binlerce yıllık gelenekten ayrılmamayı, bu ulu nehre bir şey katabilirsem bunun ancak bir damla olabileceğini öğrendim.“ Yaşar Kemal’in kendisi de bütün bu moda akımların dışında kalmış, özgün üslubuyla ve dayandığı zengin halk kültürüyle uluslararası bir değer olmayı başarmıştır. Yaşar Kemal’in dünya edebiyatçısı olmasındaki en önemli unsur ise tevazu sahibi yani alçakgönüllü ve dürüst insan olmasından kaynaklanan insancıllıkla, ezilen tarafın yanında olması ve bunu büyük bir cesaretle dile getirmesidir. Amacı bütün güzelliklerin toplumca paylaşılmasını sağlayacak ortamlar oluşturmaktır. Yaşar Kemal, kendi öz değerlerimizi seven, onları geniş kitlelere tanıtmaya çalışan çağdaş ve ilerici bir edebiyatçıdır. Onun romanlarında efsaneler, masallar, yakılan ağıtlar, cenaze törenleri, yenen yemekler gibi folklorik unsurlara geniş yer verilmiştir.Halkın hayalinde ve yaşamında ne varsa onun romanlarında ete kemiğe bürünmüştür. Yazımı yazarla yapılan bir söyleşiden yaptığım alıntıyla bitirmek istiyorum.Halk kültürüne olan bağlılığını ustanın kendisi söylesin son söz olarak: ‘’Benim içinde büyüdüğüm bir halk vardı. Bizim oralarda Karacaoğlan türküsü bilmeyene kız vermezlerdi. Mimaride, kilimde, edebiyatta, her şeyde halkın kendi yarattığı bir kültür vardı. Kültürler doğal olarak ölür. Ama ölenin yerine yenisi gelir. Ama yazık ki bizde ölenin yerine yenisi gelmiyor. Bir yanda körü körüne bir Batı taklitçiliği, öte yanda yalnızlık, içine kapanmışlık. Bugün halk kültürümüzün dalları kesiliyor. Ağaç ölüyor, tohum yere düşmüyor. Ulus bilinci gerekiyor, tohumlar için. Ama ulus bilinci bizde şimdilik yok. Benim bir ayağım Anadolu’daysa, bir ayağım da dünyada. Kültürler birbirlerini besler. Dünya kültüründen beslenmek şart ama kendi kaynaklarını da bilmeli. Kendi kaynaklarımızı bilip dünyaya açılmaktan başka çaremiz yok. ‘’ Rabia Yağmur TUNÇAY / 10-A 39 RENKLERİNİ KAYBEDEN GÖKKUŞAĞI Bazı gerçekler vardır kabul edilmesi zor olan. Kabul edilmesi zor ama önemli olan bu gerçekle yaşamak… Bir varmış bir yokmuş. Teke düz hayatların sıradan insanları, her gün yaptıkları rutinlerle yollarda ziyan olurlarken, kendini toplumdan ebediyen soyutlamış bir sanatçı yaşarmış. Gününün bütün bölümünü ya müziğe verirmiş ya da yazmaya. Ona göre hayatta bir sınır yokmuş. Ona göre hayat dolu dolu yaşanması gereken sırlara ayak basmış bir depremmiş. Ve ona kalırsa bu insanlar da robotlaşmış çağın acınası yolcularıymış… Neden diye sorarlarsa o, herkesin yaşadığı aynı hayatı yaşamak istemiyormuş. Diğer insanlara göre hayat, doğup büyümekten ve yaşlanana kadar bildiği mesleği yapmaktan ibaretmiş.Yaşlandıktan sonra emeklilik… Oturdukları yerden para kazanma telaşı başlarmış. Ona göre insan gençliğini çürüttükten sonra neden ilerde sefasını sürermiş ki? Bu düşünceyle bir hayli gülmeye başlamış. Çünkü kendisi toplumca algılanan farklı bir kişilikmiş ve dünyaya da biraz fazlaymış sanki. İnsanlar bu gerçeği ne zaman kabul ederler hiçbir fikri yokmuş genç sanatçının… Farklı yaşanmayan hayatlar tüm renkleri siyah olan gökkuşağına benzer. Siz hiç gökkuşağı gördünüz mü renkleri aynı olan? Belki de insanlar bu gerçekle yüzleşmeye hazır değillerdir. Hazır olunmayan gerçekler ise zamanla acı verir. Çünkü kimi insan iş işten geçince zamanının, yaşının ve kalbinin değerini anlar. Ve değerler ise farklılıktan doğar. Ezgi AYDIN / 9-B YAŞAMAK GÜZEL Ne güzeldir, biz susarken derdimizi söyleyen şarkılar . Ne güzeldir, kafiyeleriyle ruhumuzu aydınlatan şiirler. Ne güzeldir, yeryüzünün karanlık perdesini aralayan yıldızlar . Ne güzeldir , sihirli kanatlarıyla bizi diyar diyar gezdiren rüyalar. Zaman...Ne gariptir, umulmadık anda yitip giden canları taşır omuzlarında. En derin yaraları görünmez merhemiyle sarar. En acınası anları bayram yerinin şenliğine çevirir kimi zaman. İşte böyledir dünya! Acıyla keder hep omuz omuza. Ne güzeldir hayat yaşanmaya değer kader olunca. Ezgi AYDIN/ 9B 40 MUREKKEP DENIZI UMUT ÇİÇEKLERİ “Her sonun yeni bir başlangıcında umut vardır.” derlerdi bazen. Derlerdi demesine ama her sonda umut olduğu kadar gece bulutları da dans ederdi gökyüzünde. Gece bulutlarının gizlediği karanlığın arkasında ise hiç fark edemediğimiz yıldızlar parlardı. Bu yıldızlar işte bizim umudumuzdu. Yolumuza ışık tutan kıvılcım güllesiydi onlar. Bana sorarlarsa her insanın bir yıldızı vardı. Bu yıldızlar insanın umuduna göre kararıp ışıldarlardı. Bazılarının yıldızını ateşe yansıtırlardı. Sonra yıldız olarak kodladığımız umut ise ateşte kül olup başka kıvılcımlara kucak açardı. Ateş yıldızı kül etmeye çalışıyordu. Gece bulutları ise seyirci kalmıştı olup bitene. Yıldızın sönüşüne. Ateşin gürleyişine. Yağmurun damlasının toprağa her düştüğünde oluşan toprak kokusuna ses çıkaramamıştı gece bulutu. Bir yerden de haklıydı aslında. Eğer gece bulutu ses çıkarsaydı olup bitene, ateş onu da basardı bağrına. Onu da kül ederdi derinliklerinde. Gece bulutu çaresizdi ve korkuyordu ateşin gazabından. Ateş acımasızdı. Ateş umursamazdı. Ateş umutları kül eden kör kuyuydu. Peki ya yağmur? Yağmur sessiz kalacak mıydı yıldızını kül edene? Kalamazdı. Çünkü yağmurun kendi benliği yıldızlarda misafirdi. Ve bir ateşin yıldızını karatmasına izin veremezdi. Yağmur direndi. Yağmur ateşe karşı savaş verdi. Yağmur kazandı. Bu sefer yağmur söndürmüştü ateşi. Ateşten geriye kalan ise sadece dumandı. Her zarar bittiğinde hala hasar oradadır ya o misaldi işte bu dumanda. Peki duman durur mu hiç? Bu sefer de duman yıldızın çevresini kuşatıyordu. Yıldızın üzerinde dumanlarını bırakmak istiyordu. Tüm tabakasını yıldızın etrafına sardırdı. Ama duman şunu unutuyordu. Yıldızın kalbi her zaman parlaktı. Ve kalbine inancı tamdı. Gece bulutlarına baktı ilk önce. Bulut kızardı. Gözlerini kaçırdı yıldızdan. Sonra ise onu var eden yağmuruna baktı uzunca. Karar vermeye çalıştı kendince. Evet, yapabilirdi. Çevresini saran dumanı aşıp etrafı parlatmasına izin verebilirdi. Duman ona hayretle bakıyor, yıldızın ne yapacağını tam olarak kestiremiyordu. Ama umursamıyordu. Çünkü duman ateşten kalan esrarengiz rekabetçiydi. Sarardı tüm umutların etrafını acımasızca. Her köşede kötü izler bırakıp umutların fidanlarını kuruturdu. Yıldız son bir çabayla gözlerini kapattı. Belki de onunda parıltısını yok edebilirdi duman. Sonra kalbine ulaşmaya çalıştı yıldız. Gözleri kapalı, kalbinin sesini duymaya çalıştı. O bu sonsuz evrene parıltısını saçmak için vardı ve başarabilirdi. Kalbi ona bunu söylüyordu ve olması gereken buydu. Çevresindeki dumanı kalbiyle yerle bir eden yıldız, onu var eden yağmura gururla baktı. Yağmur sevinçten coşarcasına hızla irili ufaklı taneciklerini toprakta yeni fidanlar açsın diye yeryüzüne bıraktı. Ve yıldız o günden sonra anladı ki kalbimizdeki umut her şeye bedeldi ve bunu sadece kalbinin en derinliklerine ulaşabilenler anlayabilirdi. O günden sonra yıldız parlamaya, yağmur ise ahenkli damlacıklarını yeni açan tomurcuklar için yeryüzüne feda etmeye devam etti. Ezgi AYDIN / 9-B 41 “EDEBİYATIMIZIN GÜLERYÜZÜ”NDEN NÜKTELER HANGİ BÜLBÜL Âkif, yapmacık hareket ve edalarla şiir okuyanlardan hoşlanmazdı. Bir gün böyle biri, Tacettin Dergâhında, şairimizin “Bülbül” şiirini suni davranışlarla ve zevksizce okur. Canı sıkılan Âkif, görüşünü şöyle açıklar: “Bu bülbül bizim Bülbül’e benziyordu ama ne kanadını bıraktı, ne kuyruğunu!” BAYTAR MI? Saygısız ve küstah gençlerden biri bir toplantıda Mehmet Âkif’i küçük düşürmeye çalışıp ”Siz baytar mısınız?” diye sorar. Âkif istifini bozmadan cevap verir: “Evet, bir yeriniz mi ağrıyor?” karşılığını verir. VEFA YOK Mehmet Âkif’in “Köse İmam” şiirini ithaf ettiği Ali Şevki Bey bir gün şaire İstanbul’daki Vefa yokuşundan bahseder.İç geçiren Safahat şairi sitem dolu bir sesle karşılık verir: “Bırak Ali Şevki Bey, bugünkü nesil o yokuşu çoktan dümdüz etti.” KARANFİL ŞAİRİ Bedri Rahmi Eyüboğlu “Hocamız Ahmet Haşim” isimli yazısında Karanfil şairinin bilinmeyen özelliklerini ve hocalık cephesini anlatır. Hâşim, biraz da bu anekdotlar arasında gizlidir aslında: “Bilmen gene hangi daldan hangi dala sıçramış, bize berrak cümleleriyle İstanbul’a İtalya’dan tayyare ile çiçek gelmesinde bulduğu gülünç ve hazin tarafı anlatıyordu: - Nedim’in, kasidelerin memleketine şiirleri baştan aşağı kadar çiçek olan, minyatürlerinde çiçekten geçilmeyecek bir memlekete İtalya’dan hem de tayyare ile çiçek geliyor! Lâleyi tarihe sokan, bir devre çiçek ismi veren bize, İtalya’dan gül ve karanfil geliyor... Gül ve bilhassa karanfil! Bu iki çiçek şarkın ta kendisidir. Yarabbi, bize nasıl İtalya’dan karanfil gelebilir? Ben artık dayanamamış, hâlâ tadı damağımda olan “Karanfil” şiirine atıfta bulunarak: - Zararı yok hocam! demiştim. Karanfil bize dışardan gelmiş, ne çıkar! Şairi bizden olduktan sonra! SOĞAN Ahmet Mithat bir gün uşağına seslenir: “Boş hokkayı (mürekkep kabı) al da gel!” Uşak, gidip beş okka soğan alır. Ahmet Mithat, “Evladım, der. Hadi beşi boştan, okkayı da hokkadan çıkarttın diyelim peki ama soğanı nereden buldun?” Uşak saf saf cevap verir: “Bakkaldan efendim.” 42 Mehmet Akif ERSOY Ahmet HAŞİM Ahmet MİTHAT MUREKKEP DENIZI HOŞLANILMAYAN HASTALIK Romatizmadan çok mustarip olan Şair Fıtnat Hanım hastaları sömürmekle şöhret bulan Hüsam Efendi adında bir hekime kendini tedavi ettirip bir hayli para harcadığı halde bir türlü şifa bulamaz. Bir gün bu hekim yine birçok ilaç tavsiye edip yüksek ücret isterken orada bulunan bir kişi hekime sorar: - En sevmediğiniz hastalık hangisidir hekim efendi? - Hiçbir hastalık sevilmez ! - Fakat en hoşlanmadığınız? - Kalp rahatsızlığı. - Niçin, sebebi ne? Hekim tam ilmi ve tıbbi bir açıklamaya hazırlanırken Fıtnat Hanım onun yerine cevap verir: - Çabuk götürüp uzun tedaviye meydan vermez de ondan! ÖLÜNÜN ÇENESİ Bayrak şairi Arif Nihat Asya’ya, “Ölülerin çenesini niçin bağlıyorlar hocam?” diye sorarlar. Cevap verir: “Burada gördüklerini orada söylemesinler diye!” SERVER BEDİİ’NİN EVİ Dokuzuncu Hariciye Koğuşu romanının yazarı Peyami Safa, asıl imzasıyla yazdığı yazılara az para aldığı halde, Server Bedii müstear (takma) adıyla kaleme aldığı romanlara gazeteler çok para verir. Ünlü romancı, hatırını soranlara şu cevabı verir: “Çok şükür, Server Bedii’nin evinde yiyip içiyoruz, kendisine dua ediyoruz.” «Yaşlanarak değil yaşayarak tecrübe kazanılır, zaman insanları değil armutları olgunlaştırır.» Peyami Safa 43 UMUT Bu günlede popüler sanırım umut vaat eden sözler. Sosyal medyada, insanlar arasında, yeni çıkan popüler kitaplarda bolca görürüz. Nerde üzgün, kalbi kırılmış ve yorgun bir insan görsek hemen umut vermeye çalışırız. Umut sonrası başarısızlığın ona ne getireceğini düşümeden. Boşuna verilecek umut yerine dolu dolu gerçekler vermek daha iyi değil midir? Kim sevdiği işi yapmak yerine ihtiyacı yokken koşup yorulmak ister? Tabii koşmak ona ilahi bir davranış olarak öğretilmemişse. Kendi iradesinden mahrum bırakmak insanı binevi manipüle etmek değil midir? Umuda zorlamak. Biz söylediğimiz için yapılması gerektiğini ona kabullendirmek. Kendi benliğinden uzaklaştırmak. Peki ya kaybedecekleri? Ona verilen umudun boşa çıkma ihtimali? Bu örümcek ağındaki sineğe benzer. Sineğe yardım edip örümceği yemeğinden mi etmeli, yoksa sineği ölüme mi terk etmeli? Bence akışına bırakmalı. Her iki tarafın iradesinin sonuçlarına bel bağlamak… İşte böyle yapılmalıdır zannımca. Kaybedene verilen umut belki de sadece kendi iradesini törpüleyip ona farkettirmeden ve belki de siz bile fark etmeden ipleri ele almaktır. Nedir insanlardaki bu umudu ilahlaştırma sevdası? Kimseye vaadedilmemeliydi zafer. Hak ettiğini düşünen gidip almalıydı. Aksi taktirde şahsi iradeye sonradan manipüle edilen umut bir at gözlüğüne dönüşebilir. Zaferi önüne almış, sağ ve soldaki kaybedilenleri görmeyen bir at gözlüğüne. Tabii burada yardıma ihtiyacı olanı kötümserlikle daha zor bir duruma sokmak gerektiğini söylemiyorum. Diyorum ki kolaylaşmış yaşamda insanlar kendi derinliklerine inmeye üşeniyorlar. Hal böyle olunca sosyal medya ve popüler yazarlara bolca boş alan doğuyor. Ve yüzlerini bile göstermeden insanların içine kendi duygularının tohumlarını atabiliyorlar. Oysaki herkes kendi büyütmeli duygularını ve korkmamalı insan kendinden. Arkadaş edinmeli benliğini. Tek çıkar yol budur başarıya. Bu olmalıdır! Abdullatif DEMİRHAN 10/E 506 44 MUREKKEP DENIZI BOĞAZ’IN SULTANI Sonbaharda çürüyen yaprakların kokusudur lüfer… Yağmurdan sonraki toprak kokusudur. Sobadaki odunun kokusudur. Kısacası lüferin kokusu sonbaharı haber veren her şeyin kokusudur. Neşter gibi keskin dişleriyle, avından bir cerrah titizliği ile parçalar koparır. Gözleri başak rengi, derisi gümüş parlaklığında, karizmatik bir balıktır lüfer.Karizmasından yanına yaklaşılmaz bile. Enginlere sığamayıp taştığında artık bir kofana olmuştur. Bu döneminde daha da hırçındır ve çelik gibi bir görünüm kazanır. Aslında bebekliğinden beri deli bir balıktır lüfer.Denizlerin sultanıdır. Adeta İstanbul‘un simgesidir. Bizim sevimli, cana yakın bildiğimiz yunuslar denizlerin en saldırgan balıklarına bile saldırırken deli dolu lüfer kalabalığını gördüklerinde durum değişiyor. Lüfer sürüsü yunusları bile tehdit edebiliyor. Lüfer balığı öyle asildir ki yavru balığa asla dokunmaz, onun yerine büyük balıkları bulup ortadan ikiye ayırır. Aslında lüferi anlatmak pek mümkün değildir. Onu tanımak için yeminizi nakış işlercesine oltanıza takıp buz gibi Boğaz’ın sularına atmalısız. Unutmadan lüfer her ne kadar her gördüğü ava saldırsa da yem konusunda oldukça seçicidir. Sizin anlayacağınız her oltaya takılmaz öyle. Bizden söylemesi. Gerçi bugün denizde lüfer aramak samanlıkta iğne aramaya benziyor. Zira biz insanlar doğayı fütursuzca, bilinçsizce tüketmeye devam ediyoruz. Maalesef bilinçsiz avcılık ve çevre kirliliği lüfer balığının da soyunu tehlikeye atmıştır. Bütün bu olumsuzluklara rağmen cengaver lüfer balığı soyunu devam ettirmek için var oluş mücadelesini devam ettiriyor ve bundan sonra da devam etttireceğini umut ediyorum. Can Berk GÜRER 9/C 38 45 DÜŞÜNCE OLGUNLUĞU rtık herkesin siyasi bir görüşü var. Yedi yaşındaki çocuğun da,yetmiş yaşındaki erginin de. Artık herkes taraf tutuyor, istediğini istediği gibi yargılıyıor. Siyaset milletleri bölüyor, yabancılaştırıyor. ‘’Temiz oyun (fair play)’’a alışık olmayan milletler bölünüyor. Kendi görüşünden olmayanı kolayca dışlıyor. İnsanların siyasi görüşleri olmaması gerektiğini de düşünmüyorum. Sadece lise yaşlarındaki bir ergenin aklında yer edinebilecek onca güzel şey varken o yeri siyasi bir görüşe ayırması beni rahatsız ediyor. Bir ergenin elinde bir klasik edebiyat görmek yerine siyasi bir kitap görmek bana acı veriyor. Ergenlerdeki bu vakitsiz siyeset merakı onları şiddete meylediyor diye düşünüyorum. O yaşta zaten kontrol edilemeyen duygular zıt görüşlülere karşı daha da kontrol edilemez bir hal alıyor. Olması ereken dostluk, arkadaşlık düşmanlığa dönüşmemeli oysa. Ergenlerdeki bu siyasi görüşlerin aslında bir altyapısı da yoktur çoğunlukla. Önce bilimle ve sanatla bir birikim oluşturmalı, düşünce olgunluğuna ulaşmalıdır genç.Aksi halde birilerinin dikte ettiklerini telaffuz etmekten öteye gidemeyecektir. O yaşlarda böyle ciddi bir işin içine giren birey, bu görüşü büyük ihtimalle içinde bulunduğu çevreye göre edinmiştir. Bilim ve sanat varken bir bireyin siyasete ihtiyacı olmadığını öğretmeli nesiller nesillere. Bulunduğu ülkeyi siyasetin değil de bilim ve sanatın ilerleteceğini görmeli birey! Siyasi bir görüşe sahip olmayı bir büyüklük, bir erdem olarak görmemeli ve bununla guru duymamalı! Taraf tutacak olgunluğa geldiğini sadece tüm tarafları eşit olarak tanıdığında kabul etmeli. Kendinden olmayanı dışlamamalı. Ve bu büyük sorumluluğun altına giriyorsa adaletli olma erdemini de yanına almalı. Ülke bazında siyaset her zaman arka planda kalmalı. Nietzsche’nin de dediği gibi ’’Bir ülkede edebiyat ve sanattan fazla siyaset konuşuluyorsa o ülke üçüncü sınıf bir ülkedir.’’ Abdullatif DEMİRHAN 10/E 506 46 MUREKKEP DENIZI Okulumuzdan Haberler Dilara Göllü 10-A 349 Işıl Köçek 10-A 533 KİTAP KURTLARI TÜYAPTA Beylikdüzü ‘nde kasım ayında düzenlenen “TÜYAP” kitap fuarına okulumuz da yoğun ilgi gösterildi. Kitap sergilerini gezerek yeni kitaplar keşfettik. Bu gezinin okulumuz da her yıl düzenlenmesini istiyoruz. GELECEĞİMİZİN SÖNMEYEN YILDIZLARI Öğretmenlerimizin bu özel gününü okulumuz da yemek vererek kutladık. Neslihan Döşkaya, Alpay Şimşek ve Necip Aydın öğretmenlerimiz bağlama ve gitar eşliğinde bu günü şenlendirdiler. Onlar bizim geleceğimizin sönmeyen yıldızlarıdır. Onları ne kadar kızdırsak da kıymetini bilmeliyiz. OKULUMUZDA DEMOKRASİ 27.11.2015 tarihinde biz öğrencilerin oylamasıyla okul başkanımızı seçtik. Sonuçlara göre 11-C sınıfından “Rasim Gökay Ulusoy” 279 oyla diğer adayları geride bırakarak okul başkanı seçildi. 47 YAZARLAR OKULLARDA Edebiyat öğretmenimiz Şafak Karabekmez öncülüğüne “Yazarlar Okullarda“ projesiyle Necmettin Erbakan Kültür Merkezi’nde “Evliya Çelebi ve Ahit Sandığı“ yazarı Sultan Polat ile söyleyişi yaptık. Kitap hakkında aklımızda kalan soruların cevaplarını aldık ve kitaplarımızı imzalattık. Arkadaşlarımız Sultan Polat’la özel olarak röportaj yaptılar. Bütün okul kitabını beğenerek okuduk. İkinci kitabını sabırsızlıkla bekliyoruz. BEYKOZ DA BİR İLKİ GERÇEKLEŞTİRDİK Beykoz da bir ilki gerçekleştirerek 2. dönemden itibaren branş derslik uygulamasına geçtik. Bu uygulama ile her öğretmenin kendi sınıfı olduğu için duvarlara işledikleri ders ile ilgili çeşitli materyaller asarak konuya hâkim olmamızı sağladılar. Okulumuza haber muhabirleri gelerek branş derslik uygulamasının duyulmasını sağladılar ve bazı okul müdürleri katılım gösterdiler. 48 MUREKKEP DENIZI ABİDE ŞAHSİYETİ ZİYARET Okulumuzun düzenlediği Bağcılarda ki Mehmet Akif Ersoy müzesine gittik. Müzeyi gezmeden önce Mehmet Akif Ersoy’un hayatını anlatan bir tiyatro izleyip bilgi edindik. Müzeyi gezdikten sonra Aziz Erdoğan’ın yazığı “Abide Şahsiyet Mehmet Akif Ersoy” kitabıyla ilgili söyleşi yaptık ve kitabımızı imzalattık. Bu geziyi düzenleyen ve kitabı bize dağıtıp okumamıza vesile olan Beykoz belediyesine teşekkür ederiz. 49 MEHMET AKİF ERSOY KÜLTÜR MERKEZİ VE MÜZESİ Bağcılar Belediyesi’nin İstiklal Marşı Şairi Mehmed Akif Ersoy anısına inşa ettiği Mehmet Akif Ersoy Kültür Sanat Merkezi ve Müzesi, Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’ın katılımı ile hizmete açıldı. 2011 Mehmet Akif Ersoy Yılı dolayısıyla, Tacettin Dergahı ve Kültür Merkezi olarak iki bölüm halinde planlanan merkezin inşası kısa sürede tamamlandı. Geleneksel yapı iki kattan oluşmakta ve bodrum katta 155 m², zemin katta 83 m² toplam 1987 m²dir. İki bina ile toplam inşaat alanı 2225 m² olmaktadır.Ankara da bulunan Tacettin Dergahı örnek alınarak tasarlanan yapı müze olarak kullanılacaktır. Kültür merkezi ise bodrum katta sanatçı çalışma salonu, kulis, sahne arkası ve diğer teknik hacimlerden oluşmaktadır. Zemin katta 221 kişilik çok amaçlı salon, giriş, güvenlik odası, kafeterya, iç avlu ve iç bahçe bulunuyor. 1. Katta reji odası, kütüphane, VIP çalışma odası, kültür merkezi yönetim ofisi, 2. Katta seminer salonları bulunmaktadır. Kültür Merkezi güncel malzemeler ve modern tarzıyla günümüz mimarisini yansıtırken, Tacettin Dergahı şeklinde tasarlanan yapı aslına uygun olarak, geleneksel mimarimizi yansıtmaktadır. 50 MUREKKEP DENIZI “AB”’Yİ ÖĞRENİYORUM Öğrencilere Avrupa Birliği’ni öğretmek için yapılan proje de coğrafya öğretmenimiz Şennur Kocavira önderliğin de okulumuzu temsilen Savaş Timur, Gökhan Yasin Sönmez,Ali Furkan Kutluay ve Ceren Aksoy katılmıştır.Beykoz Konakları Vakfı Ortaokulunda 8 okulun katıldığı bilgi yarışmasında okulumuz 2. olmuştur. Bizden 1 soru fazla bilen Beykoz Anadolu Lisesi ilçemizi ilde temsil edecektir. Başarılar dileriz. DONAN ATEŞ Kibritçi kızınkı gibiydi hayatın Isınmak için elindekileri teker teker yaktın Ama bilmiyordun ki Elindekiler bitecekti Senin de sonun donarak ölmekti.. Işık Arda YARDIMSEVER / 11-A 51 RÖPORTAJ: Ezgi YASİNOĞLU “Judo, hayatımın planlı olmasını sağlıyor. Vaktimi belirli bir zamana bölüyorum. Bunu belirli bir programa döktüğüm için okulumu olumsuz etkilemiyor, hatta judoya gitmesem derslerime bu kadar odaklanamazdım. Çünkü insanın bazı şeylere kafasını dağıtması gerek ben de bunu judo ile yapıyorum.” Bize kısaca kendinizden bahseder misiniz? Adım Ezgi Yasinoğlu, 1999 tarihinde İstanbul’ da doğdum. Üç çocuklu bir ailenin ortanca çocuğuyum.11.sınıftayım. 6 yıldır judoyla ilgileniyorum. Spora İlginiz nasıl başladı? Yedi yaşında ailemin ısrarı ile spor hayatıma yüzmeyle başladım. Yaklaşık bir yıl yüzmeyle ilgilendim. On bir yaşımda tekrar spora başlamak İstedim. Babamın bir arkadaşı sayesinde judoya yöneldim. Niçin judoyu tercih ettiniz? Başka spor dallarıyla ilgilendiniz mi? Judoyu tercih etmemde en büyük etken babam. Gittiğim spor salonunda babamın arkadaşı müdürdü. Judoya ilk başlarda ilgi duymadım, fakat antrenörüm ile birlikte başarı elde ettikçe ilgim arttı. Daha önce de dediğim gibi yaklaşık bir yıl yüzmeyle ilgilendim. Spor okul hayatınızı nasıl etkiliyor? Judo, hayatımın planlı olmasını sağlıyor. Vaktimi belirli bir zamana bölüyorum. Bunu belirli bir programa döktüğüm için okulumu olumsuz etkilemiyor, hatta judoya gitmesem derslerime bu kadar odaklanamazdım. Çünkü insanın bazı şeylere kafasını dağıtması gerek ben de bunu judo ile yapıyorum. 52 MUREKKEP DENIZI Aileniz sporla ilgilenmenize nasıl bakıyor? En büyük destekçiniz kim? Tüm ailem destekçim hepsi yanımdalar, fakat en büyük destekçim babam. 6 yıl boyunca her müsabaka da, kuşak törenimde yanımdaydı. Yaklaşık 6 yıllık spor hayatınız var Aldığınız en önemli dereceler neler? Toplam 17 tane madalyam var. Katıldığım müsabakalarda aldığım en önemli derece Türkiye 5.liğim. Aynı zaman da Marmara ve İstanbul da derecelere girdim. Seneye üniversite sınavına gireceksiniz. Sınava hazırlanırken spor yapmaya devam edecek misiniz? Spor her zaman benim hayatıma olacak. Çünkü kafamı dağıtmak için judoyla ihtiyacım var. Üniversiteye hazırlanırken hafta da 6 gün değil de 4 gün yaparım. Spor akademisi üniversite tercihleri arasında olacak mı? Şuan için öyle bir planım yok. Psikoloji okumak istiyorum. Belki en son şık judo antrenörlüğü olabilir. Judoyla ilgili gelecekte planlarınız neler? Gelecekte 2020 olimpiyatlarına katılmak istiyorum en büyük hedefim bu. Okulumuzda yeterince sportif etkinlikler yapılıyor mu? Okulda eksiklerimiz çok, imkanlarımız sınırlı. Okulun bahçesi çok küçük, spor salonumuz yok .Bu sınırlı imkanlar dahilinde yine birçok etkinlik yapılıyor. Örneğin dönem sonuna doğru mini futbol, basketbol ve voleybol turnuvaları düzenleniyor. Judoyla ilgili en büyük hayaliniz nedir? Yarden Gerbi gibi bir vücuda sahip olmak en büyük hayalim. Ama onun teknikleri ile değil kendi stilimde onun gibi olmak istiyorum. Bu sporu yaparken yaşadığınız olayların birinden bahseder misiniz? Ufak tefek sakatlanmalarım oldu. Ama beni en çok etkileyen olay Türkiye şampiyonluğuna hiç durmadan hiçbir antrenmanı kaçırmadan çalıştı- 53 ğım sırada başarılı olmamı sağlayan Selda Hoca’nın salondan ayrılmasıydı. Sporla ilgilenmeyi düşünen arkadaşlarımıza önerileriniz neler? Spora küçük yaştayken başlamalarını tavsiye ederim ve ne zorluklarla karşılaşırlarsa karşılaşsınlar istikrarlı bir şekilde devam etmeliler. Bizimle röportaj yaptığınız ve zaman ayırdığınız için teşekkür ederiz. Ben teşekkür ederim. 54 Dilara Göllü 349 10-A Mehmet Ali Çetinkaya 370 10-A MUREKKEP DENIZI DİVAN ŞİİRİNDE ÇİÇEKLERİN DİLİ Osmanlı İmparatorluğunun zengin kültürünün bir yansıması olan divan şiirini vücuda getiren şairlerin en önemli özelliği belki de çevresinde gördüğü ve kullandığı her unsuru şiirine malzeme yapmış olmasıdır. Seçilen en önemli malzeme de insanı huzurlu, mutlu ve coşkulu kılan tabiattır. Divan şirinde tabiat çok geniş bir yer tutar. Çoğunlukla divan şairi tarafından hüner göstermek için bir araç olarak kullanılır. Her şair dış dünyada gördüklerine kendi hayal dünyasının genişliği ölçüsünde yaklaşarak izlenimlerini gelenekten aldığı ortak söyleyişlerle dile getirmiştir. Tabiatın çok önemli bir unsuru olan çiçekler divan edebiyatında öncelikle sevgilinin güzellik unsurlarını betimlemede ve sevgilinin yaşadığı mekânları dile getirmede kullanılmıştır. Sevgilinin yaşadığı mekânlar sıradan olmayıp cenneti aratmayacak kadar güzel düşünülmüştür; çünkü sevgiliye layık olan da budur. Divan şiirinde en çok anılan çiçeklerin başında şüphesiz ki çiçeklerin sahı olan gül gelir: Goncalardan sahn-ı gülşende yine gül şahına Kırmızı çadır tutuldı sebz atnab üstüne (Tacizade Cafer Çelebi) “Gül bahçesinde gül padişahı için goncalardan kırmızı çadırlar kuruldu, yeşil ağaç kökleri de bu çadırın ipleri oldu.” Gül; güzelliği rengi, tazeliği, güzel kokusu, hassas ve nazlı oluşu bakımından sevgilinin yüzü ve yanağının mazmunu olarak kullanılmıştır. Gülün açılması ise apayrı bir olaydır. O seher vaktinde saba yelinin hünerli parmaklarıyla açılır. İşte bu yüzdendir ki aşığı olan bülbül gün ağarıncaya kadar sevgilisi gülün açılması için yalvarır yakarır, en güzel aşk şarkılarını söyler: Gonca gülsün gül açılsın cuy feryad eylesin Sen sus ey bülbül biraz gülşende yârim söylesin (Nabi) “Gonca gülsün, gül açılsın nehir feyad eylesin. Ey bülbül! Sen sus, biraz da bu gül bahçesinde benim yârim söylesin.” 55 Goncanun ağzına bakarken çemende andelib Gülşenün ahvalini caiz midür susen dimek “Bülbül bir işaret için bahçede goncanın ağzına bakarken, çiçek bahçesinin ahvalini susamın demesi caiz midir?” Ancak bülbülün uykuya daldığı kısacık bir anda gül açılır. Bülbül uyandığında gülün kendisine değil de başkasına açıldığını görünce aşk acısına daha fazla dayanamaz ve kendisini gülün üzerinde hançer gibi duran dikenlerin üzerine atar: Nişter-i naleyle nal etse aceb mi cismini Düşdigin guş eylemiş bülbül meyan-ı hara gül (Rasim) “Bülbül, gülün dikenlerin arasına(kucağına)düştüğünü duyduğu için vücudunu feryad neşteriyle ikiye bölse buna şaşılır mı?” Gülün dikeniyle hançerlenen bülbülün göğsünden toprağa, gülün köklerine, kıpkızıl kanı damlar. İşte güle kırmızı rengini veren de kocaman bir aşkla yanan bülbülün küçücük yüreğidir. Gülün dikeni aşığın rakibidir. Zira gülün açıldığına ilk o şahit olmuştur. Gül ile diken iyilik ile kötülük, kolay ile zor, dost ile düşman gibi zıtlıkların sembolü olmuştur: Gerçi gülzar-ı cihanda gül olur hara yakın Hak ırağ eylesün andan k’ola ağyara yakın (Necati) “Gerçi bu cihan gül bahçesinde gül dikene yakın olur, lakin Tanrı o sevgiliyi gayrılara yakın olmaktan korusun.” Utanan kişinin yüzünün kızarıp gül rengini alması dolayısıyla gül daima utangaç ve hayâ sahibi olarak ele alınır. Gülün toprağa yakın fidanına damen-i gül denir ve yanında da menekşe, sümbül ve süsen bulunur. Bunlar sanki gülün eteğine yapışmış ve onun hizmetine bakan halayıklardır. Gül elden ele dolaşırsa çabuk solar. Bu nedenle her aşığa gülmesi, açılması, istenmeyen bir tutumdur. Gül aynı zamanda şekil itibariyle kulağa da benzediği için kulakla yan yana anılır: Bi-hude sanma çak-i giriban-ı goncayı Ey gül-izar vasf-ı femün girdi guşuna (Rasim) “Ey gül yanaklı sevgili! Goncanın yaka yırtmasını boşuna sanma, kulağınasenin dudağının vasfı girdi.” 56 MUREKKEP DENIZI Gülün yaprağı anılınca defter, divan, tomar, varak yazı ile ilgili eşya akla gelir. Saba rüzgârı, yavaş yavaş bu defterin sayfalarını çevirirken bülbül ondan latifeler öğrenir: Vasf-ı hüsnün her seher gülşende bülbül bir varak Okudukça gonca vü güller hicab üstindedür (Necati) “Bülbül gül bahçesinde her seher senin güzelliğinin vasfında bir sayfa okudukça goncalar ve güller utanıp saklanmakta veya kızarmaktadır.” Hep bu fasl içre imiş mes’ele-i ışk u cünun Guş kıl nüsha-i gülden okusun anı hezar (Nevi) “Aşk ve delilik meselesi hep bu mevsim(bahar)içindeymiş. Kulak ver! Bülbül onu gül kitabından okusun.” Gelince milket-i gülzara padişah-ı bahar Kasideler okudı vasf-ı gülde bülbül-i zar (Rasim) “Baharın padişahı gül bahçesi ülkesine gelince ağlayan bülbül, gülün vasfına kasideler okudu.” Gülden sonra divan şiirinde en çok anılan çiçek laledir. Lale, divan şirinde sevgilinin yanağı ve aşığın gözyaşlarıdır. Lalenin ortasında bulunan siyahlık ise sevgilinin yanağına kıskanmasından dolayı bağrında oluşan yaradır. Bu kıskançlığın hikâyesi de şöyle anlatılır: Gül, bin bir zahmetle ve özenle yetiştirilen bir çiçektir. Onun dillere destan güzelliğini, saray bahçelerinde yetişmesinden kaynaklanan asaletini bilmeyen kalmamıştır. Öyle ki dağlarda kırlarda kendiliğinden yetişen gelincik çiçeği (lale-i Numan veya şakayık-ı numaniye) de bu şöhreti duymuştur. Etrafındaki diğer kır çiçeklerine aslında kendisinin gülden daha güzel olduğunu, hele gülle bir yan yana gelse güzellikte ondan aşağı kalmayacağını söyler dururmuş. Derken bir gün, saba rüzgârının marifetiyle gelincik tohumlarından biri gülfidanlarının yetiştiği bir gül bahçesine düşmüş. Gelincik, baharın gelmesiyle başını topraktan çıkarıp yukarı doğru başını kaldırmış ve işte o an bir gülfidanının dibinde olduğunu anlamış. Gülün güzelliği ve zarafetini görünce onunla boy ölçüştürdüğü için öylesine utanmış ki kıpkırmızı kesilmiş. Gülün güzelliğini kıskandığı için de kıskançlıktan bağrı yanıp simsiyah olmuş. O gün bu gündür gelincik utançtan kıpkırmızı kesilmiş rengiyle kırlarda boy 57 gösterir.”Ciğeri kan olmak”, “bağrı yanmak”,”pür-hun olmak” gibi ifadelerle yan yana anılması bu nedenledir. Lale aynı zamanda ortasındaki siyahlığı nedeniyle de üzerinde ben olan bir yanaktır: Faş olaldan ol gülün derdiyle dağı lalenün Bezm-i gülşenden kesilmişdür ayağı lalenün (Rasim) “O gülün kıskançlık derdiyle yanık yarası açığa çıkan lalenin ayağı gül bahçesi meclisinden kesilmiştir.” Bahar oldu ne var ey lale-had teşrif-i bağ etsen Hezar-ı zar ü gül-pür-suz dağ-ı intizarundur (Rasim) “Ey lale yanaklı sevgili! Bahar geldi, bahçeyi teşrif etsen ne olur; ağlayan bülbül ile ateş dolu gül seni beklemekle yanık yarası hâsıl etmişlerdir.” İran mitolojisine göre yıldırım, yaprağın üstündeki çiğ tanesine düşmüş, çiğ tanesi ve yaprak alev alarak donmuş, lale de böylece oluşmuştur. Lalenin ortasındaki karalık da yıldırım yanığı imiş: Anber çıkarup sahil-i derya-yıçemenden Koydı tabak-ı laleye atar-ı çemenzar (Nevi) “Çemenzarın atarı yeşillik denizinin sahiline anber çıkarıp lale tabağına koydu.” Lale, yabani bir çiçek oluşu, çabuk solması, suya ihtiyaç duyması yönleriyle şiirlerde sıkça adı geçer. Şekil yönünden tıpkı bir kadehe benzeyen lale, şarap kan, la’l, kâse-i mercan, cam, şem, çerağ vb.olarak da anılır. Lale, rengi ve şekli itibariyle çok geniş bir kullanıma sahiptir. Savaş meydanı ile aşığın gözyaşlarını döktüğü yerler birer lalezardır: Sehab-ı lutfun abın teşne-dillerden diriğ etme Bu deştin bağrı yanmış lale-i numanıyız cana “Ey sevgili! Lutuf bulutunun suyunu susamış gönüllerden esirgeme. Biz bu kırların bağrı yanmış gelincik çiçeğiyiz.” 58 MUREKKEP DENIZI Divan şiirinde sık sık adı geçen diğer bir çiçek de sümbüldür. Sümbülün divan şairlerinin dikkatini çeken en belirgin özellikleri şöyledir: güzel kokulu olması, kıvrımlı, dalgalı ve karmaşık görünümü, genellikle siyaha yakın rengi ve açıldığı dönem itibariyle baharın habercisi olmasıdır. Sümbülün klasik Türk şiirindeki işlevi; sevgilinin saçı, zülfü, kâkülü vb. için doğal bir benzerlik öğesi olarak değerlendirilmesine dayanır: Yüzün gülzarına sünbül saçun saç kim nikab olmaz Çerağ-ı meclis-efruza zalam-ı şeb hicab olmaz (Necati) “Yüzünün çiçek bahçesine o sünbül saçını saçsan da peçe gibi kapatır diye korkumuz yok;meclisi aydınlatan gecenin karanlığı perdeleyemez.” Muanber sümbülünden almadan bu olmadım rüsva Bu rüsvalık bana senden degül bad-ı sabadandur (Fuzuli) “Senin sümbüle benzeyen anber kokulu saçından koku almadan âleme rezil olmadım; bu rezilliğin sebebi ise sen değil, saba rüzgârıdır.” Sümbül ile gül, genellikle yan yana anılan iki çiçektir. Bunun nedeni sümbül saçların, gül yanaklar üzerine dökülmesidir: Gül yüzünde sünbül-i anber-feşanı bilmeyen Oldur ol cennetde ömr-i cavidanı bilmeyen (Necati) “Senin gül yüzündeki anber kokusu saçan sünbül saçını bilmeyen, cennette ebedi ömür olduğunu bilmeyendir.” Gül yüzün lale ruhun sümbül-i terdir zülfün Na-şukufte dahı gül goncası nazik dehenin (Hisali) “Ey sevgili! Senin yüzün bir gül, yanağın lale, saçların da taze sümbül çiçeğidir. O nazik dudağın ise henüz çiçek açmamış bir gül goncasıdır.” 59 Nergis de divan şiirinin vazgeçilmez çiçeklerinden biridir. Şiirde; beyaz ve sarı renkli taç yapraklarının bulunması, çiçek kısmının yuvarlak olması, suya ihtiyaç duyması, taç yapraklarının yere yakın ve eğik olması, suya ihtiyaç duyması, kokusuz olması, ince ve zarif görüntüsü gibi özellikleriyle kullanılmıştır. Divan şiirindeki temel işlevi; sevgilinin gözü ile benzerlik öğesi olarak değerlendirilmesine dayanır. Mitolojiye göre Narsis (Narkisos), çok yakışlı ama aşktan anlamaz bir delikanlıdır. Onu sevip de aşk derdiyle perişan olan genç kızlar bu genci tanrılara şikâyet etmişler. Tanrıların verdiği bir ceza sonucu Narsis bir gün derede kendi aksini görür ve âşık olur. Kendini seyrederken kavuşma isteğiyle suya atlar ve boğulur. Vücudu çürüyüp yerinde göze benzer bir çiçek biter ve bütün güzellerehayran hayran, baygın bir şekilde bakar. Başka bir efsaneye göre bir ırmak ile bir perinin oğludur. İnsanlar ile periler buna âşıktır. Hatta Ses adlı peri onun aşkından ölmüş ve bir taşa dönmüş. Şarkta bir efsaneye göre de Gül ile Nergis arasında bir aşk yaşanmış. Bu iki sevgiliden Nergis göz şeklinde bir çiçek haline sokulmuş ve kıyamete dek hicran ve intizar çekmeğe mahkûm edilmiştir. Sevgilinin gözü nergistir. Baygın ve şehla bakar, intizar çeker, mesttir: Gül hasretinle yollara tutsun kulağını Nergis gibi kıyamete dek çeksin intizar (Baki) “Gül, senin hasretinle kulağını yollara tutsun(ses dinlesin)ve nergis gibi gözünü açarak kıyamete kadar özlemle beklesin.” Aceb mi tutsa el üstünde nergisi dildar Ezelden aralarında göz aşinalığı var (Nadiri) “Sevgili nergis çiçeğini el üstünde tutsa bunda şaşılacak ne var? Zira sevgili ile nergis arasında ezelden gelen bir göz aşinalığı vardır.” Aceb nice hareket itdi serv kametüne Ki nergisün anı gülşende görecek gözi yok (Necati) “Senin boyuna karşı servi nasıl bir harekette bulundu ki çiçek bahçesinde nergis ona bakamaz.” 60 MUREKKEP DENIZI Fitne vü aşub-ı çeşmün göreli nergis müdam Mest-i la-ya’kıl olup her demde hab üstindedür (Necati) “Senin gözünün fitne ve kargaşalığını göreli beri,nergis durmadan aklını yitirecek kadar sarhoş olup uyku halindedir.” Divan şiirinde adı geçen diğer bir çiçek de susen (süsen)dir. Bu çiçek özellikle sivri, uzun ve keskin görünümlü yeşil çanak yapraklarıyla şiire konu edilmiştir. Bu yönüyle divan şairleri, susenle daha çok kılıç, tiğ, hançer ve şemşir gibi kesici silahlarla dil gibi unsurlar arasında ilgi kurmuşlardır: Bu demde eyleyüp efsun şeyh-i bad-ı şimal Çemende susenün etdi zebanını ta’kid (Rasim) “Bu mevsimde kuzey rüzgârı şeyhi, büyü yaparak bahçede susamın dilini düğümledi.” Goncadan vasf-ı dehanun işidüp ey gül-i zar Hançer-i bürran çeküp susen ıtab üstindedür (Necati) “Ey gül yanaklı, goncadan senin ağzının vasfını işiten süsen, keskin hançer çekmiş, onu azarlamaktadır.” Erguvan da divan şiirinde taç yapraklarının kırmızı, özellikle de eflatun ve eflatunun değişik renklerinde olması yönleriyle şarapla özdeşleştirilmiştir. Ayrıca kadeh, yaş, kan, ateş, dudak, yüz, yanak, yara, dil gibi unsurları da temsil eder: Eğer didar ümidi olmayaydı bağ-ı cennetde Cehennem gibi olaydı gül ile ergavan ateş (Necati) “Eğer cennet bağında sevgiliyi görmek ümidi olmayaydi, gül ile erguvan ateş kesilip her taraf cehennem gibi olurdu.” Divan şiirinde yukarıda adı geçen çiçeklerin dışında daha birçok çiçeğin adına rastlanmaktadır. Ancak şiirlerde adı en çok geçen çiçekler buraya alındı. Verilen beyit örneklerinde de görüldüğü üzere bu çiçekler bitkisel özellikleriyle uyumlu olmak kaydıyla daha çok insan uzuvları ile ilişkilendirilmiştir. Divan şiirinde sevgilin bütün güzellik unsurları çiçeklerin en belirgin özellikleriyle anlatılmıştır. Çiçeklerin şiirde bu denli yer tutması derin bir tabiat sevgisinin ve de ince bir dikkatin de göstergesi sayılmalıdır. KAYNAKÇA: PALA İskender, Divan Şiiri Sözlüğü, Akçağ Yayınları, Ankara, 1989. ÇAVUŞOĞLU Mehmet, Necati Bey Divanı, Tecüman Yayınları, İstanbul. BAYRAM Yavuz,Çiçeklerle Diğer Bitkilerin Divan Şiirinde Yansıma Biçimleri ve Anlam Çerçeveleri, OMÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü Bitirilmiş Doktora Tezi, Samsun, 2001. KARABEKMEZ KUTLU Şafak, Rasim Divanı, MÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü Bitirilmiş Yüksek Lisans Tezi, İstanbul, 1997. 61 GERÇEKLER VE DOĞRULAR İnsan ömrü boyunca yaşamdan bir şeyler ister .İnsanoğlunun bu istekleri bitip tükenmez hiç. İstekleri yerine gelse de tatmin olmaz yine de. Mutluluğun özü belki de bu tatmin olma isteğinin peşinde koşmaktadır, kim bilir? Peki insanoğlunun elde ettikleri Dünyaya her zaman için güzellikler mi getirmiştir? Her gün yüzlerce insan savaşlarda ölüyor . Bilinçsizce doğa katlediliyor, bazı canlıların soyu yok olma tehlikesiyle karşı karşıya. Teknoloji adına dünya felakete sürükleniyor, insanoğlu yakın zamanda nefes almakta zorlanacak. Peki bütün bu yaşananlar hangi kazanımların bedeli? Bu yaşananlar doğru mu? Elbette hayır. Peki gerçek mi? Maalesef evet! İnsanlık ölümsüzlüğü bulsa, açlık ve sefalet yok olsa , bilim ve sanat tüm evreni kuşatsa, savaşlar unutulsa, cinayetler yaşanmasa.. Bunlar doğru dilekler mi? Evet. Peki bu doğrular gerçek mi? Hayır. İnsan olarak tek görevimiz tüm doğruları gerçek yapabilmek . Yoksa doğru olmayan gerçeklerde yok oluruz ve buna da yaşam deriz. SANAT Sanat; ne olduğu tam olarak bilinemeyen ve asla bilinemeyecek olan, aslında herkesin sezip kimsenin ne olduğunu tam anlatamadığıdır... En geniş şekliyle sanat varlığın hayal gücünün kuvvetidir .Kimileri için estetik zevkten öteye geçmese de bugün insanlığın dayandığı kaynaktır. Ateşi bulması gerekmişti insanın , hayal edemeseydi eğer edemezdi soyu da devam. Sanatçıydı o çünkü kimsenin göremediğini görmüştü. Gördüklerini ruhundaki renklerle yoğurarak yeni bir gerçek yaratmıştı. Başkaları için basit veya önemsiz varlıklar onda yeni çağrışımların kapılarını aralamıştı. Diğerleri ona bakakalmışlardı , eserini hangi dünyadan getirdiğini merak etmişlerdi. Aslında kendilerinin de baktıkları ama göremedikleri bir dünyaydı sanatçınınki. Bütün insanlar her gün ağaç görürler fakat sadece bir Claude Monet var. Bütün insanlar hamama gider fakat sadece bir Arşimet var. Bütün insanlar ağacın altında oturur fakat sadece bir Isaac Newton var Sanat hayatın ta kendisidir aslında. Sanat sadece resim, müzik değildir; hayattaki gizlenmiş formül ve şifreleri görebilmek ve gösterebilmektir . Daha bulunamamış nice şifreler vardır doğada bu sayede devam ediyor yeni sanatçılar hayata. 62 Ahmet Altan HATİPOĞLU 9-C 98 MUREKKEP DENIZI ZAMANIN ÖTESİ Akşam kendiliğinden oluşuyor BENSİZ Akşamsız kalırım kendi halimde Takvimim, duvara asılmış SUÇLU Zamanı yitirmişim takvimde Geçen zaman hızından KEDERLİ Zaman sevincini kedere bırakmış Zaman benden şikayetçi Onu umursamadığımdan Boşluklarla doldurulduğumdan Bense neye tutunacağım bilmiyorum Amaçsız ve yorgunum Neye tutunsam bak elimde kalıyor Tutunacak dalım yok oluyor Gönlüm aşksız Susuzluğun ortasında Nedense güneşe açım Yaşanması mümkünken Yaşayamadığım mutluluklarsa Benden hesap sorup duruyor Ah ne yapsam Hayallerimi bir bir feda mı etsem Düşlerimin üstüne kocaman bir çizgi mi çeksem Yanılmalarımdan kurtulmak için Bundan sonra hiç mi karar vermesem Arzularımın peşinde koşmaktan vaz mı geçsem Acısam mı halime Acı veren fısıltıları Gözyaşımla mı temizlesem Hayır,hayır! Hayır ,ben aşkla varım ,aşk benle var olur Karanlık dünyam hayallerimle renklenir Yanılmalarım,tecrübelerimi kazandırır Ben onlarla varım Onlar benle varlar Beni ben yaparlar. Işık Arda YARDIMSEVER / 11-A 63 ŞAİR ZELİMHAN YAKUP’UN ARDINDAN 2016 yılı 9 Ocak günü Borçalı kökenli, günümüzün ünlü, sevilen Azerbaycan Şairi Zelimhan Yakup ömrünün altmış altıncı senesinde Hakkın dergâhına yürüdü. 21 Ocak 1950 günü Gürcistan’ın Bolnis ilçesi Kepenekçi köyünde, aydın bir ailede dünyaya gelmişti. Neslinde değerli şairler, etken toplumcular vardı. Büyük dedesi Alhas Ağa Hacallı bölgenin sevilen şairi olmuştu. Emin Ağa Hacallı 1918’de Kars İslâm Şurası’nın ilk cumhurreisi olmuştu. Zelimhan Yakup, 1968’de Bakü’ye yerleşti. Azerbaycan Devlet Üniversitesi’nden mezun oldu, Kitapseverler Kurumunda, devlet yayınevlerinde çeşitli görevlerde bulundu. 1995-2000 yıllarında iki dönem Azerbaycan Milli Meclisine milletvekili seçildi. 2005’te “Azerbaycan Halk Şairi” (devlet sanatçısı) onursal unvanına lâyık görüldü. 2008’de Azerbaycan Âşıklar Birliği Başkanı oldu. Azerbaycan’ın yüksek ödülü olan “Şöhret” devlet nişanını, Gürcistan’ın “Liyakat” devlet nişanını aldı. Ayrıca Uluslararası Nazım Hikmet Şiir Ödülü’nü, “Türk Dünyasına Hizmet” uluslararası ödülünü da kazanmıştır. Onun hakkında Azerbaycan’ın bayraktar şairi Bahtiyar Vahabzade şöyle yazmıştı: “Zelimhan hem klasik edebiyatımızı hem de folklorumuzu bilir desem, çok az olur. Her ikisiyle nefes alır, yaşar. Zelimhan’ın şiiri, halk yaratıcılığının, sazın tellerinden süzülüp durulan âşık şiirine dayandığı için onun dili noksanlardan hâli, akıcı ve şeffaftır.” Prof. Dr. Yavuz Akpınar’ın değerlendirmesi de şöyledir: “Türkiye’deki manevî havadan, millî kültürden en çok duygulanan, iç dünyasında heyecanlar geçiren ve kendi halkının büyük ölçüde son yetmiş yılda kaybetmiş olduğu bazı değerlerden derin ıstırap duyan şairlerin başında Zelimhan Yakup gelir.” Saz şiirinin akıcılığıyla çağdaş şiirin anlam dolgunluğunu bir arada birleştirerek ve ayrıca şiirde hitabet motifini güçlendirerek, günümüz Azerbaycan edebiyatında yeni bir çığır oluşturmuştu. Ona halkça sevimlilik kazandıran daha çok Türklüğü, Azerbaycan’ın özgürlüğünü, ata yurdu Borçalı’yı, Karabağ, Gökçe derdini, sazı (bağlamayı), üstat ozanları konu edinen coşkulu şiirleri, manzumeleridir. Şiirlerinin çoğuna şarkılar bestelenmiş, âşık tarzlı şiirleri ozanların dilinden düşmez. Türkiye Türkçesinde üç kitabı yayınlanmıştır: “Şiirler” (ön söz ve hazırlayan Nizamettin Onk); “Seni Sevmek İçin Geldim Dünyaya” (ön söz İrfan Ülkü); “Dünya Türk’ün Dünyası” (Türkiye Türkçesine aktaran Azad Ağaoğlu). Şairin Anadolu izlenimleri sonucu ortaya çıkmış “Türkiye Defteri” dizisi vardır. Bu dizide: Kars’ın Düzünde, Gece Geçtim Erzurum’un İçinden, Kocatepe Camisi’nde, Selâm İstanbul’um, İstanbul Kızı, İstanbul’da Kuşlar Kondu Omzuma, Kişi (Resulzade’nin mezarı başında), Çamlıca, Ziyaretin Kabul Olsun İnsan Oğlu, Mimar Sinan, Mevlâna Türbesinde, Kimdir (Sabri Şimşekoğlu’yu dinlerken), Yunus Emre’ye, Türk Ocağı’nda Görüş, Kan Damlatsan Can Biter, Sarp Kapısı vb. şiirlerde Türklük ve Turan sevdası ağır basar. Ayrıca, Türkiye konusunda diğer şiirleri, manzumeleri de vardır: Yunus Emre Destanı, Dünyanın Yahşi Şiiri (Ulu Ozanımız Yunus Emre’ye), AtaTürk Köşkü’nde Geçen Günlerim, Altay’a Kavuşan Anadolu’yum, Dövüşen Türk, Uyanan Türk, Kalkan Türk, İlk Andımız Son Andımız Turan’dır vb. Hastanede ameliyat öncesi yazdığı/söylediği; Bizim AHISKA Açın Yüreğimi, Hekimler, Açın” şiirinin dizeleri ne kadar etkili ve duygu yüklüdür: Sargını, melhemi bir kenara koy, Derdimin dermanı Turan’dır, kardeş! Turan benim için yerden çıkan od, Gökten nazil olan Kuran’dır, kardeş! ……………… 64 MUREKKEP DENIZI SAVAŞAN TÜRK, UYANAN TÜRK, KALKAN TÜRK Ayaz nedir, şahta nedir, bürkü ne, Ne korkutar hak yolunda Türkü, ne? Pire düşsün düşmanların kürküne, Deniz gibi dalgalan, Türk, çalkalan, Türk! Dövüşen Türk, uyanan Türk, kalkan Türk! Silkeledin göğün yedi katını, Kucakladın doğu ile batını. Dur, eyerle erenlerin atını, Deniz gibi dalgalan, Türk, çalkalan, Türk! Dövüşen Türk, uyanan Türk, kalkan Türk! Sabaha bak, asır seni gözleyir, Kale seni, kesr seni gözleyir. Mahkûm seni, esir seni gözleyir, Deniz gibi dalgalan, Türk, çalkalan, Türk! Dövüşen Türk, uyanan Türk, kalkan Türk! Kılınmasa başımızın çaresı, Silinir mi yüzümüzün karası. Altay ile Anadolu arası Deniz gibi dalgalan, Türk, çalkalan, Türk! Dövüşen Türk, uyanan Türk, kalkan Türk! Dövüşdedir aklın, huşun yolları, Dövüşdedir uçan kuşun yolları, Dövüşdedir kurtuluşun yolları Deniz gibi dalgalan, Türk, çalkalan, Türk! Dövüşen Türk, uyanan Türk, kalkan Türk! Eritmisen eriyen tek kar suda Roma’yı da, Bizans’ı da, Farsı’ da. Kale gibi yeniden kur Kars’ı da, Deniz gibi dalgalan, Türk, çalkalan, Türk! Dövüşen Türk, uyanan Türk, kalkan Türk! “Gılgamış”dan, “Alpamış” dan “Manas”dan Geri kalmaz destan olsun bu destan. Kurtar bizi bu hasretten, bu yastan Deniz gibi dalgalan, Türk, çalkalan, Türk! Dövüşen Türk, uyanan Türk, kalkan Türk! Nereden nere gittiğini bilen yol, Ufuklara kavuşunca gülen yol, Atilla’dan Atatürk’e gelen yol, Kalkan olsun başın üste, kalkan, Türk! Çanakkale, Malazgirt’in devamı Türk değil ki, öz kanından korkan Türk! Temiz sütten mayalansın, doğulsun, Mete gibi, Oğuz gibi bir han, Türk! Hatıranda sıralansın, anılsın, Ertuğrul Bey, Osman Gazi, Orhan, Türk! Yine Tanrı dağlarını kucakla, Dağlar olsun sengerin, Türk, arkan, Türk! Dövüşen Türk, uyanan Türk, kalkan Türk!!! 65