HF126 - Hayatım Futbol
Transkript
HF126 - Hayatım Futbol
1 8Ni SAN2 01 4-SAYI 1 2 6 D i e g oS i me o n ef e l s e f e s i A t l e t i c oMa d r i d ’ i mu c i z e y et a ş ı ma y aç o ky a k ı n Ş a mp i y o n l u kMa n g a l ı Y a ş s ı zA d a m B i r l i kÇ a ğ r ı s ı Yayın Koordinatörü Adım adım devrime İlker Yılmaz Barcelona-Real Madrid çekişmesi, Lionel Messi ve Cristiano Ronaldo’nun “en iyi olma savaşı” biraz da Jose Mourinho’nun varlığı… Son yıllarda La Liga’nın etrafında şekillendiği tüm bu olguları bir adam ve bir takım yıkmaya çok yakın… Diego Simeone önderliğindeki Atletico Madrid İspanya’da adım adım ipi göğüslemeye doğru yürüyor. Hem de bunu ekonomik anlamda rakiplerinden oldukça gerideyken yapıyor. Arjantinli hocanın kurduğu sistem, sahadaki futbolcuların maksimum verimliliği tüm futbolseverleri kendisine hayran bıraktırıyor. Biz de Hayatım Futbol olarak Barcelona ve Real Madrid’den farklı olarak en son 2004 yılında Valencia’nın şampiyon olduğu La Liga’da ütopik görünen bir devrimi gerçekleştirmeye çok yakın olan Atletico Madrid’i tüm kollarıyla masaya yatırdık. Kırmızı-beyazlıların ekonomik durumunu, sahadaki taktiksel anlayışını ve mevcut başarının devamı için gerekli olan tüm şartları irdeledik. Editör Cantürk Temelli Yazarlar Emre Çelik Güner Çalış Mustafa Demirtaş Salih Demirci Varol Döken Keyifli okumalar, Cantürk Temelli iletisim@hayatimfutbol.com team@mobilike.com #126 BU SAYIDA Atletico Madrid Özel İmkânsızı başaran adam Komple takım Nereye kadar? Şampiyonluk mangalı Varol Döken Fenerbahçe-MP Antalyaspor maçını bahana etti ve şampiyonluk öncesi Yoğurtçu Parkı’nda mangalı ateşe verdi Derin Futbol’un kendiliğinden yükselişi Ekrandaki futbol programlarının yıldızı Derin Futbol, kaçınılmaz şekilde yükseliyor ve bu durum bize bir şeyleri işaret ediyor Yaşsız adam Dile kolay Milan’da geçen 20 yıl, birlikte aynı amaç için ter dökülen onlarca yıldız ve kazanılan inanılmaz başarılar: Costacurta Ukrayna’da birlik çağrısı Ukrayna’daki siyasi belirsizlik yaşanan kaotik ortam futbolun da dinamiklerini etkiledi Varol Döken Maç Bahane HF126 ŞAMPiYONLUK YAKIN M A N G A L I YA K I N ! Sezonun bitmesine 5 hafta kala, açılan puan farkıyla erken bir şampiyonluk kutlaması yapalım dedik, Yoğurtçu Parkı’na mangalı kurduk. Hem taraftar olarak biz, hem de takım bunu çoktan hak etmişti, kısmet bu haftaya oldu. Uzun süredir yeni yer keşfedip yazamıyorum ama idare edin, en azından bu sefer yeni bir kasap keşfettim Eskişehir deplasmanında Ersun Yanal’a söz veren arkadaşlar sağ olsun, o deplasmandan beri işler iyi gitti. Türk Telekom Arena hariç, şampiyonluk yolunda tüm engelleri aştık. Bu sezona güzel bir mangal yaraşır dedik, kupayı bekleyemeden organizasyonu yaptık. Şişman kadın çığlık atmadan opera bitmezmiş ama bu saatten sonra şampiyonluk verirsek bir daha konuşma hakkımız zaten olmayacağı için bu satırları kolayca yazabiliyorum. Sezon boyu maçları beraber izlediğim Mesut, Yiğit, İsmail (yarışmaya İzmir’den katılıyor), Uğur, Yücel, Kutay, Fırat, kardeşlerimle beraber neredeyse 1 aydır yaptığımız planlar gün geçtikçe büyüdü ve en sonunda ‘‘Biz yapalım herkes yesin, Emenike’ye kan şeker olsuna’’dönüştü. Her hafta hava durumu gözlemekten helak olduk, sonunda bir pazar günü Antalya maçı öncesi güneşli bir güne rezervasyonumuzu yaptırdık. Hiçbir şey eksik olmasın diye güzel bir iş bölümü yaptık, her şeyi 1 hafta önceden hazırladık. Etleri Moda’daki Nur-Et’ten, mangalı dünyanın merkezi Eminönü’nden (Hac malzemeleri ile Vacheron Constantin saati aynı yerde bulabileceğiniz bir yer evrenin merkezi değildir de, neresidir sorarım size?), geri kalan ıvırı zıvırı da Kadıköy’den aldık. Maç günü, her şeyi toplayıp erkenden parkın yolunu tuttuk. Hava güneşli, biz çok neşeliydik. Buz kovamız bile vardı daha ne olsun? Saatler 13.30’u gösterdiğinde mangalcıbaşımız Yiğit Yılmaz her şeyin hazır olduğunu bildirdi. O saatten sonra geriye sadece arkadaşları beklemek kaldı. Gelen herkese buradan tekrar selam edelim, hayat da mangal da onlarla güzel… Ayrıntılarını yazmayalım ayıp olur ama şöyle diyeyim, Pazar günü Yoğurtçu Parkı ete ve alkole doydu. Mükemmel bir gün oldu, tek eksiğimiz Rusya’dan kupa sesiydi, olmadı, sağlık olsun. Saat 18 olduğunda artık herkes yükünü almış, Antalya maçına gitme hazırlıkları başlamıştı. Kaldı 5 maç O kadar alkolden sonra ben maçta sızmışım ama arkadaşlar anlattılar gayet rahat bir oyunla maçı almışız. 4-1’lik skor ve maçtan sonra sahadaki coşku şampiyonluğun müjdecisi gibiydi. Zaten Atahan kardeşim de kutladığına göre bu iş bitmiş demektir. Biz kendimizce güzel bir veda yaptık, darısı artık takımın başına. Bu hafta Beşiktaş maçını kazanırsak orada, olmazsa Rize maçıyla burada şampiyonluğu tam anlamıyla kutlayabiliriz. Belki bir mangal daha yaparız belli mi olur… Passolig üstüne Finali Passolig Kart nam-ı diğer E-Bilet ile yapalım. Bu topraklardan çok saçmalık, çok haksızlıklar geçti, onlardan biri de bu olmasın. Neresinden Tüm sezon takımın peşinden koşan taraftarlar bu sefer şampiyonluk mangalının başındaydı. baksanız berbat bir uygulama. Tribünden taraftarı uzaklaştıracak, günübirlik maç planlarını yok edecek, şiddete önerdiği çözümlerle değil, kartın arkasındakileri zenginleştirmesiyle hatırlanacak baştan aşağı bir yanlışlıklar silsilesi. Bizim gibi futbolu hayatın bir eğlencesi sayan, arkadaşlık, dostluk, birlikte olmanın bir bahanesi kılan insanların elinden bunu haksız şekilde almaya kalkanlara bir çift lafım var. Bakın beyim, siz localar sahibi, siz bankalar sahibi adamlarsınız. Yakışır mı size taraftarın 3 kuruşuyla oynamak, yakışır mı size bir maç için taa Ardahanlardan Almanyalardan gelen insanların işini zorlaştırmak, yakışır mı tüm taraftarları potansiyel suçlu diye etiketlemek? Ama nasıl yakışmaz, siz değil misiniz zaten futbolu kirletiyorlar deyip deyip sonunda futbolun bu pespayeliğinden milyonlar kazanan. Bu işe sesini çıkarmayan 3 büyük kulüp başkanları, siz mi büyüksünüz? HAYIR BİZ BÜYÜĞÜZ, HİÇBİR ÇIKAR BEKLEMEDEN TAKIMIN YANINDA OLAN BİZ TARAFTARLAR! Fenerbahçeli taraftarlar her iç saha maçı öncesi Yoğurtçu Parkı’nda toplanıp maç saatine kadar burada vakit geçiriyorlar. Emre Çelik Atletico Madrid Özel HF126 iMKÂNSIZI BAŞARAN ADAM Ne zaman Arjantin futbolu ve teknik direktörlük kavramları konuşulsa ‘Bilardismo mu Menottismo mu’ tartışması gündeme gelirdi. Ta ki Diego ‘El Cholo’ Simeone ortaya çıkana kadar... Atletico Madrid, 2010 senesinin Mayıs ayına girilirken lige çoktan havlu atmış ve Gijon deplasmanında aldığı beraberlikle son hafta oynanmadan takımın ligi 9’uncu bitirmesi kesinleşmişti. Fakat ligde oldukça vasat bir görüntü çizen Atletico, Copa del Rey’de ve Avrupa Ligi’nde finale yükselmişti. 12 Mayıs’ta Fulham ile oynanacak Avrupa Ligi Finali’nden önce ise İspanyol gazeteci Javier Matallanas’la hoş bir sohbet gerçekleştiren Simeone, söz eski takımına gelince “İki farklı Atletico Madrid var. Ligde agresiflikten uzak. Fakat Avrupa’da ve Kral Kupası’nda gereken sertliği ortaya koyan bir Atletico... Çünkü orada yeteri kadar agresif olmazlarsa eleneceklerini, kupa maçlarının ölüm kalım meselesi olduğunu biliyorlar.” diyerek henüz o dönemde teşhisi koyuyordu. Aradan yaklaşık olarak 1,5 sene geçti ve Diego Simeone’nin telefonu çaldı. İspanya’dan, 2010 Mayıs’ında “Bir gün Atletico’yu çalıştıracağıma eminim. Acele etmiyorum çünkü günü gelecek.” sözlerini kullandığı kulüp tarafından aranıyordu. Fakat anında cevap veremedi. Teklifi kabul etse en sevdiği kulüplerden biri olan Atletico Madrid’i çalıştıracaktı ama aynı zamanda da ailesi ve 3 çocuğunu geride bırakacaktı. En küçük oğlu Giulano’ya danışma kararı aldı. “Ufaklık. Atletico Madrid beni istiyor.” deyince Giulano da “Gerçekten mi? Yani Ronaldo ile Messi’ye karşı mı takım yöneteceksin?” dedi. Simeone “Evet. Elbette ama bunun için İspanya’ya gitmem ve orada yaşamam gerekiyor.” sözlerini kullanınca da Giulano’nun “Ama biz de gidip bazı maçları izleyebileceğiz, değil mi?” cevabı Arjantinli hocayı kırmızı beyazlılara “Evet” demek için teşvik etti. Simeone, o dönem için her şeye rağmen “Giulano’nun sözlerine rağmen ailemden ayrılma kararı vermek kolay olmadı.” dese de bu kararla futbol “El Cholisimo” kavramıyla tanışacak, Atletico Madrid ise bambaşka bir döneme girecekti. Liderlik Simeone, Mayıs 2010’da teşhisi koymuştu ama akıllarda elbette bir çok soru işareti vardı. Belki 2011’de Catania’yı ligde tutmayı başarmıştı, Arjantin’de Estudiantes ile Apertura, River Plate ile de Clasura şampiyonluğu tatmıştı ama Simeone’nin Avrupa’da yapacakları fazlasıyla merak ediliyordu. Dahası Atletico Madrid’in hali de içler acısıydı. Takım, Avrupa Ligi’nde grubundan çıkmayı başarmıştı ama Copa del Rey’de Albacete’ye elenmiş ve ligin 17 haftasının geride kalmasına rağmen lider Real Madrid’in 21 puan arkasında kalarak çoktan havlu atmıştı. Sahada ise mücadele kavramını tamamen unutmuş ve takım görüntüsünden fazlasıyla uzak bir takım vardı. Falcao’nun Adrian’ı bencillikle suçlaması gibi oyuncular arasında da bir çok problem mevcuttu. Fakat Atletico Madrid’deki hava sadece 2 ay gibi kısa bir sürede değişti. Atletico, Simeone’nin yönettiği ilk 9 maçta hiç yenilgi almazken Avrupa Ligi’nde de son 16’ya kalmayı başardı. “Teknik direktör olarak hep karmaşa içindeki takımlara gittim ve bu durum beni her zaman daha fazla motive etti. Zorluklara meydan okumayı gerçekten severim.” diyen Simeone, ilk olarak da 2010’da üstüne basa basa vurguladığı ‘savaşan bir takım yaratma’ felsefesini oyuncularına benimsetme yoluna gitti. Elbette bunun için öncelikle oyuncuları ikna etmesi gerekiyordu. Görevdeki ikinci ayını doldurduğunda “Kendime benzeyen oyuncular arıyorum. Çünkü o tipte oyuncular işleri daha kolaylaştırıyor. Zaten teknik adamlıkta en önemli şey soyunma odası, arkasında kendisini takip edecek oyuncular olmasını bilmesi. Tek yaptığım oyuncuları ikna etmeye çalışmak. ‘Simeone etkisi’ diye bir şeye inanmıyorum. Tek inandığım şey oyuncuların kafasına girebilmek. Başarabileceğine inanan kötü bir oyuncuyu, başaracağına inanmayan harika bir oyuncuya tercih ederim. İlk 20 gün de bu konuda son derece olumlu geçti.” diyen Simeone önce savaşçılığı oturttu. Oyuncularıyla iletişimi oldukça iyi olan Simeone, yeteneklerini övdüğü Arda’nın fizik yetersizliğini de dillendirmekten çekinmiyor. Bunun için bazı riskler de aldı. Örneğin Manzano döneminde La Liga’da ilk 11’de başladığı 12 maçın 6’sında 90 dakika sahada kalan Arda’yı ligin geri kalan 21 haftasında sadece 1 kez 90 dakikada kullandı. Fakat her seferinde Arda’nın yeteneklerini vurgulayan Simeone, bu kararının arkasında 90 dakika boyunca aynı savaşı sahaya yansıtamaması - yani fizik kondisyon yetersizliğini - vurguladı. Öyle ki Gijon maçında ufak sakatlığından dolayı kadroda yer almayan Arda için basın mensupları “Barda görüntülendi.” diye şikayette bulununca Simeone “Benimle oyuncum arasındaki bir problem. Sizi ilgilendirmez. Söylenecek bir şey varsa da burada değil birebir Arda’ya söylerim.” diyerek zaten 90 dakika oynatılmadığı her an gündeme getirilen Arda ile yaşayabileceği bu potansiyel krizi daha başlamadan sonlandırdı. Kariyerleri boyunca sadece belli kulüplerde başarılı olan ve beklentileri bir türlü karşılayamayan Tiago ve Diego Ribas gibi isimleri kendisine inandırdı ve sahada her top için ‘ölüm kalım meselesiymişçesine savaşan’ bir grup yarattı. Kısacası “Başarabileceğine inanan kötü bir oyuncuyu, başaracağına inanmayan harika bir oyuncuya tercih ederim.” diyen Simeone, önce inandırmayı denedi, ardından da inanmayanları bir bir ayıkladı. Tabii ki gaza getirici birkaç cümle ile bunları başarmak mümkün değil. Önce oyuncuların güvenini kazanmak şart ki bunun da yolu oyuncuları tanımaktan geçiyor. Simeone’nin çok kısa süre içerisinde Atletico Madrid’de ipleri ‘tam anlamıyla’ eline alması ise gözlem yeteneğinden kaynaklanıyor. Vücut diline verdiği önemi “Benim hatırladığım ilk turnuva 78 Dünya Kupası’ydı. Orada Kaptan Pasarella’yı fark ettim. Takımın önünde sahaya çıkışı hep dikkatimi çekti. Kempes’i, Gallego’yu gördüm. Hayatım boyunca da belli bir kişiliğe sahip olan, hareketleriyle ve mimikleriyle bir şeyler anlatabilen insanları beğendim.” sözleriyle anlatan Arjantinli hoca, bu faktör sayesinde belki de oyuncularını normalden çok daha kısa bir sürede tanıdı. Dahası jest ve mimiklerini de yeri geldiğinde son derece kuvvetle kullandı. Önce bu şekilde oyuncularının kanına girdi, 13 yıl sonra Bernabeu’da Real Madrid’i yenerken kenarda fark yaratan isim oldu, Barcelona’yı Şampiyonlar Ligi’nden elerken de hareketleriyle hem tribünlerin hem de oyuncularının 90 dakika maç içinde kalmasını sağladı. “Modern futbol kazanmaktır” Krizin tam ortasında aldığı Atletico Madrid’i öncelikle bu durumdan çıkarmayı başaran Diego Simeone için İspanyol basınında ağırlıklı olarak Arjantinli hocanın ‘taktiksel istikrarı’ sağladığı ve bunun ardından da başarının geldiği yazılıp çizildi. Aslında bir bakıma doğruydu da. Manzano döneminde takım sürekli 4-3-3, 4-2-3-1 ve 4-42 arasında gidip geliyordu. Simeone’nin 4-2-31’i ise bir düzen getirmişti. Takım 3 ayda ayağa kalkmış ve Avrupa Ligi’nde de çeyrek finale kadar yükselmişti. Mart ayının başında da bu konu bir kez daha gündeme geldi. Fakat Simeone aslında daha Arjantin’de “4-2-3-1 veya 4-3-12... Hiç önemli değil. Önemli olan oyunculardır. Hangisi kazandırıyorsa o en iyisidir.” diye bu sorunun cevabını da vermişti. İspanya’da da farklı bir şey yapmadı, sözlerini tekrarladı. O dönem için Simeone’nin sözleri klişeden ibaret bulunsa da 2012/13’te ana sistemi olarak 4-4-2’ye dönmesi aslında Simeone’nin boş konuşmadığını kanıtlayacaktı. Aynı dönem geleceğe dair başka şifreler de verdi Simeone. “Avrupa Ligi’ni alır mıyız?” yönündeki beklentilere sürekli “Maç maç düşünmeliyiz. Eğer bunu yapmazsak sezon sonunda istediğimiz yerde olamayız.” cevabını veriyordu. Nitekim maç maç düşündüler. Dahası felsefesinin geçici olmadığını tıpkı bu sezon da ‘Atletico Madrid’in La Liga şampiyonluğu’ gündeme geldiğinde sürekli aynı cevabı vererek kanıtladı. Maç maç düşünen, oyuncularına da bu şekilde düşünmeyi öğreten Simeone her maç iyi oynamayı da aşıladı ve galibiyetler de üst üste geldi. Bu noktada ise “İyi oynamanın yanında yeteneğinizi, hevesinizi ve cesaretinizi de göstermelisiniz. Takım iyi oynamıyor diye eleştiriler oluyor. İyi oynamak nedir? Savunmak? Çok pas yapmak? İyi oynamak, kazanmaktır. Her maçın ayrı bir hikayesi olur. Her maç farklı şekilde kazanılır. İspanya ve Barcelona son dönemdeki başarılarından dolayı insanları aldatıyor. Herkes onlar gibi oynayamaz. Biz de oynayamayız. Fakat zaten futbolda amaç öyle oynamak değil kazanmaktır. Evet pozisyon futbolu sizi zafere götürebilir ama kazanmak için bir çok farklı yol da mevcut. 15 pozisyon bulup kaybetmektense 1 kez rakip kaleye gidip kazanmayı tercih ederim.” diyerek sistemlerin değil sonuçların önemini vurguladı. Zaten bu sözlerinin ardından da iyi bir lider olmasının yanı sıra iyi bir taktisyen de olduğunu gösterdi. Avrupa Ligi’nin kazanıldığı sezonun ardından Diego Ribas takımdan ayrılınca “yeri “Maç maç düşeneceğiz” diyen Simeone 2012 Mayıs’ında Atletico ile Avrupa Ligi zaferi yaşıyordu. dolmaz” dendi ama Simeone ‘dizilimsel esnekliği’ sayesinde 4-4-2’ye dönerek bu sorunu aştı. Ayrıca Diego Costa’yı ve Raul Garcia’yı da kazandı. Falcao’nun gidişiyle Atletico Madrid’in 2012/13 sezonundaki gibi zirveye yaklaşılamayacağı iddia edildi ama bu sefer de bir önceki sezon kazandığı Diego Costa’dan yıldız yarattı. Yeri geldi 4-2-3-1’e döndü ama değişmeyen tek şey Atletico Madrid’in top için verdiği savaş oldu. 2009 senesinde ‘iyi oynamak’ hakkında “İyi oynamak, ne oynadığınızı bilmektir.” tanımını yapan Diego Simeone’nin takımı her maçta nasıl oynadığının farkında olarak sahada yer aldı. Atletico Madrid, Simeone’nin taktiksel ve psikolojik dokunuşlarıyla Avrupa’nın en iyi alan daraltan ve savunma yapan takımına dönüştü. El Cholisimo felsefesi Liderlik kabiliyetini taktiksel yetenekleriyle birleştirerek harika bir takım yaratan Simeone’nin Atletico Madrid’inde hiç şüphesiz en fazla öne çıkan faktör savaşçılık. Simeone’nin karakter itibarıyla savaşçı bir kişi olmasının da bundaki en önemli neden olduğu su götürmez bir gerçek. Bu açıdan Bilardismo ekolünün yaratıcısı olan eski hocası Carlos Bilardo’dan fazlasıyla etkilendiğini söylemek de yanlış olmaz. Bilardo’nun üzerindeki etkisi hakkında “O, oyunu daha tutku ve hevesle anlamamı sağladı” sözlerini kullanan Simeone, “Bilardo bize formamızı rakiplerle değiştirmememizi, çünkü bizim formamızın daha değerli olduğunu söylerdi. Formayı değerli kılmak için de elbette o mücadeleyi sergilemeniz gerekiyor.” diyerek de daha futbolculuğu döneminde sarf edilen eforun ne kadar önemli bir kavram olduğunu benimsediğini açıkça ortaya koyuyor. Zaten Atletico Madrid’in başına geçtiği dönemde de “Kadroyu bir anda değiştirmek imkansız. Ama oyuncuların ortaya koyduğu mücadeleyi değiştirebiliriz. Savaşmamanın bahanesi olamaz.” açıklamasıyla da başarı için en önemli faktörü öne çıkarıyordu: Savaşmak. Lâkin Simeone’nin felsefesinin tamamen Bilardo’nunki ile aynı olduğunu söylemek doğru olmaz. Zaten öyle olsaydı bugün Bilardismo ve Menottismo’nun yanında Cholisimo anılmazdı. Simeone’nin felsefesini Bilardo’dan ayıran en önemli faktörlerden biri de “korku” olarak gösterilebilir. Hatta Simeone’nin sürekli vurguladığı ‘maç maç düşünme’ stratejisi de tamamen buna dayanıyor. “Kolay maçlar size daha fazla zarar verebilecek maçlardır. Bir maçın kolay olduğu düşünülürse korkarım. Sadece kaybedeceğinizi düşünün. Kendimi bu gibi durumlarda rahatlatıcı her şeyden uzak tutmaya çalışırım. ‘Kolay’ kelimesinden korkarım. Bu sporda zaten korkmanız gerek. Şöyle düşünün; bir köşeye sıkıştırıldığınızda ve çıkış yolu olmadığında çözüm ararsınız. Oyuncularıma da hep bunu söylerim. Korkmak, savaşa ve öldürmeye hazırlanmaktır.” diyerek de bunu ortaya koyuyor. Ayrıca taktiksel esneklikte gösterdiği gibi at gözlükleriyle Bilardismo’ya bağlı da değil. Bilardo’yu çok beğendiğini defalarca vurgulayan Simeone, “Bielsa sahada harika bir antrenördür. Mancini’den agresifliği öğrendim. Basile ise motivasyon konusunda inanılmazdı...” diyerek her hocasından bir şeyler kapmak için çabaladığını belirtiyor. Bunun ise sadece ‘ insan yönetimiyle’ kalmadığını ise çoktan kanıtladı. Tıpkı 1998 Dünya Kupası’nda İngiltere ile oynanan maçta kendisi de sahadayken serbest vuruş organizasyonunda Zanetti’nin attığı golün aynısını 2013’te takımına öğretip Porto’ya aynı golü attırmasında olduğu gibi. Zaten bu adaptasyon yeteneği sayesinde Real Madrid ve Barcelona’ya karşı tarih yazmayı başarıyor. Kim bilir belki şampiyon olacak. Fakat şurası kesin; Atletico Madrid şampiyon olamazsa taraflı tarafsız bir çok kişi üzülecek, Simeone’nin ‘büyük hoca’ olduğu gerçeği değişmeyecek ve El Cholo kazansa da kazanamasa da bu tecrübeden her zamanki gibi ders çıkararak önümüzdeki yıllarda da üstüne koyarak devam edecek. Bilardismo ekolünün yaratıcısı Arjantinli teknik adam Carlos Bilardo. Emre Çelik Atletico Madrid Özel HF126 KOMPLE TAKIM 2004’te Valencia’nın şampiyonluğundan tam 10 yıl sonra Atletico Madrid emin adımlarla La Liga’daki Barcelona ve Real Madrid hegemonyasını yıkmaya gidiyor Genellikle sürpriz şampiyonlar, zirvenin demirbaşlarının herhangi sebeplerden dolayı düşüşe geçmeleriyle aradan sıyrılıp büyük başarı hikâyesi yazarlar. Fakat bu sezon La Liga’da emin adımlarla şampiyonluğa doğru ilerleyen Atletico Madrid’in hikâyesi kesinlikle böyle değil. Zaten Atletico Madrid’in liderliği sürpriz de değil. La Liga’nın en az gol yiyen, sahaya çıkınca taktik disiplin konusunda hem Barcelona’dan hem de Real Madrid’den fersah fersah üstün olan, hem iç sahada hem de dış sahada istikrarı yakalamayı başarabilen Simeone’nin öğrencileri, her hafta bir kez daha liderliklerinin tesadüf olmadığını kanıtlıyor. Atletico Madrid’in bu başarısında hiç şüphesiz en önemli faktör savunma. Hem bireysel anlamda hem de takım olarak Simeone’nin öğrencilerinin yaptığı savunma için ders niteliğinde dersek yanlış olmaz. Ne Real Madrid gibi sansasyonel bir oyun oynuyorlar ne de Barcelona gibi rakibe top göstermeyen bir tarzı tercih ediyorlar. Hatta öyle ki Atletico Madrid, Squawka’nın verilerine göre yaklaşık %49’luk bir ortalama ile La Liga’da topa sahip olma sıralamasında yedinci sırada. Kendilerinden çok daha aşağılarda bulunan Celta Vigo, Rayo Vallecano, Valencia gibi takımların bu istatistikte aşağısında yer alıyorlar. Fakat bunu tamamen oyun tarzları ve verimlilikle ilişkilendirmek yanlış olmaz. Top rakipteyken çift hatlı ve hatlar arasında mesafeyi fazlasıyla daraltan Atleti, 4-4-1-1 şeklinde diziliyor ve takım olarak topun arkasına geçmeyi tercih ediyor. Savunmasına güvenen ve bunda da fazlasıyla haklı olan Los Colchoneros hem rakibi üzerine çekmesine rağmen açık vermiyor hem de kapılan toplarda rakibi çoğu kez gafil avlamayı başarıyor. Kısacası Simeone, “Önce gol yemeyelim, zaten bir şekilde atarız” diyor. Bunu başarılı bir şekilde uyguladıklarının en büyük göstergesi ise Atletico Madrid’in savunmayı seçmesine rağmen La Liga’da rakiplerine bu haftaya kadar sadece 298 kez şut imkânı tanıması. La Liga’da kalesine en az şut çekilmesine müsaade eden takım ise 295 ile Barcelona. Kısacası Atleti rakip kim olursa olsun üzerine çekmeyi bir şekilde başarıyor, fakat buna rağmen rakibe oldukça az sayıda şans tanıyor. Zaten şu an geride kalan 33 haftada yedikleri 22 golle La Liga’nın kalesinde en az gol gören takımı olmaları da hem planlarını kusursuza yakın bir şekilde pratiğe dökebildiklerini gösteriyor hem de Atletico Madrid’in başarısında en kilit rolü oynayan savunma faktörünü öne çıkarıyor. Savunmadaki başarının en büyük sebebi ise hiç şüphesiz taktik disiplinden kopmamaları, 10 oyuncunun da sanki iplerle birbirlerine bağlı biçimde yek vücut hareket etmeleri ve oyuncuların takım ahengini bozmadan bireysel olarak nerede basıp nerede geri çekileceklerini bilmeleri olarak gösterilebilir. Bütün bu faktörler de birleşince rakibi hataya, doğal olarak top kaybına zorlayan bir anlayış ortaya çıkıyor. Atletico Madrid 33’üncü hafta itibariyle La Liga’da en fazla top çalan takım konumunda. Ayrıca bireysel istatistiklerde de bu konuda La Liga üçüncüsü Filipe Luis, dördüncüsü ise Gabi. Bu da bir bakıma Atletico Madrid. Takım içi sıralamada ise bu ikiliyi sırasıyla Tiago, Koke ve Mario Suarez takip ediyor. Bu istatistik de bir bakıma Atletico Madrid’in orta sahasının savunmaya verdiği katkıyı, takımın Koke’nin orta sahadaki savaşçı oyununun yanı sıra bu bölgede bir maestroya dönüşmesi verimliliği artırıyor. bütün olarak savunma yaptığını gösteriyor. Ayrıca Atletico Madrid, top çalmak için yapılan hamlelerde de %49’luk bir başarıyla bu kategoride de ligin zirvesinde. Kısacası Atletico Madrid adına başarının anahtarı savunma. Hem de kusursuza yakın bir savunma. Verimlilik Savunma elbette takımı bir noktaya kadar taşır ve Atletico Madrid’in de bu seviyede bir mücadele göstermesini sadece savunma faktörüyle açıklamak büyük bir yanlış olacaktır. Atletico Madrid oyun yapısı gereği hem kontra atağa son derece iyi çıkabilen hem de yeri geldiğinde topu alıp rakip kaleye de yerleşebilen bir ekip. Oyunun savunma yönünde de son derece önemli olan Gabi, Suarez, Tiago üçlüsünün hücumda da ipleri ellerine alıp takımı yönlendirme kabiliyetleri, Koke’nin savaşçı oyununun yanında topla adeta bir maestroya dönüşmesi, Filipe Luis ve zaten sağ açık orijinli Juanfran’ın her atakta ileriye çıkarak hem oyunu genişletmeleri hem de hücuma çeşitlilik katmaları, Diego Costa-David Villa gibi iki yetenekle birleşince Atletico Madrid en az savunma kadar hücumda da son derece başarılı ve verimli bir profil çiziyor. Bu verimliliğin oyuncu bazında gözlenmesi de fark yaratan en önemli faktörlerden birisi. La Liga’da 20 golü geçen üç isim incelendiğinde Ronaldo’nun kaleyi bulan şutlarından yaklaşık %26’sı, Lionel Messi’nin yaklaşık %28’i, Diego Costa’nın ise yaklaşık %44’ü ağlarla buluşuyor. İleri uçta bu denli yırtıcı, zaman zaman 3 rakibi sırtına alıp taşıyabilen ama son derece kuvvetli ve keskin biri olunca da Atletico Madrid gol bulmakta pek zorlanmıyor. Hele bir de Diego Costa’yı ağırlıkla besleyen isim La Liga’nın asist kralı, daha da önemlisi şu an La Liga’da en fazla keyif veren ve bir o kadar da komple bir görüntü çizen orta saha oyuncusu Koke olunca Atletico Madrid hücumları göze de hitap ediyor. Atletico Madrid’in hücumdaki bir diğer önemli silahı ise şüphesiz duran toplar. Penaltılar bir kenara koyulduğunda 15 golle La Liga’da en fazla duran toptan gol bulan 3’üncü takım konumundalar. Duran toplarda öne çıkan en önemli organizasyon ise köşe vuruşları. 10 golle Sevilla ile birlikte bu konuda zirvedeler. Bunda da hiç şüphesiz Simeone’nin düzenli olarak yaptırdığı duran top antrenmanları fazlasıyla etkili. Hatta öyle ki en az hücumda olduğu kadar savunmada da bunun meyvesini fazlalıkla yiyorlar. Rollerin önemi Atletico Madrid’in başarısında bir diğer önemli nokta da hiç şüphesiz Real Madrid ve Barcelona’ya kıyasla çok daha dar bir kadroya sahip olmalarına rağmen takımdaki rollerin keskinliği. Raul Garcia, sezonun özellikle ilk bölümünde birçok maçta oyuna sonradan girip karşılaşmaların kaderini değiştiren isim oldu, ilk 16 hafta ligde 6 gol attı. Böyle bir performansın ve lige başlangıcın ardından da elbette Raul Garcia’nın 11’e yerleşmesi gerektiği tartışıldı. Fakat bu tartışmaya noktayı koyan ilk isim “Elbette herkes ilk 11 oyuncusu olmak ister. Ben de bunun için çalışıyorum ama hocamız böyle daha verimli olduğumu düşünüyor. Attığım goller de hocamızın haklılığını kanıtlıyor.” açıklamalarıyla Raul Garcia olurken Simeone de oyuncusu hakkında “Raul Garcia herkese örnek olması gereken bir profesyonel. 1 yıl oynamasa Sezonun ilk 16 haftasında 6 gollük bir performans sergileyen Raul Garcia daha sonraki bölümde yedek kalsa da bunu sorun haline getirmedi ve hocasının kararına saygı duyduğunu söyledi. da girip 90 dakika hiçbir şey olmamış gibi işini yapabiliyor.” diyerek oyuncusunu onore etti. Benzer bir durum Tiago için de geçerli. Gabi’nin asıl partneri Suarez olsa da Suarez’in sakatlığında Tiago takım arkadaşını hiç aratmadı. Suarez’in döndüğü zamanlar ise hiçbir problem çıkarmadan kulübedeki rolünü kabullendi. Hatta öyle ki yıllardır disiplinsizliğiyle eleştirilen Diego Ribas bile sisteme yerleştirilmeye çalışıldı; ilk 11’de çıktığı 4 maçta sistemin 4-2-3-1’e kayması ve düzenin bozulmasından dolayı Atletico Madrid 10 gol yiyince kızağa çekildi ama rolünü benimsedi ve en kritik anda çıkıp Camp Nou’da Barcelona ağlarını havalandırdı. Şampiyonluk? Ligin başında yapılan 8’de 8’in ardından birçok kişi Atletico Madrid’in Şampiyonlar Ligi fikstürünün ağırlaşması ve Copa del Rey’in de Ligin ilk yarısındaki Valencia mücadelesini Atletico Madrid 3-0 kazanmıştı. devreye girmesiyle düşüşe geçeceğini, kırılma anlarında gereken reaksiyonu gösteremeyeceğini düşünüyordu. Nitekim önce 9’uncu hafta Barcelona’nun Osasuna ile berabere kalmasıyla liderlik fırsatı yakaladılar ama Espanyol’a mağlup olarak bu fırsatı teptiler. Aynı senaryoyu 20’nci hafta da yaşadılar. Barça, Levante’den 1 puan alabildi ama Atleti de Sevilla ile berabere kalarak yine ikramı geri çevirdi. Liderliğe yükseldikleri 22’nci haftanın hemen ardından da Almeria’ya yenilerek “baskıyı kaldıramıyorlar” yönündeki eleştirileri doğrularcasına koltuğu devrettiler. Lâkin bu üç kritik haftanın üzerine son virajda, yani şampiyonun belirleneceği en önemli anda, adeta karakter koyarak zirveyi ele geçirdiler. Geriye 5 hafta, en az 2 de Şampiyonlar Ligi maçı kaldı. Son hafta Camp Nou deplasmanından önce tek kritik maç, iki Chelsea karşılaşması arasında Mestalla’da oynanacak Valencia maçı. Atletico Madrid adına şampiyonluk maçı olacak dersek yanlış olmaz. Fikstür Atleti adına sıkışık ama Valencia da o maçın öncesi ve hemen sonrasında Avrupa Ligi yarı finalinde Sevilla ile karşılaşacak, en az Atleti kadar zor durumda olacak. Atletico Madrid’in 3 puanlık avantajı ve Real Madrid’e kurulan ikili averaj üstünlüğü düşünülünce Mestalla’da alınacak 3 puan, Camp Nou’daki maçın skoru ne olursa olsun, Atleti için büyük ihtimalle şampiyonluk anlamına gelecek. Elche, Levante, Malaga maçlarında ise Atletico Madrid aleyhinde bir sonuç çıkması gerçekten büyük bir sürpriz olur, zaten tüm hayalleri de yıkmaya yeter. Emre Çelik Atletico Madrid Özel HF126 NEREYE KADAR? Atletico Madrid, El Cholo’nun liderliğiyle sürekli üstüne koyarak yükselmeye devam ediyor. Peki, Atletico’nun şaşalı günlerine tam anlamıyla dönmesi ne kadar mümkün 2004 senesinde Rafael Benitez’in Valencia ile elde ettiği şampiyonluğun ardından La Liga’da her geçen yıl Real Madrid-Barcelona ikilisi ve geri kalanlar arasındaki makas gittikçe açıldı. 2004/05 sezonundan itibaren ise geride kalan 9 sezon boyunca bir tek Villarreal, 2007/08’de Barcelona ile Real Madrid’in arasına girmeyi başardı. Bunun en önemli sebebi ise hiç şüphesiz La Liga’nın iki devi ile diğer 18 takım arasındaki ekonomik farklar. Elbette ekonomik imkânlar, takımlar arasında ciddi bir güç dengesi oluşturuyor ve zaten bu faktör de Atletico Madrid’in halihazırda elde ettiği başarıyı daha değerli kılıyor. Simeone’nin “Onlar Ferrari, biz ise normal arabalarız.” sözleri ‘haksız rekabeti’; “Aradaki bu denli imkan farkına rağmen yaptıklarımız, Sevilla’da, Valencia’da veya başka bir yerde bize sempati oluşmasını sağlıyor. Diğer insanların da bizi desteklemesine yol açıyor.” sözleri ise Atletico Madrid’in imkansıza soyunmasından dolayı yapılan işi ortaya koyuyor. Bu başarının en büyük mimarı olan Simeone’nin Atleti ile 2017’ye kadar sözleşmesi bulunuyor. Simeone’nin Falcao ve Diego gibi isimlerin ayrılmasının ardından hamleleriyle takımı daha güçlü kılması Atletico Madrid cephesini ümitlendiriyor fakat işin bir de ekonomik gerçekliği bulunuyor. Son yıllarda İspanya spor ekonomisi konusunda en kapsamlı araştırmalara imza atan Prof. Josep Maria Liébana’nın 2013 sonu itibarıyla verdiği rakamlar ise Atletico Madrid açısından hiç de iç açıcı değil. Zaten Şampiyonlar Ligi’nde yarı final eşleşmelerinden hemen önce olası bir Chelsea eşleşmesi hakkında Enrique Cerezo’nun “6 milyon euroyu veremeyebiliriz.” sözleri de durumun ne denli kritik olduğunu ortaya koyuyor. Liébana’nın verilerine göre İspanya’da en fazla borcu olan kulüpler sırasıyla 589 milyon euro ile Real Madrid, 538 milyon euro ile Atletico Madrid, 471 milyon euro ile Barcelona ve 399 milyon euro ile satılığa çıkarılmak zorunda kalan Valencia. Fakat Atletico Madrid’i Barça ve Real’den ayıran en büyük faktör bu borca rağmen elde ettiği gelir. Başkent ekibi son 6 yıl boyunca elde ettiği gelirde herhangi bir artışa gidemedi ve 100-120 milyon euro civarında seyretti. Öyle ki 2011/12 sezonunda 120 milyon euro ile zirveyi gören kulüp, geride bıraktığımız sezonu ise 107 milyon euroluk bir gelirle kapattı. Real Madrid, 2012/13 sezonunda bir önceki sezona göre gelirlerini %49 artırmayı başarırken Barcelona da %67’lik bir gelişim kaydetti. Hatta Atletico Madrid, 2012/13 Bu sezon Şampiyonlar Ligi’nde yarı final gören Atletico için Devler Ligi’ne katılımın sürekliliği ekonomik anlamda hayati değer taşıyor. sezonunun değerleri dikkate alındığında ligi üçüncü bitirmesine rağmen Valencia’dan bile daha az gelir elde etti. Borçların 1/3’e yakını devlete ve 2017’ye kadar Atletico Madrid’in bu parayı ödemesi gerekiyor. 2017’ye kadar yapılandırılan bu borçların ertelenmesi söz konusu değil. Bu sene devlet için yapılandırılan ödeme ise yaklaşık olarak 15 milyon euro. AS’a göre ayrıca Atletico Madrid’in bu yıl yaklaşık olarak 50 milyon euro civarında vergi ödemesi gerekiyor. FFP kurallarının vergi ve transfer borçlarına öncelik verdiği düşünülürse de Atletico Madrid’in kısa dönemde bir krizle karşı karşıya olduğunu söylemek mümkün. Ölümcül ihtiyaç: Şampiyonlar Ligi Atletico Madrid’in hale hazırda en fazla parayı Azerbaycan ile yaptığı sponsorluk anlaşmasından ve tv gelirlerinden elde ediyor. Fakat şunu vurgulamak şart; La Liga’daki yayın gelirleri son derece adaletsiz bir şekilde dağıtılıyor ve Azerbaycan ile olan sponsorluk anlaşması 2015’e kadar. Kısacası Atletico Madrid’in yeni gelir kapıları açması şart. Bunun da yolu Şampiyonlar Ligi’nden geçiyor. Şampiyonlar Ligi’nden gelecek sıcak para hiç şüphesiz Atletico Madrid’in elini rahatlatacaktır lâkin Atletico Madrid yine de başta Diego Costa olmak üzere bazı oyuncularını satmak zorunda kalabilir. Dahası bu süreçte, son olarak Falcao örneğinde gördüğümüz gibi planlanan transfer bütçesini geçmek gibi bir lükse de sahip değil. Bu açıdan düşünülünce Atletico Madrid için önümüzdeki 3 yıl Şampiyonlar Ligi’ne katılmak ve bu sayede de gelirlerini maksimum düzeye çıkarmak son derece kritik olacak. Bu sezon Atletico formasıyla tüm kulvarlarda 34 gol atan Diego Costa için Chelsea’nın 50 milyon Pound önerdiği konuşuluyor. Bir bakıma Atletico Madrid’in başarıyı sürdürebilmesi tamamen başarıya bağlı. Tabii bu başarının geçmiş yılların aksine iyi yönetilmesi de şart. Lâkin kulüp yönetimi de zaten ders çıkarmış bir görüntü sergiliyor. Şampiyonlar Ligi’nde grup aşamasının ardından “Önemli olan nereye kadar gideceğimiz değil. Şampiyonlar Ligi’nde kalıcı olabilmek.” diyen Enrique Cerezo, kulübün geleceği için Şampiyonlar Ligi’nin ne denli önemli olduğunu dile getirdi. Yine de durumun farkında olmak krizin aşılacağı anlamına gelmiyor. Atletico Madrid’in verimli transferler yapması şart. Bu sezon başında yaklaşık 33 milyon euro harcanarak kadroya dahil edilen Josuha Guilavogui, Toby Alderweireld, Daniel Aranzubia, Roberto Jiménez, David Villa, Leo Baptistão, José Giménez’den geleceğe yönelik hamle olan José Giménez ve verim alınan David Villa’yı bir kenara koyarsak Atletico Madrid’in pek iyi bir transfer stratejisi olduğunu söylemek güç. Açıkçası Atletico Madrid’in artık böyle hatalar yapma lüksü de bulunmuyor. Agüero’nun satılıp Falcao’nun alındığı hamlelerin başka bir versiyonu ise söz konusu bile değil. Uzun lafın kısası Atletico Madrid’in başarıyı sürdürüp sürdüremeyeceği oynanan futbola değil tamamen saha dışı faktörlere bağlı. Kulübün ne yapıp edip gelirlerini artırması gerekiyor. Fakat bu paraları borç kapatmak için kullanacağından dolayı da nokta transfer şart. Eğer bir sene bile hatalı adım atılırsa çorap söküğü gibi hataların devamı gelecek, Atleti’nin sonu belki de 2000’lerin başında Avrupa’yı salladıktan sonra gelirlerini yönetemeyen ve serbest düşüşe geçen Deportivo la Coruna gibi olacaktır. Mustafa Demirtaş YAŞSIZ ADAM COSTACURTA “Ben senin yaşın kadar futbol oynadım!” diye biraz da mübalağa serpiştirilmiş bir halk deyimi vardır ya… Söz konusu Alessandro Costacurta’ysa, ortada bir abartı yok demektir Costacurta’nın Milan karnesi 21 sezon 458 maç 3 gol 5 Şampiyonlar Ligi 7 Serie A 4 UEFA Süper Kupası Unutulmaz HF126 Eğer futbolla tanışma yıllarınız 90’lara denk geliyorsa, kulak aşinalığıyla öğreneceğiniz birkaç şey vardır… Milan, o güne kadar tarihin gördüğü en büyük takımdır. Eğer bir yerde çok iyi oynayan bir takıma denk gelir ve içinizden onları övmek isterseniz, “Milan gibi takım!” tanımını yapmalısınız. Henüz Sovyetler Birliği’ne attığı ve İsviçre bilim adamlarının çözemeyeceği tek fizik olayı olan golünü izlememiş olsanız da, Marco van Basten en büyük golcüdür, ayrıca Ruud Gullit de en büyük yıldız. Almak isteyeceğiniz ilk forma, kırmızı-siyah çubuklu olanıdır. Çünkü o zamanlarda futbol demek, Milan demektir. Bir gün, sadece gol olduğunda heyecanlanmak ve topla büyüleyici hareketler yapan, biraz da karizmatik olan futbolculara hayranlık duyma ilgisinin ötesine geçip futbolun tarihine inme yolculuğuna çıktığınızdaysa; Milan’a duyacağınız şey hayranlıktan çok, saygıya dönüşür. Hikâyenin başlangıcı, Silvio Berlusconi’nin 1986’da iflasın eşiğindeki Milan’ı devralmasıydı. Berlusconi, bir yandan Euro 88’in yıldızlarını takıma kazandırmakla meşgulken öteki yandan bu büyük projeyi o güne dek pek adı sanı duyulmamış, bu sebeple lakabı “Bay hiç kimse” olarak kalmış Arrigo Sacchi’ye emanet etmişti. Hatta büyük sükse yaratarak Milan’a transfer olan Marco van Basten de açık yüreklilikle, “Sacchi de kim? Hakkında hiçbir fikrim yok!” sözlerini sarf edecekti. Ama Sacchi, dünya futbolunu öyle bir oyun taktiğiyle tanıştıracaktı ki böylesine bir futbol aklına ancak ‘hiç kimse’ sahip olabilirdi. Bugünlerde daha çok Borussia Dortmund’la gördüğümüz, yakın zamanda da Guardiola’nın Barça’sıyla mükemmelleşen “topun kaybedildiği noktaya pres” uygulaması, ilk kez 80’lerin sonundaki Milan’la görülüyordu. Arrigo Sacchi’nin takımı, daha çok kuvvet ve dayanıklılık antrenmanlarına yönelmiş; rakiplerini temposuyla ezmeye başlamıştı. Zaten topu hücum bölgesinde kazandıktan sonra, gol atmak için tüm uygun şartları yaratabilecek kaliteli oyunculara sahiplerdi. Böyle bakıldığı zaman, o dönemde Serie A’da Milan formasını 20 yıl boyunca taşıyan Costacurta bu süreçte birbirinden önemli yıldızlarla aynı amaç için mücadele verdi. en şanslı savunma hattının, Milan’ın dörtlüsü olduğu sanılabilir. Ancak o sistemin asıl sırrı, işte o geri dörtlüde yatıyordu. Sacchi’nin özel antrenmanlarından biri de, Tassotti, Baresi, Costacurta ve Maldini’den oluşan savunmaya karşı, Milan’ın sekiz hücum silahından oluşan takımıyla yarı sahada maç yaptırmasıydı. Evet, sekize karşı dört! Üstelik her autta, top yeniden hücumcuların ayağından, yarı sahadan itibaren başlıyordu. O fantastik dörtlünün doğuşu, hiç de kolay olmamıştı. Marco Baresi, savunmanın lideri, rakip atakların sonlandırıcısı ve çoğu zaman da Milan ataklarının başlangıç noktası… Kaptanın işi oldukça zordu, o yüzden yanındaki çocuğun, Costacurta’nın “pis işleri” üstlenmesi gerekiyordu. Sıkı markaj, gerekli zamanlardaki sert fauller, kafa topları… Aslında 1979 yılında Milan’a ayak bastığı zamanlarda onun hayali çok daha farklıydı. Basketbolcu olmak istiyordu, zaten boyu da oldukça elverişliydi. Tam bir NBA hastasıydı Alessandro. Elbette, kulübünün basketbol şubesi, yani Olimpia Milano’nun da maçlarını kaçırmıyordu. Hatta öyle bir noktadaydı ki bu hastalık, Olimpia Milano’nun göğüs sponsoru olan “Billy” isimli içecek markası; zamanla Costacurta’nın lakabı olacaktı. Ancak biz yine de hikâyenin geri kalanında ondan kendi ismiyle bahsedelim. Zira futbol tarihinin kulağa en hoş gelen isimlerinden birine sahip. Ancelotti, Maldini ve Costacurta aynı karede. Costacurta, Gullit’li, Van Basten’li birçoklarına göre futbol tarihinin en iyi takımının da bir parçasıydı; o günlerden tam 20 yıl sonra, bir zamanlar takım arkadaşı olan Carlo Ancelotti’nin hocalığını yaptığı Pirlo’lu, Kaka’lı, Shevchenko’lu Milan’ın da… Ve belki de Milan tarihinin görüp görebileceği en güzel yıllarına sahada tanıklık etti. Serie A şampiyonluklarını kutlarken, Şampiyonlar Ligi kupasını kaldırırken etrafında birçok yeni yüz, farklı yıldızlar vardı. Ancak o, her zaman Baresi’nin yanında olduğu günlerindeki gibi “ikinci adam” olmaktan kaçınmadı. Sadece yanındaki stoperin değil, herhangi bir sinema yıldızının kademesine girecek kadar karizmatik bir duruşa, imaja sahipti. İstikrarın sözlük karşılığıydı. Shevchenko’yu “en verimli dönemini bitirdi” diyerek satılması konusunda görüş bildiren, Beckham için “38 yaşına kadar oynar” raporunu veren Milan LAB’daki bilimadamları bile onun için “Bizlik bir şey yok, Maldini ve Costacurta gibi oyuncular birer istisna!” diyecekti. Monza’da kiralık geçirdiği 1 yıl dışında, tam 20 sezon Milan gibi bir kulübün parçası olmayı başardı. Alessandro Costacurta, 41 yaşından gün alırken Şampiyonlar Ligi maçına çıkarak; aslında sadece futbolseverlere değil, bütün insanlara “hiçbir şey için geç değil!” mesajını veren adam! 2007 yılında futbola veda eden Costacurta son maçı olan ligdeki Udinese mücadelesinde fileleri sarsınca böyle sevinmişti. Güner Çalış Avrupa’dan Futbol HF126 UKRAYNA’DA BiRLiK ÇAĞRISI Ukrayna’daki siyasi belirsizlik futbolu da etki altına aldı. Pek çok kulüp ekonomik kriz yaşarken bazıları da ya bunun eşiğinde ya da kapanmış durumda Kiev Olimpiyat Stadı’nda oynanan Dinamo Shakhtar maçının konusu, bu kez ezeli rekabet değildi. Beklendiği üzere, 70 bin kişilik statta büyük bir Ukrayna bayrağı koreografisi oluşturuldu ve birlik çağrıları yapıldı. Bundan yaklaşık bir ay önce de ligin başlamasının gecikmesi üzerine iki takımın ultrasları bir dostluk maçı tertip etmişlerdi. Tüm bu olanlar, 10 yıl evvelki Turuncu Devrim öncesi Shakhtar’ın turuncu rengi üzerinden akıldışı spekülasyonların yapılabildiği dönemden çok farklıydı. Futbol takımlarının ultras grupları, Maidan olayları sırasında çok önemli aktörler olarak öne çıktılar. Hâlihazırda polisle çatışmaya alışkındılar ve güçlü, kararlı erkeklerden oluşuyorlardı. 21 Ocak’ta ‘dikta kanunları’ olarak anılan düzenlemenin yürürlüğe girmesi üzerine, Dinamo Ultras grubu “Kiev için, Ukrayna için!” diğer taraftar gruplarını da sokakları ‘tituşki’lerden temizlemeye desteğe davet ediyordu. Tituşki, hükümetin parayla tuttuğu sokak holiganları için kullanılan bir tabirdi. Bu çağrıya ilk destek, Rus yanlılarının çoğunlukta olduğu doğu illerinden biri olan Dnipropetrovsk’tan geldi. Daha sonra, Metalist, Shakhtar ve Kırım takımı Sevastopol gibi diğer Rus yanlısı şehirlerin Ultrasları da onlara katıldılar. Taraftar gruplarının sokağın ‘güvenliğini’ sağlamadaki bu etkin rolü, milliyetçi parti Svoboda’nın lideri Oleh Tyahnybok gibilerce büyük takdirle karşılanacaktı. Birleşik Ukrayna Taraftar gruplarının ‘ateşkes’i bir yana, pek çok kulüp derin bir belirsizliğin eşiğinde. Kırım ekibi Tavriya Simferopol, bunlardan biri. Kulübün para sağlayıcısı Dymtro Firtash’ın geçtiğimiz ay Viyana’da tutuklanmasının ardından uzun dönemde nasıl ayakta kalacakları meçhul. Benzer durumdaki Arsenal Kiev çoktan iflasını açıkladı ve son dönemde ülkenin en büyük güçleri arasında kendine yer eden Metalist’i dahi benzer bir son bekleyebilir. Yanuchenko hükümetinin düşmesiyle, hükümet tabanlı oligarkların usulsüzlükleri de bir bir ortaya çıkıyor ve Metalist’in sahibi Kurchenko gibiler sahneden çekiliyorlar. Serhiy Kurchenko’nun hesapları dondurulmuş durumda ve Metalist’i yeni bir oligark satın alana kadar, kulüp büyük bir çıkmazda. Ama Tavriya’nın sorunları bunlardan apayrı. Kırım’ın Rusya’ya katılmasıyla, Ukrayna’nın tüm ekonomik desteğini kestiği kulüp, Dinamo Kiev’le yapacağı maç için 13 saatlik tren yolculuğu yapmak zorunda kalmıştı. Dahası, önümüzdeki sezon Rus Ligi’nde mi yoksa Ukrayna Ligi’nde mi oynayacaklarını dahi bilmiyorlar. Oligarklar; futbol kulüplerinin devam edebilmesi kadar, Ukrayna’nın tek devlet olarak kalabilmesi sürecinde de çok önemli aktörler olarak öne çıkıyor. 90’lardaki kaostan beslenerek ülkenin en zenginleri konumuna yükselen bu elit grup, bu şekilde kalabilmek için artık ‘stabil’ bir ortama tabi ve bundan da önemlisi, olası bir Rus entegresyonunda, ‘büyük’ kardeşleri tarafından yutulmaya gebe. Yeni kurulan hükümet tarafından, özellikle de doğu vilayetlerinde politika sahnesine sürülen oligarklar, bu vilayetlerin yöneticileri olarak atandılar. Dnipro’nun sahibi Ihor Kolomoysky, Dnipropetrovsk’un ve Sergei Taruta, Donbass’ın başına geçti. Ülkenin en zengin adamı ve Shakhtar’ın sahibi Rinat Akhmetov ise şu an için ‘politikadan uzak durmak istediğini’ söylüyor. Kim bilir? Ölmek kırmızıdan daha iyi Salih Demirci Futbol Yönetimi HF126 DERiN FUTBOL’UN KENDiLiĞiNDEN YÜKSELiŞi Ekrandaki futbol programlarının yıldızı Derin Futbol, mikserlerin şampiyonu Rasim Ozan. Memleketin zirve futbolunu sıkı takip edenlerin favori programı kaçınılmaz şekilde yükseliyor ve bu durum bize bir şeyleri işaret ediyor Geçtiğimiz hafta sonu futbol ortamımıza Fenerbahçe’yi tebrik ve başarıyı tasdik havası hâkimdi. Kadıköy’de rüzgâr tatlı tatlı, şampiyonluğa doğru esiyordu. Nasıl esmesin, takipçilerinin ikisinin de puan kaybettiği haftada kazanan Ersun Yanal’ın takımı farkı 12 puana çıkarmıştı. Her şey yolundaydı, zaman övgü zamanıydı. Diğer tarafta ise Galatasaray’ın başarısızlığı aşikârdı, eski defterlerden RobertoMancini’nin hatalarına kadar üzerine konuşulacak çok şey vardı. Sarı-kırmızlılar baştan aşağı yanlış, eksik ve sorunluydu. Bir önceki gün fırsat tepen Beşiktaş ise sempatik kaybeden olarak yüreklendiriliyordu. Onların imkânları zaten kısıtlıydı, yarıştaki iki büyük atın peşine düşen küçük at gibiydiler ve böylesi bir zamanda yine iyi iş çıkarıyorlardı. Hakikaten yarışmacı olmaları içinse büyümeye ihtiyaçları vardı, bunun da yolu gelirlerini artırmaktan geçiyordu. Bu atmosferde başlayan Derin Futbol’da ateşi harlayan Ümit Özat’ın sözleri oldu. Galatasaray’dansa Beşiktaş’ın Şampiyonlar Ligi’ne gitmesinin daha hayırlı olacağı savıyla konuşan eski Fenerbahçe kaptanı, hafta sonu derbide Beşiktaş’ın kazanmasını istediğini açık yüreklilikle beyan etti. Rasim Ozan Kütahyalı ise bu anlar için orada bulunuyordu ve bu kısa düşen geri pası affetmedi. Bir büyük tartışma başladı ve ertesinde çarpıcı bir şey oldu, Rıdvan Dilmen programa telefonla bağlandı. Yalnızca birkaç saat önce kendi programı %100 Futbol’da ekrana çıkan Rıdvan Dilmen, Fenerbahçe’nin şampiyonluk yolunu anlatmıştı. Burada ise ‘başka şeyler’ anlatılıyor gibiydi ama ülkenin ağzına baktığı topu bilen adam da Derin Futbol’u izliyordu. Hatta sadece izlemiyor, programa katkı vermek için yayına bağlanıyordu. Çünkü aslında burada da ‘başka şeyler’ anlatılmıyordu. Derin Futbol dönemi Elbette bu hikâyeyi Rıdvan Dilmen eleştirisi olarak okumayı tercih edenler olabilir, ancak bu yazının meselesi bu değil. Yarışmanın doğası gereği ve profesyonel hayatın rutini icabı aralarında rekabet olan iki unsurdan biri, kendi gücünü oluşturan değerleri diğerinden korur. Söz konusu iki futbol programı arasında olması beklenen rekabet de Rıdvan Dilmen’i bu telefon bağlantısından men etmeliydi. Fakat böyle olmadı ve birinin asli değeri diğerine katkı verebilirken görülüyor ki kulvarlar farklı. Bu farklılığı oluşturan unsurlardan en önemlisi elbette ki içerik ve üslup. Şansal Büyüka ve Erman Toroğlu’nun uzun yıllar birlikte götürdüğü Maraton programının mirasından feragat eden Ntv’nin %100 Futbol’u kendini farklı bir yerde konumlandırıyor. Maraton programının şimdiki hali ikisinin arasında bir yerde ve Telegol’ün açtığı yoldan giden Derin Futbol ise Serhat Ulueren’in formatına göre daha hareketli. Gündem belirleme iddiasındaki Telegol’den farklı olarak nispeten doğaçlama ilerleyen ve gündeme yaslanan programda henüz cacık yapma ve ruh çağırma gibi enteresan olaylar yaşanmadı. Bunun yerine futbol gündeminde her ne varsa, buna dair gerekli bilgi ve en yetkili ağızdan yapılan açıklamalar Beyaz Tv ekranından takip ediliyor. Üslup ve kavgalar da işin eğlencesi. %100 Futbol’un düşüşü Ahmet Çakar bazen çok kızıp Rasim Ozan’a ‘ayar’ veriyor, Sinan Engin küfrediyor ama Kadıköy’de Bir zamanlar Maraton programı Ahmet Çakar, programda sürekli Rasim Ozan Kütahyalı ile ‘gerginlik’ yaşıyor. mahsur kalan İbrahim Hacıosmanoğlu’nu, büyük olayların ardından Trabzon’da yol arkadaşı ile ters düşen Sebahattin Çakıroğlu’nu, Rusya’daki derbide yaşananların peşinden Mahmut Uslu’yu yayına onlar bağlıyor. Fikret Orman onlara konuşuyor ve peki diğer tarafta, %100 Futbol’da neler oluyor? Sorun şu ki, bazen hiçbir şey. Buna en yakın örnek, son Galatasaray - Fenerbahçe maçı ertesindeki program olabilir. Karşılaşmanın akabinde sinirleri bozuk görünen Rıdvan Dilmen, açıkça sahada olan-biten üzerine konuşmak istemiyordu. Her hali, hareketi ve tavrı ile programın formatı dâhilinde söyleyecek sözü olmadığını gösteriyordu. Çift haneli sayıda sarı kart, iki kırmızı kart, topun çok az süre oyunda kalması, oyuncu davranışları… hepsi oyunun kendisine dair söyleyecek fazla söze izin vermiyordu, hatta söyleyebilene madalya takılmalıydı. Futbol neticede bir oyundu ve kurallar içinde kalıp gri alanları iyi kullanmak da bu oyunun bir parçası mıydı; evet, öyleydi. Yine de bu kadarı fazlaydı. Rıdvan Dilmen de mecbur, ortadaki garabetten yakındı. Ülkemiz futbolunun sorunları, yöneticiler, sorunlu futbolcular, hakemler ve hükmü geçenin her koşulda haklı olması… Eh, bunlar söylenecekse bunu iyi yapan bir program zaten var; hem de icraatın içinden gelmiş isimlerle. Belki Rıdvan Dilmen de bu tür bir maçın dinamiklerini iyi anlatabilirdi ama programın formatı buna izin vermiyordu. Dolayısıyla sahadaki sertliği, hakemin psikolojisini açıklayabilen adamlar gerçeğe daha yakındı. Galatasaray’ı galibiyete götüren parametreleri Derin Futbol anlatıyordu. Tepeden değil tabandan Herkesin hafızasında tazeliğini koruyan derbi, futbol ortamımızın yakın dönemdeki atmosferinin bir özeti sayılabilir. Bu noktadan bakacak olursak %100 Futbol, mevcut durumu gerçeğe yaklaşarak ortaya koymaktan uzak. Bilhassa büyük maçlara dair söylenenler butlan oluyor, çünkü sonucu hayatın başka bir alanında da görülebilen etkenler tayin ederken, yalnızca futbola özgü orijinallikler ortada görünmüyor. Nitekim %100 Futbol ile Derin Futbol aslında birbirine rakip, fakat birinin öne geçmesi ya da diğerinin eski gücüne kavuşması kendilerine değil, futbol ortamının şartlarına bağlı. Hal buyken boşluğu Derin Futbol dolduruyor. Şimdi ve daha önce %100 Futbol izleyenler Derin Futbol izliyorlar, çünkü gerçeğe en yakın bilgi orada veriliyor. Zira futbol ortamımız bir süredir, takriben 2011 yılından bu yana eskisinden daha gergin, daha katı. Bunu futbolcu davranışlarından yönetici demeçlerine, esas olarak ise tribün reflekslerinde görmek mümkün. Kısa sürede çok fazla şey yaşandı ve tüm bu olan-bitenin tortusu biraz olsun yumuşamadan normalleşme mümkün değil. Ateşi harlayanlar da cabası.Rıdvan Dilmen ise hala çok izlense bile galiba eskisi kadar dikkate alınmıyor ve aynı durum, muhtemelen futbol ortamımızın alternatif yayın mecraları için de geçerli.