Yunanistan ve Yeni Bir Azınlık Siyasetinin Gerekliliği
Transkript
Yunanistan ve Yeni Bir Azınlık Siyasetinin Gerekliliği
YUNANĠSTAN VE YENĠ BĠR AZINLIK SĠYASETĠNĠN GEREKLĠLĠĞĠ Önder Çetin* Irak’ı “özgürleştirme” operasyonunun farklı bir boyuta taşınmasıyla birlikte Türkiye gündemi kendi sorunlarıyla başbaşa kalmış gözüküyor. Öyle ki, Batılılaşma projemizin temel ayağı olarak görülen AB üyeliği “arefesinde”, 16 Nisan’da düzenlenen tarihi zirveyle birliğin üye sayısını 25’e çıkarmasının manşetlere yansıyan bir kaç hayıflanma ve şikayet dışında çok da fazla karşılık bulduğu söylenemez. Böylesi bir ortamda AB üyeliğinin düğümü haline gelen Kıbrıs’ta KKTC insiyatifiyle gerçekleştirilen “buluşma”nın geçtiğimiz haftalarda TürkYunan sorunlarının masaya yatırıldığı toplantıyı gölgede bırakmış olması içine düşülen ironiyi daha da belirgin bir şekilde ortaya çıkarmakta. Böylesi bir süreçte her ne kadar gündemi işgal eden olayların gerisinde kalmış gibi görünse de asıl muhattaplarının nezdinde hassasiyetini koruyan Yunanistan’daki Türk ve Müslüman azınlığın sorunları Türkiye’nin üyelik sürecinde olduğu, bilhassa da Yunanistan’ın dönem başkanlığına raslayan bu dönemde iki ülke politikalarının kesişim sahasında kalmaya devam edeceğe benzemektedir. Depremlerle birlikte yumuşamış görüntüsü veren, 2002’in son aylarında Türkiye’nin AB üyeliği çabalarında yanında bulduğu izlenimi edinilen Yunanistan’la ilişkilerde bilhassa bahsi geçen “iyileşme” dönemlerinde arka plana itilen sorunun günden güne daha da hassasiyetini arttırması aktüalitenin cazibesinden sıyrılarak konunun ele alınmasını zorunlu kılıyor. Türk-Yunan ilişkilerinde azınlık sorunları ele alınırken varolan çatışmanın doğasında barındırdığı bir simetri karşımıza çıkmakta. Azınlıklar daima iki ülke ilişkilerinde her an olası bir dalgalanmanın sonuçlarına katlanmak zorunda kalan kesim olmuştur, bir başka deyişle Türk-Yunan ilişkilerindeki iyileşme azınlıklar için bir rahatlama dönemini beraberinde getirirken ilişkilerdeki en ufak bir gerginlik dahi iki taraf içinde çeşitli vasıtalarla sürdürülen, değişen yoğunlukta baskıyı beraberinde getirmiştir. Haddi zatında azınlıklar meselesi iki ülke arasındaki ilişkilerin gerginleşmesinde önemli rol oynayan Kıbrıs ya da Ege sorunu bir tarafa kronolojik açıdan iki ülkeyi karşı karşıya getiren ilk ciddi sorundur. Hukuksal açıdan soruna dair iki devlet arasında yapılan ilk düzenleme Lozan Antlaşması’nın (1923) “Azınlıkların korunması”na dair 37-45. maddeleridir. İlerleyen tarihlerde azınlık haklarına dair yapılan uluslararası düzeyde gerçekleştirilen hukuksal düzenlemeler göz önüne alındığında doğal olan * Fatih Üniversitesi Kamu Yönetimi Bölümü Araştırma Görevlisi 1 konunun iki ülke açısından da “normalleşmesi”dir. Ne var ki, meselenin belki de asıl başlangıcı bu düzenlemelerle birlikte ortaya çıkmıştır. Lozan’da Azınlıklar Meselesi Savaş koşullarında gerçekleşen önemli nüfus değişimleri ve bunun beraberinde getirdiği toplumsal haraketlenme, meselenin hukuksal bir rejim çerçevesinde netleştirilmesini zorunlu kılmıştır. Bu doğrultuda barış görüşmelerinin öncesinde Milletler Cemiyeti’nce görevlendirilen Norveçli Fridtjof Nansen’in söz konusu nüfus değişimini yerinde incelemesinin akabinde iki tarafla yapılan görüşmelerin ışığında 1 Aralık 1922 tarihli raporu Barış Konferansına sunulur. Konferans boyunca Türk tarafının tezi İstanbul Rumlarının da mübadele kapsamına alınıp Batı Trakya Türklerinin mübadele dışında tutulması olurken Yunanistan’ın talebi mübadelenin zorunlu değil, isteğe bağlı olması yönünde olmuştur. Venizelos ve İsmet Paşa’nın önerisiyle oluşturan komisyonun çalışmalarını tamamlamasının akabinde 30 Ocak 1923 tarihinde sözleşme ve ek protokollerle mübadele anlaşması imzalanmış ve yasal olarak yürürlüğe girmiştir.1 Türk tarafının önersiyle “din” kriterinin esas alındığı sözleşme uyarınca İstanbul Rumları ve Batı Trakya Müslümanları dışında, Türk topraklarında yerleşmiş Rum-Ortodoks dininden Türk uyrukları ile Yunan topraklarında yerleşmiş müslüman dininden yunan uyruklarının, 1 Mayıs 1923 tarihinden başlayarak zorunlu mübadelesine girişilecektir. Mübadele esnasında göçmenler (émigrant) her türlü taşınır mallarını yanlarında götürebilecek, bırakılan taşınır mallar için kurulacak komisyon mal varlığını belirten belgeyi dört nüsha olarak düzenleyecek 2, bu sayede göçmenlerin gidilecek ülkede ellerindeki mallarının karşılığı olarak mülk sahibi olmaları sağlanacaktır. Olayın hukuksal açıdan çözüme kavuşturulmuş görüntüsü vermesinin aksine anlaşmada temel alınan kritelerden kaynaklanan sorunların yanısıra bu sosyal hareketlenmenin toplumsal -ve dolayısıyla siyasal- sonuçları göz önüne alındığında anlaşma ciddi gerginliklerin de kaynağı haline gelmiştir. Öncelikle yukarıda da belirttiğimiz gibi esas alınan kriter, karşılıkları ilişkilerin yumuşak karnı haline gelen bu sorunda tam tersinden işlemiştir denilebilir.3 Bu tarihle birlikte azınlık meselesi çeşitli şekillerde gündeme geldiğinde Yunanistan tarafı anlaşmanın da üzerinde durduğu kriterden hareketle topraklarında “milli” ya da “etnik” temelli bir azınlığın söz konusu olmadığını vurgularken, bu teziyle çelişecek bir biçimde Türkiye topraklarındaki azınlık için “Konstantinopolis Yunanlıları” ifadesini kullanmaktadır. Türk tarafı için 2 uygulamada geçerli olanın din kriterinden ziyade etnik temelli bir tez olduğu göz önünde bulundurulacak olursa varolan bu bir çeşit irredantizm meseleyi iki taraf açısından da daha da hassaslaştırmıştır. Bu bağlamda bir çeşit tehdit algılaması referansıyla kurgulanan tavrın bu çalışma çerçevesinde Yunanistan pratiğinde ortaya konan yansıması her iki taraf içinde meseleyi daha çetrefilli hale getirecektir.4 Azınlık Algılaması ve Yunanistan’ın Uygulamaları Savaş sonrası dönemin bakiyesi algılamaların da etkisiyle Yunanistan’da bilhassa Pangalos diktatörlüğü döneminde (1925-1926) azınlık karşıtı politikalar izlenmişse de azınlık mensuplarının iki ülke arasında bir nevi dostluk dönemi olarak adlandırılabilecek 1930-1940 yılları arasında görece rahat bir konumda olduğu kabul edilebilir5. Nitekim varolan kimi ayrımcı uygulamalar da ileriki yıllarda mümkün olduğunca ortadan kaldırılmıştır. 1951 yılında imzalanan kültür anlaşmasıyla azınlığın eğitim sorunlarına çözümler getirilmeye çalışılmıştır. Yunan tarafı açısından bunun en uç seviyesi Papagos hükümeti döneminde (1953-1955) daha önce üzerinde ısrarla durulan “Müslüman” tabirinin yerine “Türk “ifadesinin kullanılmasına izin verilmesidir. Ne var ki burada da yürütülen manipülasyonlar Yunanistan açısından ileriki yıllarda sorunu daha da derinleştirecektir. Bulgaristan sınırında yerleşik Slavofon Pomakların Bulgaristan’ın benzeri bir manipülasyonuna karşı tabiri caizse daha atak davranılarak “Türkleşme”lerine “izin verilmesi” ileriki yıllarda Yunanistan’ı bu kez “Pomak bilinci”ni uyandırma yönünde çalışmalara girişmek zorunluluğuyla (!) karşı karşıya bıracaktır. Her halükarda ortada varolan, 1967 yılında gerçekleştirilen Albaylar Cuntası tarafından gerçekleştirilecek darbe sonrası yapılacak düzenlemelere kadar gerçek azınlığın devlet kurumları nezdinde “Türk” olarak kabul edildiğidir. Söz konusu ılımlı politikadan dönüşün dönüm noktası olarak kabul edilebilecek gelişme Darbe ile birlikte aynı yıl gerçekleşen Kıbrıs krizi olmuştur. Bu dönemle birlikte ancak 1991 yılında Mitsotakis hükümeti tarafından ortadan kaldırılacak ayrım uygulaması resmî olarak uygulanmaya başlanmıştır. Topraklarının kamulaştırılması; taşınmaz mal ve taşıtların alınamaması; yeni bina inşa edilmesine ve genel olarak eskilerinin tamirine izin verilmemesi; ehliyet alımının kısıtlanması; kimi mesleklerin icra edilmesine izin verilmemesi; ellerindeki tapularının tanınmaması; Türkiye’deki üniversitelerden mezun olanların genellikle denkliğinin tanınmaması; vakıf mallarının onarılması konusundaki yasaklamalar; azınlığın dini liderlerini seçmelerinin engellenmesi gibi uygulamalar söz konusu idari düzenlemeler kapsamında uygulamaya konulan politikalardan bazılarıdır6. Devam eden bu listede azınlık mensuplarını 3 en zor durumda bırakanı Yunanistan Vatandaşlık Yasası’nın “vatandaşlıktan çıkarma”yla ile ilgili 19. maddesi olmuştur. Söz konusu madde “başka soydan olup geri dönme niyeti olmadan Yunanistan topraklarını terk edenlerin” vatandaşlıktan çıkarılmasına olanak sağlamaktadır. Ancak Haziran 1982’te yürürlükten kaldırılan bu maddenin keyfi bir biçimde uygulanması sonucunda onlarca azınlık mensubu vatansız kalmıştır. Bu idari uygulamalar bir tarafa azınlığın eğitim konusunda karşı karşıya kaldığı yetersizlikler ve kimi yerlerde sıradan belediye hizmetlerinden dahi mahrum olması neticesinde toplumsal açıdan bir alt sınıf haline gelmesi konunun bir başka boyutudur. Netice itibariyle bir taraftan Yunanistan’ın bu politikalarından beklediği sonucu alamaması ve hatta kimi zaman yukarıda da örneklerini verdiğimiz biçimde planladığının aksine sonuçlarla karşı karşıya kalmasının yanısıra bu hak ihlallerinin uluslararası kamuoyunda eleştirilerle karşılanması Yunanistan’ı ister istemez bir politika değişikliğine zorunlu kılmıştır. 1991 sonrası dönem Bu değişikliğin ilk somut göstergesi geleneksel hale gelen ilkeler bazındaki siyasetteki değişikliklerin ipuçlarının verildiği Mitsotakis’in 1991 yılında bölgeye gerçekleştirdiği ziyaret olmuştur. “Yasalar ve idari makamlar önündeki eşitlik” temel alınarak uygulamaya konulmak istenen yeni politika azınlığın durumunun görece iyileşmesinin de yolunu açmıştır. Gerek söz konusu mağduriyetlerin ortadan kaldırılması yönündeki idari uygulamalar, gerekse çoğunluk olan Yunan toplumunun karşısında toplumsal statü temelinde durumlarının iyileştirilmesi yönünde bazı uygulamalar gerçekleştirilmeye başlanmıştır. Ne var ki Yunan hükümetinin insiyatifiyle ortaya konulan tüm bu gelişmelere karşın ülkedeki azınlık cemaati halen önemli sorunlarla karşı karşıya bulunmaktadır. İlk kez ancak Nisan 1990 seçimlerinde Rodop ilinden Dr. Sadık Ahmet ile İskeçe ilinden Ahmet Faikoğlu’nun bağımsız milletvekilleri olarak Parlamento’ya girmesiyle birlikte kendi sorunlarını siyasal kurumlara aracısız aktarabilme fırsatını kazanan azınlık cemaatinin sorunlarının başında kimlik ve eğitim sorunu gelmektedir7. Kimlik sorunu Geleneksel Yunan politikasının bir tabu olarak kabul ettiği azınlık meselesinde resmi tez Müslüman azınlığın üç kesimden oluştuğu kabulü etrafında kurgulanmıştır: “Türk 4 kökenliler”, “Pomaklar” ve “Çingeneler”. Ne var ki, bu geleneksel politikayla çelişir bir biçimde 1999 yılında Dışişleri Bakanı Papandreu’nun “Türk” azınlığı şeklindeki kullanımının dahi büyük fırtınalar koğardığı bu tez bizzat Yunanistan için sorunu daha çetrefilli hale getirmiştir. Kendilerini Türk olarak nitelendirme ve bu yönde somut girişimlerde bulunarak haklarını talep etme yoluna gidenler “Türk ajanı” olarak görülmüş ve çeşili kovuşturmalar uğramıştır. Bu kimlik politikasının belki de en somut örneği Pomak nüfus üzerinden yürütülen manipülasyonlardur. Bölgedeki üç ülkede yerleşik olan8 Pomakların başta da belirttiğimiz gibi Bulgarlaştırılmalarının önüne geçme kaygısıyla Türk kimliğinin ifadesine, ya da bir başka değişle “Türkleşmelerine” izin verdiği politikalarının neticesinde Yunanistan’ı ileriki yıllarda bu kez bölgede “Pomak” kimliğini yerleştirme yönünde uygulamalara girişmek zorunda bırakmıştır. Ne var ki Pomakça yayınlanan Zagalisa gazetesi, alfabe, dilbilgisi kitapları ve Yunanca-Pomakça sözlük hazırlama, Pomak öykü ve türkülerinin derleme çalışmaları şeklindeki uygulamalar genel itibariyle bölgedeki Müslüman nüfusu bölme amaçlı çabalar olarak değerlendirilmiş ve itibar görmemiştir. Bütün bu gelişmeler Yunanistan’ın arzusunun tam aksine azınlık mensupları arasındaki dayanışmayı daha da güçlendirmiş, bununla bağlantılı olarak azınlığın yüzünü daha da fazla Türkiye’ye çevirmesiyle sonuçlanmıştır. Kimlik politikasıyla bağlantılı olarak değerlendirilebilecek bir diğer husus 1936-1996 yılları arasında uygulanan Bulgaristan sınırı boyunca geçerli olan “Güvenlik Bölgesi” uygulaması olmuştur. Büyük oranda Pomak nüfusun yaşadığı Güvenlik Bölgesi içerisinde kalanların özel bir kimlik kartı taşıma gerekliliği, iç ya da dış göçe izin verilmemesi, Askeri Güvenlik Komitesi’nce güvenlik açısından tehlikeli olarak kabul edilebilecek kişilerin beş yıla kadar uzayabilen sürgüne tabi tutulması, gece yarısından sabah beşe kadar giriş-çıkışlara izin verilmemesi gibi uygulamaların geçerli olduğu güvenlik bölgesi uygulaması bir yandan bölgenin ülkenin refah seviyesi yüksek diğer kesimleriyle irtibatını koparıp ekonomik açıdan azınlığın aleyhine işlemekle kalmamış, Yunanistan’ın arzuladığı çoğunluk kimliğiyle bütünleşmenin aksine bölgedeki nüfusun daha da marjinalleşmesine, diğer bir tabirle bölgenin bir azınlık gettosu halini almasına sebep olmuştur. Eğitim Sorunu Azınlık nüfusunun önündeki bir diğer engel eğitim konusunda karşılaşılan zorluklardır. Bugün Avrupa Birliği’nin ekonomik açıdan en geri kalmış bölgesi olarak kabul 5 edilebilecek Batı Trakya’da maalesef varolan ekonomik düzeyin paralelinde eğitim düzeyi de oldukça düşüktür. Örneğin dokuz yıllık zorunlu eğitimi tamamlamayan nüfus oranına bakıldığında Batı Trakya’nın üç ili olan İskeçe, Evros ve Rodopi’de bu oranlar sırasıyla %73; %67.1 ve %78.2’dir9. Bu oran doğal olarak Yunanca temel alındığında okuma yazma bilmeyen olarak kategorize edilebilecek nüfusun sayısını daha da arttıracaktır. Bugün Batı Trakya sınırları içerisinde azınlık eğitimi 226 İlkokul, 2 Lise ve Selanik’teki Pedagoji Akademisi ile gerçekleştirilmektedir10. Ne var ki, okul sayısının azlığının yanısıra eğitim materyallerinin yetersizliği, öğretmen kalitesindeki düşüklük gibi sebepler eğitim sorununun boyutlarını daha da arttırmaktadır. Şüphesiz bunun en büyük yansıması azınlık nüfusunda Yunanca bilenlerin oranındaki azlığın sonucu Yunan üniversitelerine girememe ve bundan kaynaklanan istihdam sorunu olmaktadır. Yeterli bir Yunanca bilgisinden yoksun azınlık nüfusu, en azından resmi olarak, temel eğitimlerini almış olsalar dahi büyük oranda Yunan devlet daireleri, ya da özel sektördeki iş sahalarında istihdam edilememektedir. Bunun sonucu zaten ekonomisinin büyük bir kısmı tarıma dayalı bölge nüfusunu aynı sektöre mahkum etmektedir. Eğitim konusunda karşılaşılan bir diğer engel yükseköğretim diplomalarını Türkiye’den alan kişilerin karşılaştıkları zorluklardır. Daha önce de belirttiğimiz gibi bu kimseler Yunanistan’da denklik belgesini, DİKATSA- dikaça-, almakta zorlanmakta, ek eğitim yüküyle karşı karşıya kalmaktadırlar. Bu engeller aşılsa dahi Yunanca eksikliği sınır kapılarından, devlet dairelerine bir çok kimsenin karşısına doğal bir engel olarak çıkmaktadır. Sonuç ya da birkaç öneri Yunanistan’da 1990’larla birlikte başlayan, ve şüphesiz AB üyeliğinin beraberinde getirdiği temel standartlar çerçevesinde azınlığın toplumsal ve siyasal konumundaki iyileşmelerin varlığı inkar edilemez. Ne var ki, var olan diğer sorunların yanısıra bilhassa yukarıdaki satırlarda üzerinde durduğumuz önemli sorunlar hala çözüme kavuşturulmayı beklemektedir. İki ülke arasındaki ilişkeleri temel aldığımızda şüphesiz burada karşılıklılık ilkesinin işlemesi kaçınılmazdır. Bir başka deyişle uluslararası ilişkilerin doğasının dayattığı, bizzat önemli isimlerinden Hugo Grotius’un ortaya koyduğu ve uluslararası hukuk bağlamında temel esas olarak kabul edilebilecek “Kendine yapılmasını istemediğini başakalarına yapma” ilkesidir. Buradan hareketle, bir ülke kendi sınırları içerisindeki azınlıklara, diğer ülkelerden tarihsel bağla bağlandığı azınlık konumundaki unsurlara 6 davranılmasını talep ettiği doğrultuda bir siyaset geliştirebilmelidir. Ne var ki “ev sahibi” konumundaki Yunanistan’nın kendi geleceği adına belki bundan da önemlisi siyasetini rasyonel bir iç ekonomi-politik üzerine oturtma zorunluluğudur. AB üyesi bir Yunanistan’ın 10 yıl öncesine kadar uygulamaya devam ettiği, erken dönem ulus-devlet oluşumu çabalarını hatırlatan uygulamalara dönmesi şüphesiz ki düşünülemez. Bu doğrultuda artık üzerinde durulması zorunlu olan yapılmaması gerekenlerden ziyade yapılması gerekenlerdir. Geçtiğimiz günlerde Ortodoks Kilisesi’nin Türkiye’nin AB üyeliği hususunda yaptığı açıklamaları hatırlayacak olursak, “İmparatorluk mirası”nı tersinden bir okumayla retoriğe döken kimi çevrelerin milliyetçi reflekslere sarılması kısa vadede kaçınılmaz gözükmektedir. Ne var ki bu bağlamda çoğulculuk, kültürel farkılık gibi idealleştirilen ilkelerin bir “zeitgeist” -zamanın ruhu- formulune büründürüldüğü bir konjonktürde her türden ayrımın ve ayrımcılığın ortadan kaldırılması zorunludur. Yunanistan’ın bizzat kendi tarihsel tecrübelerinden hareketle azınlığın sadece kimlik değil toplumsal ve/veya sınıfsal bağlamda da konumunun iyileştirilmesi yönünde sistematik bir iyileştirme programı geliştirmesi gereklidir. Öncelikle eğitim sorunu halledilmiş, kimlik bağlamında kültürel ve dinsel gerçekliği tanınmış bir azınlık bizzat Yunanistan’ı var olan parçalanmış bireyler üzerinden istikrarsızlık yaratacak bir yapıdan kurtarması adına zorunludur11. Bu, iki devlet arasında karşılıklılık ilkesinin gözetildiği bir boyutta güven tesisine de hatırı sayılır katkıda bulunacaktır. Son yıllarda kimliklerden din hanesinin çıkarılması ve Euro’ya geçilmesi çalışmalarında kimi kesimlerden yükselen tepkilere rağmen cesur bir siyaset izleyerek ülkesini AB’nin “kara koyun”undan hatırı sayılır üyeleri arasına getiren Smitis hükümeti’nin varlığı bu noktada meselesinin tarafları açısından önemli bir fırsat olarak durmaktadır. 1 Anlaşma metinleri İsmail Soysal’ın “Türkiye’nin Siyasal Anlaşmaları” adlı çalışmasında bulunabilir (1. Cilt, s. 177-192.). Bunların biri yerel makamlarda kalacak, ikincisi karma komisyona, üçüncüsü gidilecek ülke hükümetine, son nüsha ise göçmenin kendisinde kalacaktır. 3 Devletler arası ilişkilerde çok fazla gündeme alınmamakla birlikte burada din kriterinin temel alınmasının neticesinde gözlenen toplumsal uyum zorluğu unutulmamalıdır. Bunun en somut örneği başka bir “dilsel coğrafya”ya ait Türkofon Hristiyanlar (Karamanlılar) ile Grekofon Müslümanların mübadil kabul edilmesidir. 4 Bahsi geçen irredantizmin karşı tarafta uyandırdığı tehdit algılamasını gösteren ilginç bir iddia Hronos Gazetesi’nin 22 Ekim 1997 tarihli nüshasında yer almıştır. Gazetede yayınlanan bir yazıda “Türk Deniz Kuvvetleri'nce oluşturulan Batı Çalışma Grubu adlı gizli birimin 2000 yılına kadar Batı Trakya'yı içine alacak bir Trakya Birleşik Müslümanlar Cumhuriyeti'nin kurulmasını amaçladığı” iddia edilmiştir. 2 7 5 Ne var ki kamulaştırma ve benzeri mülkiyet sorunlarına sebep olan 1938 yasaları da bu dönemde çıkarılmıştır. Bu dönemdeki baskı sadece idari tasaaruf boyutunda kalmamış, zaman zaman Batı Trakya’daki azınlık mensuplarına karşı tedhiş hareketlerine girişilmiştir. Bunlardan en önemlileri 1977 Ambarköy (Rodop), 1982 İnhanlı (İskeçe), 1990 Gümülcine ve 1991 İskeçe olaylarıdır. 7 Ülkede uygulanan %3’lük seçim barajı göz önünde bulundurulduğunda seçmen bazında %’2’lik bir oy potansiyeline sahip azınlığın kendi partileri vasıtasıyla Parlamento’ya temsilcilerini göndermesinin imkanı yoktur. Bu uygulamanın bir sonucu olarak son dönemdeki seçimlerde azınlık temsilcileri farklı partilerden milletvekili adayı olmaktadırlar. Bugün PASOK ve Yeni Demokrasi partilerine mensup 3 adet azınlık mensubu milletvekili bulunmaktadır. 8 Nüfus yoğunluğu itibariyle sırasıyla Bulgaristan, Yunanistan ve Türkiye. 9 Bu oranlar merkez-sol çizgide kabul edilebilecek Ethnos Gazetesi’nde 25 Kasım 1997 tarihli nüshasında yer verilen bir araştırmadan alınmıştır. 10 Gümülcine’deki Celal Bayar Lisesi’nin dışında azınlığın kendi öğretmen ihtiyacını karşılamak amacıyla kurulan İskeçeŞahin ve Gümülcine-Merkez’deki “Medrese-i Hayriyye” ancak son yıllarda resmi statüye kavuşmuştur. 11 Geçtiğimiz aylarda Rodopi ilinin Vali Yardımcılığı’na bir Türk asıllı Yunan vatandaşının atanması azınlığın Yunanistan’ın idari ve toplumsal yapısıyla bütünleşmesi adına sevindirici bir gelişmedir. 6 8