İSTANBUL BULUŞMALARI - TMMOB Şehir Plancıları Odası İstanbul
Transkript
İSTANBUL BULUŞMALARI - TMMOB Şehir Plancıları Odası İstanbul
TMMOB Şehir Plancıları Odası SEMPOZYUM: İSTANBUL BULUŞMALARI “Belirsizlik Ortamında İstanbul’un Planlama Gündemi” 8–9 Ekim 2008 Yayına Hazırlayanlar Yrd. Doç. Dr. P. Pınar Özden Yılma Karatuna Gökçen N. Taşkın EKİM, 2009 İSTANBUL Basım Yeri ve Yılı İstanbul, Ekim 2009 Baskı: Kurumsal Baskı Hizmetleri ISBN: 978-9944-89 İletişim ve Sekretarya TMMOB Şehir Plancıları Odası İstanbul Şubesi Adres Çıkmazı Sok. No: 1/1 Beşiktaş : Emirhan Cad. Bayındır Tel 212 288 99 60 : 0 212 275 43 67 – 0 Faks : 0 212 272 91 19 GSM : 0 533 372 84 32 e-posta : spoist@spoist.org Web adresi : www.spoist.org TMMOB Şehir Plancıları Odası yayınıdır. Bütün hakları saklıdır. Bu eserin bir kısmı veya tamamı TMMOB Şehir Plancıları Odası’nın izni olmadan, hiçbir şekilde çoğaltılamaz, kopya edilemez. İSTANBUL BULUŞMALARI 2008 PROGRAM Yer:YTü Oditoryumu BİRİNCİ GÜN 08 EKİM 2008 Carşamba 09:45-10:15 Kayıt işlemleri 10:15-10:45 AÇILIŞ KONUŞMALARI…………………10 Prof.Dr. Zekai GÖRGüLÜ YTÜ Mim.Fak.Dek. Prof.Dr. Hüseyin Cengİz, YTÜ Mim. Fak. Sehir ve Bolge Planlama Bolum Bsk. 10:45-11:15 DAVETLİ KONUŞMACILAR………….16 Daniel DROCOURT, Marsilya Tarihi Miras Atöl. Yön. 11:15-12:00 TEMATİK SUNUŞ…………………………22 Yrd. Doç. Dr. Pelin Pınar ÖZDEN, ŞPOİst II. Bsk. 12:00-13:00 Yemek arası 8 13:00-15:30 Yuvarlak Masa 1: ………………………29 Üst Ölçekli Planlama Moderatör: Prof.Dr. Ayşenur ÖKTEN, YTÜ Işıl Nadire Yener, DPT Müsteşarlığı Bölgesel Gelişme ve Yapısal Uyum Genel Müd. Ahmet Kindap, DPT Müsteşarlığı Bölgesel Gelişme ve Yapısal Uyum Genel Müd. Güzin Kaya, MSGSÜ Prof. Dr. Betül Şengezer, YTÜ Doç. Dr. Ferhan Gezici, İTÜ Hakan Genç, Arkas Holding Müd. Dinçer Mete, Makina Mühendisi Fikret Kasapoğlu, İstanbul Vali Yardımcısı Namık Kemal Döleneken, Şehir Plancısı Özcan Biçer, Şehir Plancısı 15:30-15:45 15:45-18:15 Çay/Kahve arası YUVARLAK MASA 9 2:…………….........84 Kentsel Ölçekli Planlama Moderatör: Prof. Dr. Güzin KONUK, MSGSÜ Hasan Büyükdede, İstanbul İl Genel Meclis Başkanı Yrd. Doç. Dr. Mehmet Ali Yüzer, İTÜ Adnan Gürdal, Özelleştirme İdaresi Başkanlığı Prof. Dr. Haluk Gerçek, İTÜ Asuman Yeşilırmak, Mimar Zeynep Sindel Buket, DLH Eyüp Özgüç, 2010 AKBAjansı Genel Sekreteri Faruk Pekin, Türkiye Seyahat Acentaları Birliği Tayfun Kahraman, ŞPOİST 09 EKİM 2008 Perşembe Yer:YTü Oditoryumu 09:45-10:30 DAVETLİ KONUSMACI……………….153 Prof. Dr. George PREVELAKIS, Sorbonne Uni. 10:30-13:00 YUVARLAK MASA 3:…………………161 Tarihi Kent Merkezlerinde Planlama Moderatör: Doc. Dr.İclal DİNÇER, YTÜ 10 Sait Karabulut, İstanbul 2. nolu KTVKK Üyesi Mehmet Gürkan, Kültür ve Turizm Bakanlığı Cem Eriş, İBB Tarihi Çevre Müdürü Muzaffer Şahin, İBB Planlama Müdürlüğü Yrd. Doç. Dr. Gülşen Özaydın, MSGSÜ Mehmet Erdal, İstanbul Yenileme Alanları KTVKK Başkanı Prof. Dr. Nuran Zeren Gülersoy, İTÜ Doç. Dr. Cengiz Can, YTÜ Ömer Kanıpak, Arkitera Neşe Ozan, Sulukule Platformu Yrd. Doç. Dr. Oya Akın, ŞPOİST 13:00-14:00 Yemek arası 14:00-16:30 YUVARLAK MASA 4: ………...........225 Kentsel Dönüşüm Alanlarında Planlama Moderatör: Prof. Dr. Fulin BÖLEN, İTÜ. Prof. Dr. Ali Turel, ODTÜ Yrd. Doç. Dr. Fatma Ünsal, MSGSÜ Yrd. Doç. Dr. Mehmet Ali Yuzer, İTÜ Uğur İnan, İBB Şehir Planlama Müdürü Lütfü Altun, İBB Kentsel Dönüşüm Müdürü 11 Kübra Şen, Zeytinburnu Belediyesi Hacer Bakkal, Zeytinburnu Belediyesi Celal Erdoğdu, İstanbul Gayrimenkul Değerleme Gül Deliktaş, TOKİ Prof. Dr. Gülden Erkut, İTÜ Ayşe Yazıcı, Mahalle Dernekleri Platformu Öğr. Gör. Levent Yarar, MSGSÜ Doç. Dr. Murat Cemal Yalçıntan, ŞPOİST Ahmet Gün, Tarlabaşı Derneği 16:30-17:15 Çay/Kahve arası 17:15-18:00 RAPORTÖR SUNUMLARI ve SERBEST KÜRSÜ Yuvarlak Masa 1: Yrd. Doç. Dr. Yiğit EVREN, YTÜ Arş. Gör. Dr. Nazire DİKER, YTÜ Yuvarlak Masa 2: Yrd. Doç. Dr. Hürriyet ÖĞDÜL, MSGSÜ Arş. Gör. Dr. Ebru Firidin ÖZGÜR, MSGSÜ Yuvarlak Masa 3: Arş. Gör. Dr. Elif ÖRNEK, YTÜ Arş. Gör. Tolga İSLAM, YTÜ 12 Yuvarlak Masa 4: Yrd. Doç. Dr. Özlem ÖZÇEVİK, İTÜ Arş. Gör. Burçin YAZGI, İTÜ 18:00 KOKTEYL VE MÜZIK DİNLETİSİ 13 SUNARKEN… 2000’li yıllar İstanbul için sanayi kentinden hizmet kentine evirilme sancılarının yaşandığı dönem olarak tanımlanabilir. Ancak üretici sektörler üzerinden olmayan ve tüketimi tetikleyen bu dönüşüm süreci, bir taraftan kentsel arsa değerlerini spekülatif olarak artırırken, diğer taraftan da kenti dünyadaki sosyo-ekonomik ve kültürel yapılanmalara ve dolayısıyla belirsizlik ortamına çok daha açık hale getiriyor. Bu belirsizlik ortamı, nüfusu 12 milyona ulaşan metropolün ulaşım ve altyapısının yönetilmesini zorlaştırırken, bir yandan üst ölçekli ve kentsel ölçekli planlama süreçlerini bilinmezliğe sürüklüyor, diğer yandan da tarihî kent merkezlerinin sağlıklaştırılmasını ve merkez ile çeperlerdeki yasadışı ve/veya sağlıksız konut stoğunun, yenilenmesi süreçlerini tehdit ediyor. Belirsizlik ortamı, kentin gelişimi bağlamında hem kentte yaşayanlar hem de yatırımcılar için bir yönüyle fırsat, diğer yönüyle ise tehdit olarak algılanabilecek ikili yapıları içeriyor. Buna karşın toplumda sürdürülebilirlik kavramının etkisinin güçlenmeye başlaması ve planlama sürecine yönelik olarak toplumsal hassasiyetlerin oluşması bu belirsizlik ortamıyla mücadele için bir fırsat olarak büyümekte. Bilindiği üzere, İstanbul gerek 1/100.000 ölçekli planlama süreci, gerek noktasal ölçekli büyük projeler ve gerekse üst ölçekli planlama kararlarından bağımsızca ele alınan dönüşüm ve yenileme projeleri gibi konularda büyük belirsizlikler taşıyor. Halen tümüyle üst karar vericiler tarafından yönlendirilen, bilimsel veriler ve yerel aktörleri yok sayan yaklaşımlar, yerelleşme yönündeki çabaların önünde önemli bir engel olarak etkisini sürdürüyor. Bölgesel ölçekte yapılan, ancak kenti doğrudan etkileyen planlama çalışmaları, deprem odaklı çalışmalar ile İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkentliği süreci konusundaki belirsizlikler 14 de üzerinde durulması gereken diğer önemli gündem konuları arasında bulunuyor. Bu çerçevede, 08 – 09 Ekim 2008 tarihlerinde gerçekleştirilen “İstanbul Buluşmaları”nın ikinci etkinliğinin teması, “Belirsizlik Ortamında İstanbul’un Planlama Gündemi” olarak belirlendi. Etkinlik kapsamında, "Üst Ölçekli Planlama, Kentsel Ölçekli Planlama, Tarihî Kent Merkezlerinde Planlama ve Kentsel Dönüşüm Alanlarında Planlama" temalı dört yuvarlak masa toplantısı gerçekleştirildi. Planlama, hukuk, yönetim ve bilgi alanı zeminlerinde sürdürülen etkinlik, ilk toplantıda olduğu gibi ilgili tüm kesimleri bir araya getirerek, konuyu çok yönlü bir bakış açısı ve ortak akıl geliştirerek gündeme taşımayı, kamuoyuyla paylaşmayı ve sorunlara çözüm aramayı hedef olarak saptadı. İstanbul Buluşmaları 2008’in başarıya ulaşmasında yuvarlak masa toplantılarının moderatörlüğünü üstlenen Prof. Dr. Güzin Konuk, Prof. Dr. Ayşenur Ökten, Prof. Dr. Fulin Bölen ve Doç. Dr. İclâl Dinçer’in büyük katkıları olmuştur. Ayrıca, yuvarlak masa toplantılarının raportörlüğünü üstlenen değerli akademisyenlerimiz, tartışmaların sonuca ulaşmasını sağlamışlardır. İstanbul Buluşmaları 2008’in gelecek buluşmalara katkı sağlamasını umuyor, gelecekte de devamını diliyoruz. İstanbul Buluşmaları 2008 Bilim ve Düzenleme Kurulu adına, Yrd. Doç. Dr. Pınar ÖZDEN 15 TMMOB ŞEHİR PLANCILARI ODASI İSTANBUL BULUŞMALARI “BELİRSİZLİK ORTAMINDA İSTANBUL’UN PLANLAMA GÜNDEMİ” BİRİNCİ GÜN: 8 Ekim 2008 Sayın dekanım, sayın bölüm başkanları, sayın oda başkanları, değerli meslektaşlarımız, değerli konuklar, sevgili öğrenciler; “Belirsizlik Ortamında İstanbul’un Planlama Gündemi” konulu İstanbul Buluşmalarına hoş geldiniz. Açılış konuşmasını yapmak üzere Yıldız Teknik Üniversitesi Mimarlık Fakültesi Şehir ve Bölge Planlama Bölüm Başkanı Sayın Prof. Dr. Hüseyin Cengiz’i davet ediyorum. Prof. Dr. HÜSEYİN CENGİZ- Teşekkür ederim. Sabah herkes yoldan geldi, epey kalabalık görüyorum. Günaydın diyerek sözlerime başlamak istiyorum. Sayın Dekanımız, Sayın Bölüm ve Oda Başkanları, üniversitelerimizin değerli mensupları, değerli konuklar ve sevgili öğrencilerimiz, hepiniz tekrar hoş geldiniz. Bilindiği gibi İstanbul günümüzde sanayi sonrası küresel hizmet kenti olma koşutunda yeniden yaratılma süreci yaşamaktadır. İstanbul’un daha önce çok hızlı olarak yaşadığı, doğal kaynaklar ve çevre kapsamında ağır bedeller ödediği hızlı sanayileşme ve kentleşme sürecine benzer bir süreç, çok hızlı, çarpık ve bütüncül planlamalardan yoksun olarak yeniden yaşanmaktadır. Sanayileşme, hızlı ve çarpık kentleşme sürecinde yasadışı olarak gelişmekte, aşılmaması gereken doğal eşikleri aşmaktadır. Yatayda gelişme alanlarını yitiren İstanbul 16 metropolü, düşeyde saçaklanarak gelişmesini sürdürmekte, ve bu süreç, dönemin en belirgin özelliği olarak karşımıza çıkmaktadır. Metropolün gelecekteki vizyonu kapsamında yeniden yaratılma süreci tüm iyi niyetler ve çabalara rağmen çok hızlı, bize özgü biçimde bütüncül planlamadan yoksun olarak belirsizlik ortamında gerçekleşmektedir. Yatırımcılar için parçacıl planlama çok acele, hızlı, “islim sonradan gelsin” biçiminde planlama anlayışı hükümet politikalarının özellikle ulaşıma ilişkin alınan kararlarının mekana yansıtılması bu dönemin en belirgin özelliği olarak, ancak üst ölçekli ve çeşitli ölçeklerdeki planlama kademelerine uç vermeyen, planlama açısından en belirsiz özellikleri olarak dikkat çekmektedir. Bu yıl ikincisi Yıldız Teknik Üniversitesi Mimarlık Fakültesi Şehir ve Bölge Planlama Bölümü’nün ev sahipliğinde gerçekleştirilecek ve iki gün sürecek olan İstanbul Buluşmaları’nda, güncel planlama sorunlarından yola çıkılarak, belirsizlik ortamında İstanbul’un planlama gündemi dört ana başlık altında yuvarlak masalara yatırılarak, tartışmaya açılacaktır. Belirsizlik ortamında kesinlikle belli olması gereken konu, metropolün aşılmaması gereken doğal eşiklerinin korunması ve kullanılması konusunda ilkeleri saptayan ve her ölçekteki planlamaya girdi verecek olan, “metropolün vazgeçilmez eşik planlaması”dır. Sözlerimi 2008 İstanbul Buluşmalarının gerçekleşmesi koşulunda maddi ve manevi emek ve destek veren tüm kurul, kurum, kuruluş ve kişilere ev sahibi olarak Düzenleme Komitesi adına teşekkür ediyor, bu buluşmanın ülkemize ve katılımcılara İstanbul başarılar metropolüne diliyorum. yararlı Hepinize olması sevgi ve temennisiyle saygılarımı sunuyorum. Teşekkür ederim. 17 SUNUCU- Açılış konuşmasını yapmak üzere Yıldız Teknik Üniversitesi Mimarlık Fakültesi Dekanı Sayın Prof. Dr. Zekai Görgölü’yü davet ediyorum. Prof. Dr. ZEKAİ GÖRGÜLÜ- Efendim, hepinize günaydın. Sizleri bir kez daha üniversitemizde ağırlamanın keyfi içerisinde fakültem adına sevgi ve saygılarımı sunuyorum. Tabii umuyorum ki, bu toplantı başarıya ulaşsın, her toplantıdaki dileğimiz budur ya da sonuçlarından bizim dışımızda birileri yararlanabilsin. Amaçlardan biri de bu, ama bu konuda çok umutlu muyum? Çok da umutlu değilim. Ben hiç karamsar ya da umudunu yitiren insan olmamışımdır birçok konuda, ama özellikle son 10 yıla baktığımızda bu galiba birazcık daha somutlaştı, birazcık daha öne çıkar gibi oldu. Böyle baktığımızda gerçekten biz planlama adına belirsizlik ortamı yaşıyoruz. Genelde tüm aktörleri kapsayacak şekilde yoksa bu belirsizlik ortamı başka akademiye olmak üzere bizim gibi düşünen ve o düşündüğünü, yani aklı egemen kılmak, bilimi egemen kılmak adına ve onu pratiğe dökmek adına düşünen insanların yaşadığı bir belirsizlik mi? Galiba ikincisi, çünkü baktığınız zaman bu işi sürdüren yönetsel erki elinde tutan kesimler, tarihsel süreç içinde de, cumhuriyet döneminde de baktığınızda -ülkenin yaşadığı eklemlenme süreçlerindeki belirsizlikler dışında- yapacaklarını planlama adına çok kararlı yaptılar. Bu da sürüyor, o anlamda bir belirsizlik yok. Son yaşadığımız örneklere baktığımızda Sulukule belirsiz midir, Galata belirsiz midir, Haydarpaşa belirsiz midir? Kamuoyuna da yansıyan popüler olan örneklere baktığınızda bunlar son derece nettir. O anlamda planlama yasal tabanını bulmuş mudur? Bulmuştur. Tüm kesimlere mi dönmüştür olay? Hayır dönmemiştir. Sınırlı aktörlerle mi yapılmıştır? Evet, sınırlı aktörlerle yapılmıştır. Biz hep bu tarafa doğru çekmeye çalışıyoruz, 18 kendimiz o sürece eklemlenip gerçekten dürüst ve ahlaklı bir tavır içerisinde planlamayı gerçek anlamında bir yere taşıyalım, gelin beraber yapalım dediğimiz zaman da onu çoğunlukla kapalı görüyoruz. Açık mı o kanallarımız? Değil. Öyle baktığımda dediğim gibi bu belirsizliği, bu temayı ben kendi adımıza çok önde diye düşünüyorum. O anlamda da bütün dileğim şu: Biz buna ne kadar dayanacağız? Bu belirsizlik yakın bir süre içerisinde bizler adına yine de umutsuzluğa dönüşmemek durumundadır, yine de bunu sürdürmek zorundayız. İşin bizler açısından bence son noktada tıkandığı yer bu olacak gibi gözüküyor, ama yine de şu anda sınırlı aktörlerle buradayız, yine de buna rağmen izin vermemek durumundayız kendi kendimize diye düşünüyorum sevgili meslektaşlarım. Bu toplantı önceden planlandı, ama şu anda günümüze baktığımızda gerçekten küresel sistem adına ciddi bir kriz var. Her gün dinliyoruz, bu bekleniyordu, çok sürpriz değildi, ama mesela, orada enteresan gelişmeler var. Acaba onlar bizi ve planlamayı, mesleğimizi, ülkemizi nereye taşıyacak? Herhalde çok somut belirsizlik böyle bir noktada duruyor gibi, galiba şu bitiyor: Bakın, çok enteresan, bize sürekli “yeni politikalardan vazgeçmeyeceksiniz; tüm sorunlarınızı küresel süreç içerisinde, serbest piyasa ve serbest pazar içinde çözeceksiniz” diyen küresel söylemin merkezi ülkeler muhteşem bir devletçi politika içerisinde, devletin gücüyle, devletin sübvansiyonuyla bunu çözmeye çalışıyorlar ve onlar bize göre “boş verin planlamayı, her anlamda planlamayı boş verin” diyen, ama kendileri son derece güçlü bir planlama geleneğine ve uygulamasına sahip olan ülkeler olmasına karşın şimdi bunu yapar durumdalar. Peki, bu acaba bizleri nereye götürecek ve bu bağlamda planlama bundan nasıl etkilenecek? Ülkemiz nasıl etkilenecek, kentlerimiz nasıl etkilenecek? Galiba şu bitiyor sevgili arkadaşlarım, öyle gibi gözüküyor, tabii şimdi ortalık biraz toz duman, belki kısa 19 bir süre sonra biraz daha somut konular üzerinde konuşulabilecek, ama acaba bu tek kutupluluk sürecek mi? Başka merkezler mi çıkacak? O merkezler çıktığında küresel ilişkiler nereye gelecek? Kentlerin rolleri ne olacak? Hâlâ bu yarışma bu boyutuyla bu vahşiliğiyle mi sürecek? Kentler hâlâ bu vahşiliğiyle mi buradan pay almaya çıkacaklar, yoksa biraz daha kutupların arttığı bir dünya mı olacak? Bunlar hakikaten şu anda belirsiz. O zaman biz belki kısa bir süre sonra başka şeyleri konuşmaya başlar hale geleceğiz, ama net olan galiba bir şey var: Dün akşam sevgili İclâl Hocayla konuşuyorduk, öyle bir şey söylemiştim. Yeni tüketim normları ve formları galiba değişecek, artık 2 lira kazanıp 10 lira harcayacağınız bir ortam yok. O zaman o kentler ne hale gelecek? Çünkü bakın, çok etkilenen örneklere baktığınızda hep gayrimenkul eksenli, bütün birikimini ona dayamış olan bankalar sistemi öncelikle etkilenmeye başladı, önce onlar çöküyor. Şimdi neye dönmeye başladılar? Aman mevduat, aman yatırım dursun, aman mevduat toplayalım. Yani parayı başka türlü tutmaya çalışmak, o zaman bizde çok daha kolay sorgusuz sualsiz bir anlamda çok kolay yasal taban bularak uygulanan bu örnekler sonlanma demeyeceğim, ama bizlerin çabalarıyla belki birazcık daha şeffaf, birazcık daha akılcı, birazcık daha bilimin egemen kılınabileceği süreçler çıkabilir diye de böyle bir umudu taşıyorum. O anlamda da başta evet, şimdi çok somut bir belirsizliğin içerisindeyiz. Onu yönlendirebilmek adına galiba biraz biraz başka şeyleri konuşuyor olmamız lâzım. Şunu da biraz netleşecek gibi görüyorum: O 2 lira, 10 lira örneğini öyle verdim sevgili arkadaşlarım, artık galiba ürettiğinizden fazlasını tüketemeyeceksiniz. Hatta daha azını tüketmek zorundasınız. O zaman bu da kent adına da, yatırımlar adına da o kentte yaşayanlar adına da, ülke adına da galiba bizi farklı süreçlerle biraz daha karşı karşıya getirecek ve umudum odur ki, bu bizde birazcık daha 20 şeffaflığı getirebilsin. Çünkü biliyorsunuz şeffaflık geldiği sürece, yolsuzluk ve yoksulluk hep azalır. Bugün buraya gelirken, üniversiteye gelirken çok enteresan bir haber okudum, ama çok kısa okuyabildim. Hangi verilere göre öyle bir araştırma yapılmış bilemiyorum, bakarız sonrasında tabii, bu şeffaflık konusunda en yüksek puanı Danimarka almış, notu 9; 1 puan alan Somali ve benzeri birkaç ülke var. Türkiye 4 puanla 58, 60. sıralarda. Kriterlere baktığınız zaman, yani yolsuzluk ve yoksullukla en az mücadele eden ülkelerden biri, bunların odağında kent olduğunu düşünürseniz, o kentlerin içerisinde İstanbul’un çok ağırlığı olduğunu düşünürseniz, o ağırlık içerisinde planlamanın ne olduğunu ortaya koyarsanız, galiba gelecek politikalarımız birazcık daha farklılaşmak durumunda kalacak, ama bir kez daha diyorum, bir süre sonra bu toz duman ortadan kalktıktan sonra mesele netleşecek gibi geliyor. Ben o anlamda bütünü biraz böyle algılayarak bu konuya bakmaya çalıştım. Yoksa toplantının metni okunduğunda, tabii çok anlamlı, çok derinliği olan konular var. Tartıştığımız konular, ama günceli yakalamak adına tekrar bunları tartışıyor ve yeniliyor olmak ya da bir şekilde dinamiklerini bir kez daha gözden geçiriyor olmak çok önemsenmesi gereken bir iştir. Onun için gerçekten sanayi sektöründen hizmet sektörüne doğru geçiş, bunun sancıları, burada yaşanan problemler var. Ama hakikaten kısa bir süre sonra yatırım meselesi çok öne çıkacaksa, bu noktada hizmet kentinden tekrar sanayi kentine ya da farklı tür üretimler kentine geçişteki sancılarımız acaba ne olacak meselesini belki yeniden konuşur hale geleceğiz diye düşünüyorum. Bu anlamda aklımdan geçenleri sizlerle paylaşmak istedim. Tekrar sizlerle birlikte olmanın çok keyifli ve güzel olduğunu söylemek istiyorum, tekrar hoş geldiniz demek istiyorum. Sevgili konuğumuz Daniel Drocourt’a da teşekkürlerimi sunuyorum hepimiz adına, o da kırmadı bizi, 21 geldi. Biraz sonra da onun konuşmasını dinleyeceğiz. Sevgiyle kalın, sağlıkla kalın, keyifle kalın. Çok teşekkür ediyorum. (Alkışlar) SUNUCU- Davetli konuşmacımız Daniel Drocourt’un yoğun programı nedeniyle akışta bir değişiklik yaparak konuşma sırasını kendisine vereceğiz, ama öncelikle Daniel Drakor’u sizlere tanıtmak istiyorum. Kendisi Marsilya Kültür Varlıkları Atölyesi Müdürü, Marsilya Akademisi Başkanı, Birleşmiş Milletler Çevre Programı Akdeniz Eylem Programı Yüz Tarihi SİT’ler Programı Alan Koordinatörü, UNESCO kültür varlıkları eksperi ve aynı zamanda İstanbul’un kültür projeleri direktörü. Kendisi İstanbul’da bu görevi nedeniyle bulunurken bizi kırmayıp İstanbul Buluşmalarında konuşmayı kabul ettiler. Kendisine tekrar teşekkür ediyor ve konuşmasını yapmak üzere kendisini davet ediyorum. Ancak rahatsızlığı nedeniyle kalkamayacağı için konuşmasını yerinden yapacak, bunu da belirtmek istiyorum. DANİEL DROCOURT - (TERCÜME)- Merhaba, Daniel Drakor Fransızca konuşacağı için biraz yavaşlayacağız, çünkü arada çevireceğim. Bu sabah Marsilya’daki kültür varlıklarıyla ilişkili kurumlar arası ilişkiler konusunda bir konuşma yapmam istendi ve bu çok eğlenceli bir şey değil. Marsilya yalnızca 800 bin kişilik bir kent, dolayısıyla aslında Beyoğlu Mahallesi kadar; yani İstanbul’la karşılaştırılacak bir ölçeği yok. İdari yapılanma bizdeki valiliğe denk gelen bir resmi yapılanma, onun altında bölgesel, yerel yönetim bir senato, bölge senatosu gibi bir yapılanma, onun altında kent, yani bizim belediye dediğimiz yerel idare, onun yanında kent yönetimi denilen , meclis gibi seçilerek oluşan bir yapı daha var ve onun dışında da Marsilya’nın çevresindeki ilçelerle birlikte 17 22 komünel alanı bir araya getiren bir başka yapılanma daha var. Bizdekinden bile daha karmaşık. Yakın bir zamana kadar Marsilya kent belediyesi bütün sorumlulukları üzerine alarak daha bütünsel bir yapı gösteriyordu. Yakın zamanda kentsel grup, kentsel komünite denilen ayrı bir birim kurularak, biraz önce bahsettiğimiz seçilerek gelinen meclis yapısı gibi bir yapılanma oluşturarak kentsel planlamayla ilgili şehrin altyapı sorunlarıyla ilgili bütün teknik işlevler ve teknik hizmetler buranın kontrolüne geçti. Kültür gibi, kültür varlıkları gibi daha kentsel, sosyal yaşama değin konular da belediyenin hizmetleri olarak sürdürülüyor. Mimari ve kent planlama anlamında bunlar en çok ilginizi çekecek konulardır. Tabii ki belediyenin, kent belediyesinin yönetimiyle yapılan çalışmalar var. Fakat bunun dışında da Marsilya’yı, çevresinde yer alan başka yerleşim birimleriyle -bizdeki ilçeler gibi- birlikte toplu olarak ele alan yaklaşımlar da var. Kentin çevresini de ilgilendiren konular için mimari kent planlama ve çevre konseyi diye bir yapılanma söz konusu. Bu konseyin içinde halk tarafından seçimle gelen kişilerin yanı sıra, memur olarak, idari birimlerden bu konseye tayin edilmiş kişiler de var. Ben Marsilya kent belediyesinin mimari danışmanıyım, aynı zamanda mimarlık ve şehir planlama konusunda yapılan çalışmalara onay vermek, onları değerlendirmekle yükümlüyüm. Bu görevimin yanında bağlantılı olduğu için az önce sözü geçen Çevre Mimari ve Kent Planlama Konseyi’nin de seçilmiş bir üyesiyim. Bu konseyin dışına, yani kent planlama ve altyapı çevreyle ilgilenen konseyin dışında özel olarak kültür varlıkları ve arkeolojiyle ilgilenen bir ayrı birim de var. Arkeoloji işleri bölgesel konseyin merkez yönetimden görevlendirdiği bir yapı içinde bulunuyor. Bölgesel konsey bizdeki vilayet, yani il konseyine bir miktar denk geliyor. Onların arkeoloji işlerini denetleyen bir 23 birimi var ve yüzey araştırmalarıyla kent içindeki ve çevresindeki yüzey araştırmaları ve yapılması gereken kazılara onlar karar veriyor. Örneğin, İstanbul’un da altı Marsilya gibi tamamen arkeolojik katmanlarla kaplı olduğu için yapılacak olan her türlü kentsel çalışmada mutlaka yüzey araştırması ve sondaj yapılıyor olması gerekiyor. Arkeoloji konusunda çalışabilmek için, kazı yapabilmek için devletin birimlerinin kesin onayı gerekiyor. Onun dışında da bu kazıyı yürütecek, sorumluluğunu alacak kişilerin, kurumların ya da kuruluşların çünkü Fransa’da bunu özel sektör de yapabiliyor- bir yetki onayı olması gerekiyor. Yani yetkin olduklarının da gene devlet tarafından onaylanması gerekiyor. Arkeoloji alanı aslında özelleştirildiği için şu anda birçok ekip kent içindeki bu tür kurtarma kazılarının yanında sondajlar yapabilmek için birbiriyle rekabet halinde, aynı şekilde inşaatlarda da, aynı şekilde benzer bir düzen de kültür varlıkları için, özellikle taşınmaz kültür varlıkları için geçerli. Bunlar da, bunların korunması da devletin sorumluluğu alında. Fransa’da her bölge için, yani birden fazla kenti içine alabilecek her bölge için bir yerel organizasyon var. Mimari ve şehir ve bölge planlamayla ilgili kararların verildiği ve çalışmaların yapıldığı bir yerel organizasyon var. Bu organizasyonlar sorumlu oldukları bölgede yapılacak her türlü kentsel planlama ya da mimari çalışması için kültür varlıkları üzerine ve kültür varlıklarının çevresindeki 500 metreye kadar olan yerlerde yapılabilecek her şey için görüş bildirmek ve izin vermekle yükümlüler. Bu belediyenin hizmetleri içinde değil, fakat belediye hizmetleriyle paralel yürüyen bir sistemdir. Marsilya gibi büyük kentlerde kültür varlıkları hakkında ne yapılacağı, bu iki birbirine paralel görüşle saptanıyor: Bunlardan biri devletin verdiği görüş, ikincisi de belediyeye bağlı mimari danışmanların, mimari yapının verdiği görüş. Bu iki görüşün ortak hareket 24 etmesiyle kültür varlıkları konusunda ne yapılacağına karar veriliyor. Küçük ölçekli onarımlarda, devletin koruması altındaki kamusal yapıların küçük ölçekli onarımlarında şehir ve bölge planlama ve mimarî servislerinin görüşü yeterli oluyor. Tarihi eserlerde daha kapsamlı çalışmalar söz konusu olduğunda bunlar kentin malı bile olsa, kentin kamu binaları bile olsa devletin koruması altında ve özünde devletin mülkiyetinde olduğu için orada yapılacak olan çalışmalara, “Tarihi Eserler Baş Mimarı” ünvanlı kişi ve onun ekibi bu karar veriyor. Fransa’da liberalleşme her alanda yoğun olarak uygulamaya konulmaya başlandığı için bu sene başından itibaren, restorasyon işlerine karar verecek baş mimarlar arasında da bir rekabet oluşmaya başladı ve artık çok sayıda baş restoratör mimardan teklifler alınarak bu işler yapılıyor. Kentsel yönetim anlamında özellikle planlama üzerinde durmak istiyorum. Kentsel yönetim planlamasında belediye bünyesinde hem Marsilya’nın çevresini hem de kent merkezini kontrol eden birim var. Görevleri ve yetkileri arasında her türlü ruhsatı vermek, küçük onarım ruhsatları, inşaat ruhsatları ve ikametle ilişkili olan her türlü ruhsatlandırmayı ve kontrolü yapmaları görevleri arasındadır. İnşaat ruhsatı alabilmek için beş ayrı birimin görüşüne ihtiyaç var. Bir inşaat talebi için hazırlanan dosya öncelikle şehir planlama ofisine geliyor. Bir ya da iki ay boyunca inceleniyor. Bu sürenin sonunda ön onay veriliyor. Yeni çıkan bir kanunla bu süre bu kadar kısıtlandı. Dolayısıyla dosyanın tamamlanması, iznin çıkması için bir-iki aylık sürenin yeterli bir süre olmadığını düşünüyoruz. Belediyenin içindeki bu birimin bir-iki ayda yapılması gereken işe paralel biçimde işleyen bir başka kentsel planlama birimi Bölge ve Kent Planlama Grubu. Belediyeye ait şehir planlama ofisi bir-iki ay içinde dosyayı tamamlayamadığı için, işi genelde 25 Bölge ve Kent Planlama Ofisine gönderiyor ve orada üç-dört aylık bir süreye yayılarak tamamlanmaya çalışılıyor. Tüm bu beş değişik servisin ki, bunların içinde hijyenle ilgili servisler de var, itfaiye ve güvenlik servisler var, sosyal yapıyla ilgili servisler de var- inşaat ruhsatı alınacak olan alan için görüş bildiriyor olması ve diğer tüm bu gitti-geldiler bir aydan daha az sürmüyor. Semt belediyesinden görüş alınıyor ve mimari görüş alınıyor, yani son derece kompleks bir yapı var. Bütün bu anlattıklarım birazcık yabancı geliyor olabilir, ama Fransa’da çok başlı bir sistem var. Bizdekinde niye olmasın? O kadar bölünmüş bir sistem var ki, bütün bu sistemler arasındaki ilişkiler idari olarak da aynı şekilde yapılanmadığımız için onların katmanları, yani Türkiye’de il, Büyükşehir Belediyesi ve diğer ilçe ve belde belediyeleri şeklindeki sistem, Fransa’da altı seviyeye çıkıyor bölgesel anlamda, dolayısıyla biraz daha komplike bir yapılanma söz konusu; bitirdikten sonra sorularla açabilirsek daha iyi olacak. Şu anda her şeyi bilgisayar üzerinden, sanal ortam üzerinden yapmaya ve artık sanal dosyalama sistemine geçmeye çalışıyoruz. Hem dosyaların teslim edilmesinde, hem de bu dosyaların incelenmesinde rahatlamaya başlıyoruz; çünkü bu şekilde hem boyut, hem de zaman olarak oldukça küçüldüler. Genel olarak iki dosyadan biri mutlaka tamamlanmamış halde geliyor. Bu noktada da işin uzamaması ve çok gidip gelmemesi için ona izni vermeyip neden izin vermediğimizi hemen yazıp yolluyoruz ki, yeni ve tam bir dosyayla gelebilsinler. Marsilya’daki bu tür inşaat işleriyle ilgili bize yaklaşık senede 4 bin dosya geliyor. Bunlardan yaklaşık 1.500’üne inşaat ruhsatı veriliyor. Bunların içinde onarımlar da var tabii, sadece yeni inşaat değil, aynı zamanda onarım ruhsatları da veriliyor. Bunların yaklaşık 26 1.200’ü cephe temizliği, küçük iç onarımlar üzerinde yoğunlaşıyor. Yaklaşık 400 yıkım ruhsatı veriyoruz ve geri kalanı da genel olarak ticari alanlardaki girişler, ticari alanların cepheleri ve onların düzenlenmesi üzerine yapılan uygulamalar. Bunlar için tabii ki yeterli zaman olması gerekiyor. Yalnızca bakmakla yetinmiyoruz, aynı zamanda projelerin kentsel çevreye ve Marsilya’nın çok katı kuralları olan koruma planına uygunluğu için yapılması gereken şeyleri de tek tek not etmek zorunda kalıyoruz. Küçük bir ev için de olsa, 50 katlı bir bina için de olsa genelde aynı önemi vermek ve hepsiyle teker teker ilgilenmek gerekiyor. Kentin bütünsel gelişimi için ve kentsel alanın yönetimi için bütün bu detayları ve ince noktaları aynı önemle ve tek tek ele almak gerekiyor. Bu aynı zamanda aynı konu üzerine çalışan farklı servislerin, farklı birimlerin de koordinasyon içinde çalışmasını gerektiriyor ki, bunlar belediyenin birimleri, yerel konseyin birimleri ve bölgesel konseyin birimleridir. Planlamayla ilgili gündemin içinde yer alan konular aynı zamanda arkeoloji ve kültür varlıklarıyla ilişkilendirilerek de değerlendirilmelidir. Genel olarak yeni bir inşaatın başlamasından önce alan üzerinde yaptığımız arkeolojik kazılar birkaç aydan daha fazla sürüyor. Bir yüzey araştırması yaklaşık 15 gün sürüyor. Kurtarma kazısı niteliğinde yapılan daha kapsamlı bir arkeolojik kazıysa 8 ay civarında sürüyor. Yaklaşık 20 yıldır üzerinde çalıştığımız ve artık oluşturmaya başladığımız sistemle, hem arkeoloji hem de mimari anlamındaki işlerin benim çalıştığım serviste olduğu gibi aynı çatı altına toplanıyor olması, sistemin birbiriyle daha koordineli ve daha hızlı kararlar üreten bir mekanizmaya kavuşmasını sağladı. Kentsel planlamayla ilgili var olan bir yapının, bir servisin mutlaka bilimsel araştırmalarla, arşivlerle, belgeleme konusunda çalışan diğer birimlerle ortak iş yapıyor olması ve kentsel anlamda 27 ortaya konulan tüm verilerin bütünsel olarak ele alınıp bu alan içinde değerlendirilmesi gerekiyor. Yaklaşık 2 yıldır gelişkin olarak elimizde bulunan yaklaşık 800 paftalık bir Marsilya arkeoloji haritasına sahibiz. Kentle ilgili tüm bilgiler, yani var olan yapılar, arkeolojik alanlar, kültür varlıklarına ilişkin tüm bilgiler hem dijital olarak hem kağıt olarak bunun üzerine işlenmiş halde elimizde var ve bu işimizi çok kolaylaştırıyor. Böyle bir belge olmadan önce inşaat yapmak isteyenler “burada hiçbir şey bulamadık” diye yıkabiliyorlardı ve arkeolojik alanları tahrip edebiliyorlardı. Zaman zaman politik güçler tarafından rahatsız edilip dönüştürülmeye çalışılıyor bile olsa şu anda artık bu çok mümkün değil, çünkü kent planlama belgelerinin üzerinde birbiriyle ilişkili arkeolojik alanların hepsi görünüyor ve eskiden ne olduğu, yani arşivlerden çıkmış birtakım bilgileri de onun üzerine işledikleri için potansiyel olarak yeni bir çalışma yapılacak alanda ne olabileceği en azından tahmin ediliyor ve ümit ederiz bu, bu şekilde devam edecek. Çok teşekkürler. SUNUCU- Daniel Drocourt’a ve çevirisine yardımcı olan Burçak Madran’a çok teşekkür ediyoruz. Burçak Madran aynı zamanda Yıldız Teknik Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi öğretim üyesi, müzeler uzmanı ve koruma çalışmalarını Drocourt’la beraber sürdürmekte. Tekrar teşekkür ediyoruz. Tematik sunuşu yapmak üzere TMMOB Şehir Plancıları Odası İstanbul Şube İkinci Başkanı Sayın Yrd. Doç. Dr. Pelin Pınar Özden’i davet ediyorum. Yrd. Doç. Dr. PELİN PINAR ÖZDEN- Sayın Dekanım, sayın bölüm başkanlarım, sayın öğretim üyeleri, sevgili meslektaşlarım, değerli konuklar ve sevgili öğrenciler; TMMOB Şehir Plancıları Odası İstanbul Şubesi olarak İstanbul Buluşmaları’nın ikincisine hoş geldiniz 28 diyorum. Bilindiği üzere geçen yıl İstanbul Buluşmaları’nın ilk toplantısını Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi ev sahipliğinde gerçekleştirdik, Yıldız Teknik Üniversitesi ve İstanbul Teknik Üniversitesi de tüm destekleriyle bu etkinliğin yanında oldular. Bu toplantıda, bundan böyle her yıl üç bölümümüzün işbirliğiyle ve bölümlerimizden birinin ev sahipliğinde İstanbul Buluşmaları’nı devam ettirme kararını aldık. Böylelikle her yıl geçen bir yılın bir öz değerlendirmesini yapmak, o yıl öne çıkan gündemi meslek camiamızla ve ilgili tüm kurum ve kuruluşlarla paylaşma, tartışma zemini hazırlamayı amaçlamıştık. Geçen yıl “İstanbul’da Büyük Projeler” teması altında İstanbul’un sosyo-ekonomik yapısı, konut ve ulaşım gündemiyle büyük yatırımlar başlıkları ayrı yuvarlak masalar altında tartışmaya açıldı ve ilgili tüm kurum ve kuruluşların bir fikir platformu ortamında bir araya gelmesinden doğacak yeni yaklaşımlar, öneriler ve değerlendirmelerin ülkemizde eğitim, uygulama, düzenleme, denetim ve araştırma yapan kurumlar için bir rehber oluşturması hedeflendi. Geçen yılki etkinliğin ardından bu çalışma Odamız tarafından yayın haline getirildi. Sanıyorum şu anda dışarıda bu yayını bulabileceksiniz. Bir çoğunuza ulaştırdık, ama elinde olmayanlar için buradan temin etme imkanı da mümkün. İstanbul Buluşmaları’nın bu yılki teması “Belirsizlik Ortamında Planlama” olarak seçilmiştir. Bu seçimin ardındaki en büyük neden 2000’li yıllarla birlikte aslında tüm kentlerimizin, ama en çok da İstanbul’un planlama gündemine hâkim olan belirsizliklerdir. Neo-liberal bir yeniden yapılanma döneminin tam ortasında yer alan İstanbul’un sanayi kentinden hizmet kentine doğru evrildiği bu hızlı ve sancılı dönem, arkasından birçok sayısız dinamiği de tetiklemektedir. Kentte arsa değerleri giderek daha fazla spekülasyon aracı haline gelirken, aslında kentin bütünü bu özelliğiyle yerli ve yabancı yatırımcı için açık bir pazar yeri olmanın zeminini de hazırlamaktadır. Kamusal alan hızla 29 dönüşmekte, biçim değiştirmekte, “yarı kamusal alan” gibi tehlikeli ifadelerle altı yeniden doldurulmaya, yeniden tariflenmeye çalışılmaktadır. Piyasa mekanizması hiç durmaksızın kendi kuralları çerçevesinde işlerken kent mekanı üzerinde işlevi belirsiz alanlar yaratmaktadır. Piyasa mekanizmasının yarattığı belirsizliğin ancak planlamayla azaltılabileceğini belirten MAS’ın bu görüşüne katılmamak mümkün değilse de planlamanın piyasa mekanizmasının hızla dönen çarkı içindeki yerini tanımlamak da her zaman kolay olamamaktadır. Bu yer biraz kaygan, biraz da belirsizdir. Bu süreçte planlamanın dilinde, kabullerinde anlayış ve yaklaşımlarında esnekleşme ve çözülmeler ortaya çıkmaktadır. Bu esnekleşme ve çözülmeler dünyanın her yanında görülmekle birlikte İstanbul’un kaygan sosyoekonomik ve mekansal zemini üzerinde belirsizlik ortamını daha da belirgin hale getirmektedir. Belirsizlik bir yandan kenti bir spekülasyon aracı haline getirerek yatırımcı için çeşitli fırsatlar yaratırken diğer yandan da kenti birtakım olası tehditlere de açık hale getirmektedir. Belirsizliğin yarattığı kaos ortamı içindeki kentin geleceği ve gelecek için üstleneceği misyon netleşememekte, buna bağlı olarak kentin her bir parçası için birbirinden bağımsız hareket eden alt misyonlar tanımlanmaktadır. 1964’te Stone planlama bakışını şöyle ortaya koymaktadır: Bir plan verilen sistemin işleyiş özellikleri içinde politikalarımızı nasıl gerçekleştireceğimizi gösterir. Plan yönetim ve denetimle özleştirilebilir. Ona göre planın karşıtı plansızlık ve anarşidir. Kuşkusuz Stone bir plancı değil, iktisatçı ve ekonometrisyendir. Bununla birlikte onun bakış açısı planlama kavramının özünü kısa yoldan yakalamaktadır. Gerçekten de yönetim ve denetim planlamanın hayat bulmasında en temel unsurlardır. Bu iki unsurun ortadan kalkması kent sistemini belirsizlik ortamlarına açık hale getirir. Bu ortamda kentin aktörleri ve bu aktörlerin görev tanımlamaları da birbiri içine girmiş durumdadır. Yönetimde 30 çok başlılık ve yetki çatışmaları, politik ilişkiler ağı, karar vericiler, sakinler ve kentin diğer sivil aktörleri arasında yürütülen eşgüdümsüz ilişkiler ve iletişim kopuklukları katılım süreçlerinin ve aşamalarının doğru bir şekilde kurgulanıp sürdürülebilir kılınamaması, izleme ve denetim mekanizmalarının geliştirilmemiş olması kentlerin yönetim bütünlüğünü derinden sarsmaktadır. Bu sağlıksız iletişim döngüsü kamu ve özel sektör tarafından kentlerde yürütülen planlama ve projelendirme çalışmalarını çıkmaza ve bilinmeze sürüklemekte, kentsel gerginliklerin tırmanmasına zemin hazırlamaktadır. Bu kaos ve belirsizlik durumunun toplumsal maliyeti ise sanılanın çok üzerindedir. 1990’lı yıllarla birlikte belirsizlik ortamını daha da pekiştiren bir kaos ortamı ortaya çıkmıştır. Bu kaos ortamı yasal düzenlemelerdeki gelişmelerle, değişmelerle, reform çalışmalarıyla birlikte daha da pekiştirilmiştir. Ölçek, yetki, içerik gibi konularda, planlamanın içeriği gibi konularda kaos ortamı daha da belirgin hale gelmiştir. 2000’li yıllarda ise üst ölçek çalışmalarında, üst ölçeğe yönelik yetki çatışmalarının ortaya çıkmasıyla ve yerel yönetim reform paketleri altında yapılan yasal düzenlemelerle birlikte sorunlar daha da birbiri içine girmiş, kaosun alanı daha da genişlemiştir. İstanbul’un planlama ortamına, gündemine dönüldüğünde son dönemde başka 1/100.000 ve 1/25.000 ölçekli planlama çalışmaları olmak üzere üst ölçekli planlama kararlarından bağımsızca ele alınan noktasal ölçekli büyük projeler, dönüşüm ve yenileme projeleri gibi konularda çok önemli belirsizlikler olduğu bilinmektedir. Bu belirsizlikler kamuya karşı güveni sarsmakta, toplumsal ve kurumsal gerilimleri tırmandırmaktadır. Karar vericilerin yerelleşme ve demokratikleşme çabalarını yok sayan, bilimsel veriyi ve öğretiyi görmezden, yerel aktörleri duymazdan gelen, katılımı planlama sürecinin temel bir parçası olarak kabullenmeyen yaklaşımları planlama sürecinin belirsizliğe doğru hızla yol almasına neden olmaktadır. Özellikle 2007-2008 31 döneminde İstanbul’da kentsel dönüşüm ya da yenileme alanı ilan edilen çok sayıda mahallede sakinler yerinden edilme korkusuyla büyük gerilim ve endişe içindedirler. Birçok mahallede yaşanan gerginlikler panzerlerin müdahalesiyle engellenebilmiştir. Sakinler haklarını, akıbetlerini, gelecekte hayatlarına nasıl devam edeceklerini bilmemektedirler. Yani yakın gelecekteki hayatları belirsiz hale gelmiştir. Kamu idareleri ise bu süreci izleme, denetleme, örgütleme niteliklerini haiz değildir. Planlamanın değerleri olan bilimsel verilere ve öğretiye bağlı kalma, toplumsal uzlaşı ve ortak akıl bu sürecin hiçbir noktasında yer almamaktadır. Bir yanda bölgesel ölçekli ve kenti doğrudan etkileyen planlama çalışmalarındaki belirsizlikler, diğer yanda deprem odaklı eşgüdümsüz, cılız, birbirinden kopuk ve kenti bir sistem içinde görmeyip onun bütününü beslemeyen ve sonuca ulaşamayan, yani akıbeti belirsiz çalışmalar İstanbul’un planlama gündeminin esas konuları arasındadır. İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkentliği süreci konusundaki belirsizliklerle ilçe sınırlarının değiştirilmesine yönelik olarak ortaya çıkan belirsizlikler de İstanbul’un 2008 planlama gündemi içinde önemli yer tutmaktadır. Bu koşullar içinde kamunun planlama çalışmalarına harcadığı güç, kaynak ve enerji ne yazık ki tüm uyarılara rağmen sonuçsuz kalmakta, boşa harcanmaktadır. Kamu özellikle noktasal projeler, dönüşüm ve yenileme projeleri gibi konularda son derece isteklidir ve hızla yol almaya gayret etmektedir. Ancak sürecin başından itibaren yapılan hatalar yukarıda da sıralanan hatalı yaklaşımlar süreçleri belirsizliğe itmekte, önünü tıkamakta, çok yol aldığını düşünen kamu idareleri bu yoldan geri atmamakta ısrarcı olmaktadırlar. Bu durum yanlışın yanlışla düzeltilmeye çalışıldığı uygulamaları ortaya çıkarmaktadır. Noktasal projeler konusunda bu derece istekli 32 ve gayretli olan kamu idareleri aynı istekliliği planlama çalışmaları konusunda göstermemektedir. Yapılan çalışmalar yasal açıdan sorunlarla, sıkıntılarla başlatılmakta, sivil toplum kuruluşlarının, meslek odalarının, üniversitelerin tüm iyi niyetli uyarıları duymazdan gelinmekte, neticede belirsizliğe mahkûm olan, sonuca ulaşmayan planlama çalışmalarının sorumluluğu bu kurumların üzerine yüklenmektedir. Kamu sektörü 2000 sonrası dönemde özel sektör mentalitesine giderek daha fazla yakınlaşmış, planlama ve projelendirme çalışmalarında özel sektörle adeta yarışır hale gelmiştir. Kamusal fayda kavramı da aynı şekilde giderek daha az gözetilen ve daha fazla istismar edilen bir unsur olmuştur. Bugün kamu idareleri eliyle yeni konut alanları üretme adına donatı alanları birer birer yok edilmekte, mevcut yoğunluk değerleri hızla artırılmaktadır. Etkinlik kapsamında üst ölçekli planlama, kentsel ölçekli planlama, tarihi kent merkezlerinde planlama ve kentsel dönüşüm alanlarında planlama temalı dört adet yuvarlak masa toplantısı gerçekleştirilmesi amaçlanmaktadır. Planlama, hukuk, yönetim ve bilgi alanı zeminlerinde sürdürülecek olan bu etkinlik geçen yıl olduğu gibi bu yıl da ilgili tüm kesimleri bir araya getirmeyi, konuyu çok yönlü bir bakış açısı ve ortak akıl geliştirerek gündeme taşımayı, kamuoyuyla paylaşmayı ve sorunlara çözüm aramayı hedeflemektedir. Sözlerimi tamamlarken başta bu etkinliğin ev sahipliğini üstlenen Yıldız Teknik Üniversitesi olmak üzere Şehir ve Bölge Planlama Bölüm Başkanı Prof. Dr. Hüseyin Cengiz’e, etkinliğe emeği geçen tüm Yıldız Teknik Üniversitesi Şehir ve Bölge Planlama Bölümü öğretim üyelerine, katkılarından dolayı Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi ve İstanbul Teknik Üniversitesi Şehir ve Bölge Planlama Bölümlerine, bölümlerimizin değerli öğretim üyelerine, başta Zeynep Arman olmak üzere TMMOB Şehir Plancıları Odası İstanbul Şubesi’nin 33 tüm çalışanlarına teşekkürü bir borç biliyorum. Yine birçok etkinliğimizde olduğu gibi bu etkinliğimizde de bizleri yalnız bırakmayarak desteklerini esirgemeyen Yıldız Teknik Üniversitesi Vakfına, Küçükçekmece Belediyesi’ne, İlke Planlama, İMPO Planlama, İstanbul Planlama, Nokta Planlama, Promer Planlama ve Salarha Şehircilik’e, Odamız ve meslek camiamız adına teşekkürlerimi bir borç biliyorum. Teşekkür ediyorum. SUNUCU- Değerli konuklar, TMMOB Şehir Plancıları Odası İstanbul Şube Başkanı Erhan Demirdizen rahatsızlığı nedeniyle etkinliğe katılamamıştır. Açılış konuşmaları burada son bulmuştur. Yuvarlak masalara saat 13.00’de başlayacağız. 13.00’e kadar yemek arası veriyoruz. 34 “ÜST ÖLÇEKLİ PLANLAMA” Oturum Başkanı: Ayşenur Ökten SUNUCU- “Belirsizlik Ortamında İstanbul’un Planlama Gündemi” konulu İstanbul Buluşmaları’nın oturumlar bölümüne hoş geldiniz. Moderatör Prof. Dr. Ayşenur Ökten’i “Üst Ölçekli Planlama” ile ilgili oturumu başlatmak üzere kürsüye davet ediyorum. Yuvarlak masanın konuşmacıları DPT Müsteşarlığı Bölgesel Gelişme ve Yapısal Uyum Genel Müdürlüğünden Işıl Nadire Yener, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesinden Doç. Dr. Güzin Kaya, Yıldız Teknik Üniversitesi Şehir ve Bölge Planlama Bölümünden Prof. Dr. Betül Şengezer, İstanbul Teknik Üniversitesi Şehir ve Bölge Planlama Bölümünden Doç. Dr. Ferhan Gezici, Arkas Liman Hizmetleri Grup Başkanı Hakan Genç, Makina Mühendisi Dinçer Mete, İstanbul Vali Yardımcısı Fikret Kasapoğlu, Şehir Plancısı Namık Kemal Döleneken, Şehir Plancısı Özcan Biçer, Şehir Plancıları Odası İstanbul Şubeden Ahmet Turgut, Şehir Plancısı Sultan Gündüz. AYŞENUR ÖKTEN- Sayın izleyiciler ve sayın katılımcılar hoş geldiniz. Temamızı biliyorsunuz, “belirsizlik ortamında planlama”. Belirsizlik bize pek yabancı bir kavram değil, bu kadar dinamik bir ülkede yaşarken sık sık belirsizliklerle karşılaşıyoruz. Yaşadığımız gerçeklerle anılan kurallar, öğrendiğimiz kurallar arasında uyuşmazlık ortaya çıkıyor ve bu uyuşmazlığın yarattığı da bir belirsizlik söz konusu. Öğrendiğimiz yöntemlerle, karşılaştığımız sorunların arasında bir uyumsuzluk oluyor, bunun yarattığı belirsizlikler oluyor. Bir de, alıştığımız belli bir düzenden, radikal değişikliklerle kalabiliyoruz. bambaşka Tanışmadığımız, bir ortama tanımadığımız geçmek yepyeni zorunda sorunlarla 35 karşılaşabiliyoruz. O zaman da gene kendimizi bir belirsizlik ortamı içinde buluyoruz. Planlamaya ilişkin olarak belirsizlik ortamından söz ederken aklımıza birkaç sorun geldi. Bir kere genel olarak planlamada bu belirsizlik ortamının üç ana sorun yarattığını düşündük. Bütüncül yaklaşımların gözden kaçırıldığı meselesi var. Hemen hemen hangi plancıyla konuşursanız bu kaygının dile getirildiğini görürsünüz. Sürekli yaşadığımız bu dinamik ortamın sürekli yaşadığımız değişiklikleri arasında planlama hiyerarşisinin gözden kaçırıldığı endişesi var, onu görüyoruz ve bir de bütün bu değişiklikler sırasında yeni çözümler arayışları sırasında genel bir planlama stratejisi üretebiliyor muyuz? Bu kuşku ve kaygı var, üretemediğimiz korkusu var, bunu sorun olarak görüyoruz. Biliyoruz ki, özellikle İstanbul’da çok sayıda noktasal, dar kapsamlı, ama etkisi çok büyük olabilecek projeler üretiliyor. Bu projelerin noktasal olması, küçük olması değil asıl sorun, asıl sorun bu projelerin bir bütünün parçası olamaması, bir bütün oluşturamaması, ortak bir planlama stratejisi yaratamaması. Oysa bu projelerden bazıları sırf bir kentin değil, bir ülkenin geleceğini etkileyecek düzeyde projelerdir. Kent planları yapılırken benzer şekilde yerel vizyonlar, yerel gelişme kaygılarıyla toplumun bütününü ilgilendiren gelişme kaygıları, bütününün vizyonu arasında bazı uyuşmazlıklar gözlemliyoruz. Gene bunlar da bir belirsizlik ortamı yaratıyor ve plancılar için kaygı yaratıyor. Sonuç olarak hepimizin aklında sık sık tartıştığımız, sık sık gündeme gelen soru planlama nasıl olmalı, plancı nasıl davranmalı. Bir üst ölçekte bizim bu oturumumuzun konusu özellikle üst ölçekte planlama açısından hangi sorulara cevap arayalım, 36 meseleleri nasıl ortaya koyalım ve plancının yaklaşımı nasıl olsun? Ben bu soruları daha fazla uzatmadan konuşmacılarımızın katılımlarına geçmek istiyorum. Bu bağlamda kendilerine dört başlık altında sorular yönelttik. Aslında bu sorular hepimizin tanışık olduğu sorulardı. Birincisi, belirsizlik derken hangi belirsizliklerden söz etmeliyiz plancılar olarak, planlama topluluğu olarak? Bir kere bunu sorduk, yani belirsizliklerin tanımlanmasını, saptanmasını rica ediyoruz. İkincisi, özellikle değişik plan türlerinin amaçları, kapsamları üzerine düşüncelerini öğrenmek istiyoruz. Üçüncüsü planlamada gene kurumsal yapının işleyişiyle ilgili kurumlar arası ilişkiler, kurumlarla plancılar, kurumlarla halk arasındaki ilişkiler açısından meseleler var. Bu açıdan kurumsal yapının işleyişini değerlendirmelerini rica ediyoruz. Son olarak da bu konuda ne yapılabilir, deneyimleri nedir, önerileri nedir, bunları öğrenmek istiyoruz. Sırayla her konuşmacıya 10’ar dakika süre vereceğiz. Bu 10 dakika süre içerisinde bize bu doğrultudaki deneyim ve düşüncelerini aktarırlarsa seviniriz. Daha sonra da sorulara bir miktar süre ayırmayı arzu ediyoruz. Güzin Hanım sizinle başlayalım. GÜZİN KAYA- Benim bu konudaki yaklaşımım daha çok ülke ölçeği olacak. O yüzden daha genel bir kavram içinde belki konuya başlamak mümkün olur diye düşünüyorum. Ülke ölçeğindeki planlama konusu Türkiye için çok yeni bir konu değil, 1968’lerden itibaren milli, fiziki plan, zamanla unutuldu, 2002’de ulusal fiziki plan toplantısı yapıldı. Sonra da son yasada ülke mekânsal strateji planı olarak bir ölçek karşımıza çıkıyor. Genelde Türkiye için önemli sorun bence ülke ölçeğindeki yaklaşımın hangi içerikte olacağı konusu, yani ülke ölçeğindeki yaklaşımın bir fiziki, plan yaklaşımı içinde karşımıza çıktığını görüyoruz. Ülke mekansal strateji planı derken bile bu plan kavramı için bir anlamda yine bir mekan kullanımı karşımıza çıkıyor. Oysa belki konuya ülke ölçeğindeki yaklaşım, bunun aksine tam 37 anlamıyla düzenleme ve gelişim politikalarının stratejik seçimidir. Dolayısıyla söz konusu olan hiçbir şekilde bir fiziki planlama değildir, yani en başta üst ölçek stratejileri tanımlanmasıdır ve bu üst ölçek stratejileri tanımlarken de gelişme ve düzenleme birlikte öngörülmesi gerekir. Dolayısıyla burada acaba terminoloji yönünden bazı değişikliklere mi ihtiyaç var diye bir soru getiriyorum. Çünkü içerik yönünden belirsizlik belki bu terminolojiden de kaynaklanıyor. Çünkü planlama her zaman mekân boyutunu içermeyebilir. Mesela, başka ülkelerde kullanılan düzenleme sözcüğü bizde de 1960’larda kullanıldı. Düzenleme sözcüğü içinde mekân boyutunun olmazsa olmaz olan bir kavramı da getirdiğini düşünüyorum. Dolayısıyla ulusal stratejik düzenleme gelişme politikaları en temelde neyi belirtiyor? İki çelişkili amaçtan bahsetmek mümkün; biri ekonomik gelişmeyi tetiklemek, ikincisi de ekonomik ve sosyal bağlamda mekânsal eşitliksizlikleri azaltmak. Aslında bunlar içinde çelişkili olan iki yaklaşım, dolayısıyla zorlukların da odaklandığı, belirsizliklerin de odaklandığı bir nokta belki. Ayrıca tabii ki, ülke ölçeğindeki stratejilerin farklı ölçekteki planlar ve doğası farklı planlar arasında bir uyum sağlamak yönünde bir amacı olması gerekiyor. Ülke düzenlemeyle ilgili deneyimler şunu gösteriyor: Ülke düzenlemede ilkelerin devamlılığı, buna karşılık da pratiklerin devamlı değiştiğini görüyoruz. Fakat demek ki, bazı devamlılığı, sürekliliği olan temel ilkelerden bahsetmek mümkündür. Buna karşılık pratiklerin de devamlı evrim gösterdiğini görüyoruz. Dolayısıyla genelde uygulamalarda bir kamu faaliyeti olarak karşımıza çıkıyor. Fakat daha da ileride göreceğiz, bu kamu faaliyetinin içeriği de bugün bu statüde belli bir evrime uğramış vaziyette. Değişimi gerektiren şeyler neler diye bakarsak, toplumun veya temsilcilerinin belli bir dönem içerisinde belirlediği temel objektiflere göre ülke düzenleme stratejileriniz değişebilir. 38 İkincisi, öngörülen yönlenmelere rehberlik eden aksiyon ilkeleridir. Mesela, eşitlik ilkesi, dayanışma, rekabet, sürdürülebilirlik. Bunlara paradigma da demek mümkün tabii ki. Üçüncüsü, olguların bir anlamda yorumlama egzersizi olarak tanımlanan mevcut durumun tespiti ve nihayet tanımlanan öncelikli aksiyon alanları. Fakat buna karşılık ülke düzenlemede değişmeyen bazı temel, sürekliliği olan ilkeler de var. En baştaki, dağıtım ve yeniden dağıtım ilkesidir. Burada bölgesel dengesizliklerin giderilmesi özünde bir gelir ve kaynak dağıtımı veya yeniden dağıtımı söz konusudur. İkincisi, ülke düzenlemede değişmeyen temel ilke olarak, yaratıcılık ilkesini görüyoruz. Çünkü her yerde genel geçer bir şekilde bu planlama metotları tanımlamak mümkün değil, yerel şartların, mekanizmaların olanak sağladığı yaratıcılık gerekiyor. Mesela, belli ülkelerde tek başlılığın giderilmesi, gelişme kutupları, denge metropolleri, yerel üretim güçleri gibi örnekleri çoğaltabiliriz. Onun dışında üçüncü ilke devamlı bir onarım ilkesi olmasıdır. Toplumsal adalet adına dengesizliklerin giderilmesi, çöküntü alanlarının rehabilitasyonu, rekonversiyonu gibi konular bize devamlı bir onarım gereksinimi olduğunu gösteriyor. Dördüncüsü, koruma konusu. Koruma hassas bölge ve alanlarının korunması şeklinde ülke düzenlemenin ilk gündeme geldiği günden beri bir ilkedir. Beşincisi de, bölümleme, denkleştirme. Yani müzakere ve ödülleme olarak baktığımızda ülke tanımlamak mümkündür. Buradan hareketle uygulamalara düzenlemenin paradigmalara bağlı olarak evrildiğini görüyoruz. Ülke düzenleme 60’lı yıllarda gündeme geliyor ve bu 60’lı yıllarda bilhassa iki tip uygulama ayırmak mümkün; biri merkezi sisteme dayalı ülkeler Fransa gibi kapitalist ülkelerden bahsediyoruz. Türkiye’de o yönden benzerlik var ve daha desantralize olan ülkelerde veya 39 bölgeselleşmeye geçmiş ülkelerdeki tutum gibi. Bu dönem 60’lı yıllar ülke düzenlemenin yükselme devri ve genelde de devletin başat rolünü görüyoruz. Yani plancı devlet ön planda. 80’li yıllar ekonomik krizin baş gösterdiği yıllar ve burada ortaya çıkan önemli değişiklik bölgeselleşme olayı, ama bölgeselleşme olayının da daha geniş anlamda ele alınması lâzım. 90’lı yıllar ülke düzenlemenin uluslararasılaşması dönemi, yani 80’li yıllarda ülke düzenleme az-çok prestijini kaybediyor ve bu parçalanma planlama ilkelerinde daha çok tabandan gelme olgusuna karşılık üst düzeyde müdahalenin olmaması savunulduğu için önemini kaybediyor. Fakat 90’lı yıllarda tekrar gündeme geliyor. Bu sefer biraz evvel söylediğim gibi uluslararasılaşma konusunu da ele alarak -Avrupa Birliği bu ölçekte önümüze çıkan yeni bir veri- Avrupa Birliği’nden gelen politik objektifler var. En başta sürdürülebilirlik olayı tabii ki, ikincisi ekonomik ve sosyal uyum, “cohesion” olayı, üçüncüsü de küresel ölçekte rekabet olayı etkiliyor tabii ki, planlamayı ve buna bağlı olarak Avrupa Birliği mekansal sistemlerini bütünleşmesinin yeniden düzenliyor. ilkeleri Buradaki doğrultusunda paradigmalar planlama tabii ki sürdürülebilirlik yanında yönetişim ve işbirliği kavramları. Burada kesiyorum, bundan sonraki sorulara göre devam ederiz. AYŞENUR ÖKTEN- Sırayı biraz değiştirelim, makinanın hazırlanması gerekiyormuş. Ferhan Gezici’den katkısını rica ediyoruz. FERHAN GEZİCİ- Teşekkür ediyorum. Ben planlama gündemiyle ilgili olarak, dünyada olup biten çok güncel konularla başlamak istiyorum. Hepimizin bildiği ciddi bir ekonomik kriz dünyayı sarsarken aslında yaklaşık 30 yılı bulan yeni bir paradigmanın ya da ekonomik bir ortaya çıkışın da çatırdamaya başladığını görüyoruz ve bu aslında her şeyin serbest rekabet koşulları altında çok da geçerli olmadığı, bu sistemin çok da işlemediğini bize gösteriyor. Bu 40 günümüzde sorgulanmaya başlanmış durumda; bütün dünya bunu tartışıyor. Dolayısıyla bu noktadan hareket ettiğimizde, tabii ekonomik anlamda bunlar tartışılıyor, ama tüm dünyada ve özellikle Türkiye’de 80 sonrası neo-liberal politikaların kentlerimizi ve bölgelerimizi çok ciddi anlamda etkilediğini, yeni birtakım süreçler ve dinamiklerle karşı karşıya getirdiğini de hepimiz biliyoruz. Dolayısıyla planlamanın bu anlamda bir kez daha gündeme gelmesinin, tartışılmasının, işleyen, işlemeyen yönleriyle tartışılmasının önemi gerçekten ortaya çıkıyor. Burada aslında temel olarak yine iki kavram her zaman karşımıza çıkıyor; bölgesel kalkınmadan söz ediyorsak, İstanbul için de bu geçerli. Bir tarafta rekabet gücünün artırılması gibi bir hedef var önümüzde, bir tarafta da sürdürülebilirlik gibi bir hedef var ve bu iki hedefin aslında birbiriyle çatıştığı noktalar olduğunu da görüyoruz. Bir yandan da aslında neo-liberal politikalar sonrası gündeme gelen ve ezberi bozan birtakım dinamikleri görüyoruz. Üretimin ayrışması, artan mekânsal, bölgesel etkileşim ve ilişkiler, teknolojik gelişmelerle mekânın yerinin tartışılmaya başlanması, artan nüfus hareketliliği, yerelleşme konusunda artan bir istek ve eğilim ve bu çerçevede güçlenen, daha aktif konuma gelen, ulusları aşarak daha aktif pozisyon alan bölgeler. Bu noktadan baktığımızda aslında Türkiye’deki planlama sürecinde ne oluyor, ne bitiyor dediğimizde hepimizin gene bildiği planlı dönemin başından bu yana Türkiye’nin bölgeler arası gelişmişlik farkları daima gündemin en önemli maddelerinden biri olagelmiş durumda, ama gene süreci değerlendirdiğimiz zaman bu konuda ele alınan politikalar olduğunu biliyoruz, ama bunların başarı düzeyini de gene bugünkü koşullara bakarak değerlendirebiliyoruz, aslında olumlu sonuçlar ortaya koymadığını söyleyebiliyoruz. 41 Ulusal sınırlar içerisinde belirlenen, ulusal düzeyde belirlenen bölgesel politikaların aslında bugün çok da başarılı sonuçlar vermediğini, bölgeler arası gelişmişlik farklarının hâlâ devam ettiğinden anlayabiliyoruz. İstanbul’un üst ölçekli planından söz edeceksek eğer, bugünkü ve daha sonraki aşamalarını tartışacaksak o zaman İstanbul’un Türkiye’nin en gelişmiş metropol kenti ve bir anlamda ekonomik kalbi olması nedeniyle İstanbul’da olup bitecek her şeyin, İstanbul’a yönelik alınacak her kararın bütün Türkiye’yi ve aslında Türkiye içinde söz konusu olan bölgeler arası gelişmişlik farklarını da etkileyeceğini göz ardı edemeyiz. İstanbul için alınacak her tür kararın aslında tüm Türkiye’yi de ilgilendireceğini bilmek durumundayız. Bu çerçevede baktığımızda tabii bölgeler arası gelişmişlik farklarını İstanbul’un planlamasından ayrı düşünemeyiz. Türkiye’de ne oluyor, Türkiye’nin diğer bölgeleri ne tür dinamikler içerisinde ya da ne tür problemlerle karşı karşıya, bunu göz ardı ederek İstanbul’un planlanması söz konusu değil, ama günümüze geldiğimizde bu süreç içerisinde gerek üst ölçekli planlarla ilgili olarak, gerekse kurumsal ve yasal düzenlemelerle ilgili olarak özellikle uluslararası trendlere bağlı birtakım etkilenmelerin ortaya çıktığını görüyoruz ki, bunun en önemli yansıması da Avrupa Birliği ve Avrupa Birliği’ne uyum süreci kapsamında bölgesel politikalarda Türkiye’de birtakım şeylerin değişmeye başlaması. Bu doğrultuda, yine hepimizin bildiği gibi Avrupa’yla uyumlu bir istatistikî bölge birimlerinin oluşturulması söz konusu. Bu da yine bizim için yeni bir ortaya çıkış aslında, şimdiye kadar hep bakış açıları ya coğrafi bölgelerdir ya da iller düzeyinde bir karşılaştırmadır, ama günümüze geldiğimizde Avrupa Birliğiyle uyum kapsamında istatistikî bölge birimlerinin oluşturulması gündeme gelmiştir ve bu yanılmıyorsam 2002 yılında gerçekleştirilmiştir. Bu işin bir boyutu, istatistikî bölge birimlerinin oluşturulduğu ile ilgili. Bunlar Avrupa Birliği’ne uyumla birlikte neden 42 bu bölgelerin ileriye dönük özellikle 10 bölgenin bölge planlarının hazırlanması ve Avrupa Birliği fonlarının bölgesel kalkınma amacıyla kullanılabilmesinin yolunun açılması, böyle bir yeni gündem ortaya çıkıyor. Diğer bir gündem yerelleşme eğilimleri ile ilgili. Türkiye’de hepimizin bildiği bir merkezî yönetim sistemi var aslında ve bölgesel politikaların da merkezî olarak ulusal düzeyde geliştirildiğini biliyoruz, Ama “Bölgesel Kalkınma Ajansları” kavramı ve Bölgesel Kalkınma Ajansları Yasası’nın hazırlanma süreciyle bu da gündemimize gelip uzunca süre tartışılmış durumda ve en son olarak da “bölge” kelimesi çıkartılarak “kalkınma ajansları” olarak geçerliliğini günümüzde taşımaya başlamış durumda. Bu aslında bölgesel politikalarla ilgili yeni yapılanma Türkiye’nin gündemini de belli ölçülerde değiştireceğe benziyor, ama buradan aslında nasıl değiştireceğe benziyor dersek bugüne kadar bir bölgecilik anlayışından kaçınma veya bölge planlarının çok uzun süreye yayılmasının getirdiği caydırıcılık gibi şeylerle bölge planlarının çok etkin olarak gündeme gelmemiş olması ya da kullanılamaması acaba bundan sonra başka bir uygulama alanı, yeni bir evrim içinde olabilecek mi diye bir soruyu akla getiriyor. Bundan sonra devam etmek üzere şöyle bağlayabilirim: Günümüzde genel bölgesel politikalardan üst ölçekli planlara gelirsek eğer, il düzeyinde valiliklerin hazırladığı kurumsal stratejik planlar söz konusu, aynı şekilde yine Bayındırlık ve İskan Bakanlığı ve Çevre Bakanlığı arasında uzunca süre tartışma yaratıldıktan sonra Çevre Bakanlığı tarafından yürütülen 1/100.000 ölçekli çevre düzeni planları bugün olmayan bölge planlarının yerini alabilir mi, alamaz mı? Şu andaki koşullarıyla, şu andaki belki uygulamacı arkadaşlar bunu daha da açacaklardır, ama benim izlediğim ve deneyimlerimden edindiğim de şu anda bölge planlarının yerini alabilecek ne teknik anlamda ne içerik anlamda ne süreç anlamında böyle bir yapıya sahip değiller, 43 ama bu da bu oturumda tartışacağımız bir konu. Teşekkürler. AYŞENUR ÖKTEN- Betül Şengezer’i dinleyeceğiz. Daha sonra da kurumlara geçeceğiz. BETÜL ŞENGEZER- Aslında iki konuşmacının ardından benimkisi birazcık daha uygulamaya dönük olarak, somut sorunlara dönük olarak aslında biraz belgeleri ve somut örnekleri içeren bir çalışma, aktarım olacak. Bu nedenden dolayı da herhalde birbirini devam ederek daha sonra da doğrudan planları uygulayan arkadaşlarla herhalde tartışma olanağı bulacağız. Belirsizlik dediğimiz zaman Internet’te şöyle bir araştırma yaptım: Çok hoşuma giden Türkiye’de planlamaya her zaman nasıl bakılmış, onu gösteren bir örnek olması adına o bilgiyi, deneyimi size aktarmak istiyorum. Biliyorsunuz kredi almak üzere Dünya Bankası’ndan planlar, projeler hazırlanıyor ve bunları denetlemek üzere de banka uzmanları geliyor. Böyle bir projede Dünya Bankası’ndan gelen uzman DPT’den görevli olan uzmana planların nasıl yapıldığını soruyor. APK bölüm başkanı da hemen yakınmaya başlıyor: “Kurlar değişiyor, enflasyon oranı şöyle böyle, bir dolu ardı arkasına sıkıntıyı dile getiriyor. Bu nedenle her şey o kadar belirsiz ki, plan yapamıyoruz” diyor. Dünya Bankasından gelen uzmanın söylediği şey de “her şey belirli olsa plan yapmaya ne gerek var ki? Kendini suyun akışına bırakan birinin nereye gideceğini planlamasına gerek yoktur” diyor. Dolayısıyla buradan şu sonuca varıyoruz: Planlama dediğimiz olay aslında belirsizliği azaltıcı bir araç. Buradan baktığımız zaman aslında planlama amaçlar, varsayımlar, riskler arasında ilişki kurmak, bunları bilimsel 44 yöntemlerle değerlendirme ve sonunda da rasyonel bir seçim yapılması faaliyeti olarak değerlendirebiliriz. Tabii, plan dediğimiz zaman hep politikası, planı, programı, parası, finansı, katılımı olan bir planlama sürecinden bahsediyoruz burada yaptığımız tanımda; planlama tanımının içerisinde bizdeki gibi sadece kağıt üzerinde yer alan renkli paftalar ötesinde çok boyutlu her yönünü içeren bir plandan bahsediyoruz. Eğer böyle bir yapınız varsa risk var, bir de burada belirsizlik tanımı var. Belirsizlik tanımı riskten birazcık daha farklı, riski olumlu ya da olumsuz yönlerine göre ve olasılıklara bağlı olarak tahmin edebiliyorsunuz. Bir tahmin etme durumu var, ama belirsizlikte tahmin edilemeyen durumlar söz konusu. İç ve dış koşullar tahmin edemeyeceğiniz şekilde değişebiliyor. Bu durumda aslında her belirsizlik, yani bir sonra çıkan belirsizlik daha sonraki döngüde belirli ve bilinen bir risk şekline geliyor ki, bu belirsizlikler de genellikle baktığımız zaman ekonomik krizler oluyor, hızlı teknolojik değişim oluyor, iklim değişikliği, vesaire oluyor. Bu teknolojik değişimin getirdiği birtakım olanaklardan da aslında biz bilgileri depolama, sistematik olarak değerlendirme gibi çok önemli bir kazanım getiriyoruz. Dolayısıyla bu döngünün sonucunda aslında biz riskleri iyi değerlendirdiğimiz zaman, bilgileri sistematik şekilde depolayıp kullanabildiğimiz ve paylaşabildiğimiz oranda çıkan yeni bir belirsizlik durumunda onu değerlendirip bu sorunun içerisinden çıkma ve bu sorunu bir fırsata dönüştürme olanağı yakalayabiliyoruz. Dolayısıyla kısaca söylemek istediğim planlama sistemini çok iyi bir şekilde oturtursanız, katılımlı süreçlerle yaparsanız ve belirsizliği doğuran şeyin de aslında bilgi noksanlığı veya bilgisizlik olduğu söylendiğine göre bilgiye sahip olursanız bu belirsizlikleri de aşmak kolay olacaktır diyoruz. Ben aslında bize sorulan sorulara sondan başladım. Buradan geldikten sonra tabii bu kapsamlı olarak planlamadan ne algıladığımızı sunduktan sonra günümüzde biliyorsunuz çok sayıda plan 45 yapılıyor, çok sayıda planla ilgili yasa çıktı. Çevre Bakanlığı çevre düzeni planı yapıyor. Çevre düzeni planı 1/100.000 ölçekte yapılıyor, İl Özel İdaresi 1/25.000 ölçekte yapıyor, yine Büyükşehir Belediyesi planlamakla görevli, arazi kullanım planı yapılıyor, turizm planı yapılıyor, pek çok sayıda plan var, ama bu planlar arasındaki ilişkiler nasıl kuruluyor veya bunlar bizim sorunumuzu çözüyor mu? Dolayısıyla biz bu kadar karmaşık bir sistemi belirgin hale getirmek için şöyle bir şema kurmuştuk: Turizm Bakanlığı, Çevre Bakanlığı ve herkes plan yapabilir. Kendi konusuyla ilgili öngörülerini, stratejilerini geliştirebilir, ama bölge planlaması içerisinde bütün bu farklı kurumların geliştirdiği stratejilerin aslında bir harmanlanıp bölge kalkınma planlarının hazırlanması gerekiyor. Kalkınma planları hazırlandıktan sonra ancak mekânsal anlamda çevre düzeni planları bu stratejiler doğrultusunda oluşabilir veya sürdürülebilirlik anlamında mekânsal verilerinizle kalkınmaya ilişkin verileriniz arasında bir dengeyi veya sürdürülebilirliği bu kapsamda arayabilirsiniz. Bu belirsizliğin kalkmasındaki en önemli noktalardan biri de koordinasyonunuzun, yani bilgi yapınızın olması gerekliliği. Kurumlar arası ilişki ve koordinasyonun, yani organizasyon yapınızı koordineli bir şekilde çalıştırabilirseniz dolayısıyla planlama sistematiğiniz de daha iyi çalışacak ve belirsizliği daha ortadan kaldırabilecek veya belirsiz durumlarda bu sorunu daha kolay atlatıp fırsata dönüştürme olanağınız kalacak. Bu anlamda baktığımız zaman bizim mesela, “çevre düzeni planları acaba bölge planı olarak algılanabilir mi veya değerlendirilmeli mi?” sorusunu gündeme getirmek istiyorum. Tabii şu andaki yapıldığı şekliyle bakarsanız ağırlıklı olarak mekânsal kararları içeren bir plan tipi gibi gözüküyor. Ancak bunu kurumun farklılaşması veya yapım biçiminin, sorumlu kurumun farklılaşması şeklinde Ferhan Hocamız da 46 söyledi, bunun kalkınma ajanslarının getirildiği kurgusuyla, kurumsal yapısıyla onun çözümlemesi mümkün gözükmüyor. Dolayısıyla kırsal kalkınmayı da, bölgesel kalkınmayı da içerecek şekilde bir yapıya kavuşturulması gerekir ve bu planlamanın da aslında bir anlamda illerin kendi kurumsal yapıları arasında bir kurumlar arası koordinasyon ve eşgüdüm platformu olarak da çalışması gerekli diye düşünüyoruz. Baktığınız zaman bir valilik biriminin içinden planlamadan sorumlu çok birim var, belediyenin içinde çok birim var. Her biri bağımsız olarak kendi başına çalışıyor, ama bunun dışında bakıyorsunuz hem çevre düzeni planları yapılıyor. Bunların hiçbiriyle bunların ilgisi yok veya bu çevre düzeninden kaynaklanan veya kalkınma için bunlara yükümlülükleri ve birtakım sorumlulukları var. Bunlar plandan bağımsız olarak kendi başlarına yürüyor. O halde bütün bu sistemi birbirine koordine edilecek plan platformunda buluşturacak bir sisteme ihtiyacımız var diye düşünüyoruz. Dolayısıyla planın sadece bir yere ihale edilip yapılan, sonra da kuruma teslim edilen bir belge olmaması, aslında kurumun içinde, kurumların içinde içselleştirilen ve sürekli kullanılan bir planlama kültürü oluşturulan bir mekanizmanın, bir sistemin oluşturulması gerektiğini düşünüyorum. Bu olduğu takdirde belirsizliklerle daha mücadele edilebilecek veya bu belirsizliklerin üstesinden gelinebilecektir. Bölge planlarından ne bekliyoruz? Yine bu bölge planından ne bekliyoruz derken aslında çevre düzeni planını da bölge planı olarak algılarsak bunun daha neleri içermesi gerekir diye de düşünebilirsiniz. Bölgenin gelişme önceliklerinin belirlenmesi, kalkınması için bir ekonomik ve sosyal çerçeve planın hazırlanması, aktörlerin katılımının sağlanması ki, artık katılımın sağlanması için biraz önce bahsedemedim, bizim daha önce Erzincan, Erzurum’da yaptığımız dar bölge polarize 47 modeli veya mikro bölge planı gibi evrensel düzeyde uygulanan birtakım planların da yine bölge planları kapsamı içerisinde bir araç olarak kullanılması gerektiğini düşünüyorum. Çünkü bu sınırlı alandaki aktörlerle katılım, kalkınmayı sağlamak ve uygulamaları takip etmek daha kolay ve yapılabilirliği daha yüksek olmaktadır. Projeler arasındaki uygulama ve projeler arasında koordinasyonun olması gerekir. Gördüğünüz gibi bizim günümüzde projeler aynı dönemde plan yapılıyor, ama aynı dönemde de yine kentsel metropoliten ölçeğinde çok önem taşıyan, plan içerisinde bunun karara bağlanması gereken birtakım olayların da plandan bağımsız olarak ayrı projeler şeklinde götürüldüğünü görüyoruz. O zaman tabii böyle bir planın ne işe yaradığını veya ne için yapıldığını algılamak zor oluyor doğrusu. İlke ve önceliklerin saptanması, örgütlenme, bilgilendirme, iletişim, ölçme, denetlemeyi içermesi gerekiyor. Kısaca, ben olan olaylardan birtakım somut örnekler verip o zaman olayın vahametini ve karmaşıklığını ortaya koymak istiyorum. Bilgi altyapısının olmasını ve planların esnek olmasını sayıyoruz ve hiyerarşik yapıda olmasını söylüyoruz. “Üst ölçekler yol gösterici olmalı” diyoruz, ama yapılan örneklerde şunları görüyoruz: Çevre düzeni planlarında kırsal yerleşmelerin gelişme alanlarına kadar her şeyin işaretlenmiş olduğunu görüyoruz. Kent içerisindeki bütün fonksiyonların, ticaret alanlarının, konut alanlarının şematik dağılmış olduğunu görüyoruz. Hatta küçücük parsel bazında, yani şekil olarak parsele oturan birtakım fonksiyonların tanımlanmış olduğunu görüyoruz. Eğer bunları böyle yapıyorsak o zaman şu sorular akla geliyor: Bu kadar yerleşime ne hâkim olmanız ne yerine gitmeniz ne de bu kadar kişiyle muhatap olup fikir alışverişinde bulunmanız mümkün... Bütün bunlar üst ölçekte yapılıp bitiriliyorsa o zaman alt ölçeğe ne iş kalıyor? 1/100.000 48 ölçekte bu yapılıyorsa 1/25.000 ölçeğin işlevi, hatta 1/5.000 ölçeğin işlevi ne diye insanın aklına pek çok soru geliyor. Tabii, bütün bu kararlarda bu kadar büyük alanlarda yerine gitme olanağınız olmadığına göre yeniden gitmeden bunlara herhalde karar veriliyor. Çünkü Coğrafî Bilgi Sistemleri (CBS) önümüze her şey getiriyor deniliyor, ama acaba yerel ölçekteki birtakım bu kararları geliştirmek için daha ayrıntılı teknik bilgilere gerek yok mu? O da başka bir soru. Bütün bunlar tabii bu şekilde raporlarında tabii kentsel, kırsal nüfus projeksiyonları yapılıyor. Bu başka bir telden çalıyor. Mekâna baktığınız zaman mekân başka telden çalıyor. Çünkü raporda şunu görüyorsunuz: Kırsal nüfus azalıyor, bunun mekânsal karşılığına bakıyorsunuz, mekânda kırsal yerleşmelerin gelişme alanları açılıyor. Bir başka örnek, yani planlar ve kurumlar arasındaki koordinasyonsuzluğu yansıtan başka bir örneği sunmak istiyorum. X alanı diyorum, isim vermiyorum, kalkınma planı bu sektör hakkında gelişme öngörüsünde bulunuyor. Yer olarak da belirtilmiş, bu bölgede gelişsin denilmiş, bu nedenle de teşvikler verilmiş, yatırımlar yapılmış, ama çevre düzenine bakıyorsunuz, burada bu sektör tamamıyla yok sayılmış, bunun yanına hizmet sektörü öngörülmüş veya rekreasyon alanı öngörülmüş. Aynı alana nazım planda bakıyorsunuz, yine sanayi olarak öngörülüyor. Peki, bunun yanında hemen komşu alana bakıyorsunuz, komşu alanda bu sefer tam tersine çaprazlama bir ilişki söz konusu, çevre düzeni planında yan tarafa hizmet sektörü getirilirken komşu alanda sanayiyle ilişkili olabilecek, onu destekleyecek rekreasyon alanı değil de sanayiyle ilişki kurulabilecek bir sektör görüyorsunuz. Dolayısıyla bu yerel ölçeğe geldiğiniz zaman da tam tersi bunun söz konusu, bir tarafta rekreasyon alanı yapıyorsunuz, diğer tarafta bununla çelişkili başka bir alan getiriyorsunuz. Burada söylemek istediğim şu: Yeni projeksiyonlarda da buna benzer çok fazla örnekler var, ama onları aktarma 49 olanağım olamadı. Dolayısıyla aslında planların kendisi bir belirsizlik getiriyor, yani mekan başka şey söylüyor, raporlar başka şey söylüyor veya raporların içerisinde mekansal birtakım sayısal büyüklükler veriliyor, projeksiyon veya kestirim nüfusları veriliyor. Bunlar birbiriyle hiç tutmuyor. Dolayısıyla eğer bu üst ölçekler yol göstericiyse yerel ölçekli planlar bunlardan yararlanacaksa acaba bu raporların, bu planların hangisinden, hangi sayısından yararlanacak ve nasıl bunlar arasında bu koordinasyon oluşacak, rol paylaşımı olacak? Bir başka örneği daha vereyim; yerel ölçekte yapılan planların aynen çevre düzeni planlarına aktarıldığını görüyoruz. Dolayısıyla onların geniş alanları imara açtığını ve büyük nüfuslar barındırdığını düşünürsek bunları bölge planına yansıttığınız zaman planlardan gelen nüfuslarla, yine çevre düzeninde öngörülen nüfuslar arasında çok önemli farklar olduğu ve bunlara göre de birtakım yatırımların yapıldığını görüyoruz. Hem bireyler açısından, hem kurumlar açısından hem de kaynakların kullanımı açısından israfa yol açabilecek pek çok belirsizliğin olduğu dikkati çekiyor. AYŞENUR ÖKTEN- Teşekkür ederiz. Biraz da kurumların dertlerini dinlemek açısından DPT’den katılan sayın konuşmacıyı rica edelim. IŞIL NADİRE YENER- Teşekkür ederim Hocam. Tabii DPT adına burada konuşmacı olmak oldukça zor, öncelikle benden önce konuşan tüm konuşmacılara tabii toplantıyı düzenleyen TMMOB Şehir Plancıları Odası’na ve değerli üniversitelerimize teşekkür ederek sözlerime başlayayım. Aslında benim bir hazırlığım vardı. Burada bizim neler yaptığımız, üzerinde durduğumuz çalışmaların içeriğini sizlerle paylaşmayı düşünmüştüm. Ancak o kadar güzel noktalara 50 değinildi ki, benden önceki bütün konuşmacılarda hem problem hem de çözüm önerileri öyle güzel değerlendirildi ki, ben biraz onlara vurgu yaparak doğaçlama konuşmak daha güzel olacak diye düşündüm. Hocalarımız öncelikle dediler ki, noktasal projeler üretiliyor. Bu projeler bir bütünü oluşturamıyor. Planlama stratejisine göre değil, ama her biri kendi başına faydalı projeler de olabilir, ama bir araya geldiğinde bir genel stratejinin bir gelişme kaygısının bir vizyonun parçası olamıyor dediler. Ayşenur hocamızdan böyle bir vurguyla başladık ve dediler ki, bizim bir sorumuz varsa mesela, üst ölçekteki meseleleri nasıl ele alalım, nasıl ortaya koyalım ve bunları nasıl bir yaklaşımla çözelim vurgusunu biraz düşünelim dediler. Biliyorsunuz, Devlet Planlama Teşkilâtı 3194 sayılı Kanuna göre bölge planlarını hazırlıyor ve hazırlatıyor. Ferhan Hocamızın dediği gibi bugüne kadar da çok sayıda deneyim var. Birçok bölge planı hazırlanmış, çok iyi niyetlerle çok emekler verilerek ortaya konulmuş, ama hayata geçirilme aşamasında birçok sebeple geri kalmış. Bu sebeplerin tabi önemli bir bölümü ekonomik sebepler, yeterli kaynağın, finansmanın sağlanamaması gibi; ama bir de yerel düzeyde sahiplenilmiş olma sorunu söz konusu. Bu konuda, gerçek anlamda bu işleri takip edecek, hayata geçirmekte öncü olacak bir yerel birimin olmaması da aynı şekilde buna bir etken olmuş. Bizim önümüzde “Kalkınma Ajansları” projemizle aslında çok önemli bir fırsat duruyor. 3194 kapsamına baktığımızda biraz mekânsal perspektifi de olan, ama Devlet Planlama Teşkilâtı olarak düşündüğümüzde ekonomik, sosyal kalkınma konusunda bölgeler arası gelişmişlik farklarını azaltmayı hedef alan, buraya hizmet etmesini beklediğimiz bölge planlarını hazırladıktan sonra, bu planları hayata geçirmek için bir kaynağımız, bir mekanizmamız ve bir sahibimiz olacak. Kalkınma ajansları kendi bölgelerinde öncelikle tabii çok 51 detaylı araştırmalar yaparak, hakikaten öncelik olabilecek rekabet gücü yüksek olabilecek alanları saptayacaklar. Bu anlamda, oradaki yerel dinamiği hepimizden çok daha iyi görerek öncelikle nerelere sihirli dokunuşlar yaparak, bir arada entegre bir yapı içerisinde nerelere kaynak aktararak bölgesel düzeyde bir hareket başlatabiliriz, kalkınmaya ivme kazandırabiliriz sorusunu bir kere doğru olarak tespit edebileceklerini düşünüyoruz. İkincisi, bu tabii bir plan yaklaşımı içinde, Betül Hocanın bahsettiği şekilde, bütün ilgili merkezi kurumların stratejilerini de görerek bölgedeki problemleri, fırsatları, güçlü yönleri, zayıf yönleri de bir arada değerlendiren bir bölge planı olmalı ki, biz bu bölge planını sadece yazılı bir plan olarak görmüyoruz; operasyonel olarak 7 yıllık yapılacağını varsayıyoruz. Ne yapılacak, kim yapacak, nasıl yapacak, hangi düzeyde? KOBİ’leri geliştireceğiz hedefiyle bitmeyecek. Amaç KOBİ’leri geliştirmekse eğer, hangi sektörler burada öncelikli olabilir? Güçlü, genelde böyle bir kültür var, gelenek var veya coğrafik olarak baktığınızda, ülke ölçeğinde baktığınızda çok yüksek bir potansiyeli var. Eğer bu sektörse o sektördeki mesleki eğitimi de destekleyecek kaynak var. O sektördeki yatırımcıyı da destekleyecek, pazarlama faaliyetini de destekleyecek, gerekiyorsa uluslararası kongreler fuarları da düzenleyecek ve oralara yatırımcıyı getirip götürebilecek. Bütün bu entegre hareketi bir arada yapabilecek bir birimimiz, bir kurumumuz olacak. Tabii, burada bunlar çok iyi niyetli beklentiler diye düşünebilirsiniz. Kimin, nerede, ne zaman, neyi, nasıl yapacağını, çok iyi, şeffaf ve net bir şekilde kurgulamamız gerekiyor. Bunun en başında tabii bölge planlaması geliyor. Biz, kalkınma ajanslarının DPT adına bu bölge planlarını hazırlamalarını öngörüyoruz. Şu andaki yaklaşımımız böyle, dolayısıyla bölge planı olarak ne hazırlayacaklar? Çevre düzeni planından farkı ne? Genel olarak kalkınma vizyonu olarak neye ne düzeyde sahip çıkılması gerekiyor? İlk Ayşenur Hocamın sorduğu soru kapsamında meseleleri nasıl ele almalı? Bir bölge planı 52 dediğimizde ne görmek istiyoruz? Bir kere bunları netleştirmemiz gerekiyor ki, onun üzerinden bir yol alabilelim. İkincisi, bunu operasyonel hale dönüştürmek diyoruz, bunu nasıl operasyonel hale dönüştüreceğiz? Bunun sistemini nasıl kurgulayacağız? Hazırlıklar nasıl yapılacak ve destekleme mekanizması, iş finansmana geldiğinde, hibe vermeye geldiğinde, doğru yere, doğru noktaya odaklanabildiğimizden nasıl emin olacağız? Bu kaynağı aktarma sürecinin, tereddüde mahal vermeyecek ve herkesin emin olacağı bir şekilde kurgulanması lâzım. Biz hakikaten müsteşarlığımızda çok heyecanla çalışıyoruz. Birçok ülke örneklerini araştırıyoruz, çeşitli toplantılar yapıyoruz. Dışarıdan da çok ilgilenen İngiltere olsun, Dünya Bankası olsun bize destek vermek isteyen kurumlar var; onlarla da birlikte çalışacağız, ama en önemlisi biz bunları, üniversitelerimizle, yerel yönetimlerimizle, sizlerle birlikte geliştirmek istiyoruz. Bir anda bunu böyle geliştirmek tabii çok güzel, ama bir yandan da kaynağımız var, ajansları kurmaya başladık. Bir an evvel de bir harekete geçmek, somut örnekler koyup belki bu örnekler içerisinde hatalarımızdan ders alarak sistemi geliştirerek kurgulamak zorundayız. Bu süreçte ben çok kısaca neler yapacağımızı adım adım söyleyebilirim. Öncelikle, kalkınma ajanslarının da öncesinde, ilk konuşmacı hocamızın da vurguladığı ulusal düzeyde bölgesel gelişme stratejisi hazırlığı söz konusu. Burada bizim iki kademeli bir yaklaşımımız olacak. Bunu çalışıyoruz, bunu kurgulamaya uğraşıyoruz. Aslında bu nasıl hazırlanmalı konusunu bir yandan da sizlerle müşahede edeceğiz. Bunları da önümüzdeki aylar içerisinde bir toplantı, bir sempozyum, seminer gibi bir etkinlikle masaya yatırmayı planlıyoruz. Öncelikle uygun bölgeler ölçeğinde bir analiz, bir tanımlama, bir farklılaşmaya ihtiyaç var. Ajanslar bölge planı hazırladığı zaman bu kaynakları 53 kullanacağız. ama ajansların hazırladığı bölge planlarına da belki ülkesel ölçekte bir girdi sağlayacak yaklaşımlar gerekli. Örneğin -şu anda tamamen teorik söylüyorum-, deniz kıyısında olan ve ülke ölçeğinde, turizm açısından gelişme perspektifi yüksek olan bölgelerimiz için biz daha yüksek gelir grubundaki turistlere hizmet etmeyi turizm stratejisi olarak koyduysak, bu stratejinin, bölgelere uygun olabilecek tanımlı proje alanlarını, öncelik alanlarını biraz netleştirebilen, biraz daha somutlaştıran, dolayısıyla ajansın bölge planını operasyonel hâle getirdiğinde o sene vereceği hibelerde kaynak aktarırken dayanak olarak kullanabileceği, tematik alanları netleştiren, farklılaştırılmış genel sosyoekonomik gelişme öngörüleri bulunan bir yapısı olsun istiyoruz. Ulusal düzeyde bölgesel gelişme stratejisinin bir sosyoekonomik gelişmeyle ilgili bölümü, bir de mekansal gelişme politika belgesi olarak algılayabileceğimiz, yine ülke ölçeğinde genel ilkelerimizi koyacağımız bir yapısı olacak. Çok kısaca ulusal bölgesel gelişme stratejisini geçiyorum. Ondan sonra 7 yıllık vadeyle bölge planı ve bölgesel gelişme stratejisinden bahsedeceğiz. Sonrasında bu bölge planlarının hayata geçirilmesi için 3 yıllık operasyonel programlar hazırlanacak. Bu programlarda ajanslar kendilerinin 7 yıllık planın içerisindeki tedbirlerden o 3 yıl için öncelikli olarak hangilerine ağırlık vereceklerini bize hazırlayacaklar. Bütün o hazırlık tabii bölgesel düzeyde olacağı ve bütün o bölgenin önde gelen aktörleri de bu hazırlıklar içinde rol oynayacağı için tabii başlı başına baştan beri katılımcılık anlamında olsun, hem yerel düzeyde sahiplenme, hani merkezden karar vermek çok gerçekçi değil biliyoruz, bütün bunları bir şekilde hayata geçirme imkânı bulmuş olacağız. Daha hazırlayacağız ve sonra yıllık yıllık bazlı düzeyde ajanslar çalışma programlarımızı destekleme faaliyetlerini hazırladığımız -onun yönetmelikleri hazırlandı, yayınlanmak üzere- 54 yönetmelikler çerçevesinde yürütecekler. Burada kritik olan bizim önem verdiğimiz nokta ilk defa bu bölge planlarıyla ortaya konulmak istenilen hedeflerin hayata geçirilmesi için bir kaynak olacağı ve bu kaynağı doğru bir şekilde kullanabilmek için de etkili, şeffaf tanımlı bir sistemin net olarak çıkarılması için bir çaba harcadığımız, kısaca bu kadar söyleyeyim. Teşekkür ederiz. AYŞENUR ÖKTEN- Planlama kuşkusuz sektörleri de etkiliyor. Sektörler içinde yapılıyor. Bu bağlamda eğer yanlış söylemiyorsam Arkas Liman Hizmetleri Yöneticisi Hakan Genç Bey’den katkı rica ediyoruz. HAKAN GENÇ- Efendim, teşekkür ederim öncelikle beni davet ettiğiniz için, burada tabii genel olarak İstanbul’un planlamasıyla ilgili konular konuşuluyor. Tabii, ben bu konuyla ilgili yetkin bir ağız değilim. Yetkin ağızlar elbette ki var ve burada konuşuyorlar, ama benim için ve temsil ettiğim sektör açısından önem verdiğimiz ve önemli bulduğumuz konu hakikaten böyle bir toplantıya davet edilmiş olmaktır. Çünkü çok da sık rastlanılan bir şey değil bu, umarım bu örnekler çoğalır. Benim konuşmalarım kendi sektörümle ilgili, bağlantılı olacak. Ben liman konusunda konuşacağım. Limanlar tabii ki, bir şehrin, bir ülkenin çok önemli kapıları, yerleri, fakat ülkemizde maalesef bu önem onlara atfedilmiş durumda değil. Bilmiyorum, İstanbul’un limanı neresidir diye soracak olsak kaç kişi acaba cevap verecek durumdadır. Bu önemi gerçekten limanlara vermemiz, hissetmemiz gerekir. Limanlarla ilgili planlama bakımından durum nedir derseniz birçok durumda konuyla ilgili irtibata geçtiğimiz kurumlarda bir plan yapma aşamasında bize çeşitli planların olduğu söyleniyor, 55 ifade ediliyor. Bir konuşmacı değindi, aslında baktığınız zaman plandan geçilmiyor gibi bir durum ortaya çıkmış gibi görünüyor. Ama esasında fiili durum öyle değil. İzmit Körfezi içerisinde baktığımız zaman 20, belki daha fazla iskele mevcut. Hepsi kendi başına planlarını yapmışlar, yürümüşler ve hakikaten baktığınız zaman bütüncül planlamanın ne kadar gerekli olduğunu bu ortamda görebiliyorsunuz, değerlendirebiliyorsunuz. Böyle bir bütüncül çalışma nihayet çok yakın bir zamanda, Ağustos ayı içerisinde yapıldı. Belki yeteri kadar tartışılmadı, ama en azından ortaya bir plan konuldu. Tabii, konulan plan mevcut çapraşık yapılanmayı giderecek mahiyette de değil; bundan sonrasını bir ölçüde kurtarmaya yönelik bir çalışma oldu, ama bu şekliyle dahi bence önemli. Bunun dışında temel olarak Türkiye’nin veya İstanbul’un liman ihtiyaçları nedir diye planlamacılar bakmış mıdır diye benim bildiğim içinde kayda değer birkaç şey görüyorum. Biri Japonların yaptığı JICA (Japan International Cooperation Agency – Japon Uluslararası İşbirliği Ajansı) planlaması, ama bir bütün olarak baktığınızda bunların hiçbirinde konuyu tamamen kavramış, anlamış, buna göre değerlendirmiş ve planlamış bir yapı bulmak kolay değil. O yüzden öneri olarak ortaya koymak istediğim konu burada birtakım sivil toplum örgütleri artık eskisinden daha örgütlü, bilgili ve donanımlı bir şekilde hareket ediyorlar. Bu planlama süreçlerine bunların muhakkak surette dâhil edilmesi gerekiyor ve eğer dâhil edilirlerse o zaman planlamalarda çok daha fazla yardım ve destek sağlayacakları için öyle tahmin ediyorum ki, en azından limanlar için bu belirsizlik ortadan kalkmış olacaktır. Öyle bir metropol ki, Marmara’nın iki tarafında muazzam bir coğrafyaya yayılmış bir alan, yani burada, bu iki yaka arasında hem yükü aktaracaksınız, hem insanları aktaracaksınız. Yükün bir 56 kısmı kuzeyden, Avrupa’dan sokmamanız gerekiyor. kamyonlarla Bütün bunları gelecek, onu şehre planlamanız gerekiyor ve hakikaten çok önemli yerler, o yüzden de başta söyledim, gerçekten de bilinçli bir seçimdir diye düşünüyorum buraya davet edilişimi, çünkü her şey aslında büyük ölçüde limanlar üzerinden yürüyor. Bunları gerçekten doğru bir şekilde planlamamız gerekiyor ve uzun vadeli planlar yapmamız gerekiyor. Bunları planlarken tabii ki, bu konudaki trendleri bilmemiz gerekiyor, yani 50 sene sonraki gemi boylarının, gemi draftlarının o gemilerin ihtiyaç duyacağı liman altyapılarının neler olacağını az-çok kestiriyor olmamız gerekiyor. Yoksa yapmış olduğunuz planlar kısa kalabilir. O gemiler ileride tekrar geldiği zaman, yeni yapılar yapmak durumunda kalabilirsiniz. Ben konuşmamı şimdilik burada keseyim, ileride diğer konularda görüşlerimi ifade etmek isterim. AYŞENUR ÖKTEN- Yine sektörler açısından planlama sorunlarına bakışını öğrenmek üzere Dinçer Mete Bey, Makine Mühendisleri Odası’ndan katkıda bulunacak. DİNÇER METE- Teşekkür ederim. Makine Mühendisleri Odası İstanbul Şubesi Yönetim Kurulu üyesiyim, ama Makine Mühendisinin bu toplantıda ne işi var diye bakılabilir. Aslında Trakya’da yaşanan bir planlama sürecinin deneyimini ve onun sonuçlarını aktarmak istiyorum. Trakya’da Ergene Havzası Çevre Yönetim Planı yapıldı. 1994’te Makine Mühendisleri Odası’nın tetiklemesiyle başlayan bir sürecin sonunda bir plana kavuştuk ve bu süreci de ben başından sonuna kadar yaşayan kişilerden biriyim. Buradaki deneyimlerimizi aktarmaya çalışacağım. Makine Mühendisleri Odası’nın bütün web sitelerinde 4. Sempozyumun sonuç bildirgesi vardır. Bu sonuç bildirgesi de bütün o deneyimin sonuçlarını iyi biçimde özetliyor. 7 sayfalık bildirgenin hepsini burada aktarmam mümkün değil, ama başvurulabilir. Başvururken 57 tabii ki, Şehir Plancıları Odası’nın düzenlediği ve bu kadar plancının olduğu bir yerde başka bir şey söyleyerek başlayacağım. Planlamanın kendisi noktasında tanım olarak bizim, planlamak noktasında birleştiğimizi, bu anlamda genel bir uzlaşı sağlandığını düşünmüyorum. Biz planlamanın kendisini, esas olarak teknik bir süreç olarak algılıyoruz. Planlama hiçbir zaman teknik bir süreç olarak görülmemeli. Özellikle üst ölçekli planlardan, bahsediyorsanız, değerlendirirseniz, bölgesel ya da ulusal düzeydeki planlardan bu planı daha ilk sadece tek baştan bu tip bir planın süreç hiçbir olarak kararının uygulanmayacağını Türkiye gibi ülkede güvence altına almış olursunuz. Birçok plan yapılır ve bunlar uygulanmaz. Ben Trakya deneyiminin burada tanım ürettiğini düşünüyorum. Eğer, adına ister il bölge planı deyin, ister çevre düzeni planı deyin, bir planı kamusal belgeye dönüştürme şansınız yoksa, yani planınız kamusal bir belge olarak gözükmüyorsa siz bu işi esas olarak örgütleyememişsiniz demektir. Bütün plancılar bu işi teknik bir süreç olarak algılamakta çok mahirler. Bir deneyim aktarmak isterim: Bu süreç 1994’te başladı. 1999’da eğrisi doğrusuna gelerek çevre düzeni planı bizim 3. Sempozyumumuzun açılışında imzalandı ve olabilecek en iyi kuruluşa verildi. Bütün sivil toplum örgütleri de bunu destekliyordu. Trakya Üniversitesi aldı planı, yapma yükümlülüğünü üstlendi. Bu yükümlülüğü üstlendikten sonra biz 4 sene Trakya Üniversitesi’nden bilgi alabilmek için elimizden gelen her şeyi yaptık. Hatta hocalarımız, “Bu işi sadece kendi işleri olarak görüyorlar, burada yanlış bir şey yapıyorlar. Gelin bir-iki sempozyum yapalım” dediler. Edirne’den gelen arkadaşlarımız da bilir, “Kentler ve Sorunları” gibi sempozyumlar yaparak bilgiler almaya çalıştık, ama eğer hayatı değiştirecek, toplumun tümü için geçerli olacak bir plan yapıyorsanız, planınızı kamusal bir bölgeye dönüştürmenin yollarını ve araçlarını yaratmak zorundasınız. 58 Ayrıca, planın kendisi sonuca bağlanmış olarak görülmemeli. Özellikle üst ölçekli planlardan bahsediyorum; planın kendisinin uygulanması dinamik bir süreç, planla hayatı yönetiyorsunuz. Bu hayatın dinamizmiyle uyuşacak mekanizmaları yaratmazsanız yine problemleri yaşamaya başlıyorsunuz. Her tarafın katılımından bahsediyoruz. Katılım derken bütün hepimiz bütün toplantılarda hangi sorun olursa olsun aslında başladığımız nokta şurasıdır: Merkezî idarenin katılımı olacak, onların elinde yetkiler var. Yerel yönetimler muhakkak katılacak. İlgi alanındaysa, meslek odaları uzmanları, üniversiteler katılacak. Sivil toplum örgütleri de katılacak. Aslında söylediğimiz bu önermeyi her toplantıda, her konuya ilişkin olarak söylerken aslında boş bir önerme haline de dönüştürüyoruz, ama hiçbir zaman da pratikte bunların yollarını bulmuyoruz. Bu konuda bir örnek vereyim; karar alındıktan sonra Trakya’da Devlet Su İşleri dışında Trakya Üniversitesi veri alabilmek için olağanüstü zorlandı. Biz bu zorlanmayı da aşağıdan baskı yoluyla kırmaya çalıştık. Belediyeler bu işin hem planlama sürecinde hem de plan yapıldıktan sonra bu baskıyı kendi yetki alanlarına bir tür müdahale, hareket alanlarının da kısıtlanması olarak görme eğiliminde oldular. En sonunda gelinen yerde planların kendisinin tartışıldığı, planın ayrıntı düzeyinin tartışıldığı bir noktaya geldik. Hatta birçok belediye dedi ki, bu planı askıya alalım. Aslında plan nereden başlamıştı? Planlama türleri açısından ben ölçek, ulusal bölge, ulusal, kentsel arada ara ölçekli planlar kısmından geçerek başka bir şey söyleyeceğim; bence iki tür planlama var: Bir aşağıdan planlama var, bir yukarıdan planlama var. Yukarıdan planlama dediğimiz sürecin kendisinde ülkenizin bir ulusal planı olur, kalkınma bir planıdır, hedefleri belirlenmiştir. O hedeflere bağlı olarak da siz bunu bölge düzeyindeki bölgesel kalkınma hedeflerinize bağlı olarak uyarlarsınız, 59 türeterek gelirsiniz aşağı doğru inersiniz. Türkiye’de yaşadığımız süreç, bizim yaşadığımız deneyim böyle bir şey değildi. Biz aşağıdan, yani hiç kimsenin aklında ve İstanbul’un aklında dahi planlama yokken “İstanbul Trakya’ya gelecek, Trakya bu işin planlama sürecini başlatsın, bir halkın ve bir bölge kesiminin geleceğine ilişkin olarak Trakya’nın kendine özgü koşullarından dolayı da tarım alanları ve bütün bu alanların tasfiyesini ele alarak böyle bir planlama süreci başlasın” demiştik. Sonunda başarıya ulaştı, ama burada hemen üçüncü bir noktayı vurgulamak isterim: Bizim planlama deneyimimiz var mı, planlamayı biliyor muyuz? Bu konuda ne yazık ki şunu söylemek zorundayım: Hayır, biz planlamayı da bilmiyoruz. Türkiye’nin planlama olayında DPT deneyimi nedir, DPT hangi dönemden sonra bir özel teşvik bürosu halinde çalışmaya başlar, hangi planı yapar? Bunların hepsi tartışılmalı, yerel planlar düzeyinde de hep beraber katılımı söylüyoruz. Katılımdan anladığımız ne? Mesela, İstanbul Çevre Düzeni Planı’nda katılımcı modellerden söz edildiğini duyuyoruz; ancak belediye bunu nasıl uyguluyor? Diyor ki, toplantı yapıyorum. Gelin, toplantıya katılın. Ne olacak? Katılacağız toplantıya, düşüncelerimizi söyleyeceğiz. Bu katılımcı bir planlama modeli olacak. Planlama sürecinin kendisini katılımcı hale getiremezseniz, burada bir model yaratamazsanız bu işi de çözemezsiniz. Örgütler buna hazır mı? Birileri bize dese ki, “Haydi gelin hakikaten katılımcı model yapacağız. Katılım önerilerinizi bu plana aktarın”. Bunu biliyor muyuz? Hayır, bunu bildiğimiz noktasında da şüphelerimiz var. Çünkü talep etmekle bir şeyi örgütlemek noktasındaki onu hayata geçirmek üzere planlamak noktasındaki farkın önemli olduğunu düşünüyorum. Planlı bir yaşamın ne olduğu konusunda ne yazık ki bizden önceki kuşak birazcık daha fikir sahibiydi: en azından plan olgusunun varlığı noktasında bir düşünceye sahiplerdi, bunu 60 söylüyorlardı, ama bizim kuşağımız da dâhil olmak üzere ne yazık ki böyle bir süreci yaşamadık, bilmiyoruz. Böyle bir durumda belirsizlik dediğiniz şey kendini gösteriyor; dışarıda aslında kriz var, bugün tam ortamı, ülkeler iflâs ettiklerini açıklamaya başlıyorlar. Genel olarak borsa düşüşleri ve benzeri çıktı, geçti. Bu belirsizlik değil, ama bu krizin kendisi. Belirsizliğin aşılması noktasında evet, belirsizlikleri belirliliğe dönüştürüyorsanız siz süreci yönetiyorsunuz demektir. Bu anlamıyla belirsizliği her şart altında fırsata dönüştürmek, dönüştürmemekten daha ziyade belirsizlik ortamından çıkarmak gerekir. Fırsatlar krize dönüşebilir, çünkü orada kağıtlar yeniden kırılıyordur. Kumarbazların yaklaşımlarında her el kağıt dağıtılır, bir sonraki ele kağıt gelmezse masadan kalkamaz. Bunun içinde belirsizlik yönetilemez. Fırsatları dönüştürebilmek olgusunun temel yönü güç meselesidir. Siz bu belirsiz ortamda bütün kağıtların yeniden dağıtıldığı ortamda belli bir güce, belirsizlikleri yok ettiğiniz bir plana sahipseniz evet, belli hedefe gidebilirsiniz ve bunu yönetebilirsiniz. Böyle bir durumda da o başkalarının belirsizliklerini kendinizin planlama sürecine katarak kendiniz için olumlu bir sonuç elde edebilirsiniz. Buradan çıkacak olan temel sonuç, planlamayı bugün dünya, ABD dâhil yeniden herkes keşfetmeye başladı. Planlama dışında bir şans yok, planlama geliyor. Bizim planlama noktasında hazır olmamız gerekir, ama biz mühendisler, şehir plancıları, mimarlar buna çok yatkınız. Tekrarlıyorum, planlamayı sakın sadece ve sadece bir teknik süreç olarak algılamayalım. Son olarak şunu vurgulamak isterim; “Kalkınma Ajansları”. Plan yaparken ne için plan, kim için plan sorusunun cevabını vermediğiniz sürece, yaptığınız planın kimin yararına olacağını da 61 bilemezsiniz. Herkesin yararına olan plan, her şeyi içeren mutlu mesut bir dünya planı, bunların kendisi birazcık havada kalan şeyler. Kalkınma ajanslarının amaçlarıyla bizim bölgesel planlama deneyimimiz tamamıyla çelişiyordu. Biz Trakya’nın tarımsal topraklarına sahip çıkan, İstanbul’un Trakya üzerine yüklenmesini yok eden, Trakya’nın geleceğini planlayan bir yere gidiyorduk. Bölgesel kalkınma ajansları ise bunun tam tersine… Trakya’yı İstanbul’a açmak için ne yapacaksınız ya da Çanakkale’yle nasıl rekabet edeceksiniz zorlamasını yapıyor. Bu bir tür neo-liberalizm politikasıydı, temenni ederiz ki neo-liberalizm kendisiyle beraber yok olur, ama insanlar kendi geleceklerini planlamalılar. Son olarak şunu vurgulamak isterim; “planlama ne olmalı?” sorusuna bir yanıt olarak, Makine Mühendisleri Odası tarafından düzenli bir şekilde devam eden sanayi kongreleri var. Sanayi kongrelerinin geçen dönem on altıncısını yapmıştık. 40 yıldır oluyor bunlar, 16 ve 17.sinde, biz artık “alternatif plan ne olmalıdır?” sorusunu sorduğumuz, bu soruya ülke düzeyinde cevap aradığımız ve bunların bölgelerle ilişkilerini kurduğumuz bir süreci başlattık. İkincisinin, daha fazla bilgiyi taşıdığımız bir süreç olacağını düşünüyorum. Son söz, planlı bir hayat, ama hepimizin planlı bir yaşamı öğrendiğimiz, planlama için kolektif bir arada olmayı becerebildiğimiz ve hayatı örgütlediğimiz bir plan… “Ne için, kim için?” sorularına çok açık bir cevap verdiğimiz bir hayatın parçası olarak plan. Teşekkür ediyorum. AYŞENUR ÖKTEN- Teşekkür ederiz. Tabii belirsizlik ortamı, profesyonel olarak plan yapanları da son derece etkileyen, onların sorunları birebir yaşadıkları bir ortam. O bağlamda önce plancı Namık Kemal Döleneken’e söz vermek istiyorum. 62 NAMIK KEMAL DÖLENEKEN- Çok teşekkür ediyorum. Aslında sevgili Makina Mühendisleri Odası temsilcisinden sonra konuşmak biraz da avantaj olacak. Çünkü bizim geldiğimiz noktanın onlarla çok yakın bir bağlantısı var. Ben hem şehir plancısıyım, aynı zamanda da Edirne Belediyesinde meclis üyesiyim, İmar Komisyonu başkanıyım ve belediye başkanlığı vekilliğini bir süre yürüttüm. Aynı zamanda da Trakya Üniversitesi tarafından yapılan planın planlama ekibinde de yer aldım. Tabii, Türkiye’de bu konulardaki kargaşayı ve belirsizliği belki de en güzel tanımlayacak şey bu konuda yıllarca bayrağı Trakya’da Makina Mühendisleri Odası’nın taşımış olmasıdır. Şehir plancıları, mimarlar, üniversite değil, yıllarca üst üste yaptıkları toplantılarla, kongrelerle Trakya’daki bu sorunlara dikkat çeken, planlama konusunu aralıklı olarak gündeme getiren Makine Mühendisleri Odası oldu ve hâlâ da bunun peşinde gidiyorlar, biliyorum. Bu teorik olarak söylenilen lafların, yasalara yazılanların, konulan ilkelerin hepsinin bir bütünlüğü, bir anlamı var, ama yaşam hiçbir zaman için kitaplardaki kadar net, yasalardaki kadar tanımlanmış olmuyor. Ben burada ağırlıklı olarak İstanbul’daki planlamanın da doğrudan etkilediği ve ilgilendiği yine Trakya’daki planlama, özellikle üst ölçek planlama ve onunla ilgili bazı pratik konulara değinmek istiyorum. Aslında genel çerçeveyle ilgili çok fazla bir şey söylemeyeceğim, zaten sevgili hocalarımız ve arkadaşlarımız anlattılar. Ben daha çok, bu iş ne kadar biliniyor, nasıl yapılıyor, bu belirsizliğin somut olarak insanlardaki yansıması ne şekilde ortaya çıkıyor, bununla ilgili bazı örnekler vermek istiyorum. Aslında Ergene Havzası Çevre Düzeni diye başlayan, sonra bunun bu şekilde çözüm olmayacağı düşünülerek Trakya Alt Bölgesi olarak adlandırılan planlama o zamanın Trakya Üniversitesi 63 rektörünün o zamanki Çevre Bakanıyla bir toplantıda karşılaşıp sohbet sırasında “bunu yapar mısın?” “yaparım” şeklindeki bir diyalogla, yani biraz da planlı-programlı olmayan bir gelişme sonucunda ortaya çıktı. 90’lı yılların sonunda “bunu ne yaparsanız yapın” diye Çevre Bakanının ortaya attığı 55 milyar Türk Lirası gibi komik bir bütçeyle, rektörün de kendi çizgisi ve çevreci yaklaşımından dolayı uygun gördüğü ve “yaparız” dediği bir çalışmayla başladı. Rektör o hızla Ankara’ya gidip Bakanın karşısına çıkıyor. Diyor ki “planı yapmaya geldik.” “Tamam da bir protokol yapmamız lâzım, senin planlama ekibin, plancın nerede?” Sevgili Osman Hoca dostumuz “Ben rektörüm, ben yetmez miyim?” diyor. “Hayır yetmezsin. Buraya planlamayla ilgili birilerini gönderin” diyorlar. Telefon etti, birkaç arkadaşımla birlikte gittik, Çevre Bakanıyla, bir ön protokol hazırladık. Daha sonra bir müellif gerekiyor bu denetim kuruluna, bir başkan gerekiyor denildi hocaya, “ben rektörüm ya” dedi Sayın üroloji profesörü dostumuz; “hayır üroloji profesörü olmaz” dediler. “O zaman kimya mühendisi yardımcım var, o da mühendis, o yapsın” dedi. Onun da olmayacağı anlatıldı. Bu tartışmalar sırasında konu birden bire şuna geldi; bu sefer orman mühendisi olan sevgili Doğan Hoca ben orman mühendisiyim, durmadan amenajman planı yapıyoruz, bölge planlıyoruz. Bölge planını ben yaparım” dedi. Arkadan Cemil Hocamız “ben zaten tarım alanlarını planlıyorum, bunun de yüzde 75’i tarım alanı. Niye ben yapmayayım?” dedi. Bu anlamda ciddi ciddî biz bunları tartıştık. En sonunda bu kadar parasız bir ortamda, bu şartlarda bunu bedavaya yapacak, para almadan fahri olarak yapacak birileri arandı. Sevgili öğretim üyesi profesör dostumuz Emre Aysu bulundu; Yıldız Teknik Üniversitesi’nden, o geldi, ekibin başına geçti ve bu ekip amatör bir ruhla çalıştı, bir plan hazırladı. O dönemde muhatap olduğu kurum Çevre Bakanlığıydı, daha sonra bu Çevre ve Orman Bakanlığı oldu; uzun bir süreçten sonra da plan onaylandı. 64 Yapılan 1/100.000 ölçekli bir plandı ve bu plan gerçekten de amatör bir ekip tarafından, çok profesyonel olmayan ama iyi niyetli bir ekip tarafından hazırlanmıştı. Bu planın onaylanmasıyla en azından plan resmi bir belge haline geldi. Bu planın en önemli taraflarından biri, bütün ayrıntılardan öte bir konunun altını çizmiş olmasıydı; eğer bu planı yürütecek bir kurumsal yapı, bir yetkili kurum yoksa bu plan hiçbir anlam ifade etmez. O nedenle mutlaka bir örgütlenme gelmesi lâzım bu planı kapsayan ve bunu hayata geçirecek ve buna bağlı olarak da zaten Trakya Kalkınma Birliği TRAKAB diye meşhur oldu, şimdi herkes iyi kötü biliyor, yerel yönetimler birliği kuruldu. Bunun amaçlarından biri de bu planın uygulanmasıyla ilgili kurumsal yapının oluşmasıydı. Bugün ajanslar, vesaire gündeme geliyor değişik şekilde, tabii herkes değişik yerden değişik örgütlenme modeli sunabilir, ama şu çok net: Belirsizliğin planlamada ortadan kalkması için uygulayıcı kurumun net bir şekilde tanımlanmış ve gerekli yasal güce erişmiş olması gerekiyor. Örneğin, alt ölçekte imar planlarını siz belediyelere verdiğiniz zaman plan yapma yaptırım yetkisi, plan onaylama yetkisi, uygulama yetkisiyle birlikte veriyorsunuz. Hatta bunun maddi bazı finansmanla ilgili bazı elemanlarını da görüyorsunuz. Ondan sonra bunu yapabiliyorlar, uygulayabiliyorlar. Siz üst ölçekli bir planı kimin olursa olsun kim uygularsa uygulasın mantığıyla yaptığınız zaman, onun arkasında alt ölçeklerde olduğu gibi tanımlanmış yetkisi, gücü olan bir kurum yoksa bunun bir anlamı da yok. Eski krallıklarda, çocuklar babalarını boğarmış; burada da öyle bir olay oldu. TRAKAB’ın içinde 1/100.000’lik planın aşırı korumacı ve kısıtlayıcı maddelerinden dolayı özellikle bazı yerel yönetimlerde ve Bayındırlık ve İskân Bakanlığı Müdürlüklerinde bir tepki oluştu. TRAKAB’ın tutucudur, içinde “1/100.000 bunu mutlaka plan ortadan yanlıştır, kaldıralım” eksiktir, baskıcıdır, düşüncesi kurulunda hâkim oldu. Bunun üzerine de 1/250.000’lik bir yönetim 65 plan yapımına geçildi. Bunun için ihale komisyonu kuruldu. Bunun için de tabii ki bir grup hocaya danışman tutuldu. “Lütfen, 1/100.000’lik planı nasıl ortadan kaldırırız, biz bunu bilmiyoruz, biz bunun cahiliyiz, bize bir yol gösterin” denildi, bir rapor hazırlandı. “Ancak 1/100.000 üst ölçekli plandan daha üst ölçekli bir plan hazırlarsanız, onaylarsanız bu ortadan kalkar” denildi ve bu konuda bir karar alındı. İhaleye çıkılma aşamasında fark ettik. O dönemde biz de yönetimde Edirne Belediyesi olarak söz sahibiydik. Tepki gösterdik, ciddi tartışmalar oldu ve bu tartışmaların sonucunda 1/250.000’lik plan yapılmasından vazgeçti. Bizim de ilk günden beri tezimiz şu; 1/100.000’lik plan, tamamlanmış resmî bir belgedir. Bunun zaten alt ölçekte 1/25.000’likleri yapılırken eksiklerini geri beslemeyle düzeltmemiz mümkündür, pekala bunu bir an önce çıkalım, zaten tanımlanmış 1/25.000’lik bölgeleri var. Bunu yaparken 1/100.000’liği revize de edebiliriz. Bunlar mümkün ve biz zaten o yüzden Edirne belediyesi olarak 1/100.000’liğin emrettiği 1/25.000’liklerin alanı içinde planlamayı yapıp gerekirse 1/100.000’lik planın revizyonunun ihalesini de yapmıştık. Bu tartışmaların sonucunda tabii bir taraftan da her kafadan bir ses çıkıyor, her çağrılan uzman başka bir şey söylüyor. Valiler diyor ki, kardeşim bütün hocalar aynı şeyi söylese tamam biz onu yapalım, ama hepsi başka şey söylüyor, biz ne yapalım? O konuda tabii yöneticiler de haklı, yöneticiler bu konunun o kadar uzağında ki, biz bile bilim adamları, meslektaşlar hâlâ bu ölçekleri, hâlâ bu yasaları hâlâ bu planları tartışırken yöneticilerin, idarecilerin bu konuda kafalarının net olmasını, belirsizlik olmamasını beklemek haksızlık. Biz de gidip onlara net bir şey söylemeyince bu defa ortalık allak bullak oldu. 1/25.000’likleri uygulama sırasında tam o aşamada birden bire ortaya yeni bir olay çıktı. İstanbul Trakya’nın biraz gerisinde kalmış, İstanbul faktörü damgasını vurdu. İstanbul zaten Tekirdağ bölgesini işin içine almış, zaten Çevre ve Orman Bakanlığı bir yıl içinde 66 1/100.000’likte 7 adet ciddi plan hükmü değiştirerek tadilat yapmış, bunların biri de İstanbul’un Tekirdağ bölgesini etki alanı olarak alması ve planlama yapmasıyla ilgili bazı kararlar. Bu defa dediler ki, “biz Trakya’nın bu tutucu, korumacı planlarını alalım, İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne verelim, onlar bunu uyumlaştırsınlar. İstanbul’un planıyla Trakya’nın planı birbirine uyumlaştırılsın. Yan yana yapılan iki plan uyumlu olmazsa olmaz” dediler. Buna da en azından biz belediye olarak itiraz ettik, belli kesimler, sivil toplum örgütleri itiraz etti. Ancak bu tepkilerin sonucunda ilk önce ihaleye çıkıldı. İhale aşaması son gün, karar verileceği gün tekrar ihaleden vazgeçildi, planlama işi tekrar İMP’ye verildi. Böyle bir süreç yaşandı. Bu kafalardaki karışıklıklar pratikte çok somut nedenlerle somut yerlere yöneldi. Kimse teorik değerlerin arkasından bu planlamanın ne getireceği, ne götüreceği gibi çok genel ilkelerin arkasından değil, günlük sıkıntılar ya da İstanbul gibi metropolün Türkiye’deki hükümetleri bile çok ciddi ilgilendiren metropolün talepleri doğrultusunda şekillendi. Kimse zaten bunun aksini çok fazla beklemesin, ama bu arada bir şey oldu: Tabii, Trakya’daki gerek bazı kurumların gerek sivil örgütlerin bu konudaki net tavrı şöyle bir olay yarattı: En azından zaten burada yapılan planlamada bütün Trakya’yı yeniden planlamak gibi bir istek yoktu, bir üst ölçek plan yapma isteği yoktu. Mevcut planlamalar alındı, lekeler konuldu daha önce hocalarımın söylediği gibi “buyurun kardeşim 1/100.000’lik, otoyol istemiyor musunuz, peki kaldırdık” dediler. Böyle toplantılarda çok tepki alan konuları kaldırdık dediler, nasıl olsa yarın bu bir şekilde değişikliğe konacağı için, ama sonuçta bütün o teorik çözümler, yasalar, çerçeveler bir kenara konuldu, günlük sorunlar, İstanbul’un problemleri, İstanbul’u soylulaştırırken buradan çıkaracağı soysuz bazı faaliyetlerin Trakya’ya kaydırılmasıyla ilgili adım böyle bir-iki ay sonra da atıldı. Teşekkür ederim. 67 AYŞENUR ÖKTEN- Teşekkür ederiz. Gene bir başka plancı Özcan Biçer’e geçiyoruz. ÖZCAN BİÇER- Teşekkür ederim Hocam. İlke Planlama Limited Şirketi’nin sahibiyim. Burada bulunmamın sebebi de şu ana kadar 9’u Çevre Bakanlığı’ndan 1’i de İl Özel İdaresi’nden olmak üzere 10 ilin çevre düzeni planını yapmam. İki kurumda da farklı farklı süreçler yaşadığım için ikisinin arasındaki farkları da iyi-kötü biliyorum. Sanırım benim buradaki konuşmamın bir nedeni de bunun hikâyesini anlatmak, buradaki deneyimlerimi size aktarmaya çalışmak olacak. Biz, Çevre Bakanlığı’nda TL 83 ve TL 90 olarak bilinen illerin ihalelerine girdik, bu iki ihaleyi almayı başardık. Bunlardan biri 9 illik TL 90 bölgesiydi. Burası Samsun’dan başlar, Ordu’dan başlar, Gümüşhane, Rize, Trabzon diye gider. Diğer taraftan Samsun, Tokat, Çorum’dan oluşan bir üçlü paket çıktı. Fakat burada Amasya TR 83 bölgesinin içinde olmasına rağmen Valiliğin reddetmesi, İl Özel İdaresi’nin geri çevirmesi yüzünden 4 yerine 3 il olarak çıktı. Bahsettiğim, sonradan İl Özel İdaresi’nden aldığımız diğer iş de bu Amasya’dır. Sonraları kendileri bize geldiler, farklı bir idare olarak da onlarla Valilikte çalıştık. Başladığımızda şöyle bir durum vardı: Biz iyi-kötü çevre düzeni planlarına girerken ortamın değişmekte olduğunun farkındaydık. Çünkü son senelerde ister AB yasalarındaki değişiklik, uyum yasaları vesaire olsun, teknik ve yasal çerçevede birtakım değişimler olduğu ortadaydı. İmar suçlarına ceza verilmesi, üst ölçekli plan kavramını öngörecek -her ne kadar bu çekişme ortamında da olsa- birtakım yasal gelişmeler olması, kalkınma ajanslarının gündeme getirilmesi, Toprak Koruma Kanunu çıkması, zorlama gibi geliyordu, ama sonuçta bir bütün içinde düşündüğünüz zaman, İl Özel İdaresi Kanunu gibi kanunlarla 68 birleştirildi. Bu bir reformist hareket habercisiydi bizim için. Biz de elbette ki, geçmişten gelen çekişmelerin olduğunu bilerek, böyle bir ortamda plan yapacağımızı anlayarak işe girdik. İlk an itibariyle tabii demin sözünü ettiğimiz hiyerarşik sorunlar baş gösterdi. Ben çevre düzeni planından almışım 1/100.000 ölçeği, benim üstümde bir bölge planı yok gibi sorunlar dâhil, birçok eksikliklerle başladık. DPT’ye şimdi burada bir şey demek istemem, ama denilecek de çok şey var; çünkü bizim planlarımız Çevre Bakanlığı finansmanını DPT’den almıştı ve DPT bu planların finansmanını verirken bir sene süreyle vermişti. Yani “bir senede bu işi yapıyorsanız ben size parayı vereceğim, bir sene sonra bitiremezsen bu bütçeyi yakacağım” diye zorlayarak vermişti. Fakat bu planları verdiği bölgelerde DPT kendisi daha bölge planlarını yürütüyordu. Yani aslında DPT kaynak verdiği Çevre Bakanına “sen bu işi yap” dediği sırada kendisi TL 83 olarak bilinen Samsun bölgesinde bölge planlarını yürütüyordu. Çevre Bakanlığının haberi olmayabilir, ama DPT’nin herhalde bir planlama kurumu olarak bir planlama çerçevesinde bu işe bütçe ayırması beklenirdi. Hiç olmazsa ihaleler çıkmazdı, iki sene sonra çıkardı. Çok da önemli değil. Daha baştan bu tür sorunlarla başladık. Çevre Bakanlığı’nda iyi niyetli arkadaşlar da var, ama çok iyi niyetli olmayan, “burada yeni bir güç odağı doğuyor, biz bunun sahibi olacağız” edasıyla orada görev almış arkadaşlar da vardı. Çok bilinçli bir idare değildi, bunları kendi yüzlerine de söylemişimdir her zaman Yani bu konuda çok hazırlıklı, deneyimli bir idare değildi, ama zaten bu anlamda pek de bir şey söyleyemeyeceğim. Çünkü bu anlamda şehir plancıları camiası olarak ne kurumsal ne akademik olarak çok hazır olduğumuzu söyleyebilirim. Bu konuda ilgili, kendini geliştirmiş üç-beş kişi dışında özellikle benim bahsettiğim bölgelerde herhangi bir karşılık bulmak mümkün değildi. 69 Biz böyle bir altyapıyla başladık. Bizim ilk sorunumuz -Dinçer Mete Bey çok güzel söyledi- “planlamayı niçin yaptığımız” sorunu, bizim 13-14 senedir plan yapan bir grup olarak hep en büyük sorunumuz oldu. Gelişmişlik denilen şeyi arttırmak için hedef koyarlar; sürdürülebilirlik, gelişme, vb. Biz doğrusu bu kavramları pek planlama amacı olarak göremiyoruz. Çünkü bu bölgede çok gelişmiş diye saydığınız refah, konfor, vb. koşullara sahip olmamasına rağmen çok daha mutlu yaşayan insanlar var; çok daha bilgili olan, çok daha doğayla yaşayan, üstüne üstlük sizin burada refah veya diğer saydığınız şeylere sahip olmayan insanlar var. Biz hep biraz daha onları hedefleyen bir planlamayı öne çıkarmaya çalıştık. Hikâyenin özünde ben ilk cümlede onu kullanacaktım. Planlamayı da eğer böyle yapabilirsek biz plan diye bir kavrama varabileceğimize, onun işe yarayabileceğine inandık; planlamanın bir yaşam döngüsü olabileceğini düşündük, öyle yola koyulduk. İlk yaptığımız şey 80 civarında bir personel toplayıp yanımıza 30-35 civarında inandığımız, güvendiğimiz, bizimle zor koşullarda çalışacağını bildiğimiz kişileri toplayıp yola koyulmak oldu. Altyapı sorunlarından veri eksikliklerine, CE sorunlarına, uydu fotoğraflarının alınmasına her konuda ciddi sıkıntılar yaşadık, ama işin iyisi bir hedefle yola çıktığınızda karşılık görebildiğinizi görüyorsunuz. Orada insanlar var, size karşılık veriyorlar, ama bunun için sizin o yaklaşıma sahip olmanız lâzım. Burada söylenilen teknik ve akademik birçok şeyin dışında insan olarak onların karşısına çıkmanız gerekiyor ki, orada o etkiyi yaratıp onlardan karşılık alabilin. Bu aslında planın yaşam döngüsü bize göre, biz maalesef planı hep lineer bir şey gibi görüyoruz. Zaman var, onun kendi içinde beklenilen döngüleri var, ama aslında planlarımızın bir yaşam döngüsü yok. Çünkü karşılığında bunu oluşturacak ne bir kültürümüz var bizim, ne kurumsal bir altyapımız var, ne öyle bir işleyişi yakalayabilecek durumdayız. Basit bir örnek vereyim, bir valimize biz bir örgütlenme modeli önerdik. “Ben dışarıdan yaptım, bu planı buraya 70 koyduk. Artık bundan sonra her şey planlı, sabah kalkın akşam yatın” diye bir şey yok. Çünkü ortak akıl diye bir şey yok. İl bazında bunu yönetebilecek, geliştirebilecek bir yapı yok. Belediyeler kent konseylerine katılımı öngörüyor, ama o sadece belediye sınırı içerisinde. İl genel meclisi diye bir kavram var, o kırsal bölgeyi karşılıyor, ama ona da katılım yok. Dolayısıyla burada bizim devletimizin şu anda bu konuları geliştirmesine rağmen henüz bunu yaşatabilecek bir kodu ürettiği söylenilemez. Biz bununla ilgili hukuk araştırması yaptık. Hukuk müşavirimiz olan Erbay abimiz, çok güzel bir çalışma yaptı. Bunu nasıl bir araya getirirsek, kırsaldan başlayıp kentsele ulaşan bir döngüyü tamamlayacak insanları bir araya getirecek, bu deneyimleri birbirine aktaracak bir yapı peşinde koşarız diye düşündük ve bir şey önerdik. Sayın Valimiz toplantıdan sonra dedi ki “Özcan Bey siz o sinerjiyi mümkünse o komisyonlarda bir topluluğa verin.” Böyle bir ortamda bu işleri yapmak çok kolay değildi doğrusu, karşınızda bunu isteyen bir kesim yoktu. Buna plancılar dâhildi. Bizim arkadaşlarımız da bu niyetle davranmadıkları için teknik gerekçelerle saldırmayı daha uygun buldular. Demeye çalıştığım şey şu aslında; biz burada bu sorunları yaşarken aslında bunun bir kültür sorunu olduğunu atlıyoruz. Biz planlamayı birlikte hayal etmemizin, birlikte yaşamayı bulmamızın yolu olarak göremezsek o teknik kısımları çok doğru, bir işe de yaramıyor. Çünkü aşağıdaki insan sizinle birlikte dilememişse, bunu birlikte hayal etmemişse o zaten bir yerde, sizin olmadığınız bir ortamda onun içini boşaltıyor. Sizin o yüzden yaptıklarınız raflardaki kağıtlardan başka bir şey haline de gelmiyor maalesef. Şansımız şu oldu: Bu 9 ili planladıktan sonra Amasya’da güzel yerler yakaladık. Amasya valisi de bize izin verdi. Bir de bu 9 ili planlamaktan dolayı elde ettiğimiz deneyim bizi biraz güçlendirdi. Orada bu denemeyi biz devam ettiriyoruz. Alt ölçekli planlar, vesaire o hiyerarşik sistemi tamamlıyoruz. Orada biraz 71 umutluyuz. Sorunlar; planlamanın kendi içinde. Hassasiyet sorunundan tutun da -bu fiziksel hassasiyet, karar alma hassasiyeti, vb olabilir- sizin etki yaratacağınız noktalara -polar kutup diyebilirsiniz, özdeş bölge diyebilirsiniz-, dair tekliflerinin ne olacağına dair kavramsal bir çerçeve bile oturmamışken, bununla ilgili kültürü geliştirmek zor gibi gözüküyor. Ama yine de şunu söylemek zorundayım: O kültür gelişmeden bunlar da işe yaramayacak. Bizim tüm çabamız da şu anda o yüzden olabildiğince planlama denilen şeyin yaşamın kendisi olduğuna, yaşamı devam ettiren bir döngü olduğuna dair o duyguyu geliştirebilecek birtakım eylemler dizininde bulunmak. Teşekkür ederim. AYŞENUR ÖKTEN- Teşekkür ederiz. Bir başka plancı daha dinleyeceğiz; Ahmet Turgut. AHMET TURGUT- Teşekkür ederim Sayın Hocam. Çok kıymetli 4 hocam bölge planlama deneyimleri paralelinde örgütlenme modeline, mevcuda değindiler. DPT’yi dinledik. Türkiye’de saygınlığını ve önemini sürdürebilen kurumlardan biridir DPT bana göre. Lojistik konusunu gazetelerde görüyorum. Limanların önemi nedir, bu konuda çalışan özel firmanın yöneticisinden dinledik. İki kıymetli büyüğüm de Trakya konusunda bugüne kadar gerçekten çok kayda değer özverili ve takdir edilmesi gereken emekler sarf ettiler. Ben Dinçer Bey’i hep meslektaşım olarak nitelendiriyorum, Oda sürecinde de öyle söylüyordum. Gerçekten çok önemli bir meslektaşlarımız, çaba ve Trakya’yı gayretin dinledik. öncülüğünün Trakya’yı belki içinde oldu İstanbul’daki meslektaşlarım o kadar yakından takip edemiyorlardı, ama sağ olsun İstanbul Büyükşehir Belediyesi 1.5-2 yıl önce TRAKAB’ı da meşhur etti, hepimizin gündemine Trakya Çevre Düzeni Planı girdi, uzun süredir de İstanbul’dan çok Trakya’yı tartışır hale geldik. 72 Bu noktada şöyle bir bakmak lâzım Sayın Namık Kemal Döleneken Trakya Çevre Düzeni Planının başlangıç serüvenini biraz hikâyeleştirdi. Hikâye Cumhuriyetin ilk yılları değil, yani anlattıklarından öyle algılamayın. Şehir plancıları yok, kurumlar yok, Bakanlıklar yok, belediyeler yetkisiz, veteriner müdürlerinin encümenlere girdiği yıllar değil, yani Cumhuriyetin ilk yıllarını değil 1999’la 2000, 2001 arasındaki yılları bize hikâyeleştirdi. O dönemin yöneticilerinin ve hatta bu dönemin yöneticilerinin de bana göre utanması gereken hikâyeler bunlar, ama anlıyorlar mı, anlamıyorlar mı? Bu 2008 yılının Ekim ayının 8’inde hâlâ anlamadıklarını görüyoruz. Özcan Biçer meslektaşım tabii, 1/100.000 ölçekli çevre düzeni çalışmalarının içinde oldu. 10 yıl deyince hemen hemen Türkiye’nin yaklaşık yüzde 10’unun çevre düzen, çalışmalarından söz ediyoruz. Çevre düzeni planını yapmış, deneyimini yaşamış, bence önemli bir sonuç çıkardı; “planlama eşittir yaşamı anlatamadık” dedi. Bakıyorum da, 1990’lı yıllarda ben röportaj yaparken veya planlama camiasının dışındaki ortamlarda konuşurken, planlamayı kolay anlasınlar diye hep 34 kelimeye indirgemeye çalışıyordum. Bu yetki karmaşasını konuşurken, gene bu salonda bir panel yapıyorduk, “mühür kimdeyse Süleyman o” demiştim. Sene 91 ya da 92’ydi. Bu ülke Osmanlı geleneklerini atamadığı için Süleyman kelimesini de, mühür kelimesini de bilerek kullanmıştım. Ne anlama geldiğini tarih bilgisi olan arkadaşlar bilecektir. 2000’li yıllarda söylemimi şöyle değiştirdim: “Sabah erken kalkan plan yapıyor” dedim. Sabah erken kalkan bu ülkede planı yapıyordu, onaylıyordu, yürürlüğe sokuyordu. Ya şu son 3-4 yıllık uygulamalara bakarsak, 2000’li yıllara ne demek gerekir? Arkadaşlara, emeği geçenlere gerçekten teşekkür ediyorum bugünkü organizasyon için, belirsizlik ortamını çok güzel tariflemişler. Özellikle okumaya çalıştım broşürü alınca sunuş yazısı çok kısa bir sunuş yazısı, ama fevkaladeydi. Emeği geçenlere 73 gerçekten teşekkür ediyorum. Bu yılları ben şöyle tanımlayabilirim arkadaşların yazısı paralelinde: Fırsatçılar kazanıyor, ülke ve toplum kaybediyor. Belirsizlik fırsatçılara kazandırıyor, ülke ve toplum kaybediyor. Bunu görmek lâzım. “Bu ülkede üst ölçekli planlama ne anlama geliyor? Hocalarım ifade etmeye çalıştılar, mevzuatına bir bakalım. Mevzuatı olmayan bir işin uygulanma şansı olmaz. Bu noktada 3194 sayılı Yasa devrim, öyle kabul ediyor 85 yılının meslek adamları. Katılıyoruz evet, gerçekten devrim 1985 yılı için 3194 sayılı İmar Kanunu. 3194 hâlâ yürürlükte biliyorsunuz, bir Şehircilik Tasarısı olmasına rağmen yürürlükte. Bu arada bütün kanunlar çıktı. O Bayındırlık Bakanlığı’nın hepimizin katkı sağladığı güzel çalışması hâlâ hükümet tasarısı haline bile getirilmiyor. Mühürler gitmesin, Süleymanlar bitmesin diye. Bunun başka hiçbir açıklaması yoktur. Bakınız, İmar Kanunu’nda biz planlama camiası olarak bir planlama hiyerarşisi sorunundan söz ediyoruz. Metin Hocam şemayla göstermeye çalıştı, hemfikiriz herhalde. Biz planlama sürecini tariflemede biraz tartışabiliriz, detaylara girebiliriz, türleri ayırabiliriz, içerikleri tanımlayabiliriz, ama biz hiyerarşide hemfikir oluruz. Şunun içini doldururuz: Ülke, bölge, çevre, kent. Kentin içini açarız. Kırsalı bir yerlere koyarız, ama uzlaşırız bir noktada, bunu da bir saatte yaparız. İmar Kanunu’na bakın, bunu İmar Kanunu’nu bilenler yazdı, İmar Kanununu bilenler değiştiriyor. Bu bilenlere rağmen kanunlar değişti. Burada hiyerarşiye bakın, tanımlar maddesinde nazım plandan başlıyor, sonra uygulama planı diyor. 2000’li yılların başında hatırlayın; Çevre Bakanlığı ile Bayındırlık ve İskân Bakanlığı çirkin, aymazca bir tartışmanın içerisine girdi. Devlet adabına yakışmayan, 74 Libya’da olabilir mesela bu tartışma, ama böyle bir ülkede olmaz. Hatırlayın 2000’li yılları, genelgeler yayınladılar. Meslektaşlarımıza, Odaya, Belediyelere “sakın Bayındırlık Bakanlığı’na gitmeyin, sakın ha Çevre Bakanlığı’na gitmeyin” diye genelgeler gönderdiler. Bunlar şu an elimde; zaman olsa bazı paragrafları size okuyacaktım. 2000’li yıllara bakın, o tarihlerde Bayındırlık Bakanlığında hiç meslektaşımız yok. Yine şehir plancısının olmadığı yıllar 2000’li yıllar, Bayındırlık Bakanlığı’nda yöneticiler fark ettiler, tanımlara çevre düzeni planını girdiler. “Ülke ve bölge planına göre yapılan” diye başlıyor. 8 yıldır genelge yayınlıyorlar, bu Haziranda da yayınladılar. Buradan -kelimelerle oynuyorlar ya- , şöyle bir sonuç çıkarmak lâzım: “Ülke ve bölge planı yoksa bu ülkede çevre düzeni planı yapılamaz”. Bakın, bu konuda tek madde İmar Kanunu’nun tanımlar maddesindedir, orada da “ülke ve bölge planına uygun olmak üzere” diyor. “Varsa” demiyor, dikkatinizi çekerim. Madem kelime oyunu, buyurun. Bu ülkede ülke ve bölge planı yapılmadan çevre düzeni planı yapılamaz. İmar Kanunu’nda “ülke planı” tanımlarda geçmiyor, “bölge planı” da tanımlarda geçmiyor. Çevre düzeni planı girdi, nazım plan tanımda diyor ki “varsa bölge ve çevre düzeni planına göre”. Bu planlar olmadığı için yıllardır yapılmıyor. Bakınız, 8. madde “bölge planı” diye başlıyor. Çevre düzeni planını ey bilmezler, tanıma girdiniz. Ona girerken niye bölge planının altına da girmediniz, niye oradaki hiyerarşiyi düzeltmediniz? Bilmediler mi, cahiller mi? Bilemem. Kasıtlılar mı? Onu da bilemem, çıkıp söylemek zorundalar. Peki bölge planı Türkiye’de yapılabilir mi? Yapılır. Bir plan yapılınca, onaylanmayınca yürürlüğe girebilir mi? Değerli meslektaşlarım, konuklar, giremez. Türkiye’de bölge planının tanımlı olduğu tek madde İmar Kanunudur, orada da diyor ki, bölge planını gerek görürse DPT yapar, yaptırır. Yaptırdı, ne olacak? Onayla ilgili hiçbir hüküm yok. Türkiye’de bölge planı bu 75 mevzuata göre yapılamaz. Yapacak, onaylayacak bir kurum tanımlanmamış. 2000’lere gelmeden değinilmesi gereken, gözden kaçan konular var. 1991’de Özel Çevre Koruma Kurum Başkanlığı kuruldu. Bir rahmetli Cumhurbaşkanımız meşhur etmişti, ama unuttuk biz o kurumu herhalde çok uzun yıllardır. Türkiye’de her ölçekteki plan yapma yetkisi ilk defa 1991’de Özel Çevre Koruma Kurumu’na verilmiştir. Her ölçekteki tanımı neye karşılık geliyorsa mevzuatta; onu siz yorumlayın. 2000’lerde Çevre Bakanlığı bir şeyi fark etti. Çevre Bakanı 2000’li yıllarda şehir plancısı değildi; müsteşar da şehir plancısı değildi. Planlama Genel Müdürü de şehir plancısı değildi, ama birileri bunu buldu, keşfetti. Dedi ki, “bundan sonra çevre düzeni planlarını Çevre Bakanlığı yapacak. Çünkü Bayındırlık Bakanlığı’nın kuruluş kanununda böyle bir hüküm yok. İmar Kanunu’nda size atıfta da bulunmuyor İmar Kanunu, onun için biz yaparız.” Çevre Bakanlığı Kuruluş Kanunu’nda “çevre düzeni planlarını yapmak” diye bir madde var. Genelgeler birbirini izledi, hatırlayın o çirkin yılları. Yanılmıyorsam 8 kez Çevre Bakanlığı, 2 ya da 3 kez de Bayındırlık Bakanlığı genelge yayınladı 2003 yılındaki düzenlemeyle Özellikle İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin 95’de onaylayacağı 1/50.000 alt ölçekli nazım imar planının onama sürecindeki bir kararda, Danıştay kararında bu işi Çevre Bakanlığı’nın yapmasıyla ilgili hüküm yer aldı. 2003 yılında da bir yasal düzenlemeyle bu netleşti diye düşünüyorduk. Bakınız, 2003’te 2634 sayılı Turizm Teşvik Kanunu’na bir madde girdi. Turizm alan bölge merkez kararlarıyla ilgili yorumu yaparken dedi ki, “bu alanlarda Kültür ve Turizm Bakanlığı her ölçekteki imar planını yapar”. Her ölçeğin içini doldurun istediğiniz gibi, 76 bunun içine çevre düzeni planını da alın, bölge planını da alın, ülke planını da alın. Çünkü onayacak kurumu belli değildir, her ölçekteki imar planı denildiğinde. Demek ki, Kültür ve Turizm Bakanlığı’nda her ölçekte plan yapma yetkisi var. Sonra 2005’te yeni İl Özel İdaresi Kanunumuz yürürlüğe girdi. 1930’lu yılların kanununu yeniledik, çok iyi yapıldı, ama ne anlama geldiği tanımlar maddesinde hiçbir yerde olmayan il çevre düzeni kavramı getirildi. İl çevre düzeni planı diye bir madde İl Özel İdaresi’nin görevleri maddesine girdi. Diyor ki, “il çevre düzeni planını İl özel İdaresi yapar, yaptırır”. Kim onaylıyor? Orası çok enteresan, il genel meclisi. Kabul, bütün millet, o ildeki herkesin seçmeninin oluşturduğu bir meclis. İl ise il belediyesi, büyükşehir ise Büyükşehir Belediyesi. Öbür belediyeler yok, ama bana karar veriyor bu merkez belediye, “olsun” diyor. Ama il çevre düzeni planı tanımı bugün için yok. Çevre düzeni planının altında mıdır, eşdeğer midir, üstünde midir, bunu açıklayan bir kurum da yok 2005’ten beri. Böyle planlar yapıldı mı? Bazı illerde yapıldı. İl çevre düzeni planıyla ilgili bu düzenlemeyi İstanbul Büyükşehir Belediyesi Çevre Bakanlığı ile 2005’te yaptığı protokolle başlattı. İstanbul il bütününün planlama çalışmasını, ben onaylayayım dedi. Bu planlar İl Genel Meclisi’nde onaylanmayacaktı, çok açık ve net: İl Genel Meclisi’ni İstanbul Büyükşehir Belediyesi baypas etti. “İl sınırı Büyükşehir olan yerlerde Büyükşehir Belediyesi yapar, onaylar” dedi. 16 büyük şehrin hangisi? İstanbul ve İzmit… İzmit onayladı bir sürü planı, bu ölçekteki planları yürürlüğe soktu. İstanbul doğru ya da yanlış hâlâ cebelleşiyor. Sonra 2007’de kalkınma ajansları DPT’den gelen meslektaşımız, arkadaşımız açmaya çalıştı. Kalkınma ajansları ne iş yapar, neleri yapar, Türkiye’de başka düşünceleri hortlatır mı? Hiç düşünmeden, ne anlama geldiği bilinmeden orada bazı tanımlar girdi. Hiç uygulandı mı? Hayır ve 2008’e geldiğimizde bu tablo devam ediyor. 2008’de sadece ne oldu biliyor musunuz? 8 yıldır üç konu 77 çıkarmışım, Bayındırlık İskân Bakanlığı tekrar sürece girdi. Kenarda bekliyorlardı, oyuna dâhil oldular. Haziranda bir genelge yayınlamışlar: Burada diyor ki “artık çevre düzeni planları benim” Tekrar bir yorum yapmışlar: “Çevre Kanunu’ndaki il çevre düzeni planı yapılaşma, imar tanımlamasına yönelik değildir. Yapılaşma ve imar faaliyetlerden dolayı ortaya çıkan çevresel faaliyetlerden ortaya çıkan kirlilik ve benzeri konuları bertaraf edici planlardır. Onun için Çevre Orman Bakanlığı’nın bu tanıma göre yetkisi yoktur. İl çevre düzeni planını da il bütününde yapmadıysa İl Özel İdaresi yetki benim” diyor. 2008’i de böyle bir süreçle başlattık. Özcan Biçer meslektaşım yaptığı için biliyorduk. Çevre Orman Bakanlığı tarafından 31 ilde yaptırılan 1/100.000 ölçekli çevre düzeni planları biliyorsunuz birden fazla ili kapsıyordu. Çoğu onaylandı. Bazılarına, büyük çoğunluğuna geçtiğimiz 1-1.5 ay içerisinde yargıdan yürütmeyi durdurma çıkmış. Yargıya gidenlerin hepsi usulden şu anda yürütmeyi durdurmayı almış durumdalar. O illerde ne olacak, bu planlar nereye gidecek? Usulden şunu söylüyor: “Çevre Bakanlığı aldığı yetkiyi, yasayı, yasada tanımlanan yönetmelikleri çıkarmadan bu işi yaptığı için…” Çok basit bir gerekçeye dayandırmış. Ben bu fırsatçılık meselesini niye söyledim biliyor musunuz? Bir torba kanun geçti bu Temmuz ayında, belki fark ettiniz. Okumaktan yoruluyorsunuz, maddelerin içini deşe deşe buluyorsunuz. Orada bazı kurumlara yeni planlama yetkileri verildi. Biri, “her ölçek” tanımı için bugün biz üst ölçek planları konuştuğumuz için sadece bunlara giriyorum, altlara girmiyorum-. Toplu Konut İdaresi Başkanlığı’na toplu konut alanı ilan edilen yerlerde, gecekondu dönüşüm projesi uygulayacağı alanlarda, kendine ait arsa ve arazilerde tanım gene aynı, 78 “her ölçekteki imar planı” dediler. Her ölçeğin içini isteyen istediği gibi doldursun, çünkü ben bilemiyorum. Bir diğeri meşhur bir idaremiz var, İstanbul’da da meşhur oldu, Kuşadası’nda da meşhur oldu; Özelleştirme İdaresi Özelleştirme Yüksek Kurulu’nun biliyorsunuz 5-6 yıldır plan yapma, onama yetkisi var. Buraya da şöyle bir tanım girildi: Özelleştirme Yüksek Kurullarında onama yetkisi her ölçekteki imar planı diyor. Demek ki, Türkiye’de çevre düzeni planı kaosu Bayındırlık ve İskân Bakanlığı sürecinden ibaret değildir. Artık biz takip etmekte, yorumlamakta zorlanıyoruz. Meslektaşlar, imar hukukunu bilen hocalarımız bir araya gelip yorumlamaya çalışıyoruz. Özel Çevre Koruma Kurumu Başkanlığının böyle bir yetkisi vardır, Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın ilân edilmiş turizm alanlarıyla ilgili turizm koruma ve gelişme bölgelerinde yetkileri vardır, TOKİ’nin olmuştur ve Özelleştirme Yüksek Kurulu’nun olmuştur. Her ölçek tanımı üst ölçek plan anlamına gelir. Konuyu İstanbul’la bitireceğim. İstanbul’da bir planlama kaosu hâlâ devam ediyor. Bu kaosu İstanbul’un çevresi sonlandıramıyor. Niye sonlandıramadığını belediye yöneticileri açıklamak zorunda., Ben bir buçuk yıl öncesini söylüyorum, ondan sonrası için yorum yapamam, ama benim dönemimde mesela, Şehir Plancıları Odası “taş üstüne taş koymayanlardan” olmuştur. Şehir Plancıları Odası “istemezükçülerden” oluştu. Şehir Plancıları Odası “her şeye dava açanlardan” oldu. Benim dönemimde Şehir Plancıları Odası “suçlu” mesela, belediyenin yapamaması o dönem için “bizlerin sorumluluğu”; ama bundan sonrasını, son bir buçuk yılı bilmiyorum. Ancak İstanbul 80’de yapılmış bir planla 94’e kadar yönetildi. O dönemden de arkadaşlarım var burada, 94’teki plan onaylandı, il sınırları Büyükşehir sınırı içinde, il sınırı içinde değil. 95’te revizyon gördü. Yargı iptal etti biliyorsunuz, “senin 79 yetkin yok, yetki Bayındırlık Bakanlığı’nın” dedi. Mesela, çok ilginçtir; 97 yılında Bayındırlık Bakanlığı bir genelgeyle İstanbul’daki bütün belediyelere üst ölçek plan onama yetkisi verdi. Şöyle diyor: “Alt ölçekli planlarınız üst ölçekli planlara uygun olmak zorunda. İstanbul’un üst ölçekli planları 1980 tarihlidir, siz alt ölçekli planlarınıza göre üst ölçekli planları yapın ve onaylayın” Bunu, Bayındırlık ve İskan Bakanlığı 97 ve 98 yılında yazdığı genelgelerle diyor. 95 planı gitti. Arada 2004, 2006 var. 5216 ile Temmuz’da bir düzenleme yapıldı. Bu kadar kaosun içinde mutlaka bilen birileri yazdı, belediye orijinli olduklarını tahmin ediyorum. Dediler ki, belediyeler -geçici birinci madde- iki yıl içinde 1/25.000 nazım plan yaparlar. 5.000’i, 2.000’i tartışırken 25.000 nazım planımız oldu. Yaptı mı belediye? Yapamadı. 2008 temmuzundayız, yapamadı. 4 yıl geçti, 2 yıldı görevi, bu süre içerisinde bir protokolle başlamış 100.000 plan, sonra İl Çevre Düzeni planı kapsamına dönüşmüştür. Onaylanmıştır, gene suçlusu o dönemin meslek odalarıdır. Dava açtılar; hiç de uyarmadan açtılar, yetkisizlik nedeniyle bazı gerekçe maddeleriyle… Meslek adamları çözemeyince idari yargı hakimleri il çevre düzeni planı ve çevre düzeni planının ne anlama geldiği hususunda yorum yapmışlar. Biz uzlaşamayabiliriz o tanımda, iptal oldu ve süreç devam ediyor; İstanbul plansız, İstanbul 5.000 ve binlerle yürürken biz üst ölçekli planı tartışıyorduk, idareciler rahatsız oluyor diyorduk. Ancak artık idareciler, yönetenler, siyasetçiler nazım uygulama planından da rahatsız oluyorlar. Yaşadığımız kent artık nazım planlarla da değil, büyük ölçekli projelerle ve noktasal projelerle ve tadilatlarla yönetiliyor. Odanın, üniversitelerin gündeme getirdiği bir konu olarak geçen sene İstanbul Buluşmaları’nda tartışmıştı arkadaşlar. Geldiğimiz tablo bu. Hepinize teşekkür ediyorum. 80 AYŞENUR ÖKTEN- Çok teşekkürler. Tabii, bu hemen bir oturumda bir toplantıyla çözülecek bir sorun değil, zaten aslında sorunlar yumağı bir konu. Ancak gene de biraz vaktimiz kaldı. O süre içinde bazı konuşmacılar da, mesela, Hakan Bey çözüme yönelik düşüncelerini daha sonra söyleyeceğini belirtti. Onun için bu bağlamda konuşmacılardan çok kısa katkı rica edeceğim. Belki bölgesel kalkınma ajanslarına biraz daha bakarak da bir düşünce ifade edilebilir. Çünkü anlaşıldığına göre henüz sadece kağıt üstünde gibi gözükmekle birlikte bu yönde DPT’nin uygulamaya dönük hazırlıkları var. Hakan Bey isterseniz sizinle başlayalım bu sefer. HAKAN GENÇ- Efendim, gene ben kıyı yapılarıyla ilgili görüşlerimi aktaracağım. Kıyı yapılarında hakikaten çok sancılı bir süreç var. Yalnız, bu konuşmaları dinledikten sonra bunları ifade etmem ne kadar doğru olur bilmiyorum. Çünkü herkesin anladığım kadarıyla epey bir derdi var. Herkes şikayetçi, yani kurumlar arasında büyük bir anlaşmazlık, her kurumun, bakanlığın olaya sahip çıkma isteği var; bizim durumumuz da aslında farklı değil. 3621 sayılı Kıyı Kanunu’na göre bir yapı yapmaya çalıştığınızda belediyeden başlıyorsunuz, Bayındırlık Bakanlığı’na plan onaylatıyorsunuz. Plan onaylatma aşamasında Bayındırlık Bakanlığı Ulaştırma Bakanlığı’ndan Demiryolları, Limanlar, Hava Meydanları İnşaatı Genel Müdürlüğü, yine Ulaştırma Bakanlığı Denizcilik Müsteşarlığı, Çevre Bakanlığı, Maliye Bakanlığı’na bağlı Milli Emlâk Genel Müdürlüğü ve Genelkurmay olmak üzere – ben başlıcalarını söyledim, böyle 5-6 kurum daha var- sayısız kurumdan görüş almak suretiyle bu planları onaylıyor. Tabii, tahmin edebileceğiniz gibi sürenin ne olacağı belli değil, başladığımız noktada ne zaman bitirebilirsiniz, bunu kestirebilmek mümkün değil, o çok büyük bir belirsizlik. Bir kamu hizmeti için bu limanları yapıyorsunuz, bu ülkenin buna ihtiyacı var. İhracatınız buradan gidecek, ithalatımız 81 buradan girecek, bunları yapmanız gerekiyor, ama ne kadar zamanda bunu yapacaksınız belli değil. O yüzden de biraz kaş göz yara yara bu işi yapıyorsunuz. Özel sektör mevcut ne varsa onu birazcık tadil etmek suretiyle bir şeyler yapmaya çalışıyor. Sonra da bizler de yaptıklarımızla övünüyoruz. Çok da güzel şeyler yaptık diyoruz; ancak aslında yan yana koyduğumuzda hakikaten insanı üzüyor. Buradaki örnekleri, gelişmiş ülkelerdeki örneklerle yan yana koyduğumuzda maalesef aynı yerde durmadığını görüyoruz. Bu süreçte bir sürü kaynağa sahip olabilirsiniz. İnsan kaynağınız vardır, paranız vardır, bilginiz vardır, teknolojiniz vardır, hepsi vardır, ama çok önemli bir kaynak da zaman, maalesef zamanımız yok. Zaten geri kalmış bir durumda olduğumuz için bu hamleleri yapabilmek için muhakkak surette mevcut olan zamanı çok iyi kullanmamız lâzım. O zamanı hakikaten iyi değerlendirmemiz lâzım, yoksa zamanı iyi kullanamazsak geri kalacağız ve para kaybetmek bir yana şevkimiz de kırılacak. Hiçbir zaman istediğimiz şeyleri başaramayacağız. Bu anlamda özellikle kıyı yapılarıyla ilgili hakikaten çok büyük bir açık olduğunu söylemek durumundayım. Siz bunu çok fazla hissetmiyor olabilirsiniz, ancak yerine gidip gördüğünüz zaman daha fazlasıyla bir bilinç oluşabiliyor, ama konuşmanın başında söyledim ilk bölümde, hakikaten her şeyimiz aslında limanlardan, hava meydanlarından geliyor. Bunlar olmadığı sürece sektör, bütün çalıştığımız yerler, hizmet ettiğimiz yerler durmak durumunda kalacak. Tabii söylenilenlere de katılarak, ama aynı zamanda biraz da empati yaparak bir şey söylemek istiyorum; çok sayıda kurum -beyefendi bahsetti- bu işe soyunuyor plan yapmak için. Fakat bazılarında bu durum bir ihtiyaçtan da kaynaklanıyor. Mesela, Özelleştirme İdaresinin plan yapma yetkisinden bahsetti. Hakikaten saçma gibi gözüküyor, ama düşünün; limanları özelleştirmek istiyor devlet, özelleştirmeseydi olur muydu? Bana göre olurdu, 82 başka yöntemleri muhakkak vardı, ama bir özelleştirme kararı aldı ve bunları biran önce devretmek durumunda. Fakat mevcut devlet limanları bir plana dayanmıyor, ortada plan yok. Dolayısıyla neyi özelleştireceksiniz? Orada tepeden inme bir yöntem gerekiyor. Biraz da bu yöntemi benimsemek mecburiyetinde de kalınabiliyor. Teşekkür ederim. AYŞENUR ÖKTEN- Eğer konuşmacılar izin verirlerse soruları alalım, o bağlamda da öneriler de ortaya çıkabilir. SALONDAN- Aykırı söylem gibi gelecek, ama yine de bu anekdotu aktarmayı uygun buluyorum genç dostlarıma, en azından akademisyen olanlara belki bir vizyon avantajı sağlayabilir. Geçen sene Frankfurt’ta cumhurbaşkanlığı seçimleri sırasında ben oradaydım. Bir panel izledim. Sizin paneliniz gibi çok günlük işler vardı. Bunlar arasında iki kişi benim için çok önemliydi. Biri, Nicola Ulo isimli bir derin bir ekolojistti; “derin”in altını çizgiyle çiziyorum. Hem kafasıyla hem bedeniyle hayatını riske ederek çalışan bir çevre aşığı. Karşıtı da Mitterand’a uzun yıllar siyasal danışmanlık yapmış büyük bir beyin Jack Attali politika profesörü. Oturum başkanı sözü verdiğinde “cumhurbaşkanından ne bekliyoruz, neler beklemeliyiz?” sorusuna önce Jack Attali’yle başladı. Jack Attali dedi ki “reel politika bağlamında bakarsak -bizim direkt konumuz olduğu için bunu açıyorum- gayet tabii işsizlik sorunumuzu bir numarada ele almak durumundadır. İş, aş, onun akabinde konut sorunumuz vardır, sağlık sorunumuz vardır, eğitim vardır, vesaire, ulaşım ve tabii hiç şüphesiz ki çevre sorunları da gelip bastırmaktadır” ve daha birçok şeyler söyledi. İkinci sözü yönetici Nicola Ulo’ya verdi. Onun söylediği şey çok veciz, ben bu mesajı aktarmak için söz aldım. Dedi ki, “Prof. Attali, esasen bu kadar dert etmeyin bu reel politika meselesini, 30-40 sene daha beklersek bunlardan 83 hiçbirine ihtiyacımız kalmayacak” Yani, ne işe, ne aşa, ne konuta, ne eğitime, ne sağlığa, çünkü “bizler olmayacağız” dedi. Yeteri kadar bilinçli geçinen bir vatandaş olarak önümüzdeki 20-30 sene içinde bakın; 20-30 yıllık planlar bırakıldı artık, petrol rezervlerinin yaşlarına, vb. bağlı olarak, 50 ve 100 yıllık planlar yapılıyor. Öyle baktığımızda biz acaba en azından akademik anlamda, en azından eğitimlerimizi şöyle bir gözlükle gözden geçirmek durumunda mıyız, değil miyiz diye bir soru benim kafama uzun bir süredir takılmaktadır. Eğer biz İstanbul’u planlayacaksak acaba su altı planlamasına mı başlamalıyız? İroni yapmıyorum bakınız, katiyen sarkastik değilim, çünkü önümüzdeki 40-50 yıl içinde hemen hemen bütün dünya kıyı şehirlerinin su altında kalacağı saptandı. Bu belirsizlik filan değil, bu çok belirli bir veri, yani atmosferle yerkürenin ne duruma geldiği belli ve bu konuyu biz hiç dert etmiyoruz. 10 sene evvel feci bir deprem geçirdik, arada sırada konuşuyoruz, onu da unutuyoruz. Bu beni doğrusu plancı olarak da, insan olarak da olağanüstü rahatsız ediyor. Bu şekilde böyle bir vizyonla biz genç kuşakları geliştirmemeliyiz, böyle bırakmamalıyız diye düşünüyorum. Çok aykırı gelmiş olabilir, ama bunu tekrar ediyorum, çok belirli bir veri, aman dikkat edelim. AYŞENUR ÖKTEN- Teşekkürler. HÜRRİYET ÖĞDÜL (Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi)- Ben DPT’den gelen arkadaşımıza bilgi amaçlı bir soru yöneltmek istiyorum. Bölge Kalkınma Ajanslarının plan yetkisinden bahsetti. Acaba DPT bütün plan yetkilerini kalkınma ajanslarına delege etmekte midir ya da plan sürecinde DPT ve kalkınma ajanslarındaki ilişkiyi net olarak bize açıklayabilir mi? 84 IŞIL NADİRE YENER- Sorunuza teşekkür ederim. Bu önemli bir konu. DPT plan yetkisini tabii ki vermiyor, yetkiyi devredemiyor. Hem istemiyor, hem de zaten böyle bir şey söz konusu değil, ama kanunda biliyorsunuz “yapar, yaptırır” maddesi var. Bu “yaptırır”ların altını çizerek kalkınma ajanslarının bölge planlarını yapmalarını istiyoruz, ama burada az önce altını özellikle çizmek istedim. Bölge planınızı yapın deyip bırakmak gerçekçi değil, burada hep tartıştığımız konular da bunlar. Bölge planı nedir? Ne hazırlayacaklar, ne bekliyoruz? Bunun çevre düzeni planlarına etkisi olacak mı, olmayacak mı? Mekânsal perspektifi var mı, yok mu? Varsa ne düzeyde var? Sadece ekonomik ve sosyal kalkınmayı mı düşünecek, yoksa kırsal kalkınmayı da mı ele alacak? Koruma perspektifi ne düzeyde olacak? Bütün bunları düşünen, tartışan ve ne olduğu, nasıl hazırlanması gerektiği tanımlı, katılımcılık süreçlerini arzu ediyorsak -ki, tabii ki ediyoruz- bunların netleştirildiği bir sistemi henüz kurgulayacağız. Bu kurgulamada herkesten destek bekliyoruz. Özellikle onun da altını çizdim, DPT yapacak, herkese yap demeyecek, ama sonuçta yasal süreçte bunların DPT tarafından onaylanması gerekecek. Ajans, “kendim hazırladım, ben onayladım, bu bütün bölgeyi de bağlar, bundan sonraki bütün planlar da buna uygun olmak zorunda” gibi bir yetkiyle bu işlere girmiyor. Süreç içerisinde herhalde, bunu uyguladıkça, hayata geçirdikçe daha net göreceğiz diye düşünüyorum. İCLAL DİNÇER (Yıldız Teknik Üniversitesi)- Ben Sayın Güzin Kaya’nın üzerinde durduğu bir konuyu alarak sorumu herkese ve aslında belki de salona yöneltmek istiyorum. “İlkeler devam ediyor, o ilkeler çok fazla değişemiyor, ama pratiklerin değiştiğini görüyoruz, devrim geçirdiğini görüyoruz” dedi. Bir taraftan da Sayın Namık Kemal Döleneken ve Ahmet Turgut önemli hikâyeler anlattılar. Özellikle Namık Kemal beyin Trakya hikâyesi gerçekten nasıl bir evrim geçirdiğimizi de bir anlamda anlatıyor. Bir taraftan da üzülüyorum, 85 öğrencilerimiz var. Bu ülkede hiçbir kurum yok muydu, bu kurumlar nasıl yok olup gittiler? Bunları da dehşetle izliyorlar. Bunun bir kez daha altını çizerek geçirdiğimiz süreç bir evrim midir? Bunu Güzin Hanım’dan referansı alarak tekrar vurgulamak istedim. Bir diğer konu da Ahmet Turgut’un sözünü ettiği bu Özelleştirme Yasası konusunda tüm salondaki arkadaşların, öğrencilerin ve tüm öğretim üyesi arkadaşlarımın dikkatini çekmek istiyorum. Bu yasa en dokunulmaz zannettiğimiz 2863 sayılı Koruma Yasasını da baypas etmiş durumda şu andaki hâliyle, yani sit alanlarında Özelleştirme Yüksek Kurulu artık istediği planı yapabilir yetkiye kavuşmuş durumda. Bu bilgiyi de herkese sunmak istiyorum. Yarınki oturumda söz edecektim, ama bugünkü oturumda da arkadaşlar duysunlar, Ahmet çok hızlı anlattığı için tam anlaşılamamış olabilir, bu yasa gerçekten plancılık adına dikkatle izlenmesi gereken bir yasadır. GÜZİN KAYA (Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi)Bütün bunları dinlerken hangi yıldayız diye düşündüm. Ben 1920’lerde olduğumuza karar verdim. Çünkü gerçekten 1960’lar diyemeyeceğim, 60’larda bu tür konular birçok ülkede halledilmişti. Demek ki, en başta sorun olarak belirlediğimiz şey bir planlama iradesinin olmadığı konusu. Ülke düzenleme yönünden baktığımızda bu konuyu milli, fiziki plan neyse içeriğinin doğru olmamasına rağmen Mimarlar Odası gündeme getirdi. Hâlbuki başka ülkelerde bu üst düzeyden geldi. Üst düzeyden sektörel problemlerle mekânın uyuşmasını sağlamak için geldi. Dolayısıyla bakanlıklar arası bir kurumun işin içine girmesi bizde olmayan bir şey tabii ki ve konunun mekânsal etki değerlendirmelerinin göz önüne alması gibi bir yaklaşım da gelişti. O deneyimlerdir ki bugün insanları bir evrimden, yani plancı devletten devlet ve bölge işbirliğine getirdi. Yani devlet bir aktör, ama plancı devlet değil, regülatör bir devlet 86 ve kesinlikle yerelle işbirliği yapmak durumunda. Ülke düzenleme konusunda yaratıcılık ilkesi demiştik, şu anda koyulan adlandırmalarda nasıl yapılacağı, ne olacağı konusunda kimin fikri var? Kim yapacak, kim onaylayacak? Tabii ki, bu üst düzey planın, ülke düzeyi olduğu zaman meclisten geçmesi gerekir. Meclisin onaylaması gerekiyor. Orada tartışılacak bir konu, çünkü genel ilkeleri koyması söz konusu. Bu çok önemli diye düşünüyorum. Muhakkak ki planlama en başta iradî bir olay, eğer irade yoksa planlama da hakikaten tehlikeye düşüyor. İkincisi, geleceği kestirim meselesi de işin içinde. Bence bir de esneklik konusunu sağlayacak, yani en başta gördüğümüz problemlerde yasal altyapının olmaması meselesi. Başka ülkelere bakıyoruz, bütün planlama sistemi değişirken ilk önce yasal sistemine oturtuyor. Diyor ki, “Sürdürülebilir Gelişmeyi Yönlendirme Yasası”. Ondan sonra bölgeler tanımlandı. Nasıl tanımlandı? Bilemiyoruz. Zaten İstanbul bölgesinde bütün sorunlar ortaya çıktı. Demek ki, yapıya göre, idari birimlere göre esnek bir çözüm bulmamız lâzım. Bunun için bir de işbirliği ilkesi var. Yani biz yerel birimler arası bir İşbirliği Yasası bekliyoruz. Bu işbirliği sayesinde bölge, ihtiyaçlara göre esnek bir şekilde tanımlanabilir, ama bu gelin beraber bir berber dükkânı açalım şeklinde olamaz. Kesinlikle yasaya dayanması gerekir. Dayanışma ve kentsel dönüşüm aynı şey bence, yani eğer İstanbul’da onay sürecinde sorun çıktıysa bunu ben çok iptidai buluyorum. Çünkü altyapısı olmayan bir konu. Plan değil şemadan bahsedelim üst ölçeklerde; nerede neyi tanımlayacağımızı bilelim. Onun dışında galiba DPT’den ayrı bir kuruma ihtiyacımız var. Yani planların kimler tarafından yapılacağı belli mi? Hiç belli değil. Bu çevre düzeni planı da nasıl bir şey, o da belli değil, bölgeleri de tek büro alıyordu. Planlama olgusu çok aktörlü, çok sektörlü diyoruz; bu nedenle planlamada birçok mesleğin bir arada çalışması söz konusudur. Teşekkür ederim. 87 AYŞENUR ÖKTEN- Teşekkürler. Bizim katılımcılardan birisinin de sorusu var. FERHAN GEZİCİ- Soru, aslında kendi kendime sorduğum, ama hepimizin de herhalde sorması gereken bir soru: Güzin Hoca’nın söylediğinden yola çıkarak, bu çok aktörlü bölge planı ya da üst ölçekli planların kimin tarafından yapılacağı konusu çok önemli. Hakikaten tartışılması gereken bir konu, ama en son Ahmet Bey’in dediği bir konuya ilişkin soru sormak istiyorum. 31 ilin şu anda çevre düzeni planlarının iptali söz konusu değil mi? Yanlış mı anladım? AHMET TURGUT- Dava açılanlar Hocam. FERHAN GEZİCİ- Bu da aslında bana göre çok büyük bir belirsizlik; kuramsal olarak baktığınız zaman o plan yapımından sorumlu kurumun bir aymazlığı değil mi? Bir yönetmelik çıkmadığı için eğer bu planlar iptal ediliyorsa müthiş bir emek, müthiş bir zaman ve bir kaynak kaybı ve bu ülkenin hakikaten böyle bir şeye tahammülü var mı diye sormak gerekiyor herhalde. Üst ölçekli planlar konusunda genel bir isteksizlik, gönülsüzlük olduğunda da hemfikiriz, buradan çıkan sonuç da o gibi gözüküyor, ama ben Şehir Plancıları Odası’nın bu konuda yapabileceği ne var diye bir soru yöneltmek istiyorum aslında. Bizler de bu konuda ne yapabilirsek, nasıl bir katkı koyabilirsek koymalıyız. Çevre düzeni planlarının içeriğini, süreçlerini, yürütülüş biçimlerini eleştirebiliriz. Bunları da ele alacak şekilde bu iş nasıl ileriye götürülebilir sorusunu sormamız gerekir. Belki bu toplantının sonucu olarak böyle bir şey yapmamız gerekir diye öneriyorum. GÜZİN KAYA- Çevre düzeni planı denildiği zaman planlama ilkesi yönünden herhalde sürdürülebilirliği kastediyoruz. 88 Hâlbuki sürdürülebilirlik de tek çevreden ibaret değil; diğer iki ayağı yok olmuş oluyor. Dolayısıyla bu çevre düzeni planı kavramının kalkması gerekiyor. Sürdürülebilir planlama evet, sürdürülebilir bölge planlama, sürdürülebilir ülke düzenleme diyebiliriz belki, ama en başta herhalde kavramları ve planlama hiyerarşisindeki bu aksaklığı da tartışmak gerekiyor. NAMIK KEMAL DÖLENEKEN- Ben bu konuda bir tek şey söylemek istiyorum: Kalkınma Ajansları bize dışarıdan önerilen bir model, yani bizim de planlarımızı bölgelere göre yapmak gibi denemelerimiz de var. Ama bu dışarıdan önerilen, hatta şekli de dışarıdan önerilen bir model. Bu modelde önerilen yer de Avrupa Birliği olarak görülüyor. Ben bir şeyin altını çizeceğim; Avrupa Birliği birkaç temel ilkeyle çıktı. Bunlardan biri tek Anayasaydı, tek Anayasaları yok bu kadar yıla rağmen, “tek ülke serbest dolaşır” diye çıktılar. Kurucu İngiltere henüz Schengen Anlaşması’nı imzalamadı. “Tek ekonomi Euro para birimi” dediler. Kurucu İngiltere Euro’ya geçmedi. Yani Avrupa Birliği’nin her önerdiği ve temel ilke kabul edilen konuların uygulamasının o kadar kolay olmadığını, hatta bazen uygulanmaması gerektiğine yönelik örnekleri dikkate almak lâzım. AYŞENUR ÖKTEN- Teşekkür ederiz. Bütün konuşmacılara teşekkür ediyorum. Sanıyorum bir kahve arası var. Ondan sonra da ikinci oturuma geçilecek. Teşekkürler. ARA 89 SUNUCU- İstanbul Buluşmalarının ikinci yuvarlak masa toplantısını moderatör Prof. Dr. Güzin Konuk yürütüyor. Konuşmacılar, İstanbul İl Genel Meclis Başkanı Hasan Büyükdede, İstanbul Teknik Üniversitesi’nden Yrd. Doç. Dr. Mehmet Ali Yüzer, Özelleştirme İdaresi Başkanı Adnan Gürdal, İstanbul Teknik Üniversitesi’nden Prof. Dr. Haluk Gerçek, Mimar Asuman Yeşilırmak, DLH temsilcisi Zeynep Simder Buket, İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı Genel Sekreteri Mehmet Gürkan, Kültür Bilincini Geliştirme Vakfı Yönetim Kurulu Başkanı Faruk Pekin, Şehir Plancıları Odası İstanbul Şube temsilcisi Tayfun Kahraman, Bimtaş yetkilisi Serap Şengül Çetinkaya, TOKİ temsilcisi Banu Tantan, Yıldız Teknik Üniversitesi’nden Doç. Dr. Zeynep Enlil. Prof. Dr. GÜZİN KONUK- İyi günler. İstanbul Buluşmaları bizim için çok önemli bir toplantılar dizisi. Bizim diyorum, çünkü İstanbul’da planlama eğitimi veren üç üniversitenin Şehir ve Bölge Planlama Bölümlerinin kimi zaman özellikle toplantılarda bir araya gelerek kente özgü dinamikleri, sorunları, çözüm önerilerini birlikte tartışma alışkanlıkları var. Bunu biraz da farklı kentsel aktörlerle birlikte daha yaygın bir platforma taşımayı hedefledik. Burada Şehir Plancıları Odası’nın da katkısı çok oldu, çok güzel bir işbirliğiyle ilk kez geçen yıl bu buluşmaları başlattık. Biz İstanbul’u Türkiye ölçeğinde kentsel bağlamda önemli bir laboratuar olarak görüyoruz dedim. Her açıdan biliyoruz, ülkeyi sırtında taşıyan, öncü, kimi zaman problemlerin içerisinde en ağır sorunlarla karşı karşıya kalan büyük ölçek bir kentimiz. Bu nedenle İstanbul ağırlıklı olarak bilgi paylaşımının, hepimize çok şey katacağına inanıyoruz. Bu toplantıda seçilen tema olan belirsizlik ortamı bugün sabahtan beri yapılan açıklamalarda da izlediğiniz gibi hem aktüel ortamı çok net yansıtıyor, hem de bizim yöneltmek istediğimiz 90 sorularda yerini çok güzel buluyor. Neden böyle bir tema çerçevesinde tartışmak istiyoruz? Çünkü İstanbul’un bu dinamik yapısına karşı biz istiyoruz ki, kentsel geleceği yönlendiren planlama öncü bir rolüyle bütün bu dinamikleri, tüm kentsel aktörleri, sorunları çözücü şekilde taşıyabilsin. Bu mücadelenin içerisinde geri dönüp baktığımız zaman maalesef planlama ortamının bunun önünde gidemediğini, plan iptalleriyle, parçacı planlama yaklaşımlarıyla, farklı kurumsal yetki kargaşasıyla -ki, biraz önceki toplantıda da bunlar net olarak açıklandıbu belirsizlik ortamını hem sosyal hem ekonomik hem de mekânsal çözümsüzlüğe taşıyor. Biz de bu genel yaklaşım çerçevesinde şöyle bir kurguyla bu oturumu yönlendirmek istedik: İstanbul’un kentsel geleceğini kurgulamada, içinde bulunduğu bu ortamdan yola çıkarak sorunlarını biraz açmak istersek, dört temel eksen bizim için çok belirleyici olur diye düşündük. Bugünkü oturumda da değerli katılımcı arkadaşlarıma bu bağlamda söz vereceğim. Birincisi, ileriye doğru baktığımız zaman kent bir tür sanayisizleşmeye yönlendirilen bir yapıda gelişiyor. Bu, endüstri kentinden bilgi toplumuna geçişte çok önemli bir veri. Bu bağlamda bir genel yaklaşımla, planlama bu sanayisizleşmeye nasıl bakıyor, plan kararları bunu nasıl yönlendiriyor? Bizim için özelleştirmenin sanayi ayağında Özelleştirme İdaresi’nin rolü çok güçlü. Üst ölçek kararlarda farklı aktörler konuya nasıl yaklaşıyor, bunu çözümlemek istedik, ama ben Mehmet Ali Bey’i burada göremiyorum ve Ahmet Bey de yok. Dolayısıyla bu konuya biraz da farklı bir bakış açısından yaklaşarak bakacağız. Ben arkadaşlarıma söz vermeden önce şunu özellikle belirtmek istiyorum: Bu toplantı her ne kadar akademik kurumların planlama okullarının, bölümlerinin Odayla birlikte bir organizasyonu olsa da asıl hedefimiz bu sorunlar çerçevesinde farklı aktörlerin de görüşlerini birlikte dinleyebilmek, izleyebilmek. Kimi zaman akademik, 91 kimi zaman da bu konudaki yetkin aktörlerin burada olduğunu göreceğiz. Dolayısıyla birlikteyken hep tartıştığımız o iletişim eksikliğini biraz daha kırmış olacağız. Ben bu toplantıda ilk sözü İstanbul İl Genel Meclisi Sayın Hasan Büyükdede’ye vereceğim. Kendisinin birkaç rolü var, belki onları bütünleştirerek bize İstanbul kentinin hem bir yandan sanayi bağlamındaki duruşu ve planlamayla olan ilişkisi, hem de alt ölçekte bütün bu organizasyon, kendi üstlendiği meclis rolü kadar diğer rolleriyle birlikte organizasyonun sorunlarını nasıl gördüğünü bize aktaracak. Buyurun lütfen. HASAN BÜYÜKDEDE- Teşekkür ediyorum Başkanım. Sayın Başkan, değerli sunucular, değerli arkadaşlar, hepinizi saygıyla selamlıyorum. Öncelikle böyle bir bilgi platformunda sizlerin aranızda olmaktan son derece mutlu olduğumu belirtmek isterim. Ben biraz kendimi de tanıtarak başlarsam belki faydalı olur. Öncelikle İstanbul Teknik Üniversitesi Makina ve Uçak Fakültesi ‘72 mezunu mühendis bir arkadaşınızım. Öncelikle mühendisim, iki, sanayiciyim, şu anda makina endüstrisinde makine üretimi yapan bir fabrikam var. Üçüncüsü, İstanbul Ticaret Odası’nda meclis başkan vekilliğinde bulunuyorum, dördüncüsü, İl Genel Meclisi Başkanlığı yapıyorum, Beşincisi, İhracatçılar Birliği’nde de yönetim kurulunda bulunuyorum. Tabii özellikle İstanbul Ticaret Odası ve İl Genel Meclisi İstanbul’a şekil veren en önemli kurumlardan ikisidir. İstanbul’un iki büyük meclisi var. Biri, Büyükşehir Belediye Meclisi, biri de 225 üyesi bulunan ve İstanbul’daki eğitim, sağlık, spor, sosyal hizmetler, afet yönetimi ve istihdamla ilgili sanayi ve ticaret fonksiyonunu gören, bütün kararları alan İstanbul il parlamentosudur. İl Genel Meclisi, seçimle gelir, 92 fakat bir noktada İstanbul’un şekillendirilmesinde Büyükşehir Belediye Meclisimiz kentin belli bir bölümünde rol oynarken, İstanbul İl Genel Meclisi de kendisinin üzerine düşen özellikle eğitim, sağlık, sosyal hizmetler, spor, 2010 Kültür Başkenti Projesi, afet yönetimi, sosyal hizmetler, vb. konularla ilgili İstanbul’da yapılacak bütün yatırımları yapan, onları koordine eden bir kurumdur. Dolayısıyla İstanbul’u şekillendirmede, planlamada atılacak her adım konuşma İstanbul metropoliten planlamadaki her düşünce bizi çok yakinen ilgilendirir. İstanbul’daki şehir plancısı arkadaşlarımızın her görüşü bizi çok yakinen ilgilendirir ve İstanbul İl Genel Meclisi içerisinde de İstanbul’u metropoliten planlamada temsil eden 30’a yakın kişinin bulunduğu bir komisyonumuz vardır ve o komisyonda metropoliten planlamanın daha başından beri bütün proje çalışmalarına katılmışızdır, görüşlerimizi söylemişizdir ve orada üretilmiş olan bütün hazırlanmış dosyaları teker teker inceleme ve onları değerlendirme fırsatı bulmuşuzdur. İkinci bir konu ise İstanbul Ticaret Odasıdır. İstanbul Ticaret Odası dünyanın üçüncü büyük odasıdır. 300 bin üyesi vardır ve dünyanın en sayılı meclislerinden birine sahiptir. 230 üyesi olan, şimdi yeni nace koduyla aşağı-yukarı 300 üyeye çıkmış olan büyük bir meclisi vardır. İstanbul şekillendirilirken İstanbul’un sanayi ve ticaret hayatının mutlaka dikkate alınması gerekir. Avrupa Birliğinin getirdiği normlar dikkate alınarak nace kodlamasına geçilmiştir. İstanbul’un bu yöndeki envanteri çıkarılmıştır. Çıkarılan bu envanter çerçevesinde şu anda İstanbul’un eskiden 32, şimdi 38 ilçesinde hangi sektörlerde kaç firması vardır, kim nerede ne yapar; İstanbul Ticaret Odası bilir. Dolayısıyla da İstanbul Ticaret Odası’nın içinde İstanbul Metropoliten Planlama’da çalışan bir komisyonu vardır ve metropoliten planlamada bir de dairesi vardır. Oradaki bütün planlamaların her noktasında devreye girmiştir, itirazlar, hatta şiddetli itirazlar olduğu dönemler de olmuştur ve 93 katkıları da olmuştur. Bugün nace kodu daha yeni bitmiştir. İstanbul Ticaret Odası’ndaki 90 meslek komitesi, 90 ayrı sektör şimdi daha iyi şekillenmiştir ki, sadece İstanbul değil İstanbul Sanayi Odası da nace koduna göre yenilenmiştir. Türkiye’deki bütün Ticaret Odaları, Sanayi Odaları ve borsalar naceye göre yeniden kodlanmıştır. Türkiye Odalar Borsalar Birliği şu anda belki yüzde 10 hatayla aşağı-yukarı ülke içerisinde ne kadar sanayimiz var, ticaret ve hizmet sektöründe ne kadar firmamız var, tarım sektöründe ne kadar firmamız var, lojistikte ne kadar kişimiz var, turizmde ne kadar var; tahmin edebilmektedir. Bunların hepsi nace kodlamasına göre belirlenmiştir. Ticari işletmeler ne kadardır, sanayi işletmeler ne kadardır, imalat işletmeleri ve hizmet sektöründe kimler vardır; hepsi belirlenmiştir. Gündemin konusu belirsizlik ortamında İstanbul’un planlaması, bu belki büyük bir belirginlik ortaya çıkarmış olabilir. Belirsizlikten hiçbir şey çıkmaz, mutlaka belli bir şeyleri bizim istinat etmemiz lâzım. İstanbul Ticaret Odası’nın nace koduna baktığınızda şunu görürsünüz: 300 bin üyeli İstanbul Ticaret Odası’nın yaklaşık 100.000 üyesi -97.000 üyesi- toptan ve perakende ticaretle uğraşır, 65.000 üyesi sanayicidir -en büyük ikinci grup sanayicidir-, 40.000 üyesi inşaatla uğraşır, geri kalanı da lojistik, danışmanlık firmaları, mühendislik firmaları, vesaire gibi büro firmaları, çeşitli aktivitelerdeki firmalarımızdan meydana gelir. Burada Sayın Başkan bir şeyden başlayarak yola çıktı ve bu başlanılan konu İstanbul Metropoliten Planlama’daki en sıkıntılı konulardan biriydi. İstanbul sanayisizleştirilerek planlanabilir mi? Bu konu yanlış başlamış bir konudur. Genellikle planlamacılarımızda, belediye meclis üyelerimizde, üniversitelerimizde sanayiyi tanımamaktan kaynaklanan yanlış bir algılama olduğuna inanıyorum ve “İstanbul’dan sanayi çeksin gitsin, İstanbul kurtulacak” gibi bir yaklaşım var. Ben bunun şundan kaynaklandığı gibi bir inanca sahibim: Genellikle 94 İstanbul’u planlayan arkadaşlarımız ki, biz bunu İstanbul Metropoliten Planlama’da çok yaşadık, genellikle üniversite öğretim görevlisi arkadaşlarımız, planlamacı arkadaşlarımız şekillendirmek istedikleri İstanbul için, düşündükleri, hayal ettikleri İstanbul’la İstanbul’un pratiği arasında bir fark olduğunu görmüyorlar. İstanbul’un pratiğinde demin de size bahsettiğim gibi İstanbul Ticaret Odası verileri, Sanayi Odası verileri gerçekten son derece önemlidir. Sanayi Odası verileri o kadar önemli değildir, İstanbul Ticaret Odası üyesi aynı zamanda Sanayi Odası üyesidir. İstanbul Ticaret Odası’nın 300.000 üyesi vardır, Sanayi odasının 14.000 üyesi vardır. Yani onun içinde bir birimdir, ama onun elit tabakasını temsil eder. Metropoliten planlamadaki alınan verilere de baktığınız zaman o tarihteki sanayi dünyası 12.000 diye farz edilir ve bütün hesaplar 12.000’e göre yapılmıştır. Belki yanlışlığın biri de oradan kaynaklanmıştır. Yanlış veri girişi de tahmin ediyorum ki öyle bir girdi hatasından kaynaklanmıştır. Bunu Sayın Cengiz Giritlioğlu Hocamızla da uzun uzun tartışma fırsatı olmuştu. Sanayiciler İstanbul’da çilekeş bir gruptur. İlk önce Karaköy’de 2 küçücük 10-20 m ’lik dükkanlarda teşekkül etmişler, sonra Haliç’e, oradan Bayrampaşa’ya atılmışlar veya karşıda İmes’e atılmışlar, oradan Beylikdüzü’ne atılmışlar, şimdi de diyorlar ki, “git kardeşim buradan Tekirdağ’a mı gidersin, Bilecik’e mi gidersin, sen bir git de biz senden bir kurtulalım. Senin atığın çok, kirliliğin çok fazla ve bu şehri batırıyorsun”. Ama ben tam tersi olduğuna inanıyorum. Konut sanayiden daha fazla kirleticidir. Konut evsel atıkları bakımından aynı miktardaki metrekarelerde konutlarla aynı metrekaredeki sanayi tesislerini karşı karşıya getirin, göreceksiniz ki konutlarımızın atık ve kirleticilik oranları her zaman sanayinin çok üstündedir. 95 Değinmem gereken ikinci konu şu: İl Genel Meclisinin görevlerinden biri de istihdamdır. İstanbul istihdam planını valimiz kanalıyla beraberce hazırladık, İstanbul’un 500 bin işsizi vardır. Bu her dört veya beş evde bir kişinin aile içerisinde işsiz olduğunun ve dört-beş evde, bir evde kanayan bir yara bulunduğunun işaretidir. Bunu giderebilmek için şu anda İstanbul Ticaret Odası, İl Özel İdaresi, İl Millî Eğitim Müdürlüğü ve İşkur ortaklaşa bir proje hazırladı. ÖZİMEK Projesi’yle, bedeli İl Genel Meclisi’nden karşılanmak kaydıyla, 75 endüstri meslek lisemizde şu anda 108 dalda kurs vermekteyiz. Bu hızlandırılmış kurslarda reel mesleki eğitim vermeye ve onları da İstanbul Ticaret Odası meslek komiteleri kanalıyla yerleştirmeye gayret ediyoruz. Artık mesleki yeterlilik kuruluna geçiyoruz, kısmet olursa yakında İstanbul Ticaret Odası’nı mesleki yeterlilik kurulu kanalıyla akredite edeceğiz ve insanların nerede eğitim gördüğünü değil, endüstri ve iş dünyası için ne kadar işe yaradığını ölçmeye çalışacağız. Artık Avrupa bunu ölçüyor, bizde de aynı döneme geçeceğiz. Sekiz kademeli Avrupa Birliği normlarında yetişmiş insan kaynağımızı teker teker imtihan edeceğiz ve iş dünyası için bilgi ve beceri düzeyinin ne mertebede olduğunu tespit etmeye ve onu uluslararası düzeyde sertifikalandırmaya, uluslararası pazara açmaya gayret edeceğiz. Burada bir konuyu daha söyleyip bitirmek istiyorum. Bir hedefimiz var. Bu hedefin üstünde son derece sağlıklı durmaya gayret ediyoruz. Türkiye şu anda dünyanın 17. büyük ekonomisi ve 10. büyük ekonomisi olmak için koşuyoruz. Amerikan şehirlerinin, Avrupa Birliği içerisindeki şehirlerin, örneğin İtalyan, İspanyol şehirlerinin yapılanmalarını çok yakinen inceliyoruz. Ne kadar sanayi, ne kadar hizmet sektörü, ne kadar turizm, ne kadar tarım yapılıyor; nerede durmalı, nereye kadar olmalı ve bunu bu ülkeler nasıl halletmişler gibi soruları çözmeye çalışıyoruz. İstanbul için de bunu çözmek 96 zorundayız. Çünkü 62.000 endüstri üyemiz var. Buna 700.000 adet küçük esnaf dâhil değil, ayrıca 700.000 küçük sanayici ve esnaf var. Berberinden küçük bir tornası olan, kendi başına çalışan arkadaşa kadar bir de böyle bir kitlemiz var ve bu kitle yavaş yavaş kayboluyor. Bizim İstanbul Ticaret Odası’nda yaptığımız bir incelemeye göre 90 meslek komitemizle meclis başkanlığı olarak müracaat ettik. Yaptığımız ankette bizden 64 milyon metrekare endüstri alanı talep edildi. Biz bunun ne kadarını dışarıya taşıyabiliriz diye şu anda bir mücadele veriyoruz. Daha önce Hüseyin Kaptan hocamla beraber de bu mücadeleyi vermiştik. Çerkezköy, Çorlu, Tekirdağ, Edirne’ye kadar olanı bir taraftan tarıyoruz, bir taraftan da Düzce’ye kadar olan alanı tarıyoruz. Bu 64 milyon metrekarenin ne kadarını dışarıya taşıyabiliriz ve hangi kriterdekiler dışarıya taşınabilir sorularını soruyoruz. Bizim sanayicimiz veya imalatçımız çok büyük cirolar yapan insanlar değil, eğer işletmelerinde 10 milyon YTL’nin üstünde ciro yapan varsa ancak onlar dışarıya gidebiliyor ve burada bir büro sahibi olabiliyor. Onun altında kalan işletmeler, toplamda yüzde 90’ın altında değil ve şu anda Bayrampaşa boşaltılıyor, bunları bir yere yerleştirmemiz gerekiyor. Karşıda İmes boşalıyor, İkitelli Sanayi Bölgesi boşalıyor. İkitelli küçük bir sanayi bölgesidir, İkitelli Sanayi Bölgesi yakında iş merkezi olacak. Bunu bir yere yerleştirmemiz gerekecek; sebebi de şu: 20-25 yıl önce 300 metrekaredeki bir atölye büyük bir atölyeydi. Bugün 5 bin metrekarenin altındaki atölye küçük bir atölye, artık yeni geniş alanlar, daha modern alanlar, modern sanayi siteleri, kümelenmeler çok önem taşıyacaktır. İmes bir ticari merkezi haline gelecektir ve dışarı taşınmak zorunda kalacaktır. Şu anda Gebze’de yerleri yapılıyor. Hatta Beylikdüzü OSB boşalıyor, şu anda ticari merkez oluyor. İkitelli ticari merkez haline gelecek ve boşalacak. Dolayısıyla bu kadar aynı tür sanayiciyi siz daha büyük alanlara, ama biraz daha dışarıya desantralize etmek zorunda kalacaksınız. Bunun planını yapmak zorundayız. Bir Hadımköy, bir Silivri, bir 97 Tekirdağ iyi değerlendirilmelidir, Edirne, Kırklareli iyi değerlendirilmelidir; Çanakkale iyi değerlendirilmelidir. Dolayısıyla da sanayisizleşmiş İstanbul mefhumundan uzaklaştırılıp elinizdeki bu sanayi ve istihdam kaynağını en iyi nasıl değerlendiririz dönemine girmemiz gerekiyor. Teşekkür ederim. PROF. DR. GÜZİN KONUK- Sayın Hasan Büyükdede’ye teşekkür ederiz. Sanayisizleşme grubundan tek temsilci olarak o burada olduğu için onu biraz daha uzun süre dinleme şansımız oldu. İkinci temel eksen alanımız konut, bu konuda TOKİ’den temsilcilerin burada olmasını istedik, ama teknik nedenlerle olamadılar. Bu bağlamda iki konuşmacı arkadaşımız var. Önce ben Asuman Yeşilırmak’a söz vermek istiyorum. Kendisinden İstanbul’daki planlama ortamını ve buradaki farklı plan yaklaşımları, yetki kargaşası ve genel çerçeveyi bir şekilde konut bakış açısından da değerlendirmesini rica ediyorum. ASUMAN YEŞİLIRMAK- Büyükşehir Belediyesinde çalışma görevime devam ediyorum ama buraya katılımım Büyükşehir Belediyesi adına değil. 1977 yılından bu yana nazım plan bürolarında başlayan ve İstanbul için yapılmış dört üst ölçekli planın yapım süreci içinde bulunmuş biri olarak ve bugüne kadar öğrendiklerim ve biriktirdiklerimle bu tartışmaya katılmak üzere buradayım. Ben 10 dakikaya şöyle bir programı sığdırmak istiyorum. Üst ölçekli plan karmaşası, alt ölçekli plan karmaşası -bunlar sabah söz edildi, ama biraz bağlayarak geçmek istiyorum- dönüşüm, nasıl bir planlama diye bir dörtlü gruba ayırdım. Üst ölçekli plan karmaşası aslında önceki oturumda Betül Hanım tarafından ve diğer tartışmacılar tarafından açıklandı, ama sonuçta şunu görüyoruz: Biz son 30 yıldır çabalara rağmen üzerinden gidilebilecek bir üst ölçekli plana ulaşamadık. Kimi 98 onaylanmadı, hukukilik kazanmadı. Kazanılanlar fiilen ya da hukuken gene geçersiz sayıldı. Yine sabah söz edildi, ama gerçekten tarihte görülmemiş biçimde Çevre Bakanlığı’yla Bayındırlık Bakanlığı üst ölçekli planda bir paylaşamama sorunu yaşıyor. Bir yandan İl Özel İdaresi Yasası Büyükşehir Belediyesi’ne bir görev tanımlıyor. Bu da ilginç, Büyükşehir Belediye Yasası değil de İl Özel İdaresi Yasası Büyükşehir Belediyesi’ne bir görev tanımlıyor; bir il çevre düzeni planı tanımı geliyor. 1985 tarihli bir İmar Yasamız var. Ben özellikle planlama alanında bu yasanın artık geçerliliğinin kalmadığını söylersem çok abartmış olmadığımı düşünüyorum. Çünkü yalnızca üst ölçekli planda değil, aslında imar plan sistematiğinde de ciddi bir karmaşa var. Bakanlıklar üst ölçekli planı paylaşamıyorlar, ama bir yandan da her iki bakanlık da yarım yetkilerle parsel ölçeğine kadar inen ve parsel ölçeğinde olmakla birlikte kentin gelişimini etkileyen- plan tadilatlarını yapıp uygulamaya koyabiliyorlar. Basit bir biçimde “yaptım, imzaladım, uygulamaya koydum” diyebiliyorlar. Böyle bir yanı var ve yine sabah söylendiği gibi Özelleştirme İdaresi, Kültür ve Turizm Bakanlığı, Sanayi Bakanlığı her ölçekte plan yapıp onaylayabiliyorlar ve buna tabii TOKİ eklendi. TOKİ her ölçekte plan yapıp onaylayabiliyor. Bu karmaşa içerisinde aslında alt ölçekli planlarda da aynı sorun var. Çünkü şu son dönemde yapılan bütün planlara binlerce itiraz geliyor, yüzlerce davalar açılıyor ve planlama birimleri aslında bu dava açılmış dosyalardan başlarını kaldıramıyorlar. Ya plan iki şekilde yapılmak durumunda kalınıyor ya mevcut durumu ıslah planı mantığıyla kabul eden bir imar planı yapılmak durumunda kalınıyor. Odalar zaten en baştan donatı standartları açısından -zaten donatı standartları bakımından bugün teknik olarak iptal edilmeyecek plan yok- bu planlara karşı duruyor. Eğer kağıt üzerinde yoğunluğu biraz düşürüp donatıyı biraz artıran planlar yapılırsa, hem uygulama şansı bulunuyor ve aynı zamanda da ciddi itirazlarla ve tepkilerle karşılaşılıyor. Çünkü artık İstanbul’da kentsel alan, 99 yerleşim alanı tükendi. Bunu geçmiş bütün süreç içerisinde gördük, yaşadık. Yaptığımız her planla insanların yaşamını değiştirebileceğimizi zannediyoruz. Onu da değiştiremiyoruz ve doğal olarak itirazlarla karşılaşıyoruz. Planlama sistematiği içinde bunu yapacak ne kaynak, ne sistem görünüyor ortada, ne de hakkımız var gibi görünüyor. Burada tabii plancının rolünün de sorgulanması gündeme geliyor. Bizim toplum olarak zor durumlarda kısa yoldan pratik çözümler bulmak gibi bir yeteneğimiz var. Sanayileşme, kentleşme döneminde gecekonduyu çözüm olarak bulduk. Başka çare de yoktu belki, bu kaçak yapılaşmaların hukuki sorunlarını kamu arazilerini satarak çözdük. Sattığımız bu arazilerin ardında ciddi mülkiyet sorunları, çok parçalanmış mülkiyet dokusundan kaynaklanan planlama problemleri bıraktık. Kolaycılık aslında bu; kolay ve pratik çözüm bulma yanımız kurumsal planlama, kurumsal yapılanmada da ortaya çıkıyor. Bir türlü kurumsallaşmış, kalıcılığı olan bir planlama kurumsallaşmasını ortaya çıkaramıyoruz. Daha önce kurulan nazım plan büroları kapatıldı, yerine pek de yenisi konamadı. Son dönemde aynı bakışı görüyorum; kentleşme içerisinde gecekonduyu nasıl bir çözüm olarak ürettiysek ben İMP yapılanmasını da biraz öyle algılıyorum. Hızla bir planlama bürosu oluşturuldu. Bunun kalıcılığı, hukukunun oluşturulması, çağdaş ya da İstanbul’un gerektirdiği bir kurumsal yapılanmaya ulaşması kaygısı taşınmadı ve orada aslında çok değerli çalışmalar da yapıldı. Emekler harcandı, zaman harcandı ve şu anda o kurulan birimde üretilen plan “yok” demek noktasında, yani şu anda işlevsiz, plan iptal edildi. Benzer şekilde dönüşümün ele alınmasında da aynı benzerlik var. Çağdaş ve yenilikçi bir Planlama ve Kentleşme Yasası yok elimizde, ama bir Kentsel Dönüşüm Yasa taslağı var ve bir de Yenileme Yasası diye kısaca ifade edebileceğimiz yasa var. Bir de bildiğimiz 100 kat karşılığı yöntemleri var. Şu anda İstanbul’un birçok köşesinde bu anlamda kentsel dönüşüm faaliyetleri başladı. Aslında İstanbul ikinci büyük dönüşümünü yaşıyor, birincisi herhalde kentleşmenin kendisiydi. Sanayileşme ve kentleşmenin ta kendisiydi birinci dönüşüm. İkinci dönüşümde sektörel bir dönüşümün bütün izlerini görüyoruz. Sanayisizleşmeye doğru bir gidiş var. Bunun mekânsal, toplumsal yansımaları ve dönüşümü var. Bunlar bugün yaşanıyor, ama dönüşümün ele alınışında olaya sadece mekânsal anlamda birtakım alanların güzelleştirip temizlenmesi gibi bakıyoruz. Burada şu anda İstanbul’da devam eden dönüşüm çalışmalarına bakarsak ilçelerin TOKİ’yle, protokolle yaptıkları, yapmak istedikleri dönüşüm çalışmaları var, KİPTAŞ’ın bazı uygulamaları var. Özel sektöre havale edilen, ihale edilen bazı çalışmalar var. Burada TOKİ’den de bir konuşmacı olsaydı iyi olurdu, şöyle bir durum var: TOKİ bir yandan İstanbul’un artık son kalan konut alanlarını, yerleşim alanlarını, son kalan alanlarını da tüketiyor ve buna bir yandan dönüşüm deniliyor, ama bu dönüşümün nasıl yapılacağı ortada yok. Rezerv konut alanları da artık yapılıp satılıyor. Diğer taraftan sanayisizleştirdiğimiz ya da öyle olduğunu düşündüğümüz bu kentte sanayi işgücünün hizmet işgücüne nasıl döneceği konusu var. Çünkü bugün o sanayi işgücü olarak İstanbul’a gelmiş olanlar “tamam, işimiz bitti, geri gidiyoruz” demeyecekler. Bunlar burada yaşayacaklar ve bu büyük bir dönüşüm. Bunlar bu sorunların tümünü karşımıza aldığımız zaman nasıl bir planı gerektiriyor; İstanbul için hatta, Türkiye için gerçekten nasıl bir planlama gerekiyor? Batılı ülkelerin kendi problemlerini kendilerinin çözdüğü, kenti problematiklerini tespit edip çözdükleri sistemler var. Öğrenebileceklerimiz de var, ama bizim kendi problemlerimizi, -çünkü kendi koşullarımız farklı- kendi çözümlerimizi üretecek, yani geleceği planlarken aslında büyük fotoğrafı 101 gören, olasılıkları, alternatifleri, öncelikleri hesaba katan, mekânın bütünlüğünün ötesinde başka bütünlükleri de arayan, kentlerin kullanıcılarıyla birlikte uygulamaya kadar giden sürecin bir düşünce ve planlama sistematiğini kuran bir yaklaşımı nasıl oluştururuz? Geçen yıllarda İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin dört üniversiteyle, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi, İstanbul Teknik Üniversitesi, Ortadoğu Teknik Üniversitesi ve Yıldız Teknik Üniversitesi’yle birlikte gerçekleştirdiği “İstanbul Mekânsal Gelişme Stratejileri” başlıklı bir çalışma oldu. Burada kavramlardan başlayarak konu tartışıldı. Önemliydi, bu toplantıların bu bakımdan önemli olduğunu düşünüyorum. Galiba Bayındırlık Bakanlığı’nın da bu konuda önümüzdeki günlerde bir Şurası olacak. Bunlar şu bakımdan önemli: yasalar oluşturulacaksa eğer önce bunun hazırlığının ortaya çıkması lâzım. Bu toplantıların ya da üniversitelerin, meslek ortamının, toplumun, profesyonellerin tümünün aslında bu konuda bir fikri hazırlığının olması lâzım. Oradan yasalara, yasal düzenlemelere geçmek gerek; yoksa “yasalar çıksın da biz bunu yapalım” diye beklediğimiz zaman sonra daha çok yakınıyoruz. Farklı bütünlükler derken neyi kastediyorum? Bir yandan bir dünya kenti olarak tarihle ve dünyayla bir bütünleşmeden söz etmek gerek. Şu ana kadar yapılan bütün çalışmalar, bütün kentsel dönüşüm uygulamaları, bütün planlama uygulamaları, bütün yasalar hep bölük pörçük, birçok alanda bütüncül düşünmeye ihtiyacımız var. Kent vizyonu, dünya kenti vizyonu açısından tarih ve dünyayla bütünleşmek, karar verme süreçlerinde toplumsal bütünleşme, müzakere kurallarının belirlenmesi, vb. Toplumla anlaşmadan, topluma rağmen, hiçbir planın uygulanma şansı olmadığını yaşayarak görüyoruz. Yönetim-denetim bütünlüğü, kentsel bölgede mekânsal bütünlük, İstanbul il sınırlarını aşan ve işlevsel bölgesinin planlanması anlamında bir bütünlük, planlamauygulama bütünlüğü, planlamadan uygulamaya kadar olan 102 sürecin yönetiminin bütünlüğü ve kurumsal bütünlük… İstanbul’un planlanmasının kentsel bölge ölçeğinde mekânsal strateji planından kentsel tasarım ölçeğine kadar bir bütün olarak ele alınacağı, gerçekten şeffaf ve katılımlı bir planlama örgütünün oluşması ve bunun kurumsal koordinasyonlarının kurulması… Bunların zor olduğunu biliyorum. Böyle bir planlama sistematiği ve kurumsal yapılanmayla yasal düzenlemeler gerekli ve böyle bir düşünce sistematiğinin ortaya çıkması çok önemli. Zor, ama bu belki hepimiz için, bütün toplum için uzun bir öğrenme sürecini de gerektiriyor, ama artık kısa yollardan ve kolaycı çözümlerin de sürdürülemez olduğunu görüyoruz. PROF. DR. GÜZİN KONUK- Teşekkürler. Bir konuyu da anons etmek istiyorum: Asuman Hanımın açtığı temel alanlardan biri kentsel dönüşüm oldu. Yarın o konuda özel bir yuvarlak masamız var ve geniş katılımlı olarak tartışılacak. Ben Sayın Faruk Göksu’ya dönüyorum ve diyorum ki, İstanbul’un konut gelişiminde acaba bu yasal, yönetsel belirsizlik ortamı neler getirdi, götürdü? Nereye doğru gidiyoruz? FARUK GÖKSU- Sayın Başkanın başlığı altında ben de görüşlerimi aktarmaya çalışacağım. İstanbul’u konuşuyoruz. Bir önceki toplantıya da katıldım. İstanbul’u konuşmak kolay değil, yönetmek de zor, planlamak da zor. Ben Ankara kökenli 6-7 uygulamalı projede bulundum, bunları hep Anadolu’da yaptım. 10 yıldır İstanbul’dayım, bir proje gerçekleştiremedim. Sonuç olarak İstanbul, Bizans, bir proje geliştirmek, planlama yapmak o kadar kolay olmuyor. Başkanın sorusunun yanıtına İstanbul’un bugününe çok kısa bakarak yanıt bulmaya çalışacağım. İstanbul’a 103 baktığımızda ki, burada sadece İstanbul için değil, tüm Anadolu kentleri için çok önem taşıyan iki risk var: Bunlardan biri hepinizin bildiği yapı riski, ikincisi de yaşam kalitesi riski. Hiç araştırma, çalışma yapmaya gerek yok, tüm kentlerimizde bu iki temel riskin olduğunu biliyoruz. Bunun göstergeleri nedir diye baktığımızda kentlerimizdeki yapı stokunun -İstanbul da dâhil- yüzde 70’i son 30 yılda yapılmış. Müthiş bir rakam bu, yani İstanbul’da yılda 60-70 bin konut üretilmiş, Türkiye geneline baktığımızda 500-600 bin konut üretilmiş. Bu hızlı süreç içerisinde iki risk ortaya çıkmış. Bunda plancıların da kabahati var, sistemin de kabahati var, yönetsel, yasal çerçevelerin de katkısı var. Sonuçta kentlerimizde ikili, üçlü yapılar oluşmuş. Anadolu kentlerine gittiğinizde gördüğünüz eski geleneksel dokular çöküntüye uğruyor; yeni gelişme alanları, özellikle de konut alanları... İstanbul’a geldiğinizde bu yapıyı ikili, üçlü, dörtlü olarak görebiliyorsunuz. İstanbul’un geleceğini nasıl planlayacağız? Ortada iki risk var. Önceliklerimiz ne olacak? Plancı olarak bana göre öncelik yapı riskinin ve yaşam kalitesi riskinin minimize edilmesidir. 30 yılda, 40 yılda ortaya çıkardığımız bu riski, bu durumu herhalde 30-40 yılda çözemeyeceğiz. Onun için plan, program yapıp önceliklerimizi ortaya koymamız lâzım. Bana göre İstanbul’un geleceğinde üç kavram var. Bu üç kavram çerçevesinde plan, proje üretilecek. İster sevelim bu kavramları, ister sevmeyelim, birincisi dönüşüm, kentlerimiz dönüşecek. Bu iki risk olduğu sürece dönüşüm zorunlu. İki yenileme, öyle bir kavram girdi. SİT alanlarının içerisinde yasal dayanağı olduğu için söylüyorum, kavramları tartışmıyorum, yani dönüşümün içinde yenileme var mı, bunları tartışmıyorum, ama bu projeler uygulanmaya başlandı. Üçüncüsü de gelişme. İstanbul gibi hızla büyüyen kentlerde hem dönüşüm olacak, hem kentsel gelişim olacak. Bizim bunlara hazırlıklı 104 olmamız lâzım. Buna ilişkin stratejiler üretmemiz lâzım. Düne baktığımızda ürettiğimiz çevrenin iyi olmadığını biliyoruz, klasik imar planı anlayışımızın da iyi olmadığını biliyoruz. Bunun değiştirilmek zorunda olduğunu biliyoruz. Peki, temel strateji ne? Bunu hepimiz biliyoruz. Ben kısaca, 3E ile özetliyorum: Ekoloji olmadan, planlamanın özünü, çevre değerlerini korumadan yaptığımız planlamanın bir anlam ifade etmediğini gördük; yani ekolojik değerlere sahip çıkacağız. Dün çıkmadık, havzalarımız yapılaştı, göllerimiz yapılaştı. Ekolojiyi dikkate alacağız. İkincisi, düne kadar imar haklarını eşitlikçi dağıtmadık. Bugün artık eşitlikçi dağıtmak zorundayız. Bu eşitliğin içerisinde sosyal eşitlilik, mekânsal eşitlilik var; bunları çoğaltabiliriz. Detayına girmiyorum. Bir üçüncüsü, artık -ilk konuşmacı söyledi- planlama kavramının içerisinde ekonomiyi de yaratmamız lâzım. Bana sorarsanız dönüşüm yerel ekonominin kalkınmasına yönelik öncü birtakım programların üretilmesidir. Bunu gündemimize almamız lâzım. Sadece mekânsal olarak bakmamalıyız. Onun için yeni planlama anlayışımızda 3E kavramlarına dikkat etmemiz, bunları öncelikli konu olarak almamız lâzım. Bu yetmiyor, 3P dediğimiz -tartışmadan sadece isimlerini söyleyeceğim; çünkü plancı çoğunluklu bir toplantıdayız- plan, program, proje üçlüsüne de dikkat edeceğiz. Yani bütüncül planlama çerçevesinde yapacağız. Konut sunumuna gelelim. Bugün kamu eliyle büyük konut projeleri, yerleşmeler yapılıyor. Bunda da öncü rolü -İstanbul özelinde konuşuyoruz- TOKİ ve KİPTAŞ alıyor. Bu kamu odaklı proje geliştirmede birtakım yanlışlıkların olduğunu biliyoruz, birtakım artıların olduğunu da görüyoruz. Bardağın hem dolu hem boş yönünden bakmamız lâzım. Kentsel çevre açısından baktığımızda hiç olumlu örnekler olmadığını görüyoruz, ama sosyal konut üretimi açısından baktığınızda olumlu örneklerin de olduğunu görüyoruz. Birincisi bu, buna ilişkin 105 yasalar çıkıyor, yönetmelikler çıkıyor. İkincisi özel sektör eliyle konut sunumu var. Son 4-5 yılda bu iyice yaygınlaştı. Artık Türkiye’nin gündeminde büyük yatırımcılar, kurumsal yatırımcılar, uluslararası fonlar var. Fonlar devreye girmeye başladı, ölçekler değişmeye başladı. Kamuözel işbirliği projeleri gündeme gelmeye başladı. Örneğin, son günlerde gündemde olan Tarlabaşı’nda kamuyla özel sektör bir yasal çerçeve içerisinde bir araya geliyor, mülk sahiplerinin bilgisi dahilinde, iradesi dışında özel mülkiyet ihlal edilebiliyor. Bu tür yasalarımız var, artılarını eksilerini tartışmayacağım, ama burada bir taraf eksik; yerel. Adına mülk sahibi deyin, yaşayan deyin, bunları nasıl katacağız; bunu düşünmemiz lâzım. Yani stratejik ortaklık dediğimiz ortamı nasıl yaratacağız, bunun üzerinde çalışmamız lâzım. Bana göre Türkiye’nin kentlerinin gündeminde iki temel sorun var. Bunu çözmemiz lâzım. Birincisi, arsa yok, kentsel arsanın yeniden kullanımını nasıl ortaya koyacağız, bunu nasıl yöneteceğiz? Boş arsa kalmadığına göre, kentlerimizde yapılaşmalar çok yoğun olduğuna göre, yapı riskleri bulunduğuna göre, yaşam kalitesi riskleri olduğuna göre bu alanlarda kentsel arsayı yeniden kullanma becerisini gösterebilecek miyiz? Burada plancılara çok büyük görevler düşüyor. Bunun üzerinde çalışmamız lâzım. İkincisi de, kıt kaynakların kullanımı. Kaynaklarımız kıt, İstanbul imar rantı üzerinden yeniden şekilleniyor. Finansman yaratamıyorsunuz, sosyal projeler için finansman bulamıyorsunuz, imar rantı, yani yoğunluk artışlarıyla dönüşüm yapıyorsunuz. Bunun yönetimini de sosyal odaklı, kamu odaklı olarak nasıl yapabiliriz sorusunun üzerinde tartışmamız gerekiyor. Bu da plancıların gündemine “proje ve arazi geliştirme” kavramını getiriyor. Bu konularda artık üniversitelerde dersler veriliyor. Yani, bir proje nasıl geliştirilir, arazi nasıl geliştirilir, gibi konular üzerinde yeni sektörler oluşmaya başladı. 106 Son olarak da böyle bir yapı içerisinde yeni kurguyu nasıl kurarız? Bunun üzerinde birkaç ana başlık söyleyeceğim ve konuşmamı bitireceğim. Klasik imar planı anlayışı içerisinde üst ölçekli plan, alt ölçekli plan, vb. plan ve kavram kargaşası içerisinde ben kentlerin yeniden şekilleneceğine inanmıyorum. Bütüncül planlamanın yanındayım, tabii ki plancı olarak bütüncül planlama yaklaşımı içerisinde her şeyi düşünmemiz lâzım. Fakat biraz önce söylediğim yığınla sorun var ortada, o zaman farklı bir planlama anlayışını ortaya koymamız lâzım. Hukuksal sürece girdiğinizde artık klasik imar planının çözüm olmadığı ortada. O nedenle artık mekânsal gelişim strateji şemaları ya da mekânsal gelişim strateji çerçevesi, adına ne derseniz deyin bunun içinde esnek, yereli dikkate alan, tarafları dikkate alan, beklentileri ele alan bir yaklaşımı ortaya koymamız lâzım. Bunları biliyoruz, artık gündemimize stratejik planlama kavramı girdi. Bunun gereğini yapmamız lâzım. İkincisi, benim özellikle son yıllarda uzmanlık alanım olan uzlaşma yönetimi. Artık proje bazında tarafları uzlaştıracak mekanizmaları, yöntemleri geliştirmemiz lâzım. Son 6 ay ben Tarlabaşı projesindeydim, yarın zannediyorum tartışılacak. Bir uzlaşma yönetim sürecine girdim, çok şey öğrendim. Fakat orada işe üç sorun var diye başladık; karşımıza 36 sorun çıktı. Bu tarafları bir araya getirmek, beklentileri yönetmek o kadar zor ki, ama bunların içine girmemiz lâzım. İkinci şey, katılımcı planlama. Bunu hep söylüyoruz; ama değerli arkadaşlar, plancılar, katılımcı planlamanın gereğini yapmamız lâzım. Ben 80 yılında üniversiteye girdiğimde ilk bu kavramı duydum, hâlâ tartışılıyor. Bunun yöntemlerini geliştirmemiz lâzım. Bir de yenilikçi yaklaşımları artık hızla gündeme getirmemiz lâzım. Türkiye’nin en büyük problemi kentlerde mülkiyet, mülkiyet hisseli parçalı ve çok önemli. Bunu çözmemiz lâzım. İkincisi yoğunluklar, kentlerimiz çok yoğun, dönüşüm projelerinde bunu 107 görüyoruz. Zeytinburnu’na giriyorsunuz, emsal 5. İstanbul’da en yüksek emsal 2.5 veriliyor yeni plan yapılınca, hiç kimse memnun değil. Diyorsunuz ki “değerin artıyor” Mülk sahibine sorduğunuzda “bana ne, bana ne kadar imar hakkı verirsen o kadar önemli” diyor. Artık arsa önemli değil, arsa üzerindeki imar hareketleri, mülkiyetin toplulaştırılması, imar haklarının transferi gibi konular yasalarımıza girdi; bunlara ilişkin örnekler gösterip çalışmalar yapmamız lâzım. Son olarak bütün bu belirsizlikler içerisinde plancının rolü ne olmalı? Bunu yeniden tanımlamamız lâzım. Şu anda iki projede çalışıyorum. Biri biraz önce söylediğimdi; bitti, uzlaşma yöneticisi olarak girdik, tarafları uzlaştıramadık. İkincisi, Kartal dönüşüm projesinde tarafları uzlaştırmaya çalışıyoruz. O biraz daha kolay gibi gözüküyor, ama oranın da sorunları farklı, orada yaşayan yok. Tarlabaşı’nda yaşayan çoktu. Şu sonuçları çıkardık: Sadece başlıklarını verip bitireceğim. Plancının rolünü ben 5B maddesiyle özetleyeceğim. Bu üzerinde çok konuşulacak ayrı bir konu, plancının birinci görevi doğru bilgilendirmedir. Plan olsun, proje olsun, senaryo olsun tarafları doğru bilgilendirecek. İkincisi, plancı bilinçlendirme görevini de üstlenmeli. Tarafsız bir gözle özellikle mülk sahiplerini, projeden doğrudan etkilenen tarafları bilinçlendirecek söylemleri ortaya atmalı, örnekleri göstermeli. Üçüncüsü ki, bu en önemlisi, plancının bir başka görevi buluşmaları sağlamalı. Örneğin, Tarlabaşı’nda 8-10 tarafı buluşturduk. Belediye, yatırımcı, mülk sahipleri, yaşayan, yoksul, travesti neyse bütün bu tarafları yenileme buluşturuyorsunuz, kuruluyla bu ortamları buluşturuyorsunuz, sağlıyorsunuz. 4 belediyeyle B dediğimiz belirsizliklerin ortadan kaldırılması için. Belirsizlik ortamında proje üretemiyorsunuz. O zaman belirsizliklerin ortadan kaldırılmasına yönelik stratejiler üretmeniz lâzım. Tabii, en önemlisi, onu sona bıraktım; beklentileri yönetmek. Her tarafın beklentileri ister belediye 108 olsun, ister yatırımcı, ister mülk sahibi olsun, çok yüksek. Bu beklentileri ortak payda altında bireysel yararla toplumsal yararı çakıştıracak düzeye getirdiğiniz zaman uzlaşma sağlanmış oluyor, ama bu kültür maalesef gelişmemiş durumda. Bunu geliştirecek mekanizmaları sağlamalı, bunun içinde güven ortamı önemli. Kamuya güven yok. Dönüşüm projelerinin bence sıkıntısı o. Müthiş bir gerilim yaşanıyor. Sulukule’de olduğu gibi kamu odaklı geliştirirseniz güven ortamı olmuyor; tersten giderseniz süreç uzun, sorunlar çok, ama o zaman güven ortamı oluşuyor, daha farklı sonuçlar ortaya çıkıyor. Benim söyleyeceklerim bunlar, özetle kentlerimizin önünde büyük riskler var. Kentlerimizin geleceğini kurgularken yeni mekanizmaları, yeni yaklaşımları ortaya koymamız lâzım. Bence burada plancının rolünün biraz önce söylediğim bu 5B -bunları çoğaltabilirizçerçevesinde yeniden kurgulanması lâzım. Teşekkür ederim. PROF. DR. GÜZİN KONUK- Teşekkürler Sayın Göksu. Bu belirsizlik ortamında yeni belirleyicilerle geleceğe bakmamız gerekiyor. Üçüncü eksende çok önemli bir temel alanımız var; ulaşım. İstanbul’un geleceğini yönlendirmede. Ben bu konuda üç konuşmacıdan Sayın Prof. Dr. Haluk Gerçek’e ilk sözü veriyorum ve diyorum ki, acaba İstanbul’un ulaşımla ilgili kararlarında nasıl bir sistem, sistematik var ya da görüşler neler? Prof. Dr. HALUK GERÇEK- Teşekkür ederim Sayın Başkan. Tema belirsizlik olduğu için ben de belirsizlik ortamında İstanbul’un ulaşımının planlanmasına ilişkin bazı şeyler söylemek istiyorum. Belki çoğumuz biliyoruz, şu anda İstanbul’un ulaşım ana planı yapılmakta, İstanbul Büyükşehir Belediyesi ve JICA tarafından, 109 sanıyorum önümüzdeki haftalar ya da aylar içerisinde tamamlanacak. Son aşamaya gelme durumunda. Belirsizlikle ilgili birkaç boyuttan başlayarak konuşmama girmek istiyorum. Biraz da plancı değil de mühendis kökenli olduğum için bir kere belirsizlik kaynakları olarak üç temel kaynak sayabiliriz. Bunlardan biri verilerdeki hatalar, bu geçmiş olaylardaki belirsizliği ortaya koyuyor. Biz ne yazık ki gerek planlama olarak kent planlaması, gerek ulaşım planlaması olarak verilerimizin çok sağlıklı olduğunu söyleyemiyoruz. Bu verilerdeki hataları buradaki belirsizliği istatistiksel olarak ölçmek mümkün, yani ne kadar hata yaptığımızı istatistik yöntemlerle ölçebiliyoruz ve bunları azaltmak da mümkün. Çünkü bu veri hataları ya ölçme hatalarıdır, ya örnekleme hatalarıdır ya da insan hatalarıdır. İyi bir veri tabanı oluşturduğumuz takdirde daha dikkatli, özenli bir çalışmayla hataları azaltarak, buradaki belirsizliği gidermek mümkün. İkinci grup belirsizlik kaynağı öngörülerdeki hatalardır. Bu da gelecekteki olaylara ilişkin belirsizliktir. Burada teknolojiyi ne kadar kullanırsak kullanalım, ne kadar ilerlemiş teknikler, yöntemler kullanırsak kullanalım, bu belirsizliği gidermek, tamamıyla gidermek mümkün değildir. Çünkü gelecek her zaman için belirsizdir. Özellikle Türkiye gibi sosyo-ekonomik dinamiği çok hızlı değişen ülkelerin, İstanbul gibi özellikle çok hızlı bir değişim içerisinde olan kentlerinde geleceğe ilişkin belirsizlikler çok daha fazla olmakta, çünkü stabil bir toplumsal ekonomik yapı yok, stabil bir politik yapı yok, siyasal yapı yok, kurumsal yapı da yok. O nedenle bu konudaki belirsizlikleri azaltmak her ne kadar mümkünse de tamamen gidermek mümkün değil. Üçüncü grup hatalar model hatalarıdır. Belirsizlik kaynağı olan, çünkü biz özellikle ulaştırma planlamasında -mekânsal planlamada da var tabii- birtakım matematiksel modeller kullanırız. 110 Geleceği öngörmek için, projeksiyonlar yapabilmek için bunlar bir anlamda insan davranışlarını betimleyen modellerdir. Hâlbuki insan davranışları, toplumsal davranışlar, çok kompleks, karmaşık yapısı olan olaylardır. Ne kadar karmaşık, gelişmiş matematik modeller kullanırsanız kullanın, bunları belirli bir hata payıyla öngörebilirsiniz. Bunların da giderilmesi tamamen mümkün değildir, bir anlamda bunlar kalıcı hatalardır. Bunlara da çok dikkat etmek gerekir. Bu belirsizlik kaynakları çerçevesinde İstanbul ulaştırmasını planlarken karşımıza çıkan belirsizlik kaynakları nelerdir diye baktığımızda ben belli başlı birkaç madde altında bunları toplamak istiyorum. Bunlardan biri demografik öngörülerdir, yani İstanbul nasıl büyüyecek? Nüfus olarak baktığımızda, İstanbul Metropoliten Planlama Merkezi içerisinde yapılan çalışmalarda, İstanbul’un 2025 yılındaki nüfusu için 17.4 milyonla 22 milyon arasında değişen farklı öngörüler var. Kimse bunlardan hangisinin gerçekleşeceğini tam olarak söyleyemiyor. O zaman siz plancı olarak belirli bir varsayım, belirli bir kabul yapmak durumunda kalıyorsunuz. Burada yapılan kabul şudur: Korumacı bir yaklaşımla İstanbul’un kırmızı çizgileri belirlenerek, yani su havzalarının, orman alanlarının, yeşil alanların, doğal kaynakların daha fazla tahrip olmaması için İstanbul’un taşıyabileceği maksimum kapasite nüfusu üzerinden yapılan bir yaklaşımla 15.5’la 16 milyon arasında değişen bir nüfus eşiği öngörülmüştür ana planda ve İstanbul’un ulaştırma ana planı da bu nüfus öngörüsüne göre yapılmaktadır. 2023 yılı için bu nüfus öngörüldüğüne göre, demek ki bugüne göre baktığımız zaman yüzde 30’luk bir artış doğrultusunda plan yapıyoruz. İkinci önemli belirsizlik kaynağı demografik öngörülerin dışında ekonomik büyümeye ilişkin öngörülerdir. Çünkü İstanbul’da 2006 yılında gayri safi yurtiçi hâsıla kişi başına 5842 dolar olarak 111 hesaplanmış; ulaştırma ana planında ise, 2023 yılındaki kişi başına gayri safi yurtiçi hâsılanın 9681 dolara çıkacağı öngörülüyor. Yani aşağı yukarı yüzde 80’lik bir artış öngörülmüş. Günümüzün özellikle çok hızla değişen ekonomik ve finansal koşullarına baktığınızda nasıl bir büyümeyle İstanbul’un büyüyeceğini, hele böyle 15-20 yıllık bir süreç içerisinde öngörmek hiç kolay değil. Çünkü Türkiye’de büyüme tahminleri çoğu zaman tutmuyor. 2009’dan itibaren İstanbul için öngörülen yıllık ortalama ekonomik gelişme hızı 5.2. Biliyoruz ki, zaten bu sene Türkiye ekonomisindeki büyüme öngörülerin altında gerçekleşti ve içinde yaşadığımız küresel kriz göz önünde tutulduğunda ve bunun Türkiye’ye yansımalarını da göz önünde tuttuğunuzda önümüzdeki yakın yıllarda büyüme değerlerinin herhalde yüzde 5’in oldukça altında gerçekleşmesi pek fazla sürpriz olmayacaktır. O halde sizin öngördüğünüz senaryolar ya da büyüme öngörüleri sık sık değiştirilmek durumundadır. Böyle uzun dönemli planlarda bunu yapmadığınız için baştan zaten önemli sapmalarla karşılaşıyorsunuz. Diğer önemli bir belirsizlik kaynağı istihdamdır. İstanbul için istihdamın 2023 yılında bugüne göre yüzde 70’lik bir artışla 6.4 milyona çıkacağı öngörülüyor. Bu da tabii yine belirli bir hata, bir belirsizlik içeriyor. Bununla ilgili ilk konuşmacı Sayın Ticaret Odası’ndan görüşlerini belirtti; belki elinde başka büyüme senaryoları olabilir, ama sonuç olarak plancılar belirli kabullerle gitmek zorunda kalıyorlar. Nüfus ve büyüme hızları dışında ulaştırma açısından önemli olan çok önemli bir parametre de mobilite diye bilinen hareketlilik, kişi başına gayri safi yurtiçi hasıla nasıl ekonomik büyüme için bir göstergeyse kentlerde de kişi başına günlük yolculuk sayısı o kadar önemli bir göstergedir. 1996 yılında İstanbul Teknik 112 Üniversitesi’nin yaptığı yolculuk anketlerinde bulduğumuz değere göre, İstanbul’da motorlu araçlarla kişi başına günde bir yolculuk yapılmaktadır. Motorlu araçlarla günde yapılan toplam yolculuk sayısını kentin nüfusuna bölerek bulunan değer 1’di 1996’da; 2006’ya geldiğimizde şu anda yapılmakta olan çalışmada bu değerin 0.88’e düştüğünü görüyoruz. Hareketlilikte bir azalma olmuş İstanbul’da, buna karşılık yaya yolculuk hareketliliği artmış. 2023 planı hangi hareketlilikte yerini esas alıyor? Motorlu araçlarla hareketliliğe baktığımızda 1.10 değerinin esas alındığını görüyoruz. Yani bugün 0.88 olan 1996’da da 1 olan hareketlilik değerinin, 2023’te 1.10’a çıkacağı öngörülmüş. Kişisel olarak ben bunun oldukça düşük bir değer olduğunu düşünüyorum. Çünkü şu anda İstanbul’daki ulaştırmanın getirdiği sorunlar, insanların trafik içerisinde çok uzun zaman harcamaları, hiper tıkanma dediğimiz trafik tıkanıklığı olayının insanın yaşam kalitesini düşürmesi gibi değişik nedenlerle bastırılmış bir ulaşım talebi vardır. İnsanlar motorlu araçlarla mümkün olduğu kadar az yolculuk yapmaya çalışmaktadır. Yapmak zorunda oldukları yolculukları yapıyorlar, işe gidiyorlar, okula gidiyorlar veya çok önemli yolculuklarını yapıyorlar, ama onun dışında sosyal faaliyetler için, gezmek için, arkadaş ziyareti için, diğer bazı sosyal etkinlikler için yolculuklarını mümkün olduğu kadar yapmıyorlar ya da yapıyorlarsa bunu kısa mesafelerde yürüme mesafesi içerisindeki noktalarda yapmaya çalışıyorlar. Bu bastırılmış talebin, önümüzdeki 1520 yıl içerisinde ulaşım sisteminde sağlanacak iyileştirmelerle önemli ölçüde sıçraması mümkün. Bu nedenle ileriye dönük projeksiyonları yaparken bu sıçramanın olabileceğini de, ulaşım sistemindeki gelişmeye paralel olarak göz önünde tutmak gerekir. Başka bir belirsizlik kaynağı finansman kaynakları konusu. Özellikle bu yaşadığımız günlerdeki küresel krizi de göz önünde tuttuğunuzda Türkiye’nin artık dışarıdan kolayca kredi 113 bulması, gerek yatırımları, gerek diğer projeleri için pek mümkün olmayacak. Hâlbuki ulaştırma ana planının bize verdiği rakamlara baktığımızda İstanbul’da 2023’e kadar sadece raylı sistem projeleri için 24 milyar dolara, karayolu projeleri içinse 16 milyar dolara ihtiyaç var. Yani 2023’e kadar olan periyot içerisinde kentin ulaştırma altyapısı için 40 milyar dolarlık bir yatırım gerekiyor. Bu kadar büyük bir finansmanı ne yerel yönetimlerin ne merkezi yönetimin sağlaması mümkün değil. Zaten gerek İstanbul’da, gerekse Türkiye genelinde baktığımızda Türkiye’deki ulaştırma yatırımlarının çok önemli bir kısmı dış borçla yapılan yatırımlardır. Yani öz kaynak değil, kredi bulunarak yapılan yatırımlardır. Bunların bir kısmı uygun faizli kredilerdir, bir kısmı daha değişik kredilerdir, ama sonuçta kredi maliyetlerini de üstüne koyduğunuz zaman 1000 dolara çıkacak bir proje borç ödemeleri nedeniyle 2000 dolara çıkmaktadır. 24 milyar dolarlık yatırım için kredi bulunmasının bundan sonra ne kadar zor olacağını tahmin etmek çok zor değil, burada da önemli bir belirsizlik ve sıkıntıyla karşı karşıya kalacağız. Son olarak belirsizlikle ilgili bir başka önemli etmen, özellikle merkezi yönetimlerin plan dışı büyük proje kararları alması ve bunun planın bütünlüğünü olduğu gibi değiştirmesi. Daha plan yapılırken bu kararlar alınıyor. İşin ilginci, bir yandan ulaştırma ana planı yapılıyor, bir yandan merkezi yönetim ulaştırma ana planında hiçbir şekilde öngörülmeyen çok büyük ulaştırma projesini, örneğin, üçüncü Boğaz Köprüsü’nü yapma kararı alabiliyor. Plan süresince buna daha başka büyük projelerin de eklenmeyeceğini kimse söyleyemez. Tabii, bütün bunlar sizin yaptığınız bütün öngörüleri, matematik modelle bulduğunuz sonuçları tamamen değiştiriyor. Yeni bir köprünün örneğin, kuzeye yapılması sadece ulaştırma açısından değil, mekânsal planlama açısından da kente çok önemli etkiler getiriyor. Bunu bugünden göremiyorsunuz, çünkü böyle siyasî otoritenin karar 114 vericilerin tepeden inme bir karar verme kültürü, alışkanlığı var bizde; bu da belirsizliğin en önemli kaynaklarından biri olarak ortaya çıkıyor. Çünkü bütün bu belirsizliklere karşı tabii planlama sürecinde bunları mümkün olduğu kadar giderici bazı yöntemler uygulamak mümkün, bunun başında senaryo analizleri geliyor. Yani madem biz geleceği kesin biçimde ya da çok küçük hatalarla öngöremiyoruz, o zaman ulaştırma planlaması yaparken olası bazı senaryolar geliştirmeye gidiyoruz. Bu senaryolar değişik gruplar için yapılabilir, yani mekânsal gelişme için de değişik senaryolar geliştirebilirsiniz. Ulaştırma sisteminin ulaştırma altyapısının yapısıyla ilgili de senaryolar geliştirebilirsiniz. O senaryolara göre farklı öngörüler, farklı planlar ortaya çıkarmak mümkün. İkinci bir yaklaşım duyarlılık analizleri yapmak, yani sensitivite testleri yapmaktır. Bu da çok bilinen ve en çok kullanılan yaklaşımlardan biridir. Örneğin, biraz önce saydığım bütün bu belirsizlik parametrelerinden plana en fazla etki edecek olanların birkaçını alıp bunların belirli ve makul diyebileceğimiz aralıklarda değişmesi durumunda plan sonuçlarının nasıl değişebileceği konusunda analizler yapılır ve bunlar da karar vericilerin önüne konulur. Üçüncü bir yaklaşım var ki, bunun kullanılması biraz zordur ve benim bildiğim kadarıyla da ancak finans sektörü, yatırım sektörü bunu kullanıyor. Ulaştırma planlamasında pek kullanıldığını, genel anlamda kullanıldığını bilmiyorum. Olasılıksal temelli analizler, örneğin matematik modeller kurarak her bir parametrenin belirsizliğini ve risklerini ölçen Monte Carlo simülasyonu, vesaire gibi yöntemlerle, olasılık temelli bazı yaklaşımlarla geleceğe ilişkin olarak daha ayrıntılı bazı risk analizleri yapmak mümkün, ama bizde demin de söylediğim gibi en çok kullanılan senaryo ve duyarlılık analizleridir. Ancak bildiğim kadarıyla örneğin, İstanbul ulaştırma ana planı çalışmasında böyle bir 115 senaryo analizi yapılamıyor. Çünkü konuştuğunuz zaman bu projeyi yürüten JICA’nın ileri gelenleri de haklı olarak “bizim sözleşmemizde böyle bir şey yok, biz bir öngörü yapacağız. Mekânsal gelişmeyi 16 milyona göre yapacağız, ulaştırma sistemi için de belirli kabuller yapıyoruz ve bunun sonuçlarını da plan olarak ortaya koyacağız” diyorlar. Ulaşım planlaması açısından ne yapmak gerekir? Bütün bu belirsizlikleri göz önünde tuttuğumuzda her şeyden önce şunu daha önceki konuşmacılar da söyledi, katılımcılık ve paydaşların planlama sürecine katılımının geliştirici bir mekanizmanın pratiğe dönüştürülmesi zorunluluğu var. Bu artık tartışmasız herkesin kabul ettiği bir gerçek, çünkü bizde nasıl mekânsal planlama kararlarında yerel insanlar, orada yaşayanlar, bundan etkilenen paydaşlar söz sahibi olamıyorsa ulaştırmaya ilişkin kararlarda da söz sahibi olamıyorlar, tamamen tepeden inme bir planlama anlayışıyla karşı karşıyayız, ama bunu sağlayabilmenin ön koşulu da katılımcıları bilgilendirmek her şeyden önce. Çünkü insanlarımız, yani kentliler diyelim İstanbul örneğini alırsak, ne yazık ki ben en azından ulaştırma bağlamı içerisinde söylüyorum, yanlış bilgilendiriliyorlar, eksik bilgilendiriliyorlar ya da hiç bilgilendirilmiyorlar. Bu çok önemli bir şey, siz onlara herhangi bir proje konusunda fikrini sorduğunuz zaman da yanlış ya da eksik bilgilendirildikleri için yanlış kararları kendilerince doğruymuş gibi ortaya koyabiliyorlar. Ben İMP’de kuruluş zamanlarında çok kısa süreli bir danışmanlık deneyimi yaptım. Orada hatırlıyorum, çok küçük ölçekte üçüncü Boğaz Köprüsü için bir anket yapılmıştı. Ölçek çok küçüktü örnekleme anlamında; ama gelen cevapta İstanbullular yüzde 70 destekliyordu. Bunun önemli bir kısmı bilgi eksikliğinden ve yanlış bilgiden kaynaklanıyor. O halde toplumda farkındalık kampanyalara ihtiyaç var, bunun yollarını aramak lâzım. yaratıcı 116 Yani insanlara kendi yaşam mekânlarıyla yaşadıkları kentle ilgili gerçekleri başına gelecekleri doğru biçimde aktaracak bir farkındalık kampanyasının yollarını bulmak lâzım. Bu tür toplantılar kendi aramızda fikir birliği, görüş alışverişi açısından yararlı oluyor, ama bunlar topluma hiçbir şekilde yansımıyor. Bu konuda toplumu aydınlatmak için çok başka araçlar bulmak gerekiyor. Ben bu farkındalık bilincinin artmasıyla ve katılımcılıkla ilgili demokratik karar verme süreçlerinin geliştirici uygulanabilir mekanizmalarının bulunmasıyla karar vericilerin kente ilişkin, ulaştırmaya ilişkin kararlarında şimdiki kadar rahatça karar veremeyecekleri bir noktaya gelinebileceğini düşünüyorum. Çünkü bu demokratik ortam içerisinde en azından yerel yönetim ya da merkezi yönetim seçimleri geldiği zaman, yerel halklar kendilerine karşı kararlar alan insanları bir daha yönetimde görmek istemediklerini belirtme hakkını da daha bilinçli olarak ortaya koymuş durumda olacaklar, ama şu aşamada plancıların da bu işte çok fazla masum olduğunu söylemek mümkün değil. Örneğin, İstanbul ulaşım ana planıyla ilgili son çalışmalarda bize yapılan sunumlarda şu ortaya çıktı: Harem’le Sarayburnu arasında sadece otomobillerin geçeceği bir tünel projesi var. Belki büyük bir kısmını biliyorsunuz, bu tünel projesi plana alınmış durumda. “Bu niye alındı?” diye sorduğunuzda “hükümet zaten buna karar verdi” diyorlar. İhalesi de yapıldı. O zaman planlamanın anlamı ne oluyor? Hükümet elini çabuk tutup üçüncü köprüye de karar verirse bu planın son noktası konulmadan o zaman onu da aynı mantıkla plana almak gerekecek. Bunları sorgulamak gerekiyor. Teşekkür ederim. PROF. DR. GÜZİN KONUK- Teşekkürler Sayın Gerçek. Sayın hocamız ulaşım mastır planından bahsetti İstanbul için, bu konuda Serap 117 Çetinkaya’dan ben özellikle görsel birtakım verilere dayanan bir bilgilenme açıklaması rica ettim. SERAP ÇETİNKAYA- Teşekkür ediyorum hocam. Sizin ricanız üzerine ulaşım ana planında yaşanılan süreci anlatmak üzere görsel bir sunum hazırladım. Olabildiğince en son ulaşım mastır planını görmek, tanımak durumundayız. Bu da bizim için bir fırsat. Eğer biraz zaman alacaksa ben Zeynep Hanım’a hemen sözü vereyim. Ulaşımda üçlü bir gruptuk. Kendisinden görüşlerini alalım. Zeynep Sindel Buket. ZEYNEP SİNDEL BUKET- Teşekkür ediyorum. Ben DLH adına çalışmıyorum, ancak Marmaray projesinin DLH adına kontrolünü yapan müşavirlik firması Avrasya Consult için çalışıyorum. Dolayısıyla burada benim size verebileceğim bilgiler ancak Marmaray projesi ve Marmaray projesiyle ilintili şu an için öngörülen ve planlanan diğer projelerle sınırlı kalacak. Ben öncelikli olarak bu projenin çıkış noktasına değinmek istiyorum. Çok kısaca, bildiğimiz gibi bu İstanbul metropoliten bölgesi için hazırlanan 1995 yılı plan kapsamında kent içi ulaşım politikaları plan kararlarının uygulanmasının önemli bir bileşeni olarak ele alınmıştı ve ulaşım hizmet düzeyinin yükseltilmesi, kentsel yaşam standardının artırılması için temel faktör olarak benimsenmişti. Dolayısıyla kent içi ulaşımında yolculuk sürelerinin kısaltılması, konforlu ve güvenilir bir ulaşım sisteminin oluşturulabilmesi, kent merkezi alanlarında ve özellikle de Tarihî Yarımada’daki trafiğin olumsuz etkilerinin azaltılması amacıyla toplu taşım sistemlerine bir öncelik verilmesi plan ilkesi olarak kabul edilmişti. 118 Bu planın ilke ve kararları doğrultusunda 95 yılında hazırlanan Ulaşım Ana Planı, bu toplu taşım sisteminin ana omurgasını oluşturacak yaklaşık 200 km. uzunluğundaki bir raylı sistem ağının 2010 yılına kadar gerçekleştirilmesini ve bu hakların deniz taşımacılığı ve diğer toplu taşım sistemleriyle entegrasyonunu öngörmekteydi. Bu İstanbul’da kent içi yolculuklarının önemli bir parçası olan ve hâlâ iki adet karayolu köprüsü ve deniz hatlarıyla sağlanan boğaz geçişi için yüksek kapasiteli bir raylı sistem bağlantısı planının getirdiği bir başka önemli ulaşım kararı olarak o zaman yer almıştı. Bu ulaşım ana planı doğrultusunda kentin her iki yakasında doğu-batı aksı üzerindeki mevcut demiryolu ağının rehabilite edilerek yüksek kapasiteli bir metro sistemine dönüştürülmesi ve boğaz altında yapılacak olan tünel marifetiyle de doğu-batı yönünde sürekli bir geçişin sağlanması hedeflenmişti. Bu kararlar ışığında 2004 yılında Marmaray projesinin ilk adımı atıldı, temel atma töreni oldu. 2004 yılının Ağustos ayı itibariyle boğaz tüp geçişinin inşaatına başlandı. Ben birazcık sayısal değerler vermek istiyorum. Aslında kamuoyunda oldukça biliniyor, ama gene de hafızaları, bilgileri tazelemek adına vereceğim birtakım rakamlar olacak. Bu proje sona erdiğinde ki, önümüzdeki hedef yılı 2011 yılı sonu; ilk başta anons edilen resmi sözleşme bitiş tarihi 2009 yılı olmasına rağmen özellikle istasyon bölgelerinde yürütülen yoğun arkeolojik kazı çalışmaları nedeniyle bu süreç uzadı. Tabii bu 2011 yılı sonu olarak öngörülen tarih, her zaman için değişikliğe tabi olabilir. Çünkü arkeolojik kazıların ne zaman biteceğini, nerede sonuçlanacağını tahmin etmek çok olası değil. Bu proje sona erdiği zaman Gebze-Halkalı arasında 76 km.lik kesintisiz bir raylı sistem ağına kavuşmuş olacağız. Üç hat üzerinden çalışacak. Bu hatta karma trafik işletmesi yapılacak. Hem banliyö trenleri, 119 hem de şehirlerarası yük ve yolcu trenleri bu sistemden faydalanacak. Bildiğiniz gibi boğaz geçişinde bu üç hat ikiye inecek ve pik saatler dışında şehirlerarası yük ve yolcu trenleri iki yaka arasında geçmeye devam edebilecekler. Marmaray projesi toplam 40 adet istasyondan oluşuyor. Bunların üçü yeraltı istasyonu, Üsküdar’da, Yenikapı’da ve Sirkeci’de bu yeraltı istasyonları yapımı devam ediyor. Geri kalan istasyonlar da yerüstü istasyonları, bunların büyük çoğunluğu şu anda mevcut demiryolu ağı üzerinde yer alan istasyonların bulunduğu bölgelerde yapılacak, ama tamamen yeni imalatlar olacak ve bu sistem elektromekanik açıdan da sıfırlanarak yeniden imâl edilecek. 2004 yılında ihalesi yapılan projeye göre, aslında Marmaray projesi üç ihaleden oluşuyordu, üçe bölünmüştü. Bunlardan biri boğaztüp geçişi ki, bu 13.5 km.lik bir kısmını kapsıyor. Onunla ilgili gelişmeleri size vermek istiyorum. 11 tüp elemanı bu kapsamda imâl edildi ve bunların boğaz tabanına açılan hendeğe yerleştirilmesi tamamlandı. Biz bu geçişin ortasını bitirdik, ama iki taraftaki, karadaki tünelleri henüz tamamlayamadık ve istasyonların inşaatına devam ediyoruz. Anadolu yakasındaki tünellerin de yaklaşık yüzde 50’lik bir kısmını tamamlamış durumdayız. Buradaki arazi koşulları, zemin koşulları tünel açma hızımızı oldukça etkiliyor, ama tahmini olarak 6-7 ay içerisinde Anadolu yakası tünellerinin boğaz geçiş elemanlarına ulaşması planlanıyor. Avrupa yakasında ise birazcık daha sıkıntılı bir durum var. Yenikapı istasyonunda, bu tünel porteli olarak kullanılacak şaft kazısı, istasyon kazısı ve arkeolojik kazılar 2004 yılından beri, yani 4 senedir devam etmekte ve sanırım bir süre daha devam edecek. Dolayısıyla buradan indirilecek olan tünel açma makinelerinin 120 inşaatının başlanma süreci de hep erteleniyor. Sirkeci’de şaft kazılarımız devam ediyor. Orada da yine oldukça yoğun arkeolojik kazılar yapıldı, yapılmakta da, iki adet giriş-çıkış yapılarımız var. Biri bu Sirkeci Garı’nın içinde, bir diğeri ise Valiliğin önündedir. Bunlarla ilgili de arkeolojik kazılar devam etmekte. Güney girişi dediğimiz Valilik önündeki kazılar henüz başlamadı. Boğaz tüp geçişiyle ilgili şu ana kadarki gelişmeleri kısaca böyle özetleyebilirim. Bu arada geçen sene 2007 yılı haziran ayı itibariyle mevcut bu 152 demiryolunun rehabilitasyonu ihalesini yaptık. Bu ihale içerisinde şöyle bir ikiye ayırdığımız dönem var: Biri demiryolu hatlarının trafiğe kapatılmadan önce yapılacak olan işlemler ki, bu Gebze ve Halkalı’daki şehirlerarası yük ve yolcu trenlerinin sonlanması için yapmayı planladığımız tesisler, istasyon ve depo-gar sahaları. Daha sonra da bunlar tamamlandıktan sonra hatlar 24 ay süreyle kapatılacak ve akabinde de bu Gebze-Halkalı arasındaki tüm sanat yapıları ki, 200’ün üstünde köprü, altgeçit ve üstgeçit var, tüm hat altyapısı ve üstyapısı yenilenecek. Önümüzde oldukça zorlu bir program var. Ancak burada da takvimde değişik sebeplerden dolayı ufak bir gecikme var. Aslında bu yılın sonunda plana göre hatların kapatılması öngörüldü, ama şu an için bunun yüzde 100 gerçekleştirilebileceğini düşünmüyoruz, bunda da bir erteleme olabilir. Tabii, bu hatlar kapatıldığı zaman hemen akla o soru geliyor: Mevcut demiryolu taşımacılığı nasıl devam edecek? Yük taşımacılığı nasıl sürecek? Bunun için belediyelerle görüşmeler yapıldı, bunlar hâlâ devam etmekte. Bu süreç içerisinde transit veya belli ana duraklara uğrayacak bir ilave hat otobüs seferleri düzenlenmesi söz konusu, artı bu yük trenleri için yine DLH’nın bu kapsamda gerçekleştirdiği bir ihale var. Bu Tekirdağ-Muratlı arasında yaklaşık 30 km.lik bir demiryolu inşaatı, altyapısı çift hatta göre, üst yapısı tek hatta göre yapılıyor. Bunun ihalesi yapıldı, inşaatı devam ediyor. 121 Hatlar kapanana kadarki süreçte bunun tamamlanması öngörülüyor ve dolayısıyla Derince’den feribotlara yüklenecek olan trenlerin, yük trenlerinin Tekirdağ, Tekirdağ’dan Muratlı’ya ve buradan da Avrupa’ya iletilmesi öngörülüyor. Bu önemli bir proje. Marmaray’la ilintili olabilecek bir diğer DLH projesi de Halkalı Kapıkule arasındaki çift hatlı bir hızlı tren projesi. Aslında Halkalı’ya dört hattın gelmesi planlanmış durumda ki, biliyorsunuz şu anda Avrupa tarafında hizmet veren tek hat var. Bu dört hattın ikisi hızlı tren güzergahı olarak görev yapacak, diğeri ise çift hatta Çerkezköy’e bağlantıyı sağlayacak Halkalı Çerkezköy arasındaki banliyö işletmeciliğine ayrılacak. Dolayısıyla biz Marmaray projemizi Halkalı çıkışımızı bu projeleri göz önüne alarak güncelleştirdik. Benim projeyle ilgili verebileceğim özet bilgiler bundan ibaret. Teşekkür ediyorum. PROF. DR. GÜZİN KONUK- Ben teşekkür ederim grup adına, Serap Hanım hazırsa İstanbul’un ulaşım planına ilişkin son gelişmelerini izleyelim. SERAP ÇETİNKAYA- Teşekkür ederim hocam. Ben İstanbul Büyükşehir Belediyesi Ulaşım Planlama Müdürlüğü adına size slaytta da görüldüğü gibi İstanbul metropoliten alanı entegre kentsel ulaşım ana plan çalışması kapsamında bugün geldiğimiz süreci ve yaptığımız çalışmaları anlatacağım. Öncelikle organizasyon şemamızı göstererek başlayacağım. İstanbul ulaşım ana planı çalışması İstanbul Büyükşehir Belediyesi Ulaşım Daire Başkanlığı tarafından ihale edilen bir çalışmaydı. Bu çalışma iki aşama olarak ihale edildi. Birincisi, İstanbul ulaşım ana planı modern kalibrasyon işiydi. Bu aşama İBB tarafından kurulan bir proje ekibi tarafından yapıldı. Bu proje ekibi benim de içinde bulunduğum bir proje ekibiydi. İkinci aşamada JICA’yla (Japon 122 Uluslararası İşbirliği Ajansı) ortak olarak çalışmaya başladık ve İstanbul ulaşım ana planı çalışmasını gerçekleştirmek üzere birinci aşamada kalibre ettiğimiz modeli kullanarak bir analiz çalışması yaptık ve gelecekteki senaryolar için kendi kurduğumuz modeli test ettik. Bu ulaşım ana planı çalışmasını oluşturmak üzere bize katkıda bulunan iki ayrı kurum da vardı. Biri çeşitli üniversitelerimizden değerli hocalarımızın oluşturduğu danışma kuruluydu, bir diğeri ise İstanbul Büyükşehir Belediyesi UKOME kararıyla oluşturulmuş izleme kuruluydu. İzleme kuruluna İstanbul Büyükşehir Belediyesindeki ulaşım ve planlamayla ilgili kuruluşların yetkili kişileri ve gene İstanbul’daki ulaşımla ilgilenen diğer kamu kurumları oluşturuyordu. Bunlardan birkaçı DLH Genel Müdürlüğü, Karayolları Genel Müdürlüğü, Ulaşım A.Ş., Şehir Planlama Müdürlüğü gibi bu konuyla ilgilenen kurumlardı. Bu çalışmanın birinci aşamasında yaptığımız işleri öncelikle anlatacağım. Birinci aşama, demin de söylediğim gibi ulaşım ana planı modern kalibrasyon işiydi. 2005 yılı haziran ayında bu çalışmaya başladık. Aynı dönemde İstanbul Metropoliten Planlama Atölyesi de kurulmuştu ve İstanbul’un bütün ilçelerine ilişkin mevcut arazi kullanım verileri toplanmıştı. Bu verileri alarak İstanbul’da hangi bölgelerde hangi açık arazi kullanımlarının olduğunun analizlerini çıkardık ve aynı dönemde çevre düzeni 1/100.000 ve 1/25.000 ölçekli çevre düzeni planları da başlatıldı. Biz bunların eş zamanlı olarak yürütülmesini çok önemsiyorduk. Çünkü bize model kalibre edildikten sonra çevre düzeni planından gelecek olan arazi kullanım verilerini kullanarak 2023 yılı için nasıl bir ulaşım talebinin ortaya çıkacağını hesaplamayı planlıyorduk. Bu anlamda ilkönce çevre düzeni planı süreci devam ederken biz de kendi modern kalibrasyonumuzu sürdürdük. İstanbul ilinde en küçük birim olarak mahalleleri kabul edip kendimize trafik analiz bölgeleri oluşturduk. İl genelinde toplam 451 trafik analiz bölgemiz var. Bunlar 123 demin de söylediğim gibi en küçük birim olarak mahallelerden oluşuyor ve birçok yerde homojen özellik gösteren birkaç mahalleyi birleştirerek bir trafik analizi oluşturarak bunu elde ettik. Ayrıca mevcut karayolu altyapısına ilişkin bilgiler topladık. Elimizde ilkönce çok detaylı bir network, bir ağ vardı, ama bu ağ bizim ulaşım ana planında kullanmamız için fazla detay içeriyordu. Bunda bazı linkleri eleyerek kendimize bir ulaşım ana planı mevcut networkü oluşturduk ve bu şebeke üzerinde araziye giderek bilgi topladık. Toplu taşıma altyapısına ilişkin bilgiler topladık. Gene bu şebeke üzerinde belirli fonksiyonel sınıflardaki yolların şebeke hızlarını ölçmek üzere şebekede etütler yaptık ve en önemlisi en küçük birimimiz mahalleydi ve bu bazda sosyo-ekonomik veriler olarak nelere ulaşabileceğimizin bilgilerini toplamaya çalıştık. En kolay ulaşabildiğimiz veriler nüfus sayımından elde edilen nüfus değişkenliğiydi. Nüfus öğrenci sayısı gibi verileri çok kolay elde edebiliyorduk. Çünkü düzenli olarak Devlet İstatistik Enstitüsü (DİE) tarafından yapılan sayımlar vardı, ama istihdam bilgileri konusunda aynı beceriye sahip olamadık. Çünkü istihdam üzerine DİE’nin yaptığı çalışmalar bile son derece yetersizdi. Yanlış hatırlamıyorsam hane halkı anketlerinden elde edilen işgücü sayısına baktığımızda 3.400.000 gibi bir çalışan olduğunu gösteriyordu, ama aynı istatistik enstitüsünün yaptığı işyeri sayımlarına baktığımızda İstanbul’da kayıtlı olarak çalışan 1.700 .000 işgücü varmış gibi bir analiz çıkıyordu. Özellikle de bu kayıt dışı istihdam nedeniyle biz bu bilgileri ne mevcut durum için ne de gelecek için almakta son derece zorluk çektik. Bir diğer yaptığımız iş trafik sayımı anket çalışmalarıydı. Birçoğunuz belki takip etmişsinizdir, 90.000 hanede oldukça detaylı bir hane halkı anket çalışması yaptık ve kişilere bundan bir önceki günlerine ilişkin yolculuk bilgilerini sorduk. Ayrıca hanelere ilişkin sosyoekonomik verileri topladık. 90.000 hanede olması nedeniyle orada 124 çok iyi bir örneklemeye sahip olduk. Ayrıca bu hane halkı anketleriyle birlikte İstanbul içerisinde yaşayan nüfusun nasıl hareketlilik yaptığını, hangi amaçlarla nerelere gittiğini tespit edebilmiştik, ama İstanbul dışında yaşayıp İstanbul içine gelen ya da İstanbul’u transit geçen yolculuklar hakkında bilgi sahibi olamayacaktık. Bu nedenle İstanbul’un doğu ve batı yakasında dış istasyon anketi yapacağımız noktalar belirledik ve burada istasyonlar kurarak anketler yaptık ve kişilere nereden nereye hangi amaçla gittiği bilgisini sorduk. Ayrıca belirli bu yapacağımız sayımları kontrol etmek için belirli kordon hatlarında trafik sayımları yaptık ve bunları kontrol için kullandık. Tüm bu verileri topladıktan sonra artık model aşamasına geçtik. Topladığımız bütün bu verileri bir model formatına dönüştürdük ve biz daha önce ‘97 planında Haluk Hocanın da kullandığı gibi 4 aşamalı ulaşım talep tahmin modelini kullandık. Ulaşım talep tahmin modelinin ilk aşaması üretim ve çekimlerin hesaplanmasıydı. Üretim ve çekimleri hesaplarken bizim artık elimizde 451 trafik analiz bölgesi vardı ve bu 451 trafik analiz bölgesi için hangi bölgede ne kadar yolculuk üretildiğini ve hangi bölgede ne kadar yolculuk çekildiğini modelledik ve bu modelleri gelecek için de kullandık. İkinci aşamamızda artık hangi trafik analiz bölgesinde ne kadar yolculuk üretilip ne kadar yolculuk çekildiğini biliyorduk, ama bunların hangi trafik analiz bölgeleri arasında gerçekleştiğini bilmek için dağılım modeli oluşturduk. Yani belirli trafik analiz bölgelerimiz var. Bu bölgeler arasında belirli sürtünme faktörlerimiz var. Bunun için biz şebeke sürelerini kabul ettik. Bu sürtünme sürelerinin faktörlerine karşı kişilerin gösterdiği davranışları modelledik ve dağılım modelimizi oluşturduk. 125 Üçüncü aşamamız türel seçim modeliydi. Artık biz kişilerin hangi trafik analiz bölgeleri arasında ne kadar yolculuk yaptığını biliyoruz, ama bunların hangi türlerle yapıldığını bilmiyorduk. Bunu modelledik, yani bu yolculukların yüzde kaçı yaya, otomobille, servisle ve toplu taşımayla yapılıyor bunları tespit ettik. Dördüncü aşamamız da, her bir trafik analiz bölgesi arasında hangi türle ne kadar yolculuk yapıldığını biliyorduk, bunların şebekemizdeki hangi hatta göre hangi hatları takip ettiğini modelledik ve bu yolculukların hepsini şebeke üzerine atadık, bu kontrolleri tamamladık. Bunu bitirdikten sonra çevre düzeni planının verilerini kullanarak 2023 yılı için nasıl bir gelişme planlandığını analiz etmek istedik. Bahsettiğimiz çevre düzeni planı İstanbul’un doğusunda ve batısında lineer bir gelişme öngörüyor. İstanbul dışına çıkıldığında yeni konut ve istihdam ve iş alanları yaratılıyor. Bu da İstanbul’da esasen mesafelerin daha çok uzamasına neden oluyor. Ne kadar kendine yeterli alt merkezler oluşturmaya çalışsak da nüfus ve istihdam dengesini çok iyi kuramadığımız zaman bu lineer yayılma mesafeleri daha da uzaklaştırıyor ve şebeke üzerinde tıkanıklıkların da artmasına neden oluyor. Sabahki oturumda da bahsedildiği üzere çevre düzeni planını biz ilk başta kabul ettiğimizde aldığımız veriler kabul edilmiş bir çevre düzeni verileriydi, ama plan daha sonra iptal edildi. Yeni bir planlama süreci var. Eski planlama sürecinde daha detaylı veri içeriyordu. Yeni süreçte daha az detaya değinen 1/100.000’lik çevre düzeni planını görüyoruz. Bunu 1/5.000’lik ölçeğe inildikçe detaylandırmayı planlıyorlar, ama bizim çalışmamız bu sürede devam ediyor ve biz 451 126 trafik analiz bölgesi bazında bu çalışmayı yapıyoruz. Bunlar da özellikle bazı merkezi alanlarda her bir mahallenin ona denk gelmesine neden oluyor, ama biz bu planla mahalle bazlı verileri çok güç alıyoruz. Zaten kendi yaptığımız analizlerle bazı kabuller yapmak zorunda kalıyoruz. Bu da bizim kurduğumuz bu dört aşamalı model ne kadar iyi olsa bile, sonuçta bir model ve hata payı içeriyor. Bu tip çevre düzeni planından gelen verilerden kaynaklı belirsizlikler nedeniyle yaptığımız öngörüler gelecekteki talebi karşılamama riskiyle karşı karşıya kalıyor. Ayrıca bazı gelişme senaryoları var, yani İstanbul’da Silivri bölgesinde, Büyükçekmece’de 2 milyonun üstünde nüfus öneriyoruz ve bu nüfusun yaratacağı trafiğin de birçoğunun Çorlu tarafında, Çerkezköy’e gideceğini öngörüyoruz, ama bu insanların aynı şekilde Büyükçekmece’ye ve diğer yakındaki bölgelere de gidebileceği, bizim planımızda görülen bir gerçek. O zaman da sizin mevcut altyapıda kullandığınız yollar üzerine çok büyük gelişmeler yapmıyorsunuz. Bu sefer de altyapı üzerinde yetersizlikler ortaya çıkıyor. Bundan sonraki slaytlarda da daha detaylı değineceğim. Burada trafik analiz bölgelerimiz ve networkumuz var. Burada biraz önce Haluk Hocam da söyledi, sosyo-ekonomik veriler var. Bugün ve gelecek için nasıl geçti, burada belki dikkat çekici bir şey şu olabilir: Nüfusun yüzde 40 oranında artacağını öneriyoruz. Yani çevre düzeni planı 16 milyonluk bir nüfus öneriyor ve yolculuk bakımından da gelecekte 160’lık bir artış olacağı söyleniyor, ama yolcu km bazında baktığımızda 2.6 katı bir artış var. Yani yüzde 160’lık bir artış var. Yolculuk bakımından yüzde 60 artış varken yolcu km bakımından yüzde 160’lık bir artış olması kişilerin artık bu lineer gelişme nedeniyle daha uzak mesafelere hareket etmeye başladıklarını gösteriyor. Yani kurguladığımız planın, esasında belki de kendine yeterli bir plan olmadığı 127 sonucu ortaya çıkıyor. Burada da yaptığımız kurguyu anlatıyorum. Önümüzde ilk önce mevcut bir şebeke vardı. Haluk Hocamın da söylediği üzere bu şebeke üzerinden şu anda onaylanmış olan projelere ekleyerek temel bir şebeke oluşturduk. Bu bizim artık üzerine fizibilite çalışmaları yapmadığımız bir şebekeydi. Yani tüp tünelin mesela, bu projenin temel şebeke olarak alınması ve üzerine hiçbir analiz yapılmaması açıkçası bizim açımızdan da olumsuz bir etki, ama böyle bir proje var ve bunu yapmak isteyen kamu kurumları var ve bunun yapılacağına kesin gözüyle bakıyorlar. Bizim bunu kendi şebekemize almadan modellerimizi kurgulamamız da ulaşım ana planı açısından bir eksiklik olarak ortaya çıkacaktı. Bu anlamda onaylanmış olan projeleri temel şebeke olarak nitelendirdik. Başta da söylediğim gibi izleme kurulu oluşturmuştuk ve İstanbul’la ilgili bütün kurumlar, kamu kurumları, karayolları, DLH Genel Müdürlüğü, Ulaşım A.Ş., Ulaşım Planlama Müdürlüğü gibi kurumların hepsinden bütün projelerini topladık ve bu projelerin hepsiyle maksimum bir şebeke oluşturduk. Şu anda devam ettiğimiz, önümüzdeki 4 ay içerisinde devam edeceğimiz konu ise, ulaşım ana planı şebekesini yapmak. Burada da şu anda bütün projelerin fizibilitelerine devam ediyoruz ve hangi projelerin öncelikli olarak yapılması gerektiğini seçerek bu projeleri öncelik listemize alarak ulaşım ana planı ağını bu projelerle oluşturmayı hedefliyoruz. Şu anda bu aşamadayız. Burada mevcut şebekedeki trafik talepleri görülüyor ve renkler de hacim kapasite oranlarını gösteriyor. Mevcut şebekede hepimizin bildiği gibi Boğaz köprülerinde E-5 ve TEM üzerinde hacim kapasite alanı 1.5’un da üzerine çıkıyor. Burada da hiçbir yatırım yapılmaması durumu var. Hiçbir yatırım yapılmaması durumunda 2023 yılında tabii ki şebekede birçok yer hacim kapasite oranı 1’in üzerinde ve 128 bu zaten kabul edilebilir bir durum değil. Temel şebeke dediğimiz, yani şu anda onaylanmış ve Marmaray gibi yapımına devam eden projeleri içeriyor. Burada da sadece bu projeleri aldığımızda gene hacim kapasite oranlarının 1’in üzerinde birçok yolda, ana arterde 1’in üzerinde, hatta 1.5’un üzerinde olduğu görülüyor. Maksimum şebekede de birçok yerde artık 1’in altına düşmüş hacim kapasite oranları mavi şekilde, ama hâlâ yoğunluğu fazla olan yerler var. Bu da raylı sistem hattını gösteriyor. Bazı politikalarımızdan bahsedecektim. Biz kent merkezi alanlarda park alanlarının mümkün olduğu kadar kısıtlanmasını ve kişilerin özel otomobillerinden toplu taşımaya geçmeleri için park et, devam et projelerinin geliştirilmesini öneriyoruz. Hatta bu konuda bir proje çalışması yaptık. Bunlar 1’le kodlanan mevcut çalışmaydı. Pilot projeyi de metrobüs çalışması üzerine yaptık. İkiyle kodlanan da uzatılan hattı, 3’le kodlanan uzatılması düşünülen hat, diğerleri de bizim fizibilitelerini yaptığımız, ileride olması durumunda nasıl bir durum yaşanacağını gösteren hatlar. Burada da trafik tıkanıklılığında araç sahiplerinin esasında toplu taşıma kullanıcılarına göre ne kadar olumsuz durumda olduğu gösteriliyor. Mesela, burada bir örnek aldık. Sıkışıklık olan bölgede araç sahiplerinin yolculuk süreleri oldukça artıyor. Aynı mesafe çok daha uzun sürelerde gidebiliyorsunuz, ama metrobüs, metro gibi sıkışıklıktan etkilenmeyen diğer hatlar için kişilerin, eğer park et, devam et alanları sağlanabilirse, araçlarını bırakabileceklerini ve diğer türlere geçebileceklerini söylüyoruz. Mesela, Avcılar’da “park et, devam et” alanı üzerine bir pilot çalışma yaptık, ama pilot çalışmayı yaptığımız zaman metrobüs çalışması Zeytinburnu’na kadar uzatılmıştı. İnsanların Zeytinburnu’na kadar uzatılan bir hatla sürekli aktarma yapması gerekiyor ve aktarmalar da kişilerin istemediği bir şey ve 129 zamanı artırıyor. Mesela, burada bir insanın Avcılar’dan Levent’e gitmesi için metrobüsle Zeytinburnu’nda inmesi, oradan tramvaya binmesi, Kabataş’tan fünikülere binmesi, oradan metroyla devam etmesi sıkışıklık olan bölgede bile özel otomobilden daha yüksek, daha fazla bir süre oluşturmasına neden oluyor. Ama bu tip hatların devamlılığını sağladığımız sürece mesela, Avcılar’da oturan bir insanın burada arabasını metrobüsün yakınında bir yere park edip Mecidiyeköy’e kadar gelmesi ve oradan metroya binerek Levent’e geçmesi durumunda kişiler daha kısa sürelerde toplu taşımayı kullanarak özel otomobillere karşı daha avantajlı oluyorlar. Böylece insanların bu tür alternatiflere kaymasını sağlayabileceğimizi umuyoruz. Burada ulaşım talep yönetimi üzerine bazı politikalar var. Burada da planlama stratejileri açısından neler yaptığımızı söylüyoruz. Şu anda da finansal ve ekonomik olarak kabul edilebilir bir ulaşım ana planı oluşturmak için maksimum ağdaki bütün projelerimizin fizibilitelerini yaparak hangilerinin daha öncelikli olması gerektiğini tesis ediyoruz, o aşamadayız. Teşekkür ediyorum. PROF. DR. GÜZİN KONUK- Çok teşekkür ederim. Tabii, özür diliyorum, bu kadar hızla bütün bu bilgileri aktartmak zorunda kaldık. İki temel alanda bilgilenmek istemiştik; biri ulaşımdı. İkincisi ise 2010 kültür başkentliliği bağlamında kültür ve turizm yaklaşımları olacak; bu konuda Sayın Mehmet Gürkan’a söz veriyorum. Çok yoğun programı içerisinde bize bu süreyi ayırdı. MEHMET GÜRKAN-. Ben konuşmamın altında üç dosya açacağım: Birincisi, Avrupa Kültür Başkenti Ajansı çalışmaları, ikincisi İstanbul’un planlanması, üçüncüsü de tarihi çevrenin bu iki konseptle birlikteliği. Birinci klasörü açalım. Birinci klasörde Avrupa Kültür Başkenti nedir? Avrupa Kültür Başkenti’ni, 1985 yılından beri Avrupa’daki Avrupa Komisyonu’na üye, Avrupa Birliği’ne üye ülkeler içerisinde 130 belirlenen kentlerde düzenlenen etkinlikler olarak düşünelim. Her yıl bir kentken daha sonra her yıl iki, üç kent; derken Avrupa Birliği’ne üye olmayan aday ülkelerin de dâhil edilmesiyle başlatılmış bir çalışma. Amaç kültürel bilincin yükseltilmesi, amaç o kentteki tüm kesimin kültürünün farkına vardırılması, kültürün iyileştirilmesi, çevrenin iyileştirilmesi, kentteki her şeyi aslında bu kapsama sokabilirsiniz. Bu doğrultuda da yürütülen çalışmaları koordine etmek üzere de geçen sene yasası çıkmak üzere. Daha önce tabii ki bununla ilgili çalışmalar vardı, bununla ilgili girişim grubu vardı. Ancak biraz daha güçlendirilerek, birazcık daha finansal boyutta desteklenerek, 2007 yılının sonundan itibaren de yasası yayınlandıktan sonra bu sene çalışmalarına hız veren “İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı” adı altında kentteki tüm kültürle ilgili çalışmaları koordine eden bir oluşum gerçekleştirildi. Bunun içerisinde, kentteki tüm taraflardan, kamu kurumları olsun, sivil toplum örgütleri olsun, özel firmalardan olsun, şahıslardan olsun, herkesten gelecek olan proje teklifleri değerlendirilerek neler yapılabilir sorusunun karşılığının birlikte arayışı yapılıyor. Aslında İstanbul 2010 Ajansı bir anlamda yapılacak olan, İstanbul için gerekli olan işlerin gerçekleşmesinde ilgili tarafları bir araya getiren, bir anlamda bir katalizör görevi gören bir grup. Bu grubun İstanbul’daki çalışmalara ne etkisi vardır? Aslında temel olarak bu boyutta ele alacak olursak birincisi, somut olan kültürel mirasın korunmasındaki çalışmaları, diğeri kentteki sanatsal etkinlikler, bir diğeri de kentteki sanatsal ve kültürel etkinliklerin düzenlenebileceği, mekân ihtiyaçlarının karşılanması, bu tür çalışmaların yürütülmesi olarak derleyebiliriz, çalışmalarımızın içeriğini böyle özetleyebiliriz. Burada bakacak olursak bizde yapılan çalışmaların esası temelde kültürel mirasın korunması olarak gözükse de, kentteki kültürel faaliyetlerinin yürütüleceği mekânların düzenlenmesi de bir 131 anlamda planlamanın bir konusu olarak önümüzde yer alıyor. Şu anda kültürel mirasın korunması anlamında ikinci klasörümüzü açtığımızda İstanbul’un kentsel kültürel mekânlarının korunması açısından planlamanın ne kadar gerekli olduğundan bahsetmeme gerek yok zannediyorum. Hepimiz bu mesleğin içerisinden insanlarız. İstanbul, biliyorsunuz özellikle de şu son bir hafta içerisinde sürekli basında yer alıyor. Yenikapı kazılarıyla beraber İstanbul’un tarihi 8500 yüz yıl öncesine gitti diye birtakım açıklamalar var. Bu gerçeği dikkate aldığımızda, bu gerçeğin nerede yükseldiğine baktığımızda, Tarihi Yarımada’nın dünya için, inanlık tarihi için ne kadar önemli bir alan olduğunu anlayabiliyoruz. Tarihî Yarımada’da hem toprak üstündeki, hem de toprak altındaki kültürel miras bu kadar önemli. Alanın günlük nüfus potansiyeline baktığımızda 3 milyon, 4 milyon, 5 milyon gibi günlük bir nüfus hareketi olduğunu görüyoruz. Bu kadar nüfus baskısının altında -ki, bu nüfus ticaretle uğraşıyor Tarihî Yarımada’da- bu kadar ticaretin, bu kadar nüfusun baskısı tabii ki kültürel mirasa, tarihi dokuya zarar verecektir. Bu zararın önlenmesi için, turizme ve kültürle temelden ilgili olarak, bundan yaklaşık bir yıl önce İMP’de Kültür ve Turizm Bakanımızın yapmış olduğu sunumda temel yaklaşım olarak ana kararlarını kentin desantralizasyonu şeklinde tanımlayabileceğimiz iki nokta gündeme geldi. Birincisi, dediğim gibi desantralizasyondu. Kentin önemli ticari faaliyetlerini merkezden dışarıya doğru taşımak, bir yandan da kent dışındaki küçük sanayi siteleri, küçük ticarethanelerle bunu sağlamak, birincisi oydu. İkincisi de, hem nüfusu yine ticari faaliyetleri doğu batı aksında Kartal’a ve Silivri’ye taşıyarak bu akslar üzerinde güçlü ulaşım potansiyeli yaratarak demiryolu, metro ve benzeri etkenleri ortaya sunarak kent merkezindeki yoğun baskının azaltılması; ve bununla beraber kültürel yapının korunmasına katkı sağlanmasıydı. 132 Bu çalışmalar sonucunda umuyorum ki, birazcık daha rahatlayacaktı kent. Umuyorum ki bu plan kararları yürürlüğe girer ve uygulamaya geçer. Üçüncü klasöre baktığımızda, yine ikinciyle alakalı olarak birazcık daha kentin detayındaki mekanlara baktığımızda dünya için önemli olan dört noktayla tanışıyoruz. Tanışmıyoruz, hepimizin içinde büyüdüğü noktalar aslında bunlar. Birincisi, Sultanahmet - Topkapı bölgesi, ikincisi Zeyrek, üçüncüsü Süleymaniye, dördüncüsü de Surlar. Bu dördü dünyada eşi benzeri bulunmayan dört nokta aslında, UNESCO dünya miras alanları bunlar, İstanbul’un içerisinde tanımlanmış olan dört nokta. Bu dört noktanın planlanması ve korunması şu anda İstanbul için en büyük problemlerden birisi aslında. Dünyada bizim turizm potansiyelimizi de etkileyecek çok önemli bir konu. Bu noktalar için olumsuz bir gelişme İstanbul’un şu anda 5 milyon, 5.5 milyon civarında olan ve 15-16 milyona çıkarılması planlanan turizm potansiyelini son derece negatif yönde etkileyecektir; eğer ki, biz bu dünya miras alanlarımızla yeterince ilgilenmezsek, korumaya yönelik yeterince karar üretemezsek zannediyorum bizi tehlikeli günler bekliyordur. Burada planlamayı sadece imar planlama, fiziki planlama olarak ele almayalım. Burada planlamanın ikinci boyutuna, yani somut boyuttan soyut boyutuna geçelim. Bir yönetimsel plana da bakalım. İmar planlaması, çevre düzeni planı, nazım plan gibi bizim fiziki kavramlarımızdan bir adım daha öteye götürelim, yönetim planlamasına bakalım. Yönetim planı içerisinde tüm grupların sorumluluklarını tanımlayalım. Alandaki sorunların, alanın zayıf, güçlü yönlerinin, alandaki alternatiflerimizin, imkânlarımızın veya kısıtlılıklarımızın, bizi zorlamakta olan hususların gerçekleştirebiliriz, dökümünü neler yaparak, analizini yaparak neler yapabiliriz arayışına girelim. 133 Yönetim planlaması açısından da İstanbul’da birtakım sıkıntılar vardır. Bunun çözümü için de tüm tarafların, Büyükşehir Belediyesi’nin, Kültür Turizm Bakanlığı’nın, ilçe belediyelerinin, valiliklerin, eğitim kurumlarının, üniversitelerin, sivil toplum örgütlerinin ve bunların katalizörü olabilecek, bunları bir araya getirecek ajansın üzerine aslında çok büyük görev düşüyor. Söyleyeceklerim bu kadar, bunun devamında da hepinize teşekkür ediyorum, kolay gelsin diyorum. PROF. DR. GÜZİN KONUK- Katılımınız ve katkılarınız için teşekkürler. Biraz evvel bahsettiğim gibi son eksenimiz özellikle İstanbul’un kültür değerleri ve turizm yatırımlarıyla ilgili. Burada ikinci sözü Sayın Faruk Pekin’e bırakıyorum. Acaba yerli ve yabancı turizm yatırımcıları İstanbul’un bu belirsiz ortamına nasıl bakıyor, siz nasıl bakıyorsunuz? FARUK PEKİN- Herkese merhaba. Öncelikle düzenleme kurulunu turizm ve kültüre de yer verdiği için kutluyorum. Biraz sonra niye böyle söylediğim de ortaya çıkacak. Erzurumlu Hasan belediyede iş bulmuş; cenaze arabası şoförlüğü. Çok sevinmiş. Almış cenaze arabasını gitmiş nişanlısının evine “kız binsene” demiş. Kız: “Hasan, hiç olur mu? Ben bu arabaya biner miyim?” demiş. Hasan’ın cevabı şöyle: “Kız, bu arabaya binmek için herkes ölüyor” Ülkelerin birçoğunda herkes gerçeğe ulaşmak ve geleceği planlamak için ölüyor gerçekten. Yoğun bir çaba var, ancak Sayın Gerçek çok güzel özetledi, bu olayda ciddi bir veri ve bilgi meselesi var. Bu çok önemli. Bakıyoruz ortama, tamam belirsiz gibi görünüyor, ama bu belirsiz ortamda bence bazı planlı işler de var, çok güzel planlar da var. Mesela, rant yaratmak, rant paylaşmak bunlar güzel, planlı işler. Öyle pek de plansız demeyelim, bazı şeyler planlı. Vizyon yok, 134 sınayıcı yok, bütüncül bir yaklaşım yok, esas aktörler devreye sokulmuyor, yani katılımcılık dediğimiz olay yok. Kurumsallaşma da olmayınca sonra bayağı ciddi sorunlar yaşıyoruz. Turizme gelmeden önce şunu söylemek istiyorum: Bir kere plan derken, plancıların gerçekten çok dikkatli olması gerekiyor. Nedeni ortada, biraz önce bir plan çalışması dinledik. Çok güzel, hoş, ama bazı aktörler hiç yok, arkeolog yok, tarihçi yok, ormancı yok. Sonuç işte ortada, Marmaray kazıları. Bugün Sayın Bakan oradaydı. Ne karara vardığını bilmiyorum, belki Zeynep Hanımın konuşmasından yanlış bir tespit olarak sanki arkeoloji sorumluymuş gibi bir sonuç da çıkabilir. Kazılardan dolayı gecikme var; İstanbullu 40 yıldır zaten metro bekliyor, 2 ay daha gecikmesi çok sorun değil. Ben bu kadar rahat söyleyebiliyorum, ancak ne yazık ki Marmaray kazılarında çok yoğun çalışma olmadı. Keşke olsaydı, o zaman süre biraz daha kısalacaktı. Tabii ki, kazılarda bir minimum bir de maksimum sayılar vardır. Onlar devreye giriyor, ama şimdi daha bu iş düşünülürken planlama aşamasından önce bile yüzey çalışması söz konusuydu. Planlama sürecinde de aynı yüzey çalışmaları ve arkeologlara iş düşüyordu. Biliyor musunuz, bu iptal edilen koruma amaçlı imar planında ilk defa İstanbul’un tarihsel değerleri sıralandı. Bunu yapan insan şu anda İstanbul’da tek yüzey çalışması yapan Bizans konusunda Tarihî Yarımada’daki kişi ve de bizim vakıf finanse ediyor, sponsorluğunu yapıyor. Tek kişi şu anda İstanbul’da yüzey araştırması yapıyor, başka kimse böyle bir şey yapmıyor, ama birden bire İstanbul’un bugüne kadar Fikirtepe, Pendik, Sulamit Meydanı, Silahtarağa bölümünde ortaya çıkan buluntulardan zaten -4 bin 5 bin gibi hesaplanıyordu, ama Yenikapı kazıları o kadar önemli ki, ilk defa 6 00500’e giden dönemde çamurda ahşap buluyoruz. Bu çok önemli. Bugüne kadar bu işi belki biraz yavaş, ama gayet iyi götüren İsmail Bey bilmiyorum niye, kalp ameliyatından sonra kararını değiştiriverdi birdenbire. Bayramdan önce cuma ya da perşembeydi, 135 Yalçın Doğan bir yazı yazdı. Ağır bir yazıydı Bakan için, sonra da konuştular telefonda, vesaire. Vatanda benim de içinde olduğum iki ayrı gün yazı çıktı. Bir gün o talihsiz olay, bir gün de o kepçeler meselesi. O yüzden bayramda oraya kepçeler girmedi, ama ben rehberlik platformunda bir yazı attım. Attığım yazıda “tamam bayramda eğer girmediyse bunlardandır, ancak pazartesi, Salı, onu izleyen günlerde girmeyeceği belli değil” dedim. Bilmiyorum şu anda telefonum kapalı, şu saatlerde belki bakan açıklama yapmıştır, ama ne yaparlarsa yapsınlar Mehmet Bey’in korktuğu noktaya gelecek iş, bütün dünya prehistoryası İstanbul’u aşağılayacak. Plan, program, bunlar güzel. UNESCO 2002 yılından beri baskı içerisinde. Oturduk biz, içinde Çekül de vardı, Faruk Bey de vardı. 12 kuruluş o zamanki belediye başkanının izniyle Vezneciler’deki ekiple beraber uzun uzun çalıştık. Bir profesörümüz “Ben yerin altını size elletmem” dedi. Böyle davranırsan tabii Marmaray’da bunlar çıkar. Yüzey araştırması yapılmış olsaydı belki istasyon başka bir yere kurulabilirdi. Hâlâ vakit geç değil. Yine bakın, esas aktörler olmak üzere mimarlar, arkeologlar, tarihçiler, şehir plancıları, İstanbul Büyükşehir Belediyesi 2010 yetkilileri, ama her durumda sivil inisiyatifin de insanları, halkın kendisi ile yeniden oturulur, yeniden konuşulur. Oranın yerinin planlanması yeniden yapılır, ancak Türkiye’de işler böyle gitmiyor. Birisi yerel yönetimin başına geçiyor “halk beni seçti” diyor. Katılımın anlamı o işte, tek başına karar veriyor. Bakınız, Sulukule olayı ortada. Bütün bunlar tabii ki turizmi etkiliyor. Planlama diye başladım, ama bütün bunlar turizmi etkiliyor. Bu tür bir turizm konusunda planlama açısından şunlar çok önemli: Turizm bir girdi çıktı meselesi mi? Salt rakamsal bir olay yok, biz büyük bir yalanla karşı karşıyayız. Türkiye’ye gelen turist sayısı yaklaşık 20 milyon kişi, yaklaşık 22-25 belki bu sene, 20-25 milyar dolar 136 da para girdi. İkisi de yalan, giren sayısı da yanlış, giren para da yanlış. Hesap şöyle, 30 gün masa başında sen adam başı 540 dolar, 640 dolar kazanacaksan, çarparsan bu çıkıyor. Ben nereden anlayacağım turist sayısını? Bakacağım, müzeye kaç kişi girmiş? 2005 yılında 8 milyon kişi geldi Antalya’ya, Türkiye’nin en güzel müzelerinden biri olan Antalya müzesini gezen oranı yüzde 1. İstanbul’da Papa’dan sonra Ayasofya gezisinin arttığı söyleniyor. Topkapı Sarayı’na giren turist sayısı İstanbul’a giren yabancının 1/3’ünü aşamamıştır. Otellerin durumu felâket, şu anda hepsi dolu. 300 Euro diyor üç yıldızlı otel, şu anda felaket bir durumdayız. Bütün bunlar daha önceden planlanabilecek şeyler aynı zamanda, ama eğer Türkiye’de siz deniz, güneş, plaj turizmine ağırlık verip de böyle plan yaparsanız ki, bakanlıkta stratejik plan çalışması yapıldı, ama bunun üzerine kurgulanmıştır, fena halde çuvallıyorsunuz. Kriz var, gelecek sene işler berbat, turist gelmeyecek. Bu krizi görmek tabii çok kolay değil belki, ama gene de bazı konularda önünü almak mümkün. Örneğin, turizmde en az kırılgan olan yerin üzerine gireceksin, o da kültür turizmi. Çünkü bunun müşterisi farklı, olmazsa olmaz koşulları var, vesaire. Hep bunlar tabii yine o veri meselesi. Veriler nasıl ortaya konulacak? Bir başka örnek vereyim: Ben 20 yıldır İstanbul’da kültür severlere kültür gezileri yapıyorum. Bu 20 yılda ulaştığım rakam yaklaşık 35 bin kişi. Ancak 35 bin İstanbulluyu İstanbul’la yeniden buluşturmuşum. İçeriden de baktığımızda, dışarıdan da baktığımızda aslında bunlar tabii ki plana alınabilecek şeyler, planlanabilecek konular, ama bütün mesele oradaki bazı verilerde hata olmaması, hata yapılmaması. UNESCO izledi, gittik konuştuk. Koruma amaçlı imar planından önce 137 konuştuk. Öneriler getirdik, söyledik. Burada korku şu: Bugün sur içinde ya da Tarihî Yarımada’da 2 metre aşağı gittiğin andan itibaren bir şeyler çıkmaya başlıyor. Bu yüzden de arkeolog gerekiyordu, tarihçi gerekiyordu, vesaire. Planlarken temel sıkıntılar bunlardı, ama biz daha bu kültür olayına, kültür endüstrisine yeni yeni giriyoruz. Sosyo-ekonomik veriler öyleydi, ama artık öyle olmuyor. UNESCO 2008 raporunda “ey İstanbul, son ikaz, bir üst model kuracaksın, bir üst yönetim planı hazırlayacaksın” dedi. Hâlâ kavgadan bir yönetim planı hazırlayamıyoruz. Pendik limanının resmi danışma kurulunda üyeyim. Mehmet Bey gitti, Aslında Eyüp Bey gelse daha iyi olacaktı. Şu anda Yenikapı da onlardan soruluyor, sorulması gerekiyor. UNESCO modeli de, planı da sorulması gerekiyor. Başta girişim kurulu vardı denildi, bizdik o, sivildi. Bir vali muavini, bir belediye temsilcisi, ikisi de çok iyi insanlardı, çok yardımcı oldular. Ama kanun çıkarken kurulda sivil temsilciler 9’dan 2’ye düştü. Yürütme kurulundan bahsediyorum. Bu çerçeve içerisinde genelde eğer para bırakmayan, sizin onun cebine para koyduğunuz turisti istemiyorsanız o zaman turizmi farklı algılamak durumundasınız. İstanbul için de bu geçerli, İstanbul’a zarar veren her adımla, esas gelmesi gereken turistten geriye kayma olacaktır. Ana nokta da bence bu, bundan kaçınmamız gerekiyor. Hemen hemen 6. yılımız neredeyse UNESCO içerisinde, hâlâ uğraşıyoruz. Burada birçok plan yapıldı, ama o planlamada bir şey yok. İMP’yi çağırdılar. Bir plan kelimesi geçiyor. Orada bir hanım mimardı. Bize bir sunum yaptı. “5 kişi beraber bunu hazırladı” dedi. Bu İstanbul’daki güzergahları belirleme ve güzergahları yenileme, temizleme çalışması. Sadece Tarihi Yarımada’yı almışlar, 5 mimar kişi 1.5 yıl çalışmışlar. Bir çalışma yaptılar, 45 dakikalık bir sunum 138 bitince ben kendimi tutamayarak. “Hanımefendi, bu kadar vaktimizi alıyorsunuz, 1.5 yıldır nasıl 5 kişi çalışıyor? Bizim web sayfamıza girseydiniz 5 dakikada bu bir yıla ulaşabilirdiniz” dedim. Çünkü bizde onların ulaştığının daha fazlası var. Planlama yapılırken bu veri meselesi, veriye ulaşma, gerçeğe ulaşma bunlar tabii bir hayli önemli, o belirsizlik durumu devam eder gider. Tabii, arada bu siyasi iktidarların seçim olayı da çok önemli, koruma amaçlı imar planı iptal edildi. Üçüncü köprü derken pat diye bir TOKİ çıktı, TOKİ’yle beraber bu iş çözülecek, ama hep yanlış planlı iş. Köprü deyince aklıma geldi, bir belgesel film oynadı birkaç yerde; “Devrimci Gençlik Köprüsü” filmini seyrediyorum. Yıllar önce ben de vardım, gençlik Boğaziçi Köprüsü’ne karşı Zap Köprüsü yapmıştı. Filmde o dönemden bir televizyon haberini almışlar. Demek ki 40 yıl önceki bir olay var. Diyor ki, 2000’li yıllarda İstanbul’un nüfusu 4 milyon olacak, köprü niye gerekli? Onu anlatırken 2000’li yıllarda öyle planlanmış, 4 milyon olmadı. Biliyorsunuz ne olduğunu. Son bir nokta, bunu da söylemeden geçemeyeceğim; geçenlerde İMÇ’de bununla 8 sanatçıya ait 9 sanat eserini vakfımız gönüllülerle temizledi. Bu da basında çıktı. Bakın, 40 sene önce İMÇ yapılmış, orada 9 sanat eseri var. 40 yılın sonu aşağı yukarı Metrocity, Park, Etiler’deki vesaire bakın, bütün alışveriş merkezlerinin hiçbirinde bir sanat eseri yok. Bu da aslında planlamanın başka bir noktası. Çok teşekkür ediyorum. PROF. DR. GÜZİN KONUK- Çok teşekkürler Sayın Pekin. Gerçekten İstanbul için önemli bir kesitti bu turizm ve kültür kesiti. Siz de kültür endüstrilerinden bahsettiniz. Bu grupta ben Sayın Zeynep Enlil’e söz veriyorum. Onun bakışlarını alacağız. 139 ZEYNEP ENLİL- Teşekkür ederim. Akşamüstünün bu geç saatlerinde ne kadar dikkatinizi verebileceksiniz bilemiyorum, ama tabii aslında anlatacak şey çok fazla. Kültür endüstrileri, kültür ve turizm deyince bizim 2.5 yıllık bir emeğimiz var ve bu emeğin sonunda geldiği nokta da baktığımız zaman elimizde ne var? Bu tabii çok acı bir şey bir bakıma, gerçi geride bırakılan birtakım dokümanlar var, raporlar var, oralardan üretilen yeni bilgiler var, öğrencilerimiz bunları kullanıyor vesaire, ama bugün İstanbul, örneğin, 2010 Kültür Başkentliliğine soyunuyor. Ajans kurulmuş, ama ajansın işbirliği yapabileceği, belki ajansın fonlayacağı projeleri seçmekte yardımcı olabileceği bir üst bakış açısı yok. Bu tür fırsatlar vardı, bunlar bir bakıma kaçtı. Geriye dönüp tabii bu konuda bir şey yapamayız, ama ben size kısaca bu bizim yaşadığımız süreçteki öyküyü özetleyeyim. Biz arkadaşlarımızla birlikte İMP’de kültür endüstrileri, kültür ve turizm grubu olarak çalıştık. Aslında bu işe başlarkenki amacımız kültür ve turizmden ziyade tamamen kültür endüstrileri ve yaratıcı sektörler üzerinde bir çalışma yapmak ve İstanbul’un bu yeni planlama sürecinde yaratıcı ve buluşucu kapasitesini nasıl geliştirebiliriz konusu üzerinde bir araştırma yapmak ve stratejiler demetiyle sonuçlandırmaktı; bu ümitle yola çıktık. Önümüzde birtakım engeller vardı. Bunların başında değerli konuşmacıların bazılarının da işaret ettiği gibi veri eksikliği, verilerin, veri tabanının sağlam olmaması gibi birtakım engeller böyle bir çalışmanın istediğimiz kapsamda yapılmasına engel oldu. Ben bugün Hasan Bey’in söylediklerini duyunca bir bakıma sevindim. Keşke bu İTO’nun naceye endekslenmiş verileri biz çalışma yaparken olsaydı herhalde biraz daha önümüzü açadı. Bir boyutu veri eksikliği, bir boyutu ise kültür endüstrileri ne demek ya da yaratıcı sektörler ne demek, bunu anlatabilmekte sıkıntı yaşadık ve hâlâ da yaşadığımızı düşünüyorum. Bu sektörleri yeterince gerçekten tanımıyor henüz camiamız. Ne planlama camiası yeterince tanıyor, ne akademik camia tanıyor, ne de tabii karar verici konumda 140 olan politikacılar tanıyor. Dolayısıyla da yapılan çalışmaların değeri bir bakıma yeterince anlaşılıp desteklenemedi. Örneğin, gene ben Sayın Hasan Bey’e atıfla bunu söyleyeceğim, İstanbul’un sanayisizleşmesi değil de aslında belki de o sanayinin yapısal bir dönüşüm geçirmesinde bu yaratıcı sektörler, kültür endüstrileri çok önemli bir kilit nokta olacaktı, ama biz bunu anlatmakta oldukça büyük bir güçlük çektik. Kültür endüstrilerini, yaratıcı sektörleri ya da kaybolmuş folklorik sektörleri canlandırmak olarak anladı bazıları, bu da tabii işin önemli bir boyutudur, bazıları eğlence sektörü olarak anladı. Hâlbuki değil, kültür ve sanat sadece bir eğlence değildir muhakkak ki, o nedenle de çok ciddiye alınması gereken, kentteki yaratıcı ortamı besleyen, kültür ortamını besleyen önemli sektörlerdi. Dolayısıyla bu tür bir veri eksikliğinin yanı sıra belki bilgi eksikliğinin, bilinç eksikliğinin de planlama sürecinde farklı noktalara gelinmesinde rol oynayan konular olduğunu vurgulamak istiyorum. Grubumuzun yaptığı çalışmalar içerisinde gene tabii ki turizm, adının başında kültür lafı olduğu için, kültür ve turizmle birlikte ele alındığı için ve daha önceden yapılmış bir ihale çerçevesinde bir bakıma oradaki kurulan yapının geçirdiği kaotik dönemin ve belirsizlik döneminin bir parçasıydı. Birden bire kucağımızda yeni bir bebek vardı; kültür ve turizm araştırmaları. Tabii, bu bizim ilgi alanımızla bir bakıma örtüştüğü için buna soyunduk, bunda bir sakınca görmedik. Oradan geldiğimiz noktada da Faruk Bey’in değindiği gibi aslında İstanbul’a bakış açımız belki de İstanbul’u yönetenlerin ya da ülkeyi yönetenlerin bakış açısından çok farklıydı. Örneğin, dönemin kültür bakanı İMP’yi gezmeye geldiğinde bizim ekibimizi ziyaret etti. Bizim o çalışmaları yapıyor olmamızdan çok heyecan duyduğunu belirtti ve şöyle bir şey söyledi: İstanbul’da her ilçeye 2000 yataklı bir kongre oteli lâzım. Yani bu bizi dehşete düşüren bir bakış açısıydı. Bunu niye söylüyorum? Aslında o 141 belirsizlik ortamının bence çok önemli bir parçası bu. Siz orada Haluk Hocamın da söylediği gibi planı yapıyorsunuz bir yanda, başka türlü bir yaklaşımla başka türlü bir bakış açısıyla yapıyorsunuz, ama merkezi hükümetin kendi elinde önemli araçlar var. Bizim durumumuzda bir Kültür ve Turizmi Teşvik Yasası kapsamında belli alanları kültür ve turizmi geliştirme bölgesi ilan edip tamamen sizin öngörülerinizin, planın öngörülerinin ve çizdiği yol haritasının dışında başka türlü kararlar getirebiliyor. Dolayısıyla bu ortam içerisinde aslında bizim yapmak istediğimiz şu oldu: Tabii ki öncelikle planı eğer bilimsel bir veri tabanına oturtmak istiyorsak, mevcut durumun bir fotoğrafını çıkarmak zorundaydık. Elimizdeki en sağlıklı ve en resmi bilgiler çerçevesinde bunu yapmaya çalıştık. Sonuç olarak İstanbul için çizdiğimiz yol haritasında şöyle bir temel unsur vardır. Bunlar yayınlanmış raporlar, çok detayına girmeyeceğim, ama bir defa İstanbul’un perspektifinde kültüre dayalı bir turizm gelişiminin olması kaçınılmaz gözüküyordu. O zaman gene birtakım rakamlar telaffuz ediliyordu. Şimdi de gene dile getirildi, yılda şu kadar turist. Yılda o kadar turisti getirdiğiniz zaman ne yapacaksınız? Veriler zaten şunu gösteriyordu ki, o turist gelip İstanbul’da ne kadar kalacak, ne yapacak ve de bu gelen turistin kalış sürelerini uzatmak mevcut altyapıyı verimli kullanabilmenin yolu, o dönemki bakış açısına göre yeni oteller, 5 yıldızlı oteller yapmaktan geçmiyordu. Dolayısıyla bizim ana mesajımız aslında kentin kültürel altyapısının geliştirilmesi, tarihî mirasının korunması, yaşam kalitesinin artırılması ve bunun akabinde zaten turist sayılarının da artacağı yönünde oldu. Burada bir de şöyle bir şey çok önemli; bu bir süreç meselesi, dolayısıyla da yaptığınız planların hayata geçirilmesi için gene ilgili aktörlerle bir arada o çizilen yol haritalarının nasıl dönüştürüleceğinin sürecinin kurgulanması gerekiyor. Bu eyleme 142 da aslında gerekli kurumsal yapıların oluşturulmasından geçiyor. Böyle bir kurumsal yapınız olmadığı zaman yaptığınız plan ne denli stratejik ya da klasik olursa olsun, sonuçta gene bir yerlerde yine tozlanmaya mahkûm oluyor. Bizim yaptığımız çalışma belki klasik plan anlayışına benzemiyordu, bir yol haritası vardı, ilkeler vardı, stratejiler vardı. Bunların hepsi alt ölçeklerde yapılması gereken çalışmalara uç veriyordu, birlikte çalışılması gereken aktörlere uç veriyordu, ama bu yapıyı sürekli kılacak, hayata geçirecek bir kurumsal yapının olmayışı, Asuman Hanım’ın da dediği gibi ya da belki de böyle bir yapının kurulmasında samimi bir niyetin olmayışı bugün gelinen noktada, 2010 sürecinde de belki de çok önemli fırsatların yeterince değerlendirilememesi açısından önemli olacak. 2010 süreci baktığımız zaman bir fırsat, ama bu fırsatı ne şekilde değerlendireceğimiz de çok önemli. Gerçekten kentin kültürel altyapısını geliştirecek ve bunu sürdürebilir kılacak bir yöntem, bir yaklaşım içerisinde mi olacağız, yoksa kültür başkenti oluşumuz birtakım emlak değerlerinden kazanç elde etmeye yönelik yeni projelere giydirilen bir kılıç haline mi gelecek? Bu da aslında bir tehdit ve belirsizlik ortamında düşünmemiz gereken önemli bir unsur. Dolayısıyla da bu süreci nasıl yöneteceğimiz şu önümüzdeki 2 yıl içerisinde çok büyük önem taşıyor. Teşekkürler. PROF. DR. GÜZİN KONUK- Teşekkürler Sayın Enlil. Bu oturumun son konuşmacısı bu çok aktörlü yapıda TMMOB Şehir Plancıları Odası İstanbul Şubesi’nden Sayın Tayfun Kahraman, onunla bu yuvarlak masayı bitireceğiz. TAYFUN KAHRAMAN- Herkes çok yorgun gözlerle bakıyor. Ben çok kısa bir genel değerlendirme yapacağım. Hocam o 143 yüzden zaten benim konuşmamı arkaya bırakacağını söylemişti. 3 saattir buradayız ve sanırım çok kısa bir değerlendirmeyle birlikte artık bitirme vakti de geldi. İlk olarak şöyle başlamak lâzım, az önce dinledik, hocam da bu konuşmaları dörde ayırdı. Sanayisizleşme, konut, ulaşım, kültür ve turizm. Buradan şunu gördük, çok açık bir tablo var: İstanbul kendine yeni bir rota çiziyor. Bu yeni rotaya giderken de plan disiplinine ihtiyaç duyduğunu anlamış durumda ve bu anlamda İstanbul’da belli çalışmalar var. Bunlardan da çok yerde bahsettik, İMP’de yapılanlardan, ulaşımdan, mastır plandan ve birçok plan çalışmasından bahsettik. Alt ölçekte yapılanlardan bahsettik, bir önceki toplantıda üst ölçekli planları vurguladık. İstanbul böyle bir rota belirlemiş durumda kendisine, fakat bu rotada doğru ve net bir çizgi çizemediğini gördük İstanbul’un, İstanbul kendi planlama çalışmalarını hazırlarken ne yazık ki, böyle doğru, net ve çok belirleyici, mekânsal ve toplumsal anlamda kentsel ilişkileri düzenleyici, akılcı bir planlama anlayışı ortaya koyamıyor. Haluk Hocam az önce bahsetti, ulaşım mastır planı yapılıyor, bir taraftan da merkezi hükümet bir karar alıyor. Lastik tekerlekli araçlar için Marmaray benzeri bir yatırımı bu sefer Göztepe’yle Kazlıçeşme arasında yapma kararı alıyor. Diğer bir taraftan DLH’nın başka bir projesi daha var. Bizce İstanbul için çok kritik ve burada da kesinlikle telaffuz edilmesi gerekiyor. 100.000 ölçekte şu an taslak halinde olan plana da geçmiş durumda, üçüncü hava limanı. Tam Ambarlı üzerinde TEM otoyolunun üst tarafında İstanbul için DLH tarafından önerilmiş olan üçüncü bir hava limanı var ki, Çorlu havalimanına 20 km diğer tarafta da şu an Atatürk Havalimanı’na da 30 km uzaklıkta böyle bir havalimanına İstanbul’un neden ihtiyacı var, nasıl bir fizibiliteyle bu proje önerildi ve 100.000 plana geçirilmesi kararlaştırıldı? Bunu da sormak gerekiyor. Bu anlamda İstanbul Buluşmalarının bu yılkı teması çok iyi belirlenmiş; belirsizlik. İstanbul planlaması denildiğinde, 144 gerçekten de her konuşmacı aynı şeyi vurguladı, herkes belirsizlikten bahsetti. Peki, genel olarak baktığınızda İstanbul’un gelişmesine rehberlik etmesi beklenilen hani o mekânsal örüntüyü yönlendirmesi beklenilen planlar neden bu kabiliyeti gösteremiyorlar? Bunun çok açık nedenleri var, bir önceki oturumda ortaya çıktı. Üst ölçekli plan eksikliğimiz, bir vizyonumuz yok, iki, bu vizyona doğru bizi götürecek bir gelişmeyi yönlendirecek stratejik bir planımız yok. Biz 100.000 ölçekli planları arazi kullanım planı olarak üretiyoruz. Şu anki plan da aşağı yukarı o şekilde üretilmiş durumda. 2006 yılında iptal edilen bir önceki plandan bir farkı var, bu planda en azından lejantlar kullanılmaya başlanmış. Arazi kullanımı biraz terk edilmiş durumda, ama gene de siyasilerin baskılarıyla birlikte belli noktalarda çok belirgin şekilde arazi kullanımlarıyla belli fonksiyonların yerleştirildiğini ve bu fonksiyonların da İstanbul’un kesinlikle korunması gereken ve olmazsa olmaz dediğimiz alanları içerisinde yer aldığını da ne yazık ki görüyoruz. Örneğin, mutlak tarım alanlarına bakın; DLH’nın önerdiği üçüncü hava limanı da İstanbul’un mutlak koruması gereken tarım alanları üzerinde yer alıyor. Bu projelerin plan marifetiyle işlendiğini görüyoruz. İkincisi plan öğretim süreçlerimizin -bugün telaffuz edenleri size toparlıyorum- sakat olduğunu, çıkar gruplarının ve siyasi iradenin yönlendirilmesiyle planlarımızın oluştuğunu, analitik çalışma eksikliklerinin planlar üzerinde büyük bir eksiklik yarattığını ve planları ne yazık ki sakat bıraktığını görüyoruz. Üçüncüsü bugün bahsedilmedi, ama ben ekleyeceğim: Islah imar planları İstanbul için özellikle 90’lı yıllarda yapılan ıslah imar planları İstanbul’un şu anki plansızlığının oluşmasında çok önemli etkenler. Hocam bahsetti, Zeytinburnu’nda 5-6 emsal yapılaşma görüyorsanız eğer, bunların nedeni 80’li yıllarda yapılmış olan bu ıslah imar planlarıdır. Bu ıslah imar planı gerçeğiyle de yüzleşmemiz gerekiyor. 145 Bir taraftan böyle planlar üretiyoruz, böyle bir ayağı sakat planları üretirken de diğer taraftan mahkemeler kanalıyla biz Odalar, sürekli bu planları iptal ediyoruz ve İstanbul’da plan karmaşasına biz de ne yazık ki Şehir Plancıları Odası olarak bir katkıda bulunuyoruz. Ancak biz bunu İstanbul’un daha sağlıklı bir plan hak ettiği düşüncesiyle yapıyoruz. Diğer taraftan bu iptal edilen planlar başka bir şeyi gündeme getiriyor. Bir bakıyorsunuz bu alanlarda mevzi imar planları yapılıyor. Siz bir planı iptal ettirmişsiniz, buraya çok yoğun bir yapılaşma hakkı tesis edildiği için, fakat bir bakıyorsunuz ertesi hafta İstanbul Büyükşehir Belediye Meclisi’nden bir karar çıkıyor, burada bir mevzi plan onaylanıyor. O planda verdiği, iptal edilen planda verdiği yapılaşma hakkının yaklaşık üç katı, yani planları iptal ettirmek de İstanbul’da ne yazık ki çözüm değil. Tüm odalar için bahsediyorum, TMMOB’ye bağlı hiçbir Oda bu durumdan çok memnun değil. Plan iptali kesinlikle bir çözüm değil. Bir taraftan da tabii yetki karmaşası var. 6 Ağustos tarihinde Resmi Gazetede yayınlanmış olan 5397 sayılı bir torba kanunumuz var ki, gerçekten de artık tüm alanların Türkiye Cumhuriyeti’nde satılabilir olduğunu bize kanıtladı. Şöyle ki, bu kanun TOKİ’ye ve Özelleştirme İdaresi’ne sınırsız plan yapma, plan onama, askı ve askı sonrasında yapılan itirazlar hakkında karar verme yetkilerini teslim etmiş durumda. Üstelik bunun başında şöyle bir ibare geçiyor. Bu sefer “her tür ölçekte” denmiyor. Her tür ölçekte denildiğinde çünkü, daha önce Danıştay tarafından yönetmeliklerde alınmış kararlar var, bu maddeler iptal edildi. “Gerekli olan ölçeklerde plan yapım hakkına sahiptir” diyor. Gerekli yapım ölçekleri, tahmin edersiniz, bölge planlarından tutun, 1/1.000 ölçekli uygulama imar planlarına kadar uzar. Her türlü planlarda değişiklik yapma ve plan yapma hakkına bu iki kurum sahip bundan sonra ki, şu anda bu iki kurum da, plan aleniyetini düzenleyen 3194 146 sayılı Kanunun 8. maddesine aykırı işlem yapıyorlar. Şu an TOKİ yapmış olduğu planları kendi müdürlüklerinde kasada saklayarak askıya çıkartıyor, daha sonrasında tutanaklar tutularak biz haberdar oluyoruz ya da oradaki meslektaşlarımızın haber vermesiyle haberdar oluyoruz ve bu planlara itiraz ediyoruz. Bunun bir örneğini iki gün önce yaşadık, yani plan askıdan bugün indi, plan askıdan inmeden iki gün önce pazartesi günü haberdar olduk ve o gün itiraz metnini hazırlayıp TOKİ’ye gönderdik. Böyle de bir süreç var. Şu an kamu otoritesi kendi hazırladığı yasaları kendi eliyle çiğniyor. Bu anlamda tabii 3194’ün 8. maddesi planların aleni olduğunu söylüyor. Ama bir taraftan da bakıyorsunuz ki yetki karmaşasını artıran 9. maddede tüm merkezi yönetim birimlerine plan yapım hakkını tanımlanıyor. Böylece planı yerelden mümkün olduğunca kopartıyor ve yetki karmaşasının ana maddelerinden biri bu ve şu anda Türkiye’de yanlış biliyorsam siz düzeltin, yaklaşık 18 farklı kurum plan yapma hakkına sahip. Planlarla ilgili son olarak ve en önemli söylenmesi gereken plan değişiklikleri. İstanbul’da artık planlama disiplini tamamen plan değişiklikleri üzerine kurgulu. Bu plan değişiklikleri çoğunlukla donatı dengesini bozuyor, çoğu zaten donatı alanlarında gerçekleştiriliyor. Bir taraftan da baktığınızda bu plan değişiklikleri artık İstanbul’da bazı bölgeleri yaşanılmaz hale getirmiş durumda. Bunların en büyük örneği Büyükdere Caddesi aksı; bu aksta artık ulaşım altyapısı şu anda o yapılaşmayı kaldırmıyor ve bizim bu parçacıl ve bütünlükten kesinlikle uzak plan yaklaşımımızla birlikte de İstanbul’un ne kadar belirsiz ve ne kadar kapalı kapılar ardında planlandığını gözler önüne seren de gene plan değişiklikleri oluyor. Bu tablo İstanbul’da ne yazık ki 50’li yıllardan beri devam ediyor. İstanbul’un o büyük sanayileşme atılımı ve ondan sonra 147 başlayan süreçle birlikte, 50 yıllardan bu yana devam ediyor ve 50’li yıllardan bu yana İstanbul’da planlamanın sürekli bir ayağı topal. Hepinize sabrınız için teşekkür ederim. PROF. DR. GÜZİN KONUK- Teşekkürler. Ben tekrar Hasan Bey’e söz veriyorum, bir ekleme yapmak istiyor. HASAN BÜYÜKDEDE- Ben hocama kültür ve turizmle alakalı bir eklemede bulunmak istiyorum. İl Özel İdaresi aynı zamanda 2010 Kültür Başkenti’nin finansörü, dolayısıyla oradaki yönetim kurulunda, Ticaret Odası’ndan da yönetimde bir arkadaş var ve oraya hakikaten ciddi bir para aktarılıyor. Aktarılan bu paranın böyle yayınlarla, folklorlarla kaybolup gitmesine bizim gönlümüz razı değil ve oraya proje götürmek gerekiyor. Bu tür projelere şu anda aç durumda oradaki yönetim kurulu, ben bunu biliyorum. Dolayısıyla da durmadan bütün sivil toplum kuruluşlarından proje talep ediliyor. Oraya bir katkınızın olmasında çok büyük yarar görüyorum. İki, turizmle alakalı, yani biz 2010’la sadece turist gelecek diye 2010’un kültür başkenti mücadelesini vermemiz yanlış. Çünkü turizm o kültürel değerlere gelmiyor. Çok cüzi bir kısmı geliyor, dünyanın her yerinde de bu böyle. Ben Milano’yu mesela örnek vereceğim, 12 milyon turist gidiyor. O Katedralle yalancıktan bir kapalı çarşısına gittiği için değil, oraya gidişin ana nedeni iş dünyası içindir. İstanbul şu anda iş dünyasının bir merkezidir ve şu anda CeBIT Fuarı var, bütün uçaklar dolu, bütün oteller dolu. Artık İstanbul kabuk değiştirmiştir, sadece Ayasofya yahut Sultanahmet için insanlar bir kere gelir, ama iş dünyası için on kere geliyor. Biz de öyleyiz, bir Paris’e gideceksek veya gelecek hafta mesela Almanya’da fuarımız var, standımız var, herhalde Almanya’ya yılda 10-12 kere gidiyoruz. İtalya’ya herhalde 148 15 kere gidiyoruz. Yani turizm artık iş dünyası turizmidir. Dolayısıyla sadece camilerimizi şöyle yapalım, kiliselerimizi şöyle yapalım, şöyle bir kültür yapalım, vesaire tamam, onları bizim varlığımız olduğu için yapmak zorundayız, ama turizm artık bugün sosyal aktivite, kongre, spor, fuar ve iş turizmi, Türkiye bir iş dünyası, iş cenneti haline gelmiştir. Özellikle İstanbul Türkiye vergisinin yüzde 48’ini ödeyen bir şehirdir. Ekonominin lokomotifidir, çalışan nüfusunun yüzde 32’si endüstride çalışan ve ticaret hayatında çalışan bir yapıya sahiptir. Dolayısıyla turizmle kültürü birbirinden ayırmak gerekiyor. Turizm denilince ayrı bir şeyi düşünmemiz gerekiyor, kültür denilince o bizim çok özel bir varlığımızdır ve onun arkasında koşmamız gerekir. Yılda 240-250 milyon TL para transfer ediyoruz şu anda, çok ciddi bir para aktarılıyor, ama o değerlerimizi, bizim saraylarımızı, arkeoloji müzemizi kurtarmak için harcıyoruz. Tamam turist onun için de geliyor, ama gelen turistin en fazla yüzde 20’si ancak onun içindir, ondan sonrası iş dünyası içindir. Bunu dikkate almak gerekiyor. Bir konu daha, arkadaşım söylediği için söylüyorum; havaalanı meselesi, artık o havaalanının oradan gitmesi lâzım. Artık çok tehlikeli hale geldi, inişlerde, çıkışlarda yüreğimiz ağzımızda, şehrin çok içinde. Eskiden doğruydu, ama bütün dünyadaki büyükşehirlerin hepsine bakın, havaalanları şehirlerin dışına kaymıştır. Milano’da Malpenza 80 km. dışarıya kaymıştır şehir içinden, ancak iç hatlarda çok küçük dış turizm için ve büyük yoğunluk için kesinlikle kullanılmamaktadır. İstanbul’un doğru dürüst bir havaalanına ihtiyacı var ve oranın farklı değerlendirilmesi gerekir; oraya bu kadar yoğun şekilde uçakların girmesinin doğru olduğuna inanmıyorum. Bir konu daha söyleyip bitirmek istiyorum. Bizim elimizde mevcut alanlarımız var. Topraklarımız son derece sınırlı. 149 İstanbul’un su havzaları dışında kalan alanları son derece sınırlı ve değerli, ama bunun İstanbul’da illa tarım yapacağız diye bir mecburiyetimiz yok. Böyle bir sorunu Konya Ovası için konuşmuyorum; ben Konyalıyım. İstanbul’da küçücük bir yerde ayçiçeği yetiştirmek için mücadele ediyorum. Olayı, daha farklı, daha ekonomist gözle bakıp elimizdeki varlıkları maksimum nasıl değerlendiririz diye düşünmemiz lâzım. Ben öyle düşünüyorum. Dinlediğiniz için çok teşekkür ediyorum. PROF. DR. GÜZİN KONUK- Teşekkürler. Buyurun. SALONDAN- Ben tabii şu anda turizmin içindeyim ve TÜRSAV’ın Kültür Turizmi Komitesinin de başkanıyım. 2006 yılında Lütfü Kırdar’da toplantı yapan kişi sayısı 46 bin, buna Türkler de dâhil. Yani şunu söylemek istiyorum: 2006 yılında 5.3 milyon yabancı gelmiş, ama Lütfü Kırdar’da yapılan kongreye katılan sayı Türk yabancı hep beraber 46 bin kişi. Bunu değerlendirmeyi size bırakıyorum. ZEYNEP ENLİL- Ben sizin bıraktığınız yerden bir şey daha ekleyeyim, şu anda sayıları hatırlamıyorum, çantamdan raporu çıkarmam lâzım, ama o söylediğiniz Lütfü Kırdar’daki 46 bin kişi de niye gelmiş oraya? Bakıyorsunuz, düğün davetleri, vesaire gibi toplantılar da o toplantıların içinde sayılıyor ve çok büyük bir miktar tutuyor. Esas kongre faaliyeti için Lütfü Kırdar’ı kullanan sayısı oranı çok az o dönem için, dolayısıyla hakikaten bu rakamları iyi konuşturmak lâzım. Esas sizin söylediğinize dönmek istiyorum. Tabii ki, 2010’u kesinlikle turist çekecek bir faaliyet olarak görmüyoruz, aksine bu ülkede kültür politikaları geliştirmek için önemli bir fırsat, ama o fırsatı kaçırıp onu sadece turizm gözüyle görürsek o zaman ben onu bir tehdit olarak algılıyorum. Ona bir açıklık getireyim. 150 İkincisi, dediğinize katılmıyorum. Evet, iş turizmi bugün önemlidir, onu kimse yadsımıyor. Kongre turizmi tabii ki önemlidir, onu da kimse yadsımıyor. Fuar önemlidir, hepsi önemlidir, ama dünya bugün kültür turizmi üzerine gidiyor. Bütün turizm örgütlerinin raporlarına bakın, diğer raporlara bakın, ülkeleri gezen turistin çok artan oranda bir bölümü o ülkelere kültür varlıklarını görmek için gidiyorlar. İkincisi, kültür turizmi haricinde başka amaçlarla gelen turist de geldiği zaman ben kendimden biliyorum, siz de kendinizi düşünün, iş turizmi için gittiğinizde sadece işiniz neyi gerektiriyorsa o kongre otelinde veya o fuar alanında işinizi yapıp gidiyorsanız, onun kente ve kentin kültürüne hiçbir yararı yok. Kültürel alışveriş açısından dünya kültürleri, dünya barışı, vesaire bunu çok uzatabilirsiniz, bu açıdan da bir yararı yok. Eğer gelen kişi işini yapmanın haricinde o kenti, o kültürü tanımak için bir çaba sarf ediyorsa o zaman bizim için daha fazla kıymeti var. Yani bakış açımızı değiştirmemiz gerekiyor. Benim söylemek istediğim bu. Gene Faruk Bey’in söylediğine atıfla bir şey söylemek istiyorum. Örneğin, Paris’e gelen turist sayısı 2005 verileriyle 25 milyon. Müzelerini gezen turist sayısına bakıyorsunuz, o da 25 milyon. Faruk Beyin söylediği çok doğru, İstanbul’a gelen yabancı turist sayısı 4-5 milyon, bunun ancak 1/3’ü müzeye gidiyor. O da sadece ikisine, Topkapı Sarayı ve Ayasofya. Onlara giden turistin ya da ziyaretçinin -hepsi yabancı turist değil belki de- toplamı da gene 2005 verilerine göre 1.600.000 kişi, o kadar komik rakamlardan söz ediyoruz ki, dolayısıyla bizim müzelerimizi gezen ziyaretçi sayısı tabii ki daha fazla olmalı. Eğer ekonomik getiri bekliyorsak bu önemli bir ekonomik gelir kaynağıdır. Bunu da dikkate almamız lâzım. O kültürel varlıkları korumak için kullanabileceğimiz bir gelir kaynağı öte yandan, mesela, ben yeni Çin’de bir kongreden geldim. Adamları tamam yasak kenti gezdiriyorlar, ama bunun haricinde hiç görmediğim bir tur biçimi vardı. Kültür endüstrileri turu. 151 Teknolojik, tekno parklara götürüyor. 7, 9, 8 adını verdikleri bir sanat zonu yapmışlar. Eski sanayi alanını tamamen sanat üretim atölyelerine ve galerilere ayırmışlar. Hem üretim, hem sergileme ve hem tüketimin bir arada olduğu bir mekan, oraya gidiyor, antikacıların olduğu yere gidiyor, böyle bir günlük geziye sizden 70 dolar alıyor. Vizyon farklı, burada sadece turisti getirmek, turistten para kazanmak da değil, bakış açılarımızı biraz değiştirmemiz lâzım. O nedenle siz sanayicisiniz, sanayici olarak da yaratıcı sektörlerin yaptığınız işe getirebileceği katma değeri de düşünmeniz gerekiyor diye ben sözümü bitirmek istiyorum. HASAN BÜYÜKDEDE- Hocam, ben size aynen katılıyorum. Türkiye’ye gelen birçok sanayici Alman, vesaire geliyor. Bir kere turistik alanları gezdiriyoruz, on kere iş için, onu söylemeye çalıştım. Yani turistik alanları mutlaka gezdirmeye gayret ediyoruz, ama bir kere gezdiriyorsunuz. Ondan sonraki geliş gidişlerinde onları pas geçiyorlar. PROF. DR. GÜZİN KONUK- Görüyorsunuz ki bütün bu konuşmalar gerçekten çok canlı ve uzun sürecek. TAYFUN KAHRAMAN- Esasında bana bir cevap hakkı doğdu, ama hocam salona soralım, kullanalım mı, kullanmayalım mı? Yani, bunu kesin söylememiz gerekiyor. Siz tabii ki sizin bakış açınızla bizim plancılar olarak bakış açımız çok farklı. Bir Konya Ovası’yla İstanbul’u karşılaştırmayın. Konya Ovası’nın içler acısı hali ortada. Şu an Konya Ovasında zaten tarımsal üretim neredeyse yapılmıyor. Şöyle bir veri vereyim: İstanbul’da her ne kadar sanayileşmiş bir kent diyoruz, ama hâlâ daha istihdamın yüzde 5’i tarımda istihdam oluyor. Yani İstanbul ilinde hâlâ daha önemli bir tarım faaliyeti var ve bu tarım faaliyeti de az önce benim söylediğim mutlak tarım alanları içerisinde faaliyet gösteriyor ki, bunlar bizim verilerimiz değil, bunlar İMP’nin verileri, 152 yani o bizim iptal ettirdiğimiz 2006 yılı planının verileri bunlar. Bu anlamda mutlak tarım alanlarına da bu bir avuç yerde tarım yapılacak şeklinde bakamayız kesinlikle. İstanbul zaten biz ne kadar Oda yöneticileri olarak bunu çok fazla telaffuz etmesek de 10 milyonda kalması ve daha fazla büyümemesi gereken bir şehir. İstanbul şu an zaten sınırlarını fazlasıyla aşmış ve sınırlarının ötesine geçmiş durumda. Siz bir avuç tarım toprağı dediniz, ama o bir avuç tarım toprağı İstanbulluya lâzım. Bir gün yaklaşık 20-30 yıl sonra da o şu an yapılacak üçüncü hava limanı da kullanılamaz hale gelecek, o da kent içinde kalacak. Şu anda zaten Atatürk Havalimanı’nın, DLH’nın projeleri var, Atatürk Havalimanı’na farklı bir pist yapılması projesi daha var ki, bunun 20 km uzağında da Çorlu Havalimanı var. Bunlar da havalimanları için çok önemli mesafeler değiller, Çorlu Havalimanı hâlâ da fizıbıl şekilde kullanılmıyor. PROF. DR. GÜZİN KONUK- Teşekkür ederiz. Ben salona sormak istiyorum, soru var mı? Çünkü son 10 dakikamız var. EMSAL DİNÇALP- Teşekkür ederim, iyi akşamlar diliyorum. Genel olarak ben şunu hissettim, aynı zamanda soru olarak da yönelteceğim: Az önce Sayın Kahraman’ın anlattığına göre hem kentsel dönüşümden bahsediyoruz ki, en büyük iddiamız o, planlamadan bahsediyoruz, ama İstanbul’un iki yakasını bir araya getirecek ulaşım konusunda nedense hassas davranıyoruz. Neden bir köprü daha, neden Marmaray, neden bir tüp geçit daha gibi şeyler söylendiğini duyuyorum. Bu nedenle kentsel dönüşüm yapılırken daha ziyade şehir plancıları tarafından ulaşım konusunda iki yakayı birbirine bağlayan projeler olmayacakmış kentsel dönüşümde. Bunlara şu anda neden karşı çıkar gibi bir halimiz var? Neden köprüler yapılıyor, neden Marmaray, neden 153 tüpgeçit, gibi karşı çıkmamız doğru m? İkincisi, belki Sayın Haluk Gerçek Hocamızı daha ziyade ilgilendirecek. Geleceğe dönük belirsizliklerden bahsetti kendisi, Marmaray projesi bir belirsizlik unsuru mudur, faktörü müdür? Bu konuda düşüncelerini alabilir miyiz? Teşekkür ederim. SALONDAN.- Benim merak ettiğim bir konu var. İstanbul’un makro formu ile öngörülen ulaşım meselesiyle ilgili lineer büyüme aldı gidiyor tamamen ve öngörülen ulaşımda acaba gerçekten bağlantılar sağlanabilecek mi? Raylı sistemin hızı ne olacak ki bizi Silivri’den merkeze veya o tarafa gidecek hastanelere taşıyacak? Haluk Hocama bilhassa sormak istiyorum, bu raylı sistemin yeterliliği hakkında ne düşünüyor. Çünkü neticede 16 milyonu taşıyacak bir hat çıkıyor galiba, yani buradaki metro sistemini bölgesel hızlı metro ağı ve kent içi metro olarak ikiye mi ayırmak lâzım? HALUK GERÇEK- Ben ulaşımla ilgili önce Marmaray’dan başlayayım. Marmaray projesiyle ilgili belirsizlikten ayrıca söz etmek pek anlamlı gelmiyor, yani genelde tek başına bir projenin belirsizliği değil, genelde yapıya ilişkin, sosyo-ekonomik yapıya ilişkin ve ulaşım sistemine ilişkin belirsizliklerden söz etmeye çalıştım. Bunun içerisine Marmaray da dahildi tabii, Marmaray projesi benim kanımca karşı çıkılan bir proje değil, burada da kimsenin Marmaray’a karşı çıktığını sanmıyorum. Sadece Marmaray nedeniyle yapılmakta olan kazılarla ilgili bazı endişeler dile getirildi. Arkeolojik buluntuların önemi nedeniyle kazı çalışmaları zaten bir miktar gecikmiş durumda, bunun biraz daha geciktirilmesinin kültürel mirasın korunması açısından gerekli olduğu söylendi. Yoksa ulaşım projesi olarak Marmaray’a karşı bir görüş 154 olduğunu sanmıyorum. Marmaray’la ilgili bizim yaptığımız öngörüler var. Marmaray projesi tek başına İstanbul’un ulaşım sistemini çözecek bir proje değil tabii, Marmaray’la birlikte ulaştırma ana planında da öngörülen yaklaşık 400 km.’nin üzerine çıkan bir raylı sistem ağı söz konusu İstanbul’un geleceği için planlanan 2023 ve sonrası için. Ancak bu şekilde birbiriyle entegre olmuş bir ulaşım sistemi oluşturduğunuz zaman Marmaray kentin iki yakası arasında yüksek kapasiteli bir omurga oluşturacak ve diğer sistemlerle de beslenecek. O nedenle mesela, bizim 2011 yılında açılması öngörülüyor, belki 2011’in sonuna da sarkabilir. Daha önce yaptığımız projeksiyon çalışmalarında açılış yılında yaklaşık 1 milyona yakın yolcu taşıyacağı tahmin ediliyor. Onu izleyen yıllarda 2023’lerde bu sayının günde 1.600.000’e çıkması bekleniyor. İstanbul’un ulaşımı açısından oldukça önemli bir taşıma sağlayacak. Diğer soruya gelirsek, bu mekânsal planlama çalışmaları Serap Hanım da biraz bahsetti, ben de ulaşım ana planı için JICA’nın yaptığı sunumda bunu bir eleştiri olarak getirmiştim. Aynı noktayı o da bugün burada tekrarladı. İstanbul’da lineer gelişmeyi öngörüyor ve aynı zamanda da çok merkezli gelişmeyi öngörüyor. Bu yeni merkezlerden biri Silivri çevresinde, biri Kartal civarında ve bunların da birtakım güçlü ulaşım eksenleriyle -daha çok raylı sistemle- bağlanması sözkonusu; ama tabii esas felsefe bana göre ulaşım taleplerinin azaltılması olmalıdır. Erişilebilirliği artırmak ve mümkün olduğu kadar da mekânsal planlamayı öyle düzenlemek gerekir ki, gereksiz ulaşım talepleri olmasın. İnsanlar kendi yaşadıkları mekânlar içerisinde kısa mesafede yolculuklar yaparak günlük faaliyetlerini yapabilsinler. Yani Silivri’de oturan bir insanın kentin eski merkezine gelmesi ya da tersi ihtiyaçların çok da fazla olmaması gerekir böyle bir planlama içerisinde. Orada kendine yeterli 155 birtakım merkezlerin oluşması lâzım, ama tabii bu çok merkezli yapının da birbiriyle entegre olması gerekiyor. Güçlü ulaşım ağlarıyla bunun da toplu taşımayla sağlanması elbette ki idealdir. Yalnız Serap da söyledi, yeni plan projeksiyonlarına baktığınız zaman bize aktarılan verilere, yolculuk sayısı İstanbul’da 2023 yılında yüzde 60 artarken yolcu km sayısı yüzde 160 artıyor. Bunun anlamı şudur: Türkçeye çevirirsek insanlar daha uzun mesafelere yolculuk yapmak zorunda kalacaklar. Hâlbuki plan felsefesi o değildi, mümkün olduğu kadar bu yolculukları azaltmak, kısaltmak ve kendi içinde yeterli merkezler oluşturmaktı. Bu bana bir çelişki olarak gözüktü, orada da söyledim bunu zaten. Demek ki, bu merkezler kendi içerisinde yeterli olmayacak. Bunun iki nedeni olabilir: Biri dediğim gibi bu merkezler yeterli değildir, insanlar hâlâ birtakım faaliyetleri için kentin eski merkezlerine yolculuk yapmaya devam edeceklerdir, ikinci bir nedeni tamamen teknik bir hatadan kaynaklanabilir. Oradaki toplantıda da söylemiştim. Bu çalışmada kullanılan model İstanbul il sınırlarını alıyor ve bir de yanılmıyorsam Gebze’yi alıyor. Hâlbuki kentin batısında Çorlu, Çerkezköy ve Marmara Ereğlisi gibi, ileride Silivri’deki bir merkezle güçlü alışverişi olacak yerleşimler var. Orada sanayi var, konut var, vesaire var. Eğer modelde siz bu Çerkezköy’ü Marmara Ereğlisi’ni dış zonlar olarak modelinize katmadıysanız zaten model oraya size yolculuk hizmeti vermez, gene bütün yolculukları eski merkeze doğru verir. Bu soruya o zaman net bir cevap alamamıştım, şimdi tekrar soruyorum: Teknik olarak bu zonlar dikkate alındı mı? Çünkü benim bildiğim kadarıyla alınmamıştı. Sonradan mı eklendi, yani modelin böyle bir sonuç vermesi biraz da model hatasıdır. Onu o şekilde yorumlamak gerekir. SERAP ŞENGÜL ÇETİNKAYA- Hocam, biz o konuda çalışmalar da yaptık. Gerçekten de dediğiniz gibi mesafeler artıyor, ama siz Silivri’de oluşturduğunuz yeni gelişme alanlarına “burası 156 kendine yeterli merkezler olacak” dediğiniz için orası kendine yeterli bir merkez olmuyor. Çünkü siz orada yeterli istihdamı, yeterli iş alanını sağlayamadığınız sürece ki, orada çok büyük iş alanları önerilmiyor ve çevre düzeni planı zaten istihdam verileri açısından son derece yetersiz, bunu sağlayamıyorsunuz. İlçe bazında çok net diyorum ki, biz mahalle bazına iniyoruz bu verilerden, İstanbul ili için 2023 yılında istihdamların ne olacağının verisi yok. Biz bunu alansal ölçütler ve bazı parametreler kullanarak kendimiz hesaplamaya çalışıyoruz, ama bu hesaplar sonucunda çıkan alanlar da öyle, hem yaka bazlı istihdam açısından dengesizlik gene sürüyor, hem de Silivri bölgesinde yeni oluşturulan gelişme alanlarında yeterli iş alanları planın verdiği verilere göre sağlanamıyor. Belki alt ölçek planlar geldikten sonra daha detaylı çalışmalar yapılacak ve orada daha büyük iş alanları önerilecekse bunlar belki mesafenin kısalmasına ve kendine yeterli alt merkezlerin oluşmasına neden olabilir. Onun dışında ikinci soruda biz modeli kurgularken İstanbul iliyle yakın ilişkisine değinerek Gebze’yi almıştık, ama Çerkezköy bölgesinde İstanbul’la Gebze kadar yakın ilişkiler olmadığı için dış zon olarak kabul etmiştik ve orada anket çalışması ve tespit çalışması yapmadık. Bu nedenle bu bölge bizim sınırlarımızın dışında kalıyor ve sadece dış istasyon anketlerinden gelen rakamları belirli oranlarda büyülterek matrise ekliyoruz ve dış istasyonları da bizim atamamızla gene gösteriyoruz, ama Silivri’deki insanların gerçekten de Çerkezköy’le bu kadar yakın ilişkileri olacak mı? Onu modelde gösteremiyoruz, yani bu model açısından da bir eksiklik olabilir, ama ben esas büyük eksikliğin arazi kullanım verilerinden kaynaklandığını düşünüyorum. PROF. DR. GÜZİN KONUK- Ben toplantıyı burada kapamak istiyorum. Çünkü bu buluşma yarın da devam edecek, 157 sabaha kadar da tartışabilecek ya da bilgi paylaşabilecek çok talebimiz var. Tüm yuvarlak masa katılımcılarına içten teşekkür ediyorum. Ayrıca Yıldız Teknik Üniversitesi ve TMMOB Şehir Plancıları Odası İstanbul Şubesi’ne de teşekkürlerimi sunuyorum, iyi akşamlar. Yarın aynı heyecanı beklemek üzere. 158 ŞEHİR PLANCILARI ODASI İSTANBUL BULUŞMALARI “TARİHÎ KENT MERKEZLERİNDE PLANLAMA” 9 Ekim 2008 İkinci Gün Yunan asıllı olmakla beraber Fransa’da yaşamakta, hem Yunanistan’da hem de Fransa’da çalışmalar yapmış bulunuyor. Aslen mimar, teknik üniversite mezunu. Fransa’da öğretim görevini 2004 yılından beri Sorbonne Üniversitesi’nde sürdürmekte. Çeşitli fiziksel planlama ve master plan koordinatörlükleri bulunmakta, Çevre - Bölge Planlama Bölümü’nde öğretim görevlisi kendisi. İlgi alanları özellikle politik coğrafya, konuşmasını ağırlıklı olarak bu konu üzerine gerçekleştirecek. Konuşmasını yapmak üzere kendisini kürsüye davet ediyorum. Prof. Georges PREVELAKIS: BELİRSİZLİK ZAMANLARINDA PLANLAMA Belirsizlik: İstisna mı, kural mı? Uzun dönemli bir süreç olan planlama kestirimlere dayanır. 1950’ler, 1960’lar ve 1970’ler boyunca süren parlak dönemlerinde planlama, mekânsal olguları ‘bilimsel’ yöntemlerle önceden kestiren “Yeni Coğrafya” akımıyla sıkı sıkıya ilişkili olarak yürütüldü. 159 Ne var ki, Yeni Coğrafya akımı kayda değer ya da objektif bir yöntem ortaya koyamayınca bu kuramın yanlış olduğu anlaşıldı. Dahası, gelişmeler planlama politikalarının dayandırıldığı pek çok hipotezin (önermenin) de yanlış olduğunu gösterdi. Örneğin, 1950’ler ve 1960’larda yapılan kentsel büyüme kestirimleri gerçek değerlerin çok altında kalmış, daha sonra yapılan kestirimlerin ise abartılı olduğu ortaya çıkmıştı: Büyük kentlerde yaşayanlar doğrusal eğilim hesaplarına uygun davranmıyorlardı. Kestirimdeki bu başarısızlık coğrafî ve tarihsel açıdan olağanüstü istikrarlı bir ortamda –soğuk savaş içindeki Batı Avrupa ve Kuzey Amerika’da- gerçekleşmiştir. Avrupa odaklı olmaktan uzaklaşıp daha geniş bir açıdan baktığımızda bu kestirilemezlik daha da büyük bir ölçeğe ulaşmaktadır. Avrupalı plancıların 1910’da tasarladıkları harika Atina nazım planı 1922’deki Yunan yenilgisinden ve onu izleyen nüfus mübadelesinden sonra işe yaramaz bir belgeye dönüşmüştür. Hiçbir plancı Atina’nın nüfusunun 500.000’den 750.000’e fırlayacağını öngörememiştir. Tahmin edileceği gibi, tüm planlar terkedilmişti. Yaşamın gerçekleri o güne dek yapılan Atina planlarındaki “City Beautiful” idealini yerle bir edince Türkiye’den kaçan göçmenler sorununun üstesinden gelmek üzere bir acil durum planı geliştirilmişti. Jeopolitik dinamiklerin kentler üzerinde çok büyük etkisi vardır. Doğu Akdeniz ve Orta Doğu, bizim kendi dünyamız, büyük tarihsel çalkantıların, patlamaların sahnesi olmuştur; öyle ki, bu patlamalar İskenderiye gibi ‘ebedî’ kentlerin hem biçimsel hem de içerik olarak 160 kökten değişmesine yol açmıştır. Batı dışındaki planlama yetkililerinin söylemleri konvansiyonel Batılı planlama yaklaşımını destekler gibi gözükürse de gerçekte bu yaklaşımın ne kadar etkili olabileceği konusunda kuşkularla doludur. O nedenle, Batılı çözümlerin aynen kopyalanmasıyla çözülemeyen durumlar için onlara koşut sistemler bulunmuştur. Yunanistan’da ve Türkiye’deki kentsel mekânın üretilmesinde aynı sistemin işletildiği gözlenmektedir. Politikacılar ve sermaye kesimi, çoğunluğu Batı eğitimi almış resmî plancıların geliştirdiği planları kendi eylemlerini, uygulamalarını aklamak için bir gerekçe, haklı göstermek için bir özür olarak kullanmaktadırlar. Oysa, bu uygulamalar çoğunlukla aklama belgesi olarak gösterilen planların özündeki düşüncelerle taban tabana zıttır. geliştirilmiştir: Yunanistan’da siyasal sonuçları ve Türkiye’de seçimleri benzer etkileyebilen ‘çözümler’ yasa dışı yapılaşma; küçük toprak sahipleriyle küçük yükleniciler arasındaki enformel ortaklıklarla yürüyen küçük ölçekli inşaat sektörü. Bu çözümlerin, toplumsal bağlılığı ve istikrarı güçlendirmek, kırsal alanlardan göçenlerin kente entegrasyonunu kolaylaştırmak, ekonomik büyümeye katkı sağlamak gibi pratik bazı yararları vardı. Batı kentlerinin varoşlarında Atina Belgesi (Athens Charter) ilkelerinin uygulanmasıyla ortaya çıkan büyük komplekslerle karşılaştırıldığında bu çözümlerin doğurduğu toplumsal olgunun çok daha insanî ölçekte olduğu görülmektedir. Ne var ki, bu pratik çözümler bir strateji planı kapsamına alınmadığı için zamanla her türlü işlevsel ve çevresel sorunun kaynağı durumuna gelmiştir. 161 Batılı planlama yöntemi hem hiç esnek olmadığı için hem de bölgenin içsel özellikleri nedeniyle dünyanın bizim yaşadığımız bu bölgesinde etkisiz kalmıştır. Bölgenin içsel özelliklerinden birisi, daha önce belirttiğim gibi, siyasal istikrarsızlıktır; diğer özelliği ise halkın toprağa, mekâna ve konuta yaklaşımındaki kültürel farktır. Mimarî ve Kimlik Bunlara ek olarak göz önüne alınması gereken bir başka gerçek de kültüre ve kültürel mirasa yönelik tavırdaki evrim ve değişikliklerdir ki bunun da tarihî kentler üzerinde önemli etkileri olmuştur. 1970’lerin sonlarına doğru Batı sanayi arkeolojisini icat edince, Paris’in sanayi mirası birdenbire korunmaya değer konuma gelmiştir. Hemen hemen aynı zamanda Atina Belgesi (ilkeleri) terk edilerek o zamanki belediye başkanı –daha sonra Fransa devlet başkanı olan- Jacque Chirac tarafından Paris için yepyeni bir politika ortaya atılmış ve gerçekleştirilmiştir. Kentlerin tarihinde siyasal ayaklanmalar sonucunda her zaman kültür mirasına yönelik radikal değişiklikler olmuştur. 1789 Fransız Devrimi gotik anıtları harap etmiştir; bir buçuk yüzyıl sonra sanayi yapıları egemen ideolojiye yenik düşmektedir. Her iki örnekte de verilen zararlar bir kaç on yıl sonra derin pişmanlıkla anılmış, ayakta kalabilen yapıları kurtarmak için çok ciddi çaba harcanmıştır. Tavırlardaki bu değişkenlik mimarîyle kimlik arasındaki güçlü ilişki ile açıklanabilir. Doğu Akdeniz’de ve dünyanın başka bölgelerinde son iki yüz yıldır ‘ötekiler’ tarafından yapılmış yapılar, camiler, kiliseler ya da sinagoglar ya yıkılmakta ya da harap olarak yıkılmak üzere kendi haline terkedilmiştir. Son olarak Yugoslavya’daki savaşta ‘etnik temizlik’ ile 162 ‘miras temizliği’nin nasıl birlikte yürütüldüğünü yeniden görülmüştür. Bizim Osmanlı sonrası dünyamızda da kent mekânına damgasını vurmuş olan imparatorluk anıları genç ulusal toplumlarımızın kimliklerinin gelişmesinin önünde bir engel gibi görülmüştü. Ulusalcı düşünce tarafından ele geçirilen kentler ya yeni kimlik stratejilerinin aracı haline gelmişler ya da marjinalleştirilmiş, bir kenara itilmişlerdir. Yunanistan’da Atina, 19. yüzyıl neo-klasik biçemin temsilcisi olan merkeziyle ulusalcıların ‘Antik Yunan’ın kesintisiz sürekliliği’ ideasını simgelemekteydi. Buna karşılık, büyük dinlerin ve kültürlerin kavşağı olarak simgeleşmiş olan Selanik unutulmaya mahkûm edilmişti. Ne tuhaftır ki, son iki yüzyıldır egemen olan ulusalcı yapılanma bizim kentlerimizdeki simgesel belirliliğin (kestirilebilirliğin) Batı dünyasındakinden daha çok olmasını sağlamıştır. Her şeye kâdir ulusalcı mitoloji kentlerde de herşeye yön vermiş, Batı kentlerinde görülen büyük iniş çıkışlara olanak tanımamıştır. Ancak, tarihsel deneyimler kültürel ve ideolojik eğilimlerin değişmeye yatkın olduğunu göstermektedir. Böyle ulusalcı bir bakış açısı İstanbul gibi bir örnekte, özellikle kültürel merkez söz konusu olduğunda, belirlilik başarısını koruyamayabilir. Globalleşme, göç, Avrupa’nın bölgeselleşmesi ve ulus-devletin gerilemesi günümüzün jeo-politik ve jeo-kültürel keşmekeşinin değişik yüzleridir. Belki, dünyayı sarsacak daha başka önemli, büyük olaylar da olacaktır ama pek az kentte İstanbul’daki gibi evrimi yakalayacak ve yorumlayabilecek potansiyel vardır. 163 Neden İstanbul? Dünyadaki başka hiç bir kent, ne tarihsel ne de coğrafî açıdan, İstanbul’un sahip olduğu simgesel değere sahip değildir. Bu simgesel değer bazen Avrupa gerçeğinin tamamlayıcısı bazen de Batı gerçeğiyle çelişkili diye yorumlanmaktadır. Batılıların çoğu tarafından benimsenen ikinci yorum, İstanbul’un paha biçilemez mirasının yanlış anlaşılmasından ya da bu mirasa kayıtsız kalınmasından kaynaklanmaktadır. Dahası, Türk ulusalcılığı da, Osmanlı geçmişinden uzaklaşma çabası içinde, eski başkentin marjinalleşmesini teşvik etmiştir. O nedenle, İstanbul’un kültür mirası daha çok yabancı ziyaretçiler için -ki çoğu ya bilgisizlikleri ya da ön yargıları nedeniyle bu mirasın değerini anlayamaz- turistik çekim aracı olarak ele alınmaktadır. Gelecekte ne var? Bu soru planlamadan çok siyasetin konusudur. İstanbul’un tarihî bölümünün kaderi karar odaklarına bağlıdır; ancak bu odakların her hangi bir planlama kurumu tarafından durdurulması şöyle dursun, yönlendirilmeleri bile kolay değildir. Aşağıda bazı olası yaklaşımlar sıralanmıştır: A. Uluslararası sermayenin kenti ele geçirmesi Yerel halkın yavaş yavaş kentten atılması; sağlıklılaştırma; restorasyon ve yüksek nitelikli kentsel projeler; soylulaştırma. Bu yaklaşım kabullenilirse, yüksek nitelikli konut alanları, pahalı turistik etkinlikler ve çok-uluslu firmaların yapılarıyla geliştirilen tarihî merkez uluslararası kozmopolitan burjuvazi için çok ‘moda’ bir yer durumuna gelecektir. Doğal çevreye de olumlu etkisi olacak bu gelişme, tümüyle Batılı 164 bir ruha ve anlayışa teslim edilen İstanbul’un özgün kimliğine bir ihânettir. B.Durağanlık (stagnation) Siyasal açıdan bakıldığında, Kemalizm sonrası değişimlerin yarattığı sıkıntılar İstanbul’un rolünü yeniden tanımlamaya yönelik her türlü çabayı son derece hassas meseleler durumuna getirebilir. Kentin tarihiyle ilişkisi geçmişindeki iki imparatorluğun dinsel ve anıtsal simgelerine karşı benimsenen tutumda kendini gösterir. Bu ilişki kolay ya da güvenli yanıtı olmayan siyasal soruları gündeme getirecektir. Böylesi durumlarda genellikle minimalist ve teknokratik yaklaşımın ‘güvenli’ yoluna girilir. Bu yolda İstanbul gibi bir kentin kültürel potansiyelinin ve olağan üstü olanaklarının bilmezden gelinmesine devam edilir. C. Bölgesel bütünleşme (entegrasyon) Jeopolitik istikrarsızlık, Avrupa’yla olan sıkıntılar ve globalleşmenin zorlamaları bölgesel bütünleşme rüyasının yeniden görülmesine yol açabilir. Böyle bir projenin ideal odağı İstanbul olacaktır: Kentin tarihsel kesimi geçmişin tüm farklılıkları, tüm zenginlikleri canlandırma, bir simge, dinlerin ve kültürlerin bir sentezi durumuna gelme fırsatına ve sorumluluğuna sahip olacaktır. Planlama açısından (peyzaj, çevre) bakıldığında bu yaklaşımın en iyi senaryo olmadığı görülür: Bu senaryoya göre mevcut toplumsal doku sürdürüleceği, bir başka deyişle, Doğu ile Batının önemli kavşak noktasını simgeleyen insan mirası büyük oranda korunacağı için çevre kalitesinde en üst düzey yakalanamayacaktır; dinsel 165 anıtların ibadet yeri ve müze rolleri arasında bir denge aramak gerekecektir; bugüne kadar varlığını sürdürebilmiş, Osmanlı’nın ya da bir başka geçmişin temsilcisi olan kurumların görünür kılınması, kent yaşamına katılmasını sağlamak gerekecektir. Dolayısıyla, İstanbul’un tarihsel kesimi imparatorluk geçmişinin yeniden kazanılarak modern, daha doğrusu post modern, bağlam içine oturtulacağı bir simgesel laboratuar işlevi yüklenecektir. Plancıların her zaman düşleri olmuştur. Bugün artık daha gerçekçi düşler görüyor olabiliriz; çünkü teknokratik ütopyayı aştık; kentlerimizi biçimlendiren güçleri denetleme kapasitemizin ne kadar sınırlı olduğunu artık anladık. Hiç kuşku yok ki, geçmiştekinden daha alçak gönüllüyüz. Dünya geçmişte olduğundan daha az ya da daha çok kestirilebilir bir dünya değil. Ama biz, bizi çevreleyen belirsizliğin daha çok bilincindeyiz. Bizim görevimiz, bizim sorumluluğumuz kestirilebilir bir geleceğin fiziksel ve mekânsal boyutunu tasarlamak ve uygulamak değildir. Plancılar ve vatandaşlar olarak bizim rolümüz, kentimizle ilgili siyasal tartışmanın içinde plancı bilgisi ve kavrayışıyla yer almak, sonra da bu tartışmadan çıkan ortak kararları olabilecek en iyi biçimde uygulamaktır. Batılı teknokratik planlama öğrenimimizin sınırlarının, zayıflıklarının artık farkında olduğumuza göre her birimizin yaklaşımının farklı olacağını da biliyoruz. Plancılar olarak yaklaşımlarımız politik düşüncelerimizle, ideallerimizle ve sosyo-kültürel köklerimizle yakından ilişkilidir ve bunlara bağlı olarak farklılaşır. Bizim 166 farklılıklarımız kentlerimiz için olası planların çeşitliliğini tanımlar. SUNUCU- “Tarihî Kent Merkezlerinde Planlama” konulu üçüncü yuvarlak masayı açmak üzere Doç. Dr. İclâl Dinçer’i davet ediyorum ve yuvarlak masanın katılımcıları İstanbul 2 No’lu Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu üyesi Sait Karabulut, Kültür ve Turizm Bakanlığı temsilcisi Mehmet Gürkan, İstanbul Büyükşehir Belediyesi Tarihî Çevreyi Koruma Müdürlüğü’nden Cem Eriş, İstanbul Büyükşehir Belediyesi Planlama Müdürlüğü temsilcisi Muzaffer Şahin, İstanbul Yenileme Alanları Kültür ve Tabiat Varlıkları Koruma Kurulu Başkanı Mehmet Erdal, İstanbul Teknik Üniversitesi Şehir ve Bölge Planlama Bölümü’nden Prof. Dr. Nuran Zeren Gülersoy, Yıldız Teknik Üniversitesi Mimarlık Bölümü’nden Doç. Dr. Cengiz Can, Arkitera Mimarlık Merkezi’nden Ömer Kanıpak, Sulukule Platformu’ndan Neşe Ozan, Şehir Plancıları Odası İstanbul Şube Temsilcisi Yrd. Doç. Dr. Pelin Pınar Özden, Eminönü Belediyesi’nden Mahir Katırcı. Doç. Dr. İCLÂL DİNÇER- Günaydın. Belirsizlik Ortamında İstanbul’un Planlama Gündemi toplantımızın üçüncü yuvarlak masasına hoş geldiniz diyorum. Konu başlığımız “Tarihî Kent Merkezlerinde Planlama”. Ben öncelikle panel davetimizi kabul ederek katılma nezaketi gösteren konuşmacılarımıza şükranlarımı sunarak başlamak istiyorum, daha sonra da sizlere katılımlarınız açısından teşekkür etmek istiyorum. Raportör arkadaşlarımızı da takdim etmek istiyorum. Yrd. Doç. Dr. Elif Örnek Özden ve Araş. Gör. Tolga İslâm - onlar da tutanakları tutacaklar. Biliyorsunuz Şehir Plancıları Odası’nın geleneksel İstanbul Buluşmaları’nın ikincisi de yayınlanmak üzere bir program çerçevesinde gidiyor. Geçen seneki yayınlandı, kapıda da dağıtımları zannediyorum yapılıyor. 167 Çok fazla uzatmak istemiyorum, ama şunu da söyleyerek başlamak istiyorum. Dünkü tartışmalardan da sizlere aktarmak ve bağlantıyı kurmak istiyorum. Tarihî alanlarda belirsizlik ortamının tartışılması aslında diğerlerine göre benim açımdan değerlendirildiğinde çok daha büyük önem taşıyor. Çünkü biliyorsunuz 1950’li yıllara kadar tarihî kentsel alanlarımız bir süzülme süreci yaşadı ve buranın gerçek sahipleri oraları terk ederek gittiler. 1950’den sonra 80’lere kadar uzanan süreçte ise göçle gelen büyük bir nüfus burayı yeniden üretti ve kullanmaya başladı. Yoğunluğuyla, ekonomisiyle, aktivitesiyle korumanın da geri plana itildiği bir dönem yaşandı. 90’larla birlikte tarihî merkezler hem kamu tarafından hem de büyük ölçekli yatırımcılar tarafından adeta keşfedildi ve böyle olunca da aktörler çoğaldı. Aktörlerin çoğalması demek çatışmanın daha da çok artması demekti ve çatışma ortamından çıkmanın bence yollarından biri de aslında belirsiz ortamlar yaratmak diye tanımlayabiliriz, belirsizliği bir politika olarak benimsemek diye tanımlayabiliriz. Bu ortamlarda hepimiz yaşıyoruz, ülke ölçeğinde, dünya ölçeğinde yaşıyoruz, bunları biliyoruz. Konumuzu daraltmak ve tartışmayı yürütmek açısından biz bu paneli üç ana başlıkta ve ona yardımcı iki alt başlıkta tartışmayı programladık. Bunlardan birincisi hukuk alanı. Hukuk alanı belirsizlik ortamının en çok artırıldığı alan olarak karşımıza çıkıyor. Dün de çok açık biçimde ortaya çıktı ki, çıkarılan yeni yasalarla hukuk bir anlamda parçalandı. Hiyerarşik ve yatay ilişkileri kaybedildi. Bir yasada olan, diğer bir yasada tekrarlanan ve birbiriyle çelişir hâle geldi. Bunu biraz sonra sayın hocamız değerlendirecek. Bir alanımız bu tartışmada, özellikle de koruma alanına geldiğimizde başımıza neler geliyor bu belirsizlik ortamında, ona bakacağız. 168 İkincisi kamu alanını tartışalım dedik. Kamu alanında da tarihî bölgelerin artan bu değeri nedeniyle birçok müdürlük, birçok kamu kurumu yeniden oluşturuldu. Bunlar bir taraftan hiyerarşik süreçler içerisinde ürünlerini elde etmeye çalışırken, ama diğer taraftan da bu hiyerarşiyi bozan plan bütünlüğünü zedeleyen bir sürecin içerisine girildi. Bunun yarattığı önemli olumsuzlukları ve belirsizlikleri tartışmak istedik. Bilim alanında ise tabii artan teknolojiyle birlikte iletişimle birlikte bilim alanı çok hızla değişir ve dönüşür hale geldi. Yeni bilgiler herkesin eline ve önüne ulaşmaya başladı. Bu kavramları yanlış kullanmamıza ve birbirimizi artık anlamamamıza neden olur hâle geldi. Üçüncü tartışma alanımızı da böyle tanımladık. Bunlara yardımcı olacak iki tartışma alanını da bu üretilen tüm bilgilerin, yani kamu alanında, hukuk alanında, bilim alanında üretilen tüm bilgilerin dağıtılmasında yaşadığımız problemler ve belirsizlikler şeklinde belirledik. Yanlış bilgilendirmeler bilerek ve bilmeyerek toplumun yanlış bilgilendirilmesi ve süreçlerin yanlış başlatılıp devam edilmesi karşımıza çıktı. Bu konuda da bir tartışma alanı açtık. Bir diğer konu da bir umut olarak başlayan sivil örgütlenme meselesi, bu da Türkiye’de kendine özgü biçimde gerçekleşti. Bunun bir temsilcisini de davet ederek bütün bu çerçeve içerisinde konuşmalarımızı yapmaya ve biraz aslında bu belirsizlik ortamından nasıl çıkılıra mesajlar üretmeye çalışacağız, amacımız budur. Bütün konuşmacıların herbir cümlesi bu anlamda bize yön verecektir. Sayın konuşmacılara ben soruları yönlendirdim. O soruların dışında da kendileri gayet serbest olarak konuşmalarını sürdürecekler, deneyimlerini anlatacaklar ve listedeki sırayla başlamak istiyorum. Önce hukuk alanına bakmak istiyorum ve sözü Sayın Sait Karabulut’a vermek istiyorum. Sait Karabulut İstanbul 2 No’lu Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu’nun hukukçu üyesi, kendisi konumuzla 169 ilgili bilgi ve deneyimlerini bizlere aktaracak. Buyurun Sait Bey. SAİT KARABULUT- Sayın Başkanım, değerli katılımcılar ve konuklar; hepinize saygılar sunuyorum. Tabii bu soru başlı başına çok önemli bir soru, dün tartışılan, bugün tartışma konusu olan, yarın da gene tartışılacak olan bir konu. Çünkü hukuk her şey demektir. İnsan hayatının, toplum hayatının, devlet hayatının her alanında olan bir kavramdır, bir olgudur. Hukuksuz hiçbir şey olmaz. Soruya baktığımız zaman, esasen sorunun içerisinde dahi hukukun bir sistem, bir düzen, bir gerçek ve mutlaka uyulması ve uygulanması gereken bir kavram olduğu karşımıza çıkıyor. Çünkü soruda hukuk alanının, planlamanın, korumanın ve kent yönetiminin kamu yararına uygun olarak gerçekleştirilmesine bir araç -ki, aracın yanında esas ve temel diye ifade etmekte yarar var- olma özelliği devam etmekte midir? Hukuk buradaki ifadeye göre kamu yararının gerçekleştirilmesinde bir esastır ve bir temeldir. Yani olmazsa olmazdır. İkinci kısmına baktığımız zaman sorunun, yoksa hukuk belirsizlik ortamını yasal çerçeveye oturtan bir araç haline mi gelmiştir? Tabii ki bu biraz önce de bahsettiğim gibi zaman içerisinde dün, bugün, yarın tartışılan bir mesele ki, siyasetçilerimiz, idarecilerimiz ve biz kişi olarak çoğu zaman hukuka uymayı çok sevmeyiz, hukuka uymak işimize gelmez. Çünkü hukuk bir disiplindir, hukuk bir düzendir, hukuk bir kaideler bütünüdür, hukuk geneldir, hukuk bağlayıcıdır, hukukun yaptırım gücü vardır. Hukuktaki esas amaç toplum düzenini sağlamakta adalete ulaşmaktır. Bütün bunlar olduğu zaman insan olarak, toplum olarak, siyasetçi olarak, idareci olarak bazen hukuktan sapmak isteyebiliriz. Nitekim hukuktan sapmalar da olmuştur. Bu bazen bilmeden, art niyetli olmadan olmuştur, bazen de kasıtlı olarak hukuktan sapmaların olduğu görülmüştür. Fakat enteresan bir şey vardır; bütün bilim 170 dallarında mutlaka o sistemin, o kuralın dışına çıktığınız zaman bir düzeltme aracı olmayabilir, fakat hukukta bir düzeltme aracı vardır. O da hukukun dışına çıktığınız zaman gene hukukla düzeltiyorsunuz. Yani siyasetçiler, idareciler bir yasa veya yönetmelik veya tüzük tanzim ettiklerinde, düzenlediklerinde bir yanlışlık varsa hukukun dışına çıkmışlarsa bu gene hukuk organı olan ve millet adına yargılama yapan bağımsız mahkemelerin önüne gidiyor ve bu mahkemeler bu yanlışlığı, bu belirsizliği ortadan kaldırmaya çalışıyor ve nihayetinde kaldırıyorlar da. Dolayısıyla hukukun hukuksuzluğa, belirsizlik ortamına araç olması mümkün değil, ancak uygulamada bazı sorunlar çıkabiliyor. Bu uygulamada çıkan sorunlar zaman içerisinde gideriliyor veya giderilmiyor, bu süreç uzun süre devam edebiliyor. Fakat hukukun temel amacı düzeni, istikrarı sağlamak ve belirsizlik ortamını kaldırmaktır. Koruma hukuku, yani kentsel, tarihî kent merkezleri bakımından baktığımızda bizim esasımız planlamayla ilgili ana kanunumuz olan İmar Kanunu’dur. İmar Kanunu’nun altında diğer özel kanunlarımız var ki, bizi ilgilendiren 2863 sayılı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanunu. Bu kanunun esas amacı tabii ki koruma, Eski Eserler Kanunu olarak isimlendirilen 1710 sayılı Yasadaki sıkı koruma, olduğu gibi koruma, katı koruma anlayışı 2863’le biraz yumuşatılmış olmasına rağmen zaman içerisinde iki ana değişiklik daha yapılmış bu kanunda, biraz daha bu koruma anlayışı günümüzün şartlarına göre şekillenmiş ve değişmiştir. Yani sürdürülebilir bir koruma, yenileyerek koruma gibi birtakım kavramlar bizim uygulamalarımızda ve mevzuatımızda yer almıştır. Dolayısıyla bu uygulamaları yaparken 2863 sayılı Kanunda birtakım yerel ve merkezî kurullar teşekkül etmiş; Yüksek Kurul, Bölge Kurulları. Bölge Kurullarının tabii esas çalışmasını yasa olmasına rağmen uygulamada şunu görüyoruz: İlke kararlarına çok büyük etkisi oluyor. Fakat ilke kararlarının yeterli olduğu kanaatinde değiliz. Genel olarak 171 bu görüşteyiz. Çünkü ilke kararları her meseleyi, her sorunu çözmeye yetmiyor ve zaman içerisinde de değişikliğe uğruyor. Hâlbuki yasada şöyle bir hüküm var. Belki bu Yüksek Kurulun ilke kararları bakımından Türkiye’de tek örnektir, ilk örnektir. İlke kararları yasa olmamasına rağmen, yasal bir düzenleme olmamasına rağmen tüzük yönetmelik hükmünde de olmamasına rağmen kanun koyucu öyle bir yer vermiş ki, yasa değerinde, yani yasa anlamında bağlayıcılık hükmü var. Yani sadece kişileri bağlamıyor, idareleri bağlıyor, mahkemeleri bağlıyor. Bu konuda karar vermesi gereken, uygulama yapması gereken kim varsa hepsini bağlıyor, ama buna rağmen ben kuruldaki görevim sırasında şunu müşahede ettim, gördüm: İlke kararları sık değişmek zorunda kalıyor. Tabii ki değişmeli, değişmemeli değil, ancak yargıdan çok etkilenerek değişiyor. Hâlbuki ben bir hukukçu olarak şunu çok rahatlıkla söyleyebiliyorum: Mahkemeler bir kurul kararı veya yüksek kurul kararı verildiği zaman bu kararların hem yasa hem de ilke kararlarına uygunluğunu denetlemek durumunda olmasına rağmen kurullar, bilhassa yüksek kurul ilke kararları noktasında hemen değişikliğe gidiyor. Ben bunun doğru olmadığı kanaatindeyim. Çünkü mahkemelerdeki bilirkişilerimizin -bir dosyada 2–3 bilirkişi atanıyor- çoğunun koruma hukukuyla bir alakası yok, yani herhangi bir listeden bakıyorsunuz, bir mühendis, bir mimar veya bir plancı koruma hukukuyla, korumayla hiç ilgilenmemiş, ama bir rapor yazıyor, mahkeme bu rapora göre kararını oluşturuyor. Tabii ki karara uymak zorundayız vatandaş olarak, idare olarak ayrı mesele, ama yüksek kurul olarak o kararlar doğrultusunda da kararların sık değiştirilmemesi gerektiği kanaatindeyim. 2863 anlamında tabii tarihî kent merkezlerinin korunmasıyla ilgili hem tescilli yapılar hem sit alanları, sit alanları dediğimiz zaman da koruma amaçlı imar planları ortaya çıkıyor. Daha önce koruma amaçlı imar planlarının yapılmasıyla ilgili bir belirsizlik vardı. 172 Nihayetinde bizim bölgemiz Beyoğlu’nda şu anda 15 yıllık süre geçmiş olmasına rağmen henüz plan yapılmadı, artı son değişiklikle birlikte 2 yıllık verilen süre içerisinde de plan yapılmadı ve bir yıl uzattık bunu, gene plan yapılmadı. Peki, plan yapılmayınca ne oluyor? Artık uygulamayı terk ediyorsunuz, bir nebze korumayı kısıtlıyorsunuz. Bu bir yıllık süre içerisinde de bu yapılmadığı zaman o da bir belirsizlik ortamı oluşturuyor. Koruma amaçlı imar planlarıyla ilgili olarak, plancı arkadaşlar olarak hepiniz benden daha iyi biliyorsunuz, nasıl yapılır, nasıl uygulanır, nasıl uygulanması gerekir? Bu konuda fazla bir şey söylemek istemiyorum, bu kanunun altında yönetim alanı, yönetim planı ve alan yönetimi diye ifade edilen bir uygulama ortaya çıktı. Bu da 2863 sayılı Yasaya getirilen ek bir maddeyle belirlendi, bir de yönetmeliği var. Fakat bu kanun çok iyi niyetli olarak, daha doğrusu bu düzenleme iyi niyetli olarak ortaya konulmuş ve düzenlenmiş olmasına rağmen uygulanabilme şansını ben hiçbir şekilde göremedim. Çünkü teşkilatlanma olarak baktığınız zaman organa, Türk idarî teşkilât yapısına uymuyor. Yani merkeze mi bağlı, yerel yönetime mi bağlı belli değil, artık kanunda bakanlığa verilen yetkilerin yönetmelikle belediyeye verildiğini görüyorsunuz. Mesela Alan Yönetimi Başkanlığı, kanunda mutlaka bakanlığın belirlenmesi gerekiyor, yönetmeliğe göre de kentsel sitlerde Büyükşehir, onun dışındaki alanlarda da bakanlığın belirlemesi gerekiyor. Diğer organlarının oluşumunda mesela taşınmaz malikleri kurullardan birisine temsilci olarak atanacak. Taşınmaz maliklerinin bu temsilcisini nasıl tayin edeceksiniz, nasıl belirleyeceksiniz? Bu hiçbir şekilde belli değil. Gene “üniversitelerden bir yetkili, görevli atanır” deniliyor. Hangi üniversiteden, kim, nasıl atanacak, kim atayacak? Bu da belirsizliğini koruyor, artı bunun yanında ilgili kurumların, yani idare organın o alan yönetimi planıyla ilgili olarak ilgili idare -ne demekse o da belli değiltemsilcisi atanacak. Bu temsilciyi kim nasıl atayacak, hem zaten yasada 173 bir madde yok, hem de yönetmelikte bütün bunlar düzenlenmemiş durumda. Alan yönetiminin de uygulanması tarihî kent merkezlerinde şu haliyle mümkün gözükmemektedir. Tabii, en fazla tartışılan bir mesele de adı uzun olan bir kanunumuz var; 5366 sayılı Yenileme Kanunu. Bu kanun çok keskin bir kanun, radikal bir kanun, çok kesin sonuçlara gitmeyi isteyen bir kanun. Kanunun amacında zaten genel gerekçesinde bunu görüyoruz. Orada söz alanların, konuşmacıların çoğu çıktılar “oradaki adam 400 lira maaş alıyor, 8 çocuğu var, bu adam çalışmıyor, bu adamı ne yapacaksınız?” diye tartışma genelde bu minvalde geçti. Bu doğru değil. Kanunun lafzı ve ruhu bakımında doğru değil. Kanun koyucu açıkça diyor ki “ben buradaki sosyal yapıyı beğenmiyorum, bunu değiştirmek istiyorum”. Kanun koyucu bu amaçla kanun çıkarırken siz sosyal yapıyı koruma noktasında tartıştığınızda neticeye varmanız mümkün değil. Dediğim gibi çok sert, çok radikal, çok yeni düzenlemeler içeren en az 8-10 temel kanunu, temel ana kavramları içerisinde barındıran, fakat birer cümleyle barındıran bir kanun. Tabii yenileme alanlarının şehir planlamacıları arasında en büyük talihsizliği onları tamamen devre dışı bırakmış durumda, plan hiyerarşisi tamamen ortadan kalkmış durumda ki, düzelttiler, zannediyorum yeni bir tasarı var. Onunla birlikte daha da düzeltilecek. Yeni kurulan kurulun sadece yenileme avan projesiyle ilgili bir görevi, yetkisi vardı. Onu tamamen diğer kurullar olarak doğru bir şekilde düzelttiler. Çünkü burada tevhid yapmak isteyeceksiniz, ifraz yapmak isteyeceksiniz, tescil yapmak isteyeceksiniz, kamulaştırma kararı vereceksiniz, tescilden düşüreceksiniz. Birçok kurulların genel olarak görevlerine giren konuları yenileme kurulu alamadan bu konuda karar projeyi onaylayamayacağından ve diğer bu konuyla ilgili görevli kurulun da bakması halinde iki başlık doğacağından, bunu doğru ve 174 isabetli bir şekilde yeni tasarıyla değiştiriyorlar. Zannediyorum kısa dönem içerisinde bu tasarı da meclisten geçecektir. Ayrıca yenileme alanlarında en büyük sorun ben şahsi olarak baştan bu tarafa mülkiyet meselesinin, acele kamulaştırma meselesinin -ki, iskân meselesi daha gündeme gelmedi, yargıda daha tartışılmadı- çok önemli olduğunu ifade etmiştim. Danıştay İdarî Dava Daireler Kurulu bir yeni karar verdi. Orada diyor ki; 1. Bakanlar Kurulu’nca -çünkü çok istisnaî bir yol kamulaştırmaacele kamulaştırılmasına karar verilen yerlerle ilgili olarak mahkemece tespit yapmak gerekiyor. Yani acele kamulaştırmayı gerektiren şartlar var mı, yok mu? Eğer bu koşullar varsa acele kamulaştırma yoluna git, değilse önce otur anlaş, anlaşamazsan normal kamulaştırma yolunu izle, normal kamulaştırma yolundan da gidemiyorsan ve acele kamulaştırma yolu söz konusuysa ancak o zaman acele kamulaştırma yap. Bu çok önemli bir karar. 2. Tabii bu kamulaştırmayla ilgili kısmı, kararın diğer bir kısmı da Bakanlar Kurulu’nun acele kamulaştırma yapılıp yapılamayacağına hangi kriterlere, hangi kıstaslara göre karar verdiğidir. Bunu da yargı kararıyla belirle. Bu haliyle bu kanun -bizim bölgemizde olduğu için Tarlabaşı’nı izleyebiliyorum-, Tarlabaşı’nda çok iyi niyetli çalışmalar olduğunu, gerçekten kanunun hedeflediği, yani lafzına, biçimine uygun bir şekilde bir yol izlendiği gözüküyor. En azından anlaşma tutanakları yapılıyor, kamulaştırmayla ilgili henüz safhalara geçilmedi. Diğer kısımlarını bilmiyorum. Genel olarak baktığımızda bu kanun bilhassa da şunu vurguluyor; mutlaka buranın kanunda ifade edildiği şekilde çöküntü alanı, yıpranan ve tarihî özelliğini kaybeden alan olup olmadığını araştır. 175 Yenileme alanlarının birçoğuna baktığınız zaman bu anlamda kanunun amacına uygun mu? Pek uygun gözüktüğü söylenemez. Yenileme Kanunu’nun en büyük sıkıntısının da şu olacağını düşünüyorum: Eğer bir tıkanma olursa gerek yargı kararıyla gerek idarî yönden veya gerek mülkiyet açısından veya anlaşma yönünden korkarım yenileme alanları tamamen bir enkaz alanına dönüşecektir. O da çok vahim bir durum ortaya çıkaracaktır. Kısaca vaktimiz bitmek üzere, bir hususu belirtmek istiyorum. Sabahki konuşmasında misafir hocamızın anlattığı kısımla ilgili iki nokta vardı; İstanbul gerçekten çok önemli bir şehir, yani yüzyıllarca dünya şehirlerinin baş şehirliğini yapmış bir şehir, bir kültür şehri, medeniyetler şehri. Gerçekten gerek coğrafî olarak, gerek yapı olarak, gerek tarihî olarak dünyada benzeri olmayan bir şehir. İstanbul’u bu genel kanunlarla korumak mümkün değil, bir kere İstanbul’da hocamın da başta ifade ettiği gibi belirsizlik ortamı istiyor muyuz, istemiyor muyuz? İstemiyorsak sadece İstanbul’a has bir düzenlemenin olması, mutlak surette yapılması gerekiyor. Bunu da ne bizlerin, ne idarecilerin ne de yerel yönetimlerin yapması mümkün değil, bu tamamen siyasî irade isteyen bir iş, hatta millî güvenliği ilgilendiren, ulusal politikayı ilgilendiren bir mesele. Eğer İstanbul’u kurtarmak istiyorsak mutlaka bazı haklara dokunmak zorundayız, mutlaka kamu yararının gerektirdiği noktalarda gerekirse mülkiyet hakkında ve diğer haklarımıza mutlaka sınırlama getirmek zorundayız ve çok temel bir kanun yapıp bu kanun içerisinde de çok önemli icraî ve yaptırım gücü olan birtakım organlar tesis ederek nispeten özerk yapıda bir sistem kurmalıyız. Aksi halde İstanbul’u kurtarmamız mümkün değil, çünkü İstanbul şehir kültürünü bu tarihî kent alanında yaşayanlar tamamen kaybetmiş durumda. Dolayısıyla binalar terke zorlanmış durumda, terk edilen binalar da şu anda çürüme aşamasında. Bunun bu haliyle şu andaki mevcut düzenlemelerle düzeltilmesi mümkün gözükmemektedir. 176 Teşekkür ederim. Doç. Dr. İCLÂL DİNÇER- Sait Bey’e çok teşekkür ediyoruz. Gerçekten çok temel yasaları dile getirdi. Ben izniyle bir ilâve yapmak istiyorum. Dün de gündeme geldi, Özelleştirme Yasası içerisinde geçen yeni ilâve haliyle artık “Özelleştirme İdaresi”, sit alanları dâhil olmak üzere hiçbir denetime tâbi kalmadan plan yapma ve yine yanılmıyorsam onama yetkisini kazanmış durumda. Ben ikinci sözü Sayın Mehmet Gürkan’a vermek istiyorum. İki şapkası var. Birincisi Kültür ve Turizm Bakanlığı şapkası, ikincisi ise İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı Genel Sekreter Yardımcısı kendileri, buyurun. MEHMET GÜRKAN- Herkese günaydın. Dün de burada şapkalardan birisiyle, ajans şapkasıyla genel sekreterimizin rahatsızlığı nedeniyle kendisi adına bir konuşma yapmak üzere bulunuyordum. Dünkü konuşma sırasında biraz daha üst çerçeveden planlamadaki üst kademeden başlayarak bir sunuş yapmıştım. Bugün birazcık daha detaya girerek özel olarak planlamanın koruma noktasındaki durumu hakkında hem Bakanlık olarak hem ajans olarak neler yaptık, hangi yöntemlerle yaptık, onlardan bahsedelim, hem de bu korunan alanlardaki korunma araçları neler, onlardan bahsedelim istiyorum. İlk olarak korumanın araçları olarak az evvel Sait Bey’in bahsettiği tüm kanunlar, tüm yönetmelikler mevzuat içerisinde tanımlanmış olan araçların da bir şekilde burada ifade edilmesi gerektiğini düşünüyorum. Bu konularda 2863 sayılı Yasa İmar Yasası, diğer yasalar Sponsorluk Yasası, Kültür Girişimlerini Teşvik Yasası ve benzeri yasaların içerisinde geçen korumanın araçları 177 olarak kullandığımız birçok kavram var. Bunlar, hepimizi yakından ilgilendiren kavramlar ve koruma amaçlı imar planı da bunların başında geliyor. Yönetim planı, kurul kararları, yüksek kurul kararları, ilke kararları, yenileme alanı, kültür yatırımlarının teşviği, sponsorluk, bunların herbirini kanunların içerisinde geçen korumanın araçları olarak değerlendirebiliyoruz. Neredeyse önümüze birer imkân birer araç gibi konulmuşsa da birçok noktada tıkanmalar nedeniyle bunlar bir sorun yumağı haline geliyor giderek ve bu sorun yumağı da giderek tarihî çevredeki sorunların çözümünden ziyâde sorun üretimi sebebi haline geliyor. Bugün koruma amaçlı imar planlarıyla ilgili yasadaki değişiklikle beraber 2005 yılında da yönetmeliği çıktıktan sonra hepimizin beklentisi mükemmel bir yasa, mükemmel bir yönetmelik dedik, koruma amaçlı imar planlarının nasıl yapılacağını, kimin yapacağını, sürecini, yapılmazsa neler olacağını anlatan bir yasa maddesiydi. Bu doğrultuda da yönetmeliği çıktı, fakat bir baktık ki yine olmuyor. Bunun neden olmadığının araştırılması lâzım. Bunun nedeni finansal nedenler mi, teknik problemler mi? Hiç zannetmiyorum. Bugün yeni açılımlarla beraber İl Özel İdarelerinde, yerel idarelerde, merkezî idarelerde koruma için inanılmaz kaynaklar yaratıldı. Hepimizin cebimizden harcadığı, emlâk vergileri için yatırdığımız paraya ilâveten ek vergiler geldi. Hepimiz bir anlamda korumaya katkı sağlıyoruz. Bu katkılar, bu paylar toplanarak büyük meblağlar ortaya çıkıyor. Bu meblağlarla beraber yapılması mümkün olmayan neredeyse çalışma yok gibi gözüküyor, ama gene de bunun işleyişinde bazı problemler olduğu ortaya çıkıyor ki, yine bazı işler yapılamıyor, yine bu sistem işleyemiyor. Neden işlemediğinin araştırılması lâzım. Her bir başlık belki bir arama konferansı sebebi bile olabilir. Yönetim planı konusuna baktığımızda; yönetim planı konusu Türkiye’ye yeni gelen bir kavram, dünyada uzun yıllardan 178 beri kullanılan bir kavram. Türkiye’de ilk literatüre girişi, 2004 yılındaki yine 2863 sayılı Yasadaki değişiklikle oldu. Yönetim planı için önümüzdeki en stresli nokta gene İstanbul, çünkü neredeyse 2000 yılından, 2002 yılından beri yönetim planının yapılması öngörülüyor UNESCO Dünya Miras Komitesi’nin kararlarında. Fakat bununla ilgili mevzuat tam olmadığı için 2004 yılına kadar yapılamadı, 2004 yılından sonra kanun yayınlandı, yönetim planı kanuna girdi, sonrasında yönetmeliği çıktı. Fakat yine de birtakım sorunlar yaşanıyor. Şu anda İstanbul’da bir yönetim birimi oluşturulmuş vaziyette. Yönetim birimi aracılığıyla Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın işbirliği içerisinde yürütülmesi gereken bazı hususlar var. Fakat bu noktada da yine tıkanma var. Dediğim gibi çözüm için üretilen maddeler, bir noktada konularımızı çözümsüzlük yumağı haline getirebiliyor. Kurul kararları ve yüksek kurul ilke kararları gene korumanın araçlarından olan iki temel unsur. Bu iki temel unsur olmadan zaten koruma konusunda herhangi bir icraat yapmamız mümkün değil. Koruma kurulları konusunda geçmiş yıllarda çok büyük sorunlar vardı. Sorun, gelen konuların değerlendirme süreciyle alâkalıydı. Üç koruma kurulu vardı İstanbul’da ve bu üç koruma kurulunun gündeminde yüzlerce konu, yüzlerce gündem vardı. Dolayısıyla bir konu, bir başvuru geldiği zaman aylarca, yıllarca bekleyen konular olabiliyordu. Bunun için çözüm olarak yeni kurulların kurulması kararlaştırıldı. İlk başta yedi kurul kuruldu, sonrasında beş kurul kuruldu, sonrasında yenileme kurulu oluşturuldu, derken yenileme kurulu ardından geçen ay yeni bir karar daha çıktı, İstanbul’a bir kurul daha kuruluyor. Böylece koruma kurullarındaki bekleme süreci azaltılma yoluna gidildi. Fakat tabii ki bu yetmiyor. Teknik personel problemi gene kendini gösteriyor, yine kurullarımızdaki sıkıntılar çözümlenemiyor. Teknik personel katkısından sonra belki de bu sefer de denilebilir ki, teknik donanım sıkıntısı. Teknik donanımı 179 çözersiniz belki araba sıkıntısı, yani korumada sorun bitmiyor, işin açıkçası tarih’i çevrenin korunmasındaki sorunlar bitmiyor. Hepimizin bildiği yenileme kavramı 2005 yılı sonundan itibaren gündeme oturdu. Bazı çevreler çok olumlu yaklaşım getiren bir kanun derken bazı çevreler de korunacak alanlar için çok sıkıntılı olduğunu belirtiyor. Bundaki sebep bana göre yaklaşımdır, yani yenileme alanlarının bir gelişim bölgesi olarak kurgulanması mı öngörülüyor, yoksa yenileme alanları birer kültürel dokunun korunurken, gelişirken korunması veya geliştirilirken korunması mı ya da sağlıklaştırılırken korunması mı anlamında birtakım tartışmalar var. Bazı endişeli kişiler bu alanların gelişim bölgesi olarak değerlendirildiği yönünde değerlendirme yapıyorlar. Dolayısıyla yenileme alanı konusunda da karşıt fikirler her zaman çarpıştı şu ana kadar, bir çözüm getirilmiş değil. İstanbul’da da Tarihî Yarımada’nın neredeyse 2/3’ü yenileme alanı ilân edilmiş vaziyette, bunun dışında da gündeme oturan “Sulukule Yenileme Alanı” da bunların içerisinde en gündemde olan alan. Bugüne kadar fazla gündeme gelmeyen iki konudan daha bahsetmek istiyorum. Kültürel alanların korunmasında kullanılan iki kavram; birincisi, kültür yatırımlarının teşviği, ikincisi de sponsorluk. Her ikisi de birbiriyle ilintili olan konular, fakat maalesef aktive edilebilmiş değiller şu ana kadar yeterince. Bazı çevreler, bazı girişimciler bu kanunlardan, bu imkânlardan haberdar, ama yeterince bilgilenemedikleri için bu iki araç yeterince kullanılamıyor. Bugün 5225 sayılı Kültür Yatırımlarını Teşvik Kanunu der ki, eğer ki bir girişimci kültürel doku, kültürle ilgili, sanatla ilgili, yayıncılıkla ilgili, kültürel mirasın korunması ve restorasyonu, restütüsyonu ile ilgili bir çalışma yapmak istiyorsa bununla ilgili teşvik uygulanır, devlet teşviklerinden faydalanır. Bu teşvikler şu anda diğer sektörlerde olduğu gibi SSK primleri, elektrik, 180 su, telefon indirimleri, taşınmaz maldan faydalandırılma ve benzeri bir dolu teşvik unsurundan faydalanma gibi unsurlarda yardımcı olma konusunda kapı açmış vaziyette. Fakat maalesef yeterince kültür girişimcisi bu konuda hareket etmiyor. Diğer konu da sponsorluk, şu ana kadar sponsorluk konusunda çok büyük şirketler faaliyet gösterdiler. Bu konuyu gelir vergilerinde olsun, yıllık vergi beyanlarının matrahlarındaki indirimlerden faydalandırma şeklinde yöntemlerde olsun bu konuda da sponsorluğun özendirilmesi öngörüldü, kanunu da çıktı. Bunun da maddesi 5228 sayılı Kanun sponsorlukla ilgili, fakat yine dediğim gibi çok büyük firmalar, çok büyük şirketler dışında küçük, orta ölçekteki şirketler sponsorluk konusunda maalesef yeterince duyarlı değil. Bunların da bir şekilde aktive edilmesi gerekiyor. Bunlarla ilgili yöntemlerin birlikte saptanması gerekiyor. Şu anda benim aklıma gelen korumadaki temel araçlar bunlar, bu araçların kullanılarak en doğru şekilde çözüm üretilmesi gerekiyor. Çözüm üretirken de çözümsüzlük yoluna gidilmemesi için çok büyük gayret sarf edilmesi gerekiyor. Teşekkür ederim. Doç. Dr. İCLÂL DİNÇER- Ben teşekkür ediyorum Sayın Mehmet Gürkan’a. Konuşma sırası Sayın Cem Eriş’te. Kendileri İstanbul Büyükşehir Belediyesi Tarihî Çevre Müdürü. Buyurun Sayın Eriş. CEM ERİŞ- Teşekkür ederim Hocam. Günaydın. Odamıza böyle bir organizasyon yaptığı için öncelikle teşekkür etmek istiyorum. Bana kadar gelen konuşmacıların bir kısım eleştirilerine katılmamla beraber biraz daha eksi yönlerden, bardağın boş tarafından bahsettiler. Ben size bu sabah bardağın dolu tarafından biraz bahsetmek istiyorum. İstanbul Büyükşehir Belediyesi Tarihî Çevre Koruma Müdürlüğü olarak tarihî sit alanlarında, kentsel sit alanlarında yaptığımız çalışmalardan, 181 yenileme alanlarında yaptığımız çalışmalardan örnekler de vereceğim. Tabii, sit alanları ve kültür varlıklarının bulunduğu alanlarda çok fazla belirsizlik olduğu kanaatinde değilim. 2863’ten önceki mevzuatımız, özellikle 2004’ten sonraki 2863’ün 5226’yla gelen ilâvelerde yer alan fonlar, teşvikler, vergiler, muafiyetler, 5366, diğer kanunlar, kurul kararları, yüksek kurul ilke kararları gibi bir dizi uygulamadan, mevzuattan bahsedebiliyoruz. Koruma kurulları kararları dediğim gibi bu açıdan biz İstanbul Büyükşehir Belediyesi olarak sit alanlarında ve korunması gerekli kültür varlıklarıyla ilgili yaklaşımımızda bir belirsizlik görmüyoruz. Gerek Tarihî Çevreyi Koruma Müdürlüğü olarak, gerek Koruma Uygulama Denetleme Müdürlüğümüz olarak, gerek alan yönetimi olarak bizim kafamızda bir belirsizlik yok. Problemler olmadığını söylemiyorum, tabii ki problemler var. Mesela, buradaki bulunan değerli misafirlere en son ne zaman Süleymaniye’yi gezdiklerini sormak istiyorum. En son ne zaman gezdiniz, kaç kişi gezdi? Bakın, bir problemden bahsediyoruz, 3-4 kişi. Süleymaniye derken külliyeyi demiyorum sadece, sivil mimarî örneklerinin bulunduğu kentsel alanı kastediyorum. O zaman tekrar gezmenizi lütfen tavsiye ediyorum. Bakın, bakışınızda muhakkak ki bazı artılar oluşmaya başlayacak. Biraz daha bardağı dolu tarafından görmeye başlayacağız. Bunu niye söylüyorum? Dün Sayın Kültür Bakanımız vardı. Kendisiyle de Süleymaniye’yi tekrar gezdik. Memnuniyetlerini ifade etti. Özellikle Süleymaniye’de Koruma Uygulama Denetleme Müdürlüğümüzün yaptığı, yani 2004’ten sonra mevzuatımızla yapılan iyileştirmeler az önce söylendi. Hakikaten ciddi iyileştirmeler var. Biz bunları bir fırsat olarak görüyoruz. Eksikleri olmasına rağmen bir fırsat olarak görüyoruz. Netice itibariyle özellikle yoğunlaştığımız ki, şahsım itibariyle son 5 yıldır Tarihî Yarımada’da kurul üyeliği yapmış olmam 182 ve şu anda Yenileme Kurulu’nda kurumumu temsîlen, ama bir mimar olarak bulunmamdan dolayı edindiğim tecrübelerden dolayı bir sit alanında koruma planı olsun veya olmasın çok ciddi mevzuat desteğimiz, çok ciddi iyileştirmeler var. Büyükşehir Belediyesi olarak biz bunları bir fırsat görüyoruz ve bu alanlara o şekilde yaklaşıyoruz. Buradan devamla tabii ki ben konuyu özellikle Süleymaniye’ye getirmek istiyorum. Bildiğiniz gibi Süleymaniye’de yenileme alanı Eminönü Belediye Başkanlığımızın önerisiyle ilân edilmişti, yenileme alanı daha sonra Büyükşehir Belediye Başkanlığımızla yapılan bir protokol gereği Tarihî Çevreyi Koruma Etüt ve Projeler Daire Başkanlığı Tarihî Çevre Koruma Müdürlüğü olarak bu alanda biz de bir aktör olarak alana girdik. Kanunda, mevzuatta tanımlanan gerekleri yerine getirerek bu uygulama birimimizi kurduk. Yaklaşık 30 senedir Süleymaniye dünya miras alanı, yani UNESCO heyeti geldiği zaman önce Süleymaniye’yi gezdi. Süleymaniye’yi gezdirdik, anlattık. Yaklaşık 30 senedir sit olan ve dünya mirası alanı olan Süleymaniye’nin çok iyi durumda olduğunu söyleyemiyorduk. Fakat demin bahsettiğim fırsatlardan yararlanarak özellikle yenileme alanı, yani 5366 sayılı Kanunun da bu alanla örtüşmesinden, buranın yenileme alanı ilân edilmesinden sonra biz hadiseye şöyle baktık: Tarihî Yarımada’nın koruma amaçlı imar planı var. Her ne kadar bu koruma amaçlı imar planı usul yönünden iptal edilse de bakın, şunu söyleyeyim; bu plan 2005’te onaylandı, 2008’de usul yönünden 1/5.000’i iptal edildi. Fakat bugünkü kurulun, yani Suriçi’ne bakan 4 numaralı kurul ki, tamamen üyeleri değişmiş bir kuruldur, -o planı 2005’te onaylayan hiçbir üyesi bugün o kurulda değil- bu planı tekrar geçiş dönemi yapılanma koşulları olarak kabul etti. Bu plana yapılan itirazlar, planda birtakım iptal edilen hususlar ve plan notlarında bazı iyileştirmeler yapılarak revize edilmesi hususunda da bir karar aldık. Bu da bizim açımızdan çok önemli, yani aslında plan bir 183 bütün olarak koruma kurullarımız tarafından anlaşılmış ve sahiplenilmiş vaziyette. Bu koruma planı üzerine bir de Süleymaniye için 5366’nın verdiği fırsatları biz ciddi olarak ele aldık. Özellikle İl Özel İdaresi valilik fonlarından yararlanarak Süleymaniye’de tamamen özel mülkte, bakın kamu mülklerinde hiçbir çalışmamız yok, orada tamamen sivil mimarî örnekleri olan ahşap yapılar üzerinde uygulama birimimizi kurarak bir çalışma başlattık. Yaklaşık 100 hektarlık bir alan olan Süleymaniye yenileme alanı. Bu 100 hektarlık alanın yaklaşık 35 hektarlık 1/3’lük kısmını da 5 etaba ayırdık ve proje ihalelerimize başladık. Hesap ettiğimiz bu sivil mimarî örneği yapıların proje maliyeti geçen seneki fiyatlarla hesap ettiğimizde 16 milyon TL. Bununla ilgili olarak İl Özel İdaresi’ne 2863 sayılı Kanunun 12. maddesiyle getirilen imkân, vergi fırsatını da kullanarak projelerimize fon oluşturmak için müracaat ettik. Oradan bir katkı aldık. Şu anda kalan kısmıyla ilgili olarak da yine ihalelerimiz devam ediyor. 2010 Ajansımıza da müracaat ettik, oradan da bir katkı alacağız. Büyükşehir Belediyemizin imkânlarıyla ilk etapta yaklaşık 150 tescilli sivil mimarî örneği özel mülkiyette ahşap yapının projelerini hazırladık. Bunları Yenileme Kurulumuza sunduk. Bu projelerimiz yaklaşık bir senelik bir süreç içerisinde Yenileme Kurulumuz tarafından onaylandı. Şu aşamada da yapımla ilgili hem mal sahipleriyle görüşüyoruz, hem de kiracılarla görüşüyoruz. Olayın sosyal boyutu var. Her ne kadar yani alanda oranın çok özgün kullanıcılığı bugün kalmamış da olsa, biz bugün yaşayan insanlarımızı da kesinlikle reddetmiyoruz, hepsiyle 10’a yakın toplantı yaptık. Bunların hepsi kayıt altına alındı. Bu toplantılarda problemleri dinledik, kiracılar da dahildi. Sonuç itibariyle de şunu gördük: İnsanımızın fazla imkânı yok bu binaları onarmak, ki bunlar çok ciddi ahşap yapılar, ve 184 bunlara bakmak hakikaten maliyetli. Hedefimiz burada şu oldu: Biz ilk etapta belirlediğimiz bu alanda iyileştirme yönünde bir hareket temin edersek bunun ciddi bir örnek teşkil edeceğini, insanımızın buna inanacağını ve bu projemize destek vereceğini düşünüyoruz, bunun olumlu sinyallerini de alıyoruz. Biz bu projeyi Büyükşehir Belediyesi olarak birebir olarak yaklaşımımızdan Süleymaniye’de bahsetmek istiyorum. yaşıyoruz. Tescilli Kısaca kültür proje varlıklarına yaklaşımımızdan önce bir kere özellikle şunu da belirtmem lâzım: Yapılarımızı özgün malzemesi, özgün plan şeması ve detaylarıyla korumayı hedefleyerek projelerimizi hazırladık. Koruma kurulu da bu şekilde onayladı. rekonstrüksiyon Ancak projeleri artık arsa hazırladık, haline ama gelmiş bunlar da parsellerde tamamen restütüsyona dayalı, restütüsyonu aynen rekonstrüksiyon olarak kabul eden, güncel ihtiyaçları ve donatıları da içine yerleştiren projelerdir. Bu projeleri hazırlarken tabii şunu da belirtmek istiyorum, buraya size de getirdim, göstermek istiyorum. Özellikle proje müelliflerimizden Ali Talat Bey’i takip etmelerini istirham ettik. Yüzyıl önce yaşamış Mimar Vedat Kemalettin’in çağdaşından bir örnek vereyim, Beşiktaş İskelesi’nin mimarı o dönemde İstanbul’da yapılan ahşap yapıların detaylarını hazırlayan hocamız. Kendisine Allah rahmet eylesin diyoruz. 1920’lerde Osmanlıca olarak basılmış, bunu bir özel belediye şirketimiz bastı. Burada tanıtıyorum, arkadaşlarım hazırlık da yaptı. Bunun içerisindeki detayların taranmışını da dışarıda 20-30 CD olarak ben sizlere dağıtacağım. Çoğaltırsanız ve öğrencilerimize de verirseniz çok memnun olurum. Bugün restore etmeye çalıştığımız o yapıların orijinal detayları, çizimleri, malzemeleri, ölçüleri bu kitapta, burada hepsi var. Sonuç itibariyle biz işi öyle bir noktaya getirdik ki, geçmiş kurul kararlarıyla betonarme yapılıp ahşap giydirilmiş yapıların dahi projelerini hazırladık. Çünkü bunlar yanlış uygulamalardı. Zaten çoğu 185 onaylı projesine bile aykırı yapılmış yıkım kararları olan binalardı. Bunların da tamamen yeniden rekonstrüksiyon projelerini hazırladık. Şu aşamada da yapım ihalesiyle ilgili çalışmalarımız var. İlk etapta 57 adet sivil mimarî örneği yapının yüzde 60 yapım bedelini İl Özel İdaresi’nden karşılattık, yüzde 40’ını da imkânı olan vatandaşlarımızla, olmayanların da kendi kamu imkânlarımızla ve 2010 Ajansından alacağımız yardımlarla, ödeneklerle inşallah bu sene sonunda yapım ihalelerini gerçekleştireceğiz. Tabii, alanda KUDEB’in yaptığı çalışmalar da çok ciddi örnekler teşkil ediyor. Bunlar da basit bakım onarım kapsamında yapılan çalışmalar. Süleymaniye’yi bu çalışmalardan sonra bir kez daha en azından gezmenizi tavsiye ediyorum. Bardağa biraz daha dolu tarafından bakalım. Bu kısa süre içerisinde ben size bu kadar bilgi aktarabildim, arzu eden arkadaşlarımıza müdürlüğümüzde de daha detaylı bilgi vermek isterim. Teşekkür ederim. Doç. Dr. İCLÂL DİNÇER- Ben teşekkür ediyorum Sayın Cem Eriş. Konuşma sırası Sayın Muzaffer Şahin’de. Kendileri İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Planlama Müdür Yardımcısı. Buyurun Sayın Şahin. MUZAFFER ŞAHİN- Teşekkür ederim Hocam. Hepinize saygılar sunuyorum. Biz 2000-2004 yılları arasında Tarihî Yarımada planlarının yapımı sırasında bulunduğumuzdan, genelde kazanmış olduğumuz tecrübelerden bahsetmek istiyorum. Ayrıca kamuda da yaklaşık 14 yıllık şehir plancısı olarak bulunmuş olmanın getirdiği bazı paylaşmak istediğim noktalar var. Temelde kamuda plancıysanız pek sevilmezsiniz, burada çalışan arkadaşlar var aramızda, onlar da bilirler, pek sevilmeyen kısmı oluştururuz. Biz plancıların maalesef böyle bir kaderimiz 186 var. Bunu ümitsizlik olarak algılamayın, ama bu hep süreç itibariyle böyle geldi. İnşallah böyle gitmez. Olayın bir boyutu var. Tarihî Yarımada planları sırasında tabii birçok zorluklarla karşılaştığımız oldu. Mesela, bu eski eserler hakkında arşiv var, 1920’li, 30’lu yıllarda Koruma Kurulu’ndan önce GEYAK (Gayrimenkul Eski Eserler Anıtlar Yüksek Kurulu) var, daha öncesinde de bu Millî Eğitim Bakanlığı’na bağlıymış. Bazı yayınlarda görüyorduk bunu, sonra gittik Millî Eğitim Müdürlüğü’ne; “Böyle bir sürü şeyler var, eski eserlerle alâkalı mevzular var. Bunları bize bir gösterin, bakalım, istifade edelim” dedik. Dediler “Bu bizde yok” “Peki nerede?” “Bu kurulda” Biz her gün kurula gidiyoruz. “Böyle şey varmış sizde, bak, Millî Eğitim Bakanlığı’ndan böyle diyorlar” Baktık, kurulun 5. katında orada yağmurlar arasında, rüzgârlar arasında o dosyalara ulaştık. Sonra tabii hepsini taradık, ortaya getirdik, ama bu şekilde tuhaf mevzular da oldu. Böyle yaşadığımız birkaç örnek oldu. Ben böyle madde madde değinerek gideceğim. Bir de koruma planları üst idare tarafından pek bilinmez. Normal imar planları bakımından biraz daha malumat olabilir, ama üst idare noktasında farklı mesleklerden dolayı da bu olabiliyor. Mesela, bundan önceki belediye başkanımız hukukçu da olması hasebiyle kendisine 2003 mayıs ayında, 1.5-2 saat boyunca konferans verdik, Tarihî Yarımada’yı anlattık. “Ben böyle bilmiyordum, ben de arkadaşlara buğz ediyordum, bu niye bitmiyor hâlâ yıllardan beri? Olay başkaymış” Bunu da kendileri o tarihte ifade etti. Diğer alanlardaki planlar gibi değildir, malûm çok çeşitli araştırmalar gerekir, çok teferruatlı detaylar koruma planlarında var. Dolayısıyla üst idare noktasında böyle de bir mevzu vaktiyle geçmişti. Bu noktada tabii yıllar itibariyle baktığımızda 2000’li yıllardan beri geldiğimiz süreç içinde koruma planında çalışmış pek yetişmiş elemanımız da o tarihte en azından kamuda yoktu. Tabii 187 bugün itibariyle bu konuda müdürlüklerimizde çeşitli kademelerde koruma planı yapmış, bulunmuş arkadaşlarımız var. Ayrıca, kamuda istihdam noktasında çeşitli meslek grupları, sanat tarihçileri, arkeologlar da koruma planlarında artık yönetmelik gereği de çalışıyorlar. Ancak gene de bazı eksiklerimiz var. Geçmişe nazaran daha iyiyiz, ama bazı eksiklerimiz var. Geçtiğimiz zaman içinde yine arşiv ve envanter hadisesi oldu. Özellikle o tarihlerde daha bilgisayarlar yeni yeni gelişiyordu. O zaman Pentium bilgisayarlar yoktu, yeni yeni daha gündeme geliyordu. Biz bütün Tarihî Yarımada’yı, yaklaşık 50.000 civarında yapıyı o tarihte bir sayısal veri tabanı sistemine girmiştik. O da bu tarih itibariyle başladığımız güzel olan şeylerden biri oldu. Bunun dışında kurumlar arası iletişim noktasında yine o tarihlerde birçok sorunlar olmuştu, ama bugün geldiğimiz noktada bunlar daha iyi bir seviyede şu anda kamu kurumları arasında, bunu söylemek mümkün. Plan yapımı sırasında yaşadığımız birkaç mevzu olmuştu. Bir kamu kurumu Tarihî Yarımada’da 20-25 katlı bina yapmak istiyordu. Bayağı da bastırıyorlardı o tarihte. Dedik, etmeyin eylemeyin, bu olmaz. Tarihî Yarımada burası, Esenler’i hep örnek veriyorum ben, “Esenler değil burası” dedik. Biraz da Kurula atarak “Bak, Kuruldan da geçmez bu” çok üzerinize gelince insanlar, kamu kurumları, özellikle idareciler, yöneticiler “Bu geçmez, Tarihî Yarımada siluettir, tarihtir, medeniyettir” dedik, sonra onları zor belâ ikna ettik. Biliyorsunuz Tarihî Yarımada planlarında 5 kattan daha fazla yapı yapılamıyor. Bu tür şeyler de plan çalışması sırasında geldi. Bunun dışında bütüncül planlama noktasında bir şeyler söylemek gerekirse özellikle Beyoğlu Planı Sait Bey’in bu 188 konuda “plan hâlâ yok” gibi ifadesi oldu. Doğrudur, plan yok. Fakat 2003 yıllarında biz o tarihte görevli bulunduğumuz Planlama Müdürlüğü’ne bir plan göndermiştik. Geri geldi. 2004’ten sonra yeni kanun kapsamında planı tekrar ele aldık, tekrar gönderdik, yine geri geldi. Sebep de bildiğim kadarıyla benden sonra karar verilmiş olan bir hadiseydi, orada 5366 sayılı alanlar da planlanmış gibi görünüyordu. Hâlbuki biz o planda o alanları belli bir lejant içine alıp bunların 5366 sayılı Yasa kapsamında değerlendirilmesi noktasında plan notlarımız da vardı. Biz şuna inanmadık hiçbir zaman; yani siz plan yapıyorsunuz ortada beyaz beyaz, hiç öyle şey olmaz. Burada herhalde kimse buraları bırakın, filan diyecek kimse yok herhalde, ama maalesef onu biraz da kuruldaki hocalarımıza, yani olmuyor, böyle beyaz bırakıp ondan sonra bu şekilde yol nereye gidecek? Yenileme alanı içine girecek, nereye girecek? Yolluk var, kenarında, sağında solunda, maalesef bunun da iyi değerlendirilmesi lâzım. Kamuda plan yapmak -yap gönder- kolay olmuyor, onu meclisten geçirmek, hazırlamak, ortaya koymak çok uzun zaman alıyor. Maalesef bunların da görülmesi lâzım. Özellikle kuruldaki hocalarımızın buna dikkat etmesi lâzım, yani çok basit bir şekilde hazırlanıp gelmiyor Kurula. Hele meclisten geçmesi ayrı bir derya, o ayrı bir mesele. Bunun dışında notlarım arasında bir de serbest çalışan plancı arkadaşlarımıza söyleyeceğimiz birkaç mevzu var. Görev yaptığım sırada sit alanı Sarıyer’deydi galiba. Komple yeşil alan, tutmuş arkadaşımız hepsini yeşilden çıkarmış. Olmaz bu iş, plancıyız değil mi? Evet, ama bunun makûl bir ölçüsü var, en azından yarısını yap. Hepsini konuta açmış. Biraz da meslekî etik lâzım, adam olmak lâzım. Fazla lafa hacet yok, adam olmak lâzım. Bunu hep ilkokulda söylerdi hocalarımız, ama biraz adam olmak lâzım. Vatandaş istedi diye al yeşili olmaz, doğru değil. Arkadaşlarımızın bunu elemesi lâzım. Herkesin bulunduğu seviyede bu mesleğe biraz dikkat etmesi lâzım, yani biraz 189 aşağı seviyelere inince bu işin artık ölçüsü kaçıyor. Buna dikkat edilmesinde fayda var. Bunun dışında zaman da kalmadı, ama hocam biraz da bilirkişiler hakkında bilgi vermek istiyorum. Özellikle Tarihî Yarımada konusunda bizim o tarihlerde danışman hocalarımız vardı. Anlattık, burası şöyle şöyle defalarca konferanslar verdik. Kayıtlar var. Tamam, her şey iyi, güzel, eleştiriler de oldu, değiştirdik. Tekrar tekrar, hepsi kayıtlı. Fakat bu sefer iptal mahkeme noktalarında bir baktık ki, iş değişik. Hocam, konuştuk bunu “tamam” dedin. Şimdi niye aksini yazıyorsun? Olmaz ki böyle şey, doğrusu biraz hocam eleştiri olarak kabul edin, ben de bunları pek doğru bulmuyorum. Ben teşekkür ederim, sağ olun. Doç. Dr. İCLÂL DİNÇER- Sayın Şahin’e teşekkür ediyoruz. Mahir Katırcı Eminönü Belediye Teknik Başkan Yardımcısı katılamadılar. Sayın Gülşen Özaydın İstanbul 3 Numaralı Kurulun eski üyesi sıfatıyla katılacaklardı. Onlar da mazeret belirtti. İstanbul Yenileme Alanları Kurul Başkanı Mehmet Erdal da mazeret belirterek panelimize katılamadılar. Ben sözü Sayın Hocam Nuran Zeren Gülersoy’a vermek istiyorum. Buyurun Hocam. NURAN ZEREN GÜLERSOY- Teşekkür ederim. İclâl Hoca tarafından bana yöneltilen soru “bilgi”yle ilgiliydi. “Genelde şehircilik disiplini, özelde koruma bilim alanında yer alan bilgilerin çok çeşitlilik içermesi meslekî uygulamalarda bir fırsat mıdır, yoksa bazı durumlarda tehdit mi oluşturmaktadır?” Bu çerçevede bilginin çeşitliliğinin meslekî uygulamalarda fırsat mı, tehdit mi olduğunu tartışacağım. Aslında bilgi belirsizlik ortamını tanımlayan araç bana göre, onun için de önce izin verirseniz bilgiyi tanımlamak 190 istiyorum. Konunun uzmanları bilgiyi insanla obje arasındaki ilişki olarak tanımlıyorlar. Bir başka ifadeyle de bilgi insanın bir varlığı bilme, tanıma ve anlama sonucu ortaya çıkan ürün. Burada bilen, insan kuşkusuz, obje ise bilinen, bilinmek istenilen varlığın kendisi. Bana yöneltilen soruda, bizim örneğimizde obje şehir, şehir planlama, tarihî çevre ve koruma. Tabii, bilmesi gereken varlık da insan. Bilginin, ilgili kaynaklara baktığımızda çok değişik çeşitleri, türleri var. Gündelik bilgi (diyorlar) denilen; insanın günlük yaşamında biriki deneyimden sonra genellemelere ulaşması şeklinde ortaya çıkan bir bilgi türü var. Örneğin, midesi ağrıyan birinin kekiği kaynatıp içtikten sonra ağrısının geçmesi üzerine “kekik suyu her türlü mide ağrısına iyi gelir” demesi gibi… doğru mu acaba? Evet, belki bazı mide ağrılarına iyi gelir, ama hepsine iyi gelir mi? Gündelik bilgiler, bu tür bilgilerdir, duyu organları aracılığıyla basit denemeler sonunda elde edilir. Bazen bu duyu organı kulak da olur ve başkalarının deneyimi de kulaktan dolma gündelik bilgiler şeklinde aktarılabilir. “Evin tescillenirse bir çivi bile çakamazsın”, “kurul bir çivi çakmamıza izin vermiyor” veya “ben bu ahşap konağı yakarsam yerine beş katlı bir betonarme bina yapabilirim”. Gündelik bilgi, sübjektif ve özel olarak tanımlanıyor. Sonuçları kesin değil, çoğunlukla doğru da değil, duyulara dayanıyor, düzensiz, sistemsiz, yöntemsiz, bireysel ve özel, kesinlikle evrensel değil ve genel geçerliği de yok. İkinci bilgi türü tartışmak istediğim bilimsel bilgi; deney ve gözlemlerle akla dayanarak elde edilen kesin ve sistemli bilgi. Formel bilimlerde matematik ve mantık, doğa bilimlerinde fizik, kimya, biyoloji, insan bilimlerinde sosyoloji, psikoloji, antropoloji bilimsel bilgi kullanılıyor. Bilimsel bilginin özelliklerini de hepimiz çok iyi biliyoruz. Kesinlikle objektif, sonuçları kesin, akla dayanıyor, sistemli, evrensel, 191 tüm dünyaca benimseniyor, sonuçlara ulaşmakta deney ve gözlem yöntemi çoğunlukla kullanılıyor. Üst üste biriken, yığılan, gelişen, ilerleyen bir özelliği var. Çoğunlukla merak ve hayret sonucu ortaya çıkıyor, nedensellik ilişkisine dayanıyor. Sonucunda yasa ve kuramlara ulaşıyor. Bunu da bir kenara koyduktan sonra üçüncü bilgi türüne bakalım; buna da teknik bilgi diyoruz. İnsanın günlük yaşamını kolaylaştırmak amacıyla araç, gereç yapımıyla ilgili bilgidir. Bilimsel bilgiye dayalı teknik bilgi, genelde teknik bilgi olarak tanımlanıyor. Çünkü aslında gündelik bilgiye dayalı teknik bilgiden de söz edilebiliyor. Gündelik yaşantısındaki deneyimlere dayanarak insanlar birtakım araçgereçler geliştirebiliyorlar, ama bizim teknik bilgi dediğimiz bilimsel bilgiye dayalı teknik bilgi. Teknik bilgi de objektif, akla dayanıyor, sistemli, o da evrensel, insana yarar sağlıyor, insan yaşamını kolaylaştırıyor, o da ilerleyen özelliğe sahip pratik bir uygulama ve teknik bilginin amacı üretmektir. Dördüncü bir bilgi var yine bilgi konusundaki uzmanların tanımladığı; bu da sanat bilgisi. İnsanın çevresindeki olaylar ya da nesneler karşısındaki duygularını, heyecanlarını değişik biçimlerde ifade etmesiyle ortaya çıkan bir bilgi. Örneğin, edebiyat, resim, müzik alanlarındaki eserler, bu eserlerin yaratılabilmesi tabii doğal birtakım özelliklere sahip olmayı da gerektirir, ama sonuçta bir sanat bilgisi olarak tanımlanabilir. Sübjektif, kesin sonuçları yok, ama akla dayanıyor, sistemli ve düzenli diye tanımlanabiliyor. O da evrensel, eleştirici bir yanı var. Merak ve hayret sonucu da ortaya çıkıyor. Üst üste birikebiliyor, ama yığılmasına rağmen ilerleyemeyebiliyor. 192 Bir diğer bilgi türü de dinî bilgi olarak tanımlanıyor ya da belki bu bilgi türüne manevî bilgi de diyebiliriz. Tanrının insanlara peygamberler aracılığıyla vahiy yoluyla bazı emir ve yasaklar bildirilmesi şeklindeki kutsal olanla bunun karşısındaki insanın konumunu ifade ediyor. Dinsel bilgiye kesin imanla inanılıyor, eleştirisi yapılmıyor ya da yapılamıyor. Mutlak gerçekliği inceliyor. Dinî bilgi dogmatik, sonuçları kesin vahiye dayanıyor. Sistemli ve düzenli sayılabilir, evrensel, akıl ötesini aydınlatmayı amaçlar. Bireyi ve toplumu ilgilendiren kurallara dayanır, ibadet biçimi ve ahlâk kurallarını içerir. Son bilgi türümüz felsefi bilgi. Felsefi düşünceyle genel geçer ve kesinlikten uzak, ama önyargısız, iyi temellendirilmiş güvenli ve tutarlı olarak ortaya konulan bir bilgi türü tanımlanıyor. Felsefi bilgide her sorun aklın süzgecinden geçebiliyor, açıklamalarında bitmişlik ya da kesinlik yok. Filozofun kişiliği önemli rol oynuyor bu bilginin gelişmesinde; sistemli, düzenli ve birleştirilmiş bir bilgi olarak tanımlanıyor. Bilgi konusundaki temel tanımları ve türlere baktıktan sonra tekrar sorumuza dönelim: Genelde şehircilik disiplini, özelde koruma bilim alanında yer alan bilgilerin çok çeşitlilik içermesi meslekî uygulamalarda bir fırsat mıdır, yoksa bazı durumlarda tehdit mi oluşturmaktadır? Bu bilgiler eğer bilimsel bilgiler, bilimsel bilgiye dayalı teknik bilgiler ise ve birbirleriyle çelişmiyorlarsa meslekî uygulamalarda tartışmasız ve kuşkusuz fırsattır. Ancak bu bilgiler gündelik bilgi ya da gündelik bilgiye dayalı teknik bilgi niteliği taşıyorlarsa o zaman gerçekten ciddi tehditler oluşturabilirler. Dün akşam bu konuyu yanıtlamaya çalışırken sürekli elimde dolaştırdığım kitaplara tekrar baktım. Doğan Kuban’ın Tarihî Çevre Korumanın Mimarlık Boyutu Kuram ve Uygulama kitabına, 193 Zeynep Ahunbay’ın, Restorasyon, Cevat Erdel’in Tarihî Çevre Bilinci, Tarihî Çevre Kaygısı kitabına tekrar baktım. Bu kaynakları içerikleri ile tekrar inceledim ve kuşkusuz bu kaynakların tartıştığımız konularda bilimsel bilgilere ve bilimsel bilgilere dayalı teknik bilgiler içerdiğini bir kere daha gördüm. Evrensel, objektif, sistemli, nedensellik ilişkisine, akla dayanan bilgiler içeriyor. Bu konularda çok sayıda kitap var, hepsini sayma olanağım olmadığı için bunlardan bahsettim. Bazılarında deney ve gözlem kullanılmış, uluslararası benimsenmiş anlaşmalara, uluslararası örgütlerin belirlediği kurallara, yasa ve kuramlara yer verilmiş, bazıları sanatsal, bazıları felsefî bilgiler içeriyor. İçindekilere baktığımızda sonuç olarak çok çeşitlilik içerdiğini görüyoruz. Sorumuz “çeşitlilik, meslekî uygulamalarda fırsat mıdır?” dı ya, bu kitaplardan aldığımız bu bilgiler gerçekten bizim için meslekî uygulamalarda çok yararlı fırsatlar tanımlıyor. Bazı yayınlarınsa gündelik bilgi niteliği taşıdığını görüyoruz. Sübjektif, bireysel, sistemsiz, yöntemsiz ve evrensel bilgi. Günlük gazete haberleri şeklinde… Öyle yayınlarımız da var, böyle çalışmalar da maalesef var. Genel geçerliği yok bunların, bu bilgiler eğer çok yanlış değillerse bir değerlendirilebilir, ölçüde ama söyleyenin, doğru yazanın sonuçlara görüşleri varmayan olarak sübjektif değerlendirmelerse özellikle konuya çok da hâkim olmayan gençler tarafından kaynak olarak kullanılıyorsa ciddi tehlike yaratabiliyor. Yürüttüğüm ya da jüri üyesi olarak bulunduğum tezlerde zaman zaman başta günlük bilgi olarak adlandırdığım bu sübjektif değerlendirmelerin bilimsel bilgi gibi kullanıldığını görüyorum, bunu hepimiz zaman zaman görüyoruz. Eğer bu “bilgi çeşitliliği” sayılırsa gerçekten tehdittir. Konuya bir başka açıdan tekrar baktım dün akşam, koruma başlığını taşıyan yabancı kaynakları tekrar inceledim. 194 Hiçbirinde bu alanlara yapılacak müdahaleler içinde urban renewal (yenileme karşılığı) ifadesine rastlamadım. Bu kitapların indekslerini “Koruma” başlığı altındaki kitaplardan söz ediyorum- teker teker yeniden taradım, urban renewal kelimesi bir-ikisinde vardı, hemen o sayfalara atlamış olabilir miyim diye tekrar baktım. Koruma anlayışı gelişmeden yaygınlaşmadan önce yenileme yaklaşımının söz konusu olduğuna ilişkin eleştiriler var. Oysa bizim koruma alanımız içinde yenileme alanlarımız var. Bu yenileme alanları eğer benim bu sözünü ettiğim literatürdeki urban renewal-yenileme-yıkıp yeniden yapma anlamında ise böyle bir bilimsel bilgiye ben rastlamadım. Ayrıca, bizim koruma kurullarımız dışında yenileme kurullarımız var. Eğer bu alanlar gerçekten koruma anlamıyla korunuyorsa niye yenileme alanları, koruma şeklinde korunuyorsa neden koruma kurulları değil? Bu benim için pek bilimsel olarak kendi kendime de öğrencilerime de anlatamadığım, açıklayamadığım bir yaklaşım. Bunu önerenler herhalde bunun bilimsel bilgi kaynağını biliyorlardır, ama ben henüz ulaşamadım. Tabii ki benim bu yorumlarımı da sübjektif yorumlar içeren gündelik bilgiler olarak da değerlendirebilirler. Kaynaklarda korunması gereken alanlarda transformasyon ifadesine de rastlamadım. Transformasyon eğer dönüşüm anlamında kullanılıyorsa koruma alanlarında, transformasyon daha çok 19 ve 20. yüzyıl endüstri mimarîsinin liman ve fabrikalara bağlı gelişmiş yakınındaki konut alanlarının işlev değiştirerek yeniden işlevlendirildiği alanlarda ya da liman alanlarında kullanılıyor. Tescilli kentsel sit alanlarında pek transformasyon ifadesine de dediğim gibi rastlamadım. Transformasyon değil, daha çok “control of change” yani “değişimin kontrolü” kullanılıyor. Sağlıklaştırma, canlandırma anlamında rehabilitasyon, regeneration, revitalization gibi ifadeler gerçekten var. Biz bu “dönüşüm” kelimesine de 195 literatürdekinden farklı, uluslararası literatürdekinden farklı bir tanım getiriyoruz. Ülkemizde geçerli çok çeşitli tanımlar, müdahale türleri ve çok sayıda ve birbiriyle çelişen yasalar, yetki karmaşası yaratan kurumlar insanla obje arasındaki ilişki olarak tanımlanan bilgi çerçevesi içerisinde değerlendirilirse, kuşkusuz tarihî alanların çağdaş anlamda bütünleşik korunması konusunda zaman zaman tehdit yaratan unsurlar olarak değerlendirilebilir diye düşünüyorum. Teşekkür ederim. Doç. Dr. İCLÂL DİNÇER- Çok teşekkür ediyorum Hocam. Hemen sözü sırayla gittiğimiz zaman Sevgili Cengiz Can’a vereceğim. CENGİZ CAN- Teşekkür ediyorum. İki şey çok zor dünyada, hep ben böyle düşünmüşümdür. Birisi film çekmek, birisi de plan yapmak, yani kentlerin planlanması. Çünkü filmde de biliyorsunuz renk var, doku var, hareket var, mekân var, konu var, aktörler var, burada da var. Bir de koruma alanının planlanması olursa iş daha da zorlaşıyor. Film çekme işinde bulunmadım, ama koruma planlamasında bunu yaşadık da, hakikaten zaten temel ilkeler vardır. Biliyorsunuz, hatasız plan olmaz. Bu işi bitirmenin sonu olmadığını da biliyoruz. Onun için bu belirsizlik çok zarif ifade edilmiş, bence bu bocalama normal bir şey, tarihî alanların, kentsel mekanların korunmasıyla ilgili birikim zaten dünyada bilimsel olarak epey yeni, bizde daha da yeni. Epey çalışma var, ama gene de bu bocalama normal, olması lâzım. Her zaman da olacaktır hakikaten. Ben tabii restoratörüm, çoğunuz biliyorsunuz ve o noktadan bakıyorum, bir koruma uzmanı olarak bakıyorum. Biraz sonra söz edeceğim bu tarihî mekanların, kentsel mekanların tarihî 196 mekan olarak korunması düşüncesi koruma, restorasyon, kuram ve felsefesinin yaygınlaşmasıyla mekanda oluşan bir şey bana göre, bizim meslekte olanlara göre. Tabii ki, tarihî çevre dediğimiz zaman onun korunmasıyla ilgili çok ciddi disiplinlerarası çalışma gerekiyor ve birçok bilim alanında uzmanların katılımı gerekiyor. Bu giderek ben bu kısa yaşamımızda bile bunun ne kadar hızlı Türkiye’de yaygınlaştığının şahidiyim. Bundan 30 sene önce baktığımız zaman biz çok yalnız hissederdik kendimizi restorasyon, koruma, teoriler, felsefe kavramlarında, şimdi hakikaten çok mutluyum, o kadar çok bilim alanından insan bu alanda çalışıyor ki, çok da hoş birşey. Yalnız hemen şunu söylemek lâzım, yine de çok ihtiyaç var, çok az kişi var. Bir küçük örnek hep beni etkilemiştir. Zannediyorum 30.000 mimar var Türkiye’de, restoratör sayısı çok az, bilmiyorum 1.000’i bulmamış da olabilir. Zaten bunlardan bir bölümü de başka alanlarda çalışıyor, ama Türkiye biliyorsunuz korkunç bir kültürel mirasa sahip ve mimarlık uygulaması büyük oranda da giderek de artarak tarihî merkezlerde yapılıyor. O zaman bu mimarların doğrusu restorasyon ve koruma alanında, tarihî çevre alanında yetişmiş olması lâzım. İtalya’ya baktığımız zaman ki, orası da bizim kadar çok tarihî geçmişi olan bir coğrafya, mimarlık eğitimi biliyorsunuz orada dörde ayrılıyor. Ortalama tam bir rakam bilmiyorum, onlar da veremediler, ama mimarların ¼’ü orada restoratör. Burada da öyle olmalıydı, yani bunda çok geç kalmışlığımız var, sayımız çok az. Hakikaten bu belirsizlik ve bocalama da buradan geliyor, ama son yıllarda büyük gelişme de olduğunu, bizlerin ve mezunlarımızın çok etkili olduğunu ve diğer bilim alanında hakikaten kendini yetiştiren ve çok iyi bu işe katılan uzman arkadaşların -burada da dinlerken onu düşündümolduğunu görüyoruz ve bu alandaki katkıların çok önemli olduğunu düşünüyorum. 197 Bir yandan da bu risk deyince hakikaten birkaç senedir dile getirdiğim Türkiye’de büyük risk var. Türkiye bundan 15-20 yıl evvel hayâl bile edemeyeceğimiz bir şekilde eski eserlere ve tarihî kimlikle ilgilenmeye ve merak etmeye başladı. Bunlar bizim için çok sevindirici şeyler tabii, ben hayâl bile edemezdim. Çünkü hocalarımız bize eskiden şöyleydi, böyleydi, bir grup entelektüel meraklı adam bunlarla, anıtlarla uğraşır, biz de bunlardan öğreniyoruz diye anlatırken, şimdi inanılmaz bir şey üstümüze geliyor ve birçok yerde ben valilere, belediye başkanlarına fırsat buldukça “aman yavaş” diyorum. Lütfen dikkat edin, bakın bu çok önemli bir şey, burada bir kültür varlığı var, buna müdahale edecekseniz bu ülkenin tapusudur bu, yani bir ülkenin kültür varlıkları tapusudur. Türkiye Cumhuriyeti’nin tapusu bu kültür varlıklarıdır. Bunlara müdahale ederken çok dikkat edelim. Öncelikle bilgi birikimi gerekiyor. Bizim o kadar bilgi birikimimiz oluşmamış ki, mesela, Tarlabaşı’nın birinci katları, zemin katlarını gösteren kentsel röleve dediğimiz röleveleri yok. Bilmiyoruz ki, tesisatlarının rölevesi yok, tarihini de çok iyi bilmiyoruz. Kimler yapmış, nasıl yaşamışlar, arkadan kimler gelmiş? Müthiş zor ve değişiklik de olmuş orada. Yani bu bilgilerin muhakkak eğer bir korunması gerekli kültür varlığı varsa onun ne olduğunu ortaya koymak için değerlenmesi lâzım ki, neden söz ettiğimizi önce anlayalım. O zaten bizi planlamaya götürecektir. Ülkelerin koruma tarihine baktığımız zaman bilinen bir yöntem, bu işin üç aşaması vardır: Birincisi farkına varma, ikincisi tespit, tescil, kayda alma, üçüncüsü de koruma, restorasyon. Süre az olduğu için çok hızlı geçeceğim bu kavramları, ama anlaşılıyor. Burada bir eserimiz varmış, insanların bunların kültür varlığı olduğunu fark etmesi, önce o mahallede oturan, belki önce uzmanların, sanat tarihçilerinin, arkeologların, belki sonra yöneticilerin, orayı kullanıcıların derken yöneticilerin belki en son bilmiyorum oluyor mu, ondan 198 sonra karar vericilerin, politikacıların, hukukçuların bunun farkına varması ve bunun önemli bir değer olduğunu anlaması ülkenin tapusu olduğunu gerçekten anlaması, sonra da tespit, tescildir. Her bir ülke biliyorsunuz uluslararası kararlara göre bütün eserlerini kayda almak durumundadır. Ondan sonra koruma - restorasyon gelir. Böyle baktığımız zaman tabii ki bunların metodolojileri ve tarihsel kurguları, felsefesi ve teorisini hep Avrupa’dan alıyoruz. Bu da doğru, yanlış bir şey de yok bunda. Oraya baktığımız zaman bu süreç var, bu sırayla da gidiyor. Bizde böyle gitmiyor, bizde üçünü birden yaşıyoruz. Yani biz birçok yerde henüz farkına da varmadık, tespit tescilleri de bitiremedik, ama bir restorasyon yapalım diye uğraşıyoruz. Burada bu işe giriştiğimiz zaman demin de sözünü ettiğim bu hayal bile edemeyeceğimiz bir ilgiden dolayı büyük bir risk karşısındayız, büyük bir zarar verme riski karşısındayız ve aşırı restorasyon denilen Türkiye’de çok az bahsedilen bir riskle karşı karşıya. Bu aşırı restorasyon çok karmaşık ve belirsizlik ortamlarında olur hakikaten, yani eski yapılara benzer yapılar yaparsınız, restorasyon yapıyoruz. Zannedersiniz Boğaz’da olduğu gibi hiç bilmediğiniz hortlatırsınız binaları, tarihin hiçbir döneminde bir arada olmamış yapıları bir araya getirirsiniz. Uyduruk şeyler yaparsınız, o belirsizlik bu aslında. Bunu çabuk atlatmamız lâzım, çok büyük iş düşüyor tabii bu işle uğraşanlara. Bir yandan da tabii hep söylüyorum yine de söyleyeyim, çok onurlu ve doğru işler de yapılıyor. Meselâ, Tarihî Yarımada planlaması aşamasında yapılan tespit ve tesciller muhteşemdi, arkadaşlarımı o zaman da kutladım, yine söylemem lâzım. Bu hakikaten farkına varmak tespit ve tescil korkunç güzeldi, çok başarılıydı. Hayâl bile edemeyeceğiniz bir bilimsel çalışmaydı. Ayrıca Tarihî Çevre Müdürlüğü’ne de daha önce kaç kere söyledim, çalışmaları burada da Cem Eriş ve arkadaşlarının anlattıklarından bildiğim kadarıyla çok detaylarını bilmiyorum, ama hakikaten bana göre olması 199 gereken çok doğru çalışmalardır. Ancak Tarlabaşı için onu da çok iyi bilmiyorum, ama duyduğum, bazen arkadaşlardan gördüğüm yıkıp yeniden yapma hakikaten Nuran Hoca’nın söylediği gibi o zaman biz niye burasını koruma alanı ilan ettik? “Bana sormayın, beni ilgilendirmez, ne isterseniz yapın” derim. Eğer yenileyelim diye burada yeni şeyler yapacaksak o zaman bunu yok edeceğiz. Yok etme projesi geliyorsa o zaman olmaz, yenileme olur o başka, belli bir metotla olur. Koruma, kentsel koruma ve sit alanı kavramı nasıl çıktı? Bizim öğrendiğimiz ve benim düşünce sistemimi oluşturan şekil biliyorsunuzdur, tek yapı ölçeğinden çıkıyor, anıt ölçeğine kadar gelişiyor ve kenti, hatta ülkenin, hatta biliyorsunuz Avrupa kıtası olduğu gibi sit alanı ilân edilmesi teklifleri var. Bilimsel olarak da bu kabul görüyor. Demek ki, bu planlama dediğimiz şey de kopuk bir şey değil, plancı arkadaşlarımız dile getirirler, çok haklılar, yani bir alanı böyle ayırıp koruma alanı deyip planlayalım, kenti, ülkeyi farklı planlama bu da yanlıştır. Bütününde Avrupa’da düşünüldüğü gibi Avrupa’nın sit olmasını, Türkiye de bence bir sittir. Tamamen kararların bütün değerleri dikkate alarak ihtiyaçlara cevap verecek şekilde karar verilmesi gerekir, planlanması gerekir, ortak çalışma yapmak gerekir. Bu alanların uygulanmasında da tarihî çevrede yeni yapı yapmada da her zaman bu bildiğimiz koruma ilkelerinin kullanılabilir olduğunu düşünüyorum. Bütün bunları yaparken bu riskle ilgili çok dikkat etmemiz gereken bir şey var. Hakikaten hiç unutmamak gereken, bütün bu işleri yaparken bir ülkenin tapusuyla oynadığınızı bilerek önce zarar vermemek gerektiğidir. Yani hep bakmamız gereken şey orada sahip olduğumuz kültür varlığını kullanalım, değerlendirelim, gündelik yaşama sokalım derken yaptığımız planlarla ve sözde restorasyonlarla, koruma uygulamalarıyla onlara zarar verirsek geri dönüşü olmayan 200 ve büyük hatalar yapmış oluruz. Bunlara çok dikkat etmek gerekiyor. Teşekkür ederim. Doç. Dr. İCLÂL DİNÇER- Ben teşekkür ediyorum. Söz sırası Sayın Ömer Kanıpak’ta. Arkitera Mimarlık Merkezi adına konuşacak kendileri, buyurun Ömer Bey. ÖMER KANIPAK- Teşekkürler İclâl Hanım ve herkese merhaba. Sanırım burada bulunmamın esas amacı özellikle İclâl Hanımın bana sormuş olduğu sorunun benim şu anda meşgul olduğum konularla ilgili olmasıyla ilgili, yani birazcık bencil kimliğim var. Biraz bu sektörümüzün, yani mimarlık ve şehir plancılığı ve fiziksel çevrenin bilgi dağıtımı üzerine çalıştığımız için sanırım bu soru bana yöneltildi. “Planlama gündemi konusunda toplumun kasıtlı veya kasıtsız yanlış bilgilendirilmesi giderek artmaktadır. Belirsizlik ortamını besleyen bu durumun yarattığı sorunlar nelerdir?” diye soru geldi. Toplum deyince bir kere ilk aklımıza gelen toplumun bilgilendirilmesi için herhalde bu en geniş kesime yayılan ve gündelik basını kastediyoruz. Burada gündelik basının tarihî kimlikle ilgili olan ilişkisini biraz sorguladım ben kendi kafamda soruyu ilk aldığımda ve toplum olarak, yani tarihle, tarihî kimlikle olan ilişkimiz ne kadar sağlıklı? Belki dün de tartışıldı, bu toplantıdaki konulardan biri de oydu. Tarihî kimlikle ilgili bir sorunumuz var tabii ki, bu her alanda karşımıza çıkıyor. Modernleşmeyi böyle devrimle yaşamış ve tamamlamamış bir proje olarak gördüğümüz zaman bunun yan etkileriyle ülke olarak baş ediyoruz. Açıkçası yapay olarak bir Alzheimer geçirmiş bir toplumun bunalımı ve yan etkileriyle her alanda karşımıza çıkıyor. Ben bunu biraz da şeye benzetiyorum; bir kişinin geçmişle olan ilişkileri, sevgilileri veya eşleriyle olan yaşadığı sorunlarda fotoğraf albümünün 201 önceki sayfalarını yırtıp atması, yani bir şekilde hafızanın temizlenmesi için görünür varlıkların ortadan kalkması, yani bir önceki fazın hatırlatıcı objelerinin ortadan kaldırılması gibi. Türkiye de böyle bir şeyden geçti sonuçta, ama bu daha çok kültürel alanda görsel ipuçlarını veren görsel olarak bize bu hatıraları canlandıran araçlar üzerinden gerçekleşti. Hepimiz biliyoruz, kıyafetlerimizden tutun da yazıya kadar ve bunun en bizimle ilişkili olan kısmı tabii ki mimarlık ve şehircilik. Çünkü üç boyutlu ve dokunabileceğimiz bir alan ve öyle kolay kolay da ortadan kaldırılabilecek, silinebilecek izleri olmayan objelerden bahsediyoruz. Dolayısıyla geçmiş albümün sayfalarını temizlemek, bu albüm sendromunun öerneğin, mimarlıkta postmodernizmi bile biz aslında batının albümünün sayfalarında yaşadık. Kendi postmodernizmimizi yaşarken bile geçmişimizdeki mimarî elemanları, mimarî, görsel izleri kullanmak yerine bu batının görsel izlerini, hatıralarını kullanarak postmodernizmi yaşadık. Tabii ki tarihî mirasımızın değerlerinin farkına varıyoruz, ama bir yandan da küreselleşmeye, çağdaşlaşmaya, ilerlemeye devam ediyoruz. Dolayısıyla bu aslında birazcık şizofren bir durum hem kentlerin planlamasında hem de mimarî üretimde ayrık ruhların bir araya gelmesi diyebileceğim bu en temel sorun aslında bence bu tarihî kimlikle olan baş etme meselesi. Bunu bir kenarda tutarsak bir de basının psikolojisine gelelim. Toplumu bilgilendirme misyonunu yüklediğimiz basın aslında bizim hayâl ettiğimiz gibi ya da arzuladığımız gibi toplumu bilgilendirmekten çok ya da gündem oluşturmaktan çok gündemdekini yansıtmakla meşgul. Bu belki başka ülkelerde de böyledir, ama özellikle Türkiye’de basının bir gündemi ortaya çıkartmaktan daha çok var olan gündemi yansıtmak üzerine kurduğunu düşünüyorum. Tabii, gündeme getirecek olan kurumlar, yani sorunları gündeme getirecek olan kurumların aslında bağımsızlığından taviz vermeyen başta 202 akademik kurumlar olması gerektiğini düşünüyorum. Bunu tekrar konuşmanın sonunda vurgulayacağım. Türkiye’de basın gündem yaratma tartışma platformu olarak değil, daha çok bir boy gösterme, bir boy aynası olarak kullanılıyor. Bu özel sektördeki en ufak firmadan tutun da kamu kurumlarına kadar yansıyan bir anlayış aslında. Bugün basını herkes kendisini göstermek amacıyla kullanıyor. Özellikle Büyükşehir Belediyesi’nin kendi yaptıklarını kendi vatandaşlarına duyurmak için basın araçlarını (kendine ait olan mecraları) kullanması aslında sorgulanması gereken bir şey. Çünkü icraatların duyurulması rekabet ortamında olması gereken bir şey. Daha çok bildiğimiz pazar ekonomisinde olan, ama Büyükşehir Belediyesi veya başka herhangi bir kamu kurumunun, basın yayın organlarını kendi yaptıklarının reklamını yapmak üzere kullanması kiminle rekabet ettiği veya kendini kanıtlama ihtiyacından dolayı mı acaba basını kullanma ihtiyacı var sorusunu ortaya çıkarıyor. Bu paranoyanın nereden kaynaklandığını belki biraz sorgulamak lâzım. Basının aslında çok temel, çok da basit primitif motivasyonları var. Kimi zaman buna 5S kuralı diyorlar ya da 6S diyorlar. Bunlar siyaset, spor, sağlık, sosyete ve seks olduğu zaman bu basının içeriğini doldurmak için yeterli mevzuu oluşturuyor zaten, belki buna son zamanlarda bir de ekonomiyi eklemek gerekiyor ve bütün bunları bağlayan şey de aslında sansasyon, yani eğer basın bir haber yapmak istiyorsa bunu bir şekilde bir sansasyonel başlıkla veya bir içerikle ortaya çıkarmaya çalışıyor. Çünkü aynı rekabet orada da kendi içinde var. Dolayısıyla basın mensubunun psikolojisinin esas amacı, toplumu bilgilendirmekten daha çok bu sansasyonel noktaları ortaya çıkarmak. Bence bizim mesleğimize ve belki başka mesleklerin de esas karşılaştığı sorun bu, bununla baş etmek, yani basın mensubunun 203 veya basın araçlarını nasıl bu motivasyondan kurtarıp gerçekten bizim yansıtmak istediğimiz bilgilendirme amacıyla kullanmak. Mesela, biz Arkitera Mimarlık Merkezi olarak dünyanın pek çok önemli mimarını buraya getirdik konferanslar vermek için ve basın bir şekilde bunlarla ilgilendi, ama mesela, bir ünlü mimar Avusturyalı Wolfritz ilk geldiğinde Türkiye’ye Hürriyet Gazetesi’nden bir gazeteci geldi ve mimarlıkla ilgili tabii ki hiçbir arka planı yok ve röportaj yapmak istiyor. Tabii ki, biz bir şekilde bu röportajdan önce birazcık muhabire mimarlık, kent, planlamayla ilgili beş dakikada ne anlatabileceksek biraz o altyapıyı vermeye çalıştık ve Wolfritz’le röportaj yaptı. Çok temel ilk akla gelen soruları sordu. Hiç alakası olmasa da Wolfritz’in, Türkiye’deki deprem o sırada gündemdeydi, onu soruyor, ama “Türkiye’de ya da İstanbul’da hangi yapıyı yapmak istersiniz?” dediği zaman da Wolfritz “herhangi bir yapı aklıma gelmiyor, ama yaptığım yapının en az Ayasofya kadar etki yaratmasını beklerim” dedi. Tabii ki, gazeteci psikolojisini anlatmak için bu örneği veriyorum. Ertesi günü çıkan manşet “Wolfritz Ayasofya’yı yıkıp yeniden yapmak istiyor” şeklindeydi. Bu bütün mevzularda bizim karşımıza çıkıyor ve bir şekilde yanlış bilgilendirmenin komik bir örneği, tabii ki aynı muhabir uzmanlaşmış olmadığı için bir önceki röportajını bir futbolcuyla yapıyor, bir sonrakini bir mankenle yapıyor. Aslında basının ortak sorunu orta kararlılıkla devam ediyor olunması. Dolayısıyla uzmanlaşmamış muhabirlerin içinde yer aldığı basınla toplumu bilgilendirmek ne kadar doğru, bu benim kafamda bir soru işareti. Dolayısıyla toplumun bilgilendirilmesi basın tarafından esas amaç değil, esas amaç toplumun ilgisini çekmek. Planlama, mimarlık gibi, bizim gibi ufak bir çevreye hitap eden bu alanlar gündelik basında nasıl yer alabilir? Biz müdahale etmediğimiz süreçte ancak gündelik basın bunu bir sansasyonel haber haline getirdiği zaman yer alıyor. “Yenikapı’ya kepçeler girdi, Hilton 204 yıkılıyor, Süleymaniye’de tek çivi çakılmıyor” gibi böyle örnekler verildi. Dolayısıyla biz bu mekanizmanın farkına vararak bir şekilde kendi dertlerimizi basını da kullanarak topluma anlatmamız lâzım. Basın bir şekilde kendi mitlerini yaratarak o mitlerden besleniyor. Benim 8 senede gördüğüm o, mesela, geçtiğimiz senelerde dünyada yaşanılan Danimarka’da çizilen bir karikatür yüzünden belki yüzlerce insan o görmedikleri karikatür uğruna öldüler. Orhan Pamuk’un mesela, hiçbir kitabını okumadan onu tek bir cümlesiyle yargılamaya başladık. Kendi meslek alanımızdan örnek verelim; Yenikapı’yla ilgili veya Hilton’la ilgili veya herhangi bir kentsel sorunla ilgili çıkan haberlerde o haberleri okuyan vatandaşların veya okuyucuların çok büyük bir kesimi Yenikapı’yı görmemiştir bile, Hilton’un nerede olduğunu belki bilmiyordur. Bu basın bir şekilde bu mitleri yaratıp ondan sonra bu mitlerle kendini var etmeye çalışıyor. Tarihî yapı da veya tarihî kimlik de başta bahsettiğim gibi aslında basın için bir mit ve bu mit sonuçta bütün içeriğini aslında bir şekilde bağlayabileceği, çipe atabileceği bir mit. Tarihî yapı her zaman değerlidir. Ölçeğine veya niteliğine veya içeriğine bakılmadan her zaman korunmalıdır. Bunun aslında arka planlarında bir sürü burada konuştuğumuz bizim kendi içimizde birbirimizle anladığımız sorunlar basının içine çıktığı zaman aslında o bir imgedir, basın için tarihî bir binanın imgesidir. Dolayısıyla bütün bu mitlerle birlikte yaşarken bir yandan da küresel ekonomiye adapte olmaya çalışan, Avrupa Birliği’ne girmeye çalışan bir Türkiye var. Şehirler bir şekilde birbiriyle rekabet ediyor. Dolayısıyla basının bir şekilde bu mitleri üç boyutlu bizim derinlikli bir şekilde algıladığımız tarihî kimlik, tarihî çevre konularını bir şekilde yansıtıp bütün topluma bu şekilde iki boyutlu bir şekilde sunuyor ve sonuçta bu bir imgeye dönüşüyor. Tarihî mekân imgesi, tarihî bina imgesi, tarihî kent imgesi ve ondan sonra bu bir şekilde bize ters tepkiyor. Diyelim ki, Türkiye’deki bütün üretilen camilere baktığımız zaman hepsi birer minik Sinan kopyası veya trafo binalarını 205 mesela, Türk evi kimliğiyle boyanıyor. Yeni bir iskele yapıldığı zaman bu bir medrese, cami, Türkiye kimliği bunun karmaşası içinde yapılıyor. Bir kongre merkezi yapıldığı zaman muhakkak kenarına, sağına, soluna cumba konuyor ki, bir şekilde bu basının yarattığı bu mit tekrardan ortaya çıkıyor. Burada bahsettiğiniz birden fazla yasanın, kurumun söz sahibi olduğu ortamda basını bu şekilde nasıl kullanabiliriz? Esas sorun bence bu, bence bunun da tek çözümü şu anda aklıma gelen akademik dünya, yani şu anda içinde bulunduğumuz ortamın, yani sizlerin ve bizlerin basının bu motivasyonunun farkında olarak, bu mekanizmaların farkında olarak bunu bir şekilde ortaya kendi görüşlerimizle koymamız. Bugün baktığımız zaman gündelik basında mimarlık ve şehircilik alanında sadece benim bildiğim Orhan Gümüş düzenli bir şekilde kentin sorunlarını yansıtmaya çalışıyor. Bunun sayısının çok daha fazla artması lâzım. Dolayısıyla esas sorunun kaynağı belki de biziz ya da çözümün kaynağı, yani akademik dünyanın yatırımcıların ve belediyelerin meşrulaştırma aracı olarak kullanılmasına izin vermeyerek bir şekilde bu kolektif bilginin basın aracılığıyla yaratıldığının farkına vararak buna karşı durması veya kendi görüşlerini bir şekilde basın aracılığıyla topluma yansıtması gerekiyor. Bu biraz da tabii emek ve çaba gerektiriyor. Teşekkürler. Doç. Dr. İCLAL DİNÇER- Biz çok teşekkür ediyoruz. Sondan bir önceki konuşmacımız Sayın Neşe Ozan kendisi Sulukule Platformu adına konuşacak ve yaşadıkları deneyimden yola çıkarak bize anlatımda bulunacak. Buyurun Neşe Hanım. NEŞE OZAN- Teşekkür ederim. Benim son bir senesini paylaştığım, ama birlikte çalıştığım arkadaşlarımın üç 206 senedir yaşadığı bir deneyim bu ve bu üç sene boyunca aslında hep şöyle bir his içinde yaşanmış: Bir hafta içinde burası tamamdır, dümdüz olur, tarla haline gelir ve biter. Ben bugün konuşurken gene aynı his içindeyim, üç senedir hâlâ bitmedi, ama bir hafta sonra ne olur bilmiyorum. Yani bir yenileme alanında bulunmak bir bıçak sırtı üstünde yaşamak demek. Tabii bizler sadece dışarıdan gözlemcileriz, dışarıdan gelen tanıklarıyız bunların, akşam olduğu zaman yenileme alanı dışında çok düşük gittiğimiz birer evimiz var, ama bölgede yaşayan insanlar bu ortamı üç senedir her gün her saat yaşıyorlar. Bana yöneltilen soru “bu konudaki toplumsal duyarlılığın artması belirsizliğin aşılmasında bir umut olabilir mi?” şeklindeydi. Şöyle bir şey söyleyebilirim: Yaptığı en önemli etkilerden biri bence bu duyarlılığın artmasının sorunları görünümleştirmek olduğu diye düşünüyorum ve özellikle çok genel minvallerde seyreden çok genel başlıkların ayrıntılarını su yüzüne çıkarmak ve böylece biraz ortaya çıkabilecek soruları çeşitlendirmek, dillendirmek oldu diye düşünüyorum. Arkadaşlarımın mahallede mevcut yerel dernekle birlikte yaptığı çeşitli çalışmaların en önemlilerinden biri sivil mimarî alan eserlerinin korunmasıyla ilgili çalışmalardı. Burada bu kadar korumadan bahsedilmişken ve bardağın dolu tarafını yansıtan örneklerden söz edilmişken bunları duymaktan ben de çok gurur duydum, mutlu oldum, ama bardağın boş tarafını da görmemiz gerekiyor diye düşünüyorum. Sulukule’de mevcut projede 34 adet sivil mimarî örneği tescillidir. Gönüllü arkadaşlarımızın yaptığı titiz tarama çalışması neticesinde 85 adet daha sivil mimarî örneği olabilecek yapı tespit edilmiş, dosyalanmış ve Koruma Kurulu’na tescillenmesi için önerilmiştir, öneri olarak sunulmuştur. Burada da diğer tescilli yapılara bakılmış, onlara benzer nitelikleri arz eden, aynı karakteristikleri 207 taşıyan yapılar seçilmiştir. Tabii, bu bizlerin gönüllü çalışması, bunu herhangi bir karşılık bekleyerek ödüllendirme bekleyerek yapan insanlar değiliz, ama şöyle bir şeyi beklerdik tabii; böyle bir dosya Koruma Kurulu’nun önünde incelenmek üzere bekliyorken en azından bu yapıların yerel yönetim tarafından yıkılmaması. Maalesef önerilen bu yapıların bir bölümü göz göre göre bu inceleme süreci içinde yerel yönetim tarafından yıkılmıştır. Buradan şuna gelmek istiyorum: Yerel yönetim bir koruma perspektifine sahip değilse böyle bir niyeti ve isteği taşımıyorsa herhangi bir sonuç almanız çok zor. Yenileme alanında bilindiği üzere belediye projesi, mülk sahiplerine borçlanma karşılığında mahallede yeni yapılacak yapılardan edinme hakkı tanıyor. Fakat parsel yapısını tamamen bozduğu için projede hiç kimse kendi oturduğu evinin yerinde ev alamıyor, bahtına ne çıkarsa, şu tarafta ya da bu tarafta. Fakat tescilli evler sözde korunacağından, bu evlerde yaşayan mülk sahiplerine başka bir kapı açmak mümkün. Eğer bu evde yaşamaya devam etmek istiyorlarsa ki, Sulukule bu evlerin doğrudan kullanıcılarının sayısının çok yüksek olduğu bir yerdir. Böyle tespit ettiğimiz mülk sahipleriyle birlikte yerel yönetimle görüştük ve şunu söyledik: Bu insanların mülk sahibi olarak nasıl olsa burada bir mülk edinme hakları var. Bunlar başka herhangi bir yeri değil, manevî bağlarla bağlı oldukları şu anda oturdukları yeri mülk edinmek istiyorlar. Tamam, yasa bunlara kendi evlerini kendileri restore etmesi hakkını veriyor, ama böyle bir karışık süreci yönetebilecek bir teknik beceriye, bilgi birikimine bu aileler sahip değil. Dolayısıyla madem bu insanların bir ev hakkı var, siz bunlara oturdukları evi verin, fiyatı neyse bunu söyleyin, bu konuda borçlanmalarını teklif edin. Biz bu süreci sivil toplum olarak elden geldiğince destekleyelim. Hatta şöyle bir şey yaptık: Üniversitesi’nin restorasyon bölümüyle temasa geçtik. Yıldız 208 Yüksek lisans öğrencilerine tespit ettiğimiz evlerin restorasyon projelerini ödev olarak verebileceklerini söylediler ve belediyeye de dedik “bu kalemi de indirebilirsiniz, bir akademiyle sivil toplumun işbirliği gibi bir kapsamda alabilirsiniz.” Dolayısıyla yerel halk var, sivil toplum var, akademi var, eksik olan tek şey yerel yönetim burada, maalesef olumlu cevap alamadık. Aldığımız yazılı cevapta yasanın herkese kendi evini restore etme hakkını verdiğini, bunun için TOKİ kredisine başvurulabileceği söyleniyordu. Tabii bizim platform inatçı ve sebatla çalışan bir platformdur. Devam ettiğimiz sürece, söz konusu evlerin basit onarım izinlerini çıkarttık. İşbirliği yapabildiğimiz kesimler de oldu ilçemizdeki yerel yönetim bünyesinde olmadığı halde, dolayısıyla bölgede en azından üç ev şu anda kendi restorasyonunu yapmaya devam edecek. Fakat tabii yerel yönetimin negatif yaklaştığı bir durumda yenileme alanı gibi bir muamma içinde bu ne kadar mümkün olacak, bunu bilemiyorum. Aslında burada konunun tarafları, ilgilileri varken şöyle bir şeyi de söylemek gerekiyor: Acil tedbirler alınmadığı takdirde tescilli binalardan, sivil mimarî örneklerinden geriye hiçbir şey kalmayacak. Şu anda mahallenin yaklaşık olarak yarısı tamamen yıkılmış, boşalmış ve bir hayalet alan haline gelmiş durumda. Bu yıkımlar son derece dikkatsiz yapılmakta, yani dozer aniden giriyor. Yanındaki bina tescilliymiş, üstüne bir şey devrilirmiş, devrilmezmiş, böyle bir kaide kesinlikle ortada yok ve başka bir faktör var: Bu mahalle hurda toplayarak geçinen bir bölümü yoksul bir mahalle, sizin korumasız bıraktığınız, insansız bıraktığınız tescilli evler yıkmasanız bile hurdacılar için geçim kaynağı, giriyorlar içeriye ve söküyorlar. Hiçbir koruma tedbiri ne yazılı, ne sözlü hiçbir şey alınmıyor. Yani süreç böyle ilerlediği takdirde korkarım geriye hiçbir şey kalmayacak bu alanda, umarım bu son noktaya gelmeden Sayın Kültür 209 Bakanı Süleymaniye gibi bir de bizim mahalleye uğrar. Teşekkür ederim. Doç. Dr. İCLAL DİNÇER- Çok teşekkür ediyoruz Neşe Hanım. Son sözü Şehir Plancıları Odası İkinci Başkanımız Sayın Pelin Pınar Özden’e bırakıyorum. PELİN PINAR ÖZDEN- Teşekkür ederim. Biz Şehir Plancıları Odası olarak çoğumuzun da takip ettiği gibi aslında uzun yıllardır dönüşüm ve yenileme konularını gündemde tutmaya çalışıyoruz. Gene birçoğunuzun hatırlayacağı gibi 2003 yılında o zaman pek yenileme lafını telaffuz etmiyorduk, daha çok dönüşüm üzerinde konuşuyorduk, Ulusal Kentsel Dönüşüm Sempozyumu yapmıştık. Ardından 2004’te Uluslararası Sempozyum gerçekleştirdik, hemen bir yıl sonra da “Tarihî Kent Merkezlerinde Yenileme” başlıklı bir etkinlik, bir panel gerçekleştirdik. O günden bugüne de İstanbul buluşmalarında da geçen yıl gene ele aldığımız konulardan biriydi. Bu yıl da özellikle İstanbul’un gündeminde olduğu için böyle bir oturumun yapılmasını arzu ettik. Önemli de konuşmalar oldu, önemli bilgiler aldık, ben bütün katılımcılara teşekkür ediyorum. Biz Sulukule platformuyla birlikte aslında belki çoğunuz takip etmişsinizdir basından kamuoyuna “kentsel dönüşüm ve yenileme uygulamaları hakkında duyuru ve davet” diye bir açıklama yapmıştık. İnternet sitelerinde de buna rastlarsınız, imza kampanyası da açmıştık. Orada birtakım başlıklar ele aldık, onların altlarını açtık. Bunlardan biri “planlamanın bütünlüğü” başlığıydı. Bir diğeri “çok boyutluluk ve uzun dönem” başlığıydı, bir başkası “katılım ve karar alma” çok önemsediğimiz başlıklardan biriydi. “Şeffaflık ve hesap verebilirlik” bir başka başlıktı, “uzmanlıklar” gene bir başka başlıktı, “yer seçimi özgünlük ve gereksinmeler” yine önemli başlıklarımızdan biriydi. 210 “Etaplama” ve “uygulamanın izlenmesi” diye iki başlığımız daha vardı. Bunların altlarını detaylı bir şekilde açıp endişelerimizi kamuoyuyla paylaşmıştık. Aslında bu başlıkların her biri hakikaten kentsel yenileme konusundaki ülkemizde ve özellikle de İstanbul’da süregelen belirsizlikleri çok iyi ortaya koyan başlıklardı. Ben de gene bu başlıklardan yola çıkarak bazı kaygılarımı sizlerle paylaşmak istiyorum. Bunlardan biri plan bütünlüğüyle ilgili, aslında Muzaffer Bey de biraz önce değindi, plan bütünlüğü sorunu çok tekrara girmek istemiyorum, ama bizim açımızdan önemli belirsizlikler taşıyor. Plansız alanlarda yenileme alanlarının misyonu tanımlama konusunda belirsizliklerimiz var. Şöyle karşı görüşler olabiliyor bazen, buna karşı söylemler duyabiliyoruz. Diyorlar ki, yenileme alanları zaten sit alanları, sadece fiziksel bir yenileme oluyor, bu üst plan olsa da olmasa da buralar zaten aynı şekilde devam edecek alanlar, bu niye size bu kadar endişelendiriyor? Çünkü burada aslında şöyle bir sorun var: Evet bu alanlar belki sit alanları ve koruma ilkeleri çerçevesinde de yenileniyor olabilirler. Mimari açıdan da çok mükemmel yenileme çalışmaları olabilir, ona hiçbir itirazımız da olmaz, ama buraların kent içindeki alt konumları, alt misyonları tanımlı değil. Bu alanlar yenilendiği zaman yenilendikten sonraki süreçte ne olacaklar bunlar belli değil. Yeniden işlevlendirme süreçleri nasıl gelişecek, nasıl örgütlenecek, nasıl denetlenecek ve bu yeniden işlevlendirme kente ya da bulunduğu bölgeye alt bölge ilçeye ne gibi etkilerde bulunacak? Bunları bilmiyoruz, bu konularda belirsizliklerimiz var. Bu nedenle kentsel yenileme alanlarının da tıpkı dönüşüm alanları gibi plan bütününün, plan hiyerarşisinin bir parçası olması gerektiğini düşünüyoruz. Bu konu hâlâ belirsiz, çözümlenebilmiş değil, çünkü İstanbul’un çok büyük çok ciddi plan sorunları var. Maalesef plansız bir kentte yaşamaya devam ediyoruz. 211 Bir başka önemli konu kamunun öncülüğü konusuydu bana göre, özellikle özel sektör kamunun dengeleri çok önemli, biz hep ortaklıklardan bahsediyoruz. Batıda da uygulamalarını görüyoruz. Kamu ve özel sektör ortaklıklarıyla yenileme uygulamalarının gerçekleştiğini görüyoruz. Kaynak açısından özel sektörü de burada olmazsa olmaz bir parça olarak görüyoruz belki, ama ben şöyle düşünüyorum: Özel sektör dengesinin burada kamuya göre çok daha az olması gerekiyor. Biz eğer sosyal amaçlı projeler yapmaya çalışıyorsak burada çok fazla rant kaygımız olmaması gerekiyor, ama özel sektörün içinde bulunduğu bir ortam ne yazık ki, belki normali de bu doğrusu da bu, olması gereken bu, ama özel sektörün içinde olduğu bir ortaklık ilişkisi ne yazık ki rant sağlamaya yönelik, spekülasyona yönelik bir uygulama olmanın ötesine geçemiyor. Bu nedenle kamunun ağırlığının çok daha fazla olması gerektiğini düşünüyoruz. Özellikle yenileme alanlarında kamu yenileme uygulamalarına daha fazla kaynak aktarmalı, pay aktarmalı. Kamudan söz ederken bir başka önemli nokta son yıllarda izlediğimiz kamunun aceleciliği diyorum, kamu çok hızla yol almak istiyor. Alıyor da, ama bu yolu alırken ne meslek odalarını, ne üniversiteleri ne diğer sivil toplum kuruluşlarını ne yörenin sakinlerini dinliyor. Bunları göz ardı ediyor, kulak ardı ediyor, ondan sonra aldığı yolun sonucunda bir noktada tıkanıyor çok haklı olarak, çünkü bütün kurumlar yasal mekanizmalarını bu noktada devreye sokuyorlar. Önü tıkandığı zaman diyor ki kamu, ben çok yol aldım, bu noktadan sonra geri dönemem. Bu sefer dün de bunu böyle ifade ettim, yanlışı yanlışla düzeltme yoluna başvuruyor. Bu sıkıntılı ve belirsiz bir süreç. Burada gene yerinden edilme konusuna çok hızla değinmek istiyorum. Yerinden edilme konusu aslında hem yenileme hem de aslında dönüşüm uygulamalarında çok önemli bir nokta. Biraz önce 212 söylediğim kamunun ağırlıklı olması konusu da aslında bununla çok birebir ilişkili bir konu, özel sektörün devrede olduğu bir yenileme projesi içinde sakinleri yerinde tutmak ne yazık ki çok mümkün olmuyor. Çünkü yenileme uygulaması yapılan alanlara baktığımız zaman buraların son derece örgütsüz, sosyo-ekonomik düzey açısından oldukça düşük seviyede olduğu gruplar olduğunu görüyoruz. Dolayısıyla buralardaki bir spekülasyon bu insanların burada tutunamamasına neden oluyor, alandan dışlanmasına akıbeti belirsiz başka yerlere sürülmesine neden oluyor. Sulukule örneğinde gördük, başka uygulamalarda gördük. Sakinlerin ayaklanmalarını gördük çeşitli uygulamalarda, polislerin müdahalesini gördük. Dolayısıyla kamunun burada çok fazla gözünü kapadığını düşünüyoruz, ama bu gözünü kapama ne yazık ki yenileme süreçlerini belirsiz bir noktaya doğru devam ediyor. Toplumsal gerginlikleri bu anlamda ortadan kaldırmak çok önemli, kamuya olan güvensizliği tersine çevirmeye mecbur olduğunu düşünüyorum kamunun, çünkü artık nerede bir kentsel yenileme ya da dönüşüm uygulaması yapıldığını duyacak olursak hemen hepimizin tüyleri diken diken oluyor, acaba altından ne çıkacak diye düşünmeye başlıyoruz. Belki son derece iyi niyetli bir uygulama da olabilir yapılacak olan uygulama, ama gördüğümüz örnekler ne yazık ki bu güvensizliğe yol açtı, zeminini hazırladı. Bence kamunun burada topluma bir borcu olduğunu da o anlamda düşünüyorum. Bu güvensizliği yapacağı uygulamalarla çok hızla ortadan kaldırmak zorunda. Bu noktada tabii ki doğru bilgilendirme ve uzlaşma ortamları, zeminleri hazırlaması çok önemli, buradan meslek odalarına biraz geçeyim. Meslek odalarının rolünü yeniden tanımlamak gerekiyor. Bugüne kadar bu süreçlerden dışlanan, itilen, püskürtülen meslek odalarından biri de biziz. Belki de konuyla en ilgili Odayız bu anlamda, ama yaptığımız tüm iyi niyetli girişimlerin belediyeler tarafından özellikle geri püskürtüldüğünü görüyoruz, yaşadık, sizler de buna 213 tanıksınız. Bu nedenle meslek odalarının rolünün yeniden tanımlanması gerektiğini düşünüyorum. Kurumlar arası koordinasyon konusundaki belirsizlikten aslında bahsedildi. Onu da çok kısa geçeyim. Burada Bakanlıktan ve Bakanlar Kurulu’ndan tutun belediyeler, Büyükşehir Belediyeleri, Boğaziçi İmar Müdürlükleri, Koruma Kurulları, Yenileme Kurulları ve Özelleştirme İdaresi’ne kadar giden bir kaos ortamı ve üst üste çakışan yetkiler söz konusu. Bu durum ne yazık ki gene planlama süreçlerinde yenileme süreçlerinde belirsizliğe doğru itiyor. Ben burada söyleyeceklerimi bir noktayla bitireyim, Sait Bey zannediyorum başta söylemişti; “Bu kenti bu sorunlardan kurtarmak için İstanbul’a özel birtakım düzenlemeler olması gerekiyor” demişti. Ben onu şöyle biraz açmak istiyorum: Kentlere özgü değil de kentlerin özgünlüğünü gözetecek esneklikteki birtakım yasal düzenlemelerin olması gerekiyor. Bunlar özel yasalar değil, özel yasalar olmamalı, gene genel yasalar her zamanki gibi yasalar olmalı, ama kentlerin özgünlüğünü gözetecek bu özgünlüğü yaşatmaya yönelik birtakım esneklikleri içeren düzenlemelere ihtiyacımız var. Gene bir tur gelirse orada tekrar konuşurum. Teşekkür ediyorum. Doç. Dr. İCLÂL DİNÇER- Çok teşekkür ediyorum Sayın Pınar Özden’e. Birinci turu tamamlamış bulunuyoruz. Aslında 10.30’da başlayacaktık, 11.15’te başladık ve bitiriş saati 13.45 gibi gözüküyor, ama herhalde kimse o saate kadar uzamasını istemez diye tahmin ediyorum. Hem salondan hem de konuşmacıların birbirlerinin belirttikleri konular üzerinde söyleyecekleri sözleri olabilir. Önce izninizle salona söz vermek istiyorum. MÜMTAZ IŞINGÖR- Küçükçekmece’nin İçkumsal yöresinde oturuyorum. Uzun bir süredir orada oturuyorum. Siz birden 214 bire salona sual sorma hakkını getirdiğiniz zaman tabii telaşlandım. Hâlbuki çok güzel notlar aldım burada, fevkalade istifade ettiğim konuşmacılardan çok önemli notlar aldım. Bunları biraz düşünüp suallerimi daha derli toplu sormayı yeğlerdim doğrusu. Doç. Dr. İCLÂL DİNÇER- Sonra söz verelim. MÜMTAZ IŞINGÖR- Tamam. Bir-iki cümlem var. Sondan başlamak kaydıyla Pınar Özden Hanım çok güzel yerlere böyle temas ediyorsunuz. Her zamanki gibi, sizin daha evvelki konuşmalarınızı da Mimar Sinan’da izlemiştim. Yörenin sakinleri hiçbir biçimde hiçbir konumda hiçbir durumda söz hakkı alınamaz, alınamıyor, olmuyor böyle bir şey. Nedenini niçinini ben bir vatandaş olarak, konunuzun dışında bir vatandaş olarak anlayamamakta çok haklıyım, zira siz de anlaşılan o yöre sakinlerinin niçin devreye sokulmadığını anlamamışsınız. Niçin onlara herhangi bir şeyin sorulmadığını siz de bilmiyorsunuz. Acıklı bir şey tabii, sonra güvensizlik. Tabii bu iki kavram birbiriyle çok iç içe, bu yöre sakinlerine herhangi bir şey sorulmadığı zaman dolayısıyla o sakinler üzerine bir de güvensizlik geliyor. Bir konuşmacı arkadaşım üç senedir dedi, hayır beş senedir bu güvensizliği, bu rahatsızlığı yaşayan insanlarız. Sit sahasındayız, yenileme alanı ilân edildi. Herkesin tapusu var, 800 haneyiz, herkesin tapusu, projesi, ruhsatı var. Bir de böyle bir özelliğe sahip Küçükçekmece’nin İçkumsal yöresi. Bu kadarla iktifa edeyim eğer müsaade ederseniz, daha sonra yine seçtiğim sualleri sorma hakkını bana verirseniz teşekkür edeceğim. Doç. Dr. İCLÂL DİNÇER- Tabii, teşekkür ediyoruz. Tekrar 215 salona bakıyorum, arka taraftan Sırma Hanım. SIRMA TURGUT (Yıldız Teknik Üniversitesi)- Teşekkür ediyorum Hocam. Ben çok küçük bir ilave yapmak istiyorum. Pınar Hanım konuşmasında özellikle kamunun ciddi anlamda reddettiği bu ilişkilerin altını çizdi. Son derece doğru, bir başka boyutu da galiba bunun “mış” gibi davranması. Ne yapmaya çalışıyor ya da neyi söylemeye çalışıyorum? Aslında şu anda acaba Fatih Belediyesi burada olsaydı ne denli geniş bir katılımdan başlayarak yola çıktı ve projeyi geliştirdiğini anlatacaktı. İlk sunumunu dinlediğimde kimler katılmış sürece diye ben bile şaşırdım. İMP, İstanbul Büyükşehir Belediyesi planlama çalışmaları sırasında aynı şeyi yaptı, diğer pek çok yerel yönetim ya da kamu kuruluşu yapmış olmak için ya da birtakım yasalarla zorunlu olarak sürece dâhil olduğu için örneğin, katılım gene korumayla ilgili yasal süreçle gündeme gelen katılım toplantılarının yapılması, paydaş toplantılarının yapılması, sürdürülebilirlik adına birtakım çalışmaların yapılması, her neyse o veya bu adına birtakım çalışmaların aslında sözde olarak yapıldığına, kimi kez hepimizin oralara katıldığına, ama o çalışmaların sonucunda tik atılıp bir şeylere artı konulduktan sonra yine birimlerin bildiğini bildiği gibi yaptığına, hatta yapılan çalışmaları aslında o katılan kişilere atfederek nasıl o değişiyor, biraz evvel basından katılan arkadaşımız söyledi, bu bizlerin de başına geliyor. “mış” gibi davranmaya ve bunu hiç çekinmeden de kamuoyunda bu şekilde paylaşmayı bir alışkanlık haline getirdiğinin altını çizmek istedim. Teşekkür ederim. Doç. Dr. İCLÂL DİNÇER- Teşekkürler. Abdullah. ABDULLAH ACAR (İstanbul Üniversitesi)- Ben öncelikle şunu söylemek istiyorum: bulundum: Yenileme Konuşmacılardan sanki alanları koruma böyle bir izlenimde amaçlı imar 216 planlarından muafmış gibi bahsedildi. Bunun böyle olmadığını öncelikle söylemek istiyorum. İkinci olarak Muzaffer Bey’e bir soru sormak istiyorum. Tarihî Yarımada’da ve Beyoğlu ilçesindeki kentsel site yönelik hazırladığınız koruma amaçlı imar planlarının onaylanma sürecini nasıl yapacaksınız? Yenileme alanlarını yenileme kurulu değerlendirecek, diğer alanları ise ilgili koruma bölge kurulu muhtemelen değerlendirecek, ama burada bir planda bütünlüğün esas alındığı kentsel sitlerde, en azından öyle olması gereken yerlerde iki ayrı kurulun iki ayrı görüş farkının olmasını nasıl çözeceksiniz? SALONDAN- Ben soru sormaktan ziyade çok ufak bir katkı yapmak istiyorum. Siz de başta belirttiniz, bu 90 sonrasında tarihî kent merkezlerinin yeniden keşfedildiğini, ben bunu genellikle bir bakıma bit pazarına nur yağdı diye ifade ediyorum. Tabii, Cengiz arkadaşımın söylediği konu burada çok önem taşıyor bence, o farkına varmak ilk önce tarihî kültürel değerlerin farkına varmak, ama farkına varış biçiminde zannediyorum bizim açımızdan bir sorun var. Biz tarihin para getirdiğinin farkına vardık. Biz derken yani, meslek insanlarından ziyade herhalde lafımın kime gittiği belli, kamu yöneticilerinin de buradan kendilerine bir pay çıkarmaları gerektiğini düşünüyorum. Bu çok önemli bir ayrım, bu farkına varmanın biçimi açısından tabii bu da gene Nuran Hocamın yaptığı analiz açısından da çok önemli. Gerçekten kavramları kendimize özgü biçimde, bu farkına varışa uygun biçimde belki de üretiyoruz. Literatürde yerini bulamadığımız kavramlar çerçevesinde hareket ediyoruz. Bunu belirtmek isterim, teşekkür ederim. Doç. Dr. İCLÂL DİNÇER- Çok teşekkür ederiz. Başka soru yoksa konuşmacılara tekrar söz vereceğim. Benim de sorum baki Sayın Karabulut’a, sırayla Sait Bey’den başlayalım mı? Aynı sırayla gidelim mi? Eksikleri de tamamlayabiliriz, söylemek istediğimiz, mesaj 217 vermek istediğimiz şeyler varsa onları da tamamlamak adına herkese söz vermek istiyorum. SAİT KARABULUT- Hocam tam kapatırken bahsettiğiniz bir torba kanun vardı. Bu torba kanunlar çok tehlikelidir, birçok yapılmak istenilip de yapılamayan şeyler bu kanunlara eklenilir veya gerçekten iyi niyetli olarak da eksiklikler giderilir. O bahsettiğiniz 2863 sayılı Yasa kapsamındaki yerlerle ilgili olarak Özelleştirme İdaresi’ne tanınan planlama yetkisi ben de ilk duyduğumda “olmaz bu kadar” dedim, “nasıl olur? Kurullar devre dışı bırakılamaz” diye, sonra o anlam çıkıyormuş gibi olmakla beraber iyice okunduğu zaman mesela sen 2863 sayılı Yasanın hükümlerinin aynen geçerli olduğu, sadece 17. maddenin A bendinin 2. ve 8. paragrafındaki hükümlerin ayrık tutulduğu, yani onların da uygulanmayacağı ifade ediliyor. Aksi halde böyle bir şey olmaz, Anayasaya aykırı, kamu düzenine aykırı, kamu yararına aykırı, oradaki A bendinin 2. ve 8. paragrafındaki hükümler de bir planlama aşamasındaki süreçle ilgili ilk başlangıçtan itibaren geçiş dönemiyle ilgili süreçlerle ilgili, 8. bendi de plan yapımına katılacak arkeologlar, şunlar bunlar kim varsa normal bizim koruma amaçlı imar planında onları devre dışı bırakarak sadece Özelleştirme İdaresi’nin kendi tayin ve tespit edeceği planlamacılar tarafından, plancılar tarafından yapılacağını söylüyor. O hüküm tamamen ortadan kaldırmıyor, zaten öyle bir şey olamazdı da, ama ilk başta söylendiğinde ben de okuduğumda öyle anladım, ama öyle değil, onu özellikle belirtmek istiyorum. İkincisi, bahsedemediğim bir konu vardı. Bizim en çok sıkıntı çektiğimiz bu etkiyle geçiş alanı diye bir şey var; bir yeri sit alanı ilan ediyorsunuz. Sitin etkileşim geçiş alanını da belirliyorsunuz. Fakat sit ilan ettiğiniz yerin hangi rejime, hukukî rejime tabî olacağı belli, kanunda yazılmış, ilke kararlarında yazılmış, ortaya konulmuş. 218 Kurullar buna göre bir kararlar veriyorlar. Fakat bu etkileşim alanıyla ilgili olarak bir hüküm yok, sadece koruma amaçlı imar planında bir bahsediliyor. Plan onu da kapsayacak şekilde düzenlenir diyor, fakat o sürece kadar kurul nasıl karar verecek, ne yapacak? Oradaki uygulamalarla ilgili ne söyleyecek? Tek tek inceleyecek mi sit gibi, değilse incelemeden serbest mi bırakacak, mevcut plan mı uygulanacak veya sit ilân ettiğiniz yerde plan uygulaması duruyor, yani iptal ediliyor. Peki, bu geçiş alanında, etkileşim alanındaki plan ne oluyor? Bunda çok ciddi belirsizlik var. Zannediyorum İstanbul’da böyle bir saha fazla olmadığı için pek gündeme gelmiyordu. Bizim bu Kağıthane’de bu sıcak olarak gündeme geldi. Bunun sıkıntısını çekiyoruz, Bakanlık tarafından da bu konuda herhalde bir düzenleme yapılır veya yüksek kurul tarafından diye bekliyoruz. O ciddi anlamda problem oluşturuyor. Ayrıca bu yöne alan yönetimiyle ilgili olarak alan yönetimleri zaten 2863 sayılı Yasa kapsamında sit, ören yeri, koruma alanı bir de bunlara bağlantı noktası eklenmiş, bunlar zaten belirlenmiş şeyler, daha önceden Bakanlık tarafından tayin edilmiş, belirlenmiş, kurullardan geçmiş noktalar ve bunların uygulama rejimleri de belli, yani yeni bir şey yok. Dolayısıyla bu alan yönetiminde nasıl bir uygulama yapılacak? Daha önce sit ilan ettiğiniz, daha önce alanlarını belirlediğiniz, daha önce rejimini belirlediğiniz yeri tekrar yönetim alanı olarak ilan etmenin bir anlamı var mı? Onu da çok fazla anlayabilmiş değiliz. Benim söyleyeceklerim bu kadar, teşekkür ediyorum. Yalnız Abdullah Bey bir şey söyledi, onu ben hemen ifade edeyim. Gerçi Muzaffer Bey’e sordu, ama yenileme alanlarında plan yok, uygulama tamamen avan projesiyle yapılıyor. Ankara bunu çevirerek koruma amaçlı plan havasına soktu, ama orada yürümedi. Yürümesi de mümkün değil, çünkü kanunun amir hükmü, yani emredici 219 hükmü diyor ki, avan projesine göre uygulama yapar. Yani planlama aşaması altta ve üstte yok, avan projesini yapıyorsunuz, uygulama projelerini götürüyorsunuz, ona göre de bütün uygulamaları tamamlayıp işi bitirmiş oluyorsunuz. Teşekkür ederim. MUZAFFER ŞAHİN- Sorulardan bir-iki tanesini cevap noktasında değerlendirirsek Tarihî Yarımada Beyoğlu yenileme alanları konusunda “planlılığı konusunu nasıl değerlendirdiniz?” diye soru soruldu. Bizim Tarihî Yarımada planlarına başladığımız tarih 2000’li yıllardı. 2003 mayıs ayında bitti, dolayısıyla o tarihlerle yenileme alanları kavramı yoktu. 5366 sayılı Yasa daha sonradan çıktı. Uygulama konusu ayrı, bundan sonraki süreçte ne olduğu ayrı bir konu, ama bizim plan üzerinde 5366’ya ait alanlar yoktu. Kanun yeni daha henüz o tarihte çıkmamıştı. Beyoğlu noktasında da Beyoğlu planlama süreci devam ediyor, tabii şu an itibariyle de devam ediyor. Orada gene 5366’ya atıflar yaparak onları tartışıyoruz, Sait Bey’in de söylediği şeyler doğrudur. Her iki kurula birden göndermek gibi bir düşünce de var. Onlar net kanunda belirli olmadığı için henüz daha tartışma aşamasında, ama biz yenileme alanları için Yenileme Kurulu’na oradaki plan kararları açısından, diğer alanlar için, koruma alanları için de 2 No’lu Koruma Kurulu’na göndermek gibi düşünceler var, onları şu an itibariyle tartışıyoruz. Bir başka konu da, Odanın katılımı noktasında bir-iki şey geldi. Benim görev yaptığım saha itibariyle Üsküdar geri görünüm planlarını yapıyoruz. Kanun gereği, yönetmelik gereği iki toplantı yapılması gerekiyor. Biz bu noktada Şehir Plancıları Odası ile gayet uyumlu çalışıyoruz. Oraya bütün muhtarları çağırıyoruz, dernek varsa o alan içinde onları çağırıyoruz, kurullardan çağırıyoruz, Başbakanlık kurumlarından, belediyenin diğer kamu kurumlarından çağırıyoruz. O noktada çok fazla ısrarlar, yoğun talepler, şunlar bunlar 220 noktasında ben her zaman Şehir Plancıları Odası’na teşekkür ediyorum, bizi bayağı bir sualliyorlar, rahatlatıyorlar. Biz o noktada işbirliği içindeyiz, bunu da ifade etmek lâzım. Mesela, şu anda toplantıya gelmeden önce Kartal Dragos’u görüyorduk. Bilmiyorum Şehir Plancıları Odası’ndan arkadaş geldi mi? Bize bu noktada gayet düzgün destek veriliyor. Ben teşekkür ediyorum, Şehir Plancıları Odası’ndan katılım da oluyor, destek de veriliyor. Bu anlamda teşekkür ediyorum. Doç. Dr. İCLÂL DİNÇER- Yaptığınız, kurduğunuz çerçeve gerçekten çok etkileyiciydi. Herkes aslında kendine bütün konuşmacılardan gereken dersleri çıkardı diye tahmin ediyorum. Burada sıra Cengiz Bey’de. Doç. Dr. CENGİZ CAN- Ekonomik değerinin farkına varmak önceliktedir. Doğru, aslında korumada ekonomik değerinin farkına varma vardır, yani biliyorsunuz koruma iktisatçıları kültür varlığına kültürel sermaye olarak bakar ve öyle tanımlar. Bu doğrudur, bence de bunu hatta biz araç olarak kullanırız tespit, tescil ve farkına varılsın diye, ama Zeynep Hanımın söylediği spekülasyon ve yağma için farkına varmaktan söz ediyor. Bu çok tehlikeli. İkinci bir küçük not, ben uzun süre Anadolu’da Koruma Kurulu üyeliği ve başkanlığı yaptım, İstanbul örnektir. Onun için burada çok dikkat etmek lâzım. Anadolu’da birçok tarihî merkez korumayla ilgili uygulamalarında İstanbul’un uygulamalarını bekliyor. Biliyorsunuz Beyoğlu’na yaya alanı yapıldı, Anadolu’da o kadar çıktı ki, hatta tescilli ve koruma alanı olmayan yerlerde belediye başkanları bizim kurula başvuruyordu. “Burayı biz yaya alanı yapacağız, tescil edin” hocam diye, buna çok dikkat etmek lâzım. 221 Bir başka şey Ömer’in verdiği örneklerdi. Benim biraz sözünü ettiğim o imge haline dönüşmesi korunması gerekli kültür varlıklarının, anıtların, onların üslup özelliklerinin, mimari elemanlarının içselleşmeden gidip orada burada kullanılması çok bütün kültürsüzlük tabii, bu yayılıyor. Yani bilinçsiz kullanılması bütün ülkede yayılıyor. Bu aşırı restorasyonun ilginç güzel örneği bizi ürküten. Teşekkür ediyorum. Doç. Dr. İCLÂL DİNÇER- Biz teşekkür ediyoruz. Ömer Bey ilaveniz var mı? ÖMER KANIPAK- Çok kısa söyleyeceğim; Cem Bey’e bir yandan katılıyorum. Aslında hiçbir zaman belirsizlik yok, benim de fark ettiğim, çok konuların içinde değilim, hukukî olarak da çok bilgim yok, ama belirsizlikten çok fazla belirli bir katı kurallar içinde hareket etmeye çalışıyoruz. Üst üste katmanlar var ve her katman çok tanımlı, her birinin kanunu, yönetmeliği çok belli, ama bunlar üst üste çakıştığı noktalarda sorunlar çıkıyor. Hepimiz iyi niyetli bir şekilde kentte bir şeyler yapmaya çalışırken bir şekilde bu üst katmanlar arasından yol bulmaya çalışıyoruz. Dolayısıyla yol bulurken de bizim de doğru olarak bildiğimiz şey bu katmanlar arasında dolaşırken çarpıklaşıyor. Esas sorun bence birazcık güvensizlikten kaynaklanıyor. Bütün bu kanunların bu kadar katı ve birbirinin üstüne binmesi bence bundan kaynaklanıyor. Birazcık bu artık kimin yöntemi, kime bağlıyor bilmiyorum, ama insan yaratıcılığına, hayal gücüne yol açabilecek, tartışmayla birtakım sorunları çözebileceğimiz bir model üzerinde kurulması gerekiyor bence her şeyin, bu kadar katı bir şekilde her şeyin sınırlarını belli ettiğimiz zaman da zaten bize gerek kalmıyor. Kendi kendine bir mekanizma kurulmuş oluyor, ama gördüğümüz gibi işlemiyor. 222 Doç. Dr. İCLÂL DİNÇER- Teşekkür ediyoruz Ömer Bey. Neşe Hanım aslında şimdiye kadar Sulukule platformlarının dile getirdiği konuların çok dışına çıkarak tamamen tescilli yapılar üzerinden konuştunuz. O çok önemliydi. Zannediyorum Cem Bey özellikle, gerekse Muzaffer Bey kamu yetkilileri olarak bunu mesaj olarak almalıdırlar. Çünkü Cem Bey özellikle Süleymaniye’de tescilli yapıların yıkılmadan korunması konusunda büyük mücadele veriyor. Dolayısıyla Sulukule’dekileri de aynı kapsamda değerlendirmek bir boyun borcudur diye düşünüyorum. NEŞE OZAN- Aslında çok geniş, vaktimiz de çok sınırlı, ama çok tarihî konular üzerinden gidilince bu konuda sadece bir alan üzerinde yoğunlaşabildim. Belki de insanları koruma, bir dokuyu koruma, kültürü koruma meseleleri var. Başka bir zaman artık. Doç. Dr. İCLÂL DİNÇER- Çok teşekkür ediyoruz. Pınarcığım. PINAR ÖZDEN- Ben bir-iki konuya değinmek istiyorum. Biri, Mümtaz Bey zaten yenileme uzmanı kesildi, bizim etkinliklerin hepsini dinledi, sizi hepsinde var yazdık. Sakinler konusu hakikaten çok önemli, yerinde edilme süreçlerinin çok işlediğini görüyoruz. Şöyle bir hataya düşülüyor: Yenileme alanı ilan etme ve yenileme alanı ilan ettikten sonra da yenileme projesi yapma konusunda ısrar ediliyor. Şurada bu noktada kaçırdığımız bir şey var: Bugüne kadar sonucu alınmış herhalde var mı, yok mu bilmiyorum, ama yenileme uygulaması bunların acaba hangisinde aslında alanı yenilemeye yönelik ve ondan sonrasında yaşatmaya yönelik birtakım kararlar alınıp uygulanmış doğrusu ben bunu çok bilmiyorum, görmedim. Gören varsa belki burada bizimle paylaşır. Daha çok yenileme uygulamalarının şöyle olduğunu görüyoruz. Zaten sit alanları restorasyonu yapılıyor, fiziksel anlamda bir 223 yenileme sağlanıyor, o noktada bırakılıyor ya da alanda yaşayanlarla birtakım anketler, bu anketlerin sonucunda çıkan birtakım veriler, bunlar üzerinden bazı o alandaki yaşayanı sosyo-ekonomik anlamda geliştirmeye yönelik birtakım maddeler yazılıyor. Bunlar ne kadar o anket verilerini besleyen ve onun ışığında yazılan konular bilmiyorum. Mesela, Tarlabaşı’nda bir örneğini gördüm; projeyi anlatan arkadaşımız anket sonuçlarını sundu. Anket sonuçlarından biri şuydu: Alanda yaşayanlara soruyorlar, yenileme sürecinde alanda inşaat yapılacak inşaatlarda çalışmak ister misiniz? Yüzde 100 hayır cevabı çıkıyor, ama ondan sonraki stratejiler yazılmış, onları okurken bir bakıyorsunuz alanda şu kadar insan burada inşaat işlerinde çalışacaktır. O zaman bu yapılan anketin hiçbir faydası da yoktur, zaman kaybıdır, emek kaybıdır, para kaybıdır, yazıktır. Eğer hakikaten gerçek doğru bir şekilde onu hayata geçiremiyorsanız, o zaman ne yapmalı? Madem bu tip birtakım yaşayabilir, sürdürülebilir stratejiler uygulamıyorsanız ya da uygulamak istemiyorsanız o zaman yenileme alanı ilan etmekte ısrar etmeyebilirsiniz, ama bu alanı çok güzel restore edersiniz. Çünkü kamunun bu anlamda yetkileri vardır, TOKİ’ye de son dönemde bu konuda geniş yetkiler verilmiştir, kaynak aktarması imkânı verilmiştir. Bakanlığın zaten bu konuda yetkisi vardır, belediyelerin de yetkisi vardır. O zaman belediyeler bu alanda gayet güzel bir restorasyon uygulaması yaparlar, kaynaklarını aktarırlar. Bu alanda yaşayanlar da bundan hiçbir şekilde mağdur olmadan yaşamlarını sürdürürler. Bu yapılmayacak bir şey değil, ama öbürü neden bu kadar ısrar konusu oluyor? Onu da ben size söyleyeyim; çünkü 5366 sayılı Kanun yasaların etrafından dolaşan bir kanundur, baypas edip geçen bir kanundur, Koruma Kanunu’nu da baypas eder, başka bir sürü kanunu da baypas eder geçer. Dolayısıyla o yolları hızla almak çok daha mümkündür, kolaydır. Bunun tek sebebi budur. 224 Bir başka konuya değinmek istiyorum. Sakinler konusunda belediyenin yapması gereken üç önemli temel konu var. Bunlardan biri bunu şimdiye kadar belediye yapmış değil, ama yapması gerektiğini düşündüğüm için söylüyorum- alanda yaşayan örgütlü olmayan halkı örgütlemek, yenileme uygulaması yapılacak alanlarda çok asli bir görevdir. Çünkü örgütsüz alanların çok fazla olduğunu görüyoruz. Kendi kendine örgütlenemeyen, örgütlenemeyecek, o yapıya sahip olmayan, o potansiyeli olmayan nüfus grupları var. Burada belediye böyle bir rol üstlenmeli, bu çok olumlu bir davranış olur. O kamuya olan güvensizliği de aslında azaltacak bir yaklaşım olur. İkincisi, fikrini almak; diyoruz zaten, hiçbir zaman bu fikirler alınmıyor, gözler, kulaklar kapatılıyor ya da “mış” gibi yapılıyor Sırma arkadaşımızın söylediği gibi, ona da tekrar geleceğim. Ayrıca, bu fikrini alma konusunda belediyenin samimi olması gerekiyor. Üçüncüsü, alanda yaşayan sakini izlemek. Sadece anket yapmak değil, sadece birtakım sayısal verilerle o halkı tanımak değil, o havayı koklamak, o insanların nasıl yaşadığını, nerede toplandığını, nerede gezdiğini, nerede buluştuğunu, yani o alanın patinasını bir şekilde özümsemek, belediye yenileme uygulaması yapmadan önce bunu yapmak zorunda. Bunlar önemli diye düşünüyorum. Son olarak çok uzatmayayım, şu “mış” gibi yapma lafına gelip çok kısa bir deneyimimizi sizinle paylaşayım. Adını vermeyeyim, malum bir belediyemiz yenileme uygulaması yapan bir belediyemiz bu uygulamalarıyla gündemde, medyada da olan bir belediyemiz, yenileme uygulamasına açtığımız davaya karşı mahkemeye yakın zamanda bir cevap yazdı. Bu cevapta hem eski Oda Başkanımız Ahmet Turgut’un, hem yeni Oda Başkanımız Erhan Demirdizen’in adlarını da 225 zikrederek ve benim daha önce 2001 yılında yazdığım bir makaleye de atıf yaparak çok doğru uygulamalar yaptığını ve projenin o adı geçen Oda Başkanlarıyla da paylaşıldığını mahkemeye verdiği cevapta yazdı, bildirdi. Bu tam anlamışla “mış” gibi yapmanın en güzel örneğidir. Ben başka bir şey söylemiyorum, hiçbir mesaj da vermiyorum. O belediye inşallah buradan ne demek istediğimi ve ne mesaj vermek istediğimi de anlar. Teşekkür ederim. CEM ERİŞ- Teşekkür ederim Hocam. Süleymaniye’den hiçbir soru almadım. Söylediklerim herhalde anlaşılmadı. Bir takdir de almadık, bir ikaz da almadık. Bunu nasıl anlamam lâzım bilmiyorum. CENGİZ CAN- Takdir aldınız. CEM ERİŞ- Takdir aldık, özür dilerim Hocam, Cengiz Hocam özür dilerim. O belirtti. Ben Pınar Hanım’a bir soru sorarak bir açıklama yapmak istiyorum. Süleymaniye’de yaptığımız röleve restorasyon avam projemize dava açmayı düşünüyorlar mı? Bunu öğrenmek istiyorum ve bir açıklama da yapmak istiyorum tekrar, bakın; Tarihî Yarımada’nın bir koruma imar planı var, koruma amaçlı imar planı var. Bu plan iptal edilmiş de olsa bunu tekrar bir geçiş dönemi yapılanma koşulu olarak kabul eden bir 4 numaralı kurul kararı var. Dolayısıyla bizim burada bütün hareketimiz koruma planının uygulanmasında 5366’ya bakın, yenileme alanı denilmesi evet, hocam çok güzel bunu analiz etti. Bu literatürde tâbir olarak belki yanlış şeyler ifade ediliyor, yanlış anlaşılıyor ilk etapta baktığınızda, kanun içerisine baktığınız zaman da ya da yönetmeliği incelediğinizde böyle çok sağa sola çekiştirilebilecek hususlar var, ama ben bir şey söyleyeyim; 2863 var, Yüksek Kurul İlke Kararları var, kurul kararları var, geriye dönük senelerdir alınmış kurul kararları var, geçiş dönemi yapılanma koşulları var. Bunlar 226 bakın çok ciddi belirleyicilerdir. Biz buna bakıyoruz. Süleymaniye yenileme alanında, burası da yenileme alanı, burası da 5366 kapsamında ilan edilmiş bir yenileme alanı, ama biz ne yaptığımızı burada anlatıyoruz. O zaman sizden ricam şu: Başka yenileme alanlarında başka uygulamalar yapılır, ama Süleymaniye’de de böyle bir uygulama var. Bakın, biz burada Süleymaniye yenileme alanında da her parsel sahibiyle her eski eser sahibi içindeki kiracılarla ayrı ayrı görüşüyoruz 6 aydır, onları bu projeye katmaya çalışıyoruz. İnsanlar inanmıyorlar, koruma kurulundan restorasyon projelerini onaylattık, kendilerine takdim ettik toplantılarda, gösterdik, inanmadılar bize, samimi söylüyorum. Bu yılların ihmal edilmişliği var. İnsanlara anlatmakta bazen zorlanıyoruz, ama gerçekten Süleymaniye’de uygulama birimi kurduk. Daha önce de söylediğim gibi Müdürlüğümüz olarak, Projeler Dairemiz olarak biz her türlü bilgiyi, yaptığımız çalışmaları vermeye hazırız. Bu gibi imkânları da sağladığı için gerek Şehir Plancıları Odamıza veya geçtiğimiz günlerde toplantı yapılan Mimarlar Odamıza da teşekkür ediyorum. Ancak, hadiseyi belki farklılaşma mı olarak görüyorsunuz bilemiyorum. Süleymaniye yenileme alanında yaptığımız çalışmalar da 5366 kapsamında yapılan çalışmalar. Bunu da lütfen dikkate alalım, ben bunu hatırlatmak istiyorum. Doç. Dr. İCLÂL DİNÇER- Teşekkür ediyoruz. Artık soruları bitirmek zorundayız. Mümtaz Bey’i hemen bir dakikada alalım. Çünkü öbür oturum başlayacak, araya da yemek arası girecek. MÜMTAZ IŞINGÖR- Zaten onun için konuşmak istedim bir dakika içerisinde, bu arkadaşlar değişecekler, başka arkadaşlar gelecekler. Dolayısıyla bu konu biraz devam edecek de, daha değişik biçimde devam edecek. 227 Pınar Hanım bu tespitleriniz tam bir akademisyene yakışan tespitler, zaten halk bunu istiyor. Halk zaten kendi içerisinde bu acıyı hissettiği zaman az buçuk, irili ufaklı bir örgütlenmeye giriyor. Belediyenin bunu yapması çok daha mükemmel bir şey olur, çok daha anlamlı bir şey olur, ama yapmadığı zaman da halk bunu yapıyor. Katılımcılığı söylüyorsunuz, halk bunu bekliyor, bu diyaloğun tekrar sağlanmasını bekliyor. Başka bir beklentisi yok. Sizden evvel konuşan Neşe Hanım çok güzel özetledi. Bıçak sırtında yaşamak ve de yanılmıyorsam güven eksikliği. Bunlar hep böyle bu bütünün içerisindeki parçalar. Çok teşekkür ederim. Doç. Dr. İCLÂL DİNÇER- Ben de tüm değerli konuşmacılara teşekkürlerimi iletiyorum. Bitirirken bir konunun altını çizmek istiyorum, başta da söyledim; aslında en tehlikelisi belirsizlik ortamını bir politika olarak benimsemek ve bunu sürdürmektir. Herkesin ortak mücadelesinin bu olması gerektiğini söyleyerek bitirmek istiyorum. Mümtaz Bey, iç-dış kumsal yenileme alanı olarak ilan edilmemiştir. Bu bilgi belirsizlik ortamının bir ürünüdür. Sit alanıdır, başka bir süreçten geçmiştir, bir yarışma projesine konu olmuştur, ama ne yazık ki toplumun gündeminde iç-dış kumsal da yenileme alanı olarak bilinmektedir. Örnek olsun diye hemen bunu söylemek istedim. Bir diğer konu Sait Karabulut Hocam lütfen beni affetsinler, Özelleştirme Yasası gerçekten sadece üretim birimlerinin değil, okulların da, devlet demiryolları birimlerinin de arsalarının da satışa konu edildiği ve bu satışın tamamen Özelleştirme İdaresi tarafından planlandığı bir sürece işaret ediyor. Aynı zamanda da 2863 sayılı Yasanın o söylenilen maddeleri zaten iptal edilince hem geçiş dönemi yapılanma koşulları imkânı ortadan kalkıyor, hem de imar planı hazırlama 228 koşulları ortadan kalkıyor. Yani çok özür dileyerek söylüyorum, hukuk terminolojisi kurnazlığı içerisinde bence çözümlenmiş gibi gözüküyor. Bunun üzerinde başka platformlarda gene konuşacağız ve imkân olursa yazacağız. Bir diğer bilgiyi de düzeltmek istiyorum izninizle, şu anda uygulama 2863 sayılı Yasa ve 5366 sayılı Yasa birlikte yürütülerek sürdürülmektedir. Buna Yüksek Kurulun ilke kararları da dahildir. Bunu da tüm kamuoyunun bilgisine sunmak istiyorum. Bu büyük bir mücadeleyle elde edildi. Yasanın adının da gene dikkatinizi çekmek istiyorum, bir sit alanı bütününde değildir tanım, yıpranan tarihî ve kültürel varlıkların yenilenerek korunması der, yani tescilli binaya atıf yapar. Adı da tek bina ölçeğinden çok minimum ölçekte bakılmış, hiç makro ölçekte mücadelelerimizle çalışıyoruz. ele alınmamış bunu Süleymaniye 2863’ün bir yasadır. içerisine meselesi bunun Biz kurulda oturtarak büyük uygulamaya örneklerinden biri. Süleymaniye projesinin en önemli problemi Cem Bey hep restore edilecek yapıları dile getirdi. Sevgili Asuman’ın da sorusu o, kusura bakma, ben onu hemen özetleyip söyleyeceğim. Tarihî çevrede yeni yapı meselesi en kritik noktadır. Burada çok dikkatli olmamız gerekiyor, yani Cengiz Bey’in dile getirdiği gibi yepyeni bir Süleymaniye yaratmamaktır. Bu konuda eleştirilerimizi her zaman dile getiriyoruz. Tarihî Çevre Müdürlüğü iyi niyetle geliştirmeye çalışıyor. Buradan bütün üniversiteleri aslında davet etmek istiyorum. Biz kendi üniversitemizde bir proje konusu olarak verdik. Süleymaniye bölgesinde tarihî çevreye yeni yapı sorunsalını temel alan projeler versinler. Öğrenci projeleridir, belki çok uçuk gelebilir, ama en azından fikir verebilir. Zeynep Ahunbay Hoca şöyle bitirmişti Kurula geldiğinde arkadaşlar sordukları zaman “Peki hocam, o zaman yeni yapıyı nasıl yapacağız?” diye, o da dedi ki “İyi mimar olmak gerekiyor” Tarihî çevrede iyi yapı yapabilmek 229 için gerçekten iyi mimar olmak gerekiyor. Sorunlarımız çok fazla, belirsizliklerimiz çok fazla, ama gene de ben umudumuzu yitirmemek konusunda herkese umut vermek istiyorum ve Nuran Hocanın tarif ettiği bilimsel bilgi ve diğer tasnifleri herkesin bir kez daha gözden geçirip bulunduğu konum itibariyle gözden geçirip- neredeyiz ve hangi bilgiyi kullanıyoruz diye sormasını istiyorum. Herkese saygılar sunuyorum, teşekkürlerimi iletiyorum. - ARA - 230 “KENTSEL DÖNÜŞÜM ALANLARINDA PLANLAMA” Oturum Başkanı: Prof. Dr. Fulin Bölen SUNUCU- “Belirsizlik Ortamında İstanbul’un Planlama Gündemi” konulu İstanbul Buluşmaları’nın ikinci gününün son oturumuna hoşgeldiniz. Dördüncü yuvarlak masamızın konusu “Kentsel Dönüşüm Alanlarında Planlama”. Oturumu yönetmek üzere Prof. Dr. Fulin Bölen’i davet ediyorum. Oturumun katılımcıları Prof. Dr. Ali Türel Ortadoğu Teknik Üniversitesi’nden, Doç. Dr. Fatma Ünsal Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’nden, Yrd. Doç. Dr. Mehmet Ali Yüzer İstanbul Teknik Üniversitesi’nden, Uğur İnan İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Planlama Müdürlüğü Temsilcisi, Lütfü Altun İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kentsel Dönüşüm Müdürü, Araştırma Görevlisi Erhan Kurtarır Yıldız Teknik Üniversitesi’nden, Kübra Şen Zeytinburnu Belediyesi’nden, Celal Erdoğdu İstanbul Gayrimenkul Değerleme temsilcisi, Gül Deliktaş T.C Toplu Konut İdaresi temsilcisi, Prof. Dr. Gülden Erkut İstanbul Teknik Üniversitesi’nden, Ayşe Yazıcı Mahalle Dernekleri Platformu temsilcisi, Öğretim Görevlisi Levent Yarar Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’nden, Doç. Dr. Murat Cemal Yalçıntan Şehir Plancıları Odası İstanbul Şubesi temsilcisi, Ahmet Gün Tarlabaşı Derneği temsilcisi, Hüseyin Oflaz Küçükçekmece Belediyesi’nden. Prof. Dr. FULİN BÖLEN - Herkese hoşgeldiniz diyorum. “İstanbul Buluşmaları - Belirsizlik Ortamında İstanbul’un Planlama Gündemi” toplantısının son oturumunu açıyorum. Çok zengin bir katılımcı grupla birlikte olacağım. Bütün katılımcılara şimdiden vakitlerini ayırıp 231 geldikleri için çok teşekkür ediyorum. Dinleyicilerimiz, sizlere de gösterdiğiniz ilgi için çok teşekkür ediyoruz. Ben arkadaşlarım Özlem Özçevik ve Burçin Yazgı’yla birlikte bu oturumun tutanaklarını da daha sonra birlikte sizlere sunmaya çalışacağız. Aslında konumuz ülkemizde planlama gündemini en fazla meşgul eden en tartışmalı konulardan biri, belki o yüzden burada daha da geniş bir kadroyla yer alıyoruz. İstanbul, globalleşen başka metropoller gibi çok sıkı bir rekabet ortamında ve kendini sürekli markalaştırarak pazarlama sürecine girmiş bir kent durumunda şu anda. Bir yandan da 1950’li yıllardan bu yana plansız ve düşük maliyetli bir gelişme süreci geçirmiş, yaşam kalitesi çok düşük, buna karşılık deprem riski çok yüksek. Konut alanlarının büyük bir bölümü bu ortamda gelişmiş durumda. Bu alanlar için amaçlanan yaşam kalitesinin mevcut durumda piyasa temelli çözümlerle gerçekleştirilebileceği düşünülüyor gibi bir izlenim de var. Bu yaklaşımın karşısında plancılar ortaya çıkan durumu bütüncül gelişmeden uzak; parçacı, ranta dayalı, kısa vadeli çözümler olarak değerlendiriyorlar. Dönüşüm alanlarının sakinleri ise barınma haklarının ellerinden alındığını, kentsel sürgünle karşı karşıya olduklarını düşünüyor ve insan hakları ihlâli olarak gördükleri bu duruma karşı kendilerini savunmak için örgütlenmeye başlamış durumdalar. Özel yatırımcılar ise bu alanlarda yatırım yapmak isterlerken bir anda yasa ve finans mekanizmalarının yeterli olmadığını düşünüyorlar. Belediyeler bu alanlar için finans yönetimi uygulama modelleri araştırıyor, deneme yapıyor ve günümüzün özellikle son zamanlardaki belirsizlik ortamında gelecekle ilgili beklentilerimiz neler, öngörülerimiz neler olabilir? Bu oturumda özellikle bu konulara değineceğiz. Şöyle bir düzenleme içinde toplantıyı yürütmeyi düşünüyorum: Önce dönüşüm alanlarıyla ilgili olarak Türkiye’deki şehir ve 232 bölge planlaması bölümleri olan dört büyük üniversitemiz tarafından İstanbul Büyükşehir Belediyesi için hazırlanmış bir araştırmanın sonuçlarını ele almak istiyoruz. Orada geliştirilen modeller var. Üniversitenin önerilerini böylece görmüş olacağız. Daha sonra katılacaklarını ümit ettiğim İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kentsel Dönüşüm Müdürü Lütfü Altun ve İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Planlama Müdürü Sayın Uğur İnan’ın görüşlerini almak istiyoruz. Şehir planlamada planlama ölçeği açısından İstanbul’da neler yapılıyor? Diğer yandan bu üst plan kararlarının altında yerel belediyelerin çalışmalarına örnek olarak da Zeytinburnu ve Küçükçekmece Belediyelerinin görüşlerini alacağız, deneyimleri ve önerilerini almak istiyoruz. Buna tepki olarak kullanıcıların görüşü olarak İstanbul Mahalle Dernekleri Platformundan Sayın Ayşe Yazıcı ve Tarlabaşı Derneği’nden Erdal Ayberk görüşlerini açıklayacak. Sonra bu çerçevede bir irdeleme yapmak istiyoruz. Konunun sosyal açıdan irdelenmesini Prof. Dr. Gülden Erkut’tan istiyoruz. Finansman ve ekonomik yönden irdelemesini TOKİ’den Sayın Gül Deliktaş ve İstanbul Gayrimenkul’den Sayın Celal Erdoğdu’dan alacağız. Hukuki irdelemeyi yapacak üyemiz Levent Yarar gelmemiş durumda, onu alamayacağız. Fakat planlamayla ilgili durumu mesleki açıdan irdeleme konusunu da en son Sayın Doç. Dr. Murat Yalçıntaş’tan alacağız. Sonra tekrar sorulara cevap olarak konuşmak isteyenlere söz verme durumu olur. Şimdi Prof. Dr. Ali Türel. Prof. Dr. ALİ TÜREL - Herkese merhaba. Fulin Hanım’ın bahsettiği gibi 2005 yılında başladığımız İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Planlama Müdürlüğü’nün tanımladığı bir araştırma programı çerçevesinde dört üniversitenin paylaşarak yürüttükleri, ama yer yer örtüşen bir çalışmada İstanbul’da kentsel dönüşümün özellikleri, sorunları, müdahale konuları üzerinde çalışmıştık. Büyükşehir Belediyesi Şehir Planlama Müdürlüğü’nün harita üzerinde dönüşüm 233 alanı olarak tanımladığı yerlere giderek hem oradaki muhtarlar ve bazı kişilerle hem de daha sonra ilgili ilçe belediyesinde plancılarla konunun değişik yönlerini tartıştıktan sonra belirli tipolojiler oluşturmuştuk. Buraya başlarken önce kentsel dönüşüme müdahale biçimleri nelerdir şeklinde dünya literatürü tanımlanmıştı. Çok değişik isimler var ve bunların içinde müdahale biçimleri var. Kentsel yenileme, yani bazısı binayı tümüyle yıkma, aynı fonksiyonda yeniden yapma, bazıları yıkıp veya o çevreyi temizleyip başka kullanışa döndürme -ki, kentsel yeniden yapılanma bir miktar böyledir- bir kısmı mevcut yapıyı ve çevreyi iyileştirme, koruma, sağlıklılaştırma gibi değişik tanımlar bu kentsel dönüşüm için veriliyor. Burada üç sene önce Küçükçekmece Belediyesi’nin düzenlediği bir seminerde yurtdışından bu konudaki 10 uzman geldi ve Avrupa’daki özellikle ve dünyadaki kentsel dönüşümle ilgili konuları anlattılar. Tabii, biz iki gün onları dinledik, ondan sonra üçüncü gün Küçükçekmece Belediyesi konuyu önümüze koydu. Orada tanımlananlardan çok fazla kimsenin yararlanmadığını fark ettik. Çünkü konteks kapsamı çok farklıydı, çünkü orada yasal olarak oluşmuş, eskimiş, bir kısmı sosyal konut, bir kısmı özel konut, çevrelerin iyileştirilmesinden bahsediliyordu. Oysa bizim elimizdeki konuların önemli bir kısmı tapusu olmayan ruhsatsız yapılaşmış, su havzalarına yapılmış konut alanları olduğundan bahsediyorduk. Dolayısıyla Türkiye ölçeğinde, yani dünyadaki kavramların birçoklarını Türkiye’ye uydurmada bazı sorunlarımız var. Ben İstanbul’da özellikle kentsel dönüşüm beklenti ve girişimlerinin başlıca nedenleri nelerdir diye başlayacağım. Öncelikle, kentsel gelişme ve nüfus hızının çok yüksek olduğu İstanbul’da arsanın kıt olduğunu, bu nedenle taşınma fiyatlarında büyük artışlar ortaya çıktığını biliyoruz. Üstyapıdaki fiyat artışları arsa fiyatlarına 234 da yansıyor ve bu durum arsaya yapılan yatırım miktarının, yani sermaye arsa oranının çoğaltılması eğilimlerini ve baskılarını ortaya çıkarıyor. Bu emsal arttırımı, ekonominin arz kuramının faktör kullanımıyla ilgili olarak daha lüks bina yapma şeklinde kendini gösterdiği bir uzantısıdır. İkinci olarak, taşınmaz ve özellikle arsa fiyatlarındaki büyük artışların emsal niteliğindeki arsalara göre daha az sermaye yatırımı yapılmış arsalar üzerindeki yapılarda ekonomik eskimeyi hızlandırması ve bunun sonucu olarak getirinin artık bunu karşılamaması, dolayısıyla da fırsat maliyetinin yükselmesi tanımlanmaktadır. Üçüncüsü ruhsatsız inşa edilmiş, ancak af kanunları uyarınca yasallaştırılamayan veya başka yasaların yasallaştırılmasına olanak tanımadığı yapılarla ilgili çözüm beklentileri (Biraz sonra anlatacağım, İstanbul’da bunlardan çok fazla var). Dört, küreselleşme sürecinde İstanbul’un dünya kentleri arasında rekabetçi konumunu yükseltme amacı. Bu, İstanbul’un imajını yükseltmenin yanı sıra nitelikli ofis alanları, konut alanları yaratma gibi girişimleri de kapsıyor. Ekonomik eskimeye bunlardan biraz daha fazla odaklanarak ele alacağım. Ruhsatlı yerleşmeler için planlarda verilen yapılaşma hakları kullanılmamış veya yüksek getirisi olmayan yapılar yıkılarak yerlerine daha yüksek sermaye yatırımı getiren yapılar inşa edilmektedir, bunları biliyoruz. İkincisi, bazı sanayi ve depolama tesisleri için daha yüksek getirisi olan alternatifli kullanışlar ortaya çıkınca diğer bir deyişle kent içindeki mevcut konuların da faaliyetlerini sürdürmelerinin fırsat maliyeti yükselince, bu tesisler kent dışına taşınarak yerlerine yüksek getirisi olan binalar inşa edilmektedir. Bunu Maslak aksından başlayarak biliyoruz İstanbul’da ve yeni Kartal projeleri bu konuda daha güncel örneklerdir. 235 Ruhsatsız yerleşmelerle ilgili ekonomik eskime örneği: Ruhsatsız yapılaşmış alanlardaki arsalar üzerinde mevcut yapıların yerine daha yüksek getirisi olan binaların inşa edilmesi girişimleri başlamaktadır. Bu arsalardan henüz yasallaştırılmamış olanların değerlendirilmesinde kamu kuruluşları öncülük yapmaktadır. Mesela, Ankara’da “Kuzey Ankara Kent Girişi Projesi” var. 3000 kadar konut yıkıldı ve bunlara 18 konut inşa ediliyor. Bunun için kanun çıkarıldı, hatta üst üste iki kanun çıkarıldı ve bunların hiçbirisi aslında 1986’dan sonra inşa edildikleri için af kanunlarına girmiyordu. Özel af kanunu da çıkarılmış oldu ve TOKİ bu işleri üstlendi. Bu tür projelerde Türkiye ülke genelinde biz 8 ili dolaştık. Bir TÜBİTAK projesi kapsamında, her yerde bize gösteriyorlardı. Buraya TOKİ gelecek, eski gecekondu alanları dönüşecek. Dolayısıyla TOKİ konusunda büyük bir beklenti var. Ancak İstanbul’da özel sektörün bu projelere ilgisiz kalması beklenemez. Zaten birçoklarının da arkasında özel girişimciler olduğunu biliyoruz, tahmin edebiliyoruz. Dönüşümün örgütlenmesinde temel husus, bir özel proje alanı olarak bu gerçekleştirilebilir. Bunun örnekleri var. Ankara’da Dikmen Vadisi, birçok başka proje İstanbul’da da sayılabilir. İkinci yaklaşım, piyasa koşullarında zaman içinde planını yaparak kendi içinde gerçekleştirilmesinin sağlanmasıdır. Bir de burada önemli olan bir şey, dönüşüm projesini ve sürecini hangi kurumun, kuruluşun hazırlayıp uygulamayı yönlendireceği ve diğer paydaşların üstlenecekleri rollerle yapıların dönüşümünün hangi sunum biçimiyle, yani kamu, özel, kooperatif vs. gibi yapılmasıdır. Çok hızlı bir şekilde bizim belirlediğimiz kategorilerin sadece isimlerini söyleyeceğim: 236 1. Islah imar ve parselasyon planları yapılarak gecekondu maliklerine tapuları verilmiş olan gecekondulardan dönüşen yerleşmelerden 2005 tarihinde 1/5.000 ölçekli nazım imar planının onaylanarak yürürlüğe girmesiyle ıslah imar planının uygulanması ve yeni inşaat ruhsatı verilmesi durdurulanlar. Burada artık yeni planlar, yeni plan yönetmelikleri var. Mesela, burası için yeni bir uygulama imar planı 2 yapılmaya kalkıldığında kişi başına düşen yeşil alan miktarı 10 m ’ye çıktı, diğer sosyal donatılar arttı. Dolayısıyla burada bir sorunla karşı karşıya kalınıyor. Zaten İstanbul’da bunların büyük çoğunluğu oldukça yoğun olarak yapılaşmış alanlardır. 2. Islah imar planları yapılan, ancak parselasyon planları hazırlanmadığı için -birincisinde hazırlanmıştı, tapular verilmişti- tapuların verilmediği gecekondu yerleşmelerinde 2005 tarihinde 1/5.000 ölçekli nazım imar planının onaylanarak yürürlüğe girmesiyle ıslah imar planı geçerliliğini yitirmiş olanlar (Burada iş biraz daha kolay belki, çünkü tapular verilmemiş, ama mevcut yapı oldukça yoğun ve orada operasyon yapmak gene aynı derecede zor bir nitelik kazanıyor). 3. Orman alanlarının işgal edilerek oluşturulduğu yerleşmeler, orman niteliğini kaybetmiş araziler 2B olarak tanımlanmaktadır. Özel mülkiyete devredilmesine olanak tanıyacak Anayasa değişikliği ve yasal düzenleme girişimleri kabul edilmediği için bu alanların yasallaştırılması yönünde herhangi bir işlem yapılamamaktadır. Yani 2B olarak tanımlanan orman alanı işgal edilerek yapılmış alanlara örnek olarak Ümraniye’de 80 bin kişilik yerleşmeler bulunmaktadır. Dolayısıyla bu alanları tanımlamaktadır. 4. Boğaziçi Kanunu kapsamında geri görünüm veya etkileme alanlarında bulunan yerleşmelerde hisseli tapulu araziler 237 üzerine inşa edilmiş konutlar Boğaziçi Yasasının 10. maddesinin maksimum Taks: 0.15 şartını sağlayamadıklarından yasallaştırılmaları mümkün olamamaktadır. Bu geri görünüm bölgesinde çok sayıda bu tarz konut yerleşmeleri vardır. Bunlar da dönüşüm kapsamında dönüşüm olarak işaretlenmiş alandadır, ancak yasaya uymayan yönleri bulunmaktadır. 5. Boğaziçi Kanunu kapsamında geri görünüm veya etkileme alanında bulunan yerleşmelerde hazine veya orman arazisi üzerinde veya doğal sit kararı bulunan alanlarda inşa edilmiş konutların bu yasa kapsamına giren yerlerde imar affı yasalarının uygulanamaması ve ayrıca Boğaziçi Yasası’nın 10. maddesinin maksimim Taks: 0.15 şartını sağlayamadıklarından yasallaştırılamamaları. Birincisi hisseli tapulu arsalar üzerindeydi. Özel mülkiyette bunlar orman veya kamu arsası işgal edilerek yapılmış yerleşmelerdir. 6. Boğaziçi Kanunu kapsamında öngörünüm bölgesinde Hazine, orman arazisi veya hisseli tapulu araziler üzerinde inşa edilmiş konutların öngörünüm bölgesinde yeni konut yapılamadı ve Boğaziçi imar planında bu alanlar yeşil alan veya ağaçlandırılacak alan gösterildiği için imar affı veya diğer yasalar uyarınca yasallaştırılmaları mümkün olamamaktadır. Beykoz’da öngörünüm bölgesinde böyle alanlar var, birçok yerler tanımlanmış durumdadır. 7. Su havzalarının mutlak korumayla kısa ve orta mesafe koruma kuşaklarında ruhsatsız bir yapılaşmayla ilgili imar mevzuatıyla bağdaşması mümkün olmayacak şekilde çok yoğun inşa edilmiş yerleşmelerin su havzalarını koruma yönetmeliği hükümlerine de aykırı oldukları için imar aflarıyla yasalaştırılamadıklarını biliyoruz. Ben üç defa İstanbul’un Su Havzalarını Koruma Yönetmeliği bilirkişiliği 238 yaptım. Dolayısıyla burada ne kadar yoğun bir kavganın olduğunu çok yakından biliyorum. Ruhsatlı yapılaşmış dönüşüm alanları kısaca Kartal’da ve Maltepe’de olduğu gibi eski sanayi depo alanlarıdır. Boşalan sanayi ve depolama alanları yerine büro, ticaret, konut, rezidans gibi projelerin yapılması bir proje paketidir. Tarihi dönüşüm alanlarında bireysel, kamu ve bakım mülkiyetindeki tarihi yapı stoğunun bulunduğu alanlar, burada sabahki oturumda da uzun uzun tartışılmıştı. Ayrıca, biz bunu yazdığımızda yapmamıştık, Sulukule olayı çıktı biliyorsunuz. Geçtiğimiz günlerde sabah tartışıldı. Cevat Erder Hocamız Türkiye’de korumanın duayeni bir hocamızdır, ICOMOS’un da Roma’da uzun süre başkanlığını yaptı. Şöyle tanımlamıştı: Çok özgün yaşam biçimi koşulu olan bir sosyal toplumun temelde bu özgün özelliklerinin korunmasıdır. Bu bizim şehircilik daha mekansal tanımlamanın fiziksel yapılara ilişkin tanımlamanın biraz dışında bir tanımlama, ama olayın başka yönleri de var. Kusura bakmayın, zaman biraz az olduğu için biraz da aşarak bitiriyorum. Teşekkür ederim. Prof. Dr. FULİN BÖLEN - Çok teşekkür ediyoruz, çok geniş kapsamlı bir şekilde anlattınız. Mecburen aşmak zorundaydık, özür diliyoruz. Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’nin çalışması ve sonuçlarını Sayın Doç. Dr. Fatma Ünsal’dan alacağız. Doç. Dr. FATMA ÜNSAL- Teşekkür ederim Sayın Başkan. Öncelikle bütün katılımcıları saygıyla selamlıyorum. Aslında ben bugün bir sunum hazırlamıştım fakat daha sonra sorular gelince, bir de zaman kısıtını da göz önüne alarak sadece sonuçlarımızı, 239 bulgularımızı özetlemeyi tercih edeceğim, ama Erhan arkadaşımdan da rica ettim, arada sırada refere etmemiz gerekirse bir yandan da o slaytları geçebiliriz. Dolayısıyla mümkün olduğu kadar zamanı iyi kullanmaya çalışacağım. Tülin Hocanın bize yönelttiği soruda bu alanların nasıl belirlendiği konusu önemli vurgulanıyordu. Ben izin verirseniz bir tersten okuma yapıp aslında nasıl belirlenmediğini söyleyerek biraz da bizim grubumuzun bakış açısını da belki bu şekilde açıklayabilmiş olurum diye umut ediyorum. Aslında bu çalışma, İstanbul’un bütününe yönelik bir analitik çalışmanın tamamlanmasından sonra mevcut sorunların ve potansiyellerin ortaya konulması, planlama ilkelerinin belirlenmesi, sorun ve potansiyellerin ilişkilendirilmesi ve onun sonrasında konut konusuna odaklanarak farklı konut gelişme projelerinin belirlenmesi ve bunun üzerine de konut gelişme tipolojilerine uygun birer çözüm arayışına gidilmesi biçiminde gelişmedi maalesef. Aslında öyle olması gerekirken bu süreç bu şekilde yaşanamadı. Çünkü aslında hepinizin de çok iyi hatırladığı gibi birbiriyle eş zamanlı gelişen bazı farklı planlama mecraları vardı. İMP çalışmasının hemen öncesinde başlamıştı bu proje, daha sonra İMP çok hızla yapılandı. Yine bu dönemde buna paralel giden OECD çalışmaları vardı. Dolayısıyla bunlar eş zamanlı olduğu için olması gereken biçimde hem çalışma gruplarının hem de tabii en başta Şehir Planlama Müdürlüğü’nün bütün iyi niyetli çabalarına rağmen olması gereken biçimde kurgulanamadı. Fakat ciddi olarak şu vardı: Şehir Planlama Müdürlüğü Uğur Bey ve ekibi, arkadaşları, o zaman Asuman Hanım, İhsan Bey ve Taner Bey çok ciddi olarak İstanbul’da artık parça parça sürmekte olan planlama çalışmalarının çok ciddi bir sıkıntı yarattığını ve bunun bir tek çatı altında, bu adresin de İstanbul Büyükşehir Belediyesi olması gerektiğine ciddi bir şekilde inanıyorlardı. Bu arada yapılmış bütünsel çalışmalardan deprem master planı vardı. Aynı zamanda yine o dönemde 240 hatırlarsanız yönetim alanında yeniden yapılanma kapsamında daha sıcak olan İmar Yasası Taslağı tartışmalara açılmıştı. Bütün bunların ışığında bu meselelerin artık parça parça gidemeyeceğini, 1/5.000’lerde bu kentin kotarılamayacağını ve bir bütünsel çalışmanın gerekliliği konusunda çok ciddi bir farkındalık vardı. Tam o dönemde Mimar Sinan Üniversitesi ile Şehir Planlama Müdürlüğü’nü bir araya getiren bambaşka bir çalışma kapsamında ki, o da İstanbul’un donatı alanlarına yönelik bir analizdi ve orada da artık alarmın çalmaya başladığı ortaya çıkmıştı, İstanbul donatı alanları açısından nasıl iflas ettiğini, o noktada böyle bir projenin gelişme fikri ortaya çıktı. Fakat bu projenin dediğim gibi gelişmesi en başta ya da ilk kurgusu en başta dönüşüm alanları için bir model geliştirilmesi değildi. Zaten öyle bir şey olsaydı biz de Mimar Sinan Üniversitesi çalışma ekibi olarak böyle bir çalışmanın içinde yer almazdık. Çünkü biz zaten dönüşüm meselesini İstanbul’un bütünündeki sektörel dönüşüm ve onun toplumsal yansımalarıyla birlikte ele almanın gerekliliğine inanan bir grup olarak çalışmaya başladık. Dolayısıyla baştan böyle bir dönüşüm modeli siparişi olsaydı zaten bu çalışmanın içine diğer üniversitelerde de öyle olurdu, biz de yer almazdık. Nasıl başladığını ve bu alanın nasıl seçildiğini bir parça hatırlatmak isterim ve yine o dönemde çok sınırlı olanaklarla, tabii ki İMP’deki koşullar üniversitelerde hepimizin biliyorsunuz başımızdaki teknik olanaklar, mekan, zaman hiçbiri öyle değildi. Fakat sınırlı olanaklarla biz de diğer üniversiteler gibi bir analitik çalışma yaparak başladık. Çok kabaca çalışmamızın akışını arkadaki şemada da izlemek mümkün. Analitik çalışmaları izleyen SWOT tekniğiyle yapılmış bir analizimiz oldu. Onun çözümlemeleri, sürdürülebilirlik parametrelerinin filtresinden geçti. Biraz o noktada seçici olduk, daha sonra bu sürdürülebilirlik parametrelerinden mekansal temel stratejiler ürettik ve ortaya konulan çerçevede bu temel stratejileri ürettiğimiz 241 noktada ki, dediğim gibi bu kısım biraz da İMP çalışmalarıyla birlikte atıl hale de geldi. Çünkü çok daha kapsamlı ve çok daha zengin bir analitik çalışma da bu arada sonuçlandı. Bu noktada biz yine çalışma grubu olarak konut alanına yönelmek, konut meselesini ele almak gerektiğine karar verdik. Yine tabii bu biraz interaktif bir süreçti. Şehir Planlama Müdürlüğü ile sürekli temas halindeydik. Projenin kurgusu da o anlamda gayet demokratik gelişiyordu ve biz bu ortaya koyduğumuz genel çerçeve içinde konut sektörünün İstanbul’da özellikle nasıl sanayisizleşmeyi temsil ettiği, nasıl sanayisizleşen bir ekonominin kurtarıcısı ilan edildiğini, ekonomide nasıl üretimden vazgeçip tüketime yöneldiğimizi, tarihsel olarak konut alanlarının aslında üretim yapısından kaynaklanan eşitsizlikleri tadil etmek gibi bir misyonu olduğu halde nasıl bunun tam tersine bu eşitsizlikleri daha da güçlendirecek biçimde rol aldığını ve konut alanlarında özellikle İstanbul’daki kentsel sorunların hem kronik hem de akut biçimde tezahür ettiği alanlar olarak çalışmaya değer olduğu noktasına geldik ve bu tespitlerimizle altı tip konut alanı belirledik. Bu çalışma da yine İMP’nin çalışmalarına paralel gelişti, yine Tülin Hocamın da içinde olduğu konut ve yaşam kalitesi grubunun tipolojik ayrışması olmuştur. Bunlar hemen hemen eş zamanlı gelişen çalışmalar. Bu altı grubun da tarihi konut alanları, yerleşik düzenli konut alanları, yeni yapılaşmakta olan düzenli konut alanları, ruhsatlı - ruhsatsız yeni gelişen alanlar, ıslah planı görmüş yerleşik ruhsatsız alanlar ve dönüşmemiş alanlar. Bu noktada geldiğimiz stratejilerimizle ifade etmeye çalıştığımız şey tek tip bir dönüşüm modelinin böyle bir çeşitlilik içinde işlerliğinin olmayacağıydı. Diğer üniversiteler gibi biz de bu noktada birbirinden farklılaşan, yasanın dayatmaya çalıştığı tek tipleşen bir modelden ziyade alanın dinamiklerine göre formüle edilen ayrı ayrı modeller geliştirmenin 242 gerekliliği konusunda hem fikirdir ve o noktada 6 farklı strateji paketi geliştirdik. Biz bu çalışmayı bu noktaya getirirken Şehir Planlama Müdürlüğü’nde durum neydi? Tabii yine uzaktan izleyebildiğim kadarıyla o noktada tercihler ve alanların ortaya konulması daha çok sorun olan alanlar, 1/5.000’lerin yapıldığında kilitlenen süreçler ve o süreçlerdeki alanlarla üniversitelerin mevcut çalışma eğilimleri, mevcut yoğunlaşan ihtisaslıklarıyla denkleştirmeye çalıştıkları gibi bir durum söz konusuydu. Biz de Mimar Sinan grubu olarak gerek katılım, gerek demokratik planlama süreçlerinde etkin rol almaya çalıştığımız çeşitli çalışmalar olduğu için dönüşmemiş bir konut alanı olduğunu düşündüğümüz - tam dönüşmemiş değil tabii - İstanbul’da böyle katıksız dönüşmemiş bir alan tabii ki bulmak mümkün değil, ama diğer alternatifler içinde yine en az dönüştüğünü düşündüğümüz Gülsuyu ve Gülensuyu Mahallelerini çalışmaya karar verdik ve bu noktada da Mimar Sinan Üniversitesi çalışma grubuyla Gülsuyu’nun yolları kesişti. Çok kısaca Gülsuyu kısmından bir parça bahsetmek istiyorum. Belki daha sonra Murat Cemal Yalçıntan da bahsedecektir. Aslında bize göre Gülsuyu - Gülensuyu çalışması çok basit bir denklemin birbirini reddettiği noktada duruyordu. Şöyle ki; aslında kentsel dönüşümün çok çok basit üç denklemi vardır. Bunlardan biri, İstanbul artık ekolojik eşiklerine dayandı, İstanbul’un mevcut yapı stoğunu rasyonalize etmesi, bunu akılcı biçimde kullanması gerekiyor. Diğer denklem yine çok basit: Tülin Hocam da giriş konuşmasında bahsetti, hızlı ve bedelsiz bir kentleşme sonucunda yaşam kalitesi, hatta yaşam riski taşıyan alanların sıhhileştirilmesi gerekmektedir. Bu denklemin yanıtı da çok basit: “dönüşüm”. Fakat asıl bizim için sıkıntı yaratan ve hepimizi buraya toplayan ve bu çalışmayı konuşmaya değer kılan üçüncü 243 denklemdir. Çünkü üçüncü denklem İstanbul’un sektörel dönüşümünü ve değişen işgücü profilini buna uygun yaşam alanlarını yaratmak üzere ve kentin imajını yükseltmek üzere, kentin dünya kenti olma misyonunu düzeltmek ve yükseltmek adına yapılan dönüşüm. Bu noktada bu üçüncü denklem ilk iki denklemin bir tür paravanı haline gelmeye başladığı noktada alanlarda çatışmalar başlıyor. Dolayısıyla bu alanlarda bir kısmında zaten çok hızlı gelişiyor süreç, hemen alana girildiğinde beyaz bayrak çekmiş oluyor kullanıcıların bir kısmı ve çok hızla gelişebiliyor. Başka alanlarda taktik savaşları oluyor. Fakat bazı alanlarda dirençle karşılaşılıyor. Gülsuyu ve Gülensuyu da bu alanlardan biriydi. Çünkü Gülsuyu ve Gülensuyu’nun aslında çok eskilere dayanan ciddi bir örgütlenme kapasitesi var. Gülsuyu ve Gülensuyu diğer kaçak yapılaşmış alanlardaki sorunlara benzer sorunları olan, fakat buna karşılık bize en büyük avantajı sağlayan çok ciddi bir örgütlenme kapasitesine sahip, toplumsal sermayeye çok kolay işlerlik kazandırabilecek bir altyapıya sahip olan ve ciddi, bilinçli ve dirençli bir gruptu. Orada geliştirdiğimiz modelin de tamamen katılım odaklı demokratik süreçlere işlerlik kazandırmaya yönelik yasada eksikliği hissedilen eşgüdüm araçlarını bir şekilde palyatif de olsa çözmeye çalışan, yine yasada eksikliği hissedilen katılım metotlarını tanımlamaya çalışan bir model geliştirmeye çalıştık. Daha sonra belki sorularla açma şansım olur, ama çok özgün ve çalışılası bir alandı. Bu açıdan oraları çalışmak bizlere büyük zenginlik kattı. Prof. Dr. FULİN BÖLEN - Belki sonra bunun ne olduğu, belediyenin ne kadar uyguladığı hakkında hepinize soru gelecektir. Doç. Dr. FATMA ÜNSAL- Belki bir cümle eklemek gerekirse bizim için bu anahtar kavramlarımız bütün bu modelin 244 çalışmasını sağlayan bir kere her şeyden önce çağdaş ve demokratik bir anlayışın gereği olarak katılım, etkin ve sürekli bir kurumsal yapı modeli olarak ortaklıklar ve hem modelin uygulanabilirliğinin hem de toplumsal uyumun bir tür teminatı olarak da uzlaşma üzerinden hareket ettik. Sonra sorularınızla açmaya çalışayım. Prof. Dr. FULİN BÖLEN - Çok teşekkür ediyorum. Üçüncü olarak İstanbul Teknik Üniversitesi’nin çalışmasını Yrd. Doç. Dr. Mehmet Ali Yüzer sunacak. Yrd. Doç. Dr. MEHMET ALİ YÜZER- Ben de tüm katılımcıları saygıyla selamlıyorum. Tülin Hocam bahsetti, nihayetinde dört üniversitenin hazırlamış olduğu bir çalışma var. Her çalışma kendi içerisinde bağımsız bir çalışmaydı. Yalnız bu çalışmaların içeriği konusunda tümünün üniversitede ortak bir içerik verildiğini, daha doğrusu beraber hazırlandığını da en baştan söylemek istiyorum. Çünkü iki – iki buçuk senelik bir çalışma bu, diğer üniversiteler de aynı zamanı ayırdı. Bu çalışmanın büyük bir kısmı, İstanbul’un bütününe yönelik eylemsel planın ne şekilde olacağına dönüktü ama bir kısmı da İstanbul’da yalnız konut alanları değil sanayi alanları veya diğer farklı bölgelerdi. Eğer bir dönüşüm eylemi olursa bu nasıl olabilir, bunun bir modeli ortaya konulabilir mi diye bir arayış içerisine girildi. Dolayısıyla ben bu dönüşüm modeli siparişini doğrusu kabul etmiyorum ve doğru bulmuyorum. Kendi üniversitem adına yaptığımız model çalışmasının yerinde ve belediyenin ve üniversitelerin birlikte hazırladığı içeriğe uygun olarak hazırlandığını düşünüyorum. Bunu en başta söylemek istiyorum. Çünkü buna alındım doğrusu. 245 Burada İstanbul’un bütününe yönelik çok fazla açıklamalarda bulunmayacağım. Çünkü zamanımız kısıtlı ve yuvarlak masanın gündemi de anladığım kadarıyla dönüşüm üzerine ve dönüşüm modeli üzerine. Dolayısıyla bütün İstanbul’da yapılan çalışmaları geçtikten sonra bir dönüşüm modeli Türkiye’de yalnızca İstanbul’da değil, Türkiye’de bir dönüşüm modeli gündeme geldiğinde bunun süreci nasıl olmalı, biz bunu tariflemeye çalıştık. Bu tariflemeyi yaparken de çok değerli hocalarımla birlikte çok uzun yılların birikimi ve bu konularda yine ders veren hocalarımla beraber birikimleri bir şekilde buraya aktarmaya çalıştım. Ali Türel Hocama katılıyorum, ismi dönüşüm olabilir, ama bunun açılımına baktığınız zaman kimi yerde buna sağlıklaştırma diyebilirsiniz, kimi yerde yeniden canlandırma diyebilirsiniz, kimi yerde iyileştirme diyebilirsiniz, ama son dönemlerde yasa da o şekilde hazırlanmaya çalışılıyor. Nihayetinde bir dönüşüm kavramı gündemde, biz de modelimizin ismine dönüşüm modeli dedik. Bu çalışmayı yaklaşık 8-9 kişilik bir ekiple başlattık, ama ekibimiz çok daha genişledi. Arazi çalışmalarının yanında çok farklı ekipler yer aldı. Nihayet Fikirtepe bölgesinde bir kentsel dönüşüm modeli nasıl gerçekleştirilebilir, bunu ortaya koymaya çalıştık. Bizim modelimizin temel yaklaşımı şu: Aslında burada çoğu plancı katılımcılarda planlamanın gereğinde ve planlama sistemi içerisinde zaten bu tanımlı, bir dönüşüm eylemini gerçekleştirmek için planlamanın dışına aslında çıkmamak lâzım ve her aşamasında planlamayla eşgüdümlü bir şekilde yapmak lâzım. Bunu yaparken de yasalarımızın, yönetmeliklerimizin bunlarla örtüşmesi lâzım. Eğer yasalar ve yönetmelikler buna hazır değilse zaten geliştirdiğiniz modelin de çok fazla uygulanabilirliği olmaz. Baktığınız zaman biz modelimizde üç aşama belirledik. Biri, ön hazırlık aşamaları, bir diğeri planlama aşaması, ondan 246 sonra da uygulama aşaması. Bu aşamaları belirlerken her bir aşama içerisindeki ve her bir süreçte kimler katılımcı olacaktır, kimler aktörler olacaktır, hangi aktörler yer alacaktır, bu çok önemli bir meseleydi. Bizim genel olarak belirlediğimiz yaklaşık 9-10 ana aktörün olduğunu düşünüyoruz ve bu aktörlerin de kendi içerisinde birtakım açılımlarının olması gerektiğini varsaydık. Raporumuz çok geniş, onu da söyleyeyim, burada çok özet bir bilgi vermeye çalışıyorum. Her bir aktörün hangi süreçte ne tür katkı yapacakları tamamen bu modelde tanımlı bir şekildedir. Burada ön hazırlık aşamasında en önemli konu şu: Ne yazık ki, Türkiye’de o gerçekleşmiyor. En son çıkan eski eserlerle ilgili Yenileme Yasasını da değerlendirdiğiniz zaman bir yer yenileme alanı ilan ediliyor. Bunu ilan eden, öneri yapan bir grup var, Bakanlar Kurulu kararıyla da ilan ediliyor. Böyle olmamalı tabii ki, bütün aktörlerin katıldığı ve en başında, yani burada bir kanaat oluşurken bile “burası dönüşüm alanı olabilir mi?” diye bir arayış içerisine girildiği zaman da bütün bu katılımcıların bu kanaate ortak olması lâzım. Yani en başından bütün aktörlerin buna destek vermesi lâzım ve bence bu modelin en önemli aşaması bu. Eğer siz en başından bütün katılımcıları, bütün aktörleri modelin içerisine sokarsanız nihayetinde diğer aşamalar çok rahatlar diye düşünüyorum. Bizim modelde her bir aşamada hangi komisyonların kurulacağı, bu komisyonların görevleri, bu komisyonların alacağı kararları ne şekilde alacağı, tamamı bir şekilde tanımlı. Bunların bütçelendirilmesi en başından tanımlı; koordinasyon kurulacak kurumlar arasında ve komisyonlar arasındaki koordinasyonun kullanılması, kurulması, denetlenmesi, yönlendirilmesi adına da çeşitli aşamalar tanımlandı modelde ve bütün bu değerlendirmeleri yaptıktan sonra çok büyük bir aşama nihayetinde bir yeri dönüşüm alanı ilan ediyorsunuz. Peki, bitiyor mu? Ondan sonra da planlama aşaması başlıyor ve 247 hepimizin bildiği aşama. Burada planlama sürecini görüyorsunuz. Dönüşüm alanında farklı bir planlama süreci tanımlanmalı mı? Aslında tanımlanmamalı, her tarafta aynı yapılan çalışmayı burada da yapmak lâzım. Bir tek şunu eklemek gerekir belki dönüşüm alanlarıyla ilgili; tematik analizleri burada bir oturtmak lâzım. Siz modeli yerele özgü çalıştırmak için o bölgenin tematik analizlerini ve dokusunu çok iyi anlamanız lâzım, kavramanız lâzım. Bu modelde de tematik analizler üzerine biraz daha fazla eğilinmesi gerektiği yönünde bir açılımımız var. Burada ne tür analizlerin yapılacağı, bunların alt başlıkları gene tanımlı. Son dönemlerde planlamada sıkça kullanılan SWOT analizinin burada da yapılması gerektiğini düşünüyoruz. Bütün bunlar bittikten sonra nihayetinde bir plan kararı olarak o bölgede dönüşüm alanı ilan edilebilir ve bunun plan kararı olarak yapılaşma koşulları tanımlanabilir. Bunlar bittikten sonra uygulama aşamasına geçeceksiniz, uygulama aşaması da çok önemli. Eğer siz en başta modelinizi iyi kurgularsanız ve aktörleri de işin içine sokarsanız nihayetinde burada belirlenmiş olan bütün aşamaları çok da rahat yürüyeceğini düşünüyoruz, ama bugünün koşullarında Türkiye’de yapılan çalışmalarda ne yazık ki bu modeli besleyecek bir yasa, yönetmeliğin olmadığını da söyleyebilirim. Burada en son uygulama aşamasında kişilerin -hatta bunu belki ilk aşamada ön raporlarda da ortaya koymak lâzım- orada bir dönüşüm eylemi gerçekleştirdikten sonra beklentileri ne olacak, bunu çok iyi tanımlamak lâzım. Orada eğer bir değer artışı söz konusuysa bu değer artışından herkesin ne şekilde faydalanacağı çok net ortaya konulmalı ki, açıklıkla herkes modelin içerisine katılmış olsun. Belediye, bir Fikirtepe Bölgesi’ni, bir de Bayrampaşa Sanayi Bölgesi’ni bize önerdi. Her iki bölgede de çok kapsamlı çalışmalar yapıldı. Ben burada sadece Fikirtepe’yi bir örnek olsun diye 248 anlatmaya çalışıyorum. Fikirtepe’yi biliyoruz, genel olarak Kadıköy’ün hemen hemen merkezî konumunda sayılabilecek bir yerde. Tarihî özellikleri bakımından da aslında güçlü bir yer, arkeolojik değerlerin de olduğunu bildiğimiz bir yer. 1960’lı yıllarda çeşitli af yasalarıyla birtakım edinimler var bu bölgede, ama nihayetinde en son baktığımız zaman fotoğraflarda da görüyorsunuz, nihayetinde 4-5 katlı, 3-4 katlı, bazen 7-8 katlı binaların olduğu ve hemen hemen aynı kalfaların elinden çıktığı -bu da çok önemli, inşaat mühendisleri tarafından yapılmadığı çok açık birbirine benzeyen binalar- depreme dayanıklı olmayan, çok küçük parsellerde bulunan, bu parsellerin içerisinde hemen hemen yüzde 8090’a varan taban alanı kullanımları, bir kısmında küçük sanayi bulunmaktadır. Özellikle Göztepe oto sanayi bu alana giriyor. Bütün bunları değerlendirdiğimiz zaman da dönüşüm alanı ilan edilmesi için aslında bilinçli ve uygun bir şekilde seçilen bir alan. Nihayetinde buradan birtakım değerleri verdiğimde de bunu anlayacaksınız, baktığımız zaman bölgede yaklaşık 1.8 civarında bir emsal kullanımının olduğunu biliyoruz. 1.86 civarında bir emsal kullanımının olduğunu biliyoruz ve Kadıköy’de de biliyoruz ki, 2.07’nin üzerinde herhangi bir emsal verilmiyor. Bizim modelimizin çıkış noktası da zaten hemen hemen İstanbul’un diğer bölgelerinde de bunu önermiyoruz, hiçbir yerde yakın çevredeki yapılaşma koşullarını aşan bir yere özel birtakım haklar getiren dönüşüm modeli değil, o bölgenin mevcut koşullarına yakın bir dönüşüm modelini burada önermeye çalıştık ve 2.07 emsalini ortak tuttuk. Burada çevreyle ilgili birtakım fotoğrafları görüyorsunuz. Analizlerde ciddi anlamda bölgenin dönüşüme uğramasına yönelik işaretler var. Bunları da görebiliyorsunuz. Ben en son Fikirtepe’de yaptığımız çalışmada çıkan sonuçları size aktarmaya çalışayım. Burada belki kısmen izleyebiliyorsunuz, özel mülkiyet çok fazla, hazine arazileri düşük. SWOT analizi yapıldı, bütün bölge en küçük hücrelerine varana kadar değerlendirildi. Bunlardan sonra birtakım leke çalışmaları 249 yapıldı ve leke çalışmalarında da bugün var olan hemen hemen ızgara dokusundaki yol dokusunun bir kısmını korumaya karar verdik. Göztepe sanayi bölgesini yine ticaret artı hizmet fonksiyonlarına ve turizm fonksiyonlarına tahsis ettik. Mandıra Caddesi üzerinde var olan ticaret aksını yine koruduk. Burada en son yaptığımız çalışma şu: Izgaraları koruduk, yolları koruduk ve her bir bölge için birtakım fonksiyon tanımlamaları yaptık ve nihayetinde de bir hesap yaptık. Bu hesapta da burada dönüşüm eylemi olursa kim ne şekilde katkıda bulunur, buna paydaş olur ve nihayetinde de böyle bir dönüşüm eylemi sonunda kim ne kadar kazançlı çıkar, buna paydaş olmak ister mi, yoksa buradan parasını alıp başka yere gitmek ister mi? Bunları değerlendirmeye çalıştık, bunların örneklerini verdik. Bu plan çalışması yapılırken gerekli donatı alanları da ayrıldı ve sonunda şu görüldü: Bugünkü ekonomik 2 koşullarda Fikirtepe Bölgesi’nde yaklaşık 80-90 m dairenin fiyatının 70’le 80 milyar civarında olduğunu biliyoruz, ama hemen Mandıra Caddesi’nin diğer yakasında, hemen caddenin öbür tarafında yeni yapılarda 300.000 dolara varan bir değerin olduğunu ortaya koyduk. O zaman kişiler bu projenin içerisine dâhil edilmeli. Burada bire dört oranında bir değer artışının olacağını varsayıyoruz. Bunun bir biriminin inşaata gideceğini varsayıyoruz, bir biriminin müteahhidin kârı olacağını düşünüyoruz, diğer iki biriminin de kişiye, oradaki kullanıcılara kalacağını düşünüyoruz. Metrekare olarak bir azalma söz konusu olacaktır bölgede, ama burada tam tersine iki katına bir değer artışının olacağını varsayıyoruz. Ben böylelikle bitireyim. Prof. Dr. FULİN BÖLEN - Teşekkür ederiz. Son olarak bu grupta Yıldız Teknik Üniversitesi’nden Şehir ve Bölge Planlaması Bölümünün çalışmasını sunmak üzere araştırma 250 görevlisi Erhan Kurtarır’dan dinleyeceğiz. Teşekkür ederim. ERHAN KURTARIR- Teşekkür ederim Hocam. Ben de öncelikle -bize yöneltilen bir soru olmuştu modoratörümüz tarafından katılımcılara, burada konuşmacı olarak katılacaklara- o sorunun açtığı bazı fırsatlarla sunuma başlamak istiyorum. Çünkü bu soru aslında bugün tartışmamız gereken birçok noktayı işaret ediyordu. Bu konuda da emeği geçenlere şimdiden teşekkür ediyorum. Birinci soruya baktığınızda İstanbul Büyükşehir Belediyesi için yapmış olduğunuz İstanbul mekânsal gelişme ve dönüşüm araştırmaları, araştırma projesi için grubunuz tarafından seçilen örnek alanlar nasıl belirlendi ve bu alanlarda gerçekleştirilmesi düşünülen uygulamalar için tespit edilen güçlükler ve fırsatlar nelerdir? İkincisi de, bu sorunların çözümleri için önerileriniz nelerdir? Burada birinci soruya dikkatinizi çekmek istiyorum, çünkü bu soru sorulması açısından değil, cereyan eden, devam eden süreç açısından bazı önemli noktalar içeriyor. Birinci önemli nokta, İstanbul Büyükşehir Belediyesi için noktası. Biz bu çalışmayı İstanbul Büyükşehir Belediyesi için yaptığınızdan şüpheliyiz. Çünkü bu iş bize belli bir müdürlüğü tarafından iletildi, fakat kurumun tamamını kapsayan bir iş saatliliği tanımlanmamıştı ve süreç içerisinde de bütün Büyükşehir Belediyesi’nin sahiplendiğini görmedik. İkinci nokta, grubunuz tarafından seçilen örnek alanlar meselesi. Biz alanı seçmedik, alan bize verildi, yani önerildi. “Bu alanda kentsel dönüşüm modeli üretir misiniz?” denildi ve bu amaç için biz de çalışmalarımızı yaptık. Üçüncü nokta da bu alanda gerçekleştirilmesi düşünülen uygulamalar. Bu aşamada şüphelerimiz devam ediyordu, bugüne geldik ve hâlâ bu konuda uygulama açısından bizim önerdiğimiz raporların değerlendirilmediğini görüyoruz. 251 Bu sorunun katkısıyla ortaya çıkan bu saptama çerçevesinde bu soruya yine cevap vermeye çalışırsak, alan aslında işin başında belirlenmişti ve belirlenme gerekçesi olarak verilerinin hazır olması, yani bu alanın verileri elimizde hazır, bu alanla çalışmanıza başlayın, devamını da belki başka alanlar için uygun bir model olarak uygulayabiliriz denilmişti. Fakat bu aşamada bazı güçlükler vardı. Onlardan birkaçı örneğin, alanın iç dinamikleri, yani bize verilen Küçükbakkalköy çalışma alanının iç dinamiklerinin yetersizlikleri. Çünkü bu dönüşüm sürecindeki aktörlerin çeşitliliği düşünüldüğünde kaybeden kesimin yoğun olarak yaşadığı bir alan olarak ortaya çıkıyordu. İkincisi, alanı çevreleyen, baskı oluşturan üst ölçekli ve üst gelir grubu hedefli projelerin varlığı, yani Küçükbakkalköy Mahallesi’nin çevresine baktığınızda Ağaoğlu’nun projesi hemen aklıma geliyor, arka taraftaki Ataşehir aklıma geliyor, E-5 üzerindeki İstanbul bütününe hitap eden bazı tüketim alanları aklıma geliyor ve aslında bize verilen proje alanının çevresi bu tür kent bütününe hitap eden ya da üst gelir grubuna hitap eden farklı kullanım alanlarıyla çevriliydi ve bu açıdan da bir tehdit altındaydı. Önemli bir güçlük de buydu. İşin sonuçlarının kurumun tamamı tarafından, kurumun tamamından kasıt burada İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin tamamı tarafından sahiplenilmesi bizim için diğer bir güçlüktü. Çünkü artık biz bu projenin çalışma sürecinde ve sonrasında tıpkı diğer üniversiteden katılan hocalarımın belirttiği gibi bir amaca ulaşmasını istiyorduk. Fakat burada önemli bir fırsat var, o da her şeye rağmen yerel idarenin bir organının konuyu üniversitelerin katılımıyla tartışmaya açarak yol haritası belirlemek istemesi, bu gerçekten önemli, üzerinde durulması gereken bir nokta. Çünkü burada bir iyi niyet var ve bu iyi niyeti karşılıksız bırakmamak adına biz bu sürece ve bu işe başladık. Bu işte çalışırken üç farklı grup oluşturuldu ve üç farklı ölçekte çalışıldı. Biri 252 İstanbul bütünüydü, biri Kadıköy ilçesinin bütününü ilgilendiren bir çalışma sahası grubuydu. Üçüncüsü de, yani bizimki, en alt ölçek olan Küçükbakkalköy Mahallesi ölçeğinde çalışan gruptu. Bu süreç tabii ki birtakım tehditler içeren -kentsel dönüşüm sürecinden bahsediyorum artık- birtakım öncelikle yapılması gereken süreçler gerektiren bir olgu ve kentsel dönüşüm olgusuna baktığımızda aslında bu oturumların ya da bu buluşmanın ana başlığında yer alan belirsizlik ifadesinin yine kavrama dönük bir belirsizlik sahası içerisinde olduğunu görüyoruz. Yani dönüşüm kavramı aslında Türkiye’de bulanık bir sahada şu anda ve net olarak uzlaşılmış bir tanımı yok. Çok farklı kavramlar, çok farklı amaçlar için kullanılmakta ve özellikle aceleci davranan idari erk kavrama sahip olarak kamuoyuna yansıtmakta. Bu belki de bulanıklığın temel zeminini oluşturuyor. Bir diğeri, dönüşüm alanları belirlenirken sorun olarak saptanılanların ortak olmaması, ortak sorunlarımız olmaması. Tabii ki sorunlar var, ama hepimiz için aynı sorun mu bu? Bu sorun hepimizin sorunu mu, yoksa belirli grupların sorunu mu? Bunu bir daha düşünmemiz gerekiyor, çünkü bu planlamanın temel sorusu olan kaybeden ve kazanan sorunsalını tekrar tartışmaya açacak bir olgu. Bir de işin sahibinin belirsizliği, çünkü işi üretiyorsunuz, projelerinizi üretiyorsunuz, süreçleri tanımlıyorsunuz, fakat bu işi üstlenecek, sonuna kadar götürecek idari erk seçim süresinden sonra kaybolabiliyor. Bunu neden böyle tespit ediyoruz? Çünkü kentsel dönüşüm süreci aslında çok uzun erimli süreçleri gerektirir. Yani bugünden yarına çözüm üretemezsiniz, bunu belediyenin pragmatik yaklaşımıyla, yani kısa sürede çözüm üretme ve bundan kazanç sağlama anlayışıyla çözemezsiniz. Birkaç belediyeyi kapsayacak uzun erimli programlar ve projeler gerektiren süreçlerdir bunlar ve bu 253 noktada bizim üzerinde durmak istediğimiz ana olgu ilke ve ölçütlerin belirlenmesi olgusu, çünkü bu noktada bir uzlaşıya varmamız gerekiyor. Hem üniversiteler arasında hem kamuoyu hem idari otorite açısından hepimizin artık bir uzlaşıya varması gerekiyor ve bu ilkeleri biran önce hayata geçirmemiz gerekiyor. Bunu defalarca hocalarım da, farklı kurumlar da dile getirdiler, ama bu yolda da atılmış ciddi adımlar ne yazık ki az. Baştakini söylemiştim zaten, uzun vadeli bir süreç olduğunu kabul ederek işe başlamalıyız ve bunu sorumlu kurumların içselleştirmesi gerekiyor. Bir de bu olgular, yani kentsel dönüşüm süreci mekanın ve toplumun tüm alanlarını kapsayacak şekilde çok bileşenli olarak kurgulanmalı ve ülkenin hem ekonomik hem fiziksel ve hem sosyal koşullarından referans almalı, uygulanabilir olmalı ve kentsel dönüşüm sürecinin tüm bölgeler için tek tip olarak düşünülmemesi gerekiyor. Çünkü her bölgenin özgün değerleri, özgün gerçeklikleri ve özgün sorunları var ve o özgün sorunlar çerçevesinde özgün çözümler gerektirebiliyor. Bir diğeri, bir mekan için üretilecek kentsel dönüşüm sürecinde temel kriterlerin yerel topluluklar yaşayanlarla birlikte geliştirilmesi esas olmalı. Hiçbir kesim bu açıdan dışlanmamalı ve bir kentsel dönüşüm sürecinin her aşamasında alınan kararların ve bunların gerekçelerinin net anlaşılabilir olması ve kabul edilen konuların toplumla paylaşılması esas olmalı ve yine süreç boyunca gerçekleşmesi programlanan sosyoekonomik ve fiziksel müdahalelerin zamanlamasındaki önceliklerin doğru öngörülmesi, kentsel dönüşümün en önemli konularından biridir. Bu süreç içerisinde tehdit olabilecek unsurlara tekrar değinecek olursak, (bunlarla zaten bitireceğim) az, ama çok önemli noktalar; bunlardan biri kriterler, yani bu dönüşüm ölçütlerindeki belirsizlikler ve 254 eksiklerin önemli bir tehdit oluşturması. Bu artık sürdürülebilirlik ilkesinin önündeki belki de en büyük tehdit. Çünkü siz bu noktada yerel halka ve uygulayıcılara belirsiz bir ortam sunarsanız, bu sahiplenilmeyen bir süreç olarak karşınıza çıkacaktır ve bu noktada kriterlerdeki belirsizlikleri biran önce ortadan kaldırmamız gerekmektedir. Bir diğeri, kentsel dönüşüm alanının seçimindeki herhangi bir kriterin olması. Bunlar belirsiz, bir de kritersiz hareket eden bazı girişimler var. Toplumsal güveni sarsan olgular bunlar ve kamu yararı ilkesini de zedelemektedirler. Tehdit olarak algılanması gereken bir başka nokta, kısa vadede yaygın işbirlikleri yapılması veya umutları artırıcı vaatlerde bulunulması, sürecin işleyişi ve güvenilirliğini zedelemektedir. Bir diğeri, kentsel dönüşüm sürecinin modelinin yanlış seçildiğinde -bu yanlış tabii tırnak içinde kullanılmalıkamu yararı ya da toplum yararı açısından baktığınızda yanlış olabilir, ama başka yararlar açısından baktığınızda yanlış diye tanımlanmayabilir. Burada bunu tırnak içinde kullanıyorum, yanlış seçildiğinde belli bir aşamada sürecin kilitlenmesi ve hedeflere varılmamasını getirebilir ve yine son olarak, sonuçtaki tüm aktörlerin eşdeğer olarak temsil gücünün olmaması sürecin katılım ve şeffaflıkla yönetilmesini engellemektedir. Buradaki katılım sürecinde kesinlikle artık kendi şapkalarımızı, yetkilerimizi ve gücümüzü kapı dışında bırakıp, içerideki ortaklık kurgusunda eşdeğer, eşit seviyede olduğumuzu anlayıp ona göre masaya oturmamız gerekiyor, yoksa diğerinin de bir faydası olmuyor. Çünkü güçlü olan zayıf olana sözünü dinletiyor, sözünü geçiriyor. Burada eşit seviyede konuşabilmemiz gerekiyor. Son iki maddeyi de söyleyip bitiriyorum: Kentsel dönüşüm süreci konunun uzmanı olan profesyoneller tarafından tasarlanmadığında ya da profesyonellerin bu konuda yeterince birikimi olmadığı takdirde konu spekülatif ve politik risklere açık hale gelir ki, bu da yerel topluluklar başta olmak üzere tüm aktörler açısından önemli kayıpları 255 oluşturur. Bir diğeri de sürecin dürüst ve ilkeli olarak yönetilmemesi sorunsalı ve tehdidi. Bu, kamuoyunun kentsel dönüşüm programları ve projelerine olan güvenini sarsacağı için amaca ulaşmada diğer bir tehdit olarak algılanmalıdır. Biz temel olarak bu ilkelerle ve bu doğrularla yola çıkılması gerektiğine inanıyoruz ve sürecin bu şekilde kurgulanması gerektiğine inanıyoruz. Bunun için çalışmamızda uluslararası örnekleri incelemiştik. Onlardaki bazı dersleri çıkarmaya çalıştık. Uygulamalardaki zorlukları ve başarılı olan yönlerini anlamaya çalıştık ve bunu yerel gerçeklikle yorumlamaya çalıştık. Bu üzerinde yaptığımız çalışmanın, uzlaştığımız çalışmanın sonuçlarını raporumuzda daha detaylı olarak inceleyebilirsiniz. ulaşabilirsiniz. Fakültemizin Daha detaylı web olarak sayfasında orada raporumuza göreceksiniz, sorular aşamasında da gereken noktaları açıklamaya çalışırım. Teşekkür ederim. Prof. Dr. FULİN BÖLEN - Teşekkürler. Bu çalışmaların sahibi olan kurum temsilcisi olarak İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Planlama Müdürü Sayın Uğur İnan’a sözü vermek istiyorum. Bu alanda İstanbul genelinde dönüşüm alanlarının nasıl seçildiğini, bu konuyla ilgili sorunları ve önerilerini alacağız. UĞUR İNAN- Ben teşekkür ediyorum. Sahibi olarak bir ifade oldu bu, tabii biz kendi adımıza birtakım işler yapıyor noktasında değil, belli şekilde kanun ve yönetmeliklerle yerel yönetimlere tanımlanmış görevlerden birimimizin dahilinde olan görev alanlarında faaliyet gösteriyoruz. Prof. Dr. FULİN BÖLEN - Söylemek istediğim sahip olan İstanbul Büyükşehir Belediyesi. 256 UĞUR İNAN- Tamam, kusura bakmayın hocam. Sonuçta bununla ilgili ben başını kaçırdım, o anlamda da eksiğim olabilir. Genel anlamda bu özellikle son dönemdeki trende uygun olarak gelişen ülkemizin en büyük metropolünde belli noktalarda yapı stoğunun yenilenmesiyle ilgili son dönemdeki sürece ayak uydurmak anlamında böyle bir çalışmanın yapılması gereklidir. Buradan yola çıkarak böyle bir dönüşümün kitabî anlamda pratiğe de en azından bazı ipuçları verebilecek noktada bir modele oturtulup oturtulamayacağı, bu noktada ne gibi arayışlar, ipuçları olabileceği, bununla ilgili bir çalışmaydı. Dört değerli üniversitemizin değerli akademisyenleri katkı verdi. Bununla ilgili herkes kendi yaptığı çalışmaları girmeyeceğim. Ancak bunun anlattı, onunla paylaşılmaması ilgili detaylara noktasında veya sahiplenilmemesi noktasında bu tabii sadece belediyenin veya kamu kurumlarının sahiplenmesi noktasında bir beklenti olabilir. Bunu biz kendi dairemiz veya kendi görev alanımızla ilgili belli noktalarda zaten sahipleniyoruz veya sahiplenilmesi gerektiği noktada ilgili kurumlarla da bunu paylaştık. Bakanlıklarla olsun, diğer ilgili kurum diyebileceğim genel müdürlükler, belediyelerle paylaştık. Tabii bunlar ne kadar dikkate alınır onunla da ilgili benim bu noktada en azından sizi tatmin edecek bir şey söylemem çok doğru olmaz diye düşünüyorum. Ancak sadece şu kadar söyleyeyim; biz kendi yaptığımız çalışmalarda belli noktalarda burada oluşan sonuçlara ilişkin belli değerlendirmeler ve kriterleri dikkate alıyoruz, zaten almak durumundayız. Bu noktada da bunu baştan belirteyim. Ben genel anlamda bunları ifade ettikten sonra bu çalışmaya da örnek olması anlamında bizim özellikle 2004-2005 yılına kadar belli ilçelerde, belli alt bölgelerde yaptığımız plan çalışmalarında dönüşüme konu olabilecek, yenilenmesine ihtiyaç duyulan alanlarda analiz ve arazi çalışmaları ile oluşturulan 1/5.000 ölçekli Nazım imar plan 257 çalışmalarını yaparken, buna yönelik bazı açılımlar getiriyorduk. Özellikle bu çalışmaya konu olan alanlar, burada tespit ettiğimiz örnek alanlardan, yani bu konuda örnek olarak çalışılabilecek alanlardan bazılarıydı - bunu özellikle belirteyim. Bu noktada farklı şekilde elimizde verisi olan farklı özellikte sanayi olsun, eski tarihi merkezler olsun veya yeni hisseli veya kaçak yapılaşmanın geliştiği alanlar olsun, farklı özelliklere sahip yapı stoğunun mekana yansıdığı bölgeleri seçmeye çalıştık. Bu da bizim daha önce nazım plan çalışmalarında yaptığımız ve tespit ettiğimiz örnek olabilecek alanlardı. Bunun açılımı, özellikle burası, şurası noktasında değil, genel anlamda bizim tespitlerimiz doğrultusunda buralarda böyle bir çalışmanın yapılması, bize belli şekilde birtakım genele şablon olabilecek bazı örnek alanlardı. Bunu da ifade ettikten sonra özellikle 100.000 ve 25.000 sürecinde Büyükşehir Belediyesi’nin 2004 ve 2005’ten sonraki 2004’ten sonra Bakanlıktan yetki alarak protokol dahilinde yaptığı çalışma ve 2005 ve 2006’dan sonra da kanuni düzenlemelerden sonra belli şekilde yetkili kılınmasından sonra yaptığımız birtakım çalışmalarda özellikle dönüşüm alanlarıyla ilgili üst ölçekli planlara da bazı açılımlar yaptık. Tülin Hocamızın da bir şekilde içinde bulunduğu grup çalışmalarında da ortaya çıkan belli ilkeler var. Bu ilkeler çerçevesinde de özellikle ana ilkeler diyebileceğimiz veya başat kabuller diyebileceğimiz deprem güvenlikli yerleşmeler özellikle sakıncalı ve yapı kalitesinin düşük olduğu alanlar, sürdürülebilirlik açısından özellikle havza ve doğal yaşam alanları üzerine gelişmiş konut alanlarının veya yerleşme alanlarının dönüştürülmesi ve yaşam kalitesinin özellikle donatı ve diğer teknik altyapı, sosyal ve teknik altyapı açısından yetersiz alanların dönüştürülmesiyle ilgili alanlarda bunlarla ilgili bazı açılımlar yapıldı. Bunların detaylarını şimdi vermeyeyim, ama özellikle deprem güvenlikli yerleşmelerde zemin yönünden, üstyapı 258 yönünden kentsel kullanım açısından risk oluşturan alanlar tespit edildi. Sürdürülebilirlik açısından havza alanlarında dere yatakları veya dere koruma alanları içinde, orman alanları üzerinde veya orman alanları kenarında tehlike oluşturan ekili alanlarda ve tarım alanlarında gelişen konut alanlarında veya meskûn alanlarda dönüşümle ilgili birtakım açılımlar yapıldı. Bu kriterler dahilinde bir de yaşam kalitesiyle ilgili biraz önce söylediğim gibi teknik ve sosyal donatı alanlarının yetersiz olduğu alanlar kaçak yapılaşmanın, binaların fizikî ve köhnel durumlarına göre de bu alanlar tespit edildi. Bunlarla da ilgili şu anda iptal edilen planda da bizim şu anda revize yaptığımız 100.000 ölçekli çevre düzeni planında da bu kriterlerden yola çıkarak 2006 tasdikli planda özel planlama alanları tespit edilmişti. Biz bunu şu anda yaptığımız revizyon çalışmasında bu alanları 100.000 ölçekte belirlemek yerine -çünkü orada fizikî olarak bir belirleme vardı- bunu genel anlamda 25.000 nazım plan ölçeğine bırakarak plan notlarıyla ve ana strateji hedef 4 ana strateji 1’de ifade edilen çerçevede plan notlarıyla 100.000 ölçekli şu anki revizyon çalışmasında ifade ettik. Daha önce çalışması yapılan ve şu anda da bu 100.000’e göre birtakım revizyonlar yapılması öngörülen 25.000 nazım plan çalışmasında da bu alanlar özellikle özel planlama alanları olarak ve özel proje alanları olarak belirlenmesi öngörüldü. Özel planlama alanları daha çok MİA ve ekonomik gelişme alan amacıyla özel planlama alanları ve çevresel sürdürülebilirlik amaçlı özel planlama alanları şeklinde iki başlık altında belirlendi. Bunlar özellikle çevresel sürdürülebilirlik amaçlı özel planlama alanları, özellikle havza ve havzaya baskı oluşturan alanlarda özel planlama alanlarının oluşturulması, bunların 1/10.000 ölçekli planlarda değerlendirilmesi öngörüldü. Ekonomik gelişme amaçlı özel planlama alanları da özellikle MİA gelişme aksları ve çevresinde öngörüldü. Bunların da yine dediğim gibi 1/10.000, 15.000 ölçekli planlarda bütüncül olarak değerlendirilmesi alt ölçekli değerlendirilmesi şeklinde genel anlamda bir açılım yapıldı. planlarda 259 Özel proje alanları olarak da ifade edilen bölgeler bunlarla beraber toplumsal sürdürülebilirlik amaçlı, yani kentsel yaşam kalitesinin sosyal ve toplumsal boyuttaki çerçevede artırılmasını öngören birtakım bölgelerdir. Bu kapsamda özellikle donatı alanlarının yetersiz olduğu, belli suç oranlarının yüksek olduğu alanlarda belli şekilde rehabilitasyona yönelik dönüşüm amaçlı proje bölgeleri tespit edildi. Bunların da daha çok 5.000 ve 1.000 ölçekli plan ve buna bağlı olarak da yarışma projeleriyle gerçekleştirilmesi, hayata geçirilmesi 1/25.000 taslak planda öngörüldü. Genel anlamda üst ölçekli planlarda da ifade edebileceğim şekilde dönüşüm alanları veya dönüşüm bölgeleriyle ilgili yaklaşımlar bu şekilde. Teşekkür ederim. Prof. Dr. FULİN BÖLEN - Çok teşekkür ederim. Zamanı da iyi kullandınız. Zannediyorum daha önce Sayın Ali Türel’in açıkladığı kapsamda benzer başlıklar altında nerelere rastladığını belirlemiş oldunuz. UĞUR İNAN- Genel anlamda bunlarla ilgili genel çerçeveler, özellikle 25. 000’de lekesel olarak ifade edildi. Prof. Dr. FULİN BÖLEN - Tabii, bu alanların nasıl dönüştürüleceği ayrı bir konu. UĞUR İNAN- Onlarla ilgili bazı açılımlar var. Bunu ifade ederken ekonomik, hukukî ve yönetsel anlamda bazı açılımlara ihtiyaç olur. Bunu kanunî düzenlemeden tutun, birtakım ekonomik kaynakların oluşturulmasına kadar ve bunların yönetilmesine kadar bazı açılımlar plan notlarında veya raporlarında belirtildi, ama bunlar tabii sadece planda belirtilmekle hayata geçecek şeyler değil, bunların belli şekilde 260 yasal ve yönetsel anlamda da bazı düzenlemelere ihtiyaç duyduğu herkesin malumudur. Teşekkürler. Prof. Dr. FULİN BÖLEN - Çok teşekkür ederiz. Uygulamaya baktığımız zaman, yani bu teorik kısım ve planlama kısmından sonra uygulamada nasıl gerçekleşiyor bu durum? Zeytinburnu Belediyesi ile Küçükçekmece Belediyesi’nden temsilcilerin görüşlerini almak istiyorum. Önce Zeytinburnu Belediyesi’nden Sayın Kübra Şen sizin deneyimleriniz, yaşadığınız sorunlar ve önerilerinizi 10 dakika içinde rica ediyorum. KÜBRA ŞEN- Öncelikle teşekkür ediyorum Hocam. Herkese iyi günler diliyorum. Aslında bugün Zeytinburnu Belediye Başkan Yardımcımız Zafer Alsaç katılacaktı, son dakika bir program değişikliğiyle ben katılıyorum. Onun da özürlerini sizlere iletiyorum. Ben Zeytinburnu Şehircilik Atölyesinde çalışıyorum, yüksek şehir plancısıyım ve proje koordinatörlüğü yapıyorum. 2003 yılı sonu itibariyle Zeytinburnu Belediyesi’nde çalışmaya başladım ve çok da o güne kadar ilişkili olmadığım kentsel dönüşüm konusunun içine birden düşmüş gibi hissettim. Gerçekten çok önemli bir konuydu ve bu süreç içerisinde bulunmaktan da bir plancı olarak mutluluk duyuyorum. Sizlere de o günden bugüne bir plancı kimliğiyle yaşadığımız Zeytinburnu kentsel dönüşüm deneyimini, o süreci ve hocamın sorusu üzerine deneyimlerimizdeki sonuçları ileteceğim. 99 Marmara depremi tüm Türkiye ve İstanbul olduğu kadar Zeytinburnu için de bir uyanış. O günden itibaren Zeytinburnu daha önce gecekondu, çarpık kentleşmenin odağıyken, birden kentsel dönüşümün odağı olmaya başladı ve 2002 yılında İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin Japon işbirliği ajansına yaptırdığı JICA raporu sonuçları çerçevesinde oluşturulan dört üniversitemizin hazırladığı deprem master 261 planının pilot bölgesi Zeytinburnu bölgesi seçildi. Zeytinburnu için tam bir kırılma noktası ışığında birçok çalışmalar yapıldı. Benim deneyimlediklerim arasında en önemlisi, yoğun analizler ve envanter çalışmasıydı. İşin sahibi aslında İstanbul Büyükşehir Belediyesi, bu anlamda o projenin sonuçlarını benim ifade etmem çok doğru değil, şunu söyleyebilirim; şu anda Zeytinburnu’nda Sümer Mahallesi’nde yapılan proje bu proje çalışmaları sonucu olarak başlamak üzere. Bu projede planlama anlamında asıl amacı yapı güvenliği ve yaşam kalitesinin artırılması olan birçok çalışmalar yapıldı. Keşke Lütfü Bey de burada olsaydı, o projenin sonuçları üzerine daha fazla tartışabilseydik. Bu zaman paralelinde bizim ilçe belediyesi olarak da yaptığımız bir çalışma var. Maalesef o neticelenmedi. O dönemde İSMEK adı altında Dünya Bankası’nın desteklediği Başbakanlık Proje Uygulama Biriminin yönlendiriciliği ışığında Zeytinburnu bir pilot çalışma yaptı. İstanbul Teknik Üniversitesi Mimarlık Fakültesi bize bu anlamda destek oldu. Burada bir kentsel dönüşüm programının bütünleşik etki proje yönetimi üzerine bazı sonuçlar ortaya konuldu. Orada dönüşmeye yönelik belki ilk adımlar atılmıştı, ama asıl vurgulamak istediğim, bu projenin neden gerçekleştirilemediği, çünkü finansın çok önemli bir ayağı olan Dünya Bankası, merkezî hükümetin garantisini istemişti. Devlet Planlama Teşkilâtı’nda yaptığımız görüşmelerde bu tür projelerde küçük ilçelerin özellikle bu finansmanda geri ödemelerde zorlandığı ve merkezî hükümetin bunları ödemek zorunda kaldığından dolayı destek vermemesi oldu. İkinci projenin sekteye uğramasının nedeni de Zeytinburnu -hepimiz biliyoruz tarihi itibariyle- Türkiye’de gecekondunun ilk odağı, daha sonra ıslah planlarıyla bir apartmankondu kenti şeklinde ve oradaki vatandaşın sosyal yapısına baktığımız zaman da belki artık Türkiye’nin birçok kentinde bunu gözlemliyoruz, ranta çok fazla alışmış durumda ve bu rantı metrekareyle, birimle ölçüyor 262 vatandaşımız. Hâlbuki yaşam kalitesinin artması ya da yapı güvenliği bu anlamda onlara artı değerler katmakta, biz maalesef bunu anlatamadık. Belki projenin katılım boyutunun bu anlamda geri planda kalmasının bir sonucu olarak da vatandaşla bu anlamda bir karşı karşıya geliş oldu ve projemiz uygulanamadı. Size anlatmak istediğim üçüncü projemiz ise Matra Regima projesi. Ben şu anda Kültür Vadisi Projesi’nin koordinatörüyüm. Kültür vadisi projesi aslında 5366 sayılı Yasa kapsamında yenileme alanı, bir çeşit koruma bölgesi, sit alanı. Bu alanda aynı zamanda dönüşüme yönelik de bazı çalışmalar yapıldı. Matra Regima ise Hollanda hükümetinin Avrupa Birliği uyum süreci içerisinde verdiği bir fon. Bu fonu Zeytinburnu Belediyesi hak etti ve bir şekilde bir ortaklık kuruldu. Burada Kültür Vadisi proje alanında tarihî kentsel doku içerisinde kamusal alana yönelik olarak bir pilot bölge seçildi ve burada kurumsal ve toplumsal kapasite gelişimine yönelik olarak bazı eğitimler başladı. Proje ortaklarımız İstanbul Teknik Üniversitesi Uyg-ar Merkezi, Hollanda PRC şirketi, Zeytinburnu Belediyesi ve İnsan Yerleşmeleri Derneği idi. Bizim yaptığımız çalışmaların bir kısmını eğitimler, bir kısmını bu pilot alan içerisindeki pratikler içeriyordu. Bu anlamda üç halk, kapanış paneli şeklinde bir toplantı daha yaparak deneyim aktarımını gerçekleştirmeye çalıştık. Benim oradaki ifade etmek istediğim şey, biz orada vatandaşla ilk karşı karşıya gelişimizde ilk halk çalıştayını hiç unutmuyorum. Aslında şu anda olduğum gibi titriyordum, böyle orada bir moderatörlük yapmak durumunda da kaldık ve gerçekten korkuyorduk. Ne olacak, karşı karşıya nasıl geleceğiz? En önemli sorun oydu bizim için, kendimizi ifade edebilecek miyiz? Biz bilmiyorum bir süre sonra plancılar öyle mi oluyoruz ya da bu işin içinde olan insanlar, hâlbuki onlar da 263 bizi anlıyorlar. Biz “a” dediğimiz zaman “b” anlamıyorlar, yani bir şekilde o “a”yı anlayabiliyorlar. Onlar da biziz aslında ve bizim bu eğitimler ve pratikler içerisinde son geldiğimiz nokta, oradaki vatandaşı değil kendi mülkiyeti kamusal mülkiyet üzerinde karar vermeye yönlendirmek ve bu anlamda karar verdiler. Bunun sonucunda da biz bir katılım ve iletişim planı da ortaya koyduk, bir model ortaya koyduk, bazı dersler çıkardık. Bunların başlıklarını söylemek istiyorum. Eleştirel Düşünce, Eylem Planlaması, Karar Alma Süreçleri, Proje Yönetimi, Finansal Analiz, Yasal Stratejik Planlama ve asıl konumuz olan Katılım ve İletişim. Bu anlamda çok büyük dersler çıkardık, umarım başka bir zamanda bunu tartışabiliriz. Matra Regima Projesi içerisinde bir süreç tanımlandı. Bu süreç içerisinde katılım yasal ve finansal yapı taşları bir zaman çizelgesinde oluşturularak aslında bir model de ortaya konuldu. Zaten amacı da buydu, pilot bölgede oluşturulan modelin diğer projelere de yaygınlaştırılması. İdare olarak da şu anda yapmak istediğimiz bu modelin diğer projelerimize ve diğer projelere yaygınlaştırılması. Şu andaki kentsel dönüşüm yasa tasarısıyla da ilgili bazı kendi plancı kimliğimle çıkarımlarım var. Sorularda ya da ikinci turda söyleyeceğim. Teşekkürler. Prof. Dr. FULİN BÖLEN - Çok teşekkür ederiz verdiğiniz bu özgün bilgiler için. Küçükçekmece Belediyesi’nden Hüseyin Oflaz. HÜSEYİN OFLAZ- Teşekkür ederim. Sevgili hocalarım, değerli meslektaşlarım, meslektaş adaylarım ve en önemlisi Küçükçekmece’nin kumsalından gelmiş olan değerli komşularım; hoş geldiniz. Tabii, bu salonda aşağı yukarı salonun yüzde otuzu Küçükçekmece’den gelmiş kumsalda oturan komşularım, özellikle kendi alanlarıyla ilgili ne düşündüğümüzü veya ilçe yerel yöneticileri olarak neler 264 söyleyeceğimizi merak ediyorlar, ama şu anda ben Küçükçekmece’nin Ayazma bölgesiyle ilgili olarak yapmış olduğumuz kentsel dönüşüm uygulamaları ve bunun sonuçlarıyla ilgili olarak çok kısa bilgi vereceğim. Zaman zaman Küçükçekmece’den gelen arkadaşlarla bu konuları Küçükçekmece’nin kumsalıyla ilgili konuşuyoruz ve kendileri de bu konuya çok duyarlılar, çok yakinen de takip ediyorlar. Zannediyorum şunu biliyorlardır; kumsalla ilgili olarak şu an itibariyle yerel yönetici olarak Küçükçekmece ilçesi olarak bizim yapmış olduğumuz bir çalışma yoktur. Şu an itibariyle Küçükçekmece’nin kumsalıyla ilgili olarak Büyükşehir Belediyesi o alanları yenileme alanı ilan etmiştir ve bildiğiniz gibi bir ulusal - uluslararası yarışma projesi açılmıştır. Bu yarışmanın fikir projesi gerçekleşmiştir. Ken Yang bu projenin sahibiydi ve şu an itibariyle Büyükşehir Belediyesi bu projenin ikinci etabıyla ilgili çalışmalar yürütmektedir. Durum bundan ibarettir. Arkadaşlar, ben size çok hızlı bir şekilde Küçükçekmece Ayazma Bölgesiyle ilgili olarak yapmış olduğumuz çalışmalardan bilgiler vereceğim. Ben çok hızlı bir şekilde bunları geçiyorum. Küçükçekmece 11.845 hektar yüzölçümüne sahip, aşağı-yukarı 780.000 nüfusu, 28 mahallesi olan bir ilçe. Bu yeni yasayla beraber Küçükçekmece ilçesinin ikiye bölünmesi söz konusu; TEM’in altı, TEM’in üstü. TEM’in üzeri Başakşehir ilçesi oluyor, TEM’in altı da Küçükçekmece ilçesi olarak devam edecek. Bizim çalışma alanımızın içerisinde özellikle Küçükçekmece yansıda da görüldüğü gibi kumsal biraz önce bahsettiğim gibi Marmara’ya kıyısı olan bölge, Küçükçekmece Gölü sanayi alanları, Basın Ekspres yolu içerisinden TEM otoyolu geçmekte ve Türkiye’nin en büyük Organize Sanayi Bölgesi olan İkitelli OSB bulunmakta ve ilçemiz içerisinde İkitelli Organize Sanayi Bölgesinin hemen yanı başında Olimpiyat Köyü ve Atatürk Olimpiyat Stadı bulunmakta. Bizim dönüşüm alanımızda belirlediğimiz alan da Atatürk Olimpiyat Parkı 265 ile Olimpiyat Stadı ve İkitelli Organize Sanayi Bölgesi arasındaki bölgeden oluşmaktadır. Niçin özellikle biz bu Ayazma bölgesini seçtik? Ayazma bölgesi özellikle İstanbul’un sorunlarının bileşkesini oluşturmaktaydı. Biraz sonra da göstereceğim gibi biz bu alanda üç kurumla beraber projeyi gerçekleştirdik. Bunlardan biri Büyükşehir Belediyemiz, diğeri Toplu Konut İdaresi (Daire Temsilcilerimiz burada) ve ilçe belediyesi olarak bu projeyi gerçekleştirdik. 2004 yılında bu projeye başladık ve biraz önce ilk konuşmacı hocamızın söylediği gibi projeye ilk başladığımızda siz hocalarımızın destekleriyle beraber uluslararası bir “Çekmece’de Büyük Dönüşüm Başlıyor” kentsel sempozyumu yaptık. Bu sempozyumda biz yurtdışında neler yaşamışlar, bu dönüşümlerin sonucunda ne tür deneyimler kazanılmış, bunları öğrenmek istedik. Bununla ilgili Ali Hocamın da söylediği gibi yurtdışındaki deneyimler birebir ülke örnekleriyle örtüşmüyor. Fakat buradan bizim kendi kazanımlarımız oldu, buradan çıkarttığımız sonuçlar oldu ve bu alanlarda biz kentsel dönüşüm sorunlarını tespit ettik ve bölge halkının hazır olduğu özellikle Ayazma ve Tepeüstü bölgesini kentsel dönüşüm alanı olarak ilan ettik. Bunlardan Ayazma bölgesi 120 hektar ve toplam 1.625 bina yaklaşık 1.900 daire mevcuttu. Bu alanların yüzde 40’ı özel, yüzde 56’sı kamu alanı. Görüyorsunuz TEM otoyolu ve hemen TEM otoyolunun kuzeyinde yer alan İkitelli Organize Sanayi Bölgesinin batısındaki alanlardı bunlar. Yansıda da topografyayı ve üzerindeki dokuyu görüyorsunuz. İstanbul’un içerisinde böyle mahalleler vardı maalesef ve biz bu alanlarla ilgili belediyemiz içerisinde bir kentsel dönüşümü gerçekleştirmek için ayrı bir ekip oluşturduk. Bu ekipte birebir vatandaşın katılımıyla muvafakatnameler imzaladık ve bölgede aşağı-yukarı yüzde 90 oranında başarıyla bu sözleşmeler imzalanmış ve her vatandaşa Toplu Konut İdaresi ile beraber Toplu Konut İdaresi’nin yapmış olduğu 266 sosyal konutlardan daireler verilerek bu alanlar boşaltılmıştır. Gördüğünüz gibi yeni dairelerine taşınıyorlar. Bölgenin yıkımdan sonraki halini görüyorsunuz. Bölgede toplam 1.800 gecekondu yıkılmıştır, yani TEM’den giderken kuzeye baktığınızda da bölgedeki yıkık gecekonduları göreceksiniz. Tabii biz bu projeyi sadece fiziksel yönünün ortadan kaldırılması veya fiziksel dönüşüm olarak düşündüğümüz zaman başarısız olacağını biliyorduk. Bu nedenle projenin ikinci ayağı olan bizim halka sosyal kalkınma projesi fiziksel yönüyle beraber paralel şekilde yürütülmüştür ve şu anda da bu proje devam etmektedir. Projenin sosyal yönü yürüyen bir projedir. Burayla ilgili olarak istihdam programları oluşturduk. Özellikle bölgeden her bir hane halkından bir kişinin iş sahibi olması için çeşitli eğitimler oluşturduk. Bununla ilgili İTKİP’le, İSMEK’le ve İkitelli Organize Sanayi Bölgesi’ndeki çeşitli kurumlarla anlaşarak vatandaşları meslek sahibi yapmaya çalıştık. Çünkü verilen dairelerin kendilerine bir ücret karşılığı verildiği ve her ay bu dairelerin ödemeleri var. Netice itibariyle buradaki insanları meslek sahibi yaparak kendi ailesinin geçimini sağlaması, aynı zamanda almış oldukları konutun parasını ödemesini istiyorduk. Bununla ilgili aşağı-yukarı yüzde 60-65’e yakın taşınan 1.800 haneden her bir kişiyi iş sahibi, meslek sahibi yaptık. Bunlarla ilgili Avrupa Birliği’nden fonlar aldık. Özellikle sosyal yönüyle ilgili meslek sahibi yapılmasına yönelik olarak Küçükçekmece Belediyesi’yle ortak bir fon aldık ve bu fonla oradaki yaşayan insanları iş sahibi yapmak için temel eğitimler oluşturduk ve iş garantili olarak bu eğitimleri aldılar, hepsi işlere yerleştirildiler. İkinci sosyal projenin ayağı sağlık projesiydi. Burada da İstanbul Üniversitesi Bakırköy Sağlık Meslek Yüksekokulu ve Büyükşehir Belediyesi’nin çeşitli sağlık birimleriyle çeşitli sağlık taramaları yaptık. Özellikle kadın sağlığı ve çocuk sağlıklarıyla ilgili taramalar yapıldı. Bölgede bir Sağlık Ocağı kuruldu ve diş taramasıyla ilgili 267 bölge halkına özellikle (10.000 nüfusa hizmet veriyor bu sağlık ocağı) 10.000 nüfusa hizmet edecek sağlık taramaları sürekli devam ediyor. Burada AÇEV özellikle bölgedeki insanların, kadınların bilgilendirilmesi için Ana Çocuk Sağlığı Vakfı’yla ortak projeler geliştiriyoruz. Şişli Etfal Hastanesi’yle kadın ve çocuk sağlığı konusunda projeler geliştirip bilgilendirmeler yapıyoruz. Türk Eğitim Gönüllüleri Vakfı’yla aynı şekilde projeler geliştirip eğitimlerimiz devam etmektedir. Yansıda da gördüğünüz gibi özellikle çocuk sağlığı, kanserden korunması, aile planlamasıyla ilgili hocalarımız eğitimler vermekte. Bu proje bizim için özellikle İstanbul’daki gecekondu bölgelerinin yenilenmesiyle ilgili olarak çok önemli bir projeydi. Gerçekleşmiş olması bakımından çok önemli bir proje. Tabii ki proje bir bütün olarak baktığımızda projenin muhakkak eksikleri vardır, yanlışları vardır. Projenin tamamen yüzde 100 oranında başarılı olmasını beklemek doğru da değildir. Bu bir deneyimdir, deneyimden çıkarttığımız sonuçlar vardır. Bu sonuçları biz zaman zaman diğer yerel yönetimdeki arkadaşlarımızla paylaşıyoruz, yuvarlak masa toplantıları yaparak üniversiteden hocalarımızla nerede hata yaptığımızı, yapmış olduğumuz hataları nasıl telafi edeceğimizi konuşuyoruz ve teşekkür ediyorum, sağ olun. Prof. Dr. FULİN BÖLEN - Çok teşekkürler. Kullanıcılara geliyoruz. Tarlabaşı Derneği’nden Sayın Erdal Aybek. ERDAL AYBEK- Teşekkür ederim Başkan. Arkadaşlar, Tarlabaşı Derneği’nden geliyorum, yetkilisiyim, dernek sözcüsüyüm. Demin arkadaşların protestosunu görünce kısmen, biz onu sıkça yapıyoruz. Kentsel dönüşüm projelerini yaşayanlar iyi bilirler. Yani dışarıdan kentsel dönüşüm projelerini anlamak, anlatmak teknik olarak mümkün değil. Bizim Tarlabaşı projemizde Koruma Kurulu kararı olmadan projemiz sürüyor. 5366 sayılı Yasayı hukukçular 268 iyi okusunlar, burada bulunan bütün bilim adamları, bütün akademisyenler işin teknik tarafını anlatıyorlar. Bizi ilgilendiren tarafını biz yorumlayamıyoruz o zaman, anlayamıyoruz. Bizim kapımıza biri ansızın geldi “2005 yılında ben bir yasa çıkarttım, burayı dönüşüm alanı ilan ediyorum. Ben Beyoğlu Belediyesiyim, ben burayı ihale ediyorum” dedi. 5366 sayılı Yasa çıktıktan sonra Beyoğlu Belediyesi 2006 yılında bizi bilgi amaçlı bir toplantıya çağırıyor. Bütün malikler gittik o toplantılara grup grup, dediler ki, bir dönüşüm projesi öngörüyoruz. Burada Dünya Bankası’ndan bir kredi sağlamışız, bu krediyi size düşük faizle vereceğiz, binalarınızı restore edeceğiz. Bakın, restorasyonla yenilemeyi birbirinden ayırıyoruz. Restorasyonun ne demek olduğunu teknik uzmanların hepsi iyi bilirler, yıkmanın ne olduğunu, yok etmenin de ne olduğunu az çok hepimiz biliyoruz. Biz bunun üzerine bu toplantılara ben gitmedim, damadım gitti, sen gitmedin kızın gitti, yaşlı anne gitti, teyze gitti, birçok kişi gitti, ama aynı belediye ne gariptir bir yıl sonra bu bilgi amaçlı toplantı tutanaklarının üzerine “5366 sayılı Yasanın 7. maddesine göre maliklerle yaptığım uzlaşma görüşmesidir” diye şerh düştü. Bu şerhi de Bakanlar Kurulu’na gönderdi, acele 101 numaralı kararı aldı. Bundan önce de Yenileme Kurulu kararı alıyor bizim bölgemize ilişkin ve yapı tipimiz, yapı stokumuz, bölgemize ilişkin sosyal eylem planı, biz kimiz, demografik yapımız nedir, kim yaşıyor, nasıl yapıyor, hangi gelir grubuna sahip hiçbir veri elinde yokken, ayrıca mülkiyet durumumuzu da şöyle görüyor yukarıdan yetkililer, belediyeler böyle bakıyorlar: Ya bunlar zaten garibandır, bunlar bir şey bilmiyor, bu malların yarısı zaten devletin arazisidir, devletin mülküdür ya da kamunun vakıflarına aittir. Ben nasıl olsa yenileme projesiyle buraya giriyorum, bunları söküp atıyorum. Bakış mantığı bu, kentler bizim için tasarlanır, biz kent için tasarlanamayız. Bütün idareler, bütün yetkili kuruluşlar bu cümleyi iyi 269 bulmak zorundalar. Ben yoksam 50 yıldır sen Koruma Kurulu’yla benim yapılarımı koruyorsun, Tarlabaşı’na bizim bütün binalarımız 278 binamız tescilli yapı, 278 bina içerisinde 209’u tescilli yapı, Anıtlar Kurulu 50 yıldır çivi çaktırmadı, bacasız, penceresiz evde çocuklar büyüttük, aileler yaşadı orada, biz yaşadık. Aynı kuruluşlar bugün benim binamı ve o 278 binadan 209 tescilli yapının yıkımına onay vermektedir. Bu akademik ünvanın referansı nedir sorusunu soruyoruz o zaman biz, yani bir profesör tescilli yapı ilan ettiği bir yapıyı 5 ay sonra ya da bir yıl sonra hangi referansla değiştirebilmektedir? Tescilli yapı neye göre değişir? Dolayısıyla bizim binalarımızı yıkmayı öngören akademisyenlerle biz sıkça tartışıyoruz ve kavga da ediyoruz. Ayrıca kendi projemize bir örnekle daha gelelim: Biz Beyoğlu Belediyesi’yle görüşmeler yürüttük. Çekmece’den, her yerden gelen insanlar sorular sorduk. Biz biliyoruz ki, kentsel dönüşüm projelerinin her biri ayrı özelliklere sahiptir; yasal durumu aynı değil, yerleşiminin durumu aynı değil, yaşayanların durumu aynı değil. Arkadaşların elinde 5663 sayılı bir Yasa var, bunları ellerinden gelse uzaydakilere de uygulayacaklar. Her yerin değişik olduğunu, durumun değişik olduğunu bir türlü kabul etmiyorlar. Biz Beyoğlu Belediyesi’yle görüşmeye başladıktan sonra durumu öğrenmek istedik. Dedi ki, ben yüzde 42’yle burayı ihale ettim. Bir saniye, tapu sahibi biziz. Burada 50 yıldır biz çile çektik, 100 yıldır biz yaşıyoruz, çocuklarımızı biz büyütüyoruz. Bizim haberimiz olmadan burayı nasıl ihale ettin? Diyor ki, “5366 sayılı Yasa bana bu yetkiyi vermiş, ben de sizin burayı yenileme alanı ilan ettim, binalarınızı ihale ettim” “Kime?” diyoruz. “Çalık Holding’e bağlı Gat İnşaat diye bir firmaya” Firma tercihi yapmıyoruz, bu çok önemli değil. Bir hukuksuzluğu ifade etmek için bunu söylüyorum. Neye göre ihale ettin? 2 Yüzde 42. Bu yüzde 42 nedir? Bizim 20. 000 m alanımız var. Bu dokuz 2 ada bizim projemiz, 20.000 m alandaki binalarımızın kat 270 aralığı 3.5 m’dir. Arkadaşlar hepsi teknik uzmandır, mimar, mühendis olan insanlar iyi bilir. Kendisi bir adada 14 katlı binalar yapıyor. Tarlabaşı’na inerken, caddeye bakan yerde, hani kent soyluları yürürken bakarlar ya çöküntü alanı aman kapkaççılar, aman yamyamlar diye bakarsınız ya, aşağılarsınız ya, orada yaşıyoruz. Önce 14 katlı iş merkezleri, otel, “biz kimiz?” dedik. İşyerimiz var, bina bizim, biz içinde oturuyoruz. Nerede yaşayacağız? Dediler “Siz bizi ilgilendirmiyorsunuz, biz ihaleye girdik, burayı aldık.” “Kimin adına aldınız?” Dediler ki, “Yasa burada, buyurun hukukçulara gidelim.” Yasayı inceledik. Önemli olan bunu iyi algılamak, biz kentsel dönüşüm projesine karşı olmamalıyız, ancak şu şartla: Kamu burada yüklenici olmak durumundadır, özel müteşebbis yüklenici olduğu zaman boru hattı döşüyor hemen, ben bunu tutayım atayım. Bizi dışarı atmayı amaçlıyor. Çünkü ona göre bir birimi satarsa, bir birimden doğru, yüksek değerde para elde ederse onu ilgilendiren şey odur. Bizim sosyal yanımıza bakmıyor. Bakın, küçük fotoğraflardan bir örnek vereyim. Hocam, yetkililer bizi basına taşırken “Tarlabaşı’nın yüzde 70’i, 90’ı boş, metruk çöküntü alanı” diye bir fotoğraf sunuyorlardı. Oysa Tarlabaşı’nda proje belirsizliğinden bu yana 350 ev boşaldı, proje alanımızdan 350 ev boşaldı. Ben 40 gün sonra kazma vuruyorum dediğinizde çocuğunuzu okula yazdırmanız gerekir, bir yere gitmeniz gerekir, başka bir yere sığınmak için çaba sarf etmeniz gerekir. Kaçan insanlar boşalttıkları zaman o binalara yeni kiracı gelmiyor. En yoksul, en fakir bölgedeki insanlar biraz daha fakirleşiyor. Demografik yapıya kimse bakmamış orada, yani biz orada - proje alanımızda Müslümanlar, gayrimüslimler, her dinden her toplumdan insanlar olarak yaşıyoruz. Travestilerimiz var o adını duyduğunuz, yamyam gibi bakılan o travestilerimiz var, bizim proje alanımızda yaşıyor. Bir travestinin bina edinme hakkı yok mudur? Bir travestinin yaşam hakkı yok mudur? Dolayısıyla hepimizin 271 yaşam hakkı eşittir. Bizim proje alanımızda bunlar yapılırken de biz bu fotoğrafları nereden aldıklarını sormaya başladık. Burada söyleyeceğim cümle akademisyen arkadaşlarım tepki gösterebilir, efendim biz akademik çalışma yaptırdık, saha araştırması yaptırdık, proje dedikleri zaman “o” harfinin büyüklüğü bu kadardır. İki kapkaççı da “benim projem var” diyor, hırsızlık yapıyor. Dolayısıyla bizim alanımızda röleve çalışması yapılırken arkadaşlar, bu cümleme çok dikkat edin, çünkü dertliyiz, bir bina aktif dört daire yaşıyor içinde, röleve çalışması yapan yetkili arkadaşlar atıl bina, tek bir duvarı var diye çalışma yapıyor. Bu gelecekte yıkım kararının zeminidir. Yani ben gittim bir duvar vardı binada, ben bunu yıkacağım. Bu, bu kadar basittir. Biz belediyeyi denetleyemiyoruz. Belediye kamuyu temsil eden idaredir. İdare yurttaşın yanında olmak durumundadır. Holdingle idare yan yana kol kola biz kimiz, biz sığınmacıyız, bugünün deyimiyle yerleşimciyiz, bugünün deyimiyle yeni sürgüncüyüz, yeni sürgünleriz. Bir kenti bulunduğu yerde bütün değerleriyle bütün altyapısıyla, üstyapısıyla insan için tasarlar. Bütün mimarlar, bütün şehir plancıları kenti insan için tasarlar. Biz yoksak siz kenti neye göre tasarlıyorsunuz? Tıpkı 50 yıldır biz içindeyken biz bu binaları koruyoruz; aman burayı delmeyin, aman bunu yapmayın. Bankaları boyadık diye yaklaşık proje alanımızda 37 kişi şu anda icra yoluyla 3 binle 7 bin YTL arasında ceza ödemektedir. Bakın, o cezayı bize tahakkuk eden Belediye ve Anıtlar Kurulu bugün o binaların yıkımına onay vermiş ve binalarımızı yıkıyor. Biz diyoruz ki, restorasyon nedir? Bize cevap verin. Diyor ki, efendim bu bir yenileme projesidir, bunu kaldıracağız, değiştireceğiz. Beş kat otopark yapıyorsunuz, bu hangi teknolojidir? Sayborg teknolojisi mi, NASA teknolojisi mi? Ben binayı kaldırıyorum, otoparkı altına koyuyorum, binayı oturtuyorum. Bunu nereden öğrendiniz? Bu benim binamın yıkılacağı anlamına geliyor. Demografik yapıya ilişkin bir cümle daha söyleyeyim, bizim 272 proje alanımızda -Tarlabaşı için söylüyorum- doğu ve güneydoğuluların oranı yüzde 56, Karadenizlilerin oranı yüzde 15, İç Anadolu, Ege her bölge yüzde 5, 4, 3, 2, ama zencilerin oranı yüzde 2, ama Avrupalı gazeteci, göçmen statüsü, mesleği farklı olan insan oranı yüzde 1.5. Demek ki, biz dünyanın her tarafından insanlara hitap ediyoruz, birlikte yaşıyoruz. Siz hiçbir zenciye tebessüm ettiniz mi? Biz aynı katta tebessüm ediyoruz. Ben burada çocuk büyütüyorum, o da karşıda oturuyor. Mahalle kültürüne saygı gösteriyor, ben de saygı gösteriyorum. Cenevizlilerden bu yana Tarlabaşı vardı, Cenevizlerden bu yana çok kültürlüydü, çok farklıydı, çok farklı insanlar yaşıyordu. Bugün birileri bizi dünün gavur mahallesinin yerleşimcisi olarak algılamak istiyor. Önemli olan budur, biz dönüşüm projelerine dirençle karşı olmak durumundayız. Çünkü bireyi yok sayan, bireyin hasretlerini, yaşam biçimini, alışkanlıklarını bütün değerlerini, kent dokusunu yok eden bir anlayış. Buna nasıl onay veririz? Bir sözleşme yapmışlar, 17. maddesini okuyorum. Bütün odalara gönderdim. Diyor ki, mal sahibi, bina sahibi binasını yükleniciye sattığı zaman eşyadan ve insandan arındırmış boş bir şekilde teslim etmekle yükümlüdür. Yani ben kiracımı keseyim, kiracılar beni kessin. Anlayışı örneklemek açısından söylüyorum. Bir cümle daha söylüyorum; bu bütün kuruluşlar sosyal konut yaptıklarını iddia etmektedir. Sosyal konuttan biz ne anlıyoruz? Bu firma bizim proje alanımızda bir bina satın alıyor. Belgesi olduğu için söyleyebiliyorum, 15 2 Mayısta binayı satın alıyor, 32 m binanın 3. katında bir kiracı üyemiz oturuyor. Kiracımız 100 YTL kira veriyor, 10 yıldır aynı yerde oturuyor. Yüklenici firma binayı satın aldıktan bir gün sonra noter yoluyla -bakın, belgesi burada, Tarlabaşı Derneği canavar bir dernek, belgesiyle konuşuyoruz- ihtarname çekiyor. Diyor ki, ey vatandaş, senin kiran 600 YTL, sana 3 gün süre, binayı boşalt git, burayı ben satın aldım. Satın vaadinde bulunacak kadar bina satın alıyor ilgili grup, biz soruyoruz “onaylanmış bir proje var mı?” “Yok.” Diyoruz ki, burada 273 kaç bin metrekare inşaat yapıyorsun? “Bilgim yok.” Her ne hikmetse belediye imar kuruluşu, ama bilgisi yok. Diyoruz ki, bizim durumumuz ne olacak? Bunlar yapılıp bitiyor. Sen belediyesin, biz senden kamu hizmeti almak durumundayız. “Biz karışamayız, sizin muhatabınız odur.” diyor. Kamulaştırma yetkisini niçin aldın o zaman? Sen mi kullanıyorsun, o mu kullanacak? “Bu kanun gereği ben bu yetkiyi aldım” diyor. Biz aptalız, kanun gereği bu yetkiyi alıyoruz. Bu yetkiyi alıyoruz ortak kamu yararı için değil, baraj, yol, su yapmak için değil, Melen Çayı Projesi’nde uygulanmış bir kez, Bakü-Ceyhan Boru hattında acil ek anlaşma kararıyla iki kez uygulanmış, başka Türkiye’de örneği yok, ama her ne hikmetse kentsel dönüşüm projelerinin tümünde acil ek anlaşma kararı alınmıştır. Bu, başından idarenin tavrını ortaya koymaktadır. Bizim proje alanımıza ilişkin durum budur. Arz ediyorum. Teşekkür ederim. Prof. Dr. FULİN BÖLEN - Çok teşekkür ederim. Kullanıcılar açısından mesajınızı çok iyi verdiniz. Teşekkür ediyorum. İstanbul Mahalle Dernek Platformu’ndan Sayın Ayşe Yazıcı’yı dinleyeceğiz, bir de kullanıcılar açısından değerlendirmelerini almak istiyoruz. AYŞE YAZICI- Çok teşekkürler. Ben Tarlabaşı’ndan gelen arkadaşlarımın sorularına cevap vererek, biraz onun söylediği şeyleri açarak devam etmek istiyorum. Şunu sorguluyor: “Kamulaştırma kararı nasıl bu kadar çabuk alınabiliyor, yasalar nasıl böyle uygulanıyor, bu nasıl hukuk?” diyor. Bizde de burada yöneltilen soru, hocamızdan gelen soru şuydu: Dönüşüm Yasa tasarısı taslağı önerisi bu farklı sorun ve fırsatlara sahip alanlarda gerekli katılım, finans ve uygulama araçlarını sağlayabilecek mi? Bir yandan bu soruya cevap verirken diğer taraftan Tarlabaşı’ndan gelen arkadaşın belirlediği yolda ben de bir- 274 iki şeyi sorgulamak ve düşüncelerimizi sizinle paylaşmak istiyorum. Dönüşüm Alanları Yasa Tasarısı’nda bu dönüşümün nasıl belirleneceğine dair pek çok hüküm var. Aynı şekilde 5366 sayılı Yasa, yani Tarlabaşı’nda uygulanmak istenilen ve pek çok farklı bölgede uygulanmak istenilen yasa da benzer hükümler içeriyor. Burada yasa şunu söylüyor: Diyor ki, idareler öncelikle oradaki insanlarla uzlaşma aramaya çalışacak, uzlaşmayı sağlamaya çalışacak. Hemen ardından ekliyor “uzlaşma sağlayamazsa kamulaştırma yapabilir” Bu bana şunu çağrıştırıyor -lisedeyken buna gülerdik, aklıma onu getiriyor-: Askeriyede madde 1: Komutan her zaman haklıdır, madde 2: Komutanın haksız olduğu durumlarda madde 1 geçerlidir. Anti demokratik bir uygulamayı meşrulaştıran yasalar getiriliyor. Yasa demek hukuk demek olmuyor her zaman, yasa her zaman doğru, haklı demek değil. Tabii ki biz yasaların adaleti sağlayan, hakkaniyeti sağlayan şekilde yürürlüğe sokulmasını istiyoruz, ama bu dönüşüm alanları yasa tasarısında aynen 5366 sayılı Yasada olduğu gibi bunu göremiyoruz. Çünkü yasanın hazırlanması aşamasında daha taslağın hazırlanması aşamasında hiç kimsenin fikri alınmıyor. Bu yasa milyonlarca insanın hayatına dokunacak, insanları yerlerinden edecek. Peki, o zaman neden bu insanlara sorulmuyor? Sorulmuyor, çünkü sorulması gerekmiyor, çünkü idare istediğini yapabilir bu yasaya göre ve ona olanak sağlanmalı. Yani, yasadaki anlayış, dönüşüm alanları yasa taslağındaki anlayış böyle. Yıldız Teknik Üniversitesi’nden araştırma görevlisi arkadaşım çok güzel izah etti: Bir kentsel dönüşüm hangi ilkeleri içermeli, neleri içermeli? Güzel bir ifade kullandı. Dedi ki “bu bir ortaklıktır, bundan etkilenen herkes bu ortaklığın tarafıdır ve ortaklıkta eşdeğer ilişki esastır” Biz burada bu eşdeğer ilişkiyi göremiyoruz. İdarenin samimiyetine inanmamamız, belediyelerin, Büyükşehir Belediyesi’nin, ilçe belediyelerinin ve merkezi yönetimin samimiyetine inanmamızın sebebi bu, eşdeğer ilişki yok, 275 “ben belirlerim ve uygularım” diyor. Açık örneği Tarlabaşı, çok güzel ifade etti arkadaşım. Diyor ki, bir gün uyandık baktık dediler ki “sizin yeriniz ihaleye çıkarılmış.” Aynen böyle uygulandığı için projelerin başarılı olma şansı da yok. Zeytinburnu’ndaki proje de arkadaşımız ifade etti, halk katılımı olmadığından, katılım sağlanamadığından yürürlüğe giremedi. Her ne sebeple olursa olsun halkın katılmadığı bir projenin yürürlüğe girme, uygulanma ve başarılı olma şansı yoktur. Bu devirde 21. yüzyılda Türkiye’ye yaraşan, bizim insanımıza yaraşan halkın hak ettiği şey kendisine bir sorulması, fikrinin alınması ve katılımının sağlanmasıdır. Bu yüzden de bu dönüşüm alanları yasa taslağının yasalaşsa dahi -ki yasalaşmaması için biz mahalle dernekleri platformu olarak elimizden geleni yapacağız- başarılı olma şansı yoktur. Neden bu taslak hukuka aykırıdır, neden bu taslağa karşıyız? Ona bir-iki şey daha eklemek istiyorum. Çünkü burada idare işlemini kamu yararını sağlamak için yapar. Çünkü bunun için idare var, bunun için devlet var. Herkes kendi bireysel menfaatini düşünürken idare bunu dengeleyecek ve kamu yararı neyi gerektiriyorsa onu yapacak. Kentleşmede ve yapılaşmada başka bir şeye daha dikkat edecek, üstün kamu yararı nedir? Bir yerden bir yol geçiriyorsan ve birisinin mülkiyet hakkını ihlal ediyorsan burada üstün kamu yararı acaba hangisidir? Burada yapılmak istenilen projelerde kimse üstün kamu yararını düşünmüyor. Belediye diyor ki, benim bir ranta ihtiyacım var, kasam boş, kasamı doldurmalıyım, başka yerlere para aktarmalıyım. Bunu yapmak için kent içinde sıkışmış kalan ve rantı çok daha yüksek olan bu arazi üzerinde kimin yaşadığı, nasıl hayatların kurulduğu, kaç yıldır insanların orada yaşadığının hiçbir önemi yok. Ben bu araziyi paraya dönüştürmeliyim ve bunu yapacak bir şirket bulmalıyım. 276 Anlayış bu olunca başarılı olma şansı da olmuyor. Mümkün değil, çünkü orada 30 yıldır, 50 yıldır, 60 yıldır kurulan hayatları ezip geçemezsiniz. Ezip geçerseniz o insanları sürdüğünüz yerlerde daha büyük sosyal patlamalara sebep olursunuz. Nitekim yaşanılanlar bunlar, o yüzden mutlaka bu Dönüşüm Yasalarında olayın ekonomik boyutu da düşünülsün, biz buna hayır demiyoruz. Tabii ki, belediyelerin gelirlere ihtiyacı var, ama mutlaka oradaki sosyal, kültürel yapı dikkate alınmalı, o sosyal kültürel yapıyı, oradaki insanların ekonomik durumunu dikkate alan projeler geliştirilmeli. Yoksa bir sürü insan belki önemsenmeyen, yoksul olduğu için dikkate alınmayan pek çok insan daha ciddi sosyal patlamalara yol açıyor. Bundan en çok gençler etkileniyor, çocuklar etkileniyor, kadınlar etkileniyor. Sorun daha büyük bir sorunlar yumağı haline dönüşüyor. Çözmeye çalışırken aslında bu yaratılıyor. Bu yaratılırken şöyle bir şey de doğuyor ortaya, Dervand Mahallesi’nden Rıza Bey Küçükçekmece Belediyesi’nin temsilcisine müdahale etti, çok doğru bir şey söyledi; halk gittiği yerde o kredileri ödeyemiyor. Burada çizilen pembe tablolar gerçek hayatta karşılığı olmayan hikayelere dönüşüyor. Maalesef böyle oluyor. İnsanlar bir yerde diyelim ki, birisi oturuyor bir mahallede, Fatih Sultan Mahallesi’nde bir evi var. Kamulaştırma yapılıyor, adamın evine biçilen değer 30 milyar, kendisine diyelim Pendik’ten bir daire veriliyor 80 milyar, 100 milyar ve aradaki değeri 20 yılda, 30 yılda borçlanarak ödeyeceksin. Sonuçta ülkedeki ekonomik koşullar belli, emeklinin, işçinin, yoksulun aldığı maaş belli. Bu mutlaka bir yerde aksıyor, ödeyemiyor ve o elindeki daireyi elden çıkarıyor, satıyor. Bu sefer daha büyük bir aile faciası, sosyal bunalım gerçekleşiyor. Bu açıdan da bu tip projelerin başarılı olma, yani topluma uzun vadede başarı verme şansının olmadığını düşünüyoruz. Yenileme, iyileştirme, geliştirme gerekli mi? Tabii ki gerekli, bundan en çok sıkıntı çekenler orada yaşayan halk. Belki 277 birisinin göz estetiğini bozduğu için kentli rahatsız oluyor, ama ya orada yaşayan halk? Biz geçen hafta Mahalle Dernekleri Platformu toplantısını Maden Mahallesi’nin Dereiçi Sokağı’nda gerçekleştirdik. Sarıyer’in tepesinde çok güzel manzarası olan bir mahalle, yanından hemen geçiverirken Acarlar Sitesi ve Pelikan Siteleri diye gayet lüks, bahçeli villalar görüyorsunuz. Hemen karşı sokağa sapıyorsunuz, 235 konutluk bir mahalle, 80 yılından sonra kurulmaya başlanmış. 20 yılı aşkın bir tarihi var, ama bu mahallede su yok, bu mahallede hemen 100 metre ilerisinde Pelikanlar Sitesi yani 3-5 yıllık tarihi olan bir site olduğu söylendi, orada yüzme havuzları var. Sosyal adaleti bir düşünelim, samimiyet dediğimiz şey bu, idarenin samimiyeti, yerel yöneticilerin samimiyeti, bunları sorgulayalım. Tabii ki, yenileştirme, iyileştirme projeleri yapılsın, ama kimin için yapılsın? Herkes için yapılsın, halk için de yapılsın. Burada bir samimiyeti görmek istiyoruz ve bu samimiyeti maalesef göremiyoruz. İnsanların barınma hakkı var, mülkiyet hakları ezilip geçilemez aynı Tarlabaşı’nda olduğu gibi mülkiyet hakkı, çevreye ulaşım hakkı, bu da çok önemli. Sadece tapusuz gecekondu bölgelerinde hak ihlalleri yaşanmıyor, tapulu yerlerde de yaşanıyor. Çarpıcı bir şey söyleyeceğim, Küçükçekmece iç dış kumsal hakkında bana iletilen şey şu: Küçükçekmece’nin bütününde yüzde 75’i ruhsatsız ve kaçak yapı, iç dış kumsalın yüzde 100’ü tapulu ruhsatlı yapı. Hal böyleyken belediye geliyor ve burada yenileme alanı yaratmak istiyor. Burada bir yenileme kararı alıyor, sonra bu kararı geri çekiyor ve şu anda belirsiz bir durum var. Orası bir doğal sit alanı, yani İstanbul’un belki başka hiçbir yerinde yaşamayan canlılar var orada, doğa var, ama bu ezilip geçiliyor, hiç dikkate alınmıyor. Dolayısıyla çevre hakkı da yok sayılıyor. Yani sadece bu projeler güzel güzel resimler, koca koca binalar hayır, biz bunu samimi bulmuyoruz. 278 Ne yapılmalı? Çok özetle çözüm önerilerimizden söz etmek istiyorum. Öncelikle bu anlayışı değiştirmeliyiz. Bir dönüşüm olacaksa, bir yenileme olacaksa ki, olmalı, çünkü bunu en çok biz yaşıyoruz bu mahallelerde yaşayanlar, mutlaka bu anlayış değiştirilmeli, gerçekten halk için, sosyal, kültürel dokuyu koruyan, çevreyi dikkate alan, yeşili yok etmeyen, ama mutlaka o mahallelerde yaşayan insanların mahallelerde yaşamasını sağlayan sıfır tahliyeli dönüşümler, projeler geliştirilebilir. Biz de bunların tarafı olmak istiyoruz, sözümüz dinlensin istiyoruz. Burada yeni dönüşüm yerlerinde bütün halkı süren sosyal dokuyu, kültürel dokuyu, dayanışmayı bu da çok önemli bir husus, o mahallelerin pek çoğunda Anadolu’dan gelen kültür ve dayanışma hâlâ devam ediyor. Bu sosyolojik açıdan çok önemli, bütün bunlar dikkate alınmalı, yeşil dikkate alınmalı, çevre dikkate alınmalı, insanların ekonomik durumu orada mahallede yaşayanlar asla bir yere sürülmemeli. Bunu kesinlikle kabul etmemiz mümkün değil. İnsanların mülkiyet hakkı, barınma hakkı, çevre hakkı, insan gibi insan onuruna yaraşacak şekilde maddî ve manevî varlığını devam ettirilmesine olanak sağlayacak şekilde projeler geliştirilmeli. Bu Anayasamızda yazıyor, devletin var olma sebeplerinden biri bu: “Toplumdaki kişilerin maddî ve manevî varlığını medenî bir şekilde yaşamasına olanak sağlayacaksın” Anayasanın emredici hükmü bu, oysa bizim bu geliştirilen projeler insan onurunu saymıyor, ezip geçiyor. O yüzden biz rant ve gelir odaklı değil, insan odaklı, çevre, kültür odaklı projeler görmek istiyoruz. Mutlaka uzun vadeli planlamaların yapıldığı, oldu-bittiye getirilmeyen, gerçekten uzun vadede İstanbul’un önümüzdeki 50 yılını, 100 yılını planlayan, ama orada yaşayan insanların gene yerinde kaldığı projeler görmek istiyoruz. Çok teşekkür ederim. Prof. Dr. FULİN BÖLEN - Çok teşekkür ederiz. İsterseniz üç konuşmacı kaldı, hepimiz buradayız, sorulara sonra devam edelim. Başka önerilere geçelim. Diğer konuşmacıların önerileri 279 belki bizim sorunlarımızı çözmeye yardımcı olacak. Katılımcılarımız bu alanlarda yaşayan toplumun sıkıntılarını çok iyi bir şekilde dile getirdi. Çok teşekkür ediyorum. Aslında işin finans yönü bütün bu problemi yaratıyor zannediyorum, onun için finans kaynaklarıyla ilgili ve bu inşaatların nasıl yapılacağı, dönüşüm işleminin nasıl yapıldığı veya yapılabileceği konusunda bize katkı sağlamak üzere iki üyemiz bulunuyor. Önce özel sektörden destek alıyoruz. Özel sektör kamu sektörü işbirliği nasıl olabilir, olabilir mi? Bu konuda buralarda yaşayanların ekonomik durumu da göz önüne alınarak bu dönüşüm çalışmalarında özel sektörün bakışı nedir? Bu konuda Sayın Celal Erdoğdu İstanbul Gayrimenkul Değerleme Bürosu’ndan bize görüşlerini sunacak. Teşekkür ediyorum. CELAL ERDOĞDU- Biraz havayı yumuşatalım diyorum, 1996 senesinde İstanbul Teknik Üniversitesi’ne başladığımda Gülden Hocam şimdi yok herhalde, ona şunu sormuştum: Okulumuza geldiğinde bu işten ne kadar kazanabiliriz, hayatımızı sürdürebilir miyiz? Herkesin dikkatini çekmişti, çok finans bazlı bir soru olmuştu. Ondan sonra 2004 yılında Gayrimenkul Değerlemesine girdim ve gayrimenkullere değer biçer bir hale geldik ve Sermaye Piyasası Kurulu’ndan lisans alarak bir gayrimenkul değerlemecisi olduk. Yani bu finans etiketi üstüne yapıştı, kaldı. Burada da bu konu üzerine bildikleri biraz paylaşmaya çalışacağım. Tabii, finans aşaması tüm bu tartışmaların bitip herkesin muvaffak olduğu, herkesin mutabık olduğu projenin başlama aşamasından sonraki kısım için geçerli, yani finans aşamasına gelinebilmesi için tüm bu konuşulan, bu tartışılanların bitmiş olması gerekiyor. 280 Finans için genel yaygın olarak dünyada iki model var. Biri, tamamen özel finansmanla sağlanan model, bir diğeri de kamu ve özelin beraber götürdüğü. Bunlar ne zaman beraber kullanılır, ne zaman biri tercih edilmeli? Bunlara tek tek gireceğim, çok fazla uzatmadan sizi basit bir şekilde bilgilendirmeye çalışacağım. Kamu - özel işbirliği aslında bu modelleme içerisinde en fazla tercih edileni, çünkü tek başına özel kurumların finansman sağlaması çok kolay değil. Çünkü devletin desteğini alarak finansman sağlamak, finans kurumları için çok daha güvenilir. Bir de belki biliyorsunuzdur, finans kurumları 20 yılı aşkın müddetle fonlama yapamıyor ve bu durumda da devletin güvencesi gerekiyor. Sadece banka finansmanıyla olabilecek bir durum değil bu, devletin elini bu işin altına koyması gerekiyor. Kamu-özel işbirliğinde en çok tercih edilen durum, ölçeğin büyük olmasıdır. Yani küçük ölçekli projelerde tercih edilmeyen bir model, küçük ölçekli projelerde daha çok özel finansman yöntemi. Burada şu anlaşılmasın yalnız, inşaatı kamunun, devletin yapacağı, özelin yapacağı değil, finansmanın sağlanacağı kurum. Kamu-özel işbirliğinden özel sektör kamunun gücünü alarak birçok kurumdan finans toplayabiliyor. Yani bunlar özel fonlar olabiliyor, emeklilik fonları olabiliyor, yine bankalardan olan fonlar olabiliyor. Bazıları bazı aşamalarda bitiyor, bazıları projenin sonuna kadar devam ediyor gibi parçalar halinde de, bir baktığınız zaman 30 yıllık bir proje olabilir, ama içerisinde 5-6 kademeli bir finansman modeli kurulabiliyor. Kamu-özel işbirliğinin yapılmasında özel kurumları bunun içerisine çekebilmenin temel noktalarından biri risk minimizasyonudur, yani özel sektör bu işten kâr edebilmeli. Çünkü finansman sağlıyor, yani burada yine finansmanın üzerinde duruyoruz. Parayı verdikleri için sonunda alabilme güvencesi, nasıl bir gayrimenkulü 281 aldığınız zaman sonunda sizin bunu ödeyebileceğinizin garantisini görmek istiyorlarsa, bu proje 20 yıl sonra tamamlandığı zaman paralarını sonuna kadar almış olmaları gerekiyor. Yani risklerin minimize edilmiş olması gerekiyor. Burada da devletle beraber çalışmanın, bu işbirliğini yapmanın altında yatan espri şudur: Devlet bazı riskleri ortadan kaldırabilme gücüne sahip oluyor. Burada devletten kasıt yerel yönetimler olabilir, merkezî yönetim olabilir. Kamu-özel işbirliğinde risklerin çok iyi yönetilmesi gerekiyor. En büyük avantajlarından biri de şu bu yapının beraber olmasının; öğrenen bir yapısı olmasıdır. Devlet kendi bilgi birikimlerini, özel sektör kendi bilgi birikimlerini birleştirerek projenin finansmanının sağlıklı bir şekilde neticelenmesini sağlayabiliyor. Devlet desteği kurumlar arasında ilişkiyi ve işlerin daha hızlı sağlanabilmesini sağlıyor. İşleri biraz daha hızlandırıyor. Özel finansman modeli, yani sadece devletin kamu kurumlarının projenin birçok kısmını kendisi yaparken finansman kısmını özel kurumlardan sağladığı durumda bunlar için dünyada uygulanan metotlar arasında parçalı finansman var. Bir özel finans kurumu projenin sonuna kadar finansör olmuyor, bir kısmına olabiliyor, yıllara bölünebiliyor ya da işlemlere bölebiliyor. Birisi altyapısına finansman sağlıyor, biri üstyapıda sosyal donatılarda inşaatın yapılması aşamasında gibi parçalara bölünerek finansman sağlayabilir. Burada önemli konulardan biri de özel sektörle kamu beraber işbirliği içerisine giriyorsa anlaşmaların açık olması gerekiyor. Burada kâr modellerinin düzgün kurulmuş, finansmanı sağlayan kişinin de, kamunun da zor durumda kalmaması gerekiyor. Kamunun zor durumda kalması finansmanın arkasının kesilmesi demek oluyor, yani bir inşaata başlıyorsunuz, bir altyapıya başlıyorsunuz ve belli bir zaman sonra özel 282 sektör tarafından finansman eğer kesilirse başlanmış olan proje tabii ki devam edemez hale geliyor. Burada tabii bu iki modelde de süreçlerin çok iyi planlanması gerekiyor, finansman katılımcılarının belirlenmesi gerekiyor, doğru bütçelerin yapılmış olması gerekiyor. Proje önceliklerinin her iki modelde de çok iyi belirlenmesi gerekiyor. Proje dengelerinin sağlanması gerekiyor. Burada tabii birçok katılımcının da söylediği gibi uzlaşılmış olması gerekiyor. Artık sonucuna karar verilmiş noktada olması gerekiyor ve son cümle olarak da şununla bitirmek isterim: Belirsizlik ortamında finansman sağlamak özel kurumlardan mümkün değil, belirsizlik ortamında kentsel dönüşümü özel kurumların fonlayacağını zannetmiyorum. Bunun çok belirli bir ortamda olması gerekiyor. Prof. Dr. FULİN BÖLEN - Çok teşekkür ediyorum. Kamu sektörü olarak kabul edebileceğimiz TOKİ’nin dönüşüm alanlarındaki uygulamalarında finans kaynağı ve uygulamayla ilgili sorunlar ve önerilerinizi alalım. SALONDAN- Teşekkürler Hocam. Sayın katılımcılar, kentlerimiz hem eskiyor, hem kalabalıklaşıyor, hem bir taraftan sıkışıyoruz, bir taraftan da büyüyoruz. Geçim sıkıntısı, işsizlik, can güvenliği, yeni bir düzen kurma umuduyla kente gelen vatandaşların konut piyasasında kendilerine uygun ev seçeneği bulamaması durumunda başta İstanbul’da, Ankara’da, ama bildiğiniz gibi, bize okullarda öğretildiği gibi ya da gezdiğimiz kentlerde gördüğümüz gibi baskın olan ucuz barınma talebi, fakat sınırlı olan satın alma gücü sebebiyle kamusal işgaller Türkiye’de çok yaygın. Toplu Konut İdaresi Başkanlığı’nın gündeminde belediyelerle protokol imzalayarak bana sıra gelene kadar değerli hocalarımızın ve diğer arkadaşlarımızın anlattığı gibi 283 ortaklık kurma noktasında yerel yönetim-merkezî yönetim ortaklığı kurarak geliştirdiği şu anda 117 projesi var. Bu projelerin tamamı hayata geçmiş durumda değil, çünkü kentsel dönüşüm projeleri analiz aşamasından sonuçlandırma aşamasına kadar uzun ve karmaşık süreçlerle ancak ilerleyebiliyor. Bu herhangi bir yerde sosyal konut yapma sürecinden oldukça farklı, çünkü bizim dönüşüm alanlarımızda belediyelerce tespit edilip bize sunulan, bizce de yerinde tespit edilip uygun bulunan dönüşüm alanlarında hayatlar var. Bunlar boş alanlar değiller, bunlar yıllardır o bölgede yaşayan, çok kısa bir dönem evvel o bölgeyi işgal etmiş tapulu, tapusuz, işgalci, çok katlı, az katlı oldukça değişik katmanlardan gelen vatandaşlarımızın oluşturduğu yaşayan mahalleler. O yüzden dönüşüm alanları birbirinin içine girmiş değişik karar süreçleri gerektiriyor. Yasalar kurumlara belli yetkiler ve sorumluluklar veriyor. Bu yasaları beğenip beğenmeme hakkına kişisel olarak sahibiz, kurumsal olarak sahip değiliz. Bu yetkileri kullanırken bu yetkilerin etkileyeceği alanlarda var olan hayatlar olduğunda karar mekanizmalarının bir değil iki kere, belki iki-üç kere düşünmeleri gerekiyor. Bu önemli, ancak kamu adına söz aldığım için şunu da belirtmek istiyorum ki, gecekondulaşma ve kaçak yapılaşma bugün Türkiye’nin en büyük sorunlarından biri, gerek kaynak israfı, gerek çevresel kalitedeki düşüş, gerek kentsel kalitedeki düşüş açısından bizim bu kaçak yapılaşmaları ve gecekondulaşmayı engellememiz ilk başta, oluşanı da tasfiye etmemiz, sağlıklaştırmamız, yeniden yapılandırmamız artık o proje alanı ne tip bir müdahale gerektiriyorsa yapmamız gerekiyor. Kentsel yenilemede hedef biliyoruz, teknik açıdan yenilenmesi ya da tamamen tasfiye edilmesi zorunlu bir bölgede kentin gelişimine ve kimliğine uymayan üst ölçekli planlama hedeflerine de 284 uygulanmasını engelleyen alanlarda bu alanları kente ihtiyaç duyulan formda yeniden kazandırmak, fakat bu çok teknik bir cümle, kentsel yenileme alanlarındaki mahallelerde bu tartışmaya açılmadıkça kamusal alanda ortak bir akıl oluşmadıkça uygulaması söylenildiği kadar kolay olmuyor. TOKİ açısından nasıl çalışıyoruz, onu size tanıtmak için söylüyorum: Biz 2004 yılında kendi kanunumuzda değişiklik yapan bir kanunla gecekondu bölgelerinde ve kentsel çöküntü alanlarında yetkilendirildik. Fakat res’en bu iradeyi kullanmıyoruz, zaten kanunumuz da bunu tek başımıza kullanmamıza izin vermiyor, yerel yönetimlerle işbirliği halinde yapıyoruz. Biz merkezî bir teşkilâtız, taşra teşkilâtımız yok. Sadece Ankara’da tek merkezde çalışıyoruz. Dolayısıyla yerelin sorunlarının en iyi yerel tarafından tespit edildiği inancıyla belediyelerle çalışıp son dönemde 2-3 ilde valilik makamıyla çalışma da yaptık, ama sonuçta yerel otoriteden gelen talepleri yerinde inceleyerek dönüşüm alanlarıyla ilgili bir protokol imzalıyoruz. Bizim protokollerimiz iki aşamalı, burada hocalarımızın belirttiği detaylı teknik analizleri içeren bir ön protokol aşamamız var. Bu bize o alanda kimlerin yaşadığını, ne kadar süredir yaşadığını, bina stoğunun kalitesini, kaç yıllık bir mahalle olduğunu, ortalama gelir süresini, yapılaşma kalitesini, iskân veya inşaat ruhsatı bilgilerini derlediğimiz 6 aylık bir çalışma sürecimiz var. Biz sonuçta kaç adet konutun yenilenmesi gerektiğini, vatandaşın buna nasıl baktığını, çünkü bir muvafakat görüşmesi sürecimiz de var, imza almadan bir nevî koruma planı yapar gibi proje tanıtma toplantıları yapıyoruz. Oysa alanlar sit alanı olmak zorunda değil. Projelerden başlatıp iptal ettiklerimiz de oldu. Çünkü özellikle tapulu alanlarda vatandaşların rızası olmadan bizim biraz uygulamaya esas kabulümüz yüzde 60 benimseme oranlı. 285 Yüzde 40’ı için kamulaşma kararı yetkisini kullanmaya karar verdik ve kullanıyoruz. Çünkü bir apartmana bir uygulama yaparken tüm kat maliklerinin aynı kararı veremediği gibi mahallelerde de bir uygulama yaparken herkes hemfikir olmuyor, ama üstün kamu yararı ya da mahallece en azından ortaklaşa karar verilmiş mülkiyetini bizim konutumuzda takaslama, dükkanını bizim dükkanımızda takaslama, aynı yerde yeniden barınma talebinin olup olmaması ya da mevcut mülkiyetinin parasal karşılığını eğer beğeniyorsa kendisine nakit olarak ödenmesi tercihlerini içeren bir yasal metin var. Bu onlarla tartışmalar halinde belirleniyor. Çünkü bazen belediye mevcutta ticari fonksiyonu olan bir yerin yeniden ticaret olmasını da öngörmeyebiliyor üst ölçek planlarında ya da bir konut alanı o anda eski bir dere yatağına yerleşmiş oluyor, orası tekrar konut olmuyor. Orası olamaz da bizim aldığımız eğitim gereğince, orası rekreasyona ayrılıyor. Bütün bu analizler toplu konut ve belediyece 6 ay sürüyor. 6 ay sonra onu bir ana protokol, yani bu noktadan sonra bizce finanse edilecek bir ihalelendirmeye konu edilip edilmeyeceği, inşaatları biz bilfiil kendimiz yaptırıyoruz. Vatandaşlarla kendimiz muvafakat imzalayıp mallarını Toplu Konut İdaresi adına tapulandırıp, TOKİ adına bağımsız birimlere çevirdiğimiz mallarımızı onlarla takaslıyoruz. Yani vatandaş-kamu işbirliği var, fakat bu 6 aydan sonra belirleniyor. Çok geri dönüş yaşadık. Pratikte hatalarımız olduğunu daha sonraki uygulamalarda gördük. İnanın çok zor çalışmalar bunlar, çok derin uygulaması yapılan ve Türkiye’de çok fazla örneği olan çalışmalar değil. Fakat vatandaşlarla yapılan diyalogların belediye eliyle sürdürülmesinde daha anlam görüyoruz. Çünkü idare olarak, inşaatları yönetmekteki yetkinliğimizin burada olduğunu düşünmüyoruz. Diğer taraftan seçilmiş bir belediye yönetiminin vatandaşla daha kolay diyalog kuracağını düşünüyoruz. Şimdiye kadar da ürettiğimiz bu 286 100’ün üzerinde projede genellikle katılımı sağladığımızı samimiyetle söyleyebilirim. Ancak gecekondu işgalli alanlar, tapulu alanlardaki kaçak yapılaşmalar oldukça farklı. Yasallık zeminine baktığınızda burada bir kamusal işgal var. Bir bağımsız bölümün içine girip tapu sahibinden izin almadan orayı kullandığınızda oluşturduğunuz durum devletin arazisini işgal ettiğinizde oluşturduğunuz durumdan çok farklı değil, dolayısıyla bir taraftan bizim açımızdan en az geçerli sava sahip olanlar kamusal işgalcilerken, çünkü bu yasal bir durum değil, bu yasayla engellenmesi gereken bir şey, ama diğer taraftan da takas mekanizması çalıştığı için tapulu hak sahiplerine göre daha mağdur olmak ihtimalleri de var. Çünkü toprakta mülkiyetleri yok ve bu YTL’ye YTL ya da metrekareye metrekare takasında elleri güçsüz. Dolayısıyla biz hep şuna inanıyoruz; kurumsal işbirlikleri yapılması lâzım. Bu 6 aylık sürede görüyoruz ki çocuklar okula gitmiyor, bebeklerin aşıları eksik, belli bir okuma yazma oranı yok, el becerisi yok, hakikaten sadece Toplu Konut İdaresi için değil bir devlet politikası halinde belki de kamusal kaynakların da gerektiği finansmanı sağlayarak, birden fazla örgütlü bir yapı oluşturarak bu dönüşüm projelerine ihtiyacımız var. Dönüşüm projeleri sadece rantsal dönüşüm etiketiyle harcanmayacak kadar önemli projeler, fakat iyi tasarlanması iyi uygulanması lâzım. Müstakbel bir dönüşüm alanı yaratmaması lâzım. Bunda da rasyonel akıl olarak hemfikiriz. Bizim proje gündemimiz Ankara’da 11, İzmir’de 2, İstanbul’da 13 olmak üzere tüm Türkiye’ye yayılmış durumda. Bunlardan Erzincan, Denizli, İstanbul, İzmir, Samsun, Kocaeli, Erzurum, Kars ve Ankara’nın bir bölgesinde bu inşaatlarımızı tamamlayıp vatandaşların takasını yapmış durumdayız. Tabii, tapulu mülk üzerinde kaçak yapılaşmalarda beyefendinin işaret ettiği sorun gibi taksitleri ödeme sorununda en yoksun ve en yoksul grup tarafından yaşanılan sorun budur. Diğerlerinde vatandaşın bu yenilemeye çok sıcak baktığını görüyoruz. 287 Çünkü 180 ay, 240 ay konut piyasasından konut edinmek için finansçı arkadaşımız da bunu destekleyecekti, çok uzun vadeler, çok düşük taksitler olabiliyor. Fakat gidecek bir yeri olmayan zaten çok geçici, piyasadan kopuk sosyal bir güvence altına alınmamış gruplar için, asıl bu gruplar için belki bir yasa çıkartılması, bir sübvanse politikası yapılması gerekir diye düşünüyorum, ama diğer taraftan da plancı aklım da, bana bu bölgeleri böyle bırakmamamız gerektiğini söylüyor. Teşekkür ederim. Prof. Dr. FULİN BÖLEN - Çok teşekkür ederiz. Son konuşmacımıza sıra geldi. Sayın Gülden Erkut bir sağlık problemi nedeniyle acil olarak özür dileyerek yanımızdan ayrıldı. Bunun için Sayın Doç. Dr. Murat Cemal Yalçıntan Şehir Plancıları Odası İstanbul Şubesi adına planlama mesleği ve uygulamalarıyla ilgili görüşlerini bize sunacak. Bütün bu sorunla ilgili, dönüşüm sorunuyla ilgili görüşlerini sunmasını bekliyoruz. Teşekkür ediyorum. Doç. Dr. MURAT CEMAL YALÇINTAN- Ben teşekkür ederim. Dönüşüm üzerine hakikaten çok uzun süredir çok konuşuyoruz ve söyleyecek de çok fazla şey kalmadı aslına bakarsanız. Böyle toplantılarda söylenilen lafların üzerine giderek tartışma ortamları yaratmaya çalışıyoruz. Artık biraz eylem zamanı diye düşünüyorum, artık sözün ötesine geçme zamanı diye düşünüyorum. Aslına bakarsanız Erdal’ın ve Ayşe’nin söylediklerinden sonra onlarla çok örtüşen de bir konuşma yapacağım. O akademik kimliğimden de zaman zaman çıkarak, meslek adamı kimliğimden de zaman zaman çıkarak temsilcisi olmama rağmen af buyurun çıkmak zorundayım diye düşünüyorum. Ben olaya şöyle bakıyorum; kentsel dönüşüm denilen olay yüzyıllardır yaşanılan bir şeydir. Kentlerin merkezleri 200 yıl önce dönüşmüyor muydu? Dönüşüyordu, konut alanları 288 dönüşüyordu, ama son dönemde yaşanılan kentsel dönüşüm tamamen neo-liberal küreselleşmenin -ona neo-liberal sıfatı da ekliyorum, çünkü bence küreselleşme farklı şekillerde de olabilir- ve iktisadî teorisinin bir getirisi bize. Onun için ben ona kentsel dönüşüm demek yerine IMF nasıl yapısal uyarlama politikaları diyor, ben de fizikî uyarlama politikaları, uygulamaları şeklinde bir tanım getirmeyi tercih ediyorum. Neyle karşı karşıya olduğumuzu birazcık daha doğru tanımlama şansını buluyoruz diye düşünüyorum. Mesela, her ne kadar Kübra’nın sunumunu çok beğendiysem, çok takdir ettiysem de deprem argümanını çok geçerli bulmuyorum. Niçin Avcılar’da yapmıyorsunuz o projeyi de Zeytinburnu’nda yapıyorsunuz diye sorarım o zaman, öncelik niçin Avcılar’da değil? Avcılar daha tehlikeli bir zemin bildiğim kadarıyla. Üzerine gitmeye kalktığımızda getirilen gerekçelere çok ciddi argümanlar geliştirmek mümkün. Bu acil kamulaştırma örneği de bana bu argümanları çürütecek ipuçları veriyor doğrusunu isterseniz. Mesela, Sulukule’yi biliyoruz, Sulukule’de ilk çıkartılan şeylerden biri acil kamulaştırma dedikodusuydu. Bu dedikodu üzerinden el değiştirmeler yaşandı Sulukule’de ilk olarak, insanlar kamulaştırma geliyor korkusuyla 50 lira ediyorsa evi 60 lira verene evlerini sattılar. Bu tip araçların ne amaçla ne şekilde kullanıldığı çok önemli, bunların da Ayşe’nin dediği gibi samimiyetle çözülür yanı yok. Bunlar kamusal alanda tartışılacak, alenîleştirilecek, planlamanın kamusal alanı genişleyecek ve planlama meslek alanını mesleğini icra eden arkadaşların elinden biraz daha ötelere çıkaracak. Plancı, mimar “artık bu tartışma 70’te yaşandı bitti” diyoruz, ama hâlâ daha plancının, mimarın belki bıraktığı bazı yetkileri belediyeler eliyle uyguladığını görüyoruz ve halkın içinde hiçbir şekilde bulunmadığı projeler, planlarla karşılaşıyoruz. Bu dönüşüm ve yenileme kavramlarını belediyelerin çok sahiplenmesini de doğrusunu isterseniz şuna bağlıyorum. 289 İktisadî bazı motivasyonlar var, yaratılan rantı dağıtmak için çok ciddi bir ortam oluşuyor. Planlamanın getirdiği katılıklardan da çok uzun süredir zaten şikayetçiyiz. Dolayısıyla dönüşüm ve yenileme gibi kavramlara sarılıp yeni kanunlar tüketmekte bu gibi sorunların üstesinden gelebiliyoruz. İşin gelip kilitlendiği nokta özne sorunudur. Aslında herkes memnun hayatından da, özne sorununu tanımlamaya geldiğimizde, özneyi tanımlamaya geldiğimizde sıkışıyoruz. Mesela, bu projelerin tamamında şöyle bir şeyle karşılaşıyoruz; yerele, o yerelde yaşayana, o yerele özgün olana sırtını çevirme, yani onlara uygun bir yerleşme planı yapılmıyor. TOKİ’den gelen arkadaşımız diyor ki “biz 6 aylık çalışmalar yapıyoruz” ve Başıbüyük’e kaç katlı blok diktiniz? O yerelin sosyal yapısını bırakın, fiziki yapısına uygun muydu o bloklar diye sormak isterim veya Akçakoca’dan geçiyorum geçen gün, bir baktım sabah saat 6.30, hava daha yeni aydınlanıyor, 6 katlı toplu konutlar. Akçakoca’da ortalama bina kat sayısı 2.5-3, hakikaten sabah sabah irkildim. Çok tek tip projeler üretiyorsunuz, çok tek tip projeler de o yereli tamamen yok sayan projeler haline geliyor. Aslına bakarsanız ben bu sorunu tamamen şuna bağlıyorum; biz planlamanın insan için yapıldığını öğrendik. Şu anda mekânın belirleyici olduğu bir planlama süreci yaşıyoruz. İstanbul’u bir şekilde güzelleştirmemiz, daha yüksek fiyatlara satılır hale getirmemiz, daha iyi kalifiye edilmiş insanlar tarafından kullanılır hale getirmemiz gerekiyor. Bunu yapmak için fizikî mekânda uyarlamalar yapmamız gerekiyor. Dolayısıyla mekânı mekân için dönüştürmüş oluyoruz, yani planlama mesleği orada yaşayan insandan çıkmış oluyor. O zaman da bu tip hatalar kaçınılmaz hale gelebiliyor. Bu sürecin aslına bakarsanız benim gözümde getirdiği iki olumlu özellik var: Biri planlamanın artık teknik bir iş olmadığı bana göre kesinleşmiştir. Yaşanılan sosyal ve ekonomik sıkıntılar nedeniyle Sulukule bunun çok bariz bir örneğidir. Şu anda yaşlı insanlar evlerinde güvenlik sorunuyla yaşıyorlar, hastalıklar içinde kıvranıyorlar. Bana göre 290 yaşanılan çok büyük bir felâkettir, daha da yaşayacağız bunun felâketini uluslararası kamuoyu bizi bu yönde çok hırpalayacak. İkinci kazanım da, örgütlülük temelli demokratik hak talepleri artmıştır. Burada arkadaşlar, 6 sene önce ben İstanbul’a geldiğimde benim bildiğim aktif 3-4 mahalle derneği vardı. Bugün çok ciddi sayıda mahalle derneği aktif, bu mahalle derneklerinin bir birlikteliği var, bir platformu var. Bu mahalle dernekleriyle birlikte çalışan çeşitli sivil inisiyatifler var. Bunların bir kısmı hak temelli çalışıyorlar, bir kısmı mağduriyet temelli çalışıyorlar. Olsun sorun değil, onlarla birlikte çalışıyorlar. Onlarla birlikte çalışırken şöyle bir ümit doğuyor tabii; o meslek içindeki insanlar halktan bir şeyler öğrenirken arkadaşlarımız onlardan bir şeyler öğreniyorlar. Karşılıklı bir öğrenme sorunu yaşanıyor ve çok daha aslında makûl, yapılabilir işler olabileceği ortaya çıkıyor. Bu yönde de son bir-iki sene içerisinde somut bazı alternatif plan önerileri geliştirildi. Şöyle bağlayayım; ben olayın çözümünü biraz meslek etiği olayını yerleştirmede buluyorum. Şu anda kimseye hesap soramaz durumdayız, kimseyi eleştiremez durumdayız. Birisini eleştirmeye başladığımızda tepkiler alıyoruz bayağı, küsülüyor, herkes de birbirini tanıyor tabii camia içerisinde, eleştirmek pek mümkün değil. O zaman küçük camiayı bir kere büyültmemiz lâzım. Son dönemde yaşanılan bir şey bu, kamuoyu artık bu konuları tartışıyor, gazetelerde kentsel dönüşüm ve yenileme projeleri manşet haline gelebiliyor. Bunun getireceği çok ciddi bir sonuç var; meslek insanı rahat hareket edemez hale geliyor. Meslek insanı yanlış yapacağı zaman biliyor ki, artık kamuoyunun önüne atılacak ve savunamayacağı yanlışlardan kaçınmaya başlayacak. Belediyenin yapmasını zorladığı bazı yanlışları yapmamakta direnmek durumunda kalacak. Ben bu 291 meslek alanının kamusal alanının genişlemesi hikâyesine çok inanıyorum. Mümkünse mimarlar, şehir plancılarının çok ötesine çıksın olay, bütün yaşayanların tartıştığı bir meslek kamusal alanı yaratılsın ve bu projelerin de artık hiç endişe etmeden mahalle dernekleriyle birlikte rahatlıkla yürütülebileceğini düşünüyorum. Arkadaşları dinlediniz, meslek insanlarından çok farklı mıydı bilgileri? Birçok meslek insanından daha fazla bilgiliydiler bana göre, teşekkür ederim. Prof. Dr. FULİN BÖLEN- Çok teşekkür ederiz. Değerli konuşmacılarımıza değerli katkıları için tekrar teşekkür ediyorum. Salondan sorulara sıra geldi. Buyurun. HASAN KESKİN- Değerli idareciler ve misafirler, hepinizden özür dilerim, tekrar konuştum. Kusura bakmayın, bu senelerin birikimidir. Küçükçekmece iç kumsal Örme Sanayi Sitesi’ndenim. Sitemizin yapılışıyla mahallenin kuruluşu aynıdır. Prof. Dr. FULİN BÖLEN- Siz soru soracaksınız değil mi? HASAN KESKİN- Soru, ama benim anlatacağım şeyden soru çıkacak zaten. Prof. Dr. FULİN BÖLEN- Mümkünse başkalarına da vakit ayıralım. HASAN KESKİN- Eğer abdest almazsak namaz kılamayız. Bizim sosyal meskenlerimiz Sayın Hüseyin Bey’in bahsettiği gibi iç kumsaldadır. Bunlar devlet müdahalesiyle yapılmış, yapılırken her türlü kanunî vecîbeleri yerine getirilmiş. İmarlı, iskânlı, ruhsatlı, tapulu 292 binalardır, gecekondu değillerdir. Bunlarda da her türlü sosyal yaşam hakkını veren bir hükümet tarafından müsaade altına alınmış ve aynı zamanda Büyükşehir Belediyesi İmar Müdürlüğü ile Belediye Başkanlığı, valilik tek olduğu zaman bu karar alınmış; orası mesken sahası, orada yaşayan insanlar aynı boğazda yaşayanlar gibidir. Onlar hangi belediye hizmetlerinde hak sahibiyseler biz de aynı belediye hizmetlerinde hak sahibiyiz, ama işin doğrusunu arayacak olursak biz Küçükçekmece Belediyesi’nden Büyükşehir’in zamanında gördük ki, bu semtten atılmamız için bir ortam yaratılmış. Buna da Küçükçekmece’yi alet etmişler, kullanmışlar. En sonunda Büyükşehir İmar Müdürlüğü’ndeki görevliyi Belediye Başkanı olarak bize getirdi, biz onu seçtik, seve seve seçtik. Gene de seviyoruz, ama semtimizi, 60 senedir yaşadığımız semtimizi daha çok seviyoruz. Bizim mağduriyetlerimiz çok fazladır. Büyükşehir’in verdiği hizmetler alındı, otobüsümüz semtimizden kaldırıldı. Küçükçekmece otobüsleri güzergâhı değiştirildi. Nedenini sormayacağım, nedenini siz sorun kendileri cevabını versinler. Ancak E5 Karayolunun kenarında iki yan yol var. Bu yan yollar ölüm saçıyor. Bunlar çalışıyorlar, trafik işareti yok. İşin en garip tarafı en hareketsiz bir semte sinyalizasyon koymuşlar. Biz hizmet istiyoruz, altyapı istiyoruz, altyapımızı yapmadıkları gibi altyapı bizi zehirliyor şu anda. Büyük arterler döşendi, kanalizasyon toplama boruları döşendi, ama bizim semtimizin ne altyapısı, fosseptikleri toplamadılar, sahili de kapladılar, suç içimizde kaldı. Bizi üvey evlat gibi görmesinler. Biz hizmet istiyoruz. Prof. Dr. FULİN BÖLEN - Çok teşekkür ediyoruz. Müsaade ederseniz cevap versinler. 293 HASAN KESKİN- Dile getirmek zorunda kaldığım bir şey daha var. O da şu: Metrobüsü döşediler, Avcılar’a kadar gidiyor, ama biz ondan istifade edemiyoruz. Niçin istifade edemiyoruz? Projelerinde bize geçit var, üstgeçit var. Projeyi toprakla kapattılar, ancak Küçükçekmece niye bununla meşgul olmuyor? Biz insanî yaşam haklarına sahip değil miyiz? Seçerken onları seçtik, başkasını seçmedik. Prof. Dr. FULİN BÖLEN - Tamam, çok teşekkür ederiz. Küçükçekmece’yle ilgili başka soru varsa onları da alalım. HASAN KESKİN- Bizim semtimizde 15 ölü var, acaba Küçükçekmece bunlarla hiç meşgul oldu mu? Ben size teşekkür ederim. Dinleyicilerden de özür dilerim, çünkü belki bağırmamla rahatsız ettim. Prof. Dr. FULİN BÖLEN - Teşekkür ederim. SALONDAN- Küçükçekmece’yle ilgili de sorum var, ama ben baştan almak istiyorum. Zeytinburnu’ndan gelen arkadaş şöyle söyledi: “Vatandaşlarımız ranta alışmış.” Son konuşmalarına doğru da “konuşulduğu zaman da “a” deyince “b”yi anlıyorlar” gibi sözler söylendi. Yani ben şunu anlamıyorum. Kendisi uzaydan mı geldi, yoksa halkın içinden değil miydi? Masanın başına oturduğu an halktan uzaklaştı mı? Tabii ki bu şekildeki yaklaşımlar destek bulamayacaktır. İkincisi Küçükçekmece’den gelen beyefendi güzel güzel anlattı, arkadaşın söylediği gibi de güzel politika yaptı: Şunu yapıyoruz bunu yapıyoruz, AÇEV’den yardım alıyoruz, vesaire. Belediye tabii ki bunları yapacak, yani belediyenin, yerel yönetimlerin görevi zaten bunlar, bunlar da ceplerinden yapmıyorlar, halkın parasıyla, bizlerin vergisiyle yapıyorlar. Bunlar asıl görevleri zaten. Ben şunlarla 294 övünmesini isterdim: “Biz Ayazma’da veya başka bir yerde halkı topladık, halkla beraber güzel bir proje oluşturduk. Herkesin yaklaşık mutlu olduğu bir projeyle bunu yaptık” demesini beklerdim. Orada Ayazma’yı çözdüğünüzde de Ayazma’da yine arkadaşın söylediği gibi biz ziyarete gittiğimizde orada 18-20 kişilik ailenin yıllardır çadırda yaşadığını görüyoruz. Bunun çözümünü sormak istiyorum ve bu çözümü yaptılar mı? Çünkü ben gideli bayağı oldu. TOKİ’deki arkadaşımıza şunu söyleyeyim, işgalci kelimesini hiçbir şekilde kabul etmiyoruz, ama tapulu, ama tapusuz. Yani tapulu olup da üzerine kat çıkanlar nasıl çıktılar zannediyorsunuz? Belediyelerin haberi yok muydu bunları çıkarken veya işgalci değil, bu insanlar barınma hakkını kullanıyor, bizler barınma hakkını kullanıyoruz. İnsanî bir yaşam hakkını kullanıyoruz. Bunu anlamıyorum, işgalci diyorsunuz. Tapulu yere de işgalci diyorsunuz, tapusuz yere de işgalci diyorsunuz. Bu işgalci kelimesini asla kabul etmiyoruz, yaşam hakkını kullanıyoruz, barınma hakkını kullanıyoruz. Teşekkür ederim. RIZA COŞKUN- İyi günler diliyorum. Böyle bir toplantıyı düzenlediğiniz için çok teşekkür ederim Hocam. Sarıyer Derbent Mahallesi Güzelleştirme Dayanışma Dernek Başkanıyım. Ben Sayın TOKİ temsilcisi ve Büyükşehir’den gelen temsilci arkadaşa sorularımı yöneltmek istiyorum. Biz 1960’larda, 70’lerde bilmiyorum bizden daha yaşlı abilerimiz hatırlarlar; İstanbul’da, biz Anadolu’dan geldiğimizde “kendi evinizi kendiniz yapın” diye bir kampanya başlamıştı. Levent güzergâhındaki fabrikalara işçiler lazımdı, onlar çok iyi bilirler, Hisar üstüne Zeytinburnu’nda dönemin valileri gelip “kendi evini kendin yap” kampanyası başlatarak gecekondu mahallelerinin yapımına önayak olmuşlardı. Biz Anadolu’dan geldiğimizde burada devletimizin ve yerel yönetimlerimizin bize sunduğu binalar vardı da gidip 295 oturmadık mı ki, bize şimdi işgalci, hırsız, aşağılayıcı deniliyor. Sayın Başbakanım diyor ki, “iki tuğla at arabasına atmışlar, gelmişler tuğlaları üst üste koymuşlar. Arabesk müziği de açmışlar, benim zabıtama, polisime tuğla atıyorlar.” Hayır efendim, böyle bir şey yok. Çünkü onun zabıtası da polisi de bizim mahallemizde oturuyor. Ben Derbent Mahallesi’nde oturuyorum. Bizim karşımıza Mesa Evleri diye bir site kuruldu. Benim mevcut mahallemde şu anda devlette görev yapan polis, zabıta arkadaşlar oturuyor, ama karşı sitede hemen yolun karşısında dört milyar orada aylık kira. Sorum şudur: Belediyenin “biz birlikte yönetiyoruz” diye her yerde afişlerini görüyorum. Sayın TOKİ yöneticim de dediler ki “belediye bunu tespit ediyor, bize sunuyor”. Kesinlikle biz de daha lüks yerlerde yaşamayı, daha güzel yaşamayı isteriz. Kesinlikle yerlerimizden asla tahliye olmadan yerinde iyileştirerek, bunu da uzun bir döneme yayarak isteriz. Bir de Ankara’daki örneğini vermek istiyorum, önce bizim tapularımızı versinler, biz mülkiyet sahibi olalım. İki-üç komşu da bir araya gelir. Belediyenin bize sunduğu projeleri yerine getiririz, ama bizi buralardan Kayabaşı’na, Trakya’ya, Sarıyer’den beni alıp benim babam oraya gelmiş, ben orada doğdum büyüdüm, beni Trakya’ya kimse gönderemez. Biz bunu asla kabul etmiyoruz. Benim bu iki sorum TOKİ’yle Büyükşehir yöneticileri için geçerlidir. Teşekkür ederim. Prof. Dr. FULİN BÖLEN - Teşekkür ederim. Son bir soru galiba alabileceğiz, çünkü çok geç oldu. SALONDAN- Üniversitelerin yüklendikleri bu misyon için hakikaten teşekkür ederim. Halkı aydınlatan bir kurumlar birliği olarak bu görevi mükemmelen haberlerden elimde yerine iki getiriyorsunuz. basın küpürü var: Zira basında çıkan Birinde 296 “Küçükçekmece’nin iç dış kumsalı Dubai’lilere pazarlanıyor” ikincisi de “Arap Şeyhleri İstanbul’da Küçükçekmece’nin iç kumsalı için sıraya girdiler” diye bir küpür var. Bunları Sayın Oflaz Bey’e sormak isterdim, ama yeterince elektriklendiği için bu salon ben bunları sormayayım. Bu sualler nasıl olsa onun hatırında kalacaktır, bir gün nasıl olsa tekrar bir yerde karşılaşacağız ve bana bunun cevabını verirler. Burada bulunan halk bunlardan dolayı tedirgin. Hasan Bey’in yaklaşımı fevkalâde güzeldi. Biz kumsal halkı olarak buraya geliyoruz. Bize bir başka yer anlatılıyor. Bunları yadırgıyorum, ama sözümün özü, üniversitelerin yaptığı bu görev anlayışına teşekkür ediyorum. Prof. Dr. FULİN BÖLEN - Teşekkür ederiz. SALONDAN- Mümtaz Hocama teşekkür ederim. Tabii ben Mümtaz Hocamın buraya geleceğini bilmiyordum. Buraya geliş gayem Şehir Plancıları Odası’nın yapmış olduğu bir oturumda, yuvarlak masa toplantısında kentsel dönüşüm uygulamaları ve sonuçlarını tartışmak, karşılıklı neler yaptık bunları incelemekti. Eğer bilseydim tabii Mümtaz Hocamın buraya geldiğini Kumsal’la ilgili de kendilerinin sorularını önceden alır, hazırlık yapar gelirdik. Burada benim eksikliğim var, hocam ben bu nedenle özür dilerim. Dubaili’lere satıyorlarmış, gerçekten benim bilgim yok. Küçükçekmece kumsalını Dubaili’lere kim nasıl satıyor, tapuda sizle ortaklık yaparak mı satıyorlar, yoksa sizin adınıza mı hareket ediyorlar? Bunu bilmiyorum. Hasan amca soruyu sordu, ama bekleme nezaketini göstermedi. Hasan amca gitti. Hasan amcayla biz hemen hemen her gün beraberiz, görüşüyoruz. Hasan amca netice itibariyle bizim 297 amcamız, onun farklı problemleri de var. Ben kendisine sorduğu sorunun cevabını yarın itibariyle veririm. Hanımefendi, yöneticilerin keşke “biz halkla beraber yaptık” deseydi de övünseydi dedi, yani yerel yöneticinin görevi övünmek değil hizmet etmektir. Netice itibariyle ben burada yapmış olduğum çalışmadan çok kısa bir şekilde bilgi verdim. Tabii, burada biraz önceki soruda gördünüz hanımefendi, 10 bin insanın transfer edilmesi ve 1.825 gecekondunun anlaşarak yıkımı söz konusu, anlaşarak karşılıklı protokol imzalayarak yapımı söz konusudur. Bunun için de gerçekten Türkiye Cumhuriyeti adına Küçükçekmece Belediyesi’nde görev yaptığım için ve buradaki insanlarla karşılıklı anlaşarak bunları bundan sonraki nesilleri için çok iyi bir yere taşıdığımız için ve bunların eğitimine katkı verdiğimiz için Toplu Konut İdaresi’ne, Büyükşehir Belediyesi’ne ve Küçükçekmece Belediyesi çalışanları olarak Başkanım ve ekibi olarak övünüyoruz. Rıza Çalışkan Beyefendi TOKİ’ye sormuştu. Beni dinlediğiniz için teşekkür ediyorum. Hanımefendi Hasan amcanın sorusuna cevap istedi. Hasan amca soru sormadı, bizim iç kumsalımızda altyapı çalışması tabii ki var. Hasan amcanın sorusu orada E-5’in kenarındaki kumsalda yan yolda ölenler dedi, yan yolda ölen yoktur. Acaba şunu mu sormak istedi? “Çekmece kumsalda 15 kişi vefat etti” dedi. Ne zaman nasıl oldu onu da bilmiyorum. Ben ölenleri Dernek Başkanı’ndan alayım, cevabını veririm. Teşekkür ederim efendim. SALONDAN- Aslında ben bu tartışmanın tarafı olarak değil de, son dönemin politikasını açıklamak isterim. Hükümet açıkladı biliyorsunuz Sayın Başbakan başta olmak üzere, 1984 298 yılında çıkarılmış olan 2981 sayılı İmar Affı Kanunu arsayı 400 metrekare kadar gecekonducuların malik oldukları işgâl edilen arsaları onlara verme iznini veriyordu ve 4 kata kadar da inşaat hakkı veriyordu. Bu, aslında toplumda özellikle orta ve daha üst gelir grupları arasında önemli bir reaksiyon yarattı Türkiye’de ve bu nedenle bugüne kadar yeni bir İmar Affı Yasası çıkarılamadı. Belki hatırlarsanız 1994 seçimlerinden önceydi galiba, Tansu Çiller Başbakandı ve bir yeni imar affından söz etti. Kendi belediye başkanları Aytaç Bey ve Özfatura İzmir’den itiraz ettiler ve o günden beri de çıkarılamıyor. Şimdiki hükümet Sayın Başbakan birkaç defa söyledi, artık arsa transferini yapmıyoruz, buna karşılık TOKİ’nin uyguladığı modelde olduğu gibi bu Ayazma projesinde olduğu gibi kişilere hak sahipliği bazında TOKİ aracılığıyla veya başka şekilde inşa edilen konutlarda hak sahipliği yapıyoruz, ama belli bir ödeme planı içinde yapıyoruz. Ödeme planları aslında piyasaya göre oldukça düşüktür. Türkiye’de bugün hükümetin kararlılıkla uyguladığı politika budur ve bence bunun sebebi de Sayın Başbakan’ın İstanbul’dan gelmiş olmasıdır. Çünkü İstanbul, arsanın en kıymetli olduğu yer ve dolayısıyla arsa transferi konusunda daha hassas olan bir ilden gelen bir kişi olması dolayısıyla böyle bir şey uygulanıyor. Tabii, bunun da kaynağı şu: Türkiye’de hep mülk konut üzerinden iş yapıyoruz. Mülk konut; bu işin hastalığının sebebi de bu. Yani biz geliri olmayan, işi olmayan insana mülk konut edindirmek için projeler uyguluyoruz. Bunun alternatiflerini geliştiremediğimiz sürede hakikaten çadırda yaşayan insanlar çıkacaktır. Türkiye’nin her tarafında projeler uygulanıyor ve bu çıkacaktır. Temelde bu yaklaşımın hastalığıdır bu bence. Son olarak da söyleyeceğim bir şey var. Başında söylediğim, çok vurgulayamadığım İstanbul, Türkiye’nin yapılaşma 299 yoğunluğunun 10 katı -belki şu anda daha da arttı- olan dünyanın en yoğun yapılaşan kentlerinden birisi. Çünkü toprak çok kısıtlı, doğal eşikler çok fazla (orman, su kanalları vs.) olmakla birlikte giderek yükseliyor. Gayrimenkul fiyatları giderek artıyor ve bunun ekstrem örneği dünyada Hong Kong’dur. Arsa çok azdır ve müthiş yapılar, yüksek binalar ve bu dönüşüm olaylarının da argümanlarında en fazla geleceği yer de İstanbul’dur ve bunu yaşamaya devam edeceğiz. Giderek İstanbul salaşlığın tümüyle ortadan kalktığı salaşlığı şu anlamda söylüyorum: Sakın gecekondu olarak söylediğimi sanmayın, arsanın çok verimsiz kullanıldığı, çok çarçur edildiği bir yerden bir kent olmaktan yüksek bloklar yüksek yatırımlara dönecektir ve bu önümüzdeki 10-20 yılda bunu göreceğiz. İstanbul giderek son derece yoğun yatırımların olduğu ve pek çok kişinin arsasını, mülkünü satıp daha zengin yatırımcının yatırım yaptığı bir kent olacaktır ve bu süreci yaşıyoruz ve daha da yaşayacağız. Teşekkür ederim. Prof. Dr. FULİN BÖLEN - Teşekkür ederim. Zeytinburnu’ndan cevap, saat 18.00’de bu oturumu bitirmek zorundayız. Daha sonra raportörlerin raporları var. KÜBRA ŞEN- Yanlış anlaşılmış olmaktan dolayı ya da kendimi yanlış ifade etmiş olmaktan dolayı üzgünüm. Sizi kırmak istemezdim açıkçası, benim ifade etmeye çalıştığım şey şuydu: Aynı dili konuşma konusu, yani ben şu anda doktora öğrencisiyim ve bir doktora gittiğim zaman bana söylediği şeylerin çoğunu anlamıyorum. Teknik adam kimliğimle bir öz eleştiri yaptım. Sanki kendim anlaşılamayacakmışım ya da ekibim anlaşılamayacakmış gibi düşündüğümden dolayı böyle bir ifade kullandım, ama bizim geldiğimiz nokta ve edindiğimiz deneyim aslında böyle değil, biz kendimizi nasıl açık ifade edersek o kadar da 300 karşılıklı anlaşabiliriz ve aynı dili konuşabiliriz. Diğer konu da rant konusu, o zaten başarısız olmuş bir örnek üzerindendi. Orada rant üretilmesiyle ilgili olarak şunu söylemeye çalıştım: Evet, ihtiyaçtan dolayı gecekondular üretildi. İlk ortaya çıkışı buydu, ama biz yanlışı yanlışla düzeltmeye çalışarak ıslah planlarını yaptık, gecekondu aflarını yaptık ve bu alışkanlık şu anda bizim kentsel dönüşümle ilgili çözümlerimizi bazen olumsuz yönde etkiliyor ki, İSMEK projesi de bu anlamda olumsuz sonuçlandı. Bunu ifade etmeye çalışmıştım. Teşekkürler. SALONDAN- Beyefendiye cevaben Büyükşehir Belediyesi temsilcimiz yukarıda, o cevap verecektir herhalde. Bizim Toplu Konut olarak Sarıyer’de imzalanmış bir protokolümüz, başlatılmış bir projemiz yok. Şu anda bizim gündemimizde değil, ama dediğimiz eleştireler elbette dikkate alınması gereken şeylerdir. İşgalci bir terimdir. Yasal olarak başkasının arsasını ya da taşınmazını devlet ya da şahıs rızası almadan kullanmaya işgalcilik denilir. Benim de şehir plancısı olarak yasa dışı bir durumu savunmam mümkün olmaz. Barınma hakkı çok daha başka bir şey, bu hepimizin saygı duyması gereken bir şey, ama işgalci tanımını kabul edip etmememiz terimi mi kabul etmiyorsunuz, belli bir insan grubu olarak mı kabul etmiyorsunuz? Onun detayını bilmiyorum. İşgalcilik kelimesini kullanırken de bunun bir hakaret anlamı asla yok, bu teknik ve mevzuatta yeri olan bir terimdir. Rıza alınmadan kullanıma biz yazılı dilde de ifadelerde de işgalci diyoruz. O yüzden herhalde hassas davrandınız. Tapulu mülkler için zaten işgalcilik kelimesini kullanmamıştım. Bir dönüşüm alanında karşılaştığınız grubun tapusu yoksa onu yazacağınız liste işgalci listesidir. Yoktan saymak diye bir 301 şey değildir. Yasal ve yasal olmayan bir tasnif yapıyorsanız biz imar affını da desteklememeliyiz. Prof. Dr. FULİN BÖLEN - İsterseniz tartışmaya dışarıda devam edelim. Katılımcılara ve salondaki katkılara çok teşekkür ediyorum. 302