06.07.2015
Transkript
06.07.2015
1 Diljen Roni SÖYLEŞİ Müzik bilginin yoludur Haftalık haber gazetesi - 2.5 TL Sayı:61 6 - 12 Temmuz 2015 S15 basnews.com “Çözüm Barzani ile mümkün” Rojava’da tehlikeli tampon! Grêspî’nin IŞİD’den kurtarılıp Cezire ile Kobanê bölgelerinin birleşmesinden sonra, Türkiye’de bölgeye askeri müdahale hazırlıkları gündemi işgal etti. Antep’e sevkedilen binlerce asker ve zırhlı araç ile Cerablus’a girip tampon bölge kurma planı bölgede yeni tehlikelere kapı aralıyor. s09 FERHAT KENTEL Erken seçim kapıda! Türkiye’de yapılan 7 Haziran genel seçimlerinden sonra kamuoyunda en çok tartışılan ve merak edilen konu hala netleşebilmiş değil. Koalisyonun kimler arasında ve nasıl olacağı, ihmaller ve formüllerin 7 Temmuz’a kadar belirginleşeceği beklentisi kulislerde hakim. HDP’nin “AKP-CHP koalisyonuna dışarıdan destek veririz” söylemleriyle birlikte olası bir AKPCHP koalisyonuna neredeyse kesin gözüyle bakılırken, sonraki gelişmeler bu ihtimalin zayıfladığı yönünde. Ancak her türlü ihtimalin sonunun da erken seçime olasılığı giderek güçleniyor. Son Şahmaran! Rojava yetkilileri, Türkiye’nin Suriye’deki radikal gruplara verdiği desteği devam ettirmek için bu tür girişimler içinde olduğunu söyleyerek tehditlerden korkmadıklarını ve topraklarını savunacaklarını ifade ederken, KCK, müdahalenin Türkiye’yi savaş sahasına çevireceğini duyurdu. S:14 S: 02-3 Artuklu Üniversitesi Sınırda oluşum fobisi İki haftadan beridir önemli siyasal gelişmelerin yaşandığı Güney Kürdistan’da arka planında İran müdahelesi olduğu iddia edilen ve parlamentoda anayasa değişikliği ve Başkanlık seçimlerini erteleme girişimi üzerine çıkan krizde taraflar uzlaşmaya yakınlaşıyor. 23 Haziran’da YNK , Goran Hareketi ile Yekgirtu ve Komele’nin, İran’ın Erbil Konsolosu’nu Parlamento’ya davet ederek yasa teklifi sunma girişimlerinin PDK ve azınlık partileri tarafından protesto edilmesi ardından siyasi bir kriz baş göstermişti. Sivil toplum ve akademi çevrelerinden ise ‘Barzani kalmalı’ çagrısı yapıyor. Çocukların gelebileceği bir yer s05 MESUT YEĞEN SENNUR SEZER s12 Surlar ve Hevsel UNESCO kıyısında! S:12 “Barzani bir dönem daha kalmalı” Sosyolog-Yazar İsmail Beşikçi Kuzeyli Kürdlerin, Türkiyelileşerek Kürdistani olmaktan koptuklarını söyleyerek, HDP’nin Türkiyelileşme projesinin doğru olmadığını ifade etti. Güney Kürdistan’daki gelişmelerle ilgili olarak, KBY Başkanı Barzani’nin bir dönem daha Başkanlık yapması gerektiğini söyley- Ermenistan, Kürd edebiyatının vatanı S:11 en Beşikçi, Barzani gibi demokratik, Batılı bir liderin bağımsızlık konusunda önemli bir rol oynadığına dikkat çekti. Kürdistan bölgesindeki duruma da dikkat çekerek tüm siyasi tarafların Barzani’nin göreve devam etmesi yönünde görüş birliğine varması gerektiğinin altını çizen beşikçi, en kısa sürede beklenen referandumun yapılması ve bağımsızlık yolundaki iç sorunların giderilmesinin Kürdlerin geleceği açısından elzem olduğunu söyledi. ‘Kürdçe TV’lerde kalitesizlik dizboyu’ S:13 Anadolu Kürdlerinin ‘Bablîsok’u S:16 Artuklu’da tasfiye mi? S:07 Trans Gazeteci Demishevich: IŞİD destekçileri bize terörist diyor S:14 02 BasHaber SÖYLEŞİ 6 - 12 Temmuz 22015 MANŞET Tampon yeni savaşa yol açar mı? O Mehmet Salih Batırhan rtadoğu’daki siyasi krizlere ve Kürdistan’ın bağımsızlık sürecine karşı adeta bir kılıç olarak kullanılan IŞİD, Güney ve Batı Kürdistan’daki Kürd kazanımlarına saldırarak büyük tahribatlara neden oldu. Kürdistan Bölge Başkanı Mesud Barzani’nin girişimleri ile koalisyon güçlerinden yardım alan Kürdler, Güney ve Batı Kürdistan’dan büyük oranda IŞİD güçlerine ağır zayiat vererek püskürttü. Ancak özellikle Grêspî’nin IŞİD’den kurtarılıp Cezire ile Kobanê bölgelerinin birleşmesinden sonra, Türkiye’de bölgeye askeri müdahele hazırlıkları gündemi işgal etti. IŞİD ve Nusra denetimindeki Afrin ve Kobanê arasındaki Cerablus bölgesinde tampon bölge oluşturmak için askeri yığınak yapan Türkiye’ye tepki gösteren Rojava yetkilileri, Türkiye’nin Suriye’deki radikal gruplara verdiği desteği devam ettirmek için bu tür girişimler içinde olduğunu söyleyerek tehditlerden korkmadıklarını ve topraklarını savunacaklarını ifade ettiler. Sınıra askeri yığınak Kürd güçlerinin Rojava’da Girêspi’yi IŞİD’ten almasından sonra Türkiye’de Rojava’ya karşı girişimler devam ediyor. Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan başkanlığında 30 Haziran’da yapılan Milli Güvenlik Kurulu (MGK) toplantısı sonrasında yayımlanan bildiride, Türkiye güvenliğine yönelik muhtemel tehditler ile alınan ve alınacak tedbirlerin hassasiyetle değerlendirildiği ifade edildi. MGK bildirisi sonrasında Türkiye Cumhuriyeti’nin uzun süre önce gündeme aldığı Rojava’da tampon bölge kurma planı tekrar gündeme geldi. Antep’in Karkamış ilçesine ve Kilis’e binlerce asker ve cephane sevkiyatının yapılması Türkiye’nin bölgeye müdahele girişimi içinde olduğu şeklinde yorumlanıyor. Kürdler kenetlenmiş durumda Türkiye ile Rojava sınırında yaşanan askeri hareketliliğe dikkat çeken Kobanê Kantonu Savunma Bakanı İsmet Şêx Hesen de, Türkiye’nin oluşturacağı tampon bölgenin ya da Rojava’ya yapacağı her saldırının karşılık bulacağını açıkladı. Kürd güçlerinin şu ana kadar Kürd halkını tehdit ve saldırılara karşı koruduğunu ve bundan sonra da korumaya devam edeceğini ifade eden Şêx Hesen, “Şu ana kadar halkımızı koruduk. Bundan sonra da korumaya devam edeceğiz. Türk yetkililerin açıklamaları çok komik. IŞİD ile olan kara bağlantılarını sona erdirdiğimiz için çetelere, IŞİD’e artık yardım yapamıyorlar” dedi. Kürd güçleri mevzilerde Cezire’nin Hasekê kentinde yaşanan gelişmeleri değerlendiren Cezire Kantonu Yasama Meclisi Eşbaşkanı Ekrem Hiso, Hasekê’de Kürd güçlerinin yanı sıra Asuri ve Süryani askerlerin de çatışmalara katıldığını ifade etti. Suriye rejiminin Hasekê’de IŞİD’e karşı hava destekli kara operasyonları başlattığını da vurgulayan Hiso, “IŞİD şimdiye kadar Hasekê’de Kürd bölgelerini doğrudan hedeflemedi. Bölgenin kimi yerlerinde IŞİD ile Kürd güçleri çatışıyorlar” dedi. Kürd güçlerinin IŞİD’in ilerlemesine izin vermeyeceklerini de aktaran Hiso, Rojava’da yenilen IŞİD’in Hasekê’de de geriletileceğini aktardı. Kürdler rejime güvenmiyor Açıklamasının devamın da Hasekê’de IŞİD ile Suriye rejimi arasında yaşanan çatışmalara ve Suriye rejimi ile Kürd güçleri arasında IŞİD’e karşı geliştirileceği iddia edilen anlaşmaya da değinen Hiso, Suriye Hükümeti’ne güvenmediklerini, Hasekê’de Suriye Rejimi ile defalarca çatışma yaşadıklarını ve onlarla hareket etmeyeceklerini aktardı. IŞİD’i Hasekê’de yenebilecek güçte olduklarını YPG ve YPJ’nin bölgeye takviye birlikler gönderdiğini söyledi. ‘Hasekê çatışması IŞİD’in kaderini belirleyecek’ Hasekê’de yaşanan şiddetli çatışmaları gazetemize değerlendiren Gazeteci Ciwan Nedim ise, Hasekê’de Suriye rejimi ile IŞİD arasında yaşanan çatışmalı durumun uzun sürmeyeceğini ve IŞİD’in Suriye Rejimi uçaklarınca yoğun hava bombardımanına tabi tutulduğunu belirtti. Kürd güçlerinin kendi mahallelerini koruduğunu açıklayan Nedim, IŞİD’in bir kaç kez Kürd mahallelerine saldırı girişiminde bulunduğunu, ancak Kürd güçleri tarafından püskürtüldüğünü açıkladı. Hasekê’de yaşanan çatışmanın IŞİD’in kaderini tayin edecek temel bir çatışma oldugunu belirten Nedim, “IŞİD, Deyrazor, Rakka ve Musul’dan getirdiği tüm silahları Hasekê’de kullanıyor. Hasekê IŞİD’in merkezine yakındır. Hasekê ve çevresi IŞİD’ten alındığı takdirde IŞİD’in Suriye’deki ömrü uzun sürmez” diye konuştu. Kobanê’de durum normalleşmeye başladı Öte yandan IŞİD’in 25 Haziran’da Kobanê’ye saldırarak ve 300’ün üzerinde kişinin ölmesine ve 350’ye yakın kişinin yaralanmasına sebep olduğu katliamın yaraları sarılıyor. Güvenlik önlemlerini artıran kent yönetimi her mahalleye yeni savunma birlikleri yerleştirerek, olası IŞİD sızmalarının önüne geçmeye çalışıyor. HDP Milletvekili İbrahim Ayhan: Tampon Rojavayı işgal planı Türkiye’nin girişimi tampon bölgeden ziyade Rojava’yı işgal planıdır. Gerçekleştirilirse Türkiye için büyük bir felaketin başlangıcıdır. Bunu hiçbir şekilde kabul etmek mümkün değildir. Rojavaya girmek savaşmak, savaşı başlatmak aynı zamanda türkiyede de bir savaşı başlatmak anlamına gelecektir ki bu Ortadoğu’da daha büyük krizlere ve kaoslara neden olacaktır. Türkiye’nin böyle bir şeye girmemesi gerekir. Türkiye Rojava’yı tanımak ve onlarla dostluk ilişkisini kurmak durumundadır. Kürdler böyle bir ilişkiyi kurmaktan yana bir tutum içindedir. Bu nedenle Rojava’ya girmek beraberinde çok büyük bir tehlike getirecektir. Umuyor ve diliyoruz ki Türkiye böyle bir yanlışını içerisine girmez ve büyük bir felaketin de başlamasını sağlamaz. Eğer Rojava’yı işgal durumu söz konusu olursa bu Kürd sorununu çözmek istemeyişi ve çözümsüzlük politikasından kaynaklı ola- caktır. Bu nedenle biz bundan yana değiliz. Bu politikanın çok büyük olumsuz sonuçları olacaktır. Çözüme hizmet etmekten ziyade daha fazla savaş ve çatışmayı getirecektir. SETA Uzmanı Can Acun: Türkiye gelişmeleri izliyor Türkiye Suriye’nin kuzeyinde yaşanan gelişmelere yönelik çeşitli hassasiyetler geliştirdi. PYD’nin tek taraflı hareket ederek kantonları birleştirme çabası olduğuna dair bir algı söz konusu. Til Ebyad’ın YPG’nin kontrolüne geçmesi burada bir demografik mühendislik yapıldığına yönelik bir algı Türkiye’yi ciddi anlamda endişeye sevk etti. Hem PKK hem de PYD’nin Til Ebyad’ın alınmasından sonra yaptıkları açıklamalarda Fırat’ın batı yakasına da YPG güçlerinin geçeceği ve IŞİD’in ABD tarafından bombalanmasının ardından Azez hattına kadar Afrin ile birleştirilmesi yönelik bu Türkiye’nin ulusal güvenliği açısından kabul edilemez bir şeydi. Bu bir PYD kuşağının oluşması anlamına geliyor. Bu aynı zamanda Suriye devrimi açısından da bir tehdit oluşturduğu manası vardı. Dolayısıyla Türkiye hem bu süreci desteklediğini düşündüğü ABD’yi hem de sahadaki yerel aktör olan PYD’ye çekincelerini ifade etti. Ve bir caydırıcılık olabilmesi adına da bölgeye askeri tahkimat yaptı. Kırmızı çizgilerini ilan etti. Bu Türkiye’nin bir anda Cerablus ve Çebnemiç bölgesine girip orada bir güvenli bölge oluşturacağı anlamına gelmiyor. Şu an için gelişmeleri izliyor. Eğer muhatabı olan aktörler bir hamleye kalkışmazsa yani YPG ciddi anlamda Fırat’ın batısına geçip bu bölgeye doğru ilerlemezse veya IŞİD Azez hattında muhaliflere yönelik olan saldırılarını bırakırsa Türkiye’nin herhangi bir müdahalesi de söz konusu olmayacak. MANŞET BasHaber 6 - 12 Temmuz 2015 3 SÖYLEŞİ 03 Oytun Orhan: Suriye’ye girmenin maliyeti ağır olur O “Çözüm Süreci başarılı olabilirse Rojava’da fırsatlar var” Orhan, Türkiye’de Çözüm Süreci’nin başarıya ulaşması ve gerçek anlamda devlet ve PKK arasında şiddetin ve silahlı yöntemin araç olmaktan çıkartılması durumunda Suriye’deki Kürd bölgesinin tehditten ziyade fırsata dönüşebileceğini söyledi. Orhan, “İstikrarsız Suriye veya Arap coğrafyası arasına bir güvenli bölge, Kürdler tarafından oluşturulmuş bir güvenli bölgenin bile oluşabileceğini düşünüyorum. Bu aynen Kuzey Irak’taki örnekte olduğu gibi. Irak Bölgesel Kürd Yönetimi ile geliştirilen ilişkiler burada da geliştirilebilir. Ama bunun geliştirilmesi şu an için çok iyimser bir yaklaşım olur” diyerek o noktadan şu an da çok uzağız diye konuştu. Zozan Deşti rtadoğu Stratejik Araştırmalar Merkezi (ORSAM) Uzmanı Oytun Orhan, ordunun Suriye’ye girmesinin maliyetinin çok ağır olacağını belirterek, Ankara’nın uzun diplomatik temaslardan sonra Suriye’yi ikna edemeyeceğini anladığını ve buna göre tavrını netleştirdiğini söylüyor. Suriye’deki olaylar ve Türkiye’nin Suriye politikasına ilişkin olarak; Suriye’de Mart 2011’de ilk sivil halk hareketleri başladığında olayların tamamen rejime yönelik demokratikleşme talepleriyle ortaya çıktığını ve sivil bir halk hareketi olduğunu vurguluyor. Orhan, gelişen süreçle birlikte silahlı direniş hareketine dönüştüğünü, Suriye’de muhalefet geleneğinin olmadığını, Suriye Rejimi’nin güç yoluyla olayları bastırdığını, bu gücü kullanırken her türlü iradeyi gösterdiğini ve karşılığında çok parçalı muhalif bir askeri yapının ortaya çıktığını söylüyor. “Suriye’de otorite zayıflayınca ortam terörize edildi” Suriye muhalefetinin Suriye içerisinden değil daha çok Suriye dışından geliştiği değerlendirmesinde bulunan Oytun Orhan, Suriye’de ki muhalif hareketlerin zaman içerisinde yaşadığı değişim ve dönüşüme dair şunları söyledi: “Gelişen süreç içerisinde Suriye içindeki iç savaşın doğası değişmeye başladı. Suriye’deki olaylar sivil halk hareketinden silahlı boyuta geçti. Süreç içerisinde Suriye muhalefeti de kendi içinde bir bölünme yaşadı. Bir taraftan rejime karşı gruplar varken, bir taraftan da Nusra Cephesi gibi, sonraki aşamada IŞİD gibi terör örgütleri de burada giderek zemin kazanmaya başladı. Aktörler zaman içinde hem artmaya, hem de nitelik değiştirmeye başladı. Dolayısıyla Suriye kaynaklı tehditler bütün ülkelerin, küresel aktörlerin Suriye’den kaynaklı tehdit algılamaları değişmeye başladı. Giderek merkezi otorite zayıflamaya başladı, merkezi otoritenin zayıflamaya başlamasıyla birlikte hem bölgesel güçlerin, hem de bölge dışı aktörlerin soruna müdahalesi dolaylı şekilde gerçekleşti” görüşünü savunuyor. “Türkiye çoklu tehditle karşı karşıya” Türkiye’nin çoklu tehditle karşı karşıya olduğunu savunan Orhan, “Buradaki sorun ortaya çıkan Kürd bölgesinin PKK’nin uzantısı bir güç tarafından kontrol ediliyor olması Türkiye’deki tehdit algılamalarını körükleyen bir unsur oldu. Dolayısıyla çoklu bir tehdit. Bunun dışında tabi mülteci meselesi yine Türkiye açısından bir risk unsuru taşımaya başladı. Bunun yarattığı şuan ki rakamlarla 2 milyon civarında Suriyeli sığınmacı var. Tabi son dönemde özellikle ABD’nin IŞİD’le mücadele koalisyonuna liderlik etmesi bu kapsamda Suriye’deki IŞİD’le mücadelede yerelde PYD ve YPG’yi seçmiş olması ve bu bağlamda Tel Abyad’ın ele geçirilmiş olması belki de Esad Rejimine yönelik politikası kadar ciddi anlamda bir tehdit algılaması, hatta belki dikkatlerin Şam’dan daha çok Qamışlo’ya, Kobanê’ye ve Afrîn’e yönelmesine varacak düzeyde bir etki yarattı” diyor. “Suriye’de dengeleri ABD değiştiriyor” IŞİD’in hala bölgede olması, rejim muhalifleri ve rejime rağmen Kürdlerin bölgede fiili bir devleti nasıl inşa edebilecekleri sorusuna yanıt veren Orhan, “Açıkçası dengeleri değiştiren ABD’nin IŞİD’le mücadele kapsamında YPG’ye destek vermesi bütüwn bu dengeleri değiştirecektir. Çünkü YPG’nin veya Kürdlerin önündeki en büyük iki engel, bu üç Kürd nüfusun yoğun yaşadığı bölgelerde, bölgeler arasında kalan coğrafyada Kürd nüfusun azınlık olmasıydı. Dolayısıyla bu kantonların nasıl birleştirileceği konusunda ciddi bir sıkıntı vardı. Bunun dışında askeri açından da baktığınızda YPG’nin karşısındaki güç o boşluklarda IŞİD tarafından doldurulmuştu ki, IŞİD de askeri dengeler açısından YPG’ye karşı daha üstün bir konumda. Kobanê’de bunu gördük. Kobanê sahasında ciddi bir anlamda bir ilerleme kaydetmişti IŞİD, Kobanê merkezde uluslararası IŞİD’le mücadele koalisyonunun desteği ve daha sonra Peşmergelerin gelişi, ÖSO ve birçok destekle birlikte o püskürtme başarılı oldu. Kobanê kurtarılabildi. Dolayısıyla askeri dengeler açısından da Kürdlerin kendi bölgelerini koruma imkanı var, ama IŞİD’e karşı bir stratejik saldırı boyutuna geçme imkanı yoktu. Dediğim gibi tüm bu dengeleri değiştiren ABD’nin şu anda IŞİD’le mücadele kapsamında YPG’li ittifak yaratması, bu birincisi. İkincisi, Suriye geneli açısından baktığınızda da her ne kadar muhalifler güçlense de Esad Rejimi’ni yıkamasa da ciddi anlamda zayıflatmış da olsa bir güç merkezi olsa da bütün dikkat ve enerjilerini Şam’a yönlendirmiş durumdalar ve şu anda yeni bir cephe açmak istemiyorlar. Kürdlerle, YPG’yle savaşmak düşüncesi içerisinde değiller. Yoksa bu muhalifler de esasında Suriye’nin bütünlüğü konusunda son derece hassaslar. Kürdlerin bu tür bölge oluşturma, otonomi veya federal bölge taleplerine karşı son derece tepkililer ama bunun öncelikle bir hedef olarak görmüyorlar, bütün dikkatleri dediğim gibi Şam’a yönlendirmiş durumdalar” dedi. “Türkiye için IŞİD ve PYD aynı biçimde tehdit” Türkiye’nin hem IŞİD’i hem de PYD’yi tehdit olarak gördüğünü belirten Orhan, “IŞİD bir terör örgütü olarak Türkiye tarafından kabul edilmiş durumda. PYD her ne kadar bir terör örgütü olarak kabul edilmese de Türkiye tarafından terör örgütü olarak görülen PKK’nın uzantısı olduğu kanaati ve hatta aynı örgüt oldukları konusunda genel bir kanaat var. Dolayısıyla her iki yapının da Türkiye tarafından bir tehdit olarak algılandığı ortada, ama Türkiye’nin buradaki kaygısı bu iki güçten birinin diğer güçlere diğer güce karşı Kuzey Suriye’de tamamen zafer elde edip orada tek başına bir kontrol elde etmesi, şu an baktığınızda nispeten bir denge olduğunu görüyorsunuz. Tel Abyad öncesi böyle bir denge vardı. Kürd güçleri ve IŞİD kendi aralarında çarpışıyorlardı ve Kuzey Suriye hattı boyunca daha parçalı bir yapı vardı. Kürtler bazı bölgeleri kontrol ediyordu. IŞİD belli bölgeleri kontrol ediyordu. Ama gidişat tek bir gücün ki bu güç YPG şu anda tek bir gücün tüm Kuzey Suriye hattını kontrol edip çok ciddi bir güç merkezi oluşturacağını ortaya koyuyor. İşte o zaman Türkiye açısında tehdit bu noktada ortaya çıkıyor“ diyor. “Türkiye, Suriye ilişkisinin kopmasını istemiyor” ABD, Rusya ve İran’a rağmen Türkiye’nin Suriye’nin kuzeyinde bir tampon bölge oluşturabileceğini söyleyen Orhan şöyle diyor: “Maliyeti çok yüksek olur, son derece riskli ama Türkiye oluşturabilir tampon. Bunu gerektiğinde yapabilir, bunun meşru zemini de var. Birincisi mülteci hakkı meselesi, artık sürdürülemez Türkiye yetkilileri ifade ediyordu. Tampon bölge isteğinin birkaç nedeni var. Bu sadece Kürd bölgesinin birleşmesiyle ilgili değil. Bu, işin bir boyutu. Diğer boyutu Suriye’yle olan Türkiye’nin bağının kopmasının engellenmesi. Biliyorsunuz Suriye muhalefetiyle yakın ilişkileri var. Halep’e ulaşımı ortada kalacak. Suriyeli muhaliflerle olan bağlantı ortadan kalkacak. Türkiye bunları da, bu riskleri de bertaraf etmek istiyor; çünkü IŞİD’in belki Azaz’ı ele geçirmesi söz konusu olabilir. Azaz çevresinde çatışmalar var. Veya sonrasında YPG bu bölgeleri ele geçirmek isteyebilir. Burada sadece IŞİD yok. Azaz bölgesinde muhalifler de var.” “Türkiye yaşamsal çıkarlarını gözetiyor” Sınırın YPG’nin ya da IŞİD’in kontrolüne geçmesi durumunda Türkiye’nin Suriye ile tüm bağının kopacağını ifade eden Orhan sözlerine şöyle devam etti: “Türkiye bunu da engellemek istiyor. Bir de mülteci meselesi var, gerçekten bu da bence ciddi bir neden. Bir gerekçe kullanıldığını düşünmüyorum, gerçek ve samimi bir neden. Türkiye artık mültecileri Suriye tarafında karşılamak istiyor. Bunun artık sürdürülemez olduğunu düşünüyor. Türkiye tamamen kendi yaşamsal çıkar alanıyla ilgili ve sınırlarıyla ilgili bir konuda tek taraflı olarak adım da atabilir, onay alınmadan veya bir uzlaşıya varılmadan bir adım atılırsa bunun maliyeti Türkiye açısında daha ağır olacaktır.” 04 BasHaber SÖYLEŞİ 6 - 12 Temmuz 42015 HABER “Çözüm Barzani ile mümkün” İ ki haftadan beridir önemli siyasal gelişmelerin yaşandığı Güney Kürdistan’da arka planında İran müdahelesi olduğu iddia edilen ve parlamentoda anayasa değişikliği ve Başkanlık seçimlerini erteleme girişimi üzerine çıkan krizde taraflar uzlaşmaya yakınlaşıyor. 23 Haziran’da Kürdistan Yurtseverler Birliği (YNK), Goran Hareketi ile Yekgirtu ve Komele’nin, İran’ın Erbil Konsolosu’nu Parlamento’ya davet ederek yasa teklifi sunma girişimlerinin PDK ve azınlık partileri tarafından protesto edilmesi ardından siyasi bir kriz baş göstermişti. 23 Haziran’da YNK’nin parlamentoya sunduğu ve Bölge Başkanı’nın parlamento tarafından seçilmesini öngören yasa tasarısının PDK’nin boykotuna rağmen Goran Hareketi ile diğer iki İslami partinin desteğiyle parlamentoya sunulmasıyla patlak veren kriz ve restleşmeler, Barzani’nin tüm partilere uzlaşma önerisi ardından, YNK ve Goran’ın yasa tasarısının iptal edilebileceği yönünde beyanatları ile uzlaşma olasılığı belirdi. KBY’nin IŞİD’le amansız savaşın yanı sıra, bğdçe yokluğu, savaş mağduru 2 milyon göçmen ve büyük bir ekonomik krizle de baş etmeye çalıştığı bir zamanda Goran ve İslami partiler destekli YNK’nin bu tutumu İran’ın KBY’ye karşı Parlamento darbesi girişimi olarak değerlendiriliyor. Bu girişimin ardından bağmsızlık planlarının sekteye uğraması gibi büyük tehlikeler barındırmakla birlikte, tüm siyasi tarafların koalisyonu ile kurulu hükümette de çatlamalara yol açacak nitelikteydi. Nitekim geçtiğimiz hafta görüşlerine başvurduğumuz çoğu PDK parlamenteri de hükümeti oluşturan diğer partilerin bu yasa teklifini ulusal mütabakat oluşmadan apar topar parlamento onayından geçirmelerinin kendileri açısından aynı zamanda hükümeti yıkma girişimi olarak algılandığını, dolayısıyla bu partilerin yasa teklifini geri çekmemeleri durumunda mevcut hükümetin ömrünün çok uzun olmayacağı ve bir seçime gidilmesi konusunda hemfikirdi. ‘Çüzüm için komisyon oluşturuldu’ Gelişmeler sonucunda krize çözüm üretme girişimlerine de hızla başlandığı Güney Kürdistan’da krizin çözümü için görüşmeler gerçekleştirip diyalog kapılarını açmak için Başbakan Nêçirvan Barzani, Kürdistan Genel Güvenlik Müsteşarı Mesrur Barzani ve PDK Parti Meclisi Sekreteri Fazıl Mirani gibi isimlerden oluşan bir heyetin oluşturulduğu bildirildi. Meclis kulislerinde PDK’nin üzerinde müzakereler yürütülebilecek bir proje hazırladığı da gelen bilgiler arasında. Konuyla ilgili görüşlerine başvurduğumuz PDK Milletvekili ve PDK’nin Dış İlişliler Komisyonu Üyesi Liza Felekeddin, PDK’nin siyasi krize çözüm arayışları çerçevesinde çözüm önerilerini içeren bir proje taslağı hazırladığını doğrulayarak, bu projenin içeriğindeki bazı eksikliklerden dolayı kamuoyuna açıklanmadığını, eksikliklerin giderilmesi ardından kamuoyuyla paylaşılacağını söyledi. Felekeddin, Kürdistan tarihinin en büyük ve köklü partisi PDK olarak Barzani’nin dıştalandığı hiçbir girişimi olumlamalarının mümkün olamayacağını, zaten Kürdistan kamuoyu vicdanının da böyle bir şeyi kabul etmeyeceğini sözlerine ekledi. Liza Felekeddin, çözümün sadece Barzani ile olabileceğini söyledi. ‘Görüşmeler sürüyor’ Şimdiye kadar bazı şahısların özel beyanatları dışında yasa tasarısını parlamentoya sunan ve bunu onaylayan diğer siyasi partilerin konuyla ilgili resmi bir açıklama yapmadıklarını ama PDK’li ve bazı hükümet yetkililerinin katılımıyla oluşturulan komisyonun taraflarla görüşmelerinin devam ettiğini aktaran Liza Felakeddin, bu krizin aşılması için beklentilerinin bütün siyasi tarafların ortak bir noktada buluşması olduğunu söyledi. Bu girişimden sonra bahsi geçen siyasi partilerin Barzani’nin halk nezdindeki gücünün farkına vardıklarını dile getiren Felekeddin, bundan dolayı bu siyasi partilerin Barzani’yle 2 yıl daha seçeneğini kabul edebileceklerini tahmin ettiklerini belirtti. “PDK komisyonu işlemez hale getirdi” Konuyla ilgili BasHaber’in sorularını yanıtlayan Goran Hareketi Milletvekili ve Anayasa Hazırlık Komisyonu Başkan Yardımcısı Bahar Mahmud Fettah da PDK’nin takındığı tutumun yasal prosedürlere uymadığını, Anayasa Hazırlık Komisyonu çalışmaları esnasında da diğer bütün siyasi partilerin konuyla ilgili önerilerini komisyona sunduğunu, PDK’nin buna direnç gösterdiğini, bu durumun Anayasa Hazırlık Komisyonu’nu işleyemez duruma getirdiğini, dolayısıyla belirlenen tarihte anayasa yazımının tamamlanmasının mümkün olamayacağı görüldüğü için bu yasa tasarısının parlamentoya sunulmak zorunda kalındığını iddia etti. Fettah, Anayasa Hazırlık Komisyonunun Bölge Başkanı’nın seçimi usulünü, Başkanın görev süresinin biteceği 20 Ağustos’a yetişmesi için yoğun çaba harcadığını ama PDK’nin diğer partilerin önerilerini dikkate almayıp kendi seçeneğinde diretmesi sonucu, partilerin böyle bir yola başvurmak zorunda kaldıklarını savundu. “Goran’ın iddiaları gerçeği dışı” Selahadîn Üniversitesi İletişim Fakültesi Öğretim Görevlisi Dr. Rêzwan Badini ise gerçeğin Bahar Mahmud Fettah’ın söyledikleriyle çeliştiğini, zira bu yasa teklifinin Anayasa Hazırlık Komisyonu çalışmalarında yeteri kadar tartışılmadığını, partilerin kendi aralarında gizli görüşmelerle bu kararı aldığını ve ne PDK yetkilileri ne de kamuoyuyla paylaşılmadan alelacele parlamentoya sunulduğunu ve kendileri tarafından onaylandığını savundu. Bu krizin ortaya çıkmasında dış güçlerin parmağının olduğunun aşikar olduğunu söyleyen Badini, basına yansımamasına rağmen bu patilerin konuyla ilgili kendi aralarında bu trafiğin ve alınan tutumun yanlış olduğunu ve yasanın geri çekilmesi gerektiğini savunan şahsiyetlerin yavaş yavaş ortaya çıkmaya başlladıklarını söyledi. YNK’nin Politbüro Sözcüsü İmad Ahmed’in bunlardan biri olduğunu sözlerine ekleyen Badini buna karşı çıkışların ünümüzdeki günlerde artmasının beklendiğini belirtti. “Kamuoyu Barzani kalmalı diyor“ Barzani’nin ömrünü Kürd halkının üzgürlüğüne adamış, savaşın en ön cephelerinde Peşmerge’yi yalnız bırakmayıp ona mücadele ruhu aşılayan, uluslararası arenada Kürdleri ve Kürdistan’ı büyük bir başarıyla temsil edip Kürd mücadelesini tanıtan kişi olduğunu ve buna rağmen böylesine etik olmayan bir şekilde bertaraf edileceğini zannedenlerin yanıldıklarını aktaran PDK Milletvekili Felekeddin, yediden yetmişe, tüm siyasi çevrelerin tabanları, yani Kürdistan halkının Barzani’sizliği kabul etmediğini, YNK’nin televizyon kanalı NRT’nin gerçekleştirmiş olduğu ‘Barzani kalsın mı, gitsin mi’ anketinde katılımcıların yüzde 80’ine yakınının ‘kalsın’ şeklinde cevap vermelerinin de bunun en bariz örneği olduğunu vurguladı. Barzani: Aranızda uzlaşın Krizin patlak vermesi akabinde günlerce sükunetini koruyan KBY Başkanı Mesud Barzani ise, 6 gün sonra yazılı bir açıklama yayınlayarak tüm partilere, ortaya çıkan krizin ülke çıkarlarına büyük zararlar verebilecek tehlikeler taşıdığını hatırlatarak ‘Kendi aranızda uzlaşıp bu krizi çözün’ dedi. Daha öncesinde de konunun hassasiyetini ve çözüme kavuşturulmasının gerekliliğini siyasi partilere ilettiğini vurgulayan Barzani, meselenin ülke çıkarlarını tehlikeye atacak ve toplumsal huzursuzluğu körükleyecek kriz boyutuna varmasının hiç kimsenin yararına olmadığını söyledi. Parlamento ve siyasi partilere karşılıklı saygı ve uzlaşının tüm zamanlardan daha çok kendini dayattığını hatırlatan Barzani Kürdistan’a karşı büyük saldırıların devam ettiği ve bu saldırılara karşı tarihsel bir direnişin sergilendiği bir zamanda bu meselenin çözülememiş olmasının kaygı verici olduğunu ve konunun en geç 20 Ağustos’a kadar çözüme kavuşturulmasının şart olduğunu söyledi. Tüm tarafların uzlaşıyı prensip eyleyip buna göre hareket etmeleri durumunda kendisinin de üzerine düşen görev ve sorumluluğu layıkıyla yerine getireceğinin garantisini verdi. Barzani ayrıca ekonomik krizin topluma ve özellikle IŞİD’e karşı büyük bir kararlılıkla mücadele yürüten Peşmerge’ye yansımalarına da değinerek Parlamento ve siyasi partilere bu sıkıntıların aşılması için daha fazla çaba harcamalarını istedi. Erbil’den Bağdat’a ultimatom Geçen haftalarda Kürdistan Bölge Hükümeti’nin bağımsızlık ekonomisi açısından tarihi bir adım atarak, kendi petrolünü kendi başına satma kararı almıştı. Hükümet yetkililerinin siyasi parti temsilcileriyle gerçekleştirdiği toplantıda alınan bu kararın ardından siyasi parti temsilcileri Bağdata son bir şans verilmesini dile getirmişlerdi. Bu son şans seçeneği çerçevesine KBY petrol satışıyla ilgili Bağdat’a 3 seçenek sunacak. Haziran başından beri Irak Petrol Ajansı SOMO üzerinden ihraç edilen petrol miktarının düştüğüne dikkat çeken KBY yetkilileri, Bağdat’ın bu anlaşmayı uygulamasını isteyecek. Diplomatik kaynaklar, Erbil’in Bağdat’a sunduğu birinci seçeneğin ‘Bağdat’ın mevcut anlaşmayı olduğu gibi uygulaması, ikincisinin Bağdat’ın o günün fiyatı üzerinden Erbil’den petrol satın alması, üçüncüsünün de anlaşmanın feshedilerek KBY’nin kendi petrolünü bağımız bir şekilde satması olduğunu belirttiler. Maliki’ye, Barzani’nin Musul uyarısı IŞİD’in Musul’a saldırıya geçmesi ardından Irak ordusunun Musul’da IŞİD’e direnmeden kentteki ordunun bütün ağır silahlarını kentte bırakıp kenti terk etmesi ardından Irak Parlamentosunda olayın aydınlatılması için Musul Olayını Araştırma Komisyonu kurulmuştu. Olayla ilgili komisyonun sorularını cevaplayan KBY Başkanı Mesud Barzani, IŞİD’in Musul’a gelişinden önce Bağdat’ı uyardıklarını ve merkezi ordunun kenti terk etmesine rağmen Peşmerge güçlerinin Musul’daki saldırılara karşılık verdiğini söyledi. HABER BasHaber 6 - 12 Temmuz 2015 5 SÖYLEŞİ Mesrur Barzani: Kürdistan’ın bağımsızlığı IŞİD’i bitirir G üney Kürdistan’da, Kürdistan Yurtseverler Birliği’nin (YNK) 23 Haziran’da İran destekli, Bölge Başkanı’nın parlamento tarafından seçilmesini öngören yasa teklifini Kürdistan Demokrat Parti (PDK) boykotuna rağmen diğer siyasi partilerin desteğiyle parlamentodan geçirmesi ardından ortaya çıkan ve Kürdistan Bölge Yönetimi (KBY) Başkanı Mesud Barzani’nin olaya el atmasıyla yumuşama evresine giren siyasi kriz gündemdeki yerini korurken, Ortadoğuyu kasıp kavuran IŞİD’e karşı en ağır yükü Kürdlerin omuzladığı savaş ve bu savaşla ortaya çıkan siyasal ve askeri denklemlerle ilgili önemli açıklamalar KBY Genel Güvenlik Müsteşarı Mesrur Barzani’den geldi. El Monitor’dan Amberin Zaman’a verdiği uzun mülakatta özellikle Güney Kürdistan ve Rojava’da IŞİD’e karşı verilen mücadele, Türkiye’nin son gelişmelerle ilgili takındığı tutum, KBY ile Irak merkezi yönetimi arasında devam eden anlaşmazlıklar ve bu anlaşmazlıkların IŞİD’le mücadeleye olumsuz etkileri ile Kürdistan’ın bağımsızlığının bölge barışına sağlayacağı katkıları değerlendiren Mesrur Barzani, Bağımsız bir Kürdistan’ın IŞİD’i bitireceğini söyledi. IŞİD’e karşı yürütülen savaşta Kürdler kadar bedel ödeyen kimsenin olmadığını, bu mücadelenin daha etkili yürütülebilmesi için KBY’nin büyük ve ağır silahlara ihtiyacı olduğunu, Merkezi yönetimin gerekli ağır silahları göndermeme tavrının savaşın en ağır yükünü sırtlamış Kürdlerin elini zayıflattığını dolayısıyla bağımsızlığını ilan etmiş bir Kürdistan’ın kendi başına kendisi için gerekli her türlü ağır silahı temin edebileceğini ve bu şekilde IŞİD’in belini bükebileceğini vurguladı. ‘Irak uygulanabilir bir proje değil’ Başbakan İyad Alavi’nin düzeltmek için uğraştığı Irak’ta, Kürdistan Bölgesi’nin Kürdlerin Şii bölgelerin Şiilerin ve Sünni bölgelerin de IŞİD tarafından kontrol edildiğini, bu ayrışmanın Irak’ı bir arada tutmayı imkansızlaştırdığını dolayısıyla Irak’ın uygulanabilir bir proje olmadığını belirten Barzani, kendilerinin zorla ayrılmadan ziyade anlaşmalı bir boşanmadan yana olduklarını söyledi. Merkezi yönetimin ısrarla anayasanın, sorunlu bölgelerin referandumla istedikleri yönetime bağlanmasını öngören 140. Maddesi’ni uygulamadığını sözlerine ekleyen Barzani, Irak’ın diğe bölgeleriyle var olan sorunların diyalogla çözülmesinden yana olduklarını ama IŞİD’in diyalog arayışlarının dışında olduğunu ve zaman alsa da IŞİD’in yenilmesi gereken bir güç olduğunu söyledi. IŞİD’le savaşın başladığı geçen yılın Ağustos ayından bu güne 1.280 Peşmerge’nin yaşamını yitirdiğini, 7000’e yakınının da yaralandığı bilgisini veren Barzani, buna karşılık Peşmerge’nin IŞİD’e 11.000 kayıp verdirttiğini ve merkezi yönetim ile üzerlerinde uzlaşıya varılmamış sorunlu bölgelerin de içinde bulunduğu 20.000 kilometre karelik bir alanın IŞİD işgalinden kurtarıldığı bilgilerini verdi. Koalisyon uçaklarının desteğinin önemine de vurgu yapan Barzani, IŞİD karşıtı savaşın yavaş sürdürülmesinin daha çok masum sivillerin ölümünü beraberinde getirdiğini, dolayısıyla uluslar arası toplumun IŞİD’e karşı daha kararlı bir tutum takınıp IŞİD’i yenilgisini hızlandırabileceğini belirtti. ‘Türkiye, Kürdlerden değil IŞİD’den kaygılanmalı’ Rojava’da Kürd güçlerinin Burkan el Fırat güçlerinin katkısıyla Grê Spî’yi IŞİD’den kurtarması ve Cezire ile Kobanê Kantonlarını birleştirmeleri, ardından PKK yöneticilerinin ‘Fırat’ı aşıp Afrin’in de Rojava’nın coğrafi bütünlüğüne katacaklarını belirt- meleri ardından Türk Cumhurbaşkanı ve hükümet yetkilileri ile havuz medyasının dozajı yüksek beyanatlarda bulunup PYD’yi IŞİD’den daha tehlikeli atfederek Fırat’ın hemen ötesindeki Cerablus’un karşısındaki Karkamış’a ağır silahlar yığmasıyla devam eden gerginlikten dolayı Türkiye’nin bu tavrına da değinen Kürdistan Bölge Genel Asayiş Müsteşarı Mesrur Barzani, Türkiye’nin de üyesi olduğu NATO’nun kendi içinde Türkiye’nin IŞİD karşıtı mücadeleye katkı sunacak pozisyona getirmesi gerektiğinin altını çizerek, Suriye’deki gelişmelerin yol açabileceği sıkıntıların sadece orayla sınırlı kalmasından ziyade, bunun Türkiye’deki barış sürecini de sekteye uğratmasından kaygılandıklarını belirtti. Barzani, “Türkler sınırın tüm dünyanın düşmanı olan IŞİD yerine Türklerin dostu olan Kürtler tarafından kontrol edilmesini memnuniyetle karşılamalı” dedi. Kürdlerden kastının sadece PYD olmadığını da hatırlatan Barzani, daha ılımlı Kürd güçleri ve siyasi partilerden söz ettiğini belirterek, IŞİD’in yenildiğini ve Türkiye’deki barış sürecinin hızlandığını görmeyi çok istediklerini, dolayısıyla Türkiye’nin PYD’ye ilişkin kaygıları varsa, ABD’nin de teşvik ettiği ve ılımlılar koalisyonunun kurulmasını destekleyebileceğini de sözlerine ekledi. Rojava’nın, başkenti Erbil olan bir bağımsız Kürdistan’a dahil edilmesi konusunu spekülasyonlara yol açmaması gerekçesiyle yanıtsız bırakan Barzani, kendilerinin Irak Anayasası’na göre meşruluğu belirlenmiş ve uluslararası tanınırlığı bulunan Kürdistan Bölge Yönetimi’ne odaklandıklarını ve bu çerçevede komşu ülkelerle dostane ilişkiler kurmayı umduklarını söyledi. ‘Şengal’deki PYD güçleri misafirimizdir’ IŞİD’in Kürdistan’a saldırması sürecinde Türkiye’nin KBY’nin beklentilerini karşılamaması ardından Şengal’e PDK ile PKK arasında vuku bulan hadiselerde arabuluculuğa soyunmasına da değinen Barzani, Türkiye’nin beklentilerini karşılamaması ardından Şengal’deki hadiselerde rol üstlenmek istemesini geç kalınmış bir girişim olarak değerlendirdi. Şengal’in KBY sınırları içindeki bir yerleşim birimi olduğunu ve Peşmerge güçlerinin sayesinde buradaki sorunun çözüldüğünü vurgulayan Barzani, PYD’nin bu bölgedeki varlığının da Kobanê’ye giden Peşmerge Birlikleri gibi misafir statüsünde olduğunu ve Kürdistan halkının beklentisinin de bu güçlerin gerektiği zamanda kendi bölgelerine geri dönmesi olduğunu söyledi. IŞİD’e karşı bütün Kürdistan parçalarındaki silahlı unsurların birleştiğini ama Tüm parçalar temelinde birleşik bir Kürdistan Ordusu’nun sahadaki gerçeklik göz önüne alındığında bunun için daha erken olduğunu sözlerine ekledi. Süreç itibariyle diğer parçalardaki Kürdlerin KBY’ye destek vermelerinin gerekliliğine de vurgu yapan Barzani, Kandil ve Şengal’in KBY’nin bir parçası olduğunu ve burada PKK’ye düşen bir rolün olmadığını dile getirerek, şartların uygun olması durumunda PKK ve PYD güçlerinin bölgeden çekilmeleri gerekeceğini söyledi. ‘Kürdistan’da Haşdi Şabi’ye geçit yok’ Haşdi Şabi ve İran’ın bölge ile ilgili siyasetlerini de değerlendiren Mesrur Barzani Haşdi Şabi’nin Irak’taki yasal statüsünün netleştirilmesi, anayasa gereği Kürdistan Bölgesi’nin Peşmerge denetiminde olduğundan dolayı da buna riayet edilmesi gerektiğine dikkat çekti. Bazı bölgelerde Peşmergeleri astları olarak görme eğilimleri gösterdiklerini ama Kürdlerin de buna müsaade etmeyeceklerini dile getiren Barzani, bölgedeki bazı güçlerin üçüncü taraflara bağımlılıklarının olduğunu ama KBY’nin temel hedefinin komşularına saygılı müreffeh ve demokratik bir Kürdistan yaratmak olduğunu vurguladı. 05 Artuklu Üniversitesi MESUT YEĞEN 2009’da başlayan çözüm sürecinin dişe dokunur birkaç sonucu olduysa biri TRT 6, biri de Yaşayan Diller Enstitüsü gibi garip bir adla ve lisansüstü seviyede de olsa, birkaç üniversitede ucundan kıyısından Kürtçe eğitimin başlaması oldu. İzleyebildiğim kadarıyla Bingöl, Siirt ve Van gibi birkaç Kürt şehrinde ardı ardına Yaşayan Diller Enstitüleri kurulduysa da, sunulan sınırlı mevzuat içinde Kürtçe eğitim ve Kürtçe eğitime hazırlık işini hakkıyla yapan bir tek Mardin Artuklu Üniversitesi oldu. Hem hükümetin vitrin ihtiyacına cevap verebilmesi için aldığı liberal tutumdan hem de ve daha önemlisi üniversitenin yönetiminde Serdar Bedii Onay ve Kadri Yıldırım gibi işinin ehli akademisyenlerin olmasından ötürü, Artuklu Üniversitesi benzerlerinden hızla ayrıştı ve diğer Kürt şehirlerindeki üniversitelerden oldukça farklı bir çehre edindi. Üniversitenin bu vaatkar hali Türkiye’nin ve dünyanın iyi üniversitelerinden pek çok kaliteli akademisyeni Artuklu’ya çekti. Yaşayan Diller Enstitüsünün yanı sıra iyi sosyal bilimler bölümleri ve iyi bir mimarlık fakültesi oluşturuldu. Bu haliyle Artuklu Üniversitesi Mezopotamya’nın kuzeyinde evrensel standartta ve ama bölgesel karakteri de kuvvetli bir üniversite olmaya doğru ilerliyordu. Ama anlaşılan Artuklu’nun bu hali birileri için kabul edilemez oldu ki, önce üniversitenin yöneticileri garip adli soruşturmalara muhatap oldu, şimdi de üniversitenin çekip çevrilmesinde kilit önemde olduğu söylenen beşi Kürt, biri Arap sekizi kadın 14 yabancı akademisyen işten atıldı. Bu tasarrufları gerçekleştirenlerin tasarruflarına yasal zemini çoktan bulduklarına, oluşturduklarına eminim. Ama zaten işin hukuki kısmının çok da önemli olduğunu düşünmüyorum. Ortada belli ki başka bir şey, başka bir rahatsızlık var. Anlaşılan o ki, Mardin Artuklu Üniversitesinin Kürt şehirlerindeki muadillerinden bu kadar farklılaşması hoş bulunmadı ya da hoş bulunduğu zamanlar geride kaldığı için artık bilinen haliyle Mardin Artuklu Üniversitesine ihtiyaç kalmadı. Belli ki soruşturmalarla başlayan süreç bugün geldiği yerde de kalmayacak ve Artuklu Üniversitesi uygun çerçeveye oturana kadar devam edecek. Bu da şu demek oluyor: Artuklu Üniversitesinin bölgedeki muadilleri gibi, bulunduğu şehrin valiliğinin, askeri garnizonunun devamı gibi çalışan bir devlet dairesine dönmesinin önü açılıyor. Halbuki, beklenen, hele de 7 Haziran seçim sonuçlarından sonra beklenen ve bu sonuçlara yakışan, bölgedeki üniversitelerin yurttaşlarca bildirilen iradenin oluşturduğu atmosferi soluyan kurumlara dönmesiydi. Kürt şehirlerindeki üniversitelerin bulundukları şehirlere açılmalarını beklerken, Artuklu Üniversitesinde olup bitenler aksini, bu üniversitelerin bulundukları şehirlere kapalı olma hallerinin pekişeceğini gösteriyor. Belli ki, Kürt şehirlerindeki üniversitelerin bulundukları şehirlerin ‘yabancısı’ olma halleri devam etsin isteniyor. Halbuki, çözüm süreci denen şey hava civa değilse eğer, beklenen şeylerde biri de Türk devletinin Türkiyelileşmesi olsa gerek. Valiliklerin, bürokrasinin Türkiyelileşmesi eninde sonunda bu pozisyonları dolduranların seçimle gelmesini sağlayacak mevzuat değişikliklerini gerektirdiğinden hemen becerilebilir işlerden değil kabul, ama Kürt şehirlerindeki üniversitelerin Türkiyelileşmesi Artuklu örneğinde görüldüğü üzere mevcut mevzuatla bile mümkündü. Artuklu’da olan bitense devletin Türkiyelileşmesi işinin şimdilik gündemde olmadığını gösteriyor. Bitirirken Kürt siyasetine de bir davette bulunayım: Kürt şehirlerindeki üniversitelerin bulundukları yerlerin atmosferini solumama halinin Kürt siyasetinin gündemine girmesinin zamanı geldi geçiyor. 06 HABER Kürdler, milliyetçilik ve militarizm BİLAL SAMBUR 7 Haziran seçimlerinde HDP’nin barajı aşması, yeni bir tehlike ve bölücülüğün toplumsallaşması gibi gösterilerek yıkıcı bir milliyetçilik, toplumda yükseltilmeye çalışılmaktadır. Meclis başkanlığı seçimleri sırasında MHP’nin kullandığı söylemler, bu partinin HDP’ye tepkisellik temelinde milliyetçiliğin kışkırtılmasından başka bir politik anlayışa sahip olmadığını göstermektedir. MHP, HDP ve Kürt karşıtlığından beslenen ve var olan bir partidir. MHP, olası bir koalisyonda iktidar ortağı olma yeteneğine sahip olmadığını 7 Haziran gecesinden beri ifade ettiği söylemlerle göstermekte ve kalıcı pozisyonunun muhalefette kalmak olduğuna toplumu ikna etmek için HDP ve çözüm süreci karşıtlığı temelinde argümanlar ileri sürmektedir. MHP, hükümete muhalefet etmek isteyen bir parti değildir. MHP, çözüm sürecine ve HDP’ye muhalefet etmek için muhalefette kalmak isteyen bir partidir. MHP’nin HDP’ye muhalefet etmek şeklinde kendisine siyasi bir pozisyon belirlemesi, Meclis başkanlığı seçiminin son turunda gösterdiği tutumla ete kemiğe bürünmüş durumdadır. Meclis başkanlığı seçimlerinde MHP , HDP’nin desteklediği hiçbir adaya oy vermeyeceğini ifade etmiştir. MHP’nin siyasi tercihlerini, HDP belirlemektedir. Bu anlayışın sonucu olarak MHP, son tura kalan CHP’nin adayı Baykal’ı desteklememiş ve boş oy kullanmıştır. MHP, çözüm sürecinin mutlak bir şekilde bitmesi ve HDP’nin yok sayılmasını, koalisyon kurma şartı ve kırmızı çizgisi olarak dillendirmektedir. MHP, çözüm süreci ve Kürt karşıtlığı söylemleriyle Türkiye siyasetinde uzlaşmazlık ve çatışmanın partisi olma konumunu güçlendirmiştir. Türkiye siyasetinde koalisyon senaryolarının konuşulduğu, Kürdofobi ve milliyetçiliğin köpürtüldüğü bugünlerde Rojava’da Kürtler, DAİŞ çetelerine karşı büyük mücadele vermektedirler. Yaşadıkları toprakları ve hayatlarını DAİŞ’e karşı korumak için Kürtler, büyük mücadeleler vermektedirler. Rojava Kürtleri, DAİŞ’in elinde bulunan Tel Abyad’ı kurtararak buradaki çete işgaline son verdiler. Kürtler, Tel Abyad’ı kurtarmakla aynı zamanda Akçakale sınır kapısını da DAİŞ işgalinden ve kontrolünden kurtarmış oldular. Tel Abyad’ın DAİŞ’ten kurtarılmasının en önemli sonucu Kobani ve Cizire bölgesi arasındaki bağlantının tekrar sağlanmış olmasıdır. Başka bir ifade ile faşist Baas rejimi tarafından Kürtleri ayırmak için oluşturulan Arap Kemeri parçalanmış bulunmaktadır. Tel Abyad’ın Rojava Kürtleri tarafından özgürleştirilmesi, Türkiye’de bazı çevreler tarafından bir tehdit olarak sunulmaktadır. Rojava’da bir Kürt devletinin kurulacağı veya Akdeniz’e Kürtlerin inmesinin yolu açılacağı gibi senaryolarla Rojava Kürtleri, Türkiye’ye düşman ve tehdit olarak sunulmaktadır. PYD’nin IŞİD’ten daha tehlikeli olduğu propagandası yapılmaktadır. Bütün bu propagandalar eşliğinde Türkiye’nin Rojava’ya askeri olarak müdahale etmesi ve geniş bir tampon bölge oluşturması sıcak bir şekilde gündeme getirilmektedir. DAİŞ’i Türkiye’nin güvenliğine tehdit olarak değerlendirmeyen bakış açısının, asıl tehlikenin Kürtlerden geldiğini hararetle gündeme getirmesi düşündürücüdür. Rojava Kürtlerinin varlıklarını korumak için DAİŞ’le mücadele etmesinin bir güvenlik sorunu olarak sunulması anlaşılır bir şey değildir. Rojava Kürtleri tehdit gösterilerek milliyetçilik, militarizm ve savaş dalgasının kamuoyunda yaratılmaya çalışılması, büyük bir felakete davetiye çıkarmak anlamına gelmektedir. Milliyetçilik, militarizm ve savaş çığırtkanlığının Türkiye’ye hiçbir faydasının olmadığı açıktır. Türkiye’de militarizmi ve milliyetçiliği besleyen sosyal ve siyasal zeminin kurutulması gerekmektedir. Türkiye’nin milliyetçilik ve militarizmden kurtulması için Kürtler konusundaki algısını, bakış açısını ve anlayışını değiştirmesi gerekmektedir. Türkiye’nin içte ve dışta barışını ve istikrarını korumasının yolu, her alanda Kürtlerin varlığının ve var olma haklarının tanınması ile Kürtleri Türkiye’ye düşman ve tehdit olarak gören bakış açısının değiştirilmesinden geçmektedir. BasHaber 6 - 12 Temmuz 2015 Erken seçim sinyalleri güçleniyor Bese Çelik K oalisyon tartışmaları, Meclis Başkanlığı seçimi ve 29 Haziran’da yapılan MGK toplantısı ile birlikte Ankara gündemi yoğun bir haftayı geride bıraktı. Hafta boyunca Türkiye, Suriye sınırında tampon bölge oluşturacak mı sorusuna yanıt aranırken, Rojava’da ki sıcak gelişmeler ve koalisyon konuları başkent gündeminin ayrı ayrı önemli tartışma başlıkları olarak öne çıkıyor. 7 Haziran genel seçimlerinden sonra kamuoyunda en çok tartışılan ve merak edilen konu hala netleşebilmiş değil. Koalisyonun kimler arasında ve nasıl olacağı, ihmaller ve formüllerin 7 Temmuz’a kadar belirginleşeceği beklentisi kulislerde hakim. HDP’nin “AKP-CHP koalisyonuna dışarıdan destek veririz” söylemleriyle birlikte olası bir AKP-CHP koalisyonuna neredeyse kesin gözüyle bakılırken, sonraki gelişmeler bu ihtimalin zayıfladığı yönünde. “HDP ile aynı cümle içinde bile olmak istemiyoruz” diyerek olası koalisyon formüllerine kapılarını kapatan MHP, 45 gün içinde hükümet kurulamazsa Anayasa gereği kurulacak geçici hükümette HDP ile aynı kabinede yer alabilir. İkinci koalisyon ihtimali MHPAKP iken, MHP’nin ileri sürdüğü şartların AKP tarafından olumlu karşılanmaması sebebiyle MHP’nin ihtimaller dışında kaldığı yorumları yapılmakta. yerek, “Öyle görünüyor ki koalisyonu belirleyecek olan AKP, CHP ya da MHP değil, Cumhurbaşkanı Erdoğan olacak. Erdoğan da bir erken seçim istiyor. Ancak Türkiye, son bir yılda üç seçime gitti ve bu ekonomik olarak ciddi bir sıkıntı, bıkkınlık” yarattığını söyledi. MHP’nin HDP’ye yönelik tavrının yanlış olduğunu söyleyen Özsoy, “Bu bir siyaset değildir, karşıtlık üzerinden yapılan bir siyasettir. Bu, Türkiye için içler acısı bir durumdur. Genel seçimlerde 6 milyon oy almış ve yüzde 13’lük bir oy oranıyla barajı aşmış bir partiyi yok saymaları siyasi açıdan doğru ve etik bir tavır değildir” dedi. CHP İstanbul Milletvekili Eren Erdem: Erken seçimde MHP baraj altında kalacak AKP-CHP koalisyonu tartışılırken MHP’nin Meclis Başkanlığı’ndaki hamlesini sorduğumuz CHP İstanbul milletvekili Eren Erdem şu değerlendirmelerde bulundu: “Koalisyonla ilgili çok fazla tartışma söz konusu. Kamuoyunda büyük bir koalisyon düşüncesi vardı, bu da AKP-CHP koalisyonuydu. Biz de bunu tartışıyorduk. Meclis Başkanlığı seçiminin ardından MHP her zaman yaptığı şeyi yaptı ve AKP’nin önünü açtı. MHP, mecliste AKP’ye altın tepsiyle Meclis Başkanlığı’nı hediye etti. Bana göre bunun demokrasiyle, siyasetle bir ilgisi yok” MHP’yle ilgili eleştirilerini sürdüren Erdem, şunları dile getirdi: “Türkiye demokrasisinde MHP’nin temsiliyeti hak etmediğini görüyoruz. Olası bir erken seçimde MHP baraj altında kalacaktır ki, bizim de temennimiz o yönde. Çözüm Süreci’nin ismi değişebilir En sıcak açıklama Başbakan Yardımcısı Numan Kurtulmuş’tan geldi. MHP-AKP koalisyonu için Çözüm Süreci’nin isminin değişebileceğini, süreçte bazı revizyonların olabileceğini söyleyen Kurtulmuş, “Hükümet olarak, ‘bu iş bitmiştir, kapanmıştır’ diye bir irademiz yok. Çözüm Süreci’nin yanında duran üç partinin aldığı oylar da ortada. Tereddütler, güvensizlikler çıkmış olabilir ama seçim sonuçları çözüm iradesini pekiştirmiş bir iradedir. Buradan kolay kolay kimsenin geri dönmeyeceğini düşünüyorum. Çözüm Süreci’ni Türkiye halletmek mecburiyetindedir. İsmi değişebilir, adımların şekli değişebilir” dedi. HAK-Par Genel Başkanı Fehmi Demir Parlamentodaki partilerin çözüm üretme konusunda yetersiz kaldıklarını dile getiren HAKPAR Genel Başkanı Fehmi Demir, dört partinin de somut çözüm önerileri olmadığını en fazla bir içinde erken seçim olacağını ifade etti. Demir görüşlerini şöyle sürdürdü: “Dört partinin de somut çözüm önerileri ve koalisyon önerileri yok. Meclis Başkanlığı seçiminde MHP’nin tutumu nedeniyle, bir AKPMHP koalisyonunu ihtimalinin güçlü olduğu söyleniyor. MHP iktidar ortağı olmak iktidarın nimetlerinden faydalanmak isteyecektir. Bu çerçevede AKP-MHP koalisyonu olasılığı yüksek görünüyor ama AKP-CHP koalisyonunun da kapısı kapalı değildir..” Erken seçim mi geliyor? Cumhurbaşkanı dışında erken seçime sıcak bakan partilerden biri de HDP. HDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş basına verdiği bir demeçte, “Taşların yerine oturması için yeni bir seçim gerekiyor. Koalisyon kurulabilir ama asla uzun ömürlü olmaz” diyerek erken seçim sinyali verdi. CHP Genel Başkan Yardımcısı Mehmet Bekaroğlu da geçtiğimiz hafta içinde bir gazeteye yaptığı açıklamada, Cumhurbaşkanı’nın erken seçim istediğini söyledi. ÖDP Genel Başkanı Alper Taş MHP-AKP koalisyonunun birçok sorunu içinde barındıracağını söyleyen ÖDP Genel Başkanı Alper Taş, aynı zihniyette olanların çakıştığını belirtti. Taş: “7 Haziran seçimler öncesi zemin oluşmuştu zaten. Özellikle Çözüm Süreci’nin bitmesi, masanın reddedilmesi, devlet içinde yerleşmiş cemaat kadrolarının yerine MHP’li kadroların konumlandırılması aslında MHP ve AKP arasında 7 Haziran öncesinde ilişkilerin başladığını nesnel olarak ortaya koyuyor. Meclis başkanlığı seçimlerinde de bu açığa çıktı. Birkaç aşılması gereken konu var, onları da aşacaklardır. Ama bu koalisyona karşı HDP, CHP ve parlamento dışındaki sol ve sosyalist partilerle birlikte bir muhalefet koalisyonu kurmalı ve yüzde 60’a karşı yüzde 40’ın muhalefetinin kurulması gerekiyor. Ama bu öyle bir muhalefet olmalı ki AKP ve MHP tabanında fikrini değiştirebilecek ve daha demokratik bir Türkiye’ye çekme konusunda ikna etme ve kazanmaya yönelik bir koalisyon olmalı.” Anayasa’ya göre ne olacak? Anayasa’ya göre TBMM Başkanlık Divanı oluştuktan sonraki 45 gün içinde yeni Bakanlar kurulmazsa ya da kurulsa bile güvenoyu alamazsa Cumhurbaşkanı’nın TBMM Başkanı İsmet Yılmaz’a danışarak, seçimlerin yenilenmesine karar vermesi gerekiyor. Mevcut hükümetle seçime gidilebilir 45 günlük Anayasal süre, sonuna kadar kullanılmadan seçenek kalmadığı gerekçesiyle Meclis’te bir erken seçim kararı alınması durumunda ise, seçime mevcut hükümetle gidilebilecek. Bunun için Cumhurbaşkanı’nın seçimlerin yenilenmesine karar vermesi yerine, TBMM Genel Kurulu’nun toplanarak erken seçim kararı alması gerekiyor. HDP Bingöl Milletvekili Hişyar Özsoy: Erdoğan erken seçim istiyor Sorularımızı yanıtlayan HDP Bingöl milletvekili Hişyar Özsoy, koalisyonu ve olası erken seçim tartışmalarını parlamentodaki partilerin değil de Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın belirlediğini söyle- PAK Genel Başkanı Mustafa Özçelik Kürd sorunu ve demokrasiyi algılama biçimleri üzerinden konuyu değerlendiren PAK Genel Başkanı Mustafa Özçelik, MHP’nin daha ırkçı ve şiddetten yana olduğunu öte yandan AKP ile siyaseten köklü farklılıkların olmadığını ifade etti. Özçelik, “Mevcut parlamento tablosundan AKP-CHP’de, AKP-MHP’de çıkabilir, bir erken seçim de çıkabilir. Bu anlamda AKP-MHP koalisyonu ebetteki sorunun farklı bir eksene kaymasına neden olabilir. Bizce Türkiye devletinin çıkarlarını ön plana alacaklardır, bu anlamda bir beklenti içerisinde olmamak gerektiğini düşünüyorum. Erken bir seçim şuan ki parlamento tablosunu değiştirecektir.” diye konuştu. BasHaber HABER 6 - 12 Temmuz 2015 Artuklu tasfiye mi ediliyor? A rtuklu Üniversitesi’nde geçtiğimiz hafta çoğunluğu kadın 14 yabancı öğretim üyesinin görevlerine son verilmesine yönelik tepkiler devam ediyor. Konuyla ilgili bir basın açıklaması yapan Mardin Artuklu Üniversitesi Bağımsız Üniversite Platformu bu uygulamanın hukuk dışı olduğunu söylemiş ve uygulamanın bir an önce durdurulması talebinde bulunmuştu. Bir süre önce Kürdoloji bölümünde yapılan çalışma ve araştırmaların özellikle resmi devlet refleksini rahatsız ettiği ve bölüme dair bir temizliğin yapılacağı konuşulmuş, ardından da bölümün müdürü Kadri Yıldırım alakasının olmadığı anlaşılan bir mevzudan gözaltına alınmış ve siyasi hesapların üniversiteyi karıştıracağının işaretleri verilmişti. Üniversite yönetimi ise, yabancı öğretim üyesi kontenjanının aşılmış olmasını gerekçe göstererek uygulamayı savunmuştu. Felsefe, Sanat, Antropoloji, Doğu Dilleri, Yaşayan Diller Enstitüsü gibi birçok bölümden, öğretim üyelerinin görevlerine son verilmesi ve görev sürelerinin uzatılmamasına gerekçe olarak gösterilen, YÖK tebligatına, itiraz eden Bağımsız Üniversite Platformu, bu uygulamanın yasal prosedürlere uymadığını savundu. Son yıllarda Kürd, Süryani, Arap gibi birçok etnik aidiyete sahip akademisyeni ile asimilasyona uğramış dil ve kültürler üzerine yaptığı araştırmalarıyla ilgi odağı olan Artuklu Üniversitesi, kimi zaman siyasi iktidarın hedefine aldığı, kimi zaman siyaset arenasındaki gelişmelere kurban edilmeye çalışılan üniversitelerden biri oldu. Eski Yaşayan Diller Enstitüsü Müdürü ve şimdiki HDP milletvekili Prof. Dr. Kadri Yıldırım’a karşı, yetkisi ve ilgisi olmayan bir konu üzerinden soruşturma açılması ve Yıldırım’ın gözaltına alınması, yine üniversite içerisindeki bazı yönetici ve akademisyenleri tarafından Yaşayan Diller Enstitüsü’nün bazı öğretim görevlilerine yönelik uyarı raporları hazırlanması ve etik olmayan yollarla bürokratik yaptırımlara maruz bırakılmaları gibi uygulamalar yaşanmıştı. Üniversite yönetiminin değişmesi ile birlikte geçtiğimiz hafta çoğu farklı kimlik ve ülkelerden öğretim üyelerinin görevlerine son verilmesi de ‚üniversite bünyesinde yeni bir operasyon mu yapılıyor‘ sorularını akla getirdi. Öğretim görevlileri mağdur edildi Üniversite bünyesindeki farklı fakülte ve bölümlerde eğitim veren akademisyenler sözleşmeleri bitmeden ve kendilerine danışılmadan alınan bu kararın yanlış olduğunu ve düzeltilmesi gerektiğini belirterek bu uygulamanın üniversitenin çoğulcu yapısına yönelik bir operasyon olabileceğine dikkat çekti. İşine son verilen öğretim üyelerinin 8’i kadın olmak üzere 6’sı Batı ülkelerinden, 5’i Kürt ve birinin de Arap olduğu dikkat çekerken, öğretim üyelerinin yabancı uyruklu olması ve çoğunun da kadın olması nedeniyle cinsiyetçi ve yabancı karşıtı bir tavrın söz konusu olabileceği dile getiriliyor. Üniversite yönetimi tarafından alınan bu karara tepkiler devam ederken, Artuklu Üniversitesi Öğretim Üyeleri Perwiz Cîhani, İbrahim Bor ve Mikail Bülbül öğretim üyelerinin görevlerine son verilmesi hakkında BasHaber’e değerlendirmede bulundu. Görevine son verilen öğretim görevlilerinden Kürdoloji Bölümü Öğretim Üyesi Dr. Perwîz Cîhanî, bu uygulamayla öğretim görevlilerinin mağdur edildiğini ve hukukun çiğnendiğini söyle- yerek, kimseye işlerine neden son verildiğiyle ilgili bir açıklamanın yapılmadığını ifade etti. Bu uygulamadan dolayı kaygılı olduklarını ve hem maddi hem manevi açıdan mağdur olduklarını dile getiren Cîhanî, “Ev tuttuk, yurtdışındaki evlerimizi kiraya verdik, dönmemiz de zorlaştı. Çünkü yurt dışında çalıştığımız kurumlardaki sözleşmelerimizi feshetmiştik. Bu uygulamaya itiraz edip bunu gerçekleştirenler hakkında şikayetçi olacağız. Mevcut yasalara göre haklıyız ve hakkımızı savunacağız. Avukat tuttuk, bu işin peşini bırakmayacağız ve sonuna kadar buna karşı direneceğiz” dedi. “Üniversite tek tipleştiriliyor” Artuklu Üniversitesi Felsefe Bölüm Başkanı ve Bağımsız Üniversite Platformu Sözcüsü Doç. Dr. İbrahim Bor ise bu uygulamanın dünyanın hiçbir yerinde kabul edilemeyeceğini, görevlerine son verilen hocaların üniversiteye önemli katkılar sağladıklarını ifade ederek, görevlerine son verilen öğretim üyelerinin hepsinin yabancı olmasının akla yabancı düşmanlığını getirdiğini söyledi. Öğretim üyelerinin hepsinin alanlarında çok yetkin olduğuna dikkat çeken Bor, “Artuklu Üniversitesi için planladığımız şey, önümüzdeki 10 yılda vizyon sahibi Türkiye’den ve yurtdışından başarılı akademisyenleri buraya davet etmek idi. Özellikle Kürd, Süryani, Arap dili ve kültürü üzerine çalışmalar merkeze alınınca kısa sürede Artuklu bir cazibe merkezi haline geldi. Çok güçlü bir akademik kadro oluştu. Öyle anlaşılıyor ki yeni yönetim bu çoğulcu akademik kadroyu haz edemiyor. Kafalarındaki üniversitenin nasıl olduğunu bizde bilmiyoruz. Ciddi olumsuz sonuçlar doğurabilecek uygulamalarla karşı karşıyayız.” diyerek, üniversitedeki çoğulcu yapının yok olacağına yönelik kaygılarını dile getirdi. Üniversite bünyesinde çok farklı dünya görüşlerinden başarılı akademisyenlerin olduğunu ve hem dünyada hem de Türkiye’de birçok akademisyenin Artuklu Üniversitesine yöneldiğini dile getiren Bor şöyle devam etti: “Mimarlık Fakültesi’nde yapılan çalışmalar bu başarı örneklerinden bir tanesidir. Türkiye ve dünyanın farklı üniversitelerinden birçok akademisyen bu fakülteye geldi ve bir anda Türkiye’nin en prestijli fakültesi haline geldi. Ama yeni yönetimin başa geçmesinin hemen akabinde bu hocalardan sekiz tanesi ayrılmak zorunda kaldı. Çünkü eski demokratik ve çoğulcu yapının devam etmeyeceği kanaatine vardılar. Tek tipçi, belli bir politik grubun yönetimde hakim olmasından sonra üniversitede sıradanlaşma eğilimine girdi. Belki amaç ta buydu. Yavaş yavaş bu duruma doğru gidiliyor.” Artuklu Üniversitesi Kürt Dili ve Kültürü öğretim üyesi Mikail Bülbül ise söz konusu öğretim üyelerinin işten çıkarılma yönteminin usulen yanlış olduğunu ve bunun öncede istişare edilmesi gerektiğini söyleyerek, “Umarım bu yanlıştan geri dönülür, zira görevlerine son verilen öğretim üyelerinin hepsi de alanlarında çok başarılı öğretim üyeleridirler” dedi. ‘Siyasi yönünün olduğunu düşünüyoruz’ Elde ettiği başarılardan dolayı mevcut siyasi iktidarın da hedef tahtasına giren Artuklu Üniversitesinde hem öğretim üyelerinin işten çıkarılma yöntemleri hem de yönetimin öne sürdüğü gerekçeler bu uygulamanın siyasi bir tavırdan kaynaklanabileceği yönünde şüphelere neden oldu. Perviz Cîhanî de bu konuya dikkat çekerek bu uygulamanın siyasi yönünün olabileceğini dile getirerek, işten çıkarılmalarıyla ilgili yönetimin herhangi bir açıklama yapmadığını söyledi. Daha önce üniversitede görev yapan Prof. Dr. Kadri Yıldırım’ın da siyasi nedenlerle hedefe alındığını hatırlattığımız Cîhanî, üniversite yönetimiyle şimdiye kadar görüşmediklerini ama görüşmeyi düşündüklerini dile getirerek, “Olayın siyasi bir zemine taşınmasını istemiyoruz. Konuyu aramızda tartışıyoruz. Geçen sene Kadri Yıldırım Hocaya da ciddi sorun çıkarmışlardı. Kadri Hoca güçlü tutumuyla saldırıları bertaraf etti. Bu da ona benzer bir uygulama gibi” dedi. 07 Meclis Başkanı seçimleri ve restorasyon HAKAN TAHMAZ AK Parti’nin adayı İsmet Yılmaz’ın Meclis Başkanı seçilmesinden yeterli ders çıkarılırsa 7 Haziran seçim sonuçlarını fırsata dönüştürmek mümkün olacak. Seçimler restorasyon veya normalleşme ihtiyacına imkân sunuyor. Geniş tabanlı koalisyon hükümeti kurulmasını hükmetti. Bununla AK Parti’nin 13 yıllık tek parti iktidarının dayatmalarına, toplumu kutuplaştırıcı, parçalayıcı siyasetine, hukuku ayaklar altına almasına, mezhepçiliğine ve padişahlık özentisine son verilebilir. İlk önce AK Parti karşıtlarını bir cephede toplama yaklaşımının yanlışlığı kavranmak durumunda. Çünkü normalleşme ve restorasyon, yüzde kırk birlik AK Parti’yi sürecin dışında tutarak başarılamaz. Ayrıca geride kalan yüzde altmışlık CHP, HDP ve MHP’nin bir blok olarak hareket etmelerinin imkânı yok. Meclis Başkanı seçimlerinde bu görüldü. HDP ve MHP iki ayrı dünyanın partileri. AK Parti karşıtlığı dışında ciddiye alınabilir ortak noktaları yok. Bu neden muhalefet seçimlerden “yüzde altmış blok” çıktı diye düşünmek, buna göre beklenti içine girmek ve siyaset oluşturmak çok yanlış ve isabetsiz. Aslında bu siyaset tarzı, Recep Tayyip Erdoğan’ın 13 yıldır seçimlerde toplumu kutuplaştırarak başarı elde etmesinin benzeridir. Erdoğan, bu tarzı ile ilk kez bu seçimlerde istediği sonucu elde edemedi. Muhalefet, Meclis Başkanlığı seçimlerinde bunu uygulamak istedi, başarısız oldu. Bu nedenle AK Parti adayının Meclis Başkanı seçilmesine neden şaşılıyor anlamak mümkün değil. MHP’nin Meclis Başkanı seçiminde sergilediği tutumu ayıplamayı da anlamak zordur. Şimdiye kadar hiç başka türlü davranmadı. MHP’nin HDP’nin demokratik meşruiyetini hiçe sayan bir tavrını sessizce izleyenlerin AK Parti’den farklılıklarının belirsizleşmesini göze almaları, 13 yıllık hoyratça kullanılan iktidar olanaklarının sonucu. Ancak bu korku üzerine inşa edilen bir gelecek olamaz. Siyaset, yalnızca AK Parti’yi ve Erdoğan’ı zayıflatmaya indirgendiği için HDP ile MHP aynı blokta görme yanlışına düşülüyor. MHP, AK Parti’den oldukça fazla statükocu, sağcı ve iki partinin Türk milliyetçiliği ise karşılaştırılamaz. Buna rağmen MHP’den beklenti içinde olmak, MHP kavramamak ve ırkçılığının derinliğini göz ardı etmek ciddi bir sorundur. MHP ile birlikte normalleşmeyi ve restorasyonu gerçekleştirmek mümkün değildir. Ya da demokratikleşme adına bunu savunabilmek mümkün değildir. 7 Haziran sandık sonuçları AK Parti ile normalleşme ve restorasyon sürecini gerekli kılıyor. Bunu doğru okuyamamak ya da “hiçbir koşulda AK Parti ile birlikte olmayız” gibi seçim öncesi isabetsiz çıkışların esiri olarak arayışlar içerisine girmek AK Parti’nin işini kolaylaştırıyor. Meclis Başkanı seçimlerindeki hezimet, AK Parti’nin zayıflayarak çıktığı seçimlerden başarı elde etmesini sağladı. Meclis Başkanı seçimlerinden AK Parti güçlenerek çıktı. Kısa süre sonra koalisyon görüşmeleri başlayacak. Türkiye’nin duran barış sürecini işletecek, demokratik restorasyonu yapacak, Türkiye’nin bölgede felakete sürüklenmesini önleyecek ve MHP’yi koalisyondan uzak tutacak koalisyona ihtiyacı var. MHP’nin içinde yer aldığı bir koalisyon ülkede Kürdlerle çatışmayı, bölgede savaşı getirecektir. HDP’ye karşı alınan tavır sürdürülebilir değildir. Ancak Kürd düşmanlığı, Rojava’da yaşananlar AK Parti ile MHP’yi bir birine yaklaştırıyor. Eğer 7 Haziran gecesi ilan edilen pozisyonlarda değişikliğe gidilmezse, geriye erken seçim tercihi kalıyor. AK Parti, bunu tercih etmişe benziyor. Bunu engellemek ise muhalefetin marifetine kalmış durumda. Meclis Başkanı seçimlerinde düşülen yanlışa düşülmemesi ve savaştan uzak durulması CHP’nin ezber bozan tutumuyla olasıdır. Deniz Baykal’a seçimlerinin son turunda 50 oy veren HDP, bu yolda CHP’yi cesaretlendirmek istedi. HDP ile ilişkilerinde cesaretli davranan ve Kürd korkusunu tam yenen CHP’yi, masada AK Parti karşısında güçlü kılacaktır. 08 BasHaber SÖYLEŞİ 6 - 12 Temmuz 82015 SÖYLEŞİ İsmail Beşikçi: Barzani bir dönem daha Sosyolog-Yazar İsmail Beşikçi Kuzeyli Kürdlerin, Türkiyelileşerek Kürdistani olmaktan koptuklarını söyleyerek, HDP’nin Türkiyelileşme projesinin doğru olmadığını ifade etti. Güney Kürdistan’daki gelişmelerle ilgili olarak, KBY Başkanı Barzani’nin bir dönem daha Başkanlık yapması gerektiğini söyleyen Beşikçi, Barzani gibi demokratik, Batılı bir liderin bağımsızlık konusunda önemli bir oynadığına dikkat çekti. “Doğu’da Değişim ve Yapısal Sorunlar/Göçebe Alikan Aşireti” üzerine hazırladığı tez ile doktor ünvanı alan Sosyolog-Yazar Yeter Polat Kürdistan meselesinin mağdurusunuz, uzun yıllar Kürdlerle ilgili yaptığınız araştırmalar nedeniyle cezaevinde yattınız. Kürdlerin mücadelesini kısaca anlatır mısınız, nasıl başladı bu mücadele ve şu anda hangi aşamaya geldi? 1960’lar ve 2010’lar söz konusu olduğu zaman, küçük bir karşılaştırma yapıldığı zaman, Kürdlerin mücadelesinde, nereden nereye gelindiği görülmektedir. 1950’lerde, 1960’lara, 70’lerde ve sonrasında, Kürdler, Kürd dili inkar ediliyordu. Kürdlerin Orta Asya’dan gelen bir Türk boyu olduğu vurgulanıyordu. Kürdçe diye bir dil olmadığı, ‘Kürdçe denen dil’in, Tükçe’nin ilkel bir ağzı olduğu söyleniyordu. Kürd, Kürdçe, Kürdistan gibi sözcükler yasaktı. Kürdlerden, Kürdçe’den söz edenler çok ağır idari ve cezai yaptırımlarla karşılaşıyordu. Kürdlerin Türklüğe asimilasyonunu gerçekleştirmek için çok yoğun ve yaygın asimilasyon programları uygulanıyordu. Kamu yönetimi, siyasal partiler, basın, eğitim kurumları, kışla, üniversite, yargı kurumları, din, aile asimilasyon yolunda etkin bir şekilde kullanılıyordu. Kürdlerin, Kürdçe’nin inkar edilmesi, resmi ideolojinin çok önemli bir boyutudur. Resmi ideolojinin herhangi bir ideoloji olmadığını, devletin, idari ve cezai yaptırımlarıyla korunan ve kollanan bir ideoloji olduğunu vurgulamak gerekir. Resmi ideolojinin, bilimin ve siyasetin kavramlarıyla eleştirilmesi çok önemlidir. Özellikle 1970’leden sonra, Diyarbakır Sıkıyönetim Komutanlığı Askeri Mahkemesi’nde gerçekleşen duruşmalardan sonra, yani 12 Mart rejiminden sonra, bu eleştiriler yoğun bir şekilde sürdürülmüştür. Kürdlerin, Kürdçe’nin, Kürd kimliğinin savunulmasında, Devrimci Doğu Kültür Ocakları’nın rolü, 1971 savunmaları çok önemlidir. 1980’lerin ortalarında başlayan, 30 yılı aşkın bir zamandır süren gerilla mücadelesi şüphesiz vurgulanması gereken bir süreçtir. Bugün durum, kuşkusuz çok değişiktir. Kürdçe’nin çeşitli lehçeleriyle ilgili yayınlar artmaktadır. Kürdçe kitap yayımlayan yayınevlerinin sayısı gittikçe artmaktadır. Kürdçe öğrenenlerin, Kürdçe öğretenlerin sayısı artmaktadır. Üniversitelerde, Kürdoloji bölümleri açılmaktadır. Kürd, Kürdistan, adıyla siyasal partiler kurulabilmektedir. Bu partiler siyasal mücadele yürütebilmektedir. Partiya Azadiya Kurdistan (Kürdistan Özgürlük Partisi) 2014 yılında çok büyük ve kararlı mücadeleler sonucunda kurulabilmiştir. Genel seçimlerde ve yerel seçimlerde, siyasal partiler Kürdçe propaganda yapabilmektedir. Bugün, kültürel ve demokratik hakları geliştirmek için yoğun ve yaygın bir mücadele yürütülebilmektedir. Kürd meselesini toprak ve devlet sorunu olarak görüyorsunuz, hakim Kürd siyaseti Kuzey’de bu taleplerinden neden vazgeçti? Kürd sorunu toprak sorunudur. Bu bakımdan ‚Kürdistan sorunu‘ olarak değerlendirmek daha doğrudur. Kürd/Kürdistan sorunu. Kürdistan’dan vazgeçmek mümkün değildir. Dünya uluslar ailesinin eşit bir ferdi olmaya çalışmak önemli olmalıdır. Bugün dört devlet birbirleriyle işbirliği yaparak Kürdleri yönetiyor. Kürdlerin geleceğini bu devletler belitliyor. Kürdlerin hakları ve özgürlükleri için yürüttükleri mücadeyi bastırmak için her yolu deniyorlar. Halbuki, Kürdlerin kendi kendilerini yönetmeleri, kendi geleceklerini bizzat kendilerini belirliyor olması esastır. Önemli olan budur. Bugün nüfusu çok küçük olan halklar kimlik sahibiyken, uluslar ailesi içinde eşit konumda olma mücadelesi yürütüyorken, Kürdlerin bunu küçümsemesi sağlıklı bir durum değildir. Uluslararası planda, dört yılda bir düzenlenen Olimpiyatlarda nüfusu çok küçük olan halklar da temsil edilmektedir. İsmail Beşikçi Kuzeyli Kürdlerin hayatına da bu kitapla girmiş ve Sarı Hoca lakabını lakabıyla her Kürd evinin adeta onur konuğu sayılmaya başlanmıştı. 1970’de görevine son verilen Beşikçi, 1971 yılında Diyarbakır’da tutuklandı. Bu aynı zamanda uzun yıllar sürecek hapis ve yargılama sürecinin de başlangıcı olacaktı. Kürdler üzerine kitaplar yazan Beşikçi, resmi ideolojinin bilime ve Kürdlere yönelik politika ve uygulamalarına yine bilimi refere ederek eleştiriler yöneltti. 17 yıl 2 ay cezaevinde yatan Beşikçi, resmi ideolojinin Kürdleri inkar politikasını eleştirmekten hiç bir zaman vazgeçmedi. Kürdçe’nin ve Kürdistan’ın varlığını her platformda dile getiren ve savunan Beşikçi ile Kürd ve Kürdistan mücadelesinin dününü ve geleceğini konuştuk. Yakındoğu’da, Ortadoğu’da, nüfusu 50 milyondan fazla olan Kürdlerin, böylesine uluslararası bir yarışmada temsil edilmemesi, gelecekte, Kürd kuşaklarının kabul edebileceği bir durum değildir. Hele hele bazı sportif yarışmalarda, üstünlük kazanan, madalya kazanan Kürdlerin bu başarılarını, Türklere, Araplara veya Farslara kaydedilmesi, gelecekteki Kürd kuşaklarını elbette çok rahatsız edecektir. 1920’lerde, Milletler Cemiyeti döneminde, Yakındoğu’da, Ortadoğu’da kurulan statükoda Kürdlere/Kürdistan’a bir statü verilmedi, Dönemin iki emperyal gücü Büyük Britanya ve Fransa ve Yakındoğu’nun, Ortadoğu’nun iki köklü devleti Osmanlı İmparatorluğu ve onun devamı olarak Türkiye Cumhuriyeti ve İran İmparatorluğu ve devamı olarak yeni İran Şahlığı, Kürdlerin/Kürdistan’ın bölünmesini, parçalanmasını, paylaşılmasın sağladı. Kürdleri/Kürdistan’ın bölen, parçalayan, paylaşan devletler Kürdlere hiçbir hak tanımadan veya hak tanıyormuş gibi görünerek bu statükonun aynen devam etmesini istemektedirler. Bu statükonun sürdürülmesi için her önlemi alıyorlar. Örneğin, ‘Kürdlere bir çakıl taşı bile vermeyiz ‘demektedirler. Kürdlerin de ‘biz zaten istemiyoruz ki’ demeleri çok yanlıştır. 1920’ler, Milletler Cemiyeti dönemi. Kürdlerin, Kürdistan’ın bölünmesi, parçalanması, paylaşılması… Bölünme, parçalanma, paylaşılma… Bu, Kürdlerde, Kürdistan’da, bir insanın iskeletinin parçalanması, beyninin dağıtılması gibi bir sonuç ortaya çıkarmıştır. Bu bir ulusun, bir ülkenin başına gelebilecek en büyük felakettir. Bu dönemin, anti-Kürd uluslararası nizamının bilincine varmak, bilimle, siyasetle bu durumla mücadele etmek gerekir. 1920’lerin, Kürdleri, Kürdistan’ın, üçüncü bölünmesi, parçalanması ve paylaşılması olduğunu da unutmamak gerekir. Türkiye’nin demokratikleşmesi sü- reci Kürdlerin temel sorunu haline nasıl geldi, bu nasıl oldu? Kürd dinamiği, Türkiye’nin çok önemli toplumsal ve siyasal bir dinamiğidir. Kürdlerin, hakları ve özgürlükleri için yürüttükleri mücadeleler, bu mücadelelerin getirdiği fiili kazanımlar Türkiye’nin demokratikleşmesinde önemli rol oynamaktadır. Kürdlerin bu mücadelesi Türkiye’yi demokratikleştirir. Ama, Türkiye’yi demokratikleştirecek esas süreç, Türk siyasal partilerinin, yani Türkiye partilerinin, Kürd haklarının ve özgürlüklerinin kazanılmasında gösterecekleri çabadır. Gerek Türkiye’de, gerek Kürdistan’da Kürdlerle birlikte yürütülecek bu mücadeleler demokratikleşmenin kalıcılaşmasını da sağlayacaktır. Devlet, Kürdlerin hak ve özgürlük mücadelesini bastırabilmek için, fiili kazanımları geriletmek için büyük bir çaba içindedir. Bu baskı şüphesiz demokratikleşmeyi engeller. Kürdler, Türklerle birlikte olduğu sürece, yani, Kürdler, Türkler tarafından yönetildiği sürece, SÖYLEŞİ BasHaber 6 - 12 Temmuz 2015 9 SÖYLEŞİ a görevde kalmalıdır bu baskı eksik olmaz. Kürdleri, Kürdçe’yi inkar, resmi ideolojinin çok önemli bir boyutuydu. Bugün artık inkar yok. Ama asimilasyon devam ediyor. Kürd diliyle eğitime karşı çıkılması asimilasyonu sürdürmek anlamına gelmektedir. Asimilasyon ancak baskı yöntemleri yaşama geçirilerek uygulanır. Devletin, okul, basın, din gibi ideolojik baskı araçları, karakol, mahkeme, cezaevi gibi zorlayıcı baskı araçları etkin bir şekilde kullanılır. Demokratikleşmeyi engelleyen, demokratik toplum kurulmasına engel olan esas unsur budur. Kürdlerin kendi kendilerini yönetir bir hale gelmeleri, kendi geleceklerini bizzat kendilerinin tayin etmeleri, Türkiye’yi demokratik bir hale getirecek esas süreçtir. O zaman, artık, sistematik baskıya ihtiyaç duyulmayacaktır. Kürd kimliğinin HDP ile sol siyasetin etki alanına girdiği tartışmaları yürütülüyor, sizce Kürdler kimlik mücadelesini bıraktılar mı? Kürdlerin ve Kürdçe’nin inkarı artık söz konusu değil. Ama Kürdçe ile ilgili olarak hala sorunlar var. Kürd diliyle eğitimin olmaması elbette önemli bir sorun. Ama, Kürd dili ile ilgili hala sorunlar var. Örneğin, içinde X, W, Q gibi harfler içeren sözcüklerin çocuklara isim olarak verilmesinde hala sorunlar var. Nüfus idareleri, bu isimler, Türk alfabesinde yoktur diye bu isimleri kabul etmiyorlar. Bu konuda, Bulgaristan’ın 1984-1988 yılları arasında, Bulgaristan’da yaşayan Türklere, uygulamaya çalıştığı politikaya işaret etmek gerekir. O zaman Bulgaristan yönetimi, Türklere Türk isimlerini terk etmelerini, Bulgar isimleri almalarını öneriyordu. Bulgar isimleri alırsanız, Bulgaristan Komünist Partisi’nde Bulgaristan devlet bürokrasisinde görev alırsınız, bu görevde hızla yükselirsiniz, ama Türk isimleriyle devam ederseniz, günlük yaşamınızda sıkıntılarla karşılaşabilirsiniz...” diyordu. Bulgaristan’da yaşayan Türklere, Bulgar isimleri verme konusunda yoğun operasyonlar vardı. Bulgaristan’da yaşayan Türklerin çok büyük bir kısmı bu uygulamalara şiddetle karşı çıktılar. Bulgar isimler almadılar, Türkiye’ye göç edenler oldu. Türkiye’de de çeşitli kurumlar, basın, yargı organları, üniversiteler, vs. bu uygulamalara karşı çıktılar. Batılı devletler ve uluslararası kurumlar da bu uygulamalardan dolayı Bulgaristan’ı şiddetle eleştirdiler. Bulgaristan bu politikadan, uygulamalardan 1988 yılında vazgeçti. Bulgaristan’da Türkler, Haklar ve Özgürlükler Partisi’ni kurdu. Bu parti hükümete ortak oldu, daha sonra, Bulgaristan Avrupa Birliği üyesi oldu. Türkiye’de, Kürdçe alfabe konusunda hala sorunlar olması dikkate değer bir durumdur. Hem de Avrupa Birliği üyesi Türkiye’de böyle sorunlar yaşanması dikkatlerden uzak tutulamaz. Bunlar, hep kimlikle ilgili sorunlardır. Kürdçe, Ermenice, Süryanice yer isimlerinin değiştirilmesi, Türkçeleştirilmesi üzerinde durulması gereken bir sorundur. Kürdistan’da, iş yerlerine Kürdçe tabelalar asılabiliyor mu? Kimlikle ilgili sorunlar devam ediyor. Seçimler sonrası ortaya çıkan durumu nasıl değerlendiriyorsunuz? Türkiye’nin siyasi geleceğine dair görüşleriniz nelerdir? 7 Haziran seçimleri, ortaya şunu koymuştur: Adalet ve Kalkınma Partisi’nin öteki Türk partileri gibi, öteki Türkiye partileri gibi, Kürdistan’da siliniyor olması önemlidir. Kürdlerin Batı illerinde, AKP’den vazgeçip yönünü HDP’ye yöneltmesi yine çok olumludur. Kürdler, Kürdistan’da, CHP, MHP gibi siyasal partilere zaten oy vermiyorlardı. Bu partiler Kürdistan’da silinmişlerdi. AKP’nin de silinmeye yüz tutması şüphesiz çok önemlidir. Ama, HDP’nin Türkiyelileşme projesi olumlu değildir. Türkiye’de AKP, CHP, MHP, TKP, Selamet Partisi vs. bütün partiler Türkiye partisidir. Kürdleri de Türkiye partisi yapmaya çalışmaları anlamlı değildir, yanlıştır. ‘Türkiye partisiyim’ demek, ‚ben de Türkiye partileri gibi olacağım’ demektir. Bütün Türkiye partileri, örneğin, Filistinli Arapların bağımsız bir devlete sahip olmalarını savunurlar, ben de savunuyorum. Bütün Türkiye partileri, Kürdlerin bağımsız bir devlete sahip olmalarına karşı durular. Ben karşı durmuyorum. Halbuki, Kürdler, Kürdistani olmalıdır. Türkiyelileşmenin olumsuz yönü, Kürdleri Kürdistani olmaktan koparması, Türk siyasal kültürüyle, Türk değerleriyle bütünleştirmeye çalışmasıdır. Yukarıda, Kürdlerin/ Kürdistan’ın bölünmesi, parçalanması ve paylaşılması konusunda 1920’lere, Milletler Cemiyeti dönemine işaret edilmişti. Türkiyelileşme, Kürdleri, bu dönemi anlamaktan, bu ilişkileri sorun yapmaktan alıkoyar. Halbuki, Kürd/Kürdistan sorununun esası budur. ‘En kısa zamanda referandum’ Kürdistan’ın Güneyi’nde Mesud Barzani bağımsızlık ilan etmenin koşullarını arıyor, öte yandan görev süresi de önümüzdeki günlerde dolacak. Ortadoğu’da Mesud Barzani’nin olmaması, Kürdistan meselesinde nasıl sonuçlara yol açar? Mesut Barzani, Batılı, demokratik bir liderdir. Batılı devletlerle sağlıklı ilişkileri vardır. Bir dönem daha Kürdistan Başkanlığı görevinde kalmasında yarar vardır. En kısa bir zamanda referanduma gitmek Kürdlerin işini kolaylaştıracaktır. Kürdler, bağımsızlık konusunu Batılı devletlerle konuşarak, görüşerek yoluna koyabilirler. Mesut Barzani gibi demokratik, Batılı bir liderin bu konudaki rolü şüphesiz çok büyük ve olumludur. 09 “Sınırımızın ötesinde oluşum” fobisi FERHAT KENTEL Çin’in el koyduğu topraklarda Doğu Türkistan’ın Urumçi şehrinde polis, devletin “terörist” ilân ettiği Uygur’ları göz altına alırken, devletlerine bağlı bir takım yaratıklar da polisin üzerinden aşıp gözaltına alınan insanlara ellerindeki sopalarla vuruyor. Öfke içindeler... “Hain” ve “bölücü” ilân edilen Uygurlara nefretle bakıyorlar... Belli ki “milliyetçi hassasiyetleri” kabarmış. Muhtemelen gazeteler ertesi günü şöyle manşetler atmışlardır: “Teröristlere vatandaşlardan öfke seli” ya da “Halk hainleri affetmedi”... Güzide memleketimizin her döneminde sık sık karşılaşılan manzaralar yani... Düşmanlarıyla varolabilen bir devletin “vatandaşlarına” büyük başarıyla öğrettiği bir dersten manzaralar. Devletin ve onun polisinin, askerinin gölgesine sığınıp, adeta “bak ben de hainleri cezalandırıyorum; n’olur sev beni!” diye yalvaran; kendini o devasa acımasız aygıta beğendirmeye çalışan, örselenmiş bir zavallı kimliğin “vatandaşlarının” performansı... Bir takım yaratıklar Sivas Madımak’ta insanları nasıl yaktılar? Daha önce, 90’lı yıllardaki Kürt katliamlarını satır fotoğrafıyla yadeden ve cumhurbaşkanının nikah şahitliğini yaptığı bir yaratık (yani hiç sıradan biri değil; hiç istisnai, marjinal ya da münferit bir vaka değil; tersine epey mühim bir temsiliyet kapasitesi var) bugün Sivas katliamının yıldönümünü de neşe içinde kutlamış... Bu yaratığınki nasıl bir ruh halidir? Nasıl bir tornadan geçip, bu ruh haline varmıştır? Kimler bu ruh haline sahiptir? Acaba, her halükârda “ötekiler” diye bir kategori yaratma kapasitemizden ötürü mü “sınırlarımızın hemen yanı başında, maliyeti ne olursa olsun, bir oluşuma izin vermeyiz” öfkesi dile geliyor? Ya da sınırlarımızın ötesinde şimdiye kadar hiç “oluşum” yok muydu? Var olan eski “oluşumlar” nasıldı? Katil Esat ailesinin başında oturduğu terörist devlet Suriye “oluşum “değil miydi? O devletin (her anlamda) kimliksiz bıraktığı Kürtlerin bugün “oluşum” yapma çabaları neden rahatsız etti? Ya da bizim “oluşumumuzun” bedeni sınır ötesinde de devam mı ediyor? Biz bu olaydakine benzer şekilde, bedensel, kimliksel sınırlarımızın ötesindekilere, bizim gibi olmayanlara neden tahammül edemiyoruz? Mesela, bir takım karanlık kafalı yaratıklar HDP’nin Diyarbakır mitinginde patlayan bombalardan sonra, hangi ruh haliyle ve nasıl “kendi kendilerine patlatmışlardır, gebersinler!” diyebiliyorlar? Şimdi, biraz düşünelim. Bu ve benzeri “geberme” dillerini kullanabilen yaratıklar mı; çizgi roman kahramanları gibi, “HDP ile olmaz da olmaz!” diyerek yerinde tepinen MHP dili mi daha bölücü ve tehlikeli; yoksa Taksim’in ortasında soyunup, aklı sıra ilginçlik yaptığını zanneden translar mı? Hangisi daha ahlâksız? Öncelikle, ilginçlik yaptığını zanneden, ruhları ve bedenleri kuşkusuz sürekli tahribata uğrayan translara bakmazsınız, kafanızı çevirirsiniz... Hatta biraz çaba gösterirseniz, belki onların neden kendi bedenlerini bu kadar teşhir edip, adeta silah olarak ortaya koyabildikleri üzerine kafa yorabilirsiniz. Ama biraz daha mesafe alıp, Türkiye’de ideoloji ve siyasal akım olarak ortaya çıkan hareketlerin hangisinin pür-i pak olduğunu; hangisinin travmatize olmamış, pek bir rasyonel takılan temiz aile çocuklarından oluştuğunu sorgulayabiliriz. O zaman fark edeceğiz ki, öyle bir hareket yok... Bugün AKP kadroları içinde yer alan nefret dolu, yaralı ve rövanşist kesimleri, bizim nefret içindeki devlet oluşumumuz yarattı... Şimdi devletin yarattığı, otoriter ve sosyal mühendis AKP kadroları da nefret diliyle, karşısındakileri yaratıyor. LGBT onur yürüyüşünde yer alan bir takım yaralı ve nefret dolu insanlar, AKP’nin muhafazakarlığını delice bir teşhircilikle ve rövanşist bir performansla ti’ye alıyorlar. Bizim yüzümüzden “sınırların ötesi” haline gelmiş insanlara “aman da ne kadar kötü şeyler bunlar!” demeden önce, kendi içimizdeki “tehlike” ve “kir”e dikkat etmekte daha çok yarar olabilir. 10 ÇEVRE BasHaber 6 - 12 Temmuz 2015 Surlar ve Hevsel artık dünya mirası D iyarbakır’ın kültürel mirasları olan Diyarbakır Kalesi ve Hevsel Bahçeleri dünya kültürel mirası listesine alındı. Diyarbakır Kalesi ve Hevsel Bahçeleri Kültürel Peyzajı Alan Yönetimi Başkanlığı tarafından hazırlanan Diyarbakır Kalesi ve Hevsel Bahçelerine ilişkin rapor, UNESCO’nun yılda bir kez topladığı Dünya Mirası Komitesi’nde, Diyarbakır’ın tarihi mirasları olan surlar ve Hevsel Bahçeleri Dünya Kültürel Mirasları olarak kabul edildi. Diyarbakır Kalesi ve Hevsel Bahçeleri Almanya’nın Bonn kentinde düzenlenen UNESCO 39. Dünya Miras Komitesi Toplantısına sunulan dosyanın ardından resmen kabul edildi. 8 Temmuz’a kadar sürecek olan toplantıda Diyarbakır hakkındaki karar 4 Temmuz’da verildi. Çalışmaları 2012 yılında Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi tarafından kurulan Diyarbakır Alan Yönetimi ve gönüllü akademisyenler tarafından yürütülen, Diyarbakır Kalesi ve Hevsel Bahçeleri Kültürel Peyzajı UNESCO başvuru dosyası 2014 yılında tamamlanıp UNESCO Dünya Miras Merkezi’ne sunulmuştu. Yaklaşık 5,5 km uzunluğu ile Çin Seddi’nden sonra dünyanın en uzun surlarına sahip olan Diyarbakır Kalesi duvarları 10-12 metre yüksekliğinde ve 3-5 metre genişliğinde insan eliyle yapılmış en görkemli ve büyük anıtsal yapılardan biri olarak kabul ediliyor. Diyarbakır’ı çevreleyen surların doğu kısmında, Dicle Nehri kıyısında, yaklaşık 10 bin dönümlük alana yayılan Hevsel Bahçeleri ise 180’den fazla kuş türü, susamur, tilki, sansar, sincap gibi birçok memelinin de barınağı olmasının yanı sıra hem kuşların göç yolları üzerinde bulunması hem de Mezopotamyanın en eski tahıl ambarı olarak bilinmesi nedeniyle UNESCO’nun Dünya Mirası olarak kabul edildi. “Görüşmelerimiz olumlu sonuç verdi” Diyarbakır’dan Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi Eşbaşkanları ile Sur ve Yenişehir Belediyesi Eşbaşkanları, Diyarbakır Kalesi ve Hevsel Bahçeleri Kültürel Peyzajı Alan Yönetimi Başkanı Nevin Soyukaya, İmar ve Şehircilik Daire Başkanı Murat Alökmen’nin de aralarında bulunduğu kalabalık bir heyetin katıldığı toplantıda konuştuğumuz, Diyarbakır Kalesi ve Hevsel Bahçeleri Alan Yönetimi Danışma Kurulu Başkanı Necati Pirinççioğlu şimdiye kadar yapılan görüşmelerden olumlu tepkiler aldıklarını belirtti. Pirinçcioğlu, “Görüşmelerimiz sırasında onların kaygı duydukları şeyleri paylaşıp toplantılar yaptık. Kültür Bakanlığı’nın uzmanları da bizimle, koordineli görüşmeler yapıyor. Toplantının sonucu olumlu oldu” dedi. UNESCO restorasyona müdahale etmişti Diyarbakır dosyası dışında 95 doğal ve kültürel varlığın korunma durumunu ve tehdit altındaki dünya mirası listesindeki 46 yerin durumu olmak üzere toplam 141 dosyanın da gözden geçirileceği zirvede ev sahibi Almanya da Dünya Mirası Listesi için iki aday gösteriyor. Hamburg’un simgelerinden biri olan, liman bölgesindeki dünyanın en büyük bitişik bina kompleksi Speicherstadt ile Naumburg Katedrali, Kültür Mirası Listesine dahil edilmeyi bekliyor. Diyarbakır dosyanın görüşüleceği bu süre içerisinde lobi faaliyetleri yapılarak, UNESCO’nun Danışma Kurulu olan ICOMOS tarafından Miras Alanı ve Tampon Bölgenin de içerisinde yer aldığı tüm alan sınırı için istenen bilgi ve yanıtlanmasını istedikleri soruların cevapları hazırlama çalışmaları tamamlanmıştı. Bunun yanı sıra daha önce Diyarbakır Alan Yönetim Başkanlığı tarafından hazırlanan yayınlar ve dokümanlar UNESCO delegasyonuna sunuldu. Delegasyonda oy kullanılacak 21 alan içerisinde Türkiye’nin de olduğu yeni adaylıkların dışında tehlike altında miras alanlarının da görüşüleceği komite toplantısında, özellikle son dönemlerde Suriye, Irak ve Afganistan’daki saldırılar nedeniyle yıkılan ya da tahribata uğrayan miras alanları için devletlere çağrı yapılacak. Daha önce Diyarbakır Kalesi’nde yapılan restorasyonlarda teknik yanlışlıklar nedeniyle hatalı restorasyon yapılmış ve UNESCO surların özgünlüğünü kaybetme ihtimaline karşı restorasyonların durdurulmasını ve yapılan hataların düzeltilmesini istemişti. Bunun üzerine Kültür Bakanlığı surların restorasyonunu durdurmuş, bir koruma planı hazırlayarak UNESCO’ya göndermişti. Geçen yıl Ağustos ayında UNESCO’nun uzman bir ekip gönderip yerinde inceleme yaptırması ile birlikte Diyarbakır Kalesi ve Hevsel Bahçeleri’nin Dünya Mirası Komitesi tarafından yapılacak olan toplantıda görüşülmesi kesinleşmişti. Kürdistan’da Dünya Mirasları Kürdistan, Mezopotamya coğrafyası üzerinde bulunması, birçok medeniyete ev sahipliği yapması ve Asya ile Avrupa ara- sındaki geçişin kavşağı niteliğinde olması nedeniyle üzerinde en eski tarihi yapıları ve benzersiz doğal zenginlikleri barındırıyor. Büyük savaşlara ve toplumsal felaketlere sahne olan bu coğrafyada bulunan birçok zenginlik de zamanla bakımsızlıktan harabeye dönüşmüş, yok olmuş veya sahip çıkılmadığı için kendi haline terk edilmiş durumda. Ancak son yıllarda gerek Kürdistan’daki tarihi bilincin yükselmesi gerekse de Kürdlerin uluslar arası alanda seslerinin daha gür çıkmasıyla birlikte birçok tarihi alan ve yapı korumaya alınıp, yeniden gün yüzüne çıkarılıyor. Kürdistan’da 4 Dünya Mirası Geçtiğimiz yıl Güney Kürdistan’da bulunan Hewlêr Kalesi UNESCO’nun Dünya Mirası listesine alınmıştı. Bu yılın Mayıs ayında ise Doğu Kürdistan’da Palingan Köyü UNESCO’nun Dünya Mirası listesine eklenmiş ve bir köyün tamamının Dünya Mirası listesine eklenmesi dünya medyasında büyük yankı uyandırmıştı. Diyarbakır Kalesi ve Hevsel Bahçeleri’nin de Dünya Mirası listesine alınması ile birlikte Kürdistan’da UNESCO tarafından Dünya Miras listesine alınan tarihi alan ve yapıların sayısı 4’e yükseldi. Kürdistan’daki bu yapıların Dünya Mirası listesine girmesinin önemi büyük. Nitekim, Dünya Mirası Listesinde kültürel varlığı bulunan devletler, bu varlıkları ilgilendiren çalışma, koruma, yeniden işlevlendirme ve miraslar çevresinde gelişim ile değişime neden olan imar faaliyetlerini uluslararası denetime açmak zorundadırlar. Ayrıca bu listede yer alan kültürel varlıkların görünürlüğü de artıyor. BasHaber DİASPORA 6 - 12 Temmuz 2015 11 Ermenistan, Kürd edebiyatının vatanı K Ermenistan nüfusunun yüzde 1,3’ü yani 38.571 kişi Kürdler oluşturuyor. Çimen Gümüş afkasya, Ermenistan ve Rusya Kürdleri...Kimilerine göre Kürdistan’ın 5. parçası, kimine göre ise Kürd varlık sahasının kayıp halkası. Kürdistan tarihinin en eski sürgünleri, en eski trajedileri ve yıkımlarını kucaklayarak kuzey steplerine doğru belirsiz bir yolculuğa çıkan on binlerce Kürdün vatansızlık ıstırabını, burayı yurt kılarak gidermeye çalıştığı ikinci ya da artık asıl vatan. Sayısız akademik çalışmaya konu olmuş, sayısız çalışmaya daha konu olacağı kuşkusuz olan Ermenistan Kürdleri ya da ‘Ermenistan Kürdistanı’nın bariz ve belirgin öznelliklerinden biri Kürdçe edebiyat ve folklorün ambarı olması. Zira kulaklar hala, “Rojbaş vira Dengê Radyoya Erivanê ye” anonsunu bir besmele gibi duyumsar, Erebê Şemo’nun ‘Şivanê Kurmanc’ eseri tarihe ilk Kürd romanı olarak kazınır ve onlarca dengbêjin tınıları yankılanıp durur. Bu açıdan Ermenistan’daki Kürdistan’ın tarihimizde edebiyat ve folkloromuzun vatanı, dölyatağı olması gibi bir elzemiyet barındırır. Ermenistan Kürdleri de tıpkı Azerbaycan, Gürcistan ve diğer ülkelerdeki Kürdleri gibi yaşadıkları ülkelerin isimlerine tabi olmuşlardır. Fakat Kafkasya Kürdlerinin özellikle Ermenistan ve Azerbaycan arasında bulunan Kızıl Kürdistan bölgesinde 3 bin yıla yakındır yaşadıkları tarihi gerçeklerden. Bu bölgede Milattan önce kurulan Mihrani Kürd Devleti ve yaklaşık 90 yıl önce kurulan Kızıl Kürdistan, bu coğrafyada Kürdlerin tahmin edildiğinden çok daha fazla köklerinin geçmişe uzandığını ve bu toprakların sahiplerinden biri olduğunu göstermektedir. Ezdi Kürdler Ermenistan’a göç eder Sovyetlerin dağılmasından sonra bulunduğu ülkelerin coğrafyası arasında kalarak sürgünlere mahkum edilen Kürdlerin, sonrasında da bu trajik hikayeleri devam eder. Rusya imparatorluğu döneminde bu toprakların yerel sakinleri olan Kürdler, Kafkasya, Yelizavetpol, Erivan ve Tiflis Kürdleri olarak bilinir. Çoğunlukla Ezdi Kürdlerden oluşan Kürd nüfusu, bölgedeki siyasi ve askeri gelişmeler sonucunda Kürdlerde yoğun bir sürgün ve göç dalgası yaşanmıştır. 18. ve 19. yüzyılda müslüman olmadıkları için Osmanlı’nın baskısına maruz kalan Ezdi Kürdlerin Kafkasya’ya göçü artar. 20. yüzyılın başlarında Kafkasya’da artık 65 Kürd aşiretinin olduğu yapılan çalışmalar sonucu ortaya çıkar. 1914-1918 yılları arasında Türkiye’de Ermenilere yapılan katliamdan Ezdi Kürdleri de zarar görmüş ve Antep, Kars ve Van’daki Ezdiler Kafkasya’ya göç eder. Yoksul ve göçebe Kürdün vatanı Bu coğrafyada yaşayan Kürdlerin ortalama yüzde 30’u yerleşik yüzde 70’i ise göçebe olarak uzun zaman yaşadı. Genellikle kır yaşamı sürdüren Kürdler, on yıllar boyunca ağır ekonomik-sosyal zorluklar, açlık ve sefalet içerisinde yaşadı. 19. yüzyılda, Aleksandrapol, Şerur-Derelez, Nahçıvan, Novobayazit yörelerinde yaşayan Kürdler yerleşik bir yaşam sürerken, aynı dönemde Erivan, Eçmiedzin, Surmeli kazalarına yerleşmiş Kürdler, yarı göçebe yaşayarak hayvancılıkla uğraşmaktaydı. Kızıl Ordu’ya öncülük eden Ermenistan Kürdleri Ermenistan’da 1918-20 yılları arasında Daşnaktsutyun Partisi döneminde, Kürdlere Çar döneminde ellerinden alınan siyasi hakları geri verilir ve kurulan ilk Ermenistan Cumhuriyeti Parlamentosu’na Ezdilerden Surmeli’den Timurlu Yusuf Beg Kürd temsilcisi olarak seçilir. Yine bu dönem birçok Kürd yüksek subay rütbesi alır. Oluşturulan Kürd gönüllü askeri birlikler Kürdlerin komutasına verilir. Ermenistan Kürdleri Sovyetler Birliği’ne sıcak yaklaşır ve başta Pampa Kurda Kürdleri olmak üzere, Kızıl Ordu’ya da öncülük yapar. Ermenistan’daki Kürdler Büyük çoğunluğu Ezdi ve geri kalanı ise Müslüman Kürdlerden oluşan Ermenistan Kürdleri, 1937 yılında Stalin tarafından yapılan büyük sürgünün kurbanı olurlar. Ezdi Kürdler Müslüman olmadıkları için diğerleri kadar zarar görmez ancak Müslüman olanlar zorunlu göçe tabi tutularak Kazakistan’a sürgün edilir. Geriye kalan Kürdler, Sovyetlerin dağılmasının ardından yaşanan ağır ekonomik sıkıntılar nedeniyle göç eder. Yine Kızıl Kürdistan’da yaşayan Kürdlerin çoğunluğu Azerbaycan-Ermenistan savaşı nedeniyle sürüldü ya da göç etti. Ermenistan’da Sovyet dönemi boyunca çok sayıda okul ve radyo açıldı. Sovyet Ermenistan, Kürd edebiyatının merkezi oldu. 1925 yılına gelindiğinde elliden fazla Kürd okulu mevcuttu. Ermenistan Kürdleri Sovyetler döneminde kazandıkları haklar ve eğitim olanağı nedeniyle Kürdistan’ın diğer parçalarındaki Kürdlere göre bazı konularda çok daha fazla edebiyat ve sanatla iç içe olabildiler. Özellikle ilk Kürd romanını yazan Erebê Şemo ve yine Kürd tarihinin aktarılmasında mihenk taşı olan Kürd dengbejlerin radyo üzerinden yapılan yayınlarla seslerinin duyurulması Kürdistan için oldukça önemli bir adımdır. Ermenistan’da önde gelen Kürdler, Ereb Şemo Şamilov (Yazar), Samand Siyabendov (Yazar, Sovyetler Birliği Kahramanı, Milletvekili), Heciyê Cindî (Yazar), Eskerê Boyîk (Yazar), Xelîlê Çaçan Muradov (Gazeteci-Yazar), Ordîxanê Celîl (Kürdolog Yazar), Têmûrê Xelîl (Gazeteci-Yazar), Çerkezê Reş (Yazar), Fêrîkê Ûsiv (Şair), Firîda Hecî Cewarî (Yazar-Doktor), Emînê Evdal (Yazar) ve daha ismini yazamadığımız çok sayıda Kürd var. Ermenistan’daki Kürd nüfusunda hızlı düşüş 2001 yılında yapılan sayıma göre Ezdi nüfusunun 55 bin olduğu, bu nüfusun 5 bininin Erivan’da yaşadığı, geriye kalanın ise Aragats, Armavir, Aştarak, Talin, Artaşak, Abovyan, Eçmiyazin ve Masis bölgeleriyle Erivan çevresindeki bazı köylerde yaşarlar. CIA’nin 2009 verilerine göre Ermenistan’ın bugünkü Kürd politikası: Ayrıştırma Ermenistan Parlamentosu, 1990’da Ezdilerin devlet anayasasında farklı bir ulus olarak tanımlanması kararı alarak, Ezdilerin Kürd olmadığı tezi yoğun bir şekilde işlenir ve bu durum Kürdler arasında bir parçalanmışlığa yol açar. Müslüman ve Ezdi Kürdlerin bu şekilde ayrıştırılmasının çok az olan azınlıkların hükümet yoluyla kendi aralarında bölünmelerini sağlar. Karabağ savaşında Kürd nüfusunda büyük bir azalma yaşanmışken, Ermenistan yönetiminin azınlık politikalarının da Kürd nüfusunun azalmasındaki etkisi büyüktür. En uzun süreli Kürd Gazetesi: Riya Teze Sovyetler Birliğinde Hagop Xaraziyan 1921 yılında Ermeni alfabesini “Şems” adında Kürdçe alfabeye uyarlar. Aynı dönemde İshak Morogulor tarafından Kürd Latin alfebesi hazırlanır ve 1930 yılında Kürdlerin en uzun süreli yayın olanı “Riya Teze” gazetesinde kullanılır. 1944 yılında Rus merkezi hükümetinin baskısı bu alfabenin kullanımı durdurulur ve Heciyê Cindî başkanlığında bir komisyon oluşturularak Kiril Alfabesi Kürdçe’ye uyarlanır. Radyodan, dergilerden, kitaplar Kürdçe olarak yayınlanır. Bu dönemde Kızıl Ordu mensubu olan Kürd aydını ve yazarı Erebe Şemo ilk Kürd romanını yayınlamakla birlikte, öykü ve şiir de yayınlar. 1928’den itibaren Ermenistan’da oluşan Kürdçe edebiyat bugün yok olmayla yüz yüze. Tüm Kürdlerin sesi Erivan Radyosu Ermenistan’da 20. Yüzyılın başlarından itibaren, Sovyetler Birliği’nin de desteğiyle Kürdçe edebiyatın önü açılır. Bu süreçte Kürtçe okulların yanı sıra çok sayıda kitap yazılır. Yine aynı zamanda günde 1.5 saat Kürdçe yayın yapan Erivan Radyosu sadece Ermenistan’da değil Kürdçe’nin yasaklı olduğu birçok parçada da dinlenerek Kürdlerin soluğu olur. 5 Kürd devleti kuruldu Kafkasya’da yer alan Kızıl Kürdistan 16 Temmuz 1923 tarihinde Sovyet yönetimince Laçin, Kelbecer, Zengilan, Kubatlı, Cebrail ve Zengezur bölgelerinde kurulur. Selahattin Eyyubi’nin de bu bölgeden göçen Şedadi Aşireti’nden olduğu biliniyor. Tarihte de bu bölgede Kürd devletleri kurulmuştur. Bunlar; 590-705 yılları arasında Mihrani Devleti, 9. yüzyılda Deysemi Devleti, 951-1164 yılları arasında Şeddadi Devleti ve Revandi devletleridir. 12 BasHaber SÖYLEŞİ 6 - 12 Temmuz12 2015 ÖTEKİLER Sadece çocukların ve annelerin gelebileceği bir yer SENNUR BAYBUĞA Sabah kızım ile vakit geçirirken Kamp Armen’e ziyaretimizle ilgili randevu yaptığım arkadaş aradı. Sonrasında da, Kamp Armen arazisinin satın alındığı tarihten başlayan tüm olayları 10 yaşında bir çocuğun anlayacağı daha da vahimi tüm çıplaklığı ile kavrayacağı şekilde, yetim çocukların kampta çalışmasını da anlatan tüm süreçle birlikte uzun uzun anlattım. Gözleri dolu dolu suratıma bakarak konuşmanın sonunda ‘onlar da adaya gelseydi ne yapayım ben şimdi’dedi. Zira ada Roza için dünyadan bağımsız, kimsenin ona ve hiç kimseye bulaşamayacağı, doğup büyüdüğü, ormanında koşturduğu bahçesinde oyunlar oynadığı yalıtık bir coğrafya. Adaya gelselerdi. Küçük kızımı bahane ederek anlattığım bu olay aslında ruhumun her derinliğinde uzunca zamandır yaşadığımı bildiğim bir çıplak kötülükten kaçma ve insanları da kaçırma arzusunun tezahür ettiği bir cümle, biliyorum. Seçimlerin şedit atmosferinden kurtulur kurtulmaz siyasetin günlük rutini ile tüm ilişkimi neredeyse kestim. Ne okumuyor ve ne de izlemiyor değilim ne yazık ki bunu başaramadım ama olan biten hiçbir şeye artık aklım ve vicdanım ermediği için, sağalmam ve ufaklığı da ayakta tutabilmem için başka bir yolumun olmadığını gördüm. Erkeklerin iktidar kavgasından bıktım artık, erkekleşen kadınların iktidar kavgasından da bıktım. Ve bu kavganın mal olduğu sonuçları, kaçtığım o sayfalarına iştahla oturttukları çocuk ölülerini, pazarlarda satılan kadınların zincirli fotoğraflarını koyabilen insanlardan da bıktım. Hiçbir şey yapamamaktan, yapmaya çalıştığım en küçük bir şeyin aslında istediğimden başka bir şeye hizmet ediyor olduğunu görmekten, kanın kırmızı iktidar boyasından başka bir şey olmadığını düşünen tüm insanlardan yoruldum. 25 milyonluk İstanbul’un bir ilçesinin bir caddesinin 150 metrelik bölümünde, uzak bir coğrafyada dökülen kanın, yaşanan kızgın sıcak savaşın acılarının serinlik çıktıktan sonra pankartlarla ve sözle protesto edilmesinden dolayı yaşadığım derin yeis yordu beni. Kötüsü o yürüyüşlerin çoğuna bile gitmiyorken. Sivas katliamının anmaları yapıldığı dün,22 yıldır yaşadım koma hali gece 24.00 a kadar devam etti, bütün günü aşamadığım derin kırgınlıkla geçirdikten sonra, haberleri izlemeye başladım sosyal medyada. Gülümseyen suratlı anma yürüyüşçüleri ve aynı yüzler, aynı biz buradayız bağışları, yaptıkları işin farkında olmadıklarını düşündüğüm sevgili dostlar, sevgili insanlar. Oturduğum yerde yaşadığım insan olmanın, birlikte yaşamanın dayanılmaz ağırlığı ve yine kendimi sadece müziğe kapattığım, gözlerimi kapatarak yaşadığım ada dışında hiçbir şey düşünmemeye çalıştığım o saatler. Halsiz düştüm, çaresiz düştüm, anlatamıyorum. Ben bir canlı, bir insanım ve bir canlının bir insanın bu dünyaya gelmesine vesile oldum, bir çocuğu dünyaya getirdikten sonra, bu dünyada yaşayan tüm canlıların benim kızım kadar kıymetli olduğunu her gün duyumsayarak ve bunun vicdan ağırlığı ile yaşadım, tüm neşemi kaybetmem bu tarihten sonradır. Umudum umutsuzluğum yapmak istemelerim ve tüm motivasyonum tüm canlıların anneliği üzerinden şekillenmeye başladı ve tüm yetim çocukların, tüm hayvanların ve neredeyse tüm bitkilerin de annesi olarak zorunlu bir acıya kendimi kapattım. Bahçede çıkan ayrık otlarını bile yolarken iki kere düşünür oldum. Ve tüm bunların karşısında faaliyet edişimizin içinde barındırmadığı ve belki de marazi olduğunu bana zorunlu olarak düşündürten bu duygunun git gide beni esir alan ağırlığı altında yok oldum, acı çekiyorum. Herkesi adada tutmakla kurtaracağını sanan küçük kızın gözü ile dünyaya bakarken, tüm yetimlerin, kanlar içinde fotoğrafları yayınlanan tüm çocuklarının, şiddet pornosu düşkünü bu insanlardan kurtarılmasının bir yolu var mı diye düşünüyorum tekrar tekrar. Ve tüm çocukların annesi olmayı başarabilirse kadınlar, belki bu adamları, adamızın dışına atıp yeni bir hayat kurmayı başarırız diye umud ediyorum. Bunların bulunduğu tüm mevzileri terk ederek ve onları kendi silahları ile baş başa bırakarak. Trans muhabir Michelle Demishevich: IŞİD’e destek verenler bize terörist diyor O Yağmur Çetin na baktığımda aramızda hiçbir fark göremiyorum. Hatta kırmızı ruju, saçları, davranışları ve fiziğiyle benden daha gerçek bir kadın. Tek farkımız benim ya da kadın olarak doğanların her ay çektiği regl sancıları. Onun hayatında bir tek bu sancılar yok. Ama bundan çok daha büyük sancıları var. Barınma hakkının elinden alınması, istediği gibi ev bulamaması, sürekli nefret söylemlerine ötekileştirmeye maruz kalması, şiddeti, tacizi, tecavüzü her an yaşama ihtimalinin olması ona tanrının verdiği en büyük sancılar sanırım. Onu gördüğümde “neden yanlış bir bedende doğdu ki” diyen düşünmekten kendimi alamadım. Bahsettiğimiz kadın Türkiye’nin ilk trans gazetecisi Michelle Demishevich. Michelle Demishevich, erkek adaletin, ataerkilliğin ve erkek medyanın ülkesi Türkiye’de bir ilki yaşatıyor Trans gazeteci olarak. Aslında translık sadece lafta kalan bir durum çünkü o gerçek bir kadın. Bu yıl 13.sü düzenlenen Onur Yürüyüşü’ne yönelik polis şiddetinin gerçek nedenlerini, hayatını ve medyada trans bir kadın ne gibi sorunlar yaşıyor sorusuna cevap bulmak için buluştuk Michelle Demishevich ile. Tuhaftır ki görüşmemiz Michelle’nin doğum gününe denk geliyor. “Michelle olarak 1 Temmuz 1999’da doğdum diyor” öncesini haklı olarak yok sayarak… Hem gazeteci hem LGBTİ aktivisti “Ben adam öldürmedim ya da kötü bir şey yapmadım. Sadece ait olduğum kimliğe ve cinsiyete döndüm. Ailem bu nedenle kabullendi. Ama toplumun bunu kabullenmesi çok zor. Toplum Bülent Ersoy’u alkışlarken bize küfrediyor. Biz yine de var olmaya çalışıyoruz. Bize yıllarca karakollarda işkence yaptılar, tecavüz ettiler, dövdüler öldürdüler. Yine de her şeye rağmen var olma mücadelemizi sürdürüyoruz” diye anlatıyor hayatına dair kısa bir kesiti. Michelle, Beyoğlu Karakolunda tecavüze uğrayıp darp ediliyor. Buna rağmen hayattan vazgeçmeden mücadelesini sürdüyor. Önce kendi işine yani gazeteciliğe dönüyor, ardından da LGBTİ ve insan hakları aktivizmine. “Onur Yürüyüşüne saldırı ikinci Gezi’nin başlangıcıdır” Türkiye, yıllarca Bülent Ersoy gibi trans bir kadını ya da Huysuz Virjin’i ayakta alkışlayıp saygı duyarken LGBTİ bireylerine yönelik hep bir saldırı içerisinde. Bunun son somut örneğini de 28 Haziran Pazar günü LGBTİ Onur Yürüyüşü’ne aralıksız 8 saat boyunca kimyasallarla, plastik mermilerle, biber gazı ve tazyikli su ile saldırmasında gördük. Ortadoğu’da en büyük LGBTİ topluluğuna sahip ülkede yaşanan bu polis şiddetine gerekçe olarak yürüyüşün Ramazan ayında yapılmış olması gösterildi. Oysa Michelle Demishevic bunun gerçek nedeninin 7 Haziran’da iktidar partisinin düşüşe geçmesi, MHP ile koalisyona zemin hazırlayıp “Türklerden eşcinsel olmaz” mesajı vermeye ve LGBTİ bireylerinin politize oluşuna bağlıyor. “Hükümet dönme olmamızdan korktu” diyen Demishevich, şöyle devam ediyor; “Gayler ve dönmelerden korktu bu ülke. Çünkü anladı ki evet “bunlar” varmış. Ramazan kutsallıktır bu ülkenin vatandaşların inançlarıyla alakalıdır. Resmi devlet kategorisinde bir gerekçe olamaz. Bir valinin ramazanı gerekçe göstererek bir etkinliği engellemek istemesi endişe verici. Bir muhafazakarlık var ama bunun altını iyi okumak gerekiyor. Yanlış bir gruba saldırdı polis. Bugüne kadar şarkı söyleyen eğlenceli, aşktan, sevgiden mutluluktan bahseden eğlenceli gay ve translardık. Ama artık öyle değil. Politik insanlarız. Bu saldırıyı unutmayız. Şimdi başlıyor asıl direniş. Bizim Gezi olaylarında politize olduğumuz düşündüler. Oysa biz Gezi’den önce de vardık. Gezi’de biraz daha görünür olduk. Gezi’de en öndeydik biz. Çarşı grubu bile LGBTİ bireylerinin arkasındaydı. Ama Çarşı grubuna dava açıldı. Çünkü bize dava açılmış olsaydılar bizi meşrulaştıracaklardı. Onur Yürüyüşüne saldırarak Türkiye’de ikinci Gezi’nin başlangıcını LGBTİ’lilerin start vermesine sebep oldular. İstanbul Ortadoğu’nun da LGBTİ merkezidir. Ancak bunu görmek yerine İslam ülkesiyiz diyerek LGBTİ bireylerinden korktuklarını belirtip bir yandan da IŞİD’e destek verip bizi terörist olarak görüyorlar. O gün saldırı olmasaydı Türkiye’nin ne kadar demokratik ve barışçıl bir ülke olduğu mesajı verilecekti. Ama olmadı yine bir kişinin egosu ve kompleksine yenik düştük. Bundan sonra çok sert bir LGBTİ aktivizmi gelecektir. Ayrıca bizim karşımıza çıkartılan polislerin içerisinde de Gay olanlar var. Askeriye de keza öyle. Ayrıca madem Müslümanlık, kutsallık ve inanç deniliyor. Trans kadınlara neden tecavüz ediliyor polis araçlarında ve emniyette. Eşcinsellik global birşeydir. Herkeste olabilir.” “Transız diye dinden uzak değiliz” Ramazanın bahane edilerek LGBTİ bireylerine saldırıda, kendilerinin inançsız olarak lanse edildiğini belirten Demishevich, “Transız diye dinden ve kutsallıktan uzak değiliz” diyor. Türbanlı transların da olduğuna dikkat çeken Demishevich, Türbanlı trans arkadaşlarımız var. Seks işçiliği yapan translar kandillerde, ramazanda çalışmaz. Kuran-ı Kerim okuyan arkadaşlarımız var. İnsanlara para yardımında, erzak yardımından bulunan, oruç tutan arkadaşlarımız var. LGBTİ bireylerinin hepsinin inançsız olduğu lanse edilmesi ve İslamiyete başkaldırı olarak tanımlamak savaş ve IŞİD kafasıdır” diye yorumluyor. “Toplumun iki yüzlülüğü medyada da var” Trans bir kadın olarak yaşamanın ve medyada yer almanın zorluklarını da konuşan Demishevich, geceye hapsedilen seks işliğine itilen translara oranla biraz daha şanslı. O çünkü kendi mesleğini sürdürüyor. Ancak buna rağmen yine de nefret dilinden ve ötekileştirmeden kurtulamıyor. Hemen hergün nefrete ve ötekileştirmeye maruz kalabiliyor. Medyada kadın olarak çalışmak zor iken trans kadın olmanın daha zor olduğuna dikkat çeken Demishevich, kendi meslektaşları arasında bir sorun yaşayabildiğini, kendisine mesafeli davrananların ve ötekileştirenlerin olduğunu söylüyor. Demishevich, bunu “Gece bir trans kadınla sevişip gündüz onlara küfreden toplumun iki yüzlülüğü medyaya da yansımış” diye yorumluyor. MEDYA BasHaber 6 - 12 Temmuz 2015 13 SÖYLEŞİ 13 ‘Kürdçe TV’lerde kalitesizlik dizboyu’ T Kevser Erdem ürk ana akım medyasında Kürdlere yönelik kullanılan tekçi ve ayrımcı dil, gazeteciler, siyasetçiler ve bu konuyla ilgilenen akademisyenler tarafından tartışılmaya devam ediyor. Türk medyasında kullanılan tekçi, ayrımcı ve propagandist-militarist dil tartışmaları devam ederken diğer tarafta, Kürd medyasında kullanılan yayın dili ve program içerikleri bambaşka bir tartışmayı da gündeme getirdi. Uydu üzerinden yayın yapan onlarca Kürd TV kanalı, cumhuriyet tarihinden beri ‘paçoz ve karikatürize Kürd tipolojisi’ yaklaşımının altını dolduran bir yayıncılıkla meşgul. Kürd dili ve kültürü üzerindeki baskı ve yasaklar her alanda olduğu gibi görsel ve yazılı basında da etkisini göstermeye devam ediyor. Yakın bir zamana kadar Türkiye’de Kürdçe TV ve gazete açmak suç sayılıyordu. Bu sebeple Kürdçe yayın yapan televizyon kanalları Avrupa ülkelerinde veya Güney Kürdistan’da yayın yapmak zorunda kalıyordu. 1995 yılında kurulan ve ilk Kürdçe yayın yapan televizyon kanalı Med TV İngiltere’de, Roj TV ve MMC ise Danimarka’da uydu üzerinden yayın yapan TV’lere örnek gösterilebilir. 1 Ocak 2009 tarihinde TRT Şeş’in (bugünkü adı TRT Kurdî) açılması resmi anlamda Türkiye’de Kürd dili üzerindeki baskıların ortadan kalktığına emsal gösterilmeye başlandı. TRT Kurdî ile birlikte uydu üzerinden onlarca Kürdçe yayın yapan özel televizyon kanalı kurulmuş ve beraberinde bu kanalların yaptığı yayınlarda kullanılan dil ve müziğin kalitesi başka bir tartışmayı da beraberinde getirmiştir. Kürd dilinin eğitim dili olarak yasak olması, Kürdlerin yazılı ve görsel basında yeterince tecrübe sahibi olmaması ve Kürd dili ile kültürünü korumak ve geliştirmek kaygısı taşımayan yayıncıların salt reklam odaklı yayınlar yaparak rant elde etmeleri Kürd televizyonculuğunda ciddi tahribatlara yol açtığı gözlemleniyor. Bu anlamda bir avuç televizyon kanalının dışında, Kürd kültürü, folkloru, edebiyatı, müziği ve dili üzerinde yayın yapan televizyon kanalı görmek neredeyse imkansız hale geldi. Müzisyen Mehmet Atlı: Medya her yönüyle politiktir Türkiye’de Kürdçe yayın yapan televizyon kanallarının çoğalmasını olumlu bulmakla birlikte tek başına bu verinin konuyu tüm boyutları ile anlamaya yetmeyeceğini söyleyen Müzisyen Mehmet Atlı, bu konuda nitel gelişmeye bakmak gerektiğine dikkat çekerek sözlerini şöyle sürdürdü: “Sayıca çoğalma kalite de getiriyor mu? Yoksa gasp edilmiş hakların kazanımı ve kullanımı bakımından, Kürdçe yayın yapan mecraların çoğalması zaten olması gereken ve hatta çok gecikmiş bir gelişme.” Medyanın her zaman politik olduğunu ve apolitik yayınlar yapılırken bile bunun bir politika olduğunu söyleyen Atlı, şunları söyledi: “Sorun çeşitlilikte değil, olması gereken bu. Sorun fırsat eşitliğinde düğümleniyor. Toplumda her kesimin sesi medyaya yansıyor mu? Yoksa güçlü olanların borusunun öttüğü, geniş toplumsal kesimlerin suskunluğa gömülü olduğu bir yer mi burası? Birileri pekâlâ apolitik olmayı seçebilir, birileri bal satmayı birileri de almayı.” Kürdistan’da bunca acı yaşanmasına rağmen Kürd televizyon kanallarında hiçbir şey yokmuşcasına yayın yapmanın nedenlerine değinen Atlı, “Bu da bize ‘Kürd Sorunu’ denilegelen şeyin onu da içerecek biçimde ama çok ötesinde, bir Kürdistan sorununundan bağımsız değerlendirilemeyeceğini hatırlatabilir ancak. Kimdir Kürd ya da Kürdler, yeri yurdu neresidir? Kürdlerin “aidiyet haritası”na dair bir araştırma yapılmış mı, bunca uluslararası denklem, savaş, toz, gaz ve kan bulutu arasında Kürdlere kim oldukları ve kim olmak istedikleri, nerede ve nasıl yaşamak, yönetilmek istedikleri sorulmuş şey midir? Sorunuzun bir ucu bizi Kürdistan sorununa götürüyor diğer ucu da ‘Kürd Kimliği’ meselesine. Hiçbir şey yokmuş gibi yayın yapılmasını da “normal” sayıyorum, oluşmuş “normlar” açısından. Şurada otuz yıldır süren bir savaş, güneyde yüz yıldır verilen bir mücadele, onca katliam, onca faili meçhul cinayet hiç olmamış gibi yaşayıp gitmedi mi kimi Kürdler; Malatya’da, Erzurum’da, Elazığ, Batman, Bodrum ya da Mardin’de? Kürdler ve Kürdistan, bu doğrultuda politikleşmiş Kürdlerin meselesi idi, yine öyle ve yakın gelecekte de yine öyle olacak. Bu konuda gerçekçi beklentilerden yanayım. Toplulukların, cemaat olmaktan çıkıp, toplum olması kolay değil” diyerek bunların yanında birey olmanın ve üretimin sanatsal boyutlarının da tartışma konusu olduğuna vurgu yapıyor. yayın yapılıyor Konuya ilişkin sorularımızı yanıtlayan müzisyen Nilüfer Akbal, çoğalan Kürd televizyon kanallarının çoğunun dile ve kültüre hizmet etmediğini ve rant odaklı olduğunu söyleyerek sözlerini şöyle sürdürdü: “Bir yanıyla televizyon kanallarının çoğalmasını olumlu görüyorum diğer yandan da Kürd dili ve kültürüne hakim olmayan apolitik çevrelerin rant amaçlı bu kanalları açtıklarını görüyoruz. Tamamen en alt kültürde yayın yaptıklarını hepimiz üzülerek görüyor, izliyoruz.” TRT Kurdî’nin birçok televizyon kanalından daha ilkeli ve kaliteli yayın yaptığını iddia eden Akbal, “Halkımızın TRT Kurdî’ye yeteri kadar ilgi göstermemesine, tüm engel ve karalamalara rağmen TRT, kaliteli bir yayın anlayışıyla yayınlarına devam ediyor.” 1980’li yılların sonu ile 90’ların başında Kürdçe şarkı söylemenin zorluluklarını hatırlatan Akbal, o yıllarda çektikleri zorlukları şöyle aktarıyor: “1988-89 ve 90’da Dayê, Were gibi şarkılar söylediğimiz için yaygara koparılmıştı. O zamanlar dilimiz yasaklıydı ama değerliydi de. Ama bugün Kürd dili üzerinde baskılar kalkmış durumda ve bu alanda ciddi yayınlar yapılmıyor. Tamamen ticarete dönüşmüş durumda ve bu iş tüccarlar tarafından yürütülüyor. Yayıncılık başlı başına bir iştir. Kürdçe yayın yapan televizyon kanallarında bir ciddiyetsizlik söz konusu. Stüdyoları adeta dingonun ahırına çevirmişler. Kürd aydın, entellektüel, yazar, müzisyen ve tüm duyarlı çevrelere bu hususta bir çağrıda bulunmak istiyorum: Kültürünüze sahip çıkın. Kültürel kirliliğe izin vermeyin. Yalan yanlış yayın anlayışına dur deyin. Çekin ellerinizi kültürümüzden ve değerlerimizden! Değerleri olmayan insanlar tarafından yönetilen bu kurumlar, insanı insan yapan değerleri koruyamazlar, değer para ile kazanılmaz.” Müzisyen Nilüfer Akbal: Rant odaklı Gazeteci-Yazar Eyyüp Demir: Kürd televizyonculuğu aşırı uçlar arasına sıkıştırıldı Kürd kimliği ve dili üzerinde yasakların kısmen kaldırılması ya da hafifletilmesi Kürdlerin kimlik ifadesine göreceli bir rahatlatma getirdi diyen gazeteci yazar Eyyüp Demir, sözlerini şöyle sürdürdü: “Ancak Kürd yapılarının bütünlüklü olarak kurumsallaşması Kürd dili ve kültürünün her yönüyle gelişmesini de sağlayamadı. Bu kapsam için de yer alan Kürd medyası ve özellikle de mantar gibi açılan Kürdi televizyonlar dil açısından tam bir kirlilik ve fukaralık yaratmaktadır.” Kürd televizyonlarındaki yoğun politik ve apolitik halin sakıncalı olduğunu belirten Demir, “Sağlıklı bilgiden ziyade empoze edilmeye çalışılan ideolojik argümanlar ya da pazarlanmaya çalışılan ürünler üzerinde ilerlemekte. Bu nedenle de sağlıklı bir bilgi akışından ziyade güdümlü bir bilgi hâkimdir” dedi. Kürd televizyonlarının geç kurulmasının nedenlerinden birinin de devletleşememek olduğunu söyleyen Demir, şunları dile getirdi: “Kürd televizyonculuğu aşırı uçlar arasına sıkıştırıldı; ya aşırı ideoloji-politik ya da aşırı apolitik. Kürd yaşamının her alanı kararsız bir denge içinde olduğu için medyası da bu kararsızlık içinde gidip gelmektedir. 1995 yılında yayın hayatına başlayan ve ilk Kürd televizyonu olan MED TV’nin üzerinden 20 yıl geçmesine rağmen bu tek bakışlı anlayış aşılmış değildir. Kayda değer birikimler olsa dahi, tek akış üzerinden hareket edilmektedir. Bu sorun aslında Kürdistan’ın dört parçasında yayın yapan televizyonlar içinde geçerlidir. ” Gazeteci Mehmet Taş: Kanallar çoğaldıkça kalitesizlik ortaya çıktı Kürdçe yayın yapan kanalların çoğalmasının yıllarca gizliden dinlenilen Kürdçe müziğin özgürce dinlenilmesine katkısı olduğunu belirten Denge TV Haber Müdürü Mehmet Taş, bununla birlikte Kürd televizyon kanallarının çoğalmasıyla bir kalitesizliğin de ortaya çıktığını söyledi. Taş, özetle şunları dile getirdi: “Bu alanın içinden biri olarak belirtmek istiyorum ki Kürdçe kanalların ayakta durması oldukça zor. Bir yandan Kürdlerin çıkarlarını parti çıkarından sonra gören, bir yandan ticaret için açılanlar ve diğer yandan da gizli ambargolarla sesi kesilen kültürel kanallar… Hal böyleyken sağlıklı yayınlar izlemenin en azından şimdilik zor olduğunu söyleyebilirim.” “Kürdlerin katliamlarla karşı karşıya kaldığı bir dönemde Kürdçe yayın yapan birçok televizyon kanalında halayların olması elbette etik değildir“ diyen Taş, sözlerini şöyle sürdürdü: “Kürdler Ortadoğu’nun yüz akı bir halktır. Kürd, kültürü, edebiyatı ve sanatı ile bu coğrafyada her zaman en önde olmuştur. Buna rağmen bu yokmuş gibi yapılan yayınlar sadece Kürdün değerlerini tahrip etmekle kalmıyor, aynı zamanda Kürde hakarettir.” 14 BasHaber SÖYLEŞİ 6 - 12 Temmuz14 2015 YAŞAM B ir halkın tarihi, toplumsal yaşamı ve kültürel argümanları arasındaki bağları güçlendiren en önemli şeylerden biri kuşkusuz mitolojik anlatılardır. Bu anlatıların kendini var ediş biçimi farklı olsa da hepsinin toplum üzerindeki etkisi aynıdır. Mitolojik anlatıların hayatımıza kazandırdığı ritüeller bize birçok şey anlatır. Türkiye ve Kuzey Kürdistan’da oldukça fazla olan bu ritüeller hayatın neredeyse her alanında görülebilir. Bu anlatıların hikâye ve kahramanlarını simgeleyen motifler de evlenme çağına gelen kadınların çeyizlerinde, dini törenlerde kullanılan eşyalarda, evlerin salonlarına asılan tablo ve kilimlerde, insanların vücutlarına yaptırdıkları dövmelerde şıkça görülebilir. Toplumsal yaşamda insanların inançlarını besleyen ve ahlaki ilkelere gönderme yapan bu mitolojik anlatımların motiflerini işlemek ise o kadar kolay değildir. “Usta olmak gerekiyor. Yapacağınız motifin hikayesini bilmeniz, ona o ruhu kazandırmanız ve özen göstermeniz gerekiyor. Zanaatkâr dediğin yaşadığı toplumun inançlarını, kültürlerini besler.” diyor Hasan Usta. Motifleri ile Şahmaran efsanesinin son ressamı diyebileceğimiz, Mardinli Hasan Özcan ile sanatını, hikâyesini ve bu sanatın içinde bulunduğu durumu konuştuk. Mitolojik anlatıların sınırları olmadığı gibi kalıplaşmış bir öyküsü de yoktur. Özellikle Mezopotamya gibi çok kültürlü ve çok inançlı bir coğrafyada birçok hikâyenin coğrafyaya ve halklara göre değişmesi kaçınılmaz. Bu hikâyelerden biri de Şahmaran efsanesidir. Birçok yerde farklı bir biçimde dile getirilen Şahmaran’nın hikâyesi özde insanoğlunun nankörlüğü ve güvensizliği üzerine kurulu mitolojik bir hikâyedir. Babasından devraldığı sanatı yaklaşık 50 yıldır devam ettiren Hasan Usta da bu efsanenin son ressamlarından, “Gözümüzü açtık babamızı zanaatçı gördük, bizde ondan öğrendik ve bu sanatta kaldık. Çocukken başladım hala devam ediyorum.”diyen Hasan Usta, Yayın Yönetmeni - Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Faysal Dağlı Editörler: İsmail Yıldız, Yeter Polat Haber Merkezi: Özcan Şahin, Çimen Gümüş, abia Çetin / Diyarbakır: Mustafa Turan / Emin Kan Hasan Usta Son Şahmaran! sanatının tükenme noktasına gelmesinden ve ilgisizlikten yakınıyor. En çok da teknolojinden ve fabrikasyon ürünlerine olan ilgiden şikâyetçi olan Hasan Usta, “Makineler ve fabrikalar çıkınca bu meslek de terk edildi. Bizim yaptıklarımız şimdi süs olarak kullanılıyor eskiden böyle değildi yaptığımız her şey kullanılırdı.”diyor. Şahmaran’ın hikayesi Yarısı insan yarısı yıllan olan Şahmaran’ın hikâyesi trajik olduğu kadar insana dair birçok şeyin de şifrelerini içeriyor. Anlatılana göre Şahmaran yer altında insanlardan saklanan ve yılanlara hükmeden bilge bir kadındır. Bir gün arkadaşlarının ihanetine uğrayıp kuyuda mahsur kalan Camsab isimli genç kuyunun dibinden sızan ışığı görüp kazmaya başlar. Sonunda ışığın geldiği yere ulaşan Camsab Şahmaranla karşılaşır. Şahmaran insanlardan korktuğu kadar acıdığı içindir ki Camsab’ın yanında kalmasına izin verir. Bir süre sonra dışarı çıkmak isteyen Camsab Şahmaran’ı kendisini bırakması için ikna eder. Şahmaran onu bırakacağını söylerken, “ölümüm senin elinden olacak biliyorum” der ve yerini kimseye söylememesi için onu uyarır. Ancak dışarı çıkan Camsab, kendi hastalığı için çare arayan bir kralın zoruyla Şahmaran’ın yerini göstermek zorunda kalır. Şahmaran’ı parçalara ayırarak Camsab’a, krala ve vezire yedirirler. Kral zehirlenen ölür, Camsab ise yaşamaya devam eder. Ancak Şahmaran insanoğlunun nankörlüğü ve aç gözlülüğü karşısında kaybetmiştir. Derler ki yılanlar Şahmaran’ın öldüğünü öğrenirlerse Tarsus’u basar ve herkesi zehirlermiş. İmtiyaz Sahibi: Basnews Medya Ltd. Şti. adına Faysal Dağlı Sahibi: Botan Tahsin Hukuk Danışmanı: Av. Hamiyet Çelebi İdare Müdürü: Esin Alp Görsel Yönetmen: Alp Tekin Babaç, Hüseyin Ünal Son ressamlar Özcan ailesinde Hasan Usta’nın el sanatı da insanoğlunun kurduğu fabrikalar ve sahip olduğu tüketim kültürüyle yavaş yavaş ölüyor. Öyle ki Mardin’de bu işi yapan tek aile Hasan Usta’nın ailesi. Dükkanında babasının 100 yıllık bakırcı mührü ve desenleriyle binlerce yıllık bir efsaneleri Camlara, bakırlara resmetmeye devam ediyor. Ustaların tükenişini acıyla dile getiren Hasan Usta, geçmişte babasıyla bu mesleği icra edenleri hesapladıklarını, 150 bakırcı dükkanında yaklaşık 1500 kişinin çalıştığını söyledi ve şöyle devam etti: ”Şimdi, ne usta ne kalfa ne çırak ben ve kardeşlerim kaldık. Bu iş peygamberler mesleğidir. Demirci Hz. Davut diyor ki; İnsanlar sabırla istediğine nail olur ve Allahın yolunda olursan demir de sana itaat eder. Ama artık biz demire itaat ediyoruz.”diyor. Şahmaran motifinin yanı sıra Ezdilerin Melekê Tawûs’unu, Süryani ve Hıristiyanların Meryem ve İsa’sını, Müslümanların da Salavatı’nı cama ve bakıra büyük bir özenle işleyen Hasan Usta, işlemenin sırrını şöyle anlatıyor, “Her motifin faklı bir anlamı var. Eski taşların üzerinde oymalar vardır. Onlara bakarak figürleri çıkarıyoruz. İşlemeyi bilmek önemli ama işlemenin yanı sıra efsaneleri de bilmek gerekir. Ruhumuzdan da bir parça kattığımız için motifin anlamını bilmek gerekir. Yoksa bir yanı eksik kalır.” Zanaatımız su üstünde yüzen balık Babası Aldulhamit Özcan’ın 70 yıllık mesleğini emanet alan Özcan, okumamış olmaktan hayıflanıyor; “Keşke okusaydık, belki daha iyi bir tere gelirdik. Eskiden bu meslek çok değerliydi. İnanır mısın babamın yanına gelirlerdi ellerini önünde bağlayıp ‘yahu hacı baba bize bu işi öğret de biz de Tel: +90 212 243 27 60 Fax: +90 212 243 27 79 E-mail: turkce@basnews.com www.basnews.com Meşelik Sk. No:22 D/3 Beyoğlu/İST Baskı: İhlas Matbaası-Yenibosna/İST BasHaber/BasNûçe Gazetesi’nde yayınlanan haber, yazı ve fotoğrafların her türlü telif hakkı Basnews Medya Limited Şirketi’ne aittir. yapalım’ derlerdi. Ama şimdi ben çalışırken bazıları, bunlar hala çekiç, cam işinde çalışıyor deyip gülüyorlar. Bunun artık bir yapanı, çalışanı veya kullananı kalmadı. Bazen eski ustaların eserlerini görüyoruz, mühürlerinden tanıyoruz. Kim olduğunu figürlerinden ve mühürlerinden tanıyoruz. Bu o motifin nakledilmesini de sağlıyor. Bu makineler çıktıktan sonra herkes gitti zanaat bitti. Ölüme çare bulunmuyor bu da bir evi ölüm.” El sanatlarının toplumsal kültürü temsiliyeti de söz konusu, Hasan Usta da daha önce birçok ez yurt dışında Türkiye’yi temsil etmiş. Temsil etmiş etmesine ama ona bu temsiliyeti veren devlet ne sanatını korumaya almış ne de kendisine herhangi bir ödeme yapmış. “Hiç yoktan sigortamızı yatırsalar, aylık bir ödeme yapsalar. Diyorum ki bari kalan ustalar korunsa ama ona da yanaşan yok. El sanatı zor iştir, değerli iştir öyle herkes yapamaz değerini bilmek gerekiyor. Biz ölüyoruz ama yaptıklarımız kalıyor.”diyen Hasan Usta devlet nezdinde bir bakkaldan farkının olmadığını söylüyor. Yaptığı işi su üzerinde yüzen bir balığa benzeten Hasan Usta, sanatının ha bugün ha yarın biteceğini ifade söyleyip, sahip çıkılmasını istiyor. Hasan Usta’nın Şahmaran yorumu Hasan Usta halk anlatılarının ressamı olmaya ve çocuklarını bu yönde yetiştirmeye devam edeceğini söylüyor. Ama kendisi de içinde bulunduğu durumun giderek kötüye gittiğini ve zanaatının biteceği gerçeğini görüyor. Bunun için kimseyi suçlamak istemese de Şahmaran hikâyesine getirdiği yorumdan ne demek istediğini anlıyoruz. “Tarsus’ta farklı anlatılır, İran’da farklı anlatılır, burada da anlatılır. Çok güzel hikâyesi var ve çok güzel bir figür. Eskilerimiz derler ki Şahmaran insanlara görünen ve kaybolan bir yaratıkmış, lokman Hekime de görünmüş derler. Hangi ilaçların hangi hastalığa iyi geldiğini anlatırmış Lokmana. Tarsus ta da bir insana yardım etmiş ama insanlar çıkarları için öldürmüş diye anlatılır. Kızlar da kanaviçelere işlerdi Şahmaran’ı, çeyizlerine bırakırdı bahtı güzel olsun diye. Ama benim yorumum Şahmaran’ın insanı tasvir ettiği yönünde, bir tarafı çok güzel bir insan yüzü, bir tarafı da yılan olan bir varlık. Sanki insanı tasvir ediyor çünkü insanında bir yılan tarafı vardır.” MÜZİK BasHaber 6 - 12 Temmuz 2015 15 SÖYLEŞİ 15 Diljen Roni: Müzik bilginin yoludur K Mehmet Kan ürd müziğine dair müzik eleştirmenleri ve dinleyicilerin müzikal kalite konusunda hemfikir oldukları temel sorunsal, özellikle de Kürdistan’da savaşlı yılların son bulmasıyla birlikte ‘fason üretim’ ve kalital düşüş şeklinde. Hem enformasyonel gelişmeler ve hem de yasakların son bulmasıyla birlikte Kürd müziği piyasasında canhıraşane bir hareketlilik görmek mümkün. Lakin bunun yanında bu güne kadar Kürd müziğini sırtlamış grup ve isimlerde ise bir durgunluk ve sabitlik olduğunu söylemek mümkün. Müzik eleştirmeni Nail Dilmener’in deyimiyle Kürd müziğinde Ümit Besen’den geçilmiyor. Bu disiplinle ilgili umut veren ve müzikseverleri mutlu eden önemli bir durum da yok değil elbette. Bu fason üretimin özellikle sosyal medya aracılığıyla duman attırdığı bir ortamda, kendi köşelerinde kafa patlatan, Kürd müziğinin arkaik kodlarına, dengbêjlik geleneğine ve kendi mayasıyla dünya müziği içinde var olmayı dert edinen, bunun için de bir çok aktüel tartışmanın dışında kalarak ontolojisini müzikle vuruşturan isimler de çıkıyor. İşte bunlardan biri de kuşkusuz ki ‘Kürd müziğinin pamuk telli gitarı’ Diljen Roni. Kürd müziğinde bir mihenk taşı olan bir başka lokasyon ise cerrahi... okurlarımız ne alakası var diyecektir muhtemelen ama Kürd müziğinde ismi altın harflerle yazılmış cerrahların, yani tıp doktorlarının mesleki obsesyonalarını müzikte de konuşturdukları bir ‘iç kanama’ da var Kürd müziğinde. Bu ‘iç kanama’ kuşkusuz müziği içeriden besleyen sağlam bir damar oluyor. Örneğin Koma Amed. Bilindiği gibi Koma Amed’in Kürd müziğindeki yeri, çıtası, estetik ve müzikal kalitesi, toplumsal kan dolaşımının harmanını ezgilerde attırdığı gerçeği herkesin, hepimizin kursağında kalakaldı. Üyeleri- nin çoğu cerrahtı ve müziğin cerrahları olarak Kürd müzik tarihinin en değerli sayfalarından birine adlarını yazdırdılar. Bu cerrahi damardan geliyor işte Diljen Roni de... Hangi Kürd müzisyene mikrofon uzatsanız il cümlesinin ‘entegrasyon’ yani dengbêjlik çeşmesini günümüze uyarlamak olduğu, lakin çoğunun da bunu yaptığını iddia ettiği düzlemde deyim yerindeyse müziğe düşmanca zarar verdiği bir ortamda, müziğimizin geçmişiyle bu gününü berdel kılan, bunu yaparken de sesindeki naiflikle, özenle ve layıkıyla yapan isimleren olan Diljen Roni, Kürd müziğinin ‘yeni akımı’ sayılabilecek kervanın bir parçası. Özellikle Kürdi yapısından bir şey kaybettirmeden klasikleri modern müzik içinde yerleştirebilmek zor olsa da Kürdlerin bu yeni akıp kuşağı bu misyonu giderek daha layıkıyla yerine getirmeye başlamış durumda. Müziğini, eskinin duru ve toplumla iç içe olan sanatıyla mayalayan müzikal çalışmalar giderek artarken, bu çalışmaları bize sunanlar hem teknolojik imkanlar hem de sanatlarındaki özgünlükleriyle daha çok görünür hale geliyorlar. Özellikle Kürdler açısından, müziğin hayatın vazgeçilmezi olarak değerlendirdiğimizde, bu hızlı tüketim çağında üretilen sanatsal ürünlerin büyük bir titizlikle yapılması zorunluluğunu da görmezden gelemeyiz. Son yıllarda adından sıkça bahsettiren ve gerek ses rengi gerekse müziği ile özgünlüğünü ortaya koyan Diljen Roni bu sorumluluğun farkında olan aynı zamanda geçmişe de borcu olduğunu düşünen sanatçılardan biri. Diljen Roni müzik hayatını, müziğinde nelere dikkat ettiğini ayrıca sahip olduğu doktorluk mesleğinin sanatına etkisini BasHaber’e anattı. Cizre’de 1981 yılında gözlerini hayata gözlerini açan ve her kürdün makûs kaderi diyebileceğimiz göçten nasibini alarak Diyarbakır’a yerleşen Roni, hem doktorluk mesleğini hem de müzisyenliğini bir arada yürütüyor. Diyarbakır’a geldikten sonra, henüz çocukken müzikle ilgilenmeye başlar. 12 yaşında, Mezopotamya Kültür Merkezi’nde tam- onları dinlemiyor bende bu yüzden böyle çalışıyorum. Baba Tahirê Hemedanî 1000 sene önce yazmış ama kimse bilmiyor unutulmuş. Ben bunu aldım, reggae formatında okudum ve müzik yaptım şimdi küçük çocuklar bile bunu dinliyor. Sanatımızın ve kültürümüzün ayakta kalması için sahip çıkmalıyız. Müzik her kapıyı açıyor ve öğrenmenin kapısını da aralıyor.”diyerek, çalışmalarının bu yüzden geçmiş müziğin kodlarını da içerdiğini söyledi. bur eğitimi alan Roni, daha sonra Yüzüncü Yıl Üniversitesi’nde tıp eğitimi alarak doktorluğa adım atmış. Üniversite yıllarında da müziğe devam ederek gitar çalmayı da öğrenen sanatçı, mezun olduktan sonra doktorluğun yanı sıra profesyonel müzik hayatına adım atarak, ilk albümü olan “Çend Gotînên Evînê”yi çıkarıyor. Tıp ve müzik bir arada Tıp ve sanatın çok zahmetli ve ilgi isteyen işler olduğunu söyleyen Roni, 8 yıldır profesyonel müzik yaptığını, doktorluğa insan yaşamını ilgilendirdiği için daha fazla zaman harcamak zorunda kaldığını diğer taraftan müziğin zaten hayatının her anında olmasından dolayı fazla vaktini almadığını söylüyor. Müziğin kendisi için yaşamın damarlarından biri olduğunu söyleyen Roni, “Müzik yaşamımın ve kalbimin bir parçası gibi. Müzik ve tıp birer sanattır aynı zamanda her ikisi de ilaçtır. Biri insana biri topluma ilaç olur. İnsan yaşamı benim için her şeyden önce gelir bu iki parça da insan yaşamının vazgeçilmezleri olduğu için ben yaptığım işlerden keyif alıyorum.”diyor. Müzik bilginin yoludur Klasik edebiyatın karakterleri ve hikayeleri üzerine başarılı bir şekilde müziğini inşa edebilen sanatçı, Kürd edebiyatının çok zengin olduğunu ve buradan beslendiğini ifade ederek, bunun modern müzik için büyük bir alt yapı olduğunu dile getiriyor. Kürd kültürünün klasiklerinin unutulmasını istemediği için çalışmalarında bunlara yer verdiğini ve modern bir yapıyla yeniden sunmaya çalıştığının söyleyen Roni, “Eski efsane, hikaye ve eserler ilgimi çekiyor. Onların dinlenmesini ve unutulmamasını istediğim için çalışmalarımda yer verip dinlenmesini sağlamak istiyorum. Müzik bilginin yoludur. Dengbêjliğin Kürd tarihi ve geleneğinin taşıyıcısı olmasın sebebiyle, kürd kültürel birikiminin kaybolmasına da engel olmuşlar. Ama artık kimse Müziğin içinde bulunduğu durum iyi değil Müzisyen olmanın eskisi kadar zor olmadığını imkanların her zamankinden fazla olduğunu belirten Roni, bunun daha kaliteli ürünler yaratmak gibi bir sorumluluğu da kendisiyle birlikte getirdiğini söylüyor. Herkesin, her şeye kolayca ulaşabildiği bir çağda böyle bir sorumluluğun göz ardı edildiği kanısında olan Roni, bu yüzden müziğin içinde bulunduğu durumun iyi olmadığını düşünüyor. Sürekli kalitesiz üretimin müziğe verilen değeri de azalttığını düşünen sanatçı, “Kalitesiz işler üretilirken, ekonomik yönden de birçok sorun yaşanıyor. Müzikten herhangi bir kazanç sağlanamadığı için teknik anlamda da eksik kalınıyor ve bu da kendisiyle birlikte farklı ve güzel sanatsal ürünler üretilmesinin önüne geçiyor. Maalesef ekonomik etkenlerin üretkenliği etkilemesini göz ardı edemeyiz.”diyor. Modern müzik üretmeliyiz Müzikal üretimlerde dinleyicilerin dikkatini çekmek gerektiğini ve rock, regae, Jazz gibi tarzlara da yönelmenin doğru olabileceğini ifade eden Roni, Kürdlerin de artık modern müzikleri dinlemeye yöneldiğini dile getirerek bunun önünü açmak ve bütün dünya müziği tarzlarını göstermek gerektiğini söylüyor. Modern müzik tarzlarının Kuzey Kürdistan’da üretilmesinin şartlarının olgunlaştığına inandığını dile getiren Roni, Kürdlerin artık bunu yapabilecek kapasitede olduğunu ve bu kadar acı ve gözyaşından sonra bunu da hak ettiğini söyledi. Yeni bir albüm çalışması içerisinde olan Diljen Roni’nin, “Çend Gotinên Evînê” ve “Du Demsal” isimli iki albüm çalışması bulunuyor. Albüm çıkarmak için acele etmediğini ve adım adım ilerlediğini dile getiren sanatçı, güzel ve güçlü bir albüm yapmak istediğini bunun için de bazı şarkıları ve klasik parçaları araştırdığını söylüyor. Araştırmaları bittiği zaman stüdyoya gireceğini söyleyen Roni, modern tarzda müzikler üzerine çalışacağını söylüyor. 16 BasHaber SÖYLEŞİ 6 - 12 Temmuz16 2015 SİNEMA Mustafa Başaran: Anadolu Kürdlerinin ‘Bablîsok’u Asırlar önce anayurdundan edilerek Orta Anadolu’ya sürgün edilen Kürdler, burada ciddi bir koloni oluşturmalarına ve yıllarca dilini, kültürünü korumalarına rağmen sinema alanında neredeyse hiçbir şey üretemediler. Son yıllarda Orta Anadolu Kürdleriyle ilgili yapılan çalışmalar ise kısıtlı imkânlarla yapılıyor. Orta Anadolu Kürdlerinden Senarist ve Belgesel Yönet- meni Haymanalı Mustafa Başaran, Haymanalı Kürdlerin hikâyesini senaryolaştırıp Kürdçe bir film çekmiş. Filmin adı “Bablîsok”. Bablîsok, Haymana’da yaşayan Kürd bir ailenin kültürünü, asimilasyona karşı verilen mücadelelerinin anlatıldığı; Kürd kadınının ailesini ayakta tutma çabasının filmidir. Mustafa Başaran’la Bablîsok’u ve diğer çalışmalarını konuştuk. görüşüp iletişimde bulunur hale geldi. Bu durum bizim gibi kendi halkından, kimliğinden kopuk Orta Anadolu Kürdlerine çok faydalı oldu. Özellikle Kürdistan’ın her yeri, İç Anadolu, Batı ve Marmara bölgelerindeki Kürdler, Avrupa veya dünyanın başka yerlerindeki Kürdler birbirleriyle daha kolay iletişime geçti. Bu tür konular konuşulup, paylaşıldıkça bilinç arttı, bilinmeyen şeyler öğrenildi. Yine bu sayede insanlarda özgüven oluştu. Bilinenler eşelendikçe insanlarda merak oluştu, insanlar nereden geldiğini, hangi dili konuştuğunu sormaya, araştırmaya başladı. Dolayısıyla sanat, siyaset, edebiyat vb. birçok alanda çalışmalar yapıldı. Özüm Erdem Öncelikle Bablîsok filmiyle başlamak istiyorum. Filmi yapma düşüncesi nasıl oluştu? Kürd kültürü her zaman benim için bir merak konusu olmuştur. ‘Sürgün Kürdleri’ olarak nitelendirilen Orta Anadolu Kürdlerini-özellikle Haymana ve Şêxbizinî Kürdlerini- bilmeyen birçok kişi var. Ezgi filmi; Bir şarkıdan, ezgiden yola çıkılarak çekilen filmlerdir. Bir belgesel ya da bir kısa film çekerek; hem Haymana’yı, hem de bölgede yaşayan Kürdlerin varlığını diğer bölge Kürdlerine tanıtarak Kürd Kültürü’ne bir katkıda bulunmak istiyorum. Ayrıca sinemaya ilk adımımı atabileceğimi düşünerek bu filmi çekmeye karar verdim. Filmin başlangıcından ve çekimlerinden biraz bahseder misiniz? Filmin çekimi Haymana merkezi Balçıkhisar, Esenköy-Gülçeşme Yaylası, Sazağası, Karapınar ve Evliyafakı köylerinde çekildi. Film, tamamen amatör bir ortamda ve Kürd Kültürü sevdalısı arkadaşların bir araya gelmesiyle oluşturulan bir ekiple yapıldı. Ufak tefek aksilikler ve nasihatler dışında çekimler olumlu geçti; fakat amatör bir ekibe sahiptik. Halk çok olumlu karşıladı bizi, halktan olumsuz hiçbir tepki almadık. Cezaevi kısmı biraz zordu, onun prosedürleri vardı, atlattık. Ekipte bulunan Fazıl Mecnun Alp arkadaşımız dışında neredeyse herkes tecrübesizdi. Filmin dili Şêxbizinî ağzıyla. Özellikle bir nedeni var mı? Tabii ki. İç Anadolu’da Şêxbizinan diye bir aşiretin varlığının bilinmesini istedim. Çünkü asırlardır buraya sürgün edilmelerine/yerleşmelerine rağmen halen asimile olmamış ve dilini kültürünü korumayı başarmıştır. Bu yüzden bunu anlatmak istedim. Bu filmle neyi hedefliyorsunuz? İlk düşüncem Orta Anadolu’ya göç etmiş Kürdleri ve kültürlerini tanıtmak. Kürd yörelerimizi dolaşarak yaşanmış aşk, sevgi, kahramanlık hikâyelerini kısa ezgi filmi halinde izleyici ile buluşturmak, bu filmi çektikten sonra oluşacak kamuoyu desteğiyle ve daha bir özveriyle çalışarak Türk ve Kürd sinemasına değerli eserler katmak olacaktır. Ayrıca Haymana’nın yanı sıra, Orta Anadolu Kürdlerini ve Orta Anadolu’ya birtakım sebepler sonucu göç etmiş Kürdlerin kültürlerini devam etmelerini sağlamak. Onları dünyaya tanıtmak ve bu sayede özgüvenlerini sağlayarak; dil ve kimliklerinin yok olmasını önlemek, asimile olmalarının önüne geçmek gibi birçok düşüncedir amacım. Türkiye’de Kürdler adına bir şeyler yapmak gerçekten cesaret gerektirir. Yıllarca Türkiye sinemasında Kürdlerin isimlerine dâhil tahammül yoktu. Bugün –kısmen de olsa- bazı şeyler atlatılmış gibi gözüküyor. Bablîsok filminde bu anlamda sıkıntılar yaşadınız mı? Bizim de birçok çalışmada olduğu gibi karşılaştığımız sorunlar oldu. Gerek köyler- Mustafa Başaran kimdir? 1977 yılında Ankara Haymana’da dünyaya gelen Mustafa Başaran, ilkokulu ve liseyi Haymana’da bitirdi. 2000-2001 eğitim öğretim döneminde bir yıl ücretli öğretmenlik yaptıktan sonra bir dönem Polatlı’da bir dönem de Haymana’da Elektrik Kurumu’nda arıza birim şefliği ile Haymana İşletme Şefliği görevinde bulundu. Halen özel bir firmada elektrifikasyon trafo bakım pozisyonunda çalışmakta olan Başaran, bugüne kadar yörede çekilen birçok belgesel çalışmasında yer aldı. Şu an belgesel, film senaryolarının yazımı yanında köşe yazarlığı da yapmaktadır. de, gerek şehir merkezinde yaşadığım bürokratik ya da sivil zorluklar yaşandı o zorluklara değinmek istemiyorum. Başımızdan geçen bir hikâyeyi aktarmak istiyorum. Ekip arkadaşlarımızla şehir merkezinde bir restaurantta yemek yiyorduk, kadın arkadaşlarımız yöresel kıyafetlerini giymişlerdi, biz erkekler de puşi takmıştık. Yaşlı ve tatlı bir amca sonradan Trabzon-Oflu olduğunu öğrendik yanımıza gelerek ‚necisiniz‘ diye sordu. Biz, Haymana Kürdlerinden olduğumuzu ve Kürdçe bir film çektiğimizi söylediğimizde, yaşlı amca yüzümüze bakıp ‘’Olsun yavrum, neticede siz de Müslümansınız” dedi. Teknolojinin gelişmesine paralel olarak sosyal paylaşım ağlarındaki sayfalar ve bu sayfaların paylaştığı haberler, paylaşımlar Orta Anadolu Kürdlerinde de bir merak uyandırıyor. Bana öyle geliyor ki bu merak bir ulusal bilinci de ortaya çıkarıyor. Bu alanda yeni sayfaların açıldığını ve çalışmaların gün ışığına çıktığını da görüyoruz. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz? Özellikle internet ve ulaşım teknolojisinin ilerlemesinden sonra insanlar daha sık Yaptığınız çalışmalardan bahseder misiniz? Bablîsok filminin yanı sıra, Ankara’da Kurdi-Der’in katkılarıyla ve Haymanalı üç arkadaşımla beraber Şêxbizinî konuşma dili dilbilgisi gramer kitabını hazırladık. Avrupa ve Türkiye’de yayın yapan bir dergide köşe yazarlığı yapmaktayım. Bunların yanında derlediğim birçok şarkı ve türkü sözleri mahalli sanatçılarımız tarafından seslendirilmiştir. Yine basıma hazır Türkçe-Kürdçe şiir kitabım da var. Polatlı’da çekmeyi planladığım töre konulu Gulberjîn ile Haymana, Nemrut, Diyarbakır, Urfa, Cizre ve Midyat’ta çekmeyi planladığım göç ve sürgün konulu Güneşin Ülkesine Yolculuk adlı filmlerimin senaryolarını tamamlamaya çalışıyorum. Bundan sonraki çalışmalarınız neler? Şêxbizinî konuşma ağzı ile Şêxbizinî dili kültürü ve yaşam biçimi ile ilgili bir dergi çıkarmayı düşünüyoruz. Bunların dışında yöremizde yaşanmış ve türkülere mal olmuş hikayeler ve türkülerini derleyerek Türkü Filmi halinde senaryolaştırarak kısa film halinde çekmeyi düşünüyorum. Ayrıca Polatlı’da çekmeyi düşündüğüm “Cennetin Fakir Çocukları” isimli tinerci ve çöpten kâğıt toplayarak beslenen aileler hakkında belgesel çekimi düşünüyorum. Şu an ise Kulu Kürdlerinde efsane olmuş ve Orta Anadolu Kürdlerinin Şêx Seid’i olarak bilinen Heciyê Buxurcî ve yine Orta Anadolu Kürdlerinden olan Mistoyê Tozo, Deli Xelo ile ilgili “Son İsyancı” adlı bir film çektik. Bu film yakında yurtdışında gösterime girecek.
Benzer belgeler
04.04.2016
daha uygun. Lakin, şu da açık: Bağımsız Güney, federal Rojava”, bugünden yarına becerebilecek gibi de değil. Haddizatında, işler bu mecrada kararlılıkla ilerlemeye başladığında Başur ve Rojava büyü...
Detaylı26.01.2015
öldürüldüğünü ve bir o kadarının da esir alındığını belirtti. Rejim tarafından hedef alınan Aziziye mahallesinde bombardımanda ciddi yıkımın olduğuna işaret eden Mohamed, “Aziziye Kürd mahallesidir...
Detaylı