26.01.2015
Transkript
26.01.2015
1 Kerbela: SÖYLEŞİ Alevi müziği sadece müzik değildir Haftalık haber gazetesi - 2.5 TL Sayı:38 26 Ocak - 01 Şubat 2015 S16 basnews.com Mesrur Barzani: IŞİD buralara artık dönemez Hasekê’de İran parmağı Rojava’nın Hasekê kentinde Kürd mahallelerinin denetimini YPG’den almak isteyen Suriye rejimi, iç savaşın başlaması ardından ilk kez Kürd güçleri ile yoğun çatışmaya girişti. Suriye ordusu ile birlikte İran Pasdarları ve Lübnan Hizbullah militanlarının da Hasekê’deki çatışmalara katıldığı bildirildi. İran ve Hizbullah’ın Hasekê ve Qamişlo’da Kürd – Arap savaşı çıkarmak istediği ve bu amaçla aşiret güçlerinden özel bir ordu eğittiği öğrenildi. S02 - 03 Devletçi zihniyet ve yargı MİTHAT SANCAR Hasekê’deki çatışmaların Tahran - Şam mihveri ile Kürdlerin olası hesaplaşmasının provası olduğu, önümüzdeki günlerde IŞİD’in zayıflaması ile rejimin Cezire’deki Kürd egemenliğini kırmak için harekete geçeceği, radikal dinci güçler yerine aşiret orduları kullanacağından endişe ediliyor. Kobanê’nin iki mahallesi dışında tümü Kürd güçlerin denetimine girerken, Peşmerge ve YPG işgal altındaki köylerin kurtarılması için hazırlanıyor. Doğu ve batının sınırında s03 s07 FERHAT KENTEL Adaletsiz Türkiye HAKAN TAHMAZ s09 Kazım Öz: Komedi, Kürd sinemasının eksik yanıdır Prof. Mustafa Erdoğan: Çözüm için anayasal güvence S08 - 09 Türkiye - Erbil - Bağdat: S15 Petrol cephesinde yeni bir şey yok! S07 Prof. Kadri Yıldırım: Akademi olmazsa siyaset S11 Musul bölgesinde süren operasyonlara ilişkin cephede açıklamalarda bulunan Kürdistan Bölge Güvenlik Ajansı Müsteşarı Mesrur Barzani, Peşmerge güçlerinin Musul’un kuzeyinde başlattığı operasyondan sonra IŞİD’in bir daha bölgeye sızamayacağını söyledi. Peşmerge güçlerinin, “Başkomutan Mesud Barzani’nin emriyle IŞİD’e karşı Musul Barajı’nın doğusu ve batısında geniş çaplı bir operasyon başlattığını” belirten Mesrur Barzani, harekat alanının uzunluğunun 40 km, genişliğinin ise 15 km olduğunu, toplamda 480 km2‘lik bir bölgeyi kapsadığını söyledi. Uluslararası koalisyonun da Peşmerge’ye destek verdiğini belirten Barzani, “Toplamda 1.500 km2’lik toprağı özgürleştirdik” dedi. Peşmerge’nin anti-tank füzeleri kullandığını da söyleyen ve kontrol edilen bölgelerin stratejik öneminin büyük olduğuna işaret eden Barzani; “IŞİD bir daha buralara dönemez. Peşmerge’nin büyük kazanımlar elde ettiğini söylemek istiyorum. Teröristler hareket alanı kalmadığı için kaçıyor, bazı yerlerde de saklanıyorlar. Peşmerge onları da saklandıkları yerden bulup çıkaracaktır” dedi. Şengal’in kurtarılması ve bu operasyonla Wankê’nin kontrol edilmesinin Musul planıyla bir ilgisi olmadığını ifade eden Barzani “Şengal ve Telafer’e giden lojistik desteği ve teröristlerin Suriye ile bağlantısını kesmeye çalışıyoruz” dedi. Barzani, Irak ve Kürdistan Bölgesi’ne yapılan askeri yardımlardan Peşmerge’nin istenen düzeyde yararlanamadığını ve Bağdat’ın verdiği silahların yetersiz olduğunu da belirtti. Şengal’de kanton girişimiyle ilgili de konuşan Barzani; “PKK’ye veya hiçbir Kürd hareketine karşı değiliz. Ancak, Kürdlerin nasıl bir yönetim istediği bir siyasi tarafın kararıyla değil, referandumla belli olur. Öncelikli görevimiz halkımızın can güvenliğidir” dedi. 02 MANŞET BasHaber 26SÖYLEŞİ Ocak - 01 Şubat 22015 MANŞET BasHaber 26 Ocak - 01 Şubat 2015 3 SÖYLEŞİ Hasekê’de Kürdlere karşı üçlü ittifak ‘İran saldırtıyor’ Heseke’de bulunan Gazeteci Cihat Roj da, Şam rejiminin saldırıları ardından kentte sessizliğin hakim olduğunu söyledi. Kentteki sükunetin herhangi bir anlaşmaya bağlı olmadığına işaret eden Roj, “Şimdilik sessiz olsa da çatışmaların biteceğine inanmıyorum. Sessizlik üç ay bile sürse yine de çatışmalar devam edecek. Rejim saldırılarını sürdürecektir. Kent sakinleri bu durumun İran’ın bir oyunu olduğunu söylüyorlar. İran’ın Rojava’da bölgesinde ilerlemek istediğini ve bunun için de saldırdığını söylüyorlar. Tahran’ın Şam rejimini Kürdlerin yaşadığı bölgelere saldırttığını dile getiriyorlar.” Rejim ve muhalifler Kürdlere karşı Kürdlere karşı Lübnan Hizbullahı ve İran rejimi ile işbirliği yapan Suriye rejiminin Rojava’da gelişen Kürd egemenliğine karşı harekete geçtiğini söyleyen Roj, Şam ve Tahran’ın Kürdlerin etkinliğini bazan da IŞİD ile kırmaya çalıştıklarını sözlerine ekledi. Başta Kobanê olmak üzere diğer Kürd kentlerinde püskürtülen IŞİD üzerinden bunun başarılmadığını söyleyen Roj, “IŞİD gerileyince Suriye rejimi Kürdlere saldırıyor. Kahire ve Moskova’da Suriye rejimi ile muhalifler toplantılar yapıyor. Bu toplantılarda Kürdlerin demokratik özerkliği de tartışılıyor. Heseke halkı bu saldırıların provokasyon olduğuna inanıyor. Rojava yönetiminin ve temsilcilerinin Kahire ve Moskova toplantılarına katılmaması için bu saldırılar gerçekleştirildi.” R Çimen Gümüş ojava’nın Heseke vilayetinde Kürd güçleri ile Suriye ordusu arasındaki çatışmalar şimdilik durulurken, olaylara kentteki İran askerleri ve Hizbullah militanlarının da katıldığı bildiriliyor. İran’ın bölgede Kürd egemenliğine son vermek ve etkinlik kurmak için Suriye ordusu ile YPG arasındaki çatışmasızlık durumunu ortadan kaldırmak ve özel eğittiği aşiret güçlerini Kürdlere karşı harekete geçirmek istediği bildiriliyor. YPG denetimindeki yerleşim bölgelerini bombalayan Suriye ordusu, iç savaşın başladığı günlerden bu yana ilk defa Kürdlere karşı bu denli geniş çaplı saldırılara girişiyor. Kürd mahallelerine yönelik yoğun bombardıman yapıldığı, olaylarda çok sayıda insanın öldüğü ve yaralandığı saldırılar ardında çıkan çatışmalar aralıklarla devam ediyor. Heseke’de hala büyük bir yığınağı olan ve kentin büyük bir bölümünü kontrol eden Suriye ordusu ve milis güçleri içinde Hizbullah militanlarının ve İran askerlerinin de olduğu bildiriliyor. Heseke’nin Kürd mahallelerine saldıran birliklerin arasında bu güçlerin yoğun olduğu da iddia ediliyor. Hizbullah ve İran Devrim Muhafızları’ndan askeri uzmanların, Heseke ve Qamişlo’da Arap aşiretlerini ettiği ve özel birlikler kurduğu basına yansımıştı. Gerginliğin devam ettiği bölgede olayların Qamişlo’ya taşması ve Kürd-Arap savaşının çıkması endişesi de devam ediyor. YPG’nin çatışmalara dair yaptığı açıklamada olayın nedenine yer vermezken, ‘çatışmaların özellikle kentin doğusunda bulunan Talaya kampı, Xişman ve kent merkezindeki Xeyr Eskerî de bulunan Hastane bölgesinde yoğunlaştı ve rejim güçleri, tank ve ağır silahlarla Kürd mahallelerini bombaladı. Bir günlük ateşkesin de ilan edildiği olaylarda 10 kadar Kürd savaşçının yaşamını yitirdiği ile 12 rejim askerinin öldüğü bildirildi. Heseke bölgenin stratejik üssü Heseke kent merkezinin, Rojava ve Güney’in birleştiği noktada yer almasının yanısıra, Kürdistan’ın Suriye ve Irak ile sınır komuşu durumunda. Kent ayrıca Suriye ve Irak’ın da sınırını oluşturuyor. Heseke’de Kürdlerin yanısıra Arap aşiretleri ile Süryani, Keldani ve Nastüriler de yaşıyor. Bölgenin en büyük nüfusuna sahip olan Heseke Kürdistan’daki tek vilayet merkezi olmasının yanısıra, bölgedeki Rimêlan petrol kaynaklarının da kontrol edildiği bir konuma sahip. IŞİD, 2013 yılından bu yana Heseke’ye sızma girişimlerinde bulunuyor. Heseke’nin Arap mahallelerinde bir kısmında hala IŞİD etkinliği devam ederken, kentin batısı Suriye ordusu ve Kuzeyi’de YPG’nin denetiminde bulunuyor. 2014 yılının ortalarından itibaren IŞID’in kenti işgal etmek istemesi üzerine YPG ve Suriye ordusu ile yoğun çatışmalara girişmişti. Kürd kaynaklarına göre olaylar rejimin belediye işçilerini tutuklaması ile başlarken, rejime yakın kaynaklar da, YPG’lilerin 2013 yılında yerel halktan oluşturulan bir milis gücü olan rejim yanlısı “Muqenne” adıyla bilinen Ulusal Savunma Güçleri (NDF) üyelerinden 10 kişiyi Sibayi polis noktasında tutuklaması ile başladığı iddia ediliyor. NDF ile YPG arasında 2013 yılının aralık ve 2014 yılının mayısında da çatışmalar meydana gelmişti. Heseke’deki son çatışmalara müdahele edip ateşkes sağlayan Suriye ordusunun daha sonra NDF saflarında çatışmalara katıldığı bildiriliyor. Kürd kaynaklar olayların 15 gün önce Halep’ten Hasekê’ye atanan General Mohammad Al Xador’un sert yöntemleri ve kentte YPG’nin hakimiyetindeki bölgelerin tamamını almak istemesi üzerine başladığını iddia ediyor. IŞİD karşıtı ittifak bozuldu IŞİD Musul’u işgal ettikten sonra Heseke’ye de yönelmiş, Suriye ordusu, rejim yanlısı güçler ve YPG birlikte IŞİD saldırılarına karşı koymuş, çatışmalara Cezire Kantonu Eş Başkanı Arap Şammar aşireti lideri olan Şêx Hamid Dahham’a bağlı Kerame birlikleri de katılmıştı. Musul’u işgal ettikten sonra Heseke’yi tehdit eden IŞİD, kentin güneydoğusundaki Keviran mahallesini kontrol altına almış, ancak mahalle YPG ve Suriye ordusunun ortak harekatı ile kurtarılmıştı. Suriye Ordusu ve NDF güçleri, geçtiğimiz 2 ayda Heseke’nin güneyinde IŞİD’in merkezi olan Şedadi’yi ve batısındaki Abdülaziz dağında birçok noktayı kurtardı. YPG ise Serakaniye, Qamişli ve Heseke üçgeninde yer alan bölgede birçok köyü IŞİD’in elinden kurtardı. IŞİD’in, Temmuz ayında kente girmek için birçok cepheden Xettab el-Kurdi komutasında başlattığı büyük operasyon kırılmış, IŞİD gerilemeye başlamış ve Heseke kırsalında birçok noktadan çekilmiş, ancak kent üzerindeki tehdini devam ettirmişti. IŞİD’in kent üzerindeki tehdidi azaldıktan sonra Suriye ordusu YPG’ye çeşitli mahallelere kurduğu kontrol noktasını kaldırması çağrısında bulunmuş, kentin denetimi ile ilgili taraflar arasında gerginlik başlamıştı. Son olayların da kentin aktardı: “Çatışanların bir kısmı IŞİD’e teslim oldu. Bunun sonucunda rejimin burada otoritesi zayıflamıştı. Şimdi Heseke’de tekrar otoritesi kurmak istiyor. Bir diğer neden de Suriye muhalefeti ve rejimin Moskova’da yapacağı toplantı. Bu toplantıda Kürdler konuşulacak. Kürdlerin elini zayıflatmak amacı ile bu saldırıp karışıklık yaratmaya çalıştılar. Keza Kürdlerin “Demokratik Özerklik” ilanının yıldönümünde saldırmaları da dikkat çekicidir.” ‘Heseke’de İran askerleri ve Hizbullah militanları’ Gazeteci Mohamed, Heseke’ye İran askeri ve Hizbullah militanlarının da getirildiğini söyleyerek, kentte çok sayıda Hizbullah üyesinin rejime destek amacıyla Lübnan ve İran’dan getirildiğini ve bunların kentte otoritelerini kurmaya çalıştıklarını da söyledi: “İran ve Türkiye’nin kantonlarla ilgili birbirine yakın siyasetleri var. Kanton sistemini istemiyorlar. Bu açıdan Suriye’nin korumasını şu anda İran yapıyor. İran askerleri ve Hizbullah milisleri rejimin askerlerini çatışma alanlarından çekmesinden sonra bile durmadılar. Suikastlarle halka yönelik saldırıları, evlerin talanını sürdürdüler. Bu son günlere kadar da sürdü. YPG’nin sert yantından sonra sessizleştiler.” kontrolü ile ilgili olduğu iddia ediliyor. İran ve Hizbullah’ın eğittiği aşiret ordusu: El Meavir IŞİD’in Hasekê’ye saldırıları sonrasında Ulusal Uzlaşma için Arap Aşiretleri ve Kabileleri Meclisi, Şam’da yaptıkları toplantılarda aşiretlerden bir ordu kurulmasını ve bu ordunun eğitilmesini talep etmişti. Hasekê batısında, kuzeyinde, Tel Hamis ve Tel Gazel gibi bölgelerde kurulan El Meavir (Komando) Birlikleri’nin 5000 civarında militana sahip olduğu bildiriliyor. Qamışlo güneyindeki hava alanında İran Pasdarları ve Hizbullah’ın askeri uzmanlarınca eğitildikleri iddia edilen bu birliklerin, Heseke’de 1000 kişilik gücü bulunuyor. IŞİD’in de hedefinde olan bu birliklerde aktif rol oynayan El Bekir aşireti lideri Adnan Ali’nin evi intihar saldırısına hedef olmuştu. ‘Saldırıdan bir hafta öncesinden hareketlilik başladı’ Heseke vilayetindeki yaşanan durumu aktaran Gazeteci Ehmed Mohamed, 17 Ocak’ta saldırılar başlamadan bir hafta önce Suriye rejiminin saldırı hazırlıklarına giriştiğini belirtti. Askeri birliklerin göze çarpan bir hareketlilik içine girdiğini belirten Mohamed, gerginlik yaratmak için 4 Kürd belediye görevlisini tutukladığını dile getirdi. Çatışmaların başlamasından birkaç saat önce 7 kişinin daha tutuklandığını ifade eden Mohamed, “Rejimin durup dururken Kürdlere yönelmesi, tutuklamalara girişmesi kuşku uyandırdı. Kürdleri kışkırtıp çatışma çıkarmak istiyorlardı. Aynı gece YPG’ye bağlı asayiş güçlerinin yerleştiği Kürd mahallerine saldırılar düzenlendi. Genel olarak Tilhezer, Salihiye ve Mufti gibi Kürd mahalleleri hedef alındı. Bu mahallelerdeki asayiş merkezleri bombalandı. Bombardıman geceden başlayıp sonraki gün öğlen saatlerine kadar sürdü” dedi. Bir yandan talan diğer yandan keskin nişancılar Rejimin bombardımanının başlaması ile YPG güçlerinin de karşı harekete geçtiğini ve ordunun bir kontrol noktasını ile bir karakolu ele geçirdiğini kaydeden Mohamed, bu çatışmalarda çok sayıda rejim askerinin öldürüldüğünü ve bir o kadarının da esir alındığını belirtti. Rejim tarafından hedef alınan Aziziye mahallesinde bombardımanda ciddi yıkımın olduğuna işaret eden Mohamed, “Aziziye Kürd mahallesidir. Burada yaşayan halkın evi de talan edildi. Yüksek binaların üzerine rejimin keskin nişancıları yerleşti. Ve yoğun çatışmalar yaşandı. Bu çatışmalarda Kürdlerden 8 asayiş üyesi, 2 YPG üyesi ve 2 sivil yaşamını yitirdi” dedi. Suriye rejiminin yoğun bombardımanı ve saldırılarının YPG tarafından püskürtüldüğüne dikkat çeken Mohamed, kentte şu anda sükunetin sağlandığını ifade etti. Mohamed, “Saldırılar sonrasında boşalan Aziziye Mahallesine geri dönüşler başladı. Hayat normale dönmüş durumda” dedi. “Demokratik özerklik” yıldönümünde saldırdılar Suriye rejiminin Kentte yaşayan Araplar ile Kürdlerin ilişkilerini bozmaya çalıştığına işaret eden Mohamed, rejimin bir süre önce kendi içinde parçalandığını ve kendi içinde şiddetli çatışmalar da yaşadığını belirterek şunları ‘Rejimin saldırısı ardından IŞİD girmeye çalıştı’ Heseke’nin tarım ve petrol bölgesi olduğunu ve devletin resmi merkezi olduğunu sözlerine ekleyen Mohamed, birkaç ay önce YPG’nin kentteki gücünü arttırmasını rejimin tehlike olarak algılandığını kaydetti. IŞİD’in de Kürdlere saldırmak için uzun zamandır hazırlık içinde olduğunu kaydeden Mohamed, IŞİD’in, rejimin bombardımanı sonrasında, yıkılan mahallelere girmeye çalıştığını ifade etti. IŞİD’in Kürdlere karşı rejim ile direk olarak işbirliği yapmadığını aktaran Mohamed, rejimin içinde IŞİD’e yardımcı olanların olduğunu söyledi. Saldırılar Kürd ve Arapları birbirine düşürme amaçlı Bu arada Cezire Kantonu’nun en önemli kenti olan Heseke’de rejimin saldırılarına yönelik kanton yetkilileri de tepki göstermeye devam ediyor. Anha ajansına konuşan Cizîrê Kantonu İnsan Hakları Konseyi Başkanı Senherîb Bersom, Baas rejiminin kente ve sivil halka yönelik saldırıları ile kültürel yapılar arasında iç çatışma çıkarmayı hedeflediğini ifade ederek, “Zira rejimin ağır silahlı saldırıları ayan beyan Kürdler, Araplar ve Süryaniler arasında gelişen ortak yaşamı, halkların kardeşliğini de parçalamaya dönüktür” şeklinde değerlendirdi. Cizîrê Kantonu Maliye Konseyi Başkanı Remziya Mihemed de, rejimin Hesekê saldırısının kentte yaşayan halkların kardeşliğini, kültürünü bitirmeye yönelik olduğunu söyledi. Mihemed, Rojava halklarının siyasetine karşıtlık halklar arasında yaratılmak istenen kışkırtmalar, bölgedeki birlik iradesini kırmaya dönük olduğuna dikkat çekerek, Cizîrê halkını rejimin oyunlarına karşı dikkatlı olmaya çağırdı. Cizîrê Kantonu Demokratik Özerklik Yönetimi Konsey Başkanları da, Baas rejiminin Hesekê’deki saldırılarının halkların birlikte yaşama arzusuna ve demokratik özerkliği zayıflatma, boğma amaçlı olduğunu kaydederek, “amacın kültürel yapılar arasına nifak tohumları ekme olduğunu ifade etti. 03 Devletçi zihniyet ve yargı MİTHAT SANCAR Türkiye’nin en derin sorun alanlarından biri yargıdır. Yargı, sadece derin değil, aynı zamanda sürekli bir sorun alanıdır. Ülkede siyasi atmosfer değişebilir, yargının kurumsal düzenlenişi değişebilir, yargı dünyasının bileşimi değişebilir, ama yargıya egemen olan zihniyet kalıpları kolay kolay değişmez. Bu zihniyet kalıplarının başında ise, devtleçilik gelir. Devleti toplumsal ve siyasal hayatın merkezine yerleştiren, ona bir nevi kutsallık atfeden bu anlayış, Türkiye’de güçlü köklere ve yaygın etkiye sahiptir. Devlet eliyle tepeden gerçekleşen modernleşme sürecinin doğrudan ürünü olan bu anlayış, Cumhuriyet idelojisinin temelini oluşturmuştur. Zamanla siyasal kültüre yerleşen ve toplumun geniş kesimlerine nüfuz eden bu anlayışı, Alman devletçiliğiyle kıyaslamak mümkün. Dünyada tepeden modernleşmenin tipik örneği olarak kabul edilen Almanya’da, 18. Yüzyılın ikinci yarısından itibaren serpilen zihniyete göre, devlet milli kimliğin harcı, milli varlığı sürdürmenin nihai güvencesidir. Yürütme organı ve bürokrasi aygıtı, devletin örgütlenmesinde odakta yer alır. Diğer kurumlar da, bu yapıyı korumakla yükümlüdür. Alman devletçiliğinin ürettiği en önemli sonuçlardan biri, siyasal hayatın dost-düşman ayrımına göre kurulması olmuştur. Bu atmosferde siyasi karşıtlık, muhalefet ve rekabet çerçevesinde değil, düşmanlık algısına göre şekillenir. Devlet aygıtının başlıca görevi de, düşman olarak belirlenen toplumsal kesimlerin ve siyasi oluşumların bastırılması ve tasfiyesidir. Benzer şema Türkiye için de geçerlidir. Vesayet sistemi, bu örgütlenme ve yönetim anlayışının bir yansımasıydı. Türk devletçiliği, belki de en yetkin ifadesini bu sistemde bulmuştu. Vesayet sistemi büyük ölçüde çözüldü, ama onun temelinde yatan zihniyet kalıplarının tedavülden kalktığını söylemek mümkün değil. AKP, vesayet sistemiyle çatışarak iktidarını kurdu, ama o sistemin siyaset ve yönetim anlayışını tasfiye etmek yerine, kritik bütün konularda devam ettirdi. Merkeze yerleştikçe merkezin bu anlayışını daha hızlı ve daha fazla temellük etmiştir. Yargı, Türk devletçiliğinin işleyişinde hayati bir role sahiptir. Devleti koruma ve kollama, bu işlevin yalın özüdür. Bu zihniyet egemen kaldıkça, devleti yöneten kadroların veya devlet eliyle uygulanmak istenen siyasal ve toplumsal projelerin farklılaşması, bu işlevde esaslı bir değişiklik yaratmaz. Yargı da, devlete hakim olmak isteyenlerin, düşman olarak gördükleri kesimleri bastırmak ve tasfiye etmek için en çok kullanmak istedikleri ve kullandıkları araç olmaya devam eder. Vesayet zamanında bu böyleydi, cemaatin bariz hakimiyetinde geçen son birkaç yılda da böyleydi, AKP’nin hakimiyetini tesis etmeye başladığı yeni dönemde de böyledir. Ali İsmail Korkmaz’ın vahşice öldürülmesi davasında mahkemenin verdiği kararı da; babasıyla birlikte acımasızca katledilen Uğur Kaymaz davasında sanıkların beraatini onaylan Yargıtay kararını da; Roboski katliamındaki soruşturmanın kapatılması sürecini de bu çerçevede değerlendirmek gerekir. Bu olaylarda ve benzer daha birçok örnekte yargının, vicdan sahibi herkesi isyan ettirmesi gereken kararları kolayca verebilmesi, büyük ölçüde Türk devletçiliği dediğimiz zihniyetin ve onu yeniden ve yeniden üreten uygulamaların devamı nedeniyledir. Latin Amerika toplumlarında adaletsizliği ve keyfiliği anlatmak için kullanılan bir deyiş vardır: “Dostlara adil davranılır, düşmana kanun uygulanır.” Lakin dünya deneyimleri açıkça gösteriyor ki, bu anlayışa dayanan bir sitem, dışlanan ve haksılığa maruz kalan toplumsal kesimlerde derin bir öfke yaratır; siyasal kutuplaşmayı sürekli canlı tutar, toplumsal barışı tehdit eder. Öte yandan Türkiye’de son yıllardaki tecrübelerin açıkça gösterdiği gibi, sistemin nimetlerinden yararlanma fırsatı yakaladığı için onu sürdürenler, gün gelir onun kurbanı olurlar… 04 ŞENGAL BasHaber 26SÖYLEŞİ Ocak - 01 Şubat 42015 ŞENGAL BasHaber 26 Ocak - 01 Şubat 2015 5 SÖYLEŞİ ‘Şengal’e Kanton’ Kürd siyasetini böldü E Berfîn Mijdar zdilerin yoğunluklu yaşadığı Şengal bölgesi IŞİD işgali ve saldırılarının başladığı tarihten itibaren hem bölge hem de dünya kamuoyunun gündemine oturdu. Aylarca dağlarda yaşam savaşı veren, kadın ve yaşlıları IŞİD’e esir düşen, binlercesi göç yollarına düşen, yüzlercesinin hayatını kaybettiğ Şengalli Ezdiler, savaşın tahribatını henüz atlatamamışken bu kez ‘kanton’ tartışmasının ortasında kaldı. Kürd güçlerinin bölgeyi kurtarma planları yaptığı bir dönemde KCK’nin başlattığı ‘Şengal’in kanton olması’ tartışması ve ‘öz savunma - öz yönetim kurulması’ amacı ile gerçekleştirilen toplantıda alınan kararlar Kürdistan siyasi partilerini adeta teyakuza geçirdi. Şengal bölgesi için ‘kanton/öz yönetim’ sisteminin tartışıldığı ve geçici bir yönetimin belirlendiği toplantıya PDK sert tepki gösterirken, KCK yaptığı açıklamada, toplantının tertibi ile ilgileri olmadığı, katılımcıların halktan insanlar olduğunu iddia etti. Toplantıya katılan kimi Şengalliler ise, “yemeğe çağırdılar, yönetici olarak seçildik” yönündeki açıklamaları konuyu daha da içinden çıkılmaz hale PDK’li Bucak: PKK, Şengal’in kaderine karar veremez PKK’nin Türkiye gibi davrandığını söyleyen Kürd Demokratlar Platformu (KDP) Başkanı Sertaç Bucak Şengal savunmasına katılan PKK’nin bunu bahane ederek Şengal’in kaderine karar veremeyeceğini ifade etti. Kanton sisteminin ulusal değil yerel bir idare biçimi olduğunu ve bu nedenle bağımsızlık ve ulusal birliğe aykırı olduğunu vurgulayan Bucak, “PKK, bölgede bağımsız bir Kürdistan istemeyen bölge devletlerinin gönlünü hoş etmeye çalışıyor. Rojava’da üç kanton kuruldu ancak bu kantonlar tam anlamıyla özgür değil ve yıllarca Kürdleri yok sayan Suriye’ye bağlı. Kanton ulusallığı değil yerelliği baz alıyor. Kürdistani bir tavır sergilemesi gereken PKK’nin bu ısrarı brakujiye de sebep olabilir. Bu talebin ısrarı Kürd halkı için felaketin ısrarıdır” değerlendirmesinde bulundu. getirdi. Şengal’in Sinune nahiyesinde geçen hafta KCK Yönetim Kurulu Üyesi Sozdar Avesta öncülüğünde bir grup KCK’linin, YNK temsilcilerinin ve 200 kadar Ezdi’nin katılımı ile gerçekleşen toplantıda Ezdilerin kendi kendilerini yönetmesi için komiteler kuruldu. Kürdistan Bölge Yönetimi ve KDP’li milletvekilleri toplantıyı ‘Kürdistan’ın içişlerine müdahale’ olarak değerlendirerek tepki gösterdi. KCK’ye yakın siyasetçiler ‘kanton veya öz yönetim’ isimiyle Şengal’de özel bir yönetim oluşturulmasını savunurken, birçok Kürd partisi ve siyasetçi de duruma tepki gösteriyor. PKK daha önce Şengal’i istemişti Bilindiği gibi Şengal, Ezdilerin kutsal mekanı olması ve daha önce de defalarca saldırı ve katliamlara maruz kalmış olması nedeniyle tüm Kürd güçlerinin hassas davrandığı bir bölge. Coğrafik olarak da Kürdistan parçaları arasında stratejik bir öneme sahip olan bölgede karargah kurmak için bölgeye yerleşmeye çalışan PKK geçtiğimiz yazdan bu yana çalışma yürütüyor. Türkiye’de devam eden Çözüm Süreci kapsamında da gerillanın geri çekildikten sonra konumlandırılmak istendiği yer olarak Şengal’in ismi ön plana çıkmıştı. IŞİD saldırısı ardından bölgeye gerilla birlikleri gönderen PKK’nin, Şengal’de IŞİD ile savaşmasının ardından Şengal ile taleplerini açıkça dillendirmeye başladı.Henüz Şengal’in IŞİD’den temizlenmesi operasyonları sürerken, çok sayıda Ezdi kadın hala esirken ve göçmen Ezdilerin sorunları çözüm beklerken kanton konusunun gündeme gelmesi, Kürd partileri ve hareketleri arasında tartışma konusu oldu. Ezdilerin 73. Katliam olarak nitelendirdiği IŞİD saldırıları sonrasında Peşmerge güçleri DBP: Şengal dışında Süleymaniye ve Kerkük de kanton olmalı DBP Hewler Temsilcisi Cemal Coşkun ise KCK’nin yaptığı açıklamaların çarpıtıldığı ve Şengal’i Kürdistan’dan ayırmak istemediklerini söyledi. Güney Kürdistan’ın bağımsızlık ve birlik çalışmalarına karşı olmadıklarını vurgulayan Coşkun diğer yandan da sadece Şengal’in değil Süleymaniye ve Kerkük için de kanton olmanın doğru olacağını savundu. Şengal’in kanton olmasının çok doğru bir karar olduğunu ifade eden Coşkun “73. defa katliamla yüz yüze kalan bir halkın kendi öz yönetimini ve öz savunmasını kurması çok doğal. Devletlerin ve merkezi otoritenin küçülmesi, kantonların kurulması demokrasinin artması anlamına gelir. Devlet toplum içerisinde her zaman sorundur. O nedenle devletlerin küçülmesi demokrasiyi arttıracaktır. Ne kadar az devlet o kadar çok demokrasi” yorumunda bulundu. Coşkun, Kürdistan’ı bölmek gibi tarafından Şengal’i kurtarma operasyonu başlatılmıştı. Bölgeyi IŞİD’ten temizlenmeye çalışan Kürd güçlerinin dayanışması ulusal birliğe giden yolun açıldığı şeklinde yorumlanmış ve bu yönde bir beklenti oluşmuştu. Kanton tartışması ise bir anda bu zemini bertaraf edecek potansiyeli ortaya çıkardı. Şengal’de bulunan bir HPG’li komutanın “Şengal’i özgürleştirdikten sonra niyetimiz Şengal’e kanton kurmaktır” ve KCK’nin, Şengal’de Ezidiler tarafından yapılan toplantıda, “kendi öz yönetimlerini oluşturma yönündeki kararın yerel halkın kendisi tarafından alındığı” açıklamaları tartışmaları da beraberinde getirdi. KCK ve yakın siyasetçiler Şengal dışında, Kerkük, Musul, Xaneqîn ve birçok bölge için kanton önerisinde bulunmuştu. Kürdistan Bölgesel Yönetimi ise “Kanton” fikrinin Güney Kürdistan’ın bölünmesine yönelik bir girişim olduğunu ve buna izin vermeyeceklerini ifade etti. Konuya ilişkin gazetemize değerlendirmede bulunan kimi Kuzeyli siyasetçiler ‘özyönetim’ oluşturmanın demokrasiyi geliştireceğini’ ileri sürerken, kimileri ise bunun bağımsızlığa ve Kürd Ulusal Birliği’ne yönelik bir tehdit olduğu değerlendirmesinde bulunuyor. Kısa bir süre önce Şengal’i tamamen kurtarmak üzere bizzat Mesut Barzani’nin koordine ettiği yaklaşık 12 bin kişilik Peşmerge gücü diğer Kürd güçleriyle birlikte operasyon başlatmış, bölge büyük oranda IŞİD’den kurtarılmıştı. Şengal operasyonu ardından Barzani, Şengal dağında basın toplantısı düzenlemişti. Operasyon sırasında da PKK’ye yakın medyada ‘Peşmerge çekildi’ yönünde haberler yapılmıştı. Bölgedeki Ezdi komutanlar ve diğer kaynaklar HPG ve Peşmerge arasında operasyona yönelik prüz çıktığını ifade etmiş, HPG’nin operasyon başlamadan harebir niyetleri olmadığını ifade etse de, “Yeni düzen içerisinde bağımsızlık çok zordur. Bağımsız devlet diye bir düzen yok. Ulusal kurtuluş söz konusu değildir” diye konuştu. Hak-Par: Kanton Kürdleri böler PKK’nin kanton kararına tepki gösteren Kuzey Kürdistan’daki siyasi partiler de ‘kanton ilanının Kürdistan’da Kürdleri birbirine kırdırtma politikası’ olarak değerlendirdi. Hak-Par Genel Başkanı Fehmi Demir PKK’nin Şengal’de gerçekleştirdiği toplantıyı ‘provakosyon’ olarak değerlendirerek. “Bölgesel Kürd Yönetimi’nin bir hükümeti, parlamentosu ve Başbakanı ve Cumhurbaşkanı var. Kürdistan’daki partilerin birbirilerinin içişlerine karışma hakkı yoktur” dedi. Demir açıklamasının devamında “ PKK ve YPG kanton ilan ederek Kürdleri birbirine kırdırtma çabası içindedir. Bunlar yaşanmaması gereken olaylardır. PKK daha önce de böyle girişimlerde bulundu” ifade- kete geçtiğini iddia etmişti. Şengal’de temizlik operasyonları devam ederken Şengal’deki HPG komutanlarından biri bölgenin özgürleştirilmesinin ardından ‘Kanton kurma fikirlerinin olduğunu’ açıklaması dikkat çekmişti. KCK de kısa bir süre sonra Şengal’de bulunan Ezdilerin toplantı yaptığını ve sonrasında özyönetim kararı aldıklarını duyurmuştu. Önce Bayık sonra Demirtaş Şengal’in kanton ilan edilme tartışmaları önce KCK Eşbaşkanı Cemil Bayık’tan geldi. Bayık’ın Güney Kürdistan’ın bağımsızlık mücadelesine rağmen “Irak toprak bütünlüğü korunmalıdır” açıklaması tepkilere yol açtı. Bayık, Güney Kürdistan’ın bağımsızlığını anlaşmazlık olarak niteleyip, IŞİD’e karşı mücadele için Irak’ın toprak bütünlüğünün korunması gerektiğini ve aradaki sorunların diyalog yöntemiyle çözülmesi lerini kullandı. Omar: Kuzey yapısı bölgeye müdahil olamaz Kürdistan Parlamentosu İnsan Hakları Komisyonu Başkanı Soran Omer ise PKK’nin Şengal için resmi bir açıklama yapmasa bile Kuzey’den gelen bir yapı olarak sorunlu bölgeye müdahil olmasının doğru olmayacağını söyledi. Omar, Irak Merkezi Hükümeti ve Kürdistan arasındaki sorunlu bölgenin kaderine Şengal kurtarıldıktan sonra karar verileceğini söyledi. Ezdilerin IŞİD saldırılarından sonra bir kırılma yaşasalar dahi Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin Ezdiler için iç güvenliği tesis edeceğini vurgulayan Omar, “PKK bu muğlaklığına son vermelidir. Şengal PKK için stratejik ve politik olarak önemli olanilir ama Şengal’in kaderine güvenliği ileri sürerek müdahil olaramaz. Kürdistan Bölgesel Yönetimi halkın güvenliği sağlanmış gerektiği belirtti. Bayık’ın hemen ardından bu kez HDP Eşgenel Başkanı Selahattin Demirtaş Şengal için kanton önerisinde bulundu. Demirtaş, Şengal’in Kürdistan’a bağlanmaması gerektiğini vurgulayarak, “Ezdi halkın, kendi öz savunma gücünün oluşturması lazım. Kendi örgütlenmesini, kurabileceği yönetimi desteklemeliyiz. Şengal’in, Kürdistan bölgesi üzerine alınma kararı tehlikeli riskler oluşturur” açıklamasında bulunmuştu. KCK yetkililerinden Duran Kalkan ile Mustafa Karasu da Bayık ve Demirtaş’a paralel açıklamalarda bulunmuşlardı. “Kanton yasadışıdır” Bayık ve Demirtaş’ın açıklamalarının ardından KBY Bakanlar Kurulu, PKK’nin Şengal’de meclis kurarak kanton ilan Şengal’e geri dönmesi için gerekli tüm çalışmaları yürütecektir” dedi. PDK-T: Kanton Kürdleri parçalar Türkiye Kürdistanı Demokrat Partisi Genel Başkanı Mehmet Emin Kardaş da PKK ve YPG’nin kanton girişimlerinin Kürdler’e zarar verdiğini ve onları temel mücadelelerinden uzak tuttuğunu ve Kürdleri parçaladığını vurguladı. PKK’nin her ay Kürdler’in gündemine kantonu getirdiğini belirten Kardaş, ‘Kürd düşmanlığını yürütenler ile aynı çizgide yer alındığını’ açıkladı. Katılımcı Demokrasi Partisi (KADEP) Genel Başkanı Lütfü Baksi de Kürd Yönetimi’nin Meclisi’nin ve parlamentosunun olduğunu, kendi yönetimleri altında olan bir toprağın iradesine kendi- etme girişimini “Kanton yasadışıdır” ifadesiyle uyarıda bulundu. PKK’nin Kürdistan Bölge Yönetimi’nin içişlerine karışmaması gerektiğini vurgulayan Bakanlar Kurulu, Kanton ilanına izin vermeyeceklerini şu şekilde ifade etti: “PKK Kürdistan Bölgesi’nin iç işlerine karışmaya son vermelidir. Kürdistan Bölgesi ve Irak’ın meşru ve anayasal kurumları vardır. Ezdi Kürdler’in de Kürdistan Parlamentosu ve Irak Temsilciler Meclisi’nde temsilcileri mevcuttur. Şimdi ve gelecekte yapılan bütün işler yasadışı ve uygunsuz müdahalelerle değil, Kürdistan Bölgesi ve Irak’ın meşru kurumları aracılığıyla yapılacaktır. Şengal hakkında Şengalliler, Kürdistan Bölgesi’nin meşru kurumları ve kurtarılmasında kanı dökülenler dışında hiç kimse söz hakkına sahip değildir.” Kürdistan’da temel amacın kendi kaderini tayin etme ve bağımsızlık olduğunu vurgulayan YNK yetkilileri de “Gerilememiz ve ‘kanton’ gibi oluşumları düşünmemiz için hiçbir sebep yok. Bir adım atılacaksa, bu konfederasyon veya bağımsızlık olmalı” açıklamasında bulundu. Daxil’den sert tepki: Ezdilerle alay etmek demektir Şengal’in kanton ilan etme girişimlerine yönelik bir tepki de Irak Parlamentosu Ezdi Milletvekili Viyan Daxil’den geldi. Daxil, Şengal’in kanton ilan edilmesine karşı olduğunu vurgulayarak, ”Şengal için kanton istemek Ezdi halkıyla alay etmektir. Şengal’in Kürdistan Bölge idaresine bağlı olmasını istiyoruz” diye konuştu. ”Ne yazık ki, tüm dünyanın Ezdi halkının bu haline yandığı ve acı- lerinin karar vermesi gerektiğini açıkladı. Baksi, PKK Lideri Abdullah Öcalan ile Mesud Barzani arasında 1983’te antlaşma yapıldığını ve bu antlaşmaya göre Kürd partilerinin birbirlerinin içişlerine karışmayacaklarının sözünü verdiklerini hatırlattı. PAK: Şengal’deki toplantı meşru değildir! Kürdistan Özgürlük Partisi (PAK) Genel Başkanı Mustafa Özçelik de KCK’nin açıklamasının önemli olduğunu ve Kürd partilerinin birbirlerinin içişlerine karışmamaları ve birbirlerine tahakküm uygulamamaları gerektiğini söyleyerek, “Şengal’deki toplantı meşru değildir” dedi. Özçelik, Kürdistan Yönetimi’nin Kobanê’ye Peşmerge ve silah yardımında bulunduğu zaman siyasi çıkar gütmediğini PKK’nin de Şengal ve Maxmûr’da savaşırken siyasi bir çıkar gütmemesi gerektiğini açıkladı. larını paylaşmaya çalıştığı bir dönemde, bazı taraflar ısrarla bu acıyı deşmeye çalışıyor” diyen Daxil, hiç bir şekilde kanton görüşüne itibar etmeyeceklerini söyledi. “Biz değil Şengal halkı istedi” Ancak KCK’nin Kanton tartışmalarına ilişkin, “Kantonu biz değil Şengal halkı istedi” yönünde konuyu ne inkar eden ne de üstlenen minvalde açıklaması, konunun giderek artan bir ritimle gündeme geleceğine işaret ediyor. KCK yetkilileri, “Şengal’e ilişkin bize ait olmayan görüşler sanki bize aitmiş gibi yansıtılmaya çalışılmaktadır. Şengal’in kurtarılması için büyük bir mücadelenin verildiği bir dönemde bu tür gerçek dışı ve hareketimizi hedef gösteren açıklamalar yapılması Kürd halkının ulusal çıkarlarına uygun düşmemektedir” sözleriyle Şengal açıklamalarını yalanlayarak Şengal’i Kürdistan’dan ayırmak gibi bir amaçları olmadıklarını ileri sürdüler. KCK’nin açıklamasının ardından Demirtaş da Şengal’e ilişkin açıklamalarının yanlış yorumlandığını belirterek, “Şengal Kürdistan’ı kalbidir, Kürdistan’a bağlı kalacaktır. Şengal’e ilişkin sözlerim yanlış anlaşılmıştır” açıklamasında bulundu. Güney Kürdistanlı siyasetçilerin, özellikle Mesrûr Barzani’nin Avrupa Parlamentosunda yaptığı bir konuşmada PKK’nin terör örgütleri listesinden çıkarılmasını istediklerini ve hiçbir Kürd örgütünün bunu haketmediğini belirtmesi ise, Güneyli siyasetçilerin ulusal konularda daha dikkatli oldukları yönünde yorumlanmıştı. FEK: Şengal kantonu için şehit de veririz Avrupa Ezdi Federasyonu (FEK) yöneticilerinden Cemil Serhan ise Rojava’daki kantonları örnek göstererek Şengal’in kanton ilan edilme kararının doğru ve yerinde bir karar olduğunu söyledi. Şengal’in kanton olması için gerekli mücadeleyi vereceklerini belirten FEK yöneticisi Cemil Serhan, “Bu uğurda şehit vermemiz gerekiyorsa şehit de veririz mücadelemizi de, ama Şengal kanton olacaktır. Biz kanton olmasını istiyoruz. Eğer şimdiye kadar kendi öz savunmamızı kursaydık belki de 73 defa katliamla karşı karşıya kalmazdık” diye konuştu. 05 Cizre MESUT YEĞEN Kobanê cinneti fazlasıyla göstermişti ama son bir iki haftada Cizre’de olanlar bir kez daha gösterdi: Çözüm sürecinin zemini pek sağlam değil. Zemin, çözümün akıbetini de şekillendirmesi beklenen seçimlere kadar muhtemelen çökmeyecek, ama epey sallanacak, bu belli. Sürecin iki ana partnerinden hükümetin sözcülerini dinleyecek olursak sarsıntıların iki sebebi var: Kürd siyaseti mental olarak silah bırakıp, siyaset yapmaya hazır değil ve çok parçalı olduğu için de sahada kontrolü zayıf. İkinci partner, Kürd hareketine göre ise hükümet müzakere ediyormuş gibi yapıp seçim sonrasında çatışmaya hazırlık yaptığı için bütün bu sarsıntılar yaşanıyor. Bir de her iki partnerin mühim sözcülerinin ortaklaştığı bir sebep var: Provokasyon. Hem hükümet hem de Kürd siyaseti zaman zaman uluslararası aktörleri, ama daha ziyade cemaati işaret ederek, süreci zorlayan sarsıntıların ardında, özellikle emniyete sızmış unsurlar tarafından gerçekleştirilen provokasyonların olduğunu savunuyor. Peki, hakikat ne? Hakikat galiba şu: Çözüm sürecinin zeminin sağlam olmaktan alıkoyan ve bu itibarla da Cizre’de olan bitene yol açan tek bir sebep yok ve günlük, tekil sebeplerden çok, asli, yapısal sebepler var. Sebeplerden birinin provokasyon olduğuna şüphe yok. Plakasız emniyet araçları, polislerin emniyet envanterinde olmayan silahlar kullanması ve birkaç hafta içinde suçsuz günahsız bunca çocuğun öldürülmesi şunu gösteriyor: Polis, Cizre’de pek de düşük olmayan kendi şiddet standartlarını aşarak bir şeyler yapıyor. Emniyetin kendi şiddet rutininin dışına çıkması birilerinin bir şeylerin peşinde olduğunu, Cizre’de ya da Kürdistan’da sokak hareketliliğinin yüksek kılınması için çalıştığını gösteriyor. Öte yandan, provokasyonun mevcudiyeti kesin olmakla beraber, hükümet de bütün bu provokatif hareketliliği durdurmak üzere etkili bir şey yapmıyor. Hükümet provokatif unsurları ayıklayayım derken şu vahim tabirle ‘polisin moralini’ bozmak istemiyor ya da daha vahimi provokasyon sonucunda oluşan şiddet durumunu yönetilebilir kıvamda tutup bu durum üzerinden seçim ya da çözüm siyaseti yürütmek istiyor olabilir. Çözüm sürecinin zeminini sağlam olmaktan alıkoyan ikinci sebep Kürd siyasetiyle ilgili. Kürd siyasetinin söyledikleri ve yapıp ettikleri aynı anda birkaç şeye birden ediyor: Öncekiler gibi son Kandil açıklaması da gösterdi ki Kürd siyaseti, PKK (bütün tereddütlerine, eleştirilerine rağmen) çözüm siyaseti dairesinde kalmaya kararlı. Ancak biri büyük, iki sıkıntısı var. Büyük sıkıntı malum: Çözüm sürecinin esas aktörü olarak hükümetin birçok afilli laf edip fiiliyatta çözüm sürecini silahsızlanmaya eşitlemek isteyişi ve oyalayan, sündüren siyaseti. PKK’nin ilk sıkıntısı bu: PKK, hükümete, partnerine güvenmiyor. Bu büyük sıkıntı ikinci bir sıkıntıya yol açıyor. Hükümetin sündürme siyasetinden kaynaklanan güvensizlik, örgütten sokaklara, kadrolardan, siyasetçilerden kitlelere, gençlere sirayet ettikçe Kürd siyasetinin, PKK’nin tabanının tamamı üzerindeki kontrolü zorlaşıyor. Kısmen tabanı rehavete sevk etmemek isteyen Kürd siyaset kadrolarının alarmist tutumundan ama daha ziyade hükümetin sündürme siyasetinden kaynaklanan güvensizlik bugün PKK tabanını kuşatan genel bir güvensizliğe dönmüş durumda. Çözüm sürecinin zeminini sallantılı kılan ikinci sebep bu: Çözüm siyaseti dairesinde kalma kararlılığında olmakla birlikte, PKK partnerine güvenmiyor ve bu güvensizlik her geçen gün PKK tabanına sirayet ediyor. Üçüncü sebep hükümetle ilgili. Hükümet çevrelerince telaffuz edilen PKK mental olarak silahsızlanmaya, salt siyasi mücadeleye hazır değil tespitinin kaynağı nedir bilmiyorum ama çözüm sürecinin zeminini sağlam olmaktan alıkoyan üçüncü sebep hükümetin bugünkü momentte Kürd meselesinin çözümü olarak silahsızlanmanın, silahsızlanmanın çok ötesine giden bir boyutu olduğunu kabul etmeye pek de istekli olmayışı. ‘PKK siyasi çözüme hazır değil’ tespiti doğru mu bilmiyorum ama hükümet silahsızlanmayı aşan bir çözüme pek hazır görünmüyor. Çözüm sürecini sallantılı kılan sündürme siyasetinin ardında bu hazırlıksız olma hali var gibi. Cizre’de olanlar da dahil çözüm sürecindeki sarsıntıların, ‘o şunu, şu bunu yaptı’ diyerek izah edilebilir görünen, günlük bir yüzü olduğuna şüphe yok. Ama işin ardında daha büyük, daha esaslı sebepler var, bu da belli. En başta da çözülmesine karar verilen şey olarak Kürd meselesinin ne olduğuna ilişkin uzlaşmazlık. 06 TURİZM BasHaber 26 Ocak - 01 Şubat 2015 BasHaber PETROL 26 Ocak - 01 Şubat 2015 Türkiye-Erbil-Bağdat Petrol cephesinde yeni bir şey yok! I rak’da Haydar İbadi’nin göreve başlaması ile birlikte Erbil-Bağdat arasında petrol konusunda yeni anlaşmaların hayata geçirilmesi beklenirken, mevcut sorunlar hala çözülebilmiş değil. Taraflar iyi niyet ve uzlaşma beklentisi içinde. Ancak şimdiye dek yapılan görüşmelerde petrol parasının transferi ve bütçelere göre paylaşımı sorunu çözülemedi. Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Taner Yıldız’ın geçtiğimiz hafta sonu Türkiye-Irak 17. Karma Ekonomik Komisyonu (KEK) toplantısı için Bağdat’a gitti. Yıldız görüşmeler sonrasında yaptığı açıklamada, Erbil ve Bağdat arasında geçen aralık ayı başında yapılan anlaşmanın Türkiye’yi sevindirdiğini söyleyerek, ‘’Biz, KerkükYumurtalık ham petrol boru hattı tam kapasite dolsun ve oradan geçen bütün petrol gelirleri de Irak halkının tamamının olsun istiyoruz’’ ifadelerini kullandı. Kürdistan, turizmin yeni gözdesi İ Mustafa Kılıç stanbul Beylikdüzü TUYAP Fuar Merkezi’nde 19. düzenlenen EMITT Doğu Akdeniz Uluslararası Turizm ve Seyahat Fuarı’na Kürdistanlı turizm firmaları da katıldı. Fuara katılan Kürdistan Turizm Firmaları Başkanı Sirwan Tofik, “Kürdistan’da turizmin geleceğine dair umut vaat eden gelişmeler yaşandığını ve turizmde hakettikleri noktaya geleceklerini” söyleyerek, “ülkemizde önemli bir potansiyel var ve bu dünyanın ilgisini çekmeye başladı” diye konuştu. EMITT Fuarı ilk kez 1997 yılında İstanbul’da Tüyap’ın Tepebaşı’ndaki Fuar Merkezi’nde Voyager Uluslararası Turizm ve Tatil Fuarı adıyla gerçekleştirildi. Turizm ağırlıklı olarak gerçekleşen fuar, bölge ülkelerinden ve uluslararası turizm camiasından büyük ilgi görüyor. Fuara Kürdistan Bölgesi’nin büyük ilgi gösterdiği gözlenirken Kürdistan Turizm Firmaları Başkanı Sîrwan Tofîk Kürdistan’ın yakın zamanda turizm konusunda da dünyanın ilgisini çekmeye başlayacağını söyledi. “Kürdistan ekonomisi uluslararası alanda güvenilir bir partner” Kürdistan’ın kültürel ve coğrafik mekanlarını ve zengin olan turizm alanlarını öncelikle Türkiye ve katılan diğer katılımcılara tanıtmak için EMITT’e katıldıklarını belirten Tofîk şöyle devam etti: “Kürdistan’da yıllardır farklı fuarlar düzenleniyor. Özellikle Süleymaniye ve Hewler kentlerinde dünyanın farklı ülkelerinden geniş katılımcılarla fuarlar gerçekleşiyor. Biz Kürdistan ekonomisinin güçlü olduğuna inanıyoruz ve partnerlerimizle o güvenle görüşmeler gerçekleştiriyoruz. Şu anda Kürdistan ekonomisi çok güçlü ve uluslararası alanda güvenilir bir partnerdir.” “Ülkemizde herkese özgürlük var” Kürdistan’ın turizm alanında da şu an itibariyle iyi bir noktaya geldiğinin altını çizen Tofik, “Irak devletinin daha önceki politikaları ve güvenlik nedenleri ile turizm alanlarımıza gerekli ilgiyi gösteremedik. Fakat şimdi günden güne turizm alanında da kendimizi uluslararası camiaya ifade edebiliyoruz. Kuşkusuz bunda Kürdistan Hükümeti’nin büyük rolü var. Mesela İstanbul’a gelmeden önce Dubai’de turizm fuarına katıldık. İstanbul’dan sonra da Berlin’e gideceğiz. Oradan da farklı yerlere gideceğiz. Artık Kürdistan’ın turizm bölgelerini tanıtarak tüm ülkelerdeki insanları davet edeceğiz. Gelip görsünler Kürdlerin misafirperverliğini, bizim ülkemizde özgürlük herkes için vardır” dedi. “Turizmimiz de özgür olacaktır” Batı’nın Kürdistan’daki turizm bölgelerine ilgi gösterdiğini söyleyen Tofîk “Savaş kısmen de olsa Kürdistan’dan uzaklaştı. Biz de özellikle Ber- lin fuarında turistik bölgelerimizi ve coğrafi güzelliklerimizi insanlara anlatacağız. Artık Kürdistan özgür bir ülke ve turizmi de özgür olacaktır. Zaten Kürdistan’ı reklamlar ile dünyanın farklı büyük televizyon kanallarında yayınlıyoruz. Şu an dünyanın ilgisi gerçekten Kürdistan ekonomisi ve Kürdlerin kahramanlığına odaklanmış. Ve Kürdistan hükümeti tüm turizm firmalarına destek ve teşvikler veriyor. Biz buradan gazetenizin aracılığı ile de tüm dünya turizm firmalarını Kürdistan’a davet ediyoruz” şeklinde konuştu. “Kendi yönetimimizi oluşturduk” 1992’de Kürdistan’ın gayri resmi şekilde de olsa bağımsızlaştığını ifade eden Tofîk, ”Artık bizim kendi parlamentomuz ve yüzlerce kurumumuz var. Halkımızla beraber kendi yönetimimizi oluşturduk. Bizim en çok uluslararası camiada zorlandığımız konu hala bizi Irak’a bağımlı bir ülke gibi görmeleri, hala bazı dünya halkları Kürdistan konusunda tereddütlü davranıyor. Bunlar kısmen geliştirdiğimiz ekonomik ilişkilerimize de yansıyor. Dileğimiz odur ki Kürdistan tamamıyla bağımsız olarak dünya halkları arasında yerini alır” dedi. Çiğdem Yılmaz “2015 ekonomimiz için milat olacak” 2015 Newroz’undan sonra başta Amed ve Van olmak üzere Kürdistan’ın farklı şehirlerinde de farklı fuarlara katılacaklarını ve düzenleyeceklerini dile getiren Tofik, “Kürdistan şehirlerinde gerçekleştirmek istediğimiz projeler var. Özellikle Güney ve Kuzey Kürdistan’ın ekonomik alanda birleşmesi ve kaynaşması öncelikli hedeflerimiz arasındadır. Bunun için yakında Kuzey Kürdistan’ın birçok kentinde fuarlar düzenleyeceğiz. Halkımız birbirine duygusal anlamda bağlı. Bu yüzden birbirimize ekonomik alanda da yardım etmemiz gerekiyor. 2015 yılı bizim için bu anlamda bir milat olacak. Tüm halkımızı Kürdistan’a ekonomik yatırıma davet ediyoruz. Kuzey’deki halkımıza gazeteniz aracılığıyla buradan teşekkürü bir borç görüyoruz. Bizi burada Kürdistan bayrağı altında yalnız bırakmadılar. Ve çok yoğun bir ilgi gösterdiler” dedi. Varolan hattın doldurulamadığı ortaya çıktı. Kerkük hattının, varolan petrol kaynaklarının bunun için yeterli olmadığı ve o yüzden Kürd yönetimi, açıkta kalan petrolün Kürd bölgesindeki petrolle doldurulması tezini ortaya koymuştu ve uzlaşı çıkmıştı. Bağdat’ta yapılan anlaşmalarda KBY, Kürdlerin petrolünün uluslararası piyasalara aktarılması noktasında bir uzlaşıya varıldı. Bu noktada bir tartışma yok. Temel tartışma Kürdistan topraklarındaki petrolün uluslararası piyasaya aktarılması değil, anlaşmanın kimler tarafından yapıldığına yöneliktir. Kürdler bu bölgedeki petrolün doğrudan TürkiyeKBY arasındaki bir anlaşma ile uluslararası piyasalara ulaşmasını isterken, Bağdat Somo’yu öne sürüyor. Tüm petrol satışlarının Somo üzerinden yapılması gerektiğini ve bu konuda uluslararası şirketlere yaptırımlarla geliyor, dava açılmasını öngörüyor. Bu konuda KBY’nin otorite olmasını engelliyor. Nispi anlamda bir anlaşma var. Kürd petrolü uluslararası piyasalara taşınacak ama burada elde edilecek gelirin transferi konusundaki problem tam anlamıyla çözülmüş değil. Kürdler diyor ki; ‘yüzde 17’lik payımız var ise doğrudan Erbil’e transfer edilmesi gerekir.’ Diğer kısmını Bağdat’la konuşabiliriz. Halkbank’ta mı kalacak, Somo’nun hesabına mı gidecek bu konuda hala uzlaşma sağlanabilmiş değil.’’ Erbil ve Bağdat arasındaki transfer sorunu Uluslararası Ortadoğu Barış Araştırmaları Merkezi (İMPR) Başkanı Veysel Ayhan, Türkiye Enerji Bakanı Taner Yıldız’ın kalabalık bir heyetle Bağdat’a gittiğini, taraflar arasında anlaşmanın sağlanması için çaba yürüten önemli aktörlerin içinde yer aldığı bu heyetin, önemli konuları tartışmaya açtığını söyledi. Kerkük hattı güvenli değil Bu konuların başında Kerkük bölgesinde yaşanan KBY ile varılan anlaşmanın istikrarsızlığın yeni bir hat geldiğine dikkat çeken Ayhan, inşa edilmesi önünde engel ‘’Bağdat’ın beklentisi var. teşkil ettiğini belirten Ayhan, Irak’ın ulusal petrol şirketi yine de uluslararası piyasa Somo üzerinden para transkanallarına petrol aktarımıferlerinin gerçekleştirilmenın sürdürülmek istendiğini sini talep ediyor. KBY’nin söyledi. Ayhan, ‘’Güvenli Türkiye üzerinden aktardığı olmayan bir bölgeden gepetrol miktarını net olarak çiyor hatların bir kısmı. O bilmek istiyorlar. Bu konuda açıdan üretim arttırımı KBY Bağdat’tan bir heyetin Silopi itibarıyla gerçekleşecek ki, bu ve Ceyhan’da denetlemeler durumu Bağdat’ın kabul ettiyapmasını, Somo’dan da ği, üretim artışı ve o üretimin IMPR Başkanı Veysel Ayhan artırımı konusunda uzlaşma yetkililerin bulunmasını, KBY’den petrolün ne kadar olduğu ortada’’ dedi. pompalandığını ve bunun ne kadarının uluslararası piyasalara gittiğinin, Bağdat tarafından istatistiki veri haline IŞİD’e rağmen yeni boru hatları mümkün değil dönüştürülmesi talep ediliyor. Paranın da, Duhok’tan Yeni boru hatlarının açılmasının IŞİD’e rağmen Bağdat’a verilmesi, Bağdat üzerinden Erbil’e gönderilmümkün olamayacağını sözlerine ekleyen Ayhan, “Irak’a mesi öngörülüyor. Bu konularda belli bir uzlaşıya varıla- petrol, yüzde 90 Basra Bölgesi’nden ulaşıyor. Buradan cağını görmekteyim’’ dedi. uluslararası piyasalara akıyor. Oradan ayrıca bir hat KBY’deki petrol rezervlerinin uluslararası piyasalara ileTürkiye üzerinden taşımak mümkün görünmüyor. aktarımı için Türkiye’nin geçiş güzergahı olarak belirlen- Öte yandan Körfezin diğer enerji kaynaklarının, Türkiye diğini ifade eden Ayhan, ‘’Karayolundan değil, boru hatüzerinden aktarılması tartışması var. Ama en önemli tından taşınması ve doğrudan KBY nezdinde taşınması tartışma özellikle doğalgaz hattının Türkiye üzerinden noktasında bir irade ortaya çıkmıştı. Şimdi ise, Kerkük gönderilmesidir. Ve gündemde Kürdlerin de kendi bahattına bağlanması ve kapasitesinin yetersiz olduğu ve ğımsız yeni hattını inşa etmesi var’’ diye konuştu. öngörülen kapasiteyi doldurmadığı noktasında talepler var. Kürd bölgesi petrollerinin Kürdistan sınırları KBY açısından yeni birşey yok üzerinden Kerkük hattına bağlanması ve oradan da o 1920’lerde tartışmalı olgu ne ise bugün de onun yaşanhat üzerinden uluslararası piyasalara aktarılması. Daha dığına dikkat çeken Ayhan, ‘’Türkiye 1920’lerde özellikle sonra başka bir tartışma oldu. Alternatif bir güzergaha Kürdistan Bölgesi petrolleri üzerinde bir etki oluşturmadaha ihtiyaç olduğu ortaya çıktı’’ diye konuştu. ya çalışmış ancak, 1926’da İngilizlere bırakmak zorunda kalmıştır. Son anlaşmalarla tarihsel olarak kaybettiği Kerkük hattı yetersiz petrol üzerindeki etkiyi yeniden kazanmış olarak görüAyhan bu ihtiyacı ortaya çıkaran nedenleri ise şöyle lüyor. KBY açısından bakıldığı zaman yeni bir şey yok. sıraladı: ‘’1 milyon 600 bin varil gönderilmesi öngö1920’lerdeki temel çatışma bugün de aynı aktörlerle rülüyordu, bu 700-800 bin varil civarında kalıyordu. varlığını sürdüyor’’ dedi. 07 Doğu ve Batı’nın sınırında FERHAT KENTEL Charlie Hebdo dergisine yapılan saldırıdan sonra Fransa’da çeşitli zaman, mekân ve fırsatlarda bol bol Fransız milli marşı “Marseillaise” çalınıyormuş. Kan, şehit, düşman retorikleri bakımından bizimkini rahatlıkla sollayabilecek olan ve sürekli vatandaşları “silah başına!” çağıran bu marşın -aktaranın yalancısıyım- özellikle “düşmanlarımızın mundar kanı topraklarımızı sulasın” mısrası pek bir revaçtaymış bugünlerde... Yani bizim buralardan pek farklı değil durum. Dünyanın doğusunda ve batısında birbirinin nefretinden, öfkesinden -ve denk düşerse neden olmasın- kanından beslenmeye hazır ne kadar çok travmatize olmuş insan var! Ama Allah’tan dünyanın doğusu ve batısı sadece bu tür insanlardan oluşmuyor. Mesela Almanya’nın eski totaliter “Doğu”sunun ağırlığını taşıyan Dresden’den doğan İslamofobik ve ırkçı PEGİDA hareketi Ekim 2014’ten bu yana hızla büyürken, bu harekete karşı demokratik bir Alman toplumu da ayaklanmakta gecikmedi. PEGİDA’nın düzenlediği her eylem ya da gösteri çok daha kalabalık demokrat ve ırkçılık karşıtı hareketler tarafından gölgede kaldı. Ya da şu: Avrupa ülkelerinde yapılan bir araştırmaya göre, kan kokan “Marseillaise” marşının memleketinde Fransızların yüzde 72’si Müslümanlar hakkında olumlu görüşlere sahip. Yani öyle işin kolayına kaçıp “kahrolası Batı” diyerek işin içinden çıkabileceğimiz bir durum yok. Tersine çok karmaşık devlet, kimlik, düzen, toplum ilişikleri var ve Charlie Hebdo olayını da basitleştirmek yerine biraz karmaşıklık riskini göze alarak anlamaya çalışmak lazım. Mesela şöyle beş düzeyli (tabii ki daha az ya da çok olabilir) bir analiz denemesi yapabiliriz: 1) “Bizden mi değil mi?” demeye gerek yok; dergi basıp, elindeki “gâvur icadı” (!) otomatik silahlarla kahramanmış gibi davranıp, içerideki silahsız insanları öldürmek –devlet güdümlü terörist örgütler ya da “inanmış İslamcılar” tarafından işlenmiş olması fark etmez- cinayettir. 2) Charlie Hebdo’nun yazarlarının yaptığı şey kanunlara falan bakınca “düşünce özgürlüğü”dür. Ama hayat sadece “kanuni” değildir; haklarında mizah yaptığınız insanların kutsal bildiği fikirlerle bu kadar aleni, bu kadar yarayı kanırtarak mizah yapmak “insani” değildir ve “acı” yaratır. Haklarında mizah yapılan insanların çığlığını duymamaktır. 3) Söz konusu katiller Fransız banliyölerinin öfkesi ve eseridir, dolayısıyla her şeyi çok iyi bildiğini düşünen Fransız devletinin eseridir. Ve kendisiyle bir türlü yüzleşmeyen, medeniyeti, eşitliği, özgürlüğü, entegrasyonu taşıdığını düşünen Fransız devletinin “kentsel dönüşümlerle” merkez dışına sürdüğü göçmen, yoksul kesimlerin isyanının sonucudur. Olay serserilik, uyuşturucu, şiddet sarmalı içinde en belirleyici özelliği “öfke” olan çaresiz “doğulu” insanların “gıcık” oldukları devleti en çok “gıcık” edecek bir kimlikle, “İslamcı” kimlikle gerçekleştirdikleri bir performanstır. 4) Batılı kapitalist ulus-devletlerin yıllardır hafif ateşte pişirdikleri İslamofobik söylem artık sadece kendi kontrollarında değildir. Doğu da bu kutuplu söylemin inşasına “Hıristiyanofobik” bir dille çok daha güçlü bir şekilde girmiştir ve artık “medeniyetler savaşı” lâfı çok daha günceldir. 5) Son madde “komplo teorisyenleri”ne uygun... Bu savaş kimin işine yarar? Önce komünizm, sonra 11 Eylül’ün verdiği gaz bittiği için, Batı’yı konsolide edecek yeni bir “güvenlikçi” gaza mı ihtiyaç var? Belki de... Ama belli ki, bunlar sadece Batı için geçerli sorular değil; yepyeni, bol gaz fişekli, düşmanlı, günah keçili, güvenlik paketli, bakara-makaralı (alenen İslamofobik) siyaset “Doğu ve Batı’nın birleştiği” köprülerde bile safları ayrıştırıyor. İçinde “halk”, “yerli”, “İslam” kelimeleri geçen bir retorik dolaşıyor bizim buralarda ama bütün yapılan, “yerli” ve “yabancı” ensesi kalınların kazanç makinalarının dişlilerini yağlamaktan başka bir şey değil. 08 SÖYLEŞİ BasHaber 26SÖYLEŞİ Ocak - 01 Şubat 82015 SÖYLEŞİ BasHaber 26 Ocak - 01 Şubat 2015 9 SÖYLEŞİ Çözüm için anayasal güvence gerek Prof. Mustafa Erdoğan: Türkiye’de eşitlik, özgürlük ve insan hakları bağlamında yaşanan ihlaller ve aksaklıklar hasebiyle; dil, din, ırk, cinsiyet farkı gözetmeyen, toplumun tüm kesimlerinin eşit haklar çerçevesinde yaşayabileceği kapsamlı bir anayasanın hazırlanması noktasında, muhalefet, iktidar ve diğer tüm çevreler hemfikir! Ancak… Türkiye’ye hem içerde hem de uluslararası arenada önemli sıkıntılar yaşatan deyim yerindeyse ‘kambur’ haline gelen sivil ve demokratik bir anayasa talebi öteden beri dillendirilmesine rağmen bir türlü yapılamıyor. AKP’nin iktidara geldiği dönem ise ‘anayasa değişikliği’ söylemi en çok dillendirilen konulardan biri oldu. Ancak herkesin hemfikir olduğu “1982 Darbe Anayasası’ndan kurtulma” konusunda henüz bir yol alınmış değil. Prof. Mustafa Erdoğan, Haziran 2011 seçimleri sonrasında Meclis Başkanı Cemil Çiçek’in, anayasa değişikliği konusunda görüşlerini almak istediği 24 anayasa profesöründen biri. İstanbul Ticaret Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dekanı ve Anayasa Profesörü Mustafa Erdoğan ile söz konusu çalışmayı, anayasa değişikliği ihtiyacını, Kürd sorununun çözümünde anayasal güvence gereğini ve Türkiye’nin siyasal durumunun hukuk boyutunu ve güncel konuları konuştuk. Yeter Polat Meclis Başkanı Cemil Çiçek’in daveti ile başlayalım. Neler konuşuldu, neler tartışıldı toplantıda? Meclis Başkanı, “bu Meclis anayasa yapabilir mi?” konusunu tartışmak üzere anayasa profesörlerini çağırdı. Çünkü malum o dönemde anayasanın değiştirilmesini veya yeni bir anayasa yapılmasını istemeyen kesimler bu meclisin anayasa yapamayacağını, bunun için kurucu meclis gerektiğini ileri sürmüşlerdi. Biz bu meclisin anayasa yapabileceğini çünkü; 2011 seçim kampanyasında bütün partilerin millete böyle bir vaadde bulunduğunu, halkın da bunu gözönünde bulundurarak meclisi oluşturduğunu varsaymamız gerektiğini, esasen demokratik bir anayasa yapmak istiyorsak, darbecilerin hiçbir demokratik meşruluk şartı gözetmeden anayasa yapabildiği bir yerde, neden bu şekilde seçim kampanyasından sonra oluşmuş olan Meclis, anayasa yapamazsın temel fikrini savunduk. Sivil ve demokratik bir anayasa mümkün mü Türkiye’de? Bu sorunu aslında biz çok eskiden beri tartışıyoruz. Gerçi 1982 Anayasası’nın yürürlüğe girmesinden hemen sonra ki dönemde hemen anayasaya yönelik itirazlar eleştiriler artmıştı ama anayasanın toptan değiştirilmesi yönündeki çalışmalar, değiştirilmesi yönündeki ilk fikir 28 Şubat sürecinde ortaya çıktı. Asıl olarak 2002’de AKP iktidara gelirken bu yönde bir vaadde bulunmuştu. Ve iktidar döneminde de 2010 anayasa değişikliğini takip eden dönemde özellikle, 2010 anayasa değişikliğinin verdiği havasıyla anayasa’yı tümüyle değiştirilen fikri bütün partilerde aşağı yukarı yaygınlaştı. 2011 seçimleri arefesinde bütün partiler bu yönde açıklamlarda bulundular ve bir tür vaadde bulundular. Malum o süreç başarılı olmadı. Bir komisyon kuruldu hatta daha evvel Meclis Başkanı anayasa profesörlerini çağırdı. Bu meclis anayasa yapabilir mi? konusunu tartışmak üzere. Çünkü malum o dönemde anayasanın değiştirilmesini veya yeni bir anayasa yapılmasını istemeyen kesimler bu meclisin anayasa yapamayacağını, bunun için kurucu Meclis gerektiğini ileri sürmüşlerdi. Biz 30’a yakın kişiydik 2-3 kişi hariç; bu meclisin anayasa yapabileceğini çünkü; 2011 seçim kampanyasında bütün partilerin millete böyle bir vaadde bulunduğunu, halkın da bunu gözönünde bulundurarak meclisi oluşturduğunu varsaymamız gerektiğini, esasen demokratik bir anayasa yapmak istiyorsak, darbecilerin hiçbir demokratik meşruluk şartı gözetmeden anayasa yapabildiği bir yerde, neden bu şekilde seçim kampanyasından sonra oluşmuş olan meclis, anayasa yapamazsın temel fikrini savunduk. 2010 anayasa değişikliğinde AKP istediği değişikliği elde etti mi? Silahlı kuvvetlerin etkisini biraz geriletmiş oldu. Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurumu’nda ve Anayasa Mahkemesi’nin eski statükocu, Kemalist, ulusalcı statükonun gücünü kırmayı mümkün kıldı, böylece artık kendisi için tehdit kalmadı. Temel problemi gerçekten Türkiye’yi anayasal olarak toptan yenilemek değildi. Mesele kendi iktidarına yönelik, tehditleri ortadan kaldırmak meselesiydi. Bu amacı elde edince de, yeni bir anayasa meselesinden vazgeçti. Zaten asıl amacının böyle olduğu daha sonra kendisinin öncülük ettiği anayasa referandumuna getirilen değişikliklerden de caymasıyla ortaya çıktı. Amacı neydi? Kendi iktidarını koruma altına almaktı. Gördük ki, HSYK’de daha evvel kendisiyle işbirliği yapan Cemaat pek de artık o şekilde davranmaya eğilimli görünmüyor, hatta bunlara zorluk çıkarıyor, o zamanlardan tasviye etmeye başladı. Engelleri aştıysa AKP, şu anda neden anayasa yapmak istiyor? AKP açısından söylüyorum yeni anayasa yapmaya ihtiyaç yok ki. Şu an tek bir nedenle ihtiyaç var. Adına başkanlık sistemi dedikleri, bir başkancı otoriter rejime geçme isteği var iktidar partisinde. Bu ölçüde bir anayasa değişikliği iradesi olduğunu düşünüyorum hükümette. Gerçekte anayasal sistemi tümüyle yenilemeye ihtiyacı yok. Ama Türkiye’nin hala yeni bir anayasa yapmaya ihtiyacı var, bu nasıl yapılmalı? Evet katılıyorum, AKP’nin, CHP’nin ne istediğinden bağımsız olarak Türkiye’nin şu anda içinde bulunduğu şartta özellikle Kürd sorununun çözümü bakımından Türkiye’nin anayasal statükosunu hakikaten önemli ölçüde değiştirmeye ihtiyacı var. Bu bakımdan akla gelen ilk makul seçenek ve ya makul ihtimal, iktidar partisi ile HDP’nin birlikte bu işi götürmesi. Fakat ben orada da ikisi arasında fikir birliği olduğu kanaatinde değilim. Çün- Başkanlık sistemi nedir? Türkiye’de yanlış anlaşılan şey şudur; Amerikan Başkanı var, dünyanın en güçlü adamı. Aslında İngiltere’nin Başbakanı kadar güçlü değildir kendi iç sistemi açısından. Parlamenter sistemlerde başbakan, çoğunluk partisinin lideri olduğu için aynı zamanda parlamentoyu da kontrol eder. Yasama ve yürütme aslında fiilen tek bir iradede toplanır. Başkanlık sisteminde buna imkan yoktur. Başkanlık sisteminde bunlar yoktur bütçesini dahi geçiremez parlamentoda, maaş veremiyor kamu görevlilerine, eli kolu bağlıdır, Yüksek Mahkeme çok güçlüdür. Biz de öyle bir güçlü bağımsız yargı geleneği de yok. Parlamento ve yürütme hep içiçe geçmiş vaziyette. Öngördükleri modelde yani kuvvetler ayrılığı olması lazım başkanlık sistemi olması için, sadece başkanının halk tarafından seçilmesi değil. Kuvvetler ayrılığı yok o sistemde, öyle ayarlamalar yapıyorlar ki yürütme ve yasama aynı anda seçime girebilecek. Biz de parti yapısı devam ettiği sürece, siyasi parti mevzuatımız ve gelenekler devam ettiği sürece güçlü bir parti lideri, muhtemelen bu durumda başkan aynı zamanda parti lideri. Amerika’da böyle bir şey sözkonusu yok. Parti zaten güçlü değil. Parti eliyle kontrol etme diye bir durum yok. Seçim sistemi de dar bölge olduğu için her bölgeden bir kişi seçilebilecek. Senatoda her eyaletten 2 kişi seçilir. Dolayısıyla seçilen kişiler, ister demokrat ister cumhuriyetçi olsun, çok güçlü tabanı olan kendi varlığını başkana kesinlikle borçlu olmayan kişiler.Bizim sistemde bütün bunlar yok. Bizde seçilen kişiler parti liderine bağımlı olarak seçilirler ve kolayca manipüle edilirler. Böyle bir sistemi istiyor, hem Yasama, Yürütmeyi kontrol etsin hem de kendisini kontrol edebilecek hiçbir güç olmasın. Türkiye’nin geleceğine dair endişeli misiniz? Haziran seçimlerinde güçlü bir şekilde gelirse ve Kürd tarafı bizim işi bitirebileceğimiz yegane partnerimiz bunlardır dolayısıyla bu psikoloji ile devam eder her şeye göz yummaya da başlarlar ise yani bu risk var Türkiye’de. Kürd bölgesinde biraz daha güçlü bir özerklik olursa, bu siyasi blokun tekelci kü AKP çözümden anladığı şey ile Kürd tarafının çözümden anladığı şey tam uyuşmuyor. AKP’nin temel derdi bu şiddet eylemlerinin sona erdirilmesi, barışın sağlanması dediği şey, bunun için gerekirse ufak tefek, idari sistemde ademi merkezileştirici tedbirler almak suretiyle bu savaşı durdurmaktır. Ama bunun ötesinde gerçekten Kürdlerle, Türklerin yeni bir anayasal çerçeve içerisinde barışçı bir birliktelik ile varlıklarının çerçevesini oluşturacak yeni normatif düzeni kurumsal yapıyı kurmak konusunda bir isteği yok gibi görünüyor. Var olduğunu düşünürsek… AKP ve Kürd tarafı arasında mutabakat şimdi yoksa da ilerde ortaya çıkacak. Tabi o zamanda CHP ve MHP’nin bu işe istekli olmayacakları aşikar görünüyor. Onun için bu 2015 seçimleri fevkalede önemli. Bu seçimlere, bu iki parti 2011’de başlatılan ama sonuçlandırılamayan sürece benzer biçimde, gerçekten yeni meclisin ana esaslar çerçevesinde Türkiye’nin anayasal sistemini yenilemesi konusunda irade sahibiz, Kürd meselesinin çözümü bunun önemli parçasıdır, bizim bu konudaki projemiz şudur diye taraflar bunu açıkca beyan ederlerse, o zaman seçimden çıkan sonuca göre bu iki partinin işbirliği halinde yeni bir şans doğabilir ama bunu da çok kuvvetli görmüyorum. Dediğim gibi AKP ve HDP’nin bu konuda tutumları farklı. Teorik olarak böyle bir ihtimal var. O zaman daha önceki itirazcıların belirttiği türden kurucu meclis şansımız yok şu anda. Dediğim gibi seçim kampanyası aynı zamanda anayasa kampanyasına dönüştürülebilinirse ve seçimden çıkan çoğunluk, anayasayı değiştirecek çoğunluk olursa o iki parti arasında uzlaşma sağlanabilirse böyle bir şans teorik olarak var. Ana dil meselesinde de aynısını yapmak lazım. Eğitime ilişkin hükümleri değiştirmek lazım, resmi dil ile ilgili Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuyla ilgili bazı noktalarda değişiklik yapmak lazım. Bu pakette bu türden düzenlemeler yada vaadler varsa seçimden sonra bir anayasa değişikliği bekleyebiliriz. Yerel Yönetimler Özerklik Şartı ile ilgili konuşulanlar efsaneye dönüştü, şerhin kalkması yetmez mi, Anayasa değişikliği şart mıdır? Neyin nesi bu? Gerçek anlamda bir özerklik için anayasa değişikliği şarttır. Çünkü Türkiye’de ki mevcut merkezi idare ile yerel yönetimler arasındaki ilişki neredeyse hiyerarşik ilişkiye yakındır, idari vesayet esastır. Bir yerel yönetim biriminin kararı merkezin onayına tabidir. Merkezi idarenin yerel yönetim üzerinde vesayet yetkisine sahip olan Vali, kaymakam ve içişler bakanlığı gibi organları vardır. Bunlar doğru anlamlı özerklikle bağdaşmaz tabiki. Kısmen yerel düzeyde kaynak üretebilmek, ekonomik ve mali bakımdan yetki tanınması lazım yerel yönetimlere. Bunlarında olması lazım. Bunlar için anayasa değişikliğine ihtiyaç var. Eğer anayasa değişikliği gündemimizde yok, sadece biz bu paketi getiriyoruz denecekse iktidar tarafından, o zaman çok mütevazi bir adım atılacak demektir. Çözüm süreci kapsamında sözü edilen ‘demokratikleşme paketi’nde neler olmalı? Çekincelerin kaldırılması ve onun tümüyle Türk sistemine adapte edilmesi aynı zamanda anayasa değişikliğini gerektiriyor. Anayasada yerel yönetimler yapımızın, bu Batılı anlamda özerklik kavramıyla çok fazla ilişkisi yok. Merkezi idarenin bir uzantısı gibidir. Gerçek yerel yönetimler Türkiye’de yok. O bakımdan Anayasa’yı ona uygun olarak değiştirmek lazım. kontrolünde, ama genelde de Tayyip Erdoğan’ın tekelci kontrolünde bir Türkiye otoriterleşmesi ihtimalini uzak görmüyorum. En büyük sorunumuz, biz de bağımsız ve güçlü Yargı geleneği yok. Amerika’da Yüksek Mahkeme anayasal sistemin odak noktasıdır. Mesela Anayasa’yı değiştirmeden de içtihat yoluyla anayasanın mahiyetini dönüştürebilecek ölçüde güçlü bir mahkeme, çünkü bunun toplumda karşılığı var anayasa Mahkemsine bakışı başkan yada parlamentodan daha önemlidir Yüksek Mahkeme. Toplumda ona müthiş bir güven var neredeyse yarı tanrısal bir kurum gibi görülüyor Amerika’da başkanlık sistemi. Biz de böyle bir gelenek yok. Bakın anayasa Mahkemesi hükümetin hoşuna gitmeyecek bir karar vereceği zaman, bunlar gayri millidir yada onların gereğini yapıcaz diyor bazen kötü sıfatlar kullanarak kamuoyu nezdinde itibarsızlaştırma çalışılıyor. Amerika’da bu akla bile getirilmez. Türkiye’de güçlü bir yargı geleneği olmaması da söylediğim tehlikeleri de beraberinde getiriyor. Yerel Yönetimler Özerklik Şartı Oradaki temsilcilerinin kısmen kendi inisiyatifleriyle hareket edebilmeleri demektir. Hareket edenler kim? Halkın temsilcileri olan yerel yönetimler değil vali yada kaykamdır. Hükümet şuna yanaşabilecek seçimli valilik. Seçimli valilik ne bu sisteme uyar ne de özerk yönetimlerin olduğu sisteme uyar. Amerikadaki seçilen vali eyaletin temsilcisidir. Sen ikili yapıyı koruduğun sürece, valinin seçilmesinin bir anlamı yok ki. Dolayısıyla burada olması gereken, merkezin yetkilerini ordan alabildiğine kısıtlamak, oranın yetkisini büyük ölçüde oranın doğrudan doğruya temsilcilerine bırakmaktır. İkili yapıdan ayrılmak gerekir. Bu da anayasa değişikliği gerektirir. Anayasaya göre valinin atanmış olması zorunludur. Bu teknik konuları siyasi partilerinde bildiğini zannetmiyorum. Biliyor olsalar bile kamuoyunda bilinen konular değildir. Belediyeyi aldık kendimizi yönetiyoruz… Hükümet zaten ondan başka bir şey kastediyor. Anayasa değişikliği gerekmiyor, öbür taraf ise başka bir şey kastediyor ama onun kastetiği şey için anayasa değişikliği gerekiyor. Anayasal düzende 61 ve 82 Anayasası’nda idari yapılar bakımından bir fark yoktur. Mesele sadece Yerel Yönetimlerde Özerlik Şartı’nın çekincelerinin kaldırılması meselesi değildir. 09 Adaletsiz Türkiye HAKAN TAHMAZ 19 Ocak’ta Agos’un önünde, Hrant Dink’in anma toplantısında, 20 Ocak’ta TBMM Genel Kurulu’nda 4 eski bakanın Yüce Divan’a sevkinin oylamasında, 21 Ocak’ta Kayseri’de Ali İsmail Korkmaz davasında ve son olarak Adalet Bakanlığı’nın Anayasa Yüksek Mahkemesi’ne gönderdiği Roboski katliamı savunması, bize çok şey gösteriyor. Her şeyden önce ise Türkiye’nin kanayan en büyük yaralarından birinin adalet ve yargı sistemi olduğu gerçeğinin bir kez daha ayyuka çıktığını gösteriyor. Bu vakaların birbiriyle alakası olmayan oldukça fazla yönünün olduğunun farkındayım. Ancak Türkiye’de yargı ve adalet sorunun kaynağını teşkil eden ortak buluşma noktaları kamu- yurttaş hakları ilişkisidir. Dört vakada da esas olarak korunan veya korunmaya çalışılan, birey/yurttaş hakları değil; kamudur. Bizde kamunun korunması dendiğinde yanlış biçimde esas olarak devletin bekası, otoritesi akla geliyor/ anlaşılıyor. Bu Kurucu ideolojinin yukarıdan aşağıya inşa ettiği toplumsal kültür ve kurumsal yapının bir ürünü ve sonucu. “Yurttaş mı devlet için vardır, devlet mi yurttaş için vardır?“ sorusuna “Yurttaş devlet için vardır” yanıtında kendisini bulan düşüncenin bir sonucudur. Bu, iki sonuç doğurmuştur. Birincisi, Cumhuriyet tarihi boyunca yargı, yasama ve yürütme güçleri arasındaki ilişki hiçbir zaman “klasik demokratik ” rejimlerde olduğu biçimde olmamıştır. Türkiye’de bu ülkelerde var olan yargının görece bağımsızlığı hiç söz konusu olmamıştır. Son dönemde ise, yargı ve yürütme ilişkisi yürütmenin lehine yapılan düzenlemelerle ve uygulamalarla daha da bozulmuştur. Dengesizlik yürütmenin lehine güçlendirildi. İkincisi sonucun ise toplumsal vakalarda birkaç istisna dışında adaletin gerçekleştiğine Türkiye toplumu şahitlik edebilmiş olmaması. Anayasa ve yasalar, devlet adına görev yapanları çok esaslı koruma altına almaktadır. Bu yasaları uygulayan ve yorumlayan yargıçlar ise, yürütmenin doğrudan ve dolaylı baskısı altında ve kurucu ideolojinin etkisiyle devletin bekasını esas alan “mesleki dayanışma” sergilemeleri sonucu “adaleti” katlediyorlar. Hrant Dink davasında 7 yıl sımsıkı korunan polis şeflerinden ve idarecilerinden şimdi bazılarının yargı önüne çıkarılması yargı-yürütme ilişkisindeki problemi gösteriyor. Polise taş atan çocuğa 20 yıl ceza veren adalet ve yargı sistemin olduğu bir ülkede, Ali İsmail Korkmaz davası da bütün bu maraza durumların topyekün ortaya çıktığı dava oldu. Mahkeme kararı salt verilen cezanın süresiyle sınırlı bir değerlendirme yapmanın doğru olmadığının en tipik örneklerinden biri. Bir gencin, “dayakla öldürülmesini” “kasten adam yaralama” kapsamında tanımlamak birçok şeyi anlamaya yetiyor. Savcının kasten adam öldürülme mutalısı verdiği bir dosyada öldürme filini yaralamaya dönüştüren mantık ancak devleti, kamuyu koruma düşüncesiyle hareket edilerek varılabilecek bir sonuç olabilir. Ali İsmail Korkmaz davasında bir polis şefi “Ben hükümete karşı darbeyi önleme amacıyla müdahalede bulundum.“ biçimde savunma yaptı. Mahkeme heyeti, polis-esnaf işbirliği ile dayakla linç eylemini “adam yaralamaya” indirgeyerek siyasi iktidarın gezi eylemlerine ilişkin darbe girişimi iddiasını zımnen de olsa kabul ederek ceza vermiş oldu. Bu vakalar iktidarın, vesayet rejimini gerilettik iddialarının gerçeği yansıtmadığı kanıtıdır. Vesayeti geriletmek, vesayet kurumlarına kendi kadrolarını yerleştirmekle veya kurumları ele geçirmekle değil, yapısal ve normsal değişikliklerle olabilir. Hükümetin izlediği yolla ancak eski vesayetin yerine yeni vesayet üretilir. Bu yolla Yeni Türkiye değil, ambalajı yenilenmiş eskimiş Türkiye olunabilir. Cizre’de son bir ay içinde polis kurşunuyla çocukların öldürülmesi, buna rağmen bir tek kişi hakkında dahi yargısal soruşturma açılmamasında diğer faktörlerin ve hesapların yanı sıra bu yaklaşımın da önemli payı bulunuyor. 10 ÇOCUK 26 Ocak - 01 Şubat 2015 BasHaber Çocuklar için 10 yeni cezaevi T ürkiye’de toplumsal barışın en önemli engellerinden biri olan hapishaneler meselesi, yaşanan hukuksuzluklar ve artan mağduriyetler nedeniyle giderek daha can alıcı hale gelmeye devam ediyor. Konunun en hassas başlığı olan çocuk cezaevlerinde yaşananlar ise alarm verecek düzeyde. Daha önce Pozantı ve Sincan çocuk hapishanelerinde yaşanan taciz, tecavüz ve işkenceler nedeniyle medya ve kamuoyunun uzun süre meşgul olduğu, ancak sonra unuttuğu çocuk cezaevlerindeki tablo, sorunun kangren olmaya doğru gittiğini gösteriyor. Devlet bu cezaevlerindeki sorunlara herhangi bir kalıcı çözüm bulmazken, ilgili çevre, kurum ve kişiler ise tek çözümün bu cezaevlerinin kapatılması olduğuna işaret ediyor. Türkiye’de şu anda toplam 5 çocuk cezaevi bulunurken, hapishanelerdeki toplam çocuk sayısı ise 2 bin 157. Rakamlar göz önüne alındığında hapishanelerde bulunan birçok çocuğun yetişkin cezaevlerinde kaldığı anlaşılıyor. Çocuk cezaevlerinin kapatılması için 30’u aşkın sivil toplum örgütü ve dernek çalışmalar yürütüp Adalet Bakanlığı’na baskı kurmaya çalışıyor. Yapılan baskı sonucunda var olan cezaevlerinin kapatılması ve çocukların toplumsal sorumluluk bilinciyle suçlardan uzaklaştırılması beklenirken, Adalet Bakanlığı ise çözümü çocuk cezaevleri sayısını üç kat arttırmada buluyor. Çocuk değil “sayı” Cezaevlerinin sayısının arttırılmasının çözüm olmayacağını ve bu tutumun çocukları birer sayı olarak görmekten kaynaklandığını belirten Gündem Çocuk Derneği üyesi Emrah Kırımsoy, “Çocuk koruma sistemi çalışmadığı için çocuklar cezaevinde. Aslında bütün çocuk hakları ihlallerinin temelinde yatan bir çocuk algısı var. Bir taraftan masum sevimli ve geleceğin nesli diye nitelenirken bir taraftan terörist veya yaramaz olarak niteliyoruz. İlk önce çocuğu bir birey olarak algılamak ve onunla birlikte hareket edip onların düşüncelerini de sürece dahil etmek gerekiyor” diyor. Türkiye’nin çocuklarla ilgili uluslararası sözleşmeleri kabul ettiğini ve bu sözleşmelerde özgürlüğün kısıtlanmasının en son çare olarak görüldüğü belirtilmesine rağmen adalet bakanlığının bunu dikkate almadığını ve çocukları mahkum ettiğini söylüyor. Bunun yerine her konuya ve çocuğa özgü sosyal araştırma yapılıp koruyucu ve destekleyici uygulamaların uygulanması gerektiğinin altını çizen Kırımsoy, Adalet Bakanlığı ile doğrudan temas kurduklarını ifade etti. Kırımsoy, “Adalet Bakanlığı’na birlikte çalışmak istediğimizi söyledik. Bunun yanında sağlık ve bakım kurumları gibi ilgili kurumların bağımsız bir şekilde izleme yapabilmesini önerdik. Ama Diyarbakır cezaevini ziyaret etmek istediğimizde olumsuz yanıt aldık” dedi. Türkiye’deki çocuk cezaevlerinin bağımsız ve sivil kuruluşlar ya da heyetlerce ziyaret edilip denetlenmesinin bakanlığın iznine tabi tutulduğu biliniyor. Bu izin genelde aşılamayan bir duvara dönüştüğü için de buralardaki uygulamalar ve hak ihlalleri ancak tutukluların şikayetleri sayesinde kamuoyuna yansıyabiliyor. Birçok sivil toplum kuruluşunun kamu kurumu sayılan cezaevlerinin şartlarını ve uygulamalarını kontrol edememesi ise tutukluların içerde kötü muamele görmekten korkmalarından dolayı, mağduriyetlerini dile getirememesine neden oluyor. Çocuklar ağır ceza mahkemelerinde Çocuk tutuklular, gözaltından cezaevine yollanana kadar çoğunlukla, özellikle de Kürdistan illerindeki örneklerde baştan sona ‘terör suçlusu’ olarak ele alındıkları ve bu kapsamda uygulamaya maruz kaldıkları için, hem yargılama hem de içeride ağır şartlar ve personelin travmatik yaklaşımlarına maruz kalıyor. Yargılama süreçleri ağır ceza mahkemelerinde görülüp, çocuklar yetişkinler için kurulan cezaevleri ve F tipi cezaevlerinde kalıyor. Bu cezaevlerinde kalan çocuklar yetişkinler için kurulan cezaevlerinde tutulup aynı uygulamalara tabi kalıyor. Pozantı cezaevinde yaşanan taciz ve şiddet olayları hala hafızalardaki yerini korurken çocukların bu tür cezaevlerindeki mağduriyetleri devam ediyor. Suça itilen çocuklar için cezaevlerinin bir çözüm olmadığını ve bunun psikolojik ve sosyal araştırmalar sonucu nedenlerinin tespit edilip çözüme kavuşturulması gerektiğini söyleyen Çocuk Cezaevleri Kapatılsın Girişimi Üyesi Cankız Çevik de “Pozantı ve Sincan cezaevlerinde yaşanan olaylar sonucunda yaklaşık sekiz sivil toplum örgütü bir araya geldik ve çocuk cezaevleri var olduğu sürece bu durumun düzelmeyeceği, bunun için de hepsinin kapatılması ve başka çözüm yollarlı aranmasını önerdik. Şimdi toplam 33 sivil toplum kuruluşu olarak bu yöndeki çalışmalarımıza devam ediyoruz. Çocuğun yüksek yararının gözetilmesi gerekirken tam tersine çocuklar gözaltına alınırken en başından şiddete uğruyor. Yetişkin cezaevlerinde kalan çocukların sayısını bilmiyoruz ama oradaki çocuklara uygulanan –hücre cezası gibi- cezaların yetişkinler için uygulanan ile aynı olduğunu biliyoruz” diyerek, konuya dair yapılan çalışmalara dikkat çekti. Çocukların yüksek yararının gözetilmesini öneren Birleşmiş Milletler Çocuk Hakları Sözleşmesini kabul etmiş bir ülke olan Türkiye’de çocuğun yararı ne yazık ki sadece belirli gün ve haftalarda gündeme geliyor. Bu sözleşmeyi imzalayan Avrupa ülkelerinde ise çocukların suça itilmesine önlem olarak çocuğun suça girişme nedeniyle bağlantılı olarak önleyici tedbirler, sosyal alıştırma kursları, kişiye özgü programlar ve içinde bulunduğu duruma göre uygulamalar geliştiriliyor. Ama Türkiye’de çocukların suça yöneliminin engellenmesi yerine sadece cezalandırma anlayışı bulunuyor. Hapishanelerdeki çocukların duru- munu ve mağduriyetlerini araştıran Türkiye Çocuklara Yeniden Özgürlük Vakfı üyesi Alper Yalçın da, dünyanın hiçbir yerinde çocuk ağır ceza mahkemeleri olmadığını ve bunun çocuğa özgü yargılama sistemine aykırı olduğunu dile getiriyor. “Devlet mekanizmaları organize olamıyor ve eğitim evlerinde kalan çocukların da dışarı çıktıktan sonra yeni bir suça bulaşıp hapishaneye dönme ihtimali yüzde 45 bu ciddi bir rakamdır. Öncelikle bunun nedenleri üzerinde düşünmek ve çözüm üretmek gerekiyor” diyen Kıraç, çocuk cezaevlerinin çözüm olmadığını ve var olan cezaevlerindeki uygulamaların eksik olduğunu söylüyor. Eğitim evlerinde bile görüş günlerinin ve şeklinin yetişkinlerle aynı olduğunu dile getiren Kıraç bunun çocuklar üzerinde büyük bir psikolojik etki yaratığını bu yüzden de çocuk cezaevlerinin faydasız olduğunu ve kapatılması gerektiğinin altını çizerek yeni hapishanelerin buna çözüm olmayacağını belirtiyor. BasHaber HABER 26 Ocak - 01 Şubat 2015 Prof. Kadri Yıldırım: Akademi olmazsa siyaseti düşünebilirim G eçtiğimiz Kasım ayında gözaltına alınıp ardından serbest bırakılan Mardin Artuklu Üniversitesi (MAÜ) Yaşayan Diller Enstitüsü Müdürü ve Prof. Dr. Kadri Yıldırım, akademik çalışmalarının önü kesilirse siyasete girmeyi düşüneceğini söyledi. Geçtiğimiz günlerde rektör yardımcılığı görevinden istifa eden Yıldırım, gözaltı sürecinde hem Kürdlerden hem de yurt içi ve yurt dışında birçok akademisyenden destek almıştı. Yıldırım, neden gözaltına alındığını, gözaltı sürecini, Kürdoloji Bölümü’nü kurma gerekçelerini, istifa nedenlerini ve bundan sonra neler yapacağını BasHaber’e anlattı. Yolsuzlukluk iddiasıyla gözaltına alınan Yıldırım daha sonra yaptığı açıklamalarda, alınma sebebinin Kürdoloji’ye olan tahammülsüzlük olduğu mesajlarını vererek “Bu gözaltı benim şahsımda Kürd Kültürüne ve Kürd halkına yöneliktir” demişti. “Ya tasfiye olacağız ya da önümüz açılacak” Anadilde eğitim hakkı tartışmalarının ve anadilde eğitim veren okullar için çalışmaların arttığı son yıllarda Mardin Artuklu Üniversitesi de devrim niteliğinde bir çalışmaya imza atarak Kürdoloji Bölümü’nü kurmuştu. Yıldırım’ın öncülüğünde 50 kişilik kadro ile açılan bölüm, Kürdistan’da birçok mezun verdi ve vermeye devam ediyor. Şimdiye kadar binin üzerinde mezun veren Kürdoloji Bölümü’nde ayrıca hem ders kitapları basıldı hem de MEB’in seçmeli Kürdçe ders kitapları hazırlandı. Kürd diline bu denli hizmet veren Yıldırım, rektör yardımcılığı görevinden istifa etse de bölümde kalmaya devam edecek. Ancak gözaltı süreciyle bölüme ve “itibarsızlaştırma” politikasıyla birlikte kritik bir süreçten geçtiklerini belirten Prof. Dr. Kadri Yıldırım, “Ya bizi tasfiye edecekler ya da önümüzü açacaklar” dedi. Yıldırım, “Ya bizi tasfiye etmek isteyenler amaçlarına ulaşır ve tüm bu kazanımlar yara alacak, ya da yargı ve YÖK buna izin vermeyecek, önümüz daha da açılacak ve sürece katkılarımız devam edecek. Sanırım birkaç hafta sonra durum netleşecek” diye konuştu. “Öncelik Kürdoloji’de” Öte yandan gözaltı sürecinden sonra Yıldırım “Yaşamım boyunca Kürd halkının geleceği için mücadele edeceğim” mesajıyla çalışmalarına devam edeceğini duyurmuştu. Bu mesaj ve rektör yardımcılığı görevinden istifa etmesinin ardından Kadri Yıldırım’ın siyasete gireceği ileri sürüldü. Ancak Yıldırım iddialara, “Kürd halkının geleceği için mücadele etmenin birçok yolu vardır. Akademik çalışmalar ve siyaset bu yollardan iki tanesidir. Kürdolojideki akademik çalışmalarımı özgür bir şekilde yapabildiğim takdirde siyaseti düşünmeyeceğim” sözleriyle cevap verdi. Ancak kendisine ve bölümüne yönelik saldırıların devam etmesi halinde siyaseti düşünebileceğini belirten Kadri Yıldırım, “Bu konuda bizi tasfiye ederlerse ve hayat hakkını tanımazlarsa siyaseti düşünebilirim; fakat bilimsel ve akademik çalışmaları önceleyen bir siyaset, Kürdistan’daki üniversitelere el atacak bir siyaset, çözüm sürecine akademik perspektiflerle katkıda bulunulacak bir siyasette olurum” dedi. “Yeni açlık grevleri yaşanabilir” Öte yandan Kürdoloji Bölümü 2010 yılında kurulduğunda YÖK “Kürdoloji” ismine izin vermeyeceğini söylemişti. Ancak Yıldırım öncülüğünde YÖK’e rağmen Kürdoloji Bölümü kuruldu. Fakat Yıldırım, bölümü kurmakla yetinmeyip bu kez Kürdoloji’de doktora programı için YÖK’e müracaat etti. Müracaat şartlarının tutmasına rağmen halen onay alamadıklarını belirten Prof. Dr. Kadri Yıldırım, YÖK’ün bölüme yönelik tutumlarının değişmemesi halinde, “20’ye yakın ÖYP’li araştırma görevlimiz vardır. Doktora onayı verilmediği takdirde bu araştırma görevlilerimizin pek yakında üniversiteyle ilişkilerinin kesilmesi riski ortaya çıkacaktır ki böyle bir durum tam bir felaket olacak ve tüm emekler heba olacaktır. Bu da beraberinde geçtiğimiz yaz Kürdçe öğretmenlerinin atama için yaptığı açlık grevlerinin bir yenisi yaşanabilir. Ve süreç bundan zarar görecektir” sözleriyle durumun hassasiyetini aktardı. “Üniversitede irade sahibi olmamı istemediler” Hem Türkiye Hükümeti tarafından hem de Kürd siyaseti tarafından desteklendiğini belirten Yıldırım, bu durumdan bazı çevrelerin rahatsız olduğunu vurgulayarak, “İrademin üniversitede söz sahibi olmasını istemedikleri için bu operasyonu gerçekleştirdiler” dedi. Yıldırım, serbet bırakıldıktan sonra yaptığı açıklamalarda özellikle öğrenci alma dönemlerinde bazı vekillerin kendine liste göndererek listediki isimlerin bölüme alınmasını istediklerini ancak gönderilen listeleri yırtarak bölüme adil öğrenci aldığını ifade etmişti. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın da bölümü ve Yıldırım’ın çalışmalarını övmesine rağmen bölüme toprlille öğrenci alınmaması ve Yıldırım’ın adil davranması bazı çevreleri rahatsız etmişti. Ve böylece Yıldırım’a yönelik “itibarsızlaştırma” politikası başlatıldı. Bu propagandanın Kürd Kültürü ve Kürd halkına yönelik olduğunu söyleyen Yıldırım, “Dönemin Başbakanı Erdoğan, ‘Kürdoloji Biriminde yapılan çalışmalar devrimdir’ demişti. Ancak bu denge ve teveccühten rahatsız olan süreç düşmanı bazı derin klikler Kürdolojiyi güdükleştirmek ve benim ilerde üniversitede söz sahibi olmamın önünü kesmek amacıyla hazırladıkları komployu hayata geçirmek için beni gözaltına aldılar” dedi. 11 Aklımız üzerine SENNUR BAYBUĞA Dışarıda insanı baştan çıkaran güneşli hava var. Biraz yürüyüş yaptım, sonra bir arkadaşımla bir kahvede oturup neden bu ülkede çoğulcu demokrasi kültürünün oturmadığı ve oturamayacağı üzerine sohbet ettik. Kimi zaman adına ‘tahammül’ bile denen diğerinin fikri ile yüzleşme meselesinin zorluğu üzerine kafa yormaya çalıştık ama orada bile anlaşamadık sanırım. Yine seslerin çok yüksek çıktığı bir haftadayız, devletin aklı çalışırken aslında isim koyan bizlerin akıllarının da devletin aklına ne kadar benzemeye başladığını görüyorum yeniden yeniden. Tek bir konuda yoğunlaşamayacak kadar yoğunum, kafamın içi kazan gibi. 19 Ocak’ta Hrant Dink’in öldürülmesinin yıldönümü anmaları vardı, tümümüz ordaydık, ben ordaydım, yıllardır görmeye alıştığım çoğu insan ve çevre de oradaydı. Hangi ölümün lanetlendiği anma etkinliği bu kadar bağlamından koparılıp devlet aklının siyasete ve muhalefete evrilmiş haline benzemiştir bu ülkede bilmiyorum. Sevgisini ve yarattığı etkiyi yok edemeyeceklerini anlayan karanlığın, bu sefer bir yerinden Hrant’ın hala yerde yatan bedenine tutunarak leşlerine can vermeye çalıştıklarını gördüm, kaç gündür bunun üzerinden giden ağız dalaşları var. Geçen sekiz yıl ve ailenin ve yakın dostlarının ve yoldaşlarının ve tüm Ermenilerin yaşadığı acılara kulak kapatan ve kendi yarattıkları Hrant Dink’in bedenine bir yerden tutunmaya çalışan, her daim kalabalığı toplamaktan aciz ve ama o kalabalığın sesine muhtaç sözüm ona bu ülkenin solcularının bir kısmı. Hrant’ı hala kanatıyorlar. Anmadan birkaç gün sonra Ali İsmail Korkmaz’ı öldüren linç çetesinin duruşması vardı Eskişehir’de. Katillere iyi hal uygulanarak verilen cezaya acılı annenin duyduğu tepkiyi üzerlerine gaz bombası atarak cevaplayan devletin aklı yine oradaydı. Ama anneyi bir kenara iterek tv kameralarının önünde endam eden avukatların aklı da işte tam da yine devlet aklının muhalefette vücut bulmuş bir örneği olarak utandırdı bizi. Emel anne kusurumuza bakma bizim.. Ve bugün de Uğur Mumcu’nun lanetli bir cinayetle çocuklarından koparıldığı günün yıldönümlerinden biri. Oğlunun yazdığı yazıyı okudum sabah gazetede, o öldürüldüğünde kız kardeşi ile basında çıkan fotoğraflarından tanıdığım ve aklımda hep öyle kalan ama şimdi büyümüş, köşe yazarlığı yapan oğlunun. Hep küçük iki çocuk olarak kalmış iki kardeşi düşündüm sabah. Uğur Kaymaz’ın katillerine verilen beraatin Yargıtayca onandığı hafta idi bu hafta aynı zamanda. Tabi kimsenin sesi çıkmadı, Uğur Kaymaz’ın annesi babası ne yapar hiç bilmiyorum, onların Kürd sesi zaten çıkmaz çıksa da biz duymayız. Dillerine yabancı biz, dillerini bilenlerden çıkan sesi bile duymayız. Burger King denen şekilsiz fast foodcuda, başkasının artık tabağından patates yediği için dövülen çocuk. Samsun’da dağda yemeksiz kalıp şehre inen ve şehirdeki insanlarca linç edilip linç görüntüleri sosyal medyada paylaşılan domuz. O görüntülerdeki insan suretleri, kandan, akıttıkları kandan duydukları hain zevk ve gurur.. Oysa sahipsiz domuzu öldüren kalabalığı çocuklarımızı da ne kadar kolay öldürebileceğini göremeyen biz. Ve siyasi aklımız ve muhalefetimiz ve devlet aklı ile aynı şekle bürünmüş kendi seslerimizle ilişkimizi ‘tahammül ‘ kelimesi ile açıklayan bizim geldiğimiz yer. Ve bunları yazarken yaşadığım mahcubiyet duygusu. Yanımdaki basketbol sahasından çocuk çığlıkları yükseliyor, kızım da orada antremanda şimdi, attıkları çığlıkların coşkudan mı can acısından mı olduğuna kulak kabartıyorum her hafta, bir basket sahasında bir çocuğun kafasına top değer en fazla yaşadığım yerin emniyeti düşünüldüğünde. Ama orada benim kızım var kulaklarım öylesine hassas. Bütün çocukları o basket sahasında toplamak mümkün olsaydı, bir ormanın dibinde, babaları anneleri öldürülmemiş ve öldürülmeyecek bütün çocukları. Ve büyüdüklerinde birbirlerinin seslerine tahammül değil de sevgi ile kulak verecek çocuklar yetişseydi her yerde ama biz bunu yapamayız, öyle ki kirli ellerimiz. Devlete benziyoruz. 12 KADIN BasHaber 26SÖYLEŞİ Ocak - 01 Şubat12 2015 Kuma nikahı kıyan imamlar suç işliyor ‘I ŞİD şeriatı’ ve savaştan kaçan kadınların mağduriyeti ile birlikte yeniden hortlayan kumalık, kadınlar için yeniden ciddi bir soruna dönüşürken, kuma nikahı kıyan imamların suç işlediğine dikkat çekildi. Kadınlar için dünyanın birçok bölgesinde başat sorunlardan biri olan ‘kumalık’, değişen ve gelişen çağın algısıyla kimi bölgelerde kısmen hafiflerken, savaş ve IŞİD uygulamaları sonucunda Ortadoğu’nun tamamında yeniden türeyen cariyelik ve kumalık sorunu, toplumsal cinsiyet konusundaki derin yarığı daha da keskinleştirecek şekilde yayılmaya devam ediyor. Türkiye ve Kürdistan’da sağaltılmaya çalışılan bir yara olarak kadınların mücadele hedefi olagelen kumalık, süren savaşlar ve başka gerekçelerle yeniden yaşamın bir parçası haline geldi. Özellikle savaştan kaçmak durumunda kalan sığınmacı kadınların her anlamda istismar edilmesi söz konusuyken, göçmen kadınlara ise bu durum ‘kumalık’ gibi bir ağır bir bedel olarak yansımaya devam ediyor. Urfa’da dikkat çekici şekilde artan, giderek bir çember gibi yayılan ve kadının esaretini ağırlaştıran sorunun güncel hali kumalık. Suriye’deki iç savaşla birlikte düzenini, mülkünü ve toprağını bırakıp hiç tanımadığı bir ülke, şehir ve hiç tanımadığı insanlarla yaşamaya mecbur kalan kadınların yaşadığı sorunların başında kumalık geliyor. Canını ve çocuklarını kurtarma telaşı ile evini ve toprağını bırakan kadınların çoğu göç ettikleri yerlerde, fuhuş, dilencilik, kuma vb birçok kötü durum ile karşı karşıya kalırken, birçoğu da aileleri tarafından para karşılığında kuma olarak veriliyor. Savaşın yıkıcılığı karşısında büyük bir mücadele ederek, açlık ve barınma sorununa rağmen kendilerince güvenli yerlere göç eden Suriyeli kadınlardan ikinci veya üçüncü eş olarak evlendirilenlerin sayısı gittikçe artıyor. Geçtiğimiz yıl içinde kuma olarak evlenen kadınların sayısı 80 olarak kaydedilirken gerçek sayının bunun çok üstünde olduğu biliniyor. Hem Suriyeli kadınlar hem de kentte yaşayan Kürd, Arap ve diğer kadınlar hayatlarındaki erkekler tarafından bir yandan üstüne kuma getirilirken, diğer yandan da ikinci, üçüncü hatta dördüncü eş olarak kuma oluyorlar. Kadınlar için hayat çekilmez halde Kaçtıktan sonra göç edip Kuzey Kürdistan ve Türkiye’nin çeşitli illerine gelen Suriyeli sığınmacılar, çoğunlukla kuma olarak evlendiriliyor. Kumalığın en yoğun yaşandığı ve boşanmalarda artışın olduğu Urfa’da, hem Urfalı hem de Suriyeli sığınmacı kadınlar için hayat çekilmez hale geldi. Savaştan kaçtıkları gibi göç ettikleri yerlerde hayat beklentileri daha farklı olan bu kadınlar, gittikleri illerde başka bir hayatla karşılaşıyorlar. Fuhuş, uyuşturucu, kumalık gibi seçenekler onlar için her zaman beklerken bu seçeneklerin arasındaki en iyi yol ise kuma gibi görünüyor. ‘Mağdur kadın, fırsatçı erkek’ Urfa’da büyük bir artış gösteren kuma sorununun kadınlar için büyük bir sorun olduğunu kaydeden Viranşehir Berjin Amara Kadın Danışma Merkezi Aktivisti Nihal Açar, erkeklerin Suriyeli kadınların mağduriyetlerinden kurnazca faydalandıklarını söyledi. Kadınların ve özelde Suriyeli sığınmacı kadınların kuma olarak aileleri tarafından para karşılığı verildiği yönündeki sorumuza yanıt veren Açar, ailelerin bu durumu para karşılığı vermek olarak algılamadığını belirterek şöyle devam etti: “Suriyelilerle ilgili çalışmalarımız oldu. Savaş mağduru, kaçmış, geldiklerinde barınacakları yerleri olmayan, ekmek bulamayan ve yaşamını idame edemeyen bu kadınlar, savaşın ardından burada ‘kurnaz erkekle’ karşılaştılar. Çok mağdur olan bu kadınlar zor durumda olduğu için, erkeğin teklifi karşısında ‘evlenelim ikinci eş olarak gel üçüncü eş olarak gel’ dendiğinde kadın onu yadırgamayıp evlenebiliyor. Mevcut koşullar onları da istemedikleri noktalara sürüklüyor. Para karşılığı ikinci ve üçüncü eş olarak isteyerek evlenen kadınlarda var ama çoğu bunu mecbur olduğu için yapıyor” diye konuştu. ‘İlk eşin harekete geçmesi gerek’ İkinci evliliklerin yasal olarak kabul edilmediğine dikkat çeken Açar, hukuken böyle bir durum karşısında hem erkeğe hem de kadına dava açılabileceğini belirtti. Birçok kadının toplumsal yaşamdaki yerinden kaynaklı buna cesaret edemediğini dile getiren Açar, “Çocuklar tehdit olarak kullanılıyor. Kadınların ailelerinin desteği çok önemli ama destek alamıyorlar. Ekonomik durumundan kaynaklı da bu durum karşısında sessiz kalabiliyor” dedi. Bu tür kuma durumlarında ilk eşlerin harekete geçmesi gerektiğini ifade eden Açar, kadın derneklerinin de bu konuda daha çok bilinçlendirme ve cesaret verici çalışmalar yapması gerektiğini söyledi. Yasal olarak kabul edilmeyen ikinci evlilik, imamların kıydıkları nikahlar ile oluyor. Bu kadınların neredeyse tamamı para karşılığında aileleri tarafından verilirken, isteyerek evlenen kadınların olduğu da gözlemleniyor. İmamların kıydıkları nikahlarla işledikleri suç, hem ailelerin bütünlüğüne zarar veriyor hem de çocukların psikolojisi üzerinde ciddi bir etki bırakıyor. İmam nikahının resmi evlilik olmadan yapılmasının yasak olduğuna işaret eden Açar, “İmamlar bunu yaparak kadına ve çocuklarına karşı da büyük bir suç işliyor. Hem de o çok inandığı ailenin bütünlüğüne zarar veriyor” dedi. Diyanetin bunu yapan imamları uyarmakla yükümlü olduğunu belirten Açar, “Bu konuda sürekli denetleme yapması gerekiyor. Ama hala resmi nikahtan önce imam nikahı kıyılabiliyorsa bu da denetimin olmadığını gösterir” dedi. Kuma sorununun aynı zamanda ailenin bütünlüğünü de sarstığını aktaran Açar, şöyle devam etti: “Çocukların ve ailelinin psikolojisinde ve bakış açısında büyük travmalara neden olabiliyor. Bu durum hem kadında, hem erkekte, hem de çocukta derin psikolojik sorunların yaşanmasına neden oluyor.” ‘Gerçek rakam çok daha yüksek’ Urfa Barosu -Kadın Hakları Komisyonu Başkanı Av. Hülya Er ise Suriyeli sığınmacı kadınların kuma olarak evlenmelerinin çok yaygınlaştığına işaret ederek, erkeklerin koruma güdüsü gibi nedenlerle bu kadınlarla kuma olarak evlendiklerini aktardı. Kumadan kaynaklı boşanmalarda artış yaşandığını kaydeden Er, “Bu 80 diye yansıdı ama çok daha fazla. Sorunların çoğu dile gelmiyor ve boşanma davasına konu olamıyor. Urfa’nın küçük bir kent olması yine törelerin ve geleneklerin hakim olması da bu durumu etkiliyor. Kuma tehdidi ile baskı Urfa kent merkezinde Suriyeli sığınmacıların gelişiyle beraber kumalığın arttığını kaydeden Urfa Kadın Yaşam Evi ve Dayanışma Derneği çalışanı Emine Çiftçi, erkeklerin eşlerini “kuma getiririm” diye tehdit ettiğini belirtti. Çiftçi şunları söyledi: “Kadınlar hem kuma olmanın travmasını yaşıyor, hem de eşleri tarafından ‘kuma getiririm’ tehdidinden kaynaklı bir travma yaşıyor. Urfa’da kadınlarda bu duruma çok tepkili. Ama kadın çaresiz ekonomisi yok. Hem kuma olan kadın için bu böyle hem de ilk eş olan kadın için böyle. Kadının çocukları oluyor ve gidecek yeri olmuyor. Bu konuda ailesine bile gidemiyor. Kadınlar bunu kabul etmeseler de yaşamak zorunda kalıyorlar. Tabi bu yaşamak nasıl yaşamak ise. Çünkü toplumda çok kanıksanmış bu durum.” Kadınlar kabulleniyor Daha önce ciddi başlık paraları alındığını ancak şimdi erkekler için daha kolay evlenildiğini belirten Urfa KAMER Başkanı Gülseren Kaplan, “Zaten Suriyelilerden önce de kuma olayı çoktu burada ancak göçlerle birlikte tavan yaptı” dedi. Kumanın kadında yarattığı psikolojik durumun zorluğuna işaret eden Kaplan, “Kadınlar mecbur kabulleniyor. Adettir. Bizim geleneklerimizde, göreneklerimizde vardır. Kendi annesi veya etrafındaki diğer kadınlarda kuma gelmiştir. Bu durumun normalliğine kendini inandırmaya çalışıyor. Bunu normal karşılıyor. Ama karşılamayanlarda çok” dedi. KOBANÊ BasHaber 26 Ocak - 01 Şubat 2015 13 SÖYLEŞİ Kobanê’de sıra köylerin kurtarılmasında K obanê de Kürd güçleri ile IŞİD arasında 5 aydan bu yana süren çatışmalar sonucunda kentin tamamına yakını işgalden kurtarılırken, YPG’nin köyleri kurtarmak için hazırlık yaptığı haberleri geliyor. Hasekê’de rejim güçleri ile YPG arasında çıkan çatışmalar bölgede yeni endişe kaynağı olurken, Kobanê’den gelen zafer haberleri Rojavalılara rahat nefes aldırıyor. Kentin yüzde 90’ı işgalden kurtarılırken, güney cephesinde kimi sokaklardaki yoğun mayınlama ve döşenen aşırı miktardaki patlayıcılar döşedikleri sokaklara sığınan IŞİD’in saldırı gücünü yitirdiği bildiriliyor. Savaşın seyrini değiştirecek stratejik öneme sahip olan geçtiğimiz hafta YPG tarafından kurtarılan Miştenur Tepesi’nin tamamen kontrol edilmesi ile birlikte, IŞİD’in takviye imkanını da yitirdiği ve sadece çevre köylerde varlığını sürdürdüğü öğrenildi. Rojava’da; Peşmerge, YPG ve YPJ’nin koordineli yürüttüğü direnişte ağır kayıplar veren IŞİD’in diğer iki kanton ve şehirlere olası saldırı girişimlerine karşı da önlemler alınıyor. 15 Eylül’den bu yana, adeta kenti yerle bir eden savaş boyunca intihar saldırıları, bomba yüklü araçlar ve yoğun havan topları saldırısıyla Kobanê’yi harabeye çeviren IŞİD’in kentteki tüm mevzi ve takviye yollarını yitirmesi ile başka alanlara yönelebileceği bildiriliyor. Kent merkezinin kurtarılması ardından köylerin kurtarılması için de hazırlık yapıldığı öğrenildi. ‘Sırada köyler var’ Savaşın son durumuna ilişkin gazetemize konuşan Kobanê Kantonu Başbakanı Enver Müslim 5. ayına giren saldırılarda Kürdlerin büyük ilerleme kaydettiğini söyledi. Miştenur ve çevresi başta olmak üzere, Kürd güçlerinin birçok bölgede büyük başarılar elde ettiğinin altını çizen Müslim, “Güney tarafından birçok IŞİD tankı imha edildi. YPG’iler çok yol kat ettiler. Öyle görünüyor ki IŞİD Kobanê’de kırıldı. Sürekli olarak takviye güç alıyor, çaresiz kalmış” dedi. IŞİD’in birçok emirinin Kobanê’de öldürüldüğünü sözlerine ekleyen Müslim, “Bu Kobanê’nin yakın bir zamanda kurtarılacağını gösteriyor. Kent merkezi neredeyse Yayın Yönetmeni: Faysal Dağlı Editörler: İsmail Yıldız, Yeter Polat Haber Merkezi: Özcan Şahin, Çimen Gümüş, Mustafa Kılıç, Berfîn Mijdar / Dimilkî: Roşan Lezgîn / Diyarbakır: Mustafa Turan /Ankara: Salih Batırhan temizlendi. Sırada köylerimizi kurtarmak var” diye konuştu. ‘Rejim ile ilişkilerimizi keseriz’ Son günlerde Suriye rejiminin Hasekê’de Kürdlere yönelik saldırılarını değerlendiren Müslim, “Yaşananları kınıyoruz. Yapabildiğimiz kadar Cizire Kantonu’na destek sunacağız. Hasekê’de yaşanan olayı halkımız üzerindeki zulmü asla kabul etmiyoruz” dedi. Suriye rejiminin saldırılarını sürdürmesi halinde Rojava’nin rejim ilişkilerinin ne şekilde devam edeceği yönündeki soruyu yanıtlayan Müslim, şunları aktardı: “Biz Rojava Koordinasyon Yönetimi olarak hangi rejim olursa olsun, insana saygı duymayacak ve Suriye’deki oluşumlara saygı göstermeyecekse onlarla ilişkimizi keseriz. Bunu kabul etmeyen zihniyet ile ilişkimiz olamaz. Çözüme katılmadıkları sürece bizim onlarla ilişki kurmamız mümkün değil. Suriye tüm renklerin tüm seslerin ve dinlerindir. Herkes de bundan sorumludur. Şovenist bir pozisyonda olan kim olursa olsun ilişki kurmayacağız.” ‘Sadece iki mahallede kaldılar’ Kobanê’nin doğusunda Kürd güçlerinin asayiş binasını almasının ardından her gün ilerleme kaydettiğini dile getiren Çiçek, “Şu anda IŞİD’in elinde olan sadece iki mahalle var. Bunlardan biri Kaniya Kurda diğeri ise Mixte Mahallesi’dir” dedi. Miştenur zaferinin Kürd güçlerinin operasyonların tetiklediğini İmtiyaz Sahibi: Botan Tahsin Hukuk Danışmanı: Av. Hamiyet Çelebi İdare Müdürü: Esin Alp Görsel Yönetmen: Alp Tekin Babaç, Hüseyin Ünal vurgulayan Çiçek, Kürd güçlerinin birçok operasyon gerçekleştirdiğini ve bunların hepsinde de başarılı olduklarını ifade etti. Çiçek şöyle devam etti: “IŞİD’in arazi ve köy işgali sürüyor ama şehirde sadece doğu cephesindeki Kaniya Kurda ve Mixte mahallelerinde hareket edebiliyor. Buralar dışındaki kentin diğer bütün yerlerdeki bölgeleri Kürd güçlerinin kontrolünde.” Kobanê’nin köylerindeki durumu aktaran Çiçek, köylerde zaman zaman eylemler olduğunu belirterek, “Köylerde rahat hareket etmelerini önleyecek bir hareket tarzı ile mücadele ediliyor. Daha çok gerilla tarzı eylemlerle hareketlerini kısıtlama ve takviyelerini kesme amacı ile hareket ediliyor” dedi. ‘Kobanê özgürlüğünü göreceğiz’ Kobanê’ye giden üçüncü Peşmerge grubu komutanı Hemid Zebari, kentin durumunun iyiye gittiğini belirterek şöyle dedi: “Peşmerge ve kahraman YPG/YPJ güçleri Miştenur Tepesi’ni ve çevresini kurtardı. Kobanê’nin kuzeyi tamamen kontrol altında. Kürd savaşçıları ilerliyor. Bu savaşın kısa sürede biteceğini görüyoruz. YPG’li arkadaşlarımıza destek vermekten onlarla savaşmaktan mutluluk duyuyoruz. Öyle görünüyor ki Kobanê’nin özgürlüğünü gören grup olacağız. Kobanê özgürleşene kadar buradayız.” Kobanê’de YPG ile birlikte IŞİD’e karşı savaşan Zerevan güçleri üyesi Ekrem Abdulmecid Mizûrî adlı Peşmerge yaşamını yitirdi. Tel: +90 212 243 27 60 Fax: +90 212 243 27 79 E-mail: turkce@basnews.com www.basnews.com Meşelik Sk. No:22 D/3 Beyoğlu/İST Baskı: İhlas Matbaası-Yenibosna/İST BasHaber/BasNûçe Gazetesi’nde yayınlanan haber, yazı ve fotoğrafların her türlü telif hakkı Basnews Medya Limited Şirketi’ne aittir. 13 Paris’ten Cizre’ye insonofobi BİLAL SAMBUR 7 Ocak Paris katliamı sonrası İslamBatı ilişkileri tekrar gündeme gelmekte, Batı’nın İslam’la değişmeyen köklü algısı sorgulanmakta ve Avrupa’da yaşayan Müslüman toplulukların bilinçli ve sistematik politikalar sonucu dışlanmaları, ötekileştirilmeleri ve reddedilmelerinin yarattığı travmalara vurgu yapılmaktadır. İslamofobi maskesi adı altında eski önyargılar, nefretler ve düşmanlıklar eski bir sunumla tekrar gündeme getirilmektedir. Paris katliamı, insanlığın ağır bölünmüşlüğünü ve birbirinden kopuşunu ortaya çıkarmıştır. Herkes, kendi ölü sayısıyla ne kadar mağdur ve haklı olduğunu anlatmaya çalışmaktadır. Ölülerin yarıştırıldığı bugünlerde, daha fazla ölünün olması için psikolojik, sosyolojik, siyasal ve kültürel şartlar uygun hale getirilmektedir. İnsanların birbirlerini haklı gördükleri nedenlerle öldürebilecekleri düşüncesi sinsi bir şekilde içselleştirilmektedir. Peygambere hakaret ettikleri gerekçesiyle Paris’te on iki kişiyi öldürme hakkını kendilerinde bulanlardan sonra bir batılının bir Müslümanı öldürmesinin haklı sebepleri olduğu veya bir Müslümanın da bir Avrupalıya benzer şeyi yapabileceği fikri giderek insanları zehirlemektedir. Paris katliamı, küresel düzeyde ölüm ideolojisinin derinleşmesine katkıda bulunmuş, insanlıkta derin bir duygusal ve varoluşsal kopuşa neden olmuştur. Batı dünyasının İslam’a doğal olarak düşman olduğunu ifade etmek için İslamofobi kavramı kullanılmaktadır. İslamofobi ileri sürülerek Batıya düşmanlık yapmanın her Müslümanın en temel vazifesi olduğu fikri, bir amentü hükmü olarak İslam dünyasında yaygınlaştırılmaktadır. Batı dünyasının ezeli iki yüzlülüğü ve Müslüman dünyanın ezeli mağduriyeti üzerinden sadece Müslümanlar ve Batılılar değil, bütün insanlık birbirinden kopartılmaktadır. İslamofobiye karşılık Westofobi yani Batı korkusu yaratılmaktadır. Selefi el-Kaideci çizginin dayandığı en büyük kaynak, Westofobidir. Batı karşıtlığı temelinde bütün barbarlıklar, saldırılar ve şiddet meşrulaştırılabilmektedir. Selefizm başta olmak üzere din, maneviyat ve ahlakı gasp eden bütün fanatik akımları besleyen korku ideolojileri, Westofobi ve İslamofobidir. Bir korkunun bir başka korku yaratması için bütün imkanların seferberliğine şahit olmaktayız. İslamofobi, Westofobi ve başka adlarla insanlığın korkulara ve uçlara savrulduğu görülmektedir. İnsan ve dünya üzerinde iktidar kurmak için aşırı uçlar arasında korkunç bir mücadele yaşanmaktadır. Bugün, dinler, medeniyetler, ideolojiler ve kültürler değil, aşırılıklar çatışmaktadır. İnsanlık, bir aşırılıktan bir ötekine savrulup durmaktadır. Aşırılıkların doğu-batı ayırımı yapmadan insanlığı kuşatmış olması ve esaret çemberleri yaratması, mevcut insani durumun çürümüşlüğünü ve yozluğunu ortaya koymaktadır. Paris katliamından yeterince dersler çıkarılmadığı gibi, ülkemizde yaşanılan otuz yıllık savaştan ve kırk bin civarındaki insan kaybından da hiçbir şeyin öğrenilmediği görülmektedir. Çözüm sürecinin geliştiğinin iddia edildiği bugünlerde Cizre’de kaygı verici olaylar yaşanmaktadır. Her gün Cizre’den çocuk cinayetleri haberleri gelmekte ve karanlık senaryoların uygulandığına dair bilgiler ortaya çıkmaktadır. Barış ve çözüm için demokrasi, hukuk ve özgürlükler alanında yapılması gerekenler yapılmamaktadır. Gerilim ve çatışma ile zaman kazanmaya çalışan aktörler, sadece kendilerinin kazandığı, ama kendileri dışındakilerin kaybedeceklerini sandıkları bir oyunu oynamaktadırlar. Paris’te ve Cizre’de ortaya çıkan insan düşmanlığıdır, yani insonofobidir. İnsanofobi ideolojisine teslim olunduğu sürece Türkiye’de çözüm süreci ilerlemeyecek, Avrupa ve İslam dünyasında insanlar ölmeye devam edecektir. İnsanofobiye karşı insan olmayı öğrenmemiz gerekmektedir. 14 HABER BasHaber Barzani Yardım Vakfı Türkiye Temsilcisi Süleyman Şeyhnebi: Yaraları sarmak için varız Barzani Yardım Vakfı, Suruç’taki Kobanê Mülteci Kampı’nda sıcak yemek dağıtıyor M Besê Çelik uhtaçlara ve savaş mağdurlarına yardım etmek amaçlı kurulan Barzani Yardım Vakfı’nın amacı, özelde Kürdistan genel olarak ise, yardıma muhtaç bütün insanlarla dayanışma içerisinde olabilmek. IŞİD’in Kürdistan’a yönelik saldırılarının başlaması ile birlikte savaş mağdurlarına yardım eli uzatan Barzani Vakfı, Kobanê’ye de yardım gönderiyor. Barzani Vakfı Türkiye Temsilcisi Av. Süleyman Şeyhnebi ile vakfın çalışmaları üzerine konuştuk. Yardım organizasyonlarının planlanma aşamasında millet ve kimlik farkı gözetmediklerinin altını çizen Şeyhnebi sözlerine şöyle devam etti: ‘’Önceliğimiz coğrafyamızda cereyan eden savaştan dolayı mağdur olmuş insanlara yardım etmek ve onların acil ihtiyaçlarını karşılamaktır. Bir nevi kazazedeye ilk yardım müdahalesinde bulunup bir cankurtaran görevini ihya etmekteyiz. Onların yaralarını sarmak temel varlık nedenimiz.’’ Özellikle temel gıda maddeleri, giyim, battaniye, ısıtıcılar ile çocuk maması, çocuk bezi benzeri acil ve zaruri tüketim maddelerini kamplara gönderildiğini ifade eden vakfın temsilcisi Şeyhnebi, ‘’Savaş mağduru, göç etmek zorunda bırakılmış insanlarımızın, çocuklarımızın eğitimi için lazım olan araç-gereç ve kırtasiye malzemeleri konusunda da elimizdeki imkanlar çerçevesinde yardım etmeye çalışıyoruz’’ diyerek, eğitim alanında da üzerlerine düşen sorumluluğun farkında olduklarını dile getirdi. Vakfın Türkiye’de şubesinin olmadığını, temsiliyet yolu ile yardım kam- panyaları düzenlediklerini, henüz yasal bir başvuru yapmadıklarını dile getiren Şeyhnebi, ‘’Vakfımızın Türkiye şubesinin kurulması için herhangi bir siyasi ya da hukuki engel bulunmamaktadır. Yasal statümüz olmasa da pratik çalışmalarımız mevcut ve devam’’ edecektir diye konuştu. Kobanê’ye 12 tır acil yardım Kobanê’ye karşı saldırıların başladığı ilk günden itibaren yardım kampanyaları organize ettiklerini ifade eden Şeyhnebi, ‘’Yardımlarımız halihazırda artarak devam etmektedir. Kobanê hadisesi cereyan ettiği ilk günlerde 12 tır acil ihtiyaç malzemesi yardımında bulunduk. Bu tırlar içinde 126 yardım paketi vardı. Yaklaşık 6 bin kişiye yetecek kadar bulgur, pirinç, fasulye gibi temel gıda maddeleri ve battaniye dağıttık. Ayrıca sınırı aşıp Suruç’a ulaşan insanlarımıza 6 tır acil ihtiyaç malzemesi dağıttık. Bununla birlikte hem sınırın bu tarafında hem diğer tarafta kalanlara kışlık mont ve soğuğa karşı koruyacak giysiler, çocuk maması, ayakkabı ve benzeri yardım malzemeleri dağıttık. Şunu da belirtmek isterim ki, ihtiyaç sahibi insanlarımıza yardımlarımız devam etmekte ve bu trajediler son bulana kadar ve tek ihtiyaç sahibi kalmayıncaya kadar bu yardımlarımız devam edecektir. Nitekim Barzani Vakfı olarak, zorda kalmış insanlara ve insanlığa yardım etmenin asli sorumluluğumuz olduğuna inanıyoruz’’ dedi. Şengal Dağı’na helikopterlerle yardım götürdük Şengal’e saldırıların hemen akabinde de vakfın seferberlik ilan ettiğine vurgu yapan Şeyhnebi, ‘’Şengal Dağı’nda mahsur kalan soydaşlarımıza olaylardan çok kısa bir süre sonra yardımlar ulaştırıldı. Şengal´den gelen kardeşlerimize her gün sıcak yemek imkanı sunuyoruz. Biz de zaman kaybetmeden orada mahsur kalmış ihtiyaç sahibi soydaşlarımıza yardımda bulunmak için seferber olduk. Bu kapsamda Şengal Dağı’nda 1200 aileye 30 tırlık insani yardım ulaştırdık. Bunların içinde temel gıda maddeleri ile giysi ve kışlık malzemeler vardı. Amacımız kısa zamanda oradaki halkımızın tüm ihtiyaçlarını karşılamaya çalışmak ve yaralarını elimizden geldiğince sarmaktı. Böylece sahipsiz olmadıklarını anlamalarını istedik. Onlar bizim halkımızdır ve ne pahasına olursa olsun insanlarımızın yanında olacağız ve rahat etmeleri için her türlü imkânımızı seferber edeceğiz’’ diye konuştu. Şeyhnebi, sadece dağda mahsur kalmış insanlara değil, kamplarda ve çeşitli yerlerde barınan Şengalli ve Rojavalılara yardım eli uzatmaya devam edeceklerini sözlerine ekledi. 26SÖYLEŞİ Ocak - 01 Şubat14 2015 Daha fazlası için çalışıyoruz İrtibat noktaları aracılığıyla kamplarda, çadırlarda ve akrabalarının yanında barınan ihtiyaç sahiplerini tespit etmeye çalıştıklarını ve bu metodla ihtiyaç sahiplerine ulaştıklarını dile getiren Şeyhnebi, hayırsever insanlardan yardım topladıklarını, herhangi bir hükümet yada siyasi partiden yardım almadıklarına vurgu yapıyor. Suruç’taki 180 bin Kobanê’linin bir kısmının çadır kamplarda bir kısmının da akrabalarının yanında ikamet ettiğini ifade eden Şeyhnebi, ‘’Her ne kadar yardımlara devam ediliyor olsa da söz konusu yardımlar yetersiz kalmaktadır. Kışın gelmesi ile şartlar daha da zorlaştı. Vakıf olarak halkımızın yaşadığı zor şartların kolaylaştırılması için yeni bir yardım kampanyası ve program yürüttüklerini belirtti. Yardım kurumlarıyla irtibat içindeyiz Uluslararası yardım kuruluşları, sivil toplum örgütleri özellikle Birleşmiş Milletler İnsani Yardım bölümü ile yakın ilişkiler ve koordinasyon halinde olduklarını ancak doğrudan bir kurumdan destek almadıklarını sözlerine ekleyen Şeyhnebi, kısa vadede yapmak istedikleri çalışmalar konusunda şunları söyledi: Kısa vadede Kobanêli ve Şengalli kardeşlerimizin acil ihtiyaçlarını karşılama çabasındayız. Bu doğrultuda çalışmalarımızı hızlandırmış bulunmaktayız. Özellikle sağlık alanında da bazı projelerimiz var. Şöyle ki gönüllü doktorlarımızı koordine ederek insanlarımızın sağlık ihtiyaçlarını gidermeye çalışıyoruz ve bu yöndeki çabalarımızı yoğunlaştırmaya devam edeceğiz. Orta vadede ihtiyaç sahibi insanlarımızın eğitim, sosyal ve sağlık ihtiyaçlarını gidermek için kapsamlı projeler yapıp verimli bir şekilde uygulamak istiyoruz. SİNEMA BasHaber 26 Ocak - 01 Şubat 2015 15 SÖYLEŞİ 15 Kazım Öz: Komedi, Kürd sinemasının eksik yanıdır T Fatoş Yıldız ürkiye’de muhalif ve alternatif sinemanın temsilcilerinden biri olarak kabul edilen Kürd yönetmen Kazım Öz, görmezden gelinen, sansürlenen ve yokmuş gibi davranılan bir gerçeğin deyim yerindeyse ‘bayraktarlığını’ yapmayı, bunu yaparken de gürültü koparmayan bir izlekte ilerleyen sinemasını oluşturmayı sürdürdüğünü söylüyor. Öz, Kürd sinemasında dikkat çekici bir şekilde komedi eksikliğinden de dem vuruyor. ‘Kürd sineması var mı, Türkiye sineması mı, Türk sineması mı?’ gibi tartışmaların sinema camiasında devam ederken, Kazım Öz, kamerasını çevirdiği hikayeler itibariyle bu camianın gündemine başka bir realiteyi ekliyor: Yok sayılmanın anatomisini… 90’lı yıllarda Mezopotamya Kültür Merkezi bünyesinde başladığı sinema çalışmaları ve vizöre güzünü ilk yaklaştırdığında statükocu sinema camiasını ürkütecek sahneler gören Öz, ‘Ax’ ve ‘Fotoğraf’ adlı çalışmalarında kendini gösterdi. Hem sinematografik, hem estetik ve hem de hikayelerinin kurgusu itibariyle ‘yok’un ‘var’ halini kanıtlamaya değil, var halin estetik biçimini bu tekelleşmiş camianın sinir sistemlerine damıtmaya başladı. ‘Dûr’, ‘Bahoz’, ‘Şavaklar’ ve son olarak ‘Bir Varmış Bir Yokmuş’ filmiyle sinemasının inşaat duvarlarını yükseltmeyi sürdüren Öz, birçok tartışmayı ve kavgayı da peşine takarak film şeridini sarmaya devam ediyor. Fransa’da bir festivalde son filmiyle ödül kazanan ancak bu ödülü Paris’te öldürülen üç Kürd kadın siyasetçi konusunda Fransız yetkililerin duyarsızlığını protesto ederek reddeden Öz, daha önce de Türkiye’deki birçok festival tarafından sansüre maruz kalmıştı. Daha ağırı ise, Öz’ün derdini anlattığı coğrafyanın kendisi tarafından da sansüre uğraması oldu. Zira ‘Bahoz’ filminden sonra Öz’ün, bir sanatçının katlanmak zorunda kalmaması gereken durumlarla karşılaştı… 1973 yılında Tunceli’de dünyaya gelen Kazım Öz sinema macerasına 1998 yılında Yeşim Ustaoğlu’na Güneşe Yolculuk filminde yardımcı yönetmenlik yaparak atıldı. Sinema hayatına girmeden önce Yıldız Teknik Üniversitesi’nde İnşaat Mühendisliği bitiren Kazım Öz, 90’lı yıllarda Mezopotamya Kültür Merkezi’nin açmış olduğu tiyatro çalışmalarına katılır. Bir süre tiyatro ile uğraşan Öz, daha sonra yine Mezopotamya Kültür Merkezi’nin açmış olduğu sinema atölyelerine katılır. Sinema ile tanıştıktan sonra hem tiyatroyu hem de mühendisliği bırakır ve tamamen sinema üzerine yoğunlaşır. 1999 yılında 25 dakikalık Ax (Toprak) adlı filmini çektikten sonra sırasıyla Fotoğraf, Dur, Şavaklar ve son olarak da Bir varmış Bir yokmuş belgeselini çekerek filmografisine bir film daha ekler. Sinemaya başlama nedenini “Sinema ile kendimi, halkımı, köyümü, toplumsal sorunları, hayatı daha iyi kavrayabileceğimi ve anlatabileceğimi düşündüm” şeklinde açıklayan Öz, tiyatroyu bırakıp kendini tamamen sinemaya adaması 1997 yılına tekabül eder. Sansürsüz film yapmaya çalışmak önemli bir çabadır Genellikle belgesel filmlere yoğun ilgi gösteren Kazım Öz, bunun sebebinin yaşadığımız coğrafyada bazı şeyleri belgesel ile anlatmanın daha elverişli olduğu şeklinde tarif ediyor. Ayrıca çektiği son belgesel olan Bir Varmış Bir Yokmuş’da belgesel formatlarının da dışına çıktığını farklı bir anlatım tekniği geliştirdiğini dile getiren Öz, “Son belgeselde seyirci karakterlerin gerçek mi kurmaca mı olduğunun ikileminde kaldı. Bu iyi bir şey çünkü filmin kurulumu bir kurmaca filmi de andırdı gerçek bir hayatı da andırdı bence başarı burada gizli” şeklinde konuştu. Ayrıca çektiği son belgesel ile beraber önceki filmlerinin de festivallerde sansüre uygulandığının altını çizen Öz, “Sanat da her şeyden önemli olan şey sansürsüz bir şekilde eser ortaya koymaktır. Dışarıdan gelen engellemelerden ziyade insanın sanat yaparken sinema yaparken kendine de oto sansür uygulamaması önemlidir. Özellikle “Bahoz” filminden sonra çok sert eleştiri ve tepkilere maruz kalan Öz, “Bahoz filminde bir oto sansür uygulamam beklendi. Bazı sahneleri çıkartıp bazı sahneleri eklemem istendi. Oysa ben nasıl görüyorsam nasıl kurguluyorsam öyle çektim bu yüzden de tepki ve eleştirilere maruz kaldım” dedi. Mezopotamya sinema ilerleyemedi Mezopotamya sinema atölyesinde uzun yıllar kalan Kazım Öz, oranın birçok Kürd sinemacısı için bir başlangıç olduğunu birçok kişinin ilk kez orada sinema ile tanıştığını ve bugün tanınan birçok Kürd sinemacının ilk kez orada eğitim aldıktan sonra sinema hayatına girdiğini dile getirdi. Bu açıdan önemli bir rol oynadığını fakat durumun biraz dışarıya taştığını söyledi. Öz, “Orada daha sistemli daha örgütlü aynı zaman- Kürd fonları oluşturulmalı Kürd sinemacılarının bağımsız film yaptıkları günümüzde bir araya gelip ortak fonlar oluşturulup filmler çekmelerinin şu an zor olduğunu yönetmenlerin biraraya gelmesinden ziyade Kürd yapımcılarının Kürd film dağıtımcılarının bir birliği olabileceğini dile getiren Öz şöyle konuşuyor: “Kürd yönetmenlerin biraraya gelmesi bir şeyi değiştirmez. Ancak projeleri hakkında sohbet edebilirler önemli olan Kürd yapımcılarının biraraya gelmesi. Film çekmenin en büyük zorluğu bütçe, fon finansman bulma sıkıntısıdır. Bugün Kürd fonları oluşturulup destek sağlansa durum çok daha farklı olabilir. Sadece film sürecinde değil filmin dağıtımı sırasında da bu tarz kurumlar oluşturul- malı Kürd film dağıtım şirketleri olmalı. Aksi takdirde film çekmek sinemacılar açısından oldukça zahmetli bir hal alıyor. Çünkü en büyük sorun bütçe. Mesela ben bütçe yetersizliğinden dolayı yeni başladığım filmin çekimlerini tamamlayamıyorum. O yüzden bir birliğin olması kesinlikle çok önemli.” da teknik ekonomik yanları çözen bir zemin oluşturamadık. Orada bir şekilde eğitim alan dışarıya gitti eğitim alan dışarıya gitti. Yani kısaca orası sadece besleyici bir rol oynadı. Yani kurum olarak kaldı. Daha sistematik olarak sinemaya dönük sistemler üretemediği için de biraz olduğu yerde kaldı” diyor. Son zamanlarda çekilen Kürd filmlerine baktığımız zaman komedinin eksikliğini açık bir şekilde görmekteyiz. Kısa veya uzun metrajlı filmlerin büyük çoğunluğunda anadil, kadın sorunu, göç gibi konuların yoğun bir şekilde işlendiği ve komedi türünde ya da aşk türünde filmlerin olmadığı sinemanın içinde bir eksik olduğu açık bir şekilde belli. Öz, bu konu için şu şekilde konuştu. “Acılarımız çok, sorunlarımız çok, dolaysıyla bizim sanatımız, siyasetimiz sosyalitemiz tamamen bunun içinde kalmalı gibi geliyor. Halbuki böyle değil, sanat dışarı açılan bir penceredir sanatla toplum daha normal bir hale de dönebilir. Bir toplumun aydınlanmasına bir filmle katkıda bulunabiliriz. Bir katliamın içinde öyle bir film çekersiniz ki komedi ile sizi derin bir şekilde yaralar. Bunun dünyadaki örnekleri de yok değil. Her şeyden önce dil, anadil mevzusunun aşılması lazım. Oraya hapsolmuş hikayelerle dolu karakterlerimiz var. Komedi, Kürd sinemasının eksik yanlarından biridir. Son olarak Kazım Öz ile yeni projesi hakkında konuştuk. Dersim’deki çekimlerini tamamlayan uzun metrajlı filmi “Zer” için Amerika’ya gidip oradaki çekimleri de bitirmesi bekleniyor. Öz, bu filmin hikayesini yaklaşık on yıldır düşündüğünü fakat hayata geçiremediğini, geçtiğimiz sonbaharda çekimlere başladığını ve bütçesini ayarlayabilirse yakın zamanda Amerika’ya gideceğini dile getirdi. Öz, “film, Dersim coğrafyasında bir şarkıyı arama hikayesini bir yol hikayesini anlatıyor” dedi. 16 MÜZİK BasHaber 26SÖYLEŞİ Ocak - 01 Şubat16 2015 Alevi müziği sadece müzik değil Ehli Beyt soyundan gelen 72 kişinin Hz. Hüseyin ile birlikte katledildiği Kerbela olayı, ki Alevilik felsefesinin en ağır trajedisi olarak kabul edilir, bu güne kadar sayısız şiir, ağıt, film, roman ve destana konu olagelmiştir. Çağın değişmesiyle birlikte bu konu belki de insanlık tarihinin sürekli güncellenerek ‘tema’ haline gelen nüanslardan biri olmayı başarmıştır. Alevi kültürünün sözlü temele dayanması nedeniyle anlatımında çok önemli görüldüğü bu olay, daha önce işlendiği bütün formların dışında bu kez çok farklı bir formatta karşımıza çıkıyor. Coşkun Karademir ve Emirhan Kartal üç yıllık bir çalışmanın sonucunda Kerbela olayını bir kez daha güncelleyerek müzikseverlerin beğenisine sundu. Eser, hem deyişleri, mersiyeleri ve nefesleri ile hem de olayın bizzat kendisini yaklaşık bir saatlik bir anlatımla aktarması nedeniyle ilk ve tek olma özelliği taşıyor. Karademir ve Kartal ile Kerbela albümü ve Albümün anlam evrenini konuştuk. Coşkun Karademir Özcan Şahin Herkesin yakinen bildiği ve hep güncel kalmayı başarmış bir konuyu yeniden gündeme getirmek biraz risk ister. Bu riski hangi gerekçelerle göze aldınız ve neden Kerbela? Neden yaptık? Aslında bunun altını doldurmak bizim için en zor olan kısımdı. Kendimize fazlasıyla sorular ve eleştiriler yönelttik. Hatta fazlasıyla acımasız da olduk. Ama nihai fikrimiz; “elimizi taşın altına koymamız gerek” oldu. Nedir bu taş, ya da taşlar? Aslında bu bir aktarıcılıktır ve her yanıyla bakıldığında ciddi bir sorumluluktur. Çünkü arz ettiğiniz her şeyin sorumlusu sizsinizdir, bundan kaçamazsınız. Kaldı ki konu “Kerbela” olunca, söylemek isterim ki işimiz hiç de kolay değildi ve olmadı da. Ama çok şükür biz amacımıza hizmet ettik, en azından bu niyetle yola çıktık. Elbette eksiğimiz kusurumuz vardır, ama çıktığımız yol zaten fazlasıyla cevri cefa ile dolu. Bu ateşten gömleği bilerek giydik. Albümünüz hakkında ne söylemek istersiniz? Albümün yapılış amacı ve hedefi en başta bir miras aktarımıdır. Anadolu’ da Kerbela olayı üzerine yakılmış ve dillere mühür olmuş mersiyeleri, nefesleri ve deyişleri elimizden geldiğince işleyip günümüze ve günümüz insanına ulaştırmaya çalıştık. Bir de tabi olayın kendisini. Kerbela olayının anlatımının da ayrı bir CD olarak sunulması gerektiği fikrini Hasan Saltık teklif etti. Bizi heyecanlandıran bir fikirdi ve biz de bunun üzerine ayrıca çalışıp 2.CD olarak hazırladık. Denilebilir ki; her haliyle Kerbela olayının derinliklerini ve izlerini taşımaktadır bu albüm... Albümünüze gelen tepkiler nasıl? Albümünüzün Kerbala gibi olaylarından birini anlatması ve ilk olması nedeniyle yeterli bulamayan veya eleştirenler oldu mu? Genel itibariyle aldığımız tepkilerin niyetimizle örtüştüğünü gördüğümüz için mutlu olduk elbette. Olumsuz tepkiyle çok karşılaştığımızı söyleyemem, ama tabi ki yapıcı tepkiler ve fikirler aldık. Ki her türlü eleştiri bizim için nimettir diyebilirim. Neticede gözümüz gibi sakındığımız ve emek verdiğimiz bir yapının, bir ya da birkaç yerinden ötürü eleştiriye maruz kalıyorsak, evvela en çok üzülen biz oluruz. Ve bunu bir daha tekrarlamamak isteriz. Kerbela Olayı, aslında sadece Alevi - Bektaşi zümresine mal edilmemelidir. Tabi ki Anadolu’da Kerbela olayını içselleştirmek, “Söylediği sözü hazmetmeden okuyan bir kişinin okuduğundan etkilenmesi de, başkasını etkilemesi de imkansızdır. Kaldı ki Alevi müziğine sadece salt “müzik” olarak bakamayız. Ortada koca bir hazine var. Önce siretteki manayı bilmek gerek, sonra surette görünen saz ve söz size bir ruhaniyet katar.” yaşamak ve yaşatmak anlamında en büyük derya şüphesiz Alevi - Bektaşilerdir. Bizim de beslendiğimiz pınar budur. Ama genele bakarsak sadece buradan söz etmek bize göre doğru değil. Çünkü biz her şeyden önce müzisyen ve akademisyen kimliğimizle konuya bakıyoruz. Ondan sonraki kısım maneviyattır. Onun da en çok kimde ya da nerede olduğunu elbette ki Yaradan bilir. Hüseyin’ e ağlayan göz, bizim için bir bedenin bir çift gözünden akan kanlı yaşıdır. Kimden ya da nereden olduğunun bir önemi yok. Buradan yola çıkacak olursak, biz zaten başından itibaren her türlü eleştiriye ve tepkiye hazır olarak yola çıktık. Başta noksanlarımızı biz kabul ettik, yine söylüyoruz; olumlu ya da olumsuz her türlü eleştiriye eyvallah. Albümünüzde Kerbela üzerine deyişler, mersiyeler ve nefeslerin yanı sıra hikaye ve tarih anlatımları da var. Çalışmanızda ne gibi kaynaklardan yaralandınız? Albümde var olan mersiye ve nefeslerin tamamı Alevi-Bektaşi inancını süren aşıkların, ozanların, uluların, velilerin ve dedelerin’dir. Zaten en büyük kaynak da onlardır. Kerbela olayı üzerine başka dergahlarda da çok kıymetli zatların yazdıkları ilahiler, deyişler ve mersiyeler de var. Bunları da bilmekteyiz. Ama bir genelleme yapacak olursak yine Anadolu’ya ve aşıkların avazına bakmak durumundayız. Anlatım metnini ise yine bu konularda fazlasıyla bilgi ve birikim sahibi olan, kıymetli gazeteci/yazar Miyase İlknur hazırladı. Seslendirmeleri de oyuncu Mustafa Avkıran yaptı. Aleviliğin sözlü bir kültüre dayanması müziğine nasıl etki ediyor? Alevi-Bektaşi uluları zahir-batın dediğimiz olguyu sözlerinin içine harç etmişler. Kısaca özetleyecek olursak bu bir aktarım zinciri oluşturmuş. Çalıp-söyleme geleneği bu inanç için vazgeçilmez bir unsurdur. Çünkü her şey edebiyata ve müziğe nakledilmiş, çalıp söyleyen aşıklardan da yolu sürenlere bırakılmış. Sözlü kültürün hem zahir hem de batın manaları da içeriyor olması, bu inancın müziğini icra edecek olanlara ciddi bir sınav. Çünkü söylediği sözü hazmetmeden okuyan bir kişinin okuduğundan etkilenmesi de, başkasını etkilemesi de imkansızdır. Kaldı ki Alevi müziğine sadece salt “müzik” olarak bakamayız. Ortada koca bir hazine var. Önce siretteki manayı bilmek gerek, sonra surette görünen saz ve söz size bir ruhaniyet katar. Bu durum da bize göre Alevi müziğini icra edecek olan kişilerin göz ardı etmemeleri gereken en önemli husustur. Sizce Alevi müziği kendini ifade edecek yeterince alan bulabiliyor mu? Aslında bu genel bir sorun. Yani popüler olmayan ve genele hitap etmeyen her şeyin göz ardı edilmesi çok normal. Çünkü insanlar gözünün önündekinden haberdar sadece. Bu geleneksel anlamda yaşamaya çalışan her şey için geçerli. Haliyle geleneksel ve dini müzikleri de etkiliyor bu durum. Alevi müziği üzerine yapılan çalışmaların sayısı son yıllarda fazlasıyla arttı. Eksik ya da doğru demeden bunu bir gelişme olarak görmek gerek en başta. Ama tabi ki konu sadece müzik olarak da ele alınamayacak kadar büyük ve derin olduğu için, yapılan çalışmaların da iyi idrak edilip öyle sunulması gerek. Doğru ve bilinçli bir yol izliyorsak yeterince dinleyen size ulaşıyor. Sunulması anlamında elbette ki sıkıntılar fazlasıyla mevcut, ama az sayıda olan dinleyici de ayırt etmesini iyi biliyor. Bence biz evvela işimizi her boyutuyla iyi yapmalıyız, sonra kendimizi dinletecek yerleri buluruz elbet. Emirhan Kartal
Benzer belgeler
23.02.2015
aşiret orduları kullanacağından endişe ediliyor. Kobanê’nin iki mahallesi dışında tümü Kürd güçlerin denetimine girerken, Peşmerge ve YPG işgal altındaki köylerin kurtarılması için hazırlanıyor.
Detaylı10.08.2015
yerleştikçe merkezin bu anlayışını daha hızlı ve daha fazla temellük etmiştir. Yargı, Türk devletçiliğinin işleyişinde hayati bir role sahiptir. Devleti koruma ve kollama, bu işlevin yalın özüdür. ...
Detaylı