08.12.2014
Transkript
08.12.2014
1 Ayla Yılmaz: SÖYLEŞİ Karadeniz’in müziği de suyu gibi Haftalık haber gazetesi - 2.5 TL Sayı:31 - 08 - 14 Aralık 2014 basnews.com Sayfa 16 Türkiye, seçim barajı tartışmalarına kilitlendi Çözüm, barajı aşabilecek mi? Erbil - Bağdat treni raya giriyor mu? Sayfa 06 BasHaber / BasNûçe Yeni Projelere doğru Türkiye demokrasisinin yapısal sorunlarından biri olan seçim barajı tartışmalarının Çözüm Süreci’nin arifesinde gündeme gelmesi beraberinde birçok soruyu da getirdi. “Seçim barajının arkasına sığınmıyoruz” diyen Başbakan Davutoğlu’nun tavrının seçimlere bunca yaklaşılan bir dönemde Çözüm Süreci’ni nasıl etkileyeceği konusunda merak uyandırıyor. AB’nin öteden beri üyelik müzakereleri kapsamında düşürülmesini dayattığı yüzde 10’luk seçim barajının düşürülmesi halinde, Türkiye’de değişecek olan meclis aritmetiğinin siyaseti ve Kürd meselesini nasıl etkileyeceği soruları ise temel gündemi oluşturuyor. Müzakerenin kıyısında Temsilde adalet! HAMİYET ÇELEBİ DTK Eş Genel Başkanı Hatip Dicle ve HDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş’ın Anayasa Mahkemesi’ne yaptığı bireysel başvuruların gündeme alınacağının açıklanması ile birlikte Türkiye seçim barajı tartışmalarına kilitlendi. Dicle ve Demirtaş’ın 2839 sayılı Milletvekili Seçim Kanunu’nun yüzde 10’luk ülke geneli seçim barajını öngören 33. Maddesi’nin 1. Fıkrası’nın haklarını ihlal ettiği gerekçesiyle yaptığı bireysel başvuruya ilişkin, Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç’ın yaptığı değerlendirme sonrasında siyaset ve yargıSayfa 02 - 03 nın gündemi baraj meselesi oldu. s02 MESUT YEĞEN Papa, Diyarbakır’a davet edildi Sayfa 10 s05 Baraj ya da kimin oyu makbul FERHAT KENTEL s07 Yetkisiz izleme kurulu dikkate alınmaz Sayfa 05 Sayfa 11 Kobanê’de son operasyona geri Sayfa 07 sayım Bertaraf edilemeyen gazete Özgür Ülke Ruhi Su: Sayfa 08 Van’dan Konya’ya bir sürgün anatomisi Sayfa 14 02 BasHaberSÖYLEŞİ 8 - 14 Aralık 22014 MANŞET Türkiye gökkubbesinde boş ve hoş bir sada: Temsilde adalet! Ankara baraj kapak larını kaldıracak mı? HAMİYET ÇELEBİ Türkiye siyasi tarihininin neredeyse her döneminde seçim sistemleri tartışıldı. Tartışmaları yürütenler her daim “temsilde adalet, yönetimde istikrar” söylemlerini temel argüman olarak aldılar. Partilerin oy yüzdelerine yakın oranlarla TBMM’de temsil edilmenin istikrarlı ve güçlü hükümetlerin oluşmasını engelleyeceğini, her siyasi partinin oyu oranında mecliste temsiliyetinin koalisyonlara yol açacağını, bunun da siyasi istikrarsızlık yaratacağını düşünüyorlardı. Henüz kurulmuş olan Demokrat Parti (DP), 1946 yılında yapılacak olan seçimlerde I. Meşrutiyet’ten beri uygulanan “liste usulü çoğunluk sistemine” karşı, nispi temsil sistemini istiyordu. Dönemin çoğunluk sistemi büyük parti lehine, küçük partilerin ise aleyhine işleyerek, küçük partileri aldıkları oy oranlarının çok altında Meclis’te temsil edilmelerine neden oluyordu. Nitekim istediği seçim sistemini getirebilme gücüne sahip olmayan DP, o yıl yapılan seçimde Cumhuriyet Halk Partisi’nin (CHP) 395 sandalyesine karşılık 66 sandalye kazanmıştı.1950 seçimlerine gelindiğinde ise DP güçlenmiş, oy potansiyelini artırmış, siyaset sahnesinde temel oyuncu olmuştu. 1949 yılında seçim kanunlarında değişiklik yapılması sürecinde DP artık nispi temsil sisteminden bahsetmiyor, aratık nispi temsilin “siyasi istikrarsızlığa” yol açacağını savunuyordu. Bu dönemdeki tartışmalarda nispi seçim sistemini savunmak DP’den kopan muhafazakarların yeni kurduğu küçük Millet Partisi’ne kalmıştı. Dönemin Başbakanı, deneyimli siyasetçi ve tarihçi Şemsettin Günaltay’ın nispi temsil sistemine ilişkin o yıl meclis kayıtlarına düşen sözleri sistemin ne kadar sakıncalı olduğuna ve siyasi istikrarsızlığa neden olacağına dairdi. Kaderin cilvesine bakın ki, sadece iki yıl sonra aynı Şemsettin Günaltay, ama bu sefer ana muhalefet partisi lideri olarak ‘nispi seçim sisteminin Türkiye demokrasisi için ne kadar elzem olduğunu’ savunacaktı. Nihayet 1961 seçimlerine nispi seçim sisteminin bir varyantı olan Belçikalı siyasetçi D’Hondt’un tasarladığı sistemle gidilmiş, ancak önceki yılların “siyasi istikrar” kaygısı; çevre barajı ile dengelenmeye çalışılmıştı. Bu sistemle yapılan 1961 yılındaki seçimin galibi CHP olmuştu olmasına da, tek başına hükümet kuramamış ve Türk siyasi hayatının çalkantılı, son derece istikrarsız koalisyonlar süreci böylece başlamıştı. D’Hondt sisteminin 1965 genel ve 1966 ara seçimi dışında bu güne dek uygulanan seçim sistemi olduğunu da belirtelim. Açık ki dün seçim sistemlerine karşı geliştirilen argümanlar ile bu gün seçim barajlarına destek niteliğindeki argümanlar aynı minvaldedir: Zayıf hükümetlerin yaratacağı istikrarsızlık, ekonomik ve siyasi buhranlar, koalisyonlara mahkum olmak… Türkiye’nin seçim sistemlerindeki değişim süreçlerini izlediğimizde kaygının aslında ne temsilde adalet ne de siyasi istikrar olmadığı görülecektir. Temel motivasyon her siyasi zümrenin kendi çıkarına yontabileceği siyasi formülasyonlar üretebilmek olduğu anlaşılacaktır. 30 yılı aşkın bir süredir, Türkiye siyasi hayatını biçimlendiren darbe kalıntısı bir anayasanın ve seçim yasasının hala yürürlükte olması bu paradoksun bir özeti niteliğindedir. İster seçim barajları kalksın, ister “makul” ölçülere indirilsin, isterse de olduğu gibi korunsun, her partinin başına bir padişah yerleştirip, milletvekillerini oylamalarda ellerini indirip kaldırmaktan ibaret kurşun askerlere çeviren Siyasi Partiler Kanunu, Milletvekili Seçimi Kanunu ile artık reel hayatla bir arada durmaktan aciz bu Anayasa yerli yerinde durduğu sürece, hükmedenler iktidarlarının bekâsı için istikrar arayacak, ancak ‘temsilde adalet’ Türkiye gökkubesinde seçmen kulağına fısıldanan hoş ve boş bir seda olarak baki kalacaktır. MANŞET BasHaber 8 - 14 Aralık 2014 3 SÖYLEŞİ Temsilde adalet yönetimde istikrar Demokrasinin en temel unsurlarından bir tanesinin siyasi partiler yasası ve seçim yasası olduğunun altını çizen Toros Üniversitesi Rektör Yardımcısı Ahmet Özer, Türkiye’de her iki konuda antidemokratik olduğuna vurgu yaptı. Özer, ‘’Temsilde adalet yönetimde istikrar ilkesi vardır. Yönetimde istikrar ilkesi adına temsilde adalet yıllardır ayaklar altında çiğneniyor’’ diye konuştu. Özer sözlerine şöyle devam etti:’’Bu AKP’nin aslında demokrasiyle olan ilgisini göstermektedir. Hükümet sık sık milli iradeden bahsettiği halde yüzde 10 barajının olması milli iradenin ayaklar altına alınmasıdır. Bugüne kadar iktidarın yapmadığına Anayasa Mahkemesi’nin el atması iktidarda bir telaşa neden oldu çünkü AKP iktidarının temel düşüncesi 2015 seçimlerinde anayasayı değiştirecek bir çoğunluk yakalama veya referandum yaptırmadır. Umarım bu bireysel başvurular bir sonuç verir ve 2015 yılından önce seçim barajı iner ve Kürd hareketi de kendi adıyla gireceği seçimden belli bir sayı ile gireceği seçimden belli bir sayı ile çıkar ve çözüm sürecine katkı sağlar. Eğer Anayasa Mahkemesi böyle bir karar alırsa parlamentonun yasa çıkarması gerekir bunu yapmadığı takdirde de yeni bir tartışma ve kaos yaratmış olur. İktidarın giderek muhafazakarlaşan yapısına diğer faktörlerin müdahalesi olarak görmek lazım bu kararı. İktidar bunu yapmıyorsa diğer bireysel başvuru hakkı da varsa bu anayasal olarak değerlendirilir. Kendi içlerindeki çekişme ve kapışma bizi ilgilendirmez bizi ilgilendiren ihlallerin giderilmesidir. Bu olursa Türkiye’ye yararı olur’’ dedi. İktidardayken başka muhalefetteyken başka Muhalefet ve iktidar partilerini eleştiren Dicle Üniversitesi Hukuk Fakültesi Anayasa Hukuku Öğretim Üyesi Fazıl Hüsnü Erdem, ‘’Muhalefetteyken bütün partiler seçim barajının temsilde adalet ilkesine aykırı olduğunu ve kaldırılması gerektiğini ya da makul bir seviyeye çekilmesi gerektiğini söylüyorlar. Ama daha sonra iktidar olunca hepsi bundan vazgeçiyor. Çünkü iktidara geldiklerinde hepsi artık seçim barajının kendilerinin işine yaradığını düşünmeye başlıyor.” Öte yandan bir tarafta yönetimde istikrarın diğer tarafta da temsilde istikrar ilkesinin önemli olduğuna vurgu yapan Erdem, ‘’Geçmiş dönemde yönetimdeki istikrarsızlık ülkeye büyük zararlar verdi bunu anlıyoruz ama en azından temsilde adalet ilkesi adına seçim barajı düşürülmelidir. Tabi ki bu barajın düşürülmesi artık bugün ki konjonktürde HDP’nin çıkarına bir sonuç doğurabilir. Ama çok da abartılı bir sonuçta doğurmaz çünkü zaten daha önce bağımsız olarak girip daha sonra grup kurabiliyorlardı. Ne olabilir bugün 35 milletvekili ise barajın kalkmasıyla birlikte 50–60 milletvekili çok da önemi değil. HDP açısından önemli olan daha etkin olabilmek için engellerin kalkmasıdır’’ diyerek, çözüm sürecinin sağlıklı bir şekilde ilerlemesi ve sürecin barışa evirilebilmesi için barajın indirilmesine ve legal Kürd siyasi aktörlerine ihtiyaç olduğuna dikkat çekti. Anayasa Mahkemesi’nin, Hatip Dicle ve Selahattin Demirtaş’ın Anayasa Mahkemesi’ne yaptığı bireysel başvuruların gündeme alınacağını açıklayan Başkan Haşim Kılıç verdiği bir röportajda seçim barajının kaldırılmasıya ilgili yapılan bireysel başvurular hakkında, “ 2-3 hafta içerisinde görüşüp karara bağlayacağız” dedi. Kılıç’ın bu sözlerinin ardından siyasetçilerden peş peşe açıklamalar geldi. Öte yandan bir televizyon programına katılan Başbakan Ahmet Davutoğlu Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç’ın yaptığı açıklamalara cevaben şunları dile getirdi: “Barajın arkasına saklanmadık. Yeni kurulan bir parti olarak seçime girdik iktidar olduk. Bizim bir kaygımız yok. Temsil ve istikrar önemlidir. Biz istikrarı bozacak bir şeye izin vermeyiz.” Muhalefet partilerinin konuya ilişkin açıklamalarına da değinen Davutoğlu konuşmasına şöyle devam etti: “ Samimilerse konuşulur Düşünce özgürlüğü parlamentoya yansımalı Ankara’da süren bu tartışmaya AKP, CHP’deki Kürd milletvekilleri ve Kürd siyasetçileri de katıldı. HDP’nin Ağrı Milletvekili Halil Aksoy, seçim barajının Şark Islahat Planları’nın ve 12 Eylül Askeri darbesinin ürünü olduğunu belirterek, seçim barajının Tansu Çiller iktidarı döneminde de tartışmaya açıldığını ancak statükonun bunu devam ettirdiğini vurguladı. Aksoy, siyasi iktidarların Kürdlerin demokratik temsiliyetini barajlarla boğmak istediklerini ve bunu kısmen de başardıklarını belirterek sözlerine şöyle devam etti: “Ne zaman ki, biz bağımsız seçimlere girdik ve diğer partilerle ittifak kurduk o zaman baraj patladı. AKP, kısmen de olsa anayasal değişiklikler yapmıştır. Ama yüzde on seçim barajının arkasına sığınmıştır. Biz parti olarak yüzde on barajının kaldırılmasını ve böyle bir şeyin olmaması gerektiğini düşünüyoruz. Türkiye’de inanç ve yeni formül neyse uygulanır. Biz her fikre açığız’’dedi. 12 Eylül 1980 askeri darbesinin izlerini silmek adına yeni bir anayasa hazırlanması ihtiyacına dair muhalefetten güçlü talepler yükseldi. Muhalefet ve hukukçular demokratik yeni bir anayasa için, her açıdan tam hak eşitliğine dayalı, azınlıkların varlığının kabul edildiği, tüm mezhep ve dinlere karşı eşit uzaklıkta durulması esasına dayalı, 12 Eylül Askeri Darbesi’ni mahkum eden siyasi bir iradenin ortaya konulmasının; seçimlere gidilen bir süreçte %10’luk seçim barajının kaldırılarak, bütün siyasi partilerin eşit koşullarda seçime girmesinin koşullarının oluşturulması yükselen talepler arasında sıralanıyor. Toros Üniversitesi Rektör Yardımcısı Ahmet Özer, Dicle Üniversitesi Anayasa Hukuku Öğretim Üyesi Fazıl Hüsnü Erdem ve Siyasi partilerin başkanları ve milletvekilleri BasHaber’in sorularını yanıtladı. demokratik bir anayasanın katkısı olur, seçim barajının kaldırılmasının değil.” Çözüm sürecine katkı sağlar HAK-PAR, Genel Başkanı Fehmi Demir de yapılan tartışmalara katılarak seçim barajlarının, totariterleşmenin, ve halkların iradesine engel olma çabalarının ürünü olduğunu vurguladı. Demir, iktidarın iddia ettiğinin aksine, yüzde on barajının Türkiye’ye istikrarı değil istikrarsızlığı getirdiğini ve bunu koalisyon partilerinin iktidarları zamanında da yaşadıklarını açıkladı. Demir seçim barajının çözüm süreciyle bağlantısıyla ilgili tartışmalara da değinerek şunları açıkladı: “Barajın kaldırılması çözüm sürecine olumlu bir katkı yapar. Bu Kürd siyasetine olumlu bir katkı yapar. Kürdlerde de temsiliyet oranı çoğalır etnik ve dini temsiliyetin önü açılmış olur” dedi. Parlamentoda temsiliyet esas alınmalı CHP, Malatya Milletvekili Veli Ağbaba da gündemin sıcak maddesi olan yüzde on seçim barajı hakkında açıklamalarda bulundu. Ağbaba, seçim barajı tartışmalarının milli iradeye zarar verdiğini ve milli iradenin temsiliyet bulmadığını, hükümetin totariterleştiğini ve dünyada eşi benzeri görülmemiş bir seçim barajını savunduğunu dile getirdi. Ağbaba, seçim barajının kalkması gerektiğini ve bunun tüm etnik ulusların parlamentoda temsiliyeti için mühim olduğunu da sözlerine ekledi. Çözüm süreci anayasal değişikliklerle devam etmeli Yüzde on seçim barajının Türkiye’nin demokrasisini kelepçeleyen, darbenin ürünü olduğunu belirten Yeşiller ve Sol Gelecek MYK üyesi Abdullah Çifçi, iktidar partisinin demokrasinin makul taraflarını göremediğine dikkat çekti. Çiftçi, açıklamasına şöyle devam etti:’’Ülkenin bu demokrasi utanç durumundan kurtulması gerekiyor. Bu yeterli mi tabi ki yeterli değil. Ülkedeki istikrar, refah ve huzur seviyesinin artmasıyla mümkün, seçim barajlarıyla değil.” düşünce özgürlüğünün parlamentoya yansımasını istiyoruz. Bizim bu konuda kanun tasarılarımız var.” Aksoy, seçim barajının çözüm süreciyle doğrudan alakalı olduğunu belirterek, seçim barajının kaldırılmasının, demokratik anlayışın inşaası için önemli olduğunu ve bu düşünceye karşı duranların demokrasiye olan inançlarından şüphe edilmesi gerektiğini vurguladı. Hedef AK Parti’nin gücünü kırmaktır Seçim barajıyla ilgili tarışmalara katılan AKP Diyarbakır Milletvekili Galip Ensarioğlu, ‘Anayasa Mahkemesi’nin siyasete müdahalesine değindi. Ensarioğlu, seçim barajı sorunun kendilerinin getirdikleri bir sorun olmadığını açıklayarak bu sorunun koalisyon hükümetlerinin bir ürünü oldğunu ve kendilerinin bu konuda düzenlemeler yapmaya hazır olduğunu belirtti. Ensarioğlu, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Başbakanlık döneminde de seçim barajıyla ilgili önerilerinin olduğunu ve dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan tarafından dar bölge seçim sisteminin tartışmaya açıldığını ancak muhalif partilerin buna yanaşmadığını sözlerine ekledi. Seçim barajının kaldırılmasının, çözüm sürecine katkısının olup olmayacağı tartışmalarına da değinen Ensarioğlu şunları dile getirdi: “Anayasa Mahkemesi siyaseti dizayn etmek ve AK Parti’nin anayasayı değiştirebilecek gücünü kırmaya çalışmaktadır. Biz yeni bir anayasa hazırlayarak, demokrasinin önündeki engelleri ortadan kaldıracağız. Çözüm sürecine yeni ve Temsilde adalet sağlanması şart Hükümetin seçim barajı tartışmalarındaki tutumunu eleştiren ÖDP Genel Başkanı Alper Taş, temsilde adaletin sağlanması gerektiğini belirtti. Taş, AKP’nin kendi istikrarını koruma ve sivil diktatörlük kurma peşinde olduğunu ve darbe kavramıyla algı yönetiminin yapıldığını ve milli iradenin kendisinden ibaret olduğuna inandığını belirtti. Taş şunları kaydetti: “AKP’nin çözüm süreci konusunda bir iradeye sahip olduğunu söylemek mümkün değildir. AKP 2015’te yapılacak seçimlerin hesabını yapmaktadır. Yüzde on seçim barajını savunmak ve çözüm sürecinden bahsetmek samimiyetsizlik göstergesidir. Kürdler aldıkları oylar kadar temsil edilmeli. Yüzde on seçim barajıyla Kürdlerin oyları çalınmaktadır.” Demokrasi güçleri önündeki engeller kaldırılmalı Demokrasi ve eşit temsiliyeti engelleyen uygulamalardan birinin de seçim barajı olduğunu ve kaldırılması gerektiğini açıklayan EMEP Genel Başkanı Selma Gürkan, yüzde on seçim barajının kaldırılmasının Kürd ve muhalif çevrelerin temsiliyetine katkı sunacağını söyledi. 03 Baraj ya da kimin oyu makbul? FERHAT KENTEL O muhteşem “Seçim barajını biz mi getirdik ki, biz kaldıralım” özdeyişi bugünlerde tabii ki yeniden gündeme geldi. Bu konuda bol miktarda ironi yapıldı. Normaldir; ironi yapılmayacak gibi değil çünkü. “Başörtü yasağını biz mi getirdik ki, biz kaldıralım”, “Kürdlere baskıyı biz mi getirdik ki, biz kaldıralım” gibi çeşitli versiyonları olabilir böyle bir özdeyişin. Biraz Demirel usulü bir tarz. İşine böyle geldiği zaman, “bizimle alakası yok”; işine başka türlü geldiği zaman “bu bizim işimiz, biz yaparız” minvalinde süren ve de “sorumluluk etiği” ile pek alakası olmayan bir insanlık hali, daha doğrusu kurnazca bir “siyasetçilik” hali... Tarih boyunca o kadar çok örneği var ki, heyecanlanmaya gerek yok. Ama bugünlerde bir yandan toplumun içinde çok ciddi bir şekilde süren ve seçim barajını düşürmek için mücadele eden toplumsal ve kültürel grupların, özellikle Kürdlerin yanısıra, Anayasa Mahkemesi’nin de devreye girmesi, meselenin bir anda gündeme oturmasına sebep oldu. 12 Eylül darbecileri toplumun derinliklerinden çıkma uğraşı veren talep, hissiyat ve renklerden tabii ki korkacak ve de onları “bozguncu marjinaller” olarak görecekti. Bu yüzden barajı getirdi ve bu korkuyu kutsal “istikrar” kavramı arkasına sakladı. D’Hondt sistemiyle de güçlü partilere bir avantaj daha verildi. Ancak “istikrar” adına atılan bütün bu adımlar memlekette hiçbir zaman “istikrar” getirmedi. Çünkü toplumun “temsili” hiçbir zaman adil bir şekilde gerçekleşmedi. Bu yüzden siyasal kültürümüz bağrış, çağrış, şiddet dili, kibir ve kifayetsiz ihtiraslarla yeniden üredi. Şimdi bugün geldiğimiz aşamada barajın kaldırılması yönünde çok güçlü bir talep var. Ancak bu talep “milli irade”nin tecelli ettiği TBMM’de bir türlü karşılık bulamadı şimdiye kadar. Çünkü barajı “aşan” necip Türk partilerinin işine gelmedi bu adaletsiz yapıyı ortadan kaldırmak... Ve mevzuu mecliste değil, Anayasa Mahkemesi’nde açıldı. Tam da “yetmez ama evetçiler”in dünya kadar küfür yemelerine neden olan Anayasa referandumuyla gelen “bireysel başvuru hakkı”nın sağladığı bir imkân sayesinde yeniden gündemimize girdi. Ancak, meselenin iki veçhesi var. Bir tanesi “soğuk” bir veçhe. Bir memlekette palavradan değil, gerçekten “milli irade”den bahsedecekseniz, milli iradenin bütün çeşitliliklerinin yansıyacağı bir seçim sistemi getirmek zorundasınız. Seçmenlerin fıtratlarında eşitlik olmadığı varsayımını bırakıp, oylarda eşitliği sağlamak zorundasınız. Bir çobanla bir profesörün oyunun aynı olması gerektiği gibi, A partisine ya da B partisine oy verme eğilimi taşıyan seçmenlerin oylarının eşit değerde olmasını sağlamak zorundasınız. Gerçekten “milli irade”den bahsedecekseniz, bırakın barajı, d’Hondt falan gibi taklalara bile tevessül etmemeniz gerekir... Bunlar işin soğuk tarafı... Yani “aklî olan yol”, Anayasa Mahkemesi’ne bırakmadan “milli irade”yi temsil ettiğini iddia edenlerin sorunu Meclis’te çözmeleri... “Çok objektif ve uzak görüşlü” bir takım aparatçikler olaya “Mesele baraj değil, sen hala anlamadın mı?” diyerek hemen topa dalmışlar. “Toplumsal”ı anlamaktan ziyade, siyaset koridorlarında “ikbal” ve “network” peşinde koşan, “çoğunluk” tarafından sevilmek için yanıp tutuşanların “toplumun azınlıklarını” anlaması beklenemez kuşkusuz. Ve işte meselenin “kalbî” tarafı da burada yatıyor. Bırakın anayasa, hukuki gereklilikler, istikrar, temsil vb. ağır kavram ve çerçeveleri; çok daha basit bir boyutu var baraj meselesinin. Şöyle soralım: İnsanlar oylarının eşit sayılmasını arzularken ve talep ederken, aldığınız oydan daha fazla temsil edilmek “adalet” anlayışınızın neresine tekabül ediyor? Hani o “hizmet etmek için” yanıp tutuştuğunuz milletvekilliğini garantilemek için mi vicdanınızı rafa kaldırıyorsunuz? En nihayetinde, bir zamanlar “benim oyum çobanınkiyle aynı mı?” diyen mankenden ne farkınız var? 04 BasHaberSÖYLEŞİ 8 - 14 Aralık 42014 ÇÖZÜM SÜRECİ Orta Anadolu Kürdleri ve Çözüm Süreci Anadolu Kürdlerine ayrı model mi? Türkiye’de Çözüm Süreci konusunda tartışmalar ve gelişmeler devam ederken, farklı çevrelerden eleştiriler ya da destek beyanları geliyor. Osmanlı ve Cumhuriyet döneminde Türkiye’nin değişik illerine sürgün edilen yüzbinlerce Kürd’ün gözü kulağı da Çözüm Süreci’nde. Kimisinin beklentileri oldukça yüksek, kimi de süreçten bir şey çıkmayacağını düşünüyor. Sürgün Kürdleri dendiğinde ilk akla gelen Gazeteci İhsan Türkmen: Çözüm Süreci’nin talepleri net değil 1996 yılından bu yana Orta Anadolu Kürdleri tarafından çıkarılan Birnebûn Dergisi Editörü İhsan Türkmen Çözüm Süreci’nin ve Kürdistan’daki hak mücadelesinin Orta Anadolu Kürdlerine de ilham verdiğini söyleyerek, “Çözüm Süreci’nde hem devlet, hem de Kürd tarafı neler istedikleri ya da neleri taahhüt ettikleri konusunda çok net değiller” dedi. Birnebûn Dergisi Editörü ve Konya Kulu Kürdlerinden olan İhsan Türkmen Çözüm Süreci’nde toplumsal alanda, İç Anadolu’da belli bir rahatlığın söz konusu olduğunu fakat bu bölgedeki Kürdlerin siyasete mesafeli kalmak zorunda olduklarını belirtti. Kürdistan’daki mücadelenin Orta Anadolu’daki Kürdlere İlham verdiğini belirten Türkmen, “Taraflar neler istedikleri ya da neleri taahhüt ettikleri konusunda çok net değiller. İki taraf da halkın isteklerini görmezden geliyor. Devletin bekaası ile örgüt/örgütlerin çıkarları hep ön planda tutuluyor. Bu konuda devlet açık siyaset yapmalı, örgütler de eksiksiz olarak Kürd halkının demokratik hak ve özgürlüklerini savunmalı. Siyasi örgütlerin bölge Kürdleri ile olan ilişkileri militan, sempatizan temini ve ekonomik kaynak amaçlı iken, Orta Anadolu Kürdleri için aidiyetini keşfetme ve yurtseverlik bazında olmuştur” şeklinde konuştu. “Günlük yaşamda güvenlik güçlerinin azalmış olması, Kürdçe konuşmaya Türk kesim arasında gözle görülür bir tahammül oluşu hemen kendini belli eden değişikler. Bunun yanında Çözüm Süreci öncesinden beri insanların aktif siyasetle aralarına mesafe koydukları hissediliyor” diyen Türkmen en büyük sorun olarak da dilsel ve kültürel asimilasyonu işaret ediyor ve 90’lı yılların karanlık yüzünün bu bölgede de kendisini, devlet ve toplumsal baskılar, keyfi tutuklamalar, askeri baskınlar, aşağılamalar şeklinde kendini gösterdiğini belirtti. Akademisyen Muhammet Gözütok: Sürecin Anadolu Kürdlerine etkisi yok Akademisyen ve sinemacı Muhammet Gözütok Çözüm Süreci’nin Anadolu Kürdleri üzerinde hiç bir olumlu etkisinin olmadığını ve 90 yıllık asimilasyon sürecinin Kürdistan’da olduğu gibi Anadolu’da da devam ettiğini söyledi. Ankara, Konya, Kırşehir, Çorum, Çankırı, Yozgat ve Aksaray civarında yerleşmiş olan Kürd Canbêgan aşiretine mensup Ankara Kürdlerinden olan İstanbul Üniversitesi’nde kesim ise kuşkusuz İç Anadolu Kürdleri. Tahminen 1-2 milyon civarında Kürdün yaşadığı Ankara, Konya, Kırşehir, Çorum, Çankırı, Yozgat ve Aksaray gibi şehirlerde de değişmeyen gündem, Çözüm Süreci. Çoğunluğu 19. Yüzyılda sürülen Reşwan, Canbêgan, Şêxbizinan, Têrkan, Sinemillan, Millan, Sêwidan gibi aşiretlerin mensupları artık bu bölgenin yerlisi sayılıyor. Elbette onların ne düşündüğü de önemli. BasHaber sayfalarını Orta Anadolu Küdlerine açtı. Kürdistan dışında muhakkak ki Çözüm Süreci’nin en çok merak edildiği bölge de burası zira. “Özerklik durumunda Orta Anadolu Kürdlerinin durumu ne olur; 90’larda bu bölgelerde durum neydi; Çözüm Süreci ile birlikte bu bölgede ne gibi değişimler oldu?” gibi soruları yine bu bölgenin Kürdlerine sorduk. Zaten Kürdlerin kendi haklarını alma mücadelesi diğer bütün halklara olduğu gibi Anadolu Kürdlerine de ilham ve cesaret veriyor. Her topluluk gibi Anadolu Kürdleri de kendi sorunlarını kendileri çözmeli, Kürdistan ile bağlarını güçlendirerek kendi kültürlerini yeniden üretme olanaklarını oluşturmalıdırlar” şeklinde konuştu. akademisyen ve sinemacı olan Muhammet Gözütok Anadolu’da da 90 yıllık asimilasyon sürecinin devam ettiğini, dolayısıyla Çözüm Süreci’nin bu bölgedeki Kürdler üzerinde bir etkisinin olmadığını söyledi. Gözütok, “Anadolu’daki Kürdler de ana dilleriyle eğitim göremiyor. Türk köyleri ve kentleriyle iç içe oldukları için de burada yaşayan Kürdlerin, kendi kültürlerini yeniden üretme olanakları çok daha az. Bu nedenle genç kuşaklar Kürdçe konuşamıyor. Anne ve babalarının Kürdçe konuşmalarını anlayan ama onlara Türkçe cevap veren bir kuşak yetişti. Dilin dışında Türk devletinin Kürdistan’daki Kürd halkına karşı uyguladığı jenosit ve bunun bir parçası olan savaş, Türklerin yanı başlarında, yani Anadolu’da yaşayan Kürdlere düşmanca bakmasına yol açmıştır. Anadolu Kürdleri’nin aslında evlerinde tedirgin bir şekilde yaşadıklarını söylemek yanlış olmaz” dedi. Süreç Anadolu Kürdleri üzerinde etkili değil “Çözüm Süreci olarak adlandırılan süreç Kürdistan’da Kürd halkının günlük yaşamına ilişkin küçük de olsa olumlu değişikliklere yol açmış olabilir ama söz konusu sürecin Anadolu Kürdleri üzerinde gözle görülür bir etkide bulunduğunu söylemek pek mümkün değil. Ben bu süreci daha çok çatışmasızlık olarak görüyorum. Hükümet, silahlı çatışmaya devam etmeyi riskli buldu ve bu nedenle böyle bir çatışmasızlık sürecine girdi. Kürd tarafı da Arap Baharı sonrasında Batı Kürdistan’da ortaya çıkan olanakları daha iyi değerlendirmek ve burada gelişen devrimi korumak için bu çatışmasızlık sürecine “evet” dedi. Yoksa hükümet bugüne kadar Kürdleri ayrı bir ulus olarak kabul etmediği gibi Kürdlerin en temel hakkı olan ana dilde eğitim hakkına bile saygı duymadı. Hükümet, Kürd sorununu kollektif haklar çerçevesinde değil de bireysel haklar çerçevesinde çözeceğini her zaman belirtti. Kürd mücadelesinin Anadolu Kürdleri üzerindeki etkisini değerlendiren Gözütok, “Kanımca Kürd hareketinin Anadolu Kürdlerine yapacağı en büyük hizmet, Kürdlerin ulusal haklarını kazanmasını sağlamasıdır. Avukat Mustafa Turhan: Vaatler üzerinde yürüyen bir süreç İnsan Hakları Derneği Konya Şubesi yöneticilerinden Mustafa Turhan, Orta Anadolu’da Kürdlerin sayıca az olmasının bu bölgedeki Kürdlerin asimilasyonunu daha da hızlandırdığını söyledi. 90’lı yılların bu Orta Anadolu Kürdleri açısından da çok kötü geçtiğini belirten Avukat Mustafa Turhan Kürdlerin bu bölgedeki sayıca az olması bu bölgedeki Kürdler için asimilasyon sürecini daha da hızlandıran bir durum olduğunu söyledi. Cihanbeyli Kürdlerin en çok yurt dışına göçmek zorunda olduğu bir bölge olduğunu söyleyen Turan, “Bunun sebebi de insanlara dayatılan asimilasyondur. Yurt dışına çıkmayı başaramayan kimseler de kendi kabuğuna çekilmek zorunda kaldı. Fakat devlet ideolojisinin boşa çıkmasının en önemli sebebi de Orta Anadolu Kürdlerinin ve Kuzey Kürdistan Kürdlerinin ulusal bilince sahip çıkmasıdır. Resmi devlet ideolojisinin en yoğun hissedildiği bölgelerden biriydi Orta Anadolu. Kürd olma bilincine sahipseniz büyük bir problemsiniz. Şayet değilseniz bir problem yoktur. Dolayısıyla buradaki şartlar insanları asimile etmeye biraz daha elverişli” diye konuştu. Bir hukukçu olarak görünürde herhangi bir Çözüm Süreci göremediğini söyleyen Turan, “Tamamen vaatler üzerinde yürüyen bir süreç var. Bu anlamda takip ettiğimiz davalardan da görüyoruz ki her hangi somut bir adım yok. Hala binlerce insan yargılanıyor. Hala süren binlerce dava var. Fakat ne olursa olsun bu süreç bizim için değerlidir. Tarafların iradelerini ortaya koyup bu çabayı sarf etmesi sevindiricidir” dedi. Demokratik Özerklik durumunda bu bölgedeki Kürdlerin durumunu da değerlendiren Turhan, “Şayet demokratik özerklik uygulanırsa Orta Anadolu Kürdleri nasıl yaşayacak. Bunun bizim için özel bir yeri var. Mesela Cihanbeyli veya Kulu’da öyle bir model ortaya koymalıyız ki çoğunluk ve azınlık ayırımı kalmasın. Örneğin Cihanbeyli bölgesinde Kürdler ve Türklerin oluşturacağı ortak bir model oluşturulmalı” şeklinde konuştu. BasHaber 8 - 14 Aralık 2014 5 SÖYLEŞİ 78’liler Vakfı Başkanı Celalettin Can: Yetkisiz izleme kurulu dikkate alınmaz A kil İnsanlar Heyeti İzleme Grubu’nun ikinci kez Başbakan üstleneceği rol önemli Ahmet Davutoğlu’nun İzleme Grubu’nun görevi ne çağrısıyla geçtiğimiz ay olmalı diye sorduğumuz Can, biraraya geldi. İsmi İzleme bu grubun aynılaşma noktaları Kurulu üyeleri arasında anılan bulma görevi olduğunu dile geve “yetkisiz bir İzleme Kurulu tirerek, ‘’Diyelim ki, Öcalan’ladikkate alınmaz” diyen Akil hükümet arasında müzakere İnsanlar Heyeti İç Anadolu yürüyor. Bu müzakere süreci Bölgesi Üyesi Celalettin Can ile yasallaşmalı. Üstü örtülü bir heyetinin ikinci toplantısında biçimde bir noktaya kadar yükonuşulan konular ve ‘Çözüm Yeter Polat, Celalettin Can ile rümesi doğaldır ancak belli bir Süreci’nin yakın zamanda noktadan sonra iş yasallaşmalı neler getireceği üzerine konuşve müzakere biçimini almalı. tuk. Bir alan çalışması olarak gördüğü Akil İnsanlar Heyeti’nin Müzakere süreci başlayacaksa bu yasal süreç olarak başlamahazırladığı raporların hala kamuoyuyla paylaşılmadığı ve konu lı. Yasal sürecin bir parçası olarak da izleme grubu oluşmalı. hakkında kendilerine de henüz net bir açıklama yapılmadığını İzleme Grubu, Öcalan’a devlete ve hükümete karşı nötr olmalı. belirten Can, ikinci defa Başbakan Ahmet Davutoğlu tarafından Üçüncü alanda konumlanmalı. Öcalan ne söylüyor hükümet ne çağrıldığı toplantıda ‘raporların neden hala kamuoyuyla paylasöylüyor. Hangi noktalarda anlaştılar bunları bilmeli. Anlaşma şılmadığını’ kendisine sorduğunu, ve ‘yakında’ açıklayacaklarına noktalarını kim ihlal ediyor. Bunu da takip edebilmeli ve o südair bir cevap aldığını dile getiriyor. reçte, sürecin önündeki engeller kim. Mesela Kandil diyelim ki Kürd meselesinin demokratik yollarla çözümü ile ilgili Türbaşka açıklamalar mı yapıyor gidip onlarla konuşmalı’’ dedi. kiye halklarının eğilimlerini ve düşüncelerini alma biçiminde ortaya çıkan çalışmaların sonuçlarının önemli olduğunu, sürece Heyet süreçle ilişkilenmeli, tutanaklaştırılmalı diğer kesimlerin de bu sonuçlar doğrultusunda dahil edilebileİzleme Grubu’nun demokratikleşme çerçevesinde birçok ceğini belirtti Celalettin Can. Ortaya çıkan bu görüşlerin rapor konuda inisiyatif alması gerektiğine dikkat çeken Can, Alevi haline getirilip Cumhurbaşkanı Erdoğan’a sunulmasıyla birlikte kesiminden de, diğer toplumsal çevrelerden de gelecek itirazları verilen görevin tamamlandığını ve bundan sonra Akil İnsanlar dikkatle dinlemesi o kesimlerle ilişki kurması gerektiğine vurgu Heyeti’nin bir görevi kalmadığını vurguluyan Can, raporlar yapıyor. Can, ‘’Alevi meselesinin çözümüne katkı mı sunuluyor sağlıklı olduğunu dile getiren Can, asgari biçimde raporlar yoksa engellemeyemi çalışılıyor bu konularda uyarıcı olabilhayata geçirilse bile Kürd sorununun, demokrasi meselesinin meli. Açıkcası oluşturulacak İzlemeGrubu/Heyeti, bir bütün çözümünde o raporlarla çözüm sağlanacağını ifade etti. süreci izlemeli, süreci sistemli bir şekilde tutanak altına almalı Kamuoyuyla paylaşılmamasının nedenlerini sorduğumuz Can ve gerekli gördüğü yerlerde ulusal ve uluslararası kamuoyuna şöyle konuştu: ‘’Milliyetçi muhafazakar kesimlerin eğilimleri bunları açıklayabilmeli, hükümet üzerinde baskı unsuru olmalı. arasında raporlarda uzaklık görülmesi nedeniyle göz önüne Baskı unsuru olmaları sadece hükümetin sözüyle değil olmaz. alınmadığını düşünüyorum. Açıklanmaması bunu gösterdi. Böyle bir görevleri olduğu yasal hale getirilmeli. Hükümetin onu Sürece devam edebilmenin bir yolu da bu raporların açıklanma- göz önüne almaktan kaçınamayacağı bir boyutta yasallaşmalı. sıdır.İkincisi Akil İnsanlar Heyeti ilk kurulduğu zamanlarda bu Aksi takdirde izlersin birşeyler söylersin biter. Gerisi iki tarafın meselerle ilgili yeni adımlar atılıyordu, yasal bir şey yoktu fiilen vicdanına kalır, böyle olmaz” diye konuştu. insanlar sahaya çıkmıştı. Biz sahaya çıkarken büyük de bir risk aldık aslında. Hukuki hiçbir güvencemiz yok, başka türlü güven- Yetki verilmezse İzleme Kurulu dikkate alınmaz cemiz de yoktu. Bütün bunlara rağmen risk aldı 63 kişi 2 aydan Hükümetin bu biçimde İzleme Kurulu’na yetki verip veremefazla bir zaman gezdiler, dolaştılar, anlattılar. Yeni dönemde yeceğini sorduk Can’a, ‘’Verilmesi gerekir. İzleme Kurulu’nun; sahaya inmek yanlış.’’ Öcalan şu yanlışı yapıyor, devlet şu noktalarda yanlış yapıyor, şöyle olması gerekir gibi bir görüş açıkladığı zaman dikkate Müzakere süreci yasallaşmalı alınması gerekir. Aksi takdirde körler sağırlar birbirini ağırlar. Meselenin artık algılandığını söyleyen Can, ortaya çıkan Zamana yayılan oyalama devam eder. Ne barış olur ne de savaş. görüşlerle ilgili adımların atılması gerektiğine dikkat çekti. Barış umudu kalmadığı zaman bu ortam bir daha yakalanamaz. Can şöyle devam etti: ‘’Akil insanlar rol oynayacaksa artık bir Ortadoğu coğrafyası ortada, IŞİD Erbil’e kadar girmeye çalıştı. müzakere başlamalı. Müzakere aşamasına geldik. Akil İnsanlarUluslararası desteği olan Barzani’nin devletini yıkmaya çalıştıdan da bir grup insan, müzakere sürecine 3. Göz deniyor, İzleme lar, Kobanê’ye yapılan saldırılar, hükümet üzerindeki şaibeler, Grubu deniyor, -bana izleme grubu daha doğru geliyor- mu6-8 Ekim olayları gösterdiki Türkiye’de ciddi bir parçalanma hakkak yasal güvence altına alınarak dahil olmalıdır. Alt yapısı var. İnsanlar dolmuşlar iç savaş eşiğine çok rahat gelebilir duoluştu kanaatimce, Kürd meselesinde o tepkiler yok artık halkta. rumda. Bir an evvel bu iş çözümlenmeli, yasal bir noktaya bağTürkiye toplumu çözüm konusunda hazır. Akil insanlardaki gibi lanmalı. İzleme Grubu oluşturularak yasal çerçeve oturtulmalı.’’ izleme grubunun fonksiyonu raporlaştırma görevi değil, müzaSürecin zorlu olduğunu, tarafları yakından tanıdığını ifade kere sürecinin bir parçası olmalı. Müzakere sürecinin önündeki eden Can, “Bu iş kolay kolay çözülmeyecek. Devletin zihniyeengelleri ortadan kaldıran ona yardımcı olacak noktalar göz ti değişmedi. Ancak Kürdler eski Kürdler değil. Barzani’nin önüne alınmalı. Bu çerçevede Öcalan’la da görüşme ve müzakehükümet ve PKK arasında değil PKK’nin yanında duracağını re süreci başlamalı. Müzakere sürecine akil insanlar olarak değil düşünüyorum. Kürdlerin birliği oluşmuştur bunun önüne kimse başka bir adla katılmalı.’’ geçemez.” ÇÖZÜM SÜRECİ 05 Müzakerenin kıyısında MESUT YEĞEN Devam senaryosu hazır. Çözüm sürecini tökezleten son bir iki ayın ardından MİT ve Öcalan, hem çözüm sürecini yeniden başlatacak hem de Kürd siyasetince çok önemsenen müzakere safhasına referans teşkil edecek bir devam senaryosunu oluşturmuş görünüyor. İmralı Heyetince açıklanan senaryo ve bu senaryoya eşlik eden bilgiler eldeki senaryonun kapasitesine ilişkin olarak birbiriyle tümden tutarsız iki büyük algıya birden kapı aralıyor. Kestirmeden söyleyeyim: ‘Barış ve Demokratik Müzakere Süreci Taslağı’ adıyla açıklanan devam senaryosu, bir yandan Kürd meselesini ‘çözebilecek’, diğer yanda ise çözüm sürecini (bitirmezse eğer) buzluğa kaldıracak nitelikte görünüyor. Öcalan tarafından hazırlandığı (belli belirsiz MİT’in de ortaklaştığı) söylenen taslak, malûm yöntem, tarih, gündem ve eylem başlıklarından oluşuyor. Taslağın yöntem kısmında bildirilen ‘sürecin tüm aşamalarının belgeli hale getirilmesi ve mutabakatların imza altına alınması’ gerçek bir müzakerenin başlayabileceğine işaret ediyor. Keza, gündem kısmında yer verilen ve Kürd meselesinin bütün temel boyutlarının ele alındığını gösteren başlıklar ve bu başlıklara atıfla hazırlanmış olduğunu varsayabileceğimiz eylem kısmı da Öcalan ve devletin Kürd meselesini etraflıca çözmek konusunda bir uzlaşmaya varabileceği izlenimini verip, ümitli olmaya olanak veriyor. Ne var ki, hem taslaktaki belirsizlikler hem de müzakere taslağına eşlik eden bilgiler bambaşka bir resmin çizilmesine de kapı aralıyor. Evvela, belli ki açıklanan metin muhtemel müzakerelere referans teşkil edecek bir taslak henüz. Yani tarafların hangi meseleleri müzakere etmek istediklerini bildiren, lakin bu meseleler hakkındaki pozisyonlarına ve bu pozisyonlar arasındaki farka dair sessiz kalan bir metin bu. Muhtemel müzakerelerde Öcalan’ın ve ekibinin karşısında sadece MİT heyetinin değil siyasi bir heyetin de olacağını düşündüğümüzde bu sessizlik hayra alamet değil. İkinci olarak, birkaç kez ısrarla belirtildi ki, bu taslak Öcalan’la devletin (MİT) müzakere etmekte uzlaştıkları bir taslak; Öcalan’la hükümetin değil. Bu tuhaf durumun ısrarla vurgulanması hükümetin MİT’in taslağına itiraz edebileceği anlamını taşıyor olsa gerek. MİT, hükümetin görevlendirmesiyle Öcalan’la görüştüğüne göre bu türden bir mesafenin olmaması beklenirdi, lakin ısrarla ‘devletle anlaşıldı, hükümetle değil’ deniyor oluşu da pek hayra alamet gibi durmuyor. Keza, söz konusu taslağa henüz Kandil tarafından da evet denilmiş değil. Müzakere taslağının ilk üç kısmına Kandil’den itiraz gelmesi sürpriz olur; lakin eylem başlıklı dördüncü kısım için aynı şeyi söylemek mümkün değil. Bu kısımla ilgili olarak İmralı Heyeti net bir şey söylemiş değil. Ancak bir eylem takviminin olması süreci hızlandıracak bir girdi olarak dururken, eylem takviminin 2015 seçimleriyle nasıl ilişkilendirildiğinin belirsiz oluşu sürecin akıbeti hakkında kuşku yaratıyor; çünkü şimdiye kadar yapılan açıklamalar Kandil’in 2015 seçimlerinden önce imzalanmış bir mutabakat görmek istediğine işaret ediyor. Beri yandan, gündem bölümündeki başlıkların müzakere edilecek oluşu eylem takviminin neye atıfla oluşturulduğunu meşkuk kılıyor. Ya taraflar müzakere edilecek metin üzerinde bir mutabakatın oluşacağına kaniler ya da mutabakat oluşmazsa eylem takvimi manasız kalacak demektir. Sonuç olarak, açıklanan taslağın hükümetin onayından geçmemiş bir taslak oluşu, müzakere edilmesi düşünülen mevzuların çokluğu ve çetrefil karakteri ve eylem planının seçim takvimiyle bağlantısının belirsiz oluşu kıyısına gelinen müzakerelerden geri dönülebileceğini de gösteriyor. Müzakereden dönmemek için yapılacaklar çok, ancak en başta geleni belli: Ak Parti’nin anayasa değişikliği yapma kuvvetini edinebileceği 2015 seçimlerine Ak Parti’yi bağlayan asgari bir mutabakat metni ve bu metne matuf bir eylem takvimiyle girmek. 06 HABER BasHaber 8 - 14 Aralık 2014 BasHaber KOBANÊ 8 - 14 Aralık 2014 Erbil – Bağdat treni raya giriyor mu? E rbil ile Bağdat yönetimi arasındaki ilişkileri yılın başında Kürdistan bütçesinin dönemin Başbakanı Maliki tarafından kesilmesi ve ardından patlak veren gelişmelerle bağlantılı olarak neredeyse kopma noktasına gelmişti. Petrol satışı konusundaki restleşmeler, IŞİD saldırıları ve bölgedeki diğer gelişmeler nedeniyle iki başkent arasındaki gerilim, ekonomik, diplomatik ve siyasi bir krize dönüşerek, ipleri tamamen kopma noktasına getirmişti. Kısa bir süre önce Irak üst düzey devlet yöneticilerinin Erbil’e yaptıkları ziyaret ile yeniden çözümü konuşulan sorunlar, Kürdistan Bölge Başbakanı Neçirvan Barzani ve beraberindeki heyetin son Bağdat ziyaretiyle aşılma yoluna girdi. İki başkent arasında petrol ve bütçe konusunda anlaşmaya varılırken, Bağdat ile Erbil arasındaki trenin rayına girmeye başladığı konuşuluyor. Geçtiğimiz hafta başında Başbakan Barzani başkanlığındaki Kürdistan heyeti Bağdat’a giderek, Irak Başbakanı, Meclis Başkanı, Cumhurbaşkanı Yardımcısı ve diğer yöneticiler ile bir dizi temas gerçekleştirdi. Edinilen bilgiler ışığında her iki tarafın da memnun ayrıldığı görüşmelerde, memur maaşlarının ödenmesi, Peşmerge bütçesinin verilmesi, petrol ve diğer konularda mutabakat sağlandı. Başbakan Yardımcısı Kubat Talabani, Hükümet Sözcüsü Sefin Dizeyi, Bakanlar Kurulu Divanı Başkanı Neçirvan Ahmed ve Bakanlar Kurulu Sekreteri Armanc Rehim’in de yer aldığı heyet, Bağdat dönüşü ardından görüşmelerin genel anlamda olumlu ve iyimser bir atmosferde geçtiğini belirtti. Ziyaretler öncesinde tarafların basın üzerinden verdikleri demeçlerde iyimser bir hava ortaya çıkarken, alt kademe heyetler ile başlayan ziyaretler, Ekim ayı sonu itibariyle dozajı arttırılarak, üst düzeye çıkarıldı. Fuad Masum’un Irak Cumhurbaşkanı seçilmesinin de olumlu bir etki yarattığı ilişkilerin düzelmesi için ABD de çeşitli zamanlarda telkin ve zorlamalarda bulunmuştu. Kerry’nin son Bağdat ve Erbil ziyaretlerinde de iki başkent arasındaki ilişkilerin düzelmesi gündeme gelmişti. Dünya diplomasisinin Erbil mesaisi etkili oldu Geçtiğimiz hafta içinde Irak Cumhurbaşkanı Yardımcısı Adil Abdulmehdi ve İyad Allavi’nin Erbil ziyaretleri, durumun düzelmesi konusunda atılan önemli ilk adım olurken, özellikle IŞİD karşısındaki savaş vesilesiyle dünya diplomasisinin dikkatlerini üzerine çeken Erbil, deyim yerindeyse diplomasi merkezi olmaya başladı. Çok sayıda devletin üst düzey siyaset ve askeri yöneticilerinin ziyaretleri, Erbil’i dünya ile ilişkiler bağlamında Bağdat’ın önüne geçirdi. Bağdat yönetiminin tavrını yumuşatmasının en önemli gerekçelerinden birinin de bu gerçek olduğu belirtiliyor. Kürdistan Bölgesi’nin zararları ödenecek Bağdat’ta yürütülen görüşmelerde ise somut adımların atılması konusunda anlaşma sağlandı. Buna göre Irak’ın 2015 bütçesinden Kürdistan’a verilecek yüzde 17’lik payın yanı sıra günlük 250 bin varil Kürdistan petrolü SOMO yoluyla dünya pazarına aktarılacak ayrıca günlük 300 bin varil Kerkük petrolü de Kürdistan Bölgesi boru hatlarından Ceyhan’a aktarılacak. Öte yandan 2015 yılı bütçesi konusunda da anlaşma sağlanırken, 2014 yılbaşından beri ödenmeyen bütçe için de, her iki taraftan uzmanların katılımıyla oluşturulan gözlemci komisyonlarının konuyu takip etmeleri, kimin daha çok zararlı çıktığı belirlendikten sonra ise açığın kapatılması üzerinde anlaşıldı. Erbil Heyeti görüşmelerde, Peşmerge Güçleri bütçesinin Savunma Bakanlığı’na ayrılan bütçeden ödenmesi konusunda ısrarcı davranırken, Bağdat, Peşmerge’ye yıllık bir milyar dolar ödenmesi konusunda ikna edildi. Barzani: Görüşmeler olumlu havada geçti Bağdat dönüşü bakanlar kurulunu bilgilendiren Başbakan Neçirvan Barzani ise, ziyaretlerinin her iki taraf açısından kazanımlarla noktalandığını ve görüşmelerin genel anlamda olumlu bir atmosferde geçtiğini söyledi. Barzani; “Son derece açık şekilde yürütüldü bütün ziyaretler ve biz de iddialı bir şekilde katıldık. Özellikle İbadi, anlaşma konusunda çok yardımcı oldu. Bizim Bağdat’ın sorunlarını çözme konusundaki çabamızı ve niyetimizi anlamış bulunuyorlar. Irak ekonomik olarak çok kötü bir durumda ve petrol satışının durdurulması da sorunu daha da ağırlaştırıyor. Yaptığımız ziyaret her iki taraf açısından çok önemli ve olumlu sonuçlar doğurdu. Petrolümüzün bir kısmını SOMO’ya teslim etme konusunda anlaştık. Günlük 250 bin varil petrolümüzün yanı sıra, 300 bin varil de Kerkük petrolü de bizim boru hatlarımız yoluyla satışa çıkacak. Irak’ın Kürdistan Bölgesi’ne ihtiyacı var. Eğer bu anlaşma sağlanmasaydı ve petrol sorunu aşılmasaydı ne Bağdat Kürdistan için bir şey yapabilirdi ne de biz onlar için. Bundan sonra her iki tarafın bakanlıkları birbirleriyle işbirliği içinde olacak. Önümüzdeki yılın başında bu anlaşma devreye girecektir” şeklinde konuştu. Anlaşmaya uyulmazsa zarar eden Kürdistan Bölgesi olmaz Düzenlediği basın toplantısında gazetecilerin sorularını yanıtlayan Başbakan Yardımcısı Kubat Talabani ise, “Irak şimdi büyük bir kriz içerisinde. Mali kriz yaşanıyor. Irak’ın içinde bulunduğu kriz Kürdistan’ınkinden daha büyüktür. Biz krizi aşma çalışmalarını başarıyla yürütüyoruz. Onlar ise daha yeni bu krize çözüm formülleri üzerine tartışıyor” dedi. Tarafların anlaşmaya uymaması halinde Kürdistan Bölgesi’nin bundan Irak kadar etkilenmeyeceğini de belirten Talabani, her halükarda Kürdistan petrolünün ihraç edilmesiyle Kürdistan’daki mali ve ekonomik sorunların çözülebileceğini ve bunun da anayasaya aykırı olmadığını sözlerine ekledi. Bütçe kesintisiyle, Kürdistan Bölgesi’ni cezalandırma şeklindeki tüm uygulamaların önünü aldıklarını vurgulayan Talabani, ”Anlaşma uyarınca Kürdistan Bölgesi’nin kendi petrolünü satma hakkının anayasal çerçevede olduğu Bağdat tarafından da onanmıştır” dedi. Kürdistan Bağdat’sız da petrol satacak KBY Başbakan Yardımcısı Kubat Talabani’nin Güneyli Medya Kuruluşlarının Temsilcileri ile yaptığı toplantıya katılan BasNews Editörü Şemal Abdullah ise toplantıda ve KBY heyetinin Bağdat’ta görüşmeleri yürüten diğer yetkililerin morallerinin yerinde olmasından, görüşmelerin verimli geçtiğini ve Kürd heyetinin iyi kazanımlarla Bağdat’tan döndüğünün anlaşıldığını belirtti. Şemal Abdullah, Bağdat ile anlaşmaya varılan petrol miktarı dışında, Federal Kürdistan’ın kendi iç ihtiyaçlarını karşılamak için Merkezi Yönetimin denetimi olmaksızın petrolünü satabilmesinin çok önemli bir gelişme olduğunu ve bunun KBY’nin gelişmesi ve güçlenmesi için umut verici olduğunu vurguladı. BasNews Editörü Şemal Abdullah şöyle devam etti: “KBY, Türkiye üzerinden dünya piyasalarına göndereceği 300 bin varil Kerkük petrolünün gelirini Merkezi Yönetime aktaracak, bu 300 bin varil petrol dışında fazladan gönderebileceği petrolün gelirleri KBY’de kalacak.” Abdullah, Merkezi Yönetime aktarılması gereken 300 bin varil petrolün gelirinin New York merkezli Amerikan DFI bankası üzerinden Bağdat’a aktarılacağını, KBY’nin kendi ihtiyaçlarını karşılamak için satacağı ekstra petrolün gelirlerinin de Türkiye Halk Bankası üzerinden Erbil’e aktarılacağını belirtti. 07 Müzakere süreci taslağı MİTHAT SANCAR Hırvatistan Savunma Bakanı Erbil’de Ekonomik ve siyasi alanda bu gelişmeler yaşanan Erbil’de diplomatik gelişmeler de son hız devam ediyor. Geçtiğimiz hafta içinde çok sayıda Batılı heyetin ziyaret ettiği Erbil’i bu hafta da Hırvatistan Savunma Bakanı Ante Kotromanoviç ve beraberindeki heyet ziyaret ederek KBY Başkanı Mesud Barzani ile görüştü. Cephelerde durum sakin IŞİD saldırılarının bertaraf edildiği Kürdistan Bölgesi’nde durum normale döndü. Şehir merkezleri, kasaba ve ilçelerde kontrol tamamen Peşmerge’nin eline geçerken güvenlik önlemlerinin arttırıldığı gözleniyor. Çatışmaların neredeyse sona ererken sadece Şengal bölgesinde IŞİD’in elinde bulunan bazı köylerin alınması için yer yer çatışmalar yaşanıyor. Cephelerle ilgili BasHabere konuşan KBY Peşmerge Bakanlığı Sözcüsü Cabar Yawer, bütün cephelerde durumun daha iyiye gittiğini, IŞİD’in ilçeleri ele geçirme gücünün kalmadığını ve bundan dolayı çatışmaların köylerle sınırlı kaldığını bildirdi. IŞİD’in Kerkük’te gerçekleştirdiği intihar saldırısı ve diğer intihar saldırısı girişimlerinin onun savaşta gerilediğine işaret olduğunu belirten Yawer, Peşmerge’nin Kerkük’e bağlı ilçelerden sonra köylere yöneldiğini ve yakında Kerkük’ün tamamının IŞİD’den temizlenmesi için hazırlıklarını sürdürdüğünü belirtti. Musul alanındaki çatışmalarda Başıka ve Telafer taraflarında yoğunlaştığını söyleyen Yawer, Peşmerge’nin saldırılarıyla koordineli olarak ittifak uçaklarının bu bölgelere gerçekleştirdiği hava saldırılarında IŞİD’in büyük darbe yediğini ve çok sayıda kayıp verdiğini bildirdi. Son kaç aydır Kobanê’de IŞİD’e karşı savaşan Peşmergelerin dönüşünün büyük moral verdiğini da aktaran Yawer, “Kobanê’de kardeşlerinin imdadına gidip onlarla omuz omuza teröristlere karşı savaşan Peşmergelerin gelişini halk coşkuyla karşıladı” dedi. Kobanê’de son operasyona doğru İ ki ayı aşkın bir süredir IŞİD kuşatması altında olan Kobanê’de Kürd güçlerinin hakimiyeti giderek artarken, kentin büyük oranda kontrol altına alındığı ve IŞİD’e karşı son büyük bir operasyona hazırlanıldığı bildiriliyor. Kobanê’de bulunan Peşmerge birliğinin değişip yerine yeni bir birliğin gelmesini engellemek isteyen IŞİD, Peşmerge’nin geçiş güzergahı olan şehrin Türkiye sınırına bomba yüklü araçlarla intihar saldırıları düzenledi. IŞİD’in geçiş yollarını kesme arayışları Kürd güçlerince engelenirken, ikinci Peşmerge birliğinin Kobanê’ye geçmesi savaşta yeni bir safhaya geçilmesini sağladı. Genel olarak her ne kadar şehirde sakin bir hava olsa da yer yer çatışmalar ve Koalisyon güçlerinin IŞİD mevzilerine yönelik bombardımanı devam ediyor. YPG Basın Merkezi saldırılar hakkında yazılı bir açıklama yaparak, ‘son günlerde birçok IŞİD saldırısının kırıldığı ve Kürd güçlerinin ilerleyişinin devam ettiğini’ belirtti. Açıklamada IŞİD’in ağır darbeler aldığı ve birçok noktadan geri çekilmek zorunda kaldığına dikkat çekildi. Yeni Peşmerge birliği savaş cephesinde 28 Ekim günü Güney Kürdistan’dan IŞİD kuşatması altında olan Kobanê kentine giderken Kuzey halkı tarafından büyük bir sevinçle karşılanan ilk Peşmerge birliği 38 gün sonra yerini yeni Peşmerge birliğine devretti. Teknik aksaklıklardan dolayı geçişleri birkaç gün ertelenen yeni Peşmerge birliği 2 Aralık günü Erbil’den geldikleri uçak Urfa’ya indikten sonra konvoy şeklinde Suruç üzerinden Kobanê ye geçti. Yeni gelen birliğin beraberinde ağır silahlar getirmesinin yanı sıra, geri dönen birliğin silahları Kürd güçlerinin kullanımına bırakıldı. Peşmerge’nin geçişinden önce IŞİD Kobanê’nin dışarıya tek bağlantı yönü olan kuzeydeki geçişleri kapatmak için bomba yüklü araçlarla intihar saldırısı yaptı ve saldırıdan sonra da sınır kapısına yoğun bir saldırı başlattı. Bütün bu saldırıları püsKürden Kürd güçleri saldırının Kuzey Kürdistan topraklarından, Türkiye gözetiminde yapıldığını söyledi. Kobanê’de geniş bir operasyon hazırlığı Kobanê Kantonu yönecisi Bekir Hec Îsa, son günlerde yaşanılan saldırılar hakkında DAİŞ’in saldırı gücünün kırıldığını ve moral olarak çöktüklerini ifade etti. Bekir Hec Îsa, DAİŞ’in telsiz konuşmalarında ‘Kobanê’ye saldırmakla çok büyük bir hata yaptıkları’ şeklinde konuştıklarını söyleyerek sözlerini şöyle sürdürdü: “IŞİD diğer yerlerdeki militanlarını Kobanê’ye kaydırdı, onun için Irak’ta ve Güney Kürdistan da sayı olarak çok azaldı. Bununla bağlantılı olarak bu noktalarda sürekli yenilgi almakta. Kobanê’de de binlerce militanları firar etti ve yerlerine başka kimseyi getiremiyorlar. Yeni gelenler Kobanê’de süren direnişi bildiklerinden dolayı çok korkmaktalar ve aralarında da bunun için çatışma çıkmakta. IŞİD’ten birçok kişi firar ederek Türkiye’ye kaçtı ve ülkelerine dönmeye çalışıyorlar ama bunların ne kadarı örgütten kurtulabilir, bilemiyorum.” Bekir Hec Îsa, yeni gelen Peşmerge birliği hakkındaki sorumuza da, Peşmerge’nin gelişiyle savaşın seyrinin değiştiğini ifade ederek, şöyle konuştu: “Güney’den gelen Peşmerge kardeşlerimiz bizler için çok büyük moral kaynağı oldu ve onların gelişleri sayesinde ilerleme daha da arttı. Peşmerge gelmeden önce cephane konusunda sıkıntımız vardı, kardeşlerimiz kendileriyle birlikte birçok ağır silahın yanısıra cephanelik de getirdi. Zaten geri giden Peşmerge birliği beraberinde getirdiği ağır silah ve cephaneliği götürmeyerek Kürd güçlerinin kullanımına bıraktılar. Bir nebze de olsa bu şekilde Kobanê üzerinde devam eden ambargo kırılmış oldu.” Bekir Hec Îsa, IŞİD’in Peşmerge’nin geçişini engellemek için sınır kapısına yoğun bir şekilde saldırı başlattığını ama Kürd güçlerinin onları oradan püsKürdtüğünü ve yeni birliğin başarılı bir şekilde savaş cephesine geçtiğini belirtti. IŞİD’in şehir merkezide keskin nişancı silahıyla sivillere ve Kürd güçlerine yönelik saldırıda bulunduğunu söyleyen Bekir Hec Îssa, şehir merkezinin kurtarılması için ileriki günlerde geniş bir saldırı hazırlığında oldukarının altını çizdi. Rojava’da uluslararası heyet ziyareti Bilim insanı, akademisyen, yazar ve gazetecilerden oluşan uluslar arası heyet Güney Kürdistan’ı ziyaret ettikten sonra Cizîr Kantonu’na geçti. Heyet, geçen hafta Güney Kürdistan da ziyarette bulunduktan sonra Sêmalka sınır kapısından geçerek Derik’teki Newroz kampını ve Qamişlo’da ki Mezopotamya Akademisi’ni ziyaret ettiler. Heyet burada kanton yöneticilerinden bilgi aldı. Prof. Dr. David Graeber (ABD), Prof. Dr. Christian Zeller (İsviçre), Eirik Eiglad (Norveç), Dilar Dirik (Almanya), Dr. Roger Turaut, (Fransa), Dr. Rebecca Coles, (Britanya), Jakob Zethelius (İsveç), Dr. Thomas Jeffrey Miley (ABD) Johanna Riha (Avusturalya), Oktay Ay (Türkiye), Prof. Dr. Antonia Davidovic (Almanya), Janet Biehl (ABD), Dr. Nazan Üstündağ (Türkiye), Derviş Çimen (İsviçre)’den oluşan heyet, Rojava izlenimlerini bir rapor şeklinde kamuoyuna duyuracağını aktardı. Çözüm sürecinde IŞİD’in Kobanê’yi kuşatmasıyla başlayan kriz, ardından Kobanê eylemleriyle yaşanan tıkanma, sürecin eskisi gibi devam edemeyeceğini göstermişti. İki ihtimal vardı: Çöküş veya yenilenme. Sürecin çökmesi, şiddetli bir çalkantıya yol açacaktı. Bunun boyutlarını kestirmek zor olsa da, sonuçlarının vahim olacağı kolayca tahmin edilebilir. Anlaşılan iki taraf da bir “felaket senaryosu” anlamı taşıyan böyle bir gelişmenin sorumluluğunu üstlenmek istemedi. Bulundukları konumdan bir adım bile ileri gitseler tıkanma çöküşe dönüşebilirdi. Bu adımı atmak yerine, iki taraf da durmayı tercih etti. Bir ay kadar süren serinleme, tefekkür ve karşılıklı yoklama döneminden, süreçte yeni bir aşamaya geçme konusunda ilkesel bir mutabak çıktı. Ancak bu mutabakatın içinin nasıl dolacağı henüz netleşmiş değil. Yeni aşama için “müzakereye geçiş” dışında bir seçenek mevcut görünmüyor. Başta Öcalan olmak üzere Kürd siyasi hareketinin bunu ısrarla talep etmesi ve başka türlü bir devam şeklini açıkça reddetmesi, bunun en önemli sebebi. Lakin sürecin doğası da bunu gerektiriyor. Hükümetin yeni aşamaya dair planları hakkında henüz fazla bilgi yok. Buna karşılık, genişletilmiş HDP heyetinin 29 Kasım’daki İmralı ziyaretinin ardından yapılan açıklamalar, Öcalan’ın müzakere aşaması üzerinde ciddiyetle çalıştığını gösteriyor. Heyet üyelerinin verdikleri bilgilere göre, Öcalan buna ilişkin ayrıntılı bir taslak hazırlamış. “Barış ve Demokratik Müzakere Süreci Taslağı” olarak adlandırdığı bu çalışmada Öcalan, somut öneriler sunuyor, önemli mesajlar veriyor. Öcalan’ın önerileri üç başlık altında toplanabilir: Yasal güvenceler, demokratik siyaset, kapsamlı demokratik çözüm. Öcalan’ın çözüm konusundaki önerisi ise, iç içe geçen üç halkalı bir çerçeveden oluşuyor: Dar anlamda Kürd sorunu, Türkiye’nin demokratikleşmesi, bölgesel siyaset. Öcalan, bu taslakla başta hükümet olmak üzere çeşitli çevrelere önemli mesajlar veriyor. Hükümete yönelik mesajlar, aynı zamanda bir uyarı niteliğinde. Bu mesajların özü de şu: Sürecin informel diyalog yöntemiyle, sözlü taahhütlerle, şahsi güvencelerle, fiili mutabakatlarla ve muğlak hedeflerle sürdürülmesi artık mümkün değil. Aslında başından beri Öcalan, sürecin derinleşmesi, genişlemesi, hızlanması ve nesnelleşmesi için uğraşırken; hükümet yüzeysel, dar kapsamlı, zamana yayılmış ve esasta kişilere bağlı bir akışı yerleştirmeye çalışıyor. Öcalan geride kalan iki yıla yakın süre boyunca süreci bu temelde yapılandırması için hükümete açtığı geniş krediyi bir hayli kısmış görünüyor. Bunda hem şimdiki süreçte hem de bundan önceki denemelerde yaşanan tecrübelerin payı büyük. Özellikle tek yanlı çağrılarla güvencesiz dönüşler konusundaki yaklaşımından ötürü özeleştiri yapması bunun çarpıcı bir göstergesi. Bir diğer faktör ise, yaklaşan seçimler. Öyle anlaşılıyor ki, Öcalan, hükümetin seçimleri dikkate alarak, yeni adımlar atma görüntüsüyle oyalayıcı manevralar yapma ihtimalinin farkında olduğunu ve bunu kabul etmeyeceğini vurgulamak istiyor. Bu taslağın esas alınmaması halinde, kendisinden bir şey beklenmemesi gerektiğini belirtmesi, bunun açık ifadesi. Ayrıca bir değerlendirme trafiği sonrasında taslağın kamuoyuna duyurulmasını istemesi de, bu yöndeki kararlığının bir işareti. Taslağın, müzakere aşamasına esas alınıp alınmayacağı veya ne ölçüde alınacağı, hükümetten ve Kandil’den gelecek doğrudan açıklamalarla veya örtülü mesajlarla belirginleşecek. Şimdiye kadar oluşan hava, hükümetin taslağı dikkate almamak gibi bir tutumda olmadığı, aksine bunu kendi içinde değerlendirmek ve diğer tarafla müzakere etmek istediği yönünde. Hükümetin taslağı ciddiye almasında büyük yarar var bence. Zira şimdiye kadar yansıyan haliyle bu taslak, müzakere aşamasını kurmak ve süreci istikrara kavuşturmak açısından yapıcı ve gerçekçi bir bir çerçeve sunuyor. (Taslakla ilgili ayrıntılı bir değerlendirmem için, ANF’den Ali Barış Kurt’la yaptığımız şu söyleşiye bakılabilir: http:// www.firatnews.com/news/guncel/prof-dr-sancar-taslak-yapicive-gercekci.htm) 08 BasHaberSÖYLEŞİ 8 - 14 Aralık 82014 DOSYA HABER BasHaber 8 - 14 Aralık 2014 9 SÖYLEŞİ Yeşiller Partisi Avrupa Parlamentosu Grup Başkanı Rebecca Harms: Kürdler acele etmemeli T ürkiye siyasi tarihinde, MGK tarafından alınmış ve dönemin başbakanının imzaladığı en korkunç emirlerden biri olarak hafızalara kazınan Özgür Ülke Gazetesi’nin bombalanması olayı, tüm delillere rağmen karanlıkta kalmaya devam ediyor. Gazetenin Ankara ve İstanbul merkezlerinin yerle bir edildiği bombalamanın ertesinde gazete ‘Bu ateş sizi de yakar’ manşetiyle çıkmıştı. Gazetenin, ‘özgür basın’ olarak tanımlanan geleneği ise bu gün devasa bir medya grubuna dönüşerek yoluna devam ediyor. Yıllar sonra çıkan belgelerle bombalama kararının ‘Bertaraf edin o gazeteyi’ ibaresiyle MKG toplantısında bizzat dönemin başbakanı Tansu Çiller tarafından verildiği kanıtlanmış olmasına rağmen, devlet olaya ilişkin hiç kimseyi yargılamadığı gibi açılan davalar da sadece AİHM’nin Türkiye’yi mahkum etmesiyle sonuçlandı. Bombalama olayında hayatını kaybeden Gazeteci Ersin Yıldız ise 20. yılında anıldı. 1994 yılında 2 Aralık’ı 3 Aralık’a bağlayan gece Özgür Ülke Gazetesi’nin eşzamanlı olarak Ankara ve İstanbul’daki bürolarının bombalanmasının 20. yıl dönümü sebebiyle bir araya gelen gazeteciler saldırıyı basın açıklamasıyla protesto etti. Gazeteciler 3 Aralık 1994 tarihinde, Özgür Ülke’nin İstanbul Kadırga’daki merkezinin bombalanması sonucu yaşamını yitiren Ersin Yıldız için bombalanan bina önünde anma töreni düzenledi. Anmada söz alan, Özgür Gündem gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Eren Keskin, “Bu katliam girişiminde 23 arkadaşımız yaralanmış, Ersin Yıldız şehit düşmüştü. Ancak bugüne Bertaraf edilemeyen gazete Özgür Ülke kadar ne failler bulundu ne de gerçek anlamda bir hukuksal yargı süreci başlatıldı” dedi. Gazetenin bombalanmasının dönemin MGK kararınca yapıldığına dikkat çeken Keskin, dönemin Başbakanı Tansu Çiller’in de bu karara imza attığının altını çizerek, “Gizli ibareli belgeyi gazetemizin bombalanmasından 15 gün sonra sayfalarımıza taşıdık. Ancak kirli savaşa göre inşa edilmiş yargı mekanizması bunu görmediği gibi bugün 12 yıllık AKP iktidarında da görmeme ısrarı devam etmektedir. AİHM Türkiye’yi mahkum etse de bugün olduğu gibi özgür basın üzerinde devletin kirli politikaları farklı şekillerde sürmektedir” diye konuştu. Yıldız, kan kaybından yaşamını yitirdi Saldırı gazete merkez binasının hemen altında bulunan tamirhaneye bırakılan bir otomobile yerleştirilmiş C-4 türü plastik bombaların o gece patlatılması üzerine gerçekleşmişti. Saldırı anında binanın içerisinde bulunan gazete çalışanları, alev topuna dönen binadan ancak kendilerini balkondan aşağı atarak kurtarmayı başarabilmişti. Saldırıdan ağır yaralı olarak kurtulan Yıldız, kan kaybından dolayı yaşamını yitirmişti. Gazete çalışanı Alişan Önlü anlatıyor: Özgür Ülke gazetesi bombalandığı gece içerde bulunan ve patlama nedeniyle bir yıl boyunca suratında cam kırıkları ile yaşamak zorunda kalan gazete çalışanı Alişan Önlü, o gece yaşadıklarını yıllar sonra şöyle anlatıyor. “Bir kısmımız gündüz bir başka bölüm ise akşam olmak üzere, iki vardiya çalışıyorduk. Olay günü normal mesaimize başlamıştık. Biz saldırı bekliyorduk, ama bu tarz da değil. El bombası, Molotof kokteyli gibi basit şeyler olabileceğini düşünüyorduk ve özellikle Musa Anter’in arkadaşı Apê Kemal ile bunu konuşuyorduk. Ben girişteki danışma masasına oturmuştum. Yanımda Apê Kemal ve onun yanında Yıldız arkadaş vardı. Baskı bitmiş, gazete matbaadan gelmişti. Dışarıdan zile bastılar. Ben kapıyı açmak için otomatiğe bastığımda artık olan oldu. İlk olarak tansiyonum düştü sandım. Uyandığımda her tarafın yıkılmakta olduğunu gördüm. Araba parçaları daha havada uçuşuyordu. O sırada Apê Kemal bağırıyordu; ‘dışarı çıkın bombalandık’ diye. Susurluk ve Ergenekon’da saldırının izleri var Dönemin Hükmet Sözcüsü Yıldırım Aktuna da, belgede yer alan ‘bertaraf edin’ emrini doğal bir emir olarak karşılarken, bombalama olayı için, ‘Türkiye’yi zor durumda bırakmak için kendi kendilerini bombaladıklarını düşünüyoruz’ yorumunda bulunması hala hafızalardaki yerini koruyor. Kutlu Savaş tarafından hazırlanan Susurluk Raporu ve Ergenekon davasının iddianamesinin bazı ekleri arasında yer alan ve yıllarca ‘devlet sırrı’ diye gizlenen belgelerde Özgür Ülke Gazetesi’nin bombalanması, özgür basın çalışanı gazetecilerin katledilmesinin de yer almasıyla aslında yıllardır bilinen gerçeklerin kamuoyundan saklandığı da açığa çıktı. Dönemin MGK belgeleri ‘susturun’ dedi Ancak, yıllar sonra açığa çıkan belgelerden de anlaşıldığı gibi devletin gazeteyi susturmak için gerçekleştirdiği bu operasyon bile gazetenin yayınını engelleyemedi. Bombalamanın hemen ertesi günü yani 5 Aralık’ta muhalif basının da yardımlarıyla Özgür Ülke Gazetesi ‘Bu ateş sizi de yakar’ manşetiyle raflardaki yerini aldı. 4 sayfa olarak çıkarılan gazetede yaşanılan durum okurlara; ‘Devletin en yetkili ağızları tarafından hedef gösterilen ve kapatılmak için çare aranan gazetemiz çarşamba günü toplanan Milli Güvenlik Kurulu’nun en önemli gündem maddeleri arasında yer almıştı. Gazetemizi susturma kararının alındığı toplantıda konuşulanlar, gazetemizin ismi anılmadan basına yansımıştı. MGK’nin gazetemize ilişkin son kararının ne olduğu üç gün sonra ortaya çıktı ve Özgür Ülke bombalandı’ ifadeleriyle yer aldı. Baskılar farklı şekillerde devam etti Basın yayın organları üzerinde yüzyılı aşkın süredir istibdat döneminden kalma baskı ve sansür politikalarının eksik olmadığı Türkiye’de ‘Özgür Basın Geleneği’nde yayın yapan gazeteler ise, hemen her dönemde ya kapatıldı ya da hedef gösterildi. İktidar ve sermaye gücünden kurulu medya holdingleri ile aralarına kalın bir çizgi çizen özgür basın çizgisinde yayın yapan kuruluşlara karşı bu güne kadar gerçekleşen çok çeşitli yönelimler, kimi zaman ‘gizli’ ibareli belgelerle, kimi zaman da devlet yetkililerinin doğrudan hedef gösteren açıklamalarıyla gerçekleşti. O saldırılarda geriye kalan birçok şey gibi Özgür Ülke Gazetesi de bombalanması ile hafızalara kazındı. 1994-1995 yılları arasında yayın yapan, baskı ve sansür politikasını en ağır biçimde yaşayan gazetelerden Özgür Ülke Gazetesi’nin Kadırga’da bulunan merkez bürosu ile Ankara bürosu 3 Aralık gecesi bombalı saldırıya uğradı. Gece yarısı gerçekleşen ve C-4 tipi patlayıcıyla yapılan saldırı sonucunda gazetenin ulaştırma görevlisi Ersin Yıldız hayatını kaybederken, saldırıda yaralı olarak kurtulan 23 gazete çalışanı polis tarafından gözaltına alınmış, gazete binası ise yerle bir olmuştu. Özgür Ülke’nin İstanbul ve Ankara’daki bürolarının bombalanmasının yıldönümü olması nedeniyle gazeteciler cemiyeti yayınladığı mesajda, katliamın sorumlusu olan dönemin Başbakanı Tansu Çiller ve diğer devlet yetkilileri hakkında saldırının üzerinden 20 yıl geçmesine rağmen hala bir soruşturmanın bile açılmadığına dikkat çekildi. Yoluna, Ülkede Gündem, Demokrasi, Yedinci Gündem, Ülkede Bakış, Alternatif gibi isimlerle devam eden ‘Özgür Basın Geleneği’ her seferinde kapatma ve saldırılarla gündeme geldi. Gelenek Özgür Gündem Gazetesi ile yoluna devam ediyor. Ortadoğu’da yaşanan gelişmeler bağlamında Kürdlerin hem çok ağır bedeller ödediğini hem de dünyaya meşruiyetlerini ispatladığını ifade eden Avrupa Yeşiller Partisi Grup Başkanı Rebecca Harms, dezavantajlı duruma rağmen Kürdlerin çok önemli kazanımlar da elde ettiğini, ancak yine de bir takım gelişmeler konusunda acele etmemeleri gerektiğini söyledi. Avrupa ve özellikle Almanya’daki birçok sol partinin IŞİD’e karşı verilen mücadelede Kürdlere verdiği destek sürüyor. Daha önce Yeşiller ve Sol Partisi Eş Başkanı Claudia Roth başkanlığındaki heyetin ziyaretinin ardından geçen hafta da Alman sol parti liderlerinden Gregor Gysi, Kürdistan Bölge Yönetimi Başkanı Mesud Barzani’yi ziyaret etti. Avrupa ve Amerika’nın Kürdistan bölgesi ve Kürdistan’ın diğer bölgelerine desteklerini açıklamasının ardından birçok Avrupalı siyasetçi de Kürd sorunu konusunda tavır alıp değerlendirmelerde bulunuyor. Avrupa’daki önemli sol partileri arasında yer alan ve geçtiğimiz günlerde 21. Konsey toplantısını İstanbul’da yapan Yeşiller Partisi, toplantı ve paneller dizisinde Avrupa, Ortadoğu, Kürdistan ve Türkiye’yi de kapsayan tartışmalar yürüttü. Özellikle Ortadoğu’da Kürdlerin kazanımları ve IŞİD’e karşı verdiği savaşın ele alındığı tartışmalarda Kürdlerin desteklenmesi ve kazanımlarının korunması gerektiğine vurgu yapıldı. Yeşiller Partisi Avrupa Parlamentosu Grup Başkanı Rebecca Harms BasHaber’e Türkiye’nin Ortadoğu politikaları, Kürdlerin IŞİD karşısındaki mücadelesi ve bunun uluslararası camiadaki yansımalarını değerlendirdi. Kürdlerin son zamanlarda çok acı çektiğini ama bu sefer kazançlı olduklarını belirten Rebecca Harms, ‘’Kürdler IŞİD’e karşı mücadelede kazançlı ve ön plana çıkmış durumda. Kürdlerin bu durumunu kullanmada dikkatli olmaları gerekiyor’’ dedi. Bu kazanımların getirdiği fırsatlar karşısında Kürdlerin acele etmemesi gerektiğini belirten Harms, ‘’Uluslararası alanda ve Ortadoğu’da büyük kazanımlar elde edebilecekleri bu durum karşısında ellerine geçen fırsatları değerlendirmek için acele etmemeliler. Bu acele etme durumu gerçekleşirse bu kazanımların daha verimsiz olması söz konusu olabilir’’ dedi. Kürdlerin desteklenmesi gerekiyor Amerika ve AB’nin, IŞİD’in durdurulması kararı aldığını, bu bağlamda IŞİD ile en etkin mücadeleyi yürüten aktör olarak da Kürdleri desteklediğinin altını çizen Harms, “Amerika ve Avrupa Birliği IŞİD’in durdurulması kararını aldılar ve buna yönelik girişimlerde bulundular. Ve özellikle bölgede yoğun baskı gören Kobanê ve KBY’i göz önünde bulundurarak Kürdlerin desteklenmesi kararını aldılar’’ diyerek, Türkiye’nin de bu kararın doğru bir karar olduğunu kavraması gerektiğini söyledi. Harms ayrıca IŞİD’in durdurulması ve Kürdlerin desteklenmeye devam edilmesi gerektiğini belirterek, “Özellikle IŞİD’in durdurulması ve Kürdlerin desteklenmesi gerekiyor. Türkiye’nin de bu kararlar karşısında kendisinin de Kürdlere karşı olumlu yaptırımlar yapması gerekiyor. Ancak Ortadoğu’nun uzun süreli olarak barış ve huzura kavuşması için bu yeterli değil, ayrıca bunun için uluslararası inisiyatife ihtiyaç var’’ dedi. Kürdlere hakları verilmeli Çözüm Süreci konusunda da değerlendirmede bulunan Harms, bunun medya ve siyaset malzemesi yapılmaması gerektiğini belirterek, ‘’Son zamanlarda Türkiye’de sürekli barış sürecinden bahsediliyor. Bence bu kadar gündeme getirilip bir medya ve siyaset malzemesi yapılmasından çok, artık Kürdlere haklarının verilmesi gerekiyor’’ dedi. Avrupa Birliği’nin bölgedeki sorunlara yaklaşımının değiştiğinin altını çizen Harms, bu süreçte Kürdlere ve Türkiye’ye büyük görevlerin düştüğünün altını çizerek, “Avrupa Birliği bence artık şunu kavradı ki Ortadoğu ve Türkiye’de askeri müdahalelerle sorunlara çözüm aramak sorunları çözmekten çok daha karmaşık hale getiriyor. Her ne kadar Kürdlere silah temin edilse de bunun tek başına askeri olarak çözüleceğini düşünmüyor. Uzun vadeli bir barış sürecine ihtiyacımız var ve bu süreçte hem Türklere hem de Kürdlere büyük görevler düşüyor’’ dedi. Harms, ayrıca Ortadoğu’daki sorunların ilerleyen zamanlarda daha etkin bir biçimde çözülebilmesi için silahların susturulması gerektiğini de söyledi. 09 Öcalan’dan yeni hamle HAKAN TAHMAZ Çözüm Süreci’ne ilişkin tartışma, Abdullah Öcalan ile yapılan son görüşmeyle başka bir düzleme kaydı. Görüşme sonrasında yapılan açıklamadan anlaşılana göre Öcalan’a yardımcı olacak sekretaryanın oluşturulması, görüşmeci heyetinin genişletilmesi ve müzakere sürecini izleyecek kurulun oluşturulması ve kamu düzeninin sağlanması tartışması ve gerilimi, artık müzakerenin içeriği ve yasal çerçevesi etrafında sürecek. Öcalan’ın “tarihi müzakere manifestosu” adını verdiği dosya, heyet üyelerinin açıklamalarından anlaşıldığı kadarıyla müzakereye geçilmesi ve mevcut çatışmasızlığın nitelikli hale dönüşmesi için yapılması gerekenler ile müzakere konularını içeriyor. Sekretarya, izleme kurulu oluşmadan ve görüşmeci heyet tamamlanmadan Öcalan’ın yeni bir çerçeve ortaya koyması, 21 Mart 2013 tarihinde ilan ettiği politik yönelim değişikliğinin stratejik bir değişim olduğunu bir kez daha gösteriyor. Yani Öcalan, tıkanan süreci ve gerilimleri aşmak için taktiksel bir hamle yaptı. İlk göze çarpan Öcalan’ın iki yıl sonra ilk kez esas olarak devletin/hükümeti yapması gerekenlere işaret etmesidir. Ayrıca kullandığı dilde de ciddi bir farklılaşma olduğu gözleniyor. Kürd siyasal hareketinin ve kimi demokrat çevrelerin sürecin gidişatına ilişkin rahatsızlıklarını, kaygıları paylaştığını ve hükümete karşı güvensizliğini kamuoyuna deklare etti. Yasal düzenleme yapılmadan 2013 yılında PKK güçlerinin sınır dışına çıkması ve 1999 yılında Habur’a gelişlerle ilgili çağrı yapmasının özeleştirisini yapması böylesi bir yaklaşımın sonucu olsa gerek. Diğer yandan Öcalan’ın görüşmeci heyetten “devlet yetkilileriyle” görüşmelerini istemesi ilk kez oldu. İki yıldır sürekli hükümet ile görüşmekten ve diyalogdan söz eden Öcalan’ın tutum değişikliği neye tekabül ediyor olabilir? Devlet yetkilileri denerek kimlerin kast edildiği çok açık olmasa da, başta MİT ve Kamu Düzeni ve Güvenliği Müsteşarlığı yetkilileri olduğu anlaşılıyor. Bu, hükümetin tutum ve yaklaşımlarından fazlaca umutlu olunmadığı gösterdiği gibi hükümete de “Müzakere için size mahkûm değilim” mesajı veriyor. Bu yaklaşım değişikliğinin süreci nereye doğru evireceği ihtimalini ve bunun ne türden siyasal riskler taşıdığını tartışmakta yarar var. Müzakerenin bürokratlarla yürütülmesi başka bir siyasal arka plan içermiyorsa ancak siyasal iradenin karar vermesini kolaylaştıracak bir mutfak çalışması olabilir. Muhtemel ki Öcalan, süreci canlı tutmak amacıyla böylesi bir taktik geliştirmiştir. Sürecin şeffaf yürütülmediği koşullarda bu türden çetrefilli taktikler fazlaca sorunlara yol açma potansiyeli taşımaktadır. Esas kafa karıştırıcı durum, son görüşme sonrasında heyetin yapmış olduğu açıklamalar karşısında hükümetin ve çevresinin yeni bir durum yokmuş gibi davranmalarıdır. Görüşme öncesi tutum ve söylemlerine devam etmelerinde bir tuhaflık var. Hala hükümet, silah bırakmaktan önce kamu düzenini sağlamaktan ve Çözüm Süreci’nin ilerlediğinden söz ediyor. Bu bir halüsünasyon olabilir. Son iki yıldır birkaç kez gerçekçi ve gerçekleşebilir olmayan beklentiler yaratılarak hayal kırıklıkları yaratıldı, umutlar törpülendi. İnsanlarımıza aynı şeyleri yeniden, yeniden yaşatmak travmalara yol açmaktan başka bir sonuç doğurmuyor. Her iki tarafta süreci bitirilme riski alacak durumda değiller; bu sonucu şimdilik hiç bir biçimde arzulamıyorlar. Bu durumda yapılması gereken gerçekleşebilir ve realist bir planla ve güven artırıcı önlemlerle seçim sonrasında kalıcı barışı sağlamaya dönük bir yol haritasına nihai şeklini vermektir. Bu tek taraflı yapılamaz. Ortak mesai gerektirir. Bunun için ise önce taraflar, birbirinin söylediklerine ciddiyetle yaklaşmalı. Öcalan’ın uyarılarını dikkate almama yaklaşımı felakete doğru ilerlediğimizin emaresi değilse nedir? En fazla algı yönetimi olabilir. Algı yönetimi ise aslında sorun çözüm yöntemi değil, “çürütme” yöntemi olduğundan ileriye doğru gidilemez, yerimizde sayarız. 10 DOSYA BasHaber 8 - 14 Aralık 2014 Vatikan-Kürd ilişkileri: Papa, Diyarbakır’a davet edildi H Çimen Gümüş ıristiyan dünyasının en büyük mezhebi Katolikliğin merkezi olan Vatikan’ın Küdlere ilgisi, Papa Francesco’un geçtiğimiz hafta gerçekleştirdiği Türkiye ziyareti sırasında Diyarbakır Sur İlçesi Belediye eski Başkanı Abdullah Demirbaş’ı davet etmesi ile yeniden gündeme geldi. Dünya medyasının ilgi gösterdiği bu durum yeni olsa da aslında Vatikan’ın Kürdlerle ilgisi eskilere dayanıyor. Dünyanın en büyük devletsiz topluluğu olan Kürdler, her dönem Vatikan’ın yakından takip ettiği bir olgu oldu. Özellikle IŞİD saldırılarıyla birlikte Güney Kürdistan’daki Hıristiyan topluluğa bölge hükümetinin korumacı yaklaşımı, Vatikan’ın söz konusu alakasını ‘minnettarlık’ evresine taşıdı. Mesud Barzani’nin geçtiğimiz yaz ziyaret ettiği Papa, yaptığı bir açıklamada Kürdistan’ı ziyaret etmek istediğini açıklamıştı. Geçtiğimiz yüzyılda Kürd Bilgini Bediüzzaman Saidê Kurdi tarafından gönderilen mektup ile başlayan Kürd-Vatikan ilişkileri ardından Abdullah Öcalan’ın mektubu ve yine Güney Kürdistan Bölgesel Başkanı Mesud Barzani ile Irak Cumhurbaşkanı Celal Talabani’nin dönemin papaları ile yaptıkları özel görüşmelerle devam etti. Papa son olarak Kırklar Meclisi Başkanı Abdullah Demirbaş ile Mayıs ayında görüşmüş, son İstanbul ziyaretinde de Demirbaş’ı görüşmeye davet etmişti. Bu durum Papa Fransisco’nun Kürdlere olan ilgisini ifade ediyor. Papalık makamı ve Kürdlerin ilişkisi çok eski bir zamana dayanmasa da Hıristiyan dünyasının ruhani lideri Papa’nın dünyanın en büyük devletsiz halkı olan Kürdlerle olan ilişkisi, Kürdlerin Hıristiyan dünyası içinde özel bir yer aldığını gösterir nitelikte. Elbette Vatikan ile Kürdlerin ilgisinin 13. yüzyılda Salahadin Eyubi dönemindeki Haçlı savaşlarına dek uzandığı ve Katolik arşivlerin- BasHaber BİZDEN 8 - 14 Aralık 2014 BasHaber / BasNûçe ailesi toplandı Yeni projelere doğru de Kürdlerle ilgili çok sayıda belge ve dokumanın varlığı da biliniyor. Saîdê Kurdî Papa’ya kendi eserini göndermişti Bilindiği gibi 21 yüzyılda Vatikan ile temas kuran ilk Kürd, Bediüzzaman Saidê Kurdî idi. 1950 yılında dönemin Papa’sı XII. Pius’a kendi eseri olan Zülfikar ile birlikte bir mektup gönderen Saîdê Kurdî, mektubunda dinler arası ittifakın öneminden bahseder. Mektubuna karşılık olarak Papa’dan teşekkür mektubu alır. Saidê Kurdî’den 60 yıl sonra Bursa’da düzenlenen bir anma toplantısında konuşan Vatikan Temsilcisi Thomas Michel, Saidê Kurdî’nin 60 yıl önce gönderdiği mektubunda birlikten ve beraberlikten bahsettiğini ve mektuptan sonra ihtilafın ortadan kaldırılıp ahlaksızlıkla mücadele ve insan hürriyetini sağlamanın amaç olduğu görüşüne vardıklarını belirtir. Öcalan da Papa’ya mektup göndermişti PKK Lideri Abdullah Öcalan da 1998’de Papa’ya mektup göndermişti. Papa’ya gönderdiği mektupta Hıristiyanlığın eşitliğin, barışın ve hümanizmin dini olduğunu ve buna büyük saygı duyduğunu belirterek, Kürdlerin ilk Hıristiyanlar olan Ermeni ve Asurilerle candan ilişkiler geliştirdiğini ve yüzyıllarca barış içinde yaşadıklarını ifade ediyor. Roma sürecinde kiliselerin kendisine sahip çıkmasından kaynaklı basında çokça ‘PKK-Vatikan ilişkileri’ tarzında spekülatif haberler yer aldı. Talabani ile görüşme 7 Kasım 2005’de Irak Devlet Başkanı Celal Talabani ile Vatikan’da görüşen Papa 16. Benediktus, Irak’taki dini özgürlükler konusundaki kaygılarını dile getirmiş, Talabani ise ülkesindeki Hıristiyan cemaatlerin bu özgürlüklerden yararlanacakları konusunda garanti vermişti. Vatikan: Barzani, Irak Hıristiyanlarının hamisi Öte yandan 14 Kasım 2005 yılında KDP Lideri Mesud Barzani, Vatikan’da Roma Katolik Kilisesi’nin ruhani lideri Papa 16. Benediktus ile görüşmüştü. Görüşmeye dair Vatikan Basın Bürosu tarafından yapılan resmi açıklamada, “Papa, Irak Kürdistan Bölgesi Başkanı Ekselansları Mesud Barzani’yi kabul etmiştir” denildi. Vatikan’da genel olarak ziyaretçileri ile 15 dakika görüşen Papa Benediktus, Barzani ile 35 dakikalık bir görüşme yapmış ve bu durum Papa’nın Kürdlere ilgisi konusunda merak uyandırmıştı. Buna ilişkin dönemin Dışişleri Bakanı Sefin Dizayi bir röportajda şöyle diyor. “Vatikan bizim için çok önemli bir yer. Duhok, Erbil ve Zaho’daki Hıristiyan din adamları Vatikan’a bizi öyle iyi anlatmışlar ki Vatikan Dışişleri Bakanı, ‘Oradaki Kardinaller Kürdistan’ı cennet olarak anlatıyorlar. Ben de o cenneti görmek istiyorum’ dedi. Başkan Barzani’ye de ‘Sizi oradaki Hıristiyanların hamisi olarak görüyoruz’ diye konuştu” diyor. tan ve Kürd hakına kapılarının açık olduğunun bir göstergesidir. Artık bu ülkelerin Kürdistan’a yönelik politikaları değişti” demişti. Barzani, Papa Francesco ile yaptığı görüşmede Kürdistan ve Ortadoğu’daki gelişmeleri ele almıştı. Kürdistan Bölge Hükümeti Dış İlişkiler Sorumlusu Felah Mistefa, “Başkan Barzani’nin İtalya Dışişleri Bakanı ile görüşmesinde Kürdistan bayrağı bulunduruldu, Papa ile olan görüşmede de bayrağımız asıldı. Bu durum uluslararası toplumun Kürdis- Papa’dan Barzani’ye teşekkür Barzani Papa görüşmesi Vatikan’ın yaptığı resmi davet üzerine gerçekleşmiş, görüşmede Papa, Kürd ve Kürdistan mücadelesini yakından takip ettiğini ve öteden beri Kürdistan’da yaşananlardan haberdar olduğunu belirtmişti. Papa Francisco, Kürdistan’ın, Suriye gibi ülkelerden kaçan göçmenler ile Irak’ın diğer bölgelerinden tehdit ve baskılara maruz kalan Hıristiyanlar için güvenlikli bir bölge haline gelmesinden dolayı Barzani’ye teşekkür etmişti. IŞİD’in Şengal saldırısı ardından da Kardinal Fernando Filoni’yi bölgeye gönderen Papa Francesco, IŞİD’in saldırdığı pek çok Hıristiyan ve etnik azınlığın barındığı Güney Kürdistan ile ilgili “Kürdistan’a gitmek için hazırım” demişti. Mürşitpınar katliamı ve müzakere taslağı BİLAL SAMBUR Kobanê’de Kürdlerin yayındayız Papa Francesco, yakın zamanda 50’yi aşkın ülkeden toplumsal hareketlerin katıldığı “Toplumsal Hareketlerin Küresel Toplantısı”na katılarak, Kobanê’deki savaşla ilgili “Kürdlerin yanındayız” mesajı ile toplantıya damgasını vurmuştu. Demirbaş, Papa’ya Diyarbakır daveti Papa’nın fotoğraflı resmi davet ile İstanbul’daki etkinliklerde kendisine eşlik etmesi için davet ettiği Kırklar Meclisi Başkanı Abdullah Demirbaş, 2014 yılı içinde iki kez Papa ile buluştu. Mayıs’ın 14’ünde Kırklar Meclisi’nden bir heyetle Papa Francesco’yu ziyaret eden Demirbaş, BasHaber’e yaptığı açıklamada bu ziyarette Papa’ya Kürdlerin karşı karşıya kaldığı durumu İsa’nın çarmıha gerilmesine benzetildiği bir mektup verdiğini söyledi. Son olarak İstanbul buluşmasında Papa’ya verdiği ikinci mektupla birlikte bir de vitray hediye eden Demirbaş, mektupta, Kürd sorunu ve Türkiye’de devam eden Çözüm Süreci’nin önemini anlatıp destek istediklerini söyledi. Demirbaş, “Özellikle IŞİD’in yaptığı saldırıları ve Avrupa’daki İslamo-fobinin yanlış olduğunu, doğru tarzın ve yaklaşımın Diyarbakır’da geliştirdiğimiz Kültürler Sokağı projesi olduğunu belirttik. Kültürler sokağımızı anlattık. Cami, kilise ve havrayı restore ettiğimizi ve bir arada yaşama fikrini oluşturduğumuzu söyledik. Şengal’de Ezdilere yönelik soykırım ve Kobanê’deki durumu anlattık ve de manevi destek istedik. Papa’nın ve Bartholomeos’un buluşmasının dünya ve Ortadoğu barışı için büyük öneme sahip olduğunu belittik. Ve ayrıca Diyarbakır’a davet ettik” dedi. 11 İ stanbul’da 6 ay önce yayın hayatına başlayan gazetemiz BasHaber / BasNûçe yeni atılımlarla yoluna devam edecek. Gazetemiz yöneticileri, yazar ve çalışanlarının 6. ay sonunda tam katılımla gerçekleştirdiği toplantıda, bu güne kadarki aşama ele alınırken, bundan sonrası için başlayacak yeni çalışmalar üzerinde tartışma yürütüldü. Gazetemiz Yayın Yönetmeni Faysal Dağlı, BasNews Medya Şirketi yöneticisi Botan Tahsin, köşe yazarlarımız; Prof. Dr. Mithat Sincar, Prof. Dr. Ferhat Kentel, Prof. Dr. Mesut Yeğen, Prof. Dr. Bilal Sambur, Av. Sennur Baybuğa, Av. Hamiyet Çelebi, Dr. Ferhad Pîrbal, eski Yayın Koordinatörümüz Yavuz Şimşek, gazeteci dostumuz Gül Demir, editör ve muhabirlerimizin yanı sıra Kürdistan Bölgesi’nden bir grup gazeteci ve gazetemize katkı sunan çok sayıda çalışma arkadaşımızın katılımıyla gerçekleşen yemekli toplantıda, Bas Medya Grubu’nun gelecekte izleyeceği rota ve geliştirilmesi konusunda bilgi alışverişi yapıldı. Dağlı’nın konuşmasıyla başlayan toplantıda, yazar ve katılımcılar da BasHaber / BasNûçe’nin gazetecilik tarzı ve önemi üzerinde dururken, özellikle gazetemizin izlediği birleştirici ve barışçıl yayın politikasının önemine vurgu yapıldı. Konuşmasında gazetemizin daha da büyüyeceğini ifade eden Dağlı, yeni projelerle özellikle görsel medya konusunda yeni bir çalışmanın başlayacağını söyledi. Dağlı, 1988 yılından bu yana süren gazetecilik yaşamında yaptığı en önemli işlerden birinin de BasHaber/BasNûçe Gazetesi ve BasNews Ajansı projesi olduğunu belirterek, “Gazete ve ajansımız çok kısa sürede hızla büyüdü. Doğrusu biz de bunca kısa sürede bu denli hızlı bir büyüme beklemiyorduk. Aldığımız tepkiler ve eleştiriler oldukça olumlu. Bu da yaptığımız işin daha da büyütülmesi yönünde bize güç veriyor” dedi. Kimsenin tarafı veya karşıtı değiliz Gazetecilik standartlarından ve meslek ilkelerinden de bahseden Dağlı; “Amacımız kendimizi, ülkemizin haberlerimizi yansıtmaktır. Kimsenin tarafı veya karşıtı olmadan işimizi yapmaya çalışıyoruz. Anlayışımız pozitif haberciliktir. Birilerini karalamak veya göklere çıkarmak değil. Olması gerekeni ortaya çıkarmaktır. Gazetemizin temel hedefi ulusal dayanışmayı, birliği, yakınlaşmayı, barışı pekiştirmektir” diye konuştu. Tahsin: Bu noktaya geldiğimiz için çok mutluyum Dağlı’nın ardından konuşan BasHaber / BasNûçe Gazetesi’nin İmtiyaz Sahibi Botan Tahsin, yaklaşık altı aydır yayın hayatına başlayan BasHaber / BasNûçe Gazetesi’nin yaptığı işlerin oldukça kaliteli olduğunu kaydetti. Bas Medya Grubu bünyesinde birkaç ay içinde bir televizyon kanalı açacaklarını dile getiren Tahsin, din, dil, ırk, mezhep ayrımı gözetmeden kardeşlik ruhunun pekiştirildiği bir habercilik anlayışı ile yine yaşanan tüm sıkıntıların üstesinden gelmeye çalıştıklarını aktardı. Tahsin ayrıca Gazetenin yazarlarına da gösterdikleri özveriden dolayı ayrıca teşekkürlerini sundu. Bas Medya Grubu olarak bir süre sonra bir haber televizyonu kanalı ile yollarına devam edeceklerini kaydeden Botan Tahsin ise, “Daima Gerçek” sloganı ile yola devam edeceklerini söyledi. Gazetenin ilk toplantısı olması hasebi ile katılan herkese teşekkürlerini ileten Tahsin, “İnanıyorum ki hep beraber daha büyük işler başaracağız” dedi. Gazetenin yayın politikasının demokratik çerçevede olduğuna dikkat çeken Tahsin, yıllardır siyasilerin başaramadığı birlik, beraberlik ve kardeşlik ruhunu medya yoluyla yakalamayı hedeflediklerinin söyledi. Prof. Sancar: Değerli bir çalışma Gazetemiz yazarlarında Prof. Mithat Sancar da, BasHaber’in farklı bir habercilik dili ve tarzı geliştirdiğini, bunun birlik için son derece değerli bir çalışma olduğunu dile getirdi. Yazarlarımız BasHaber gazetesi ile çalışmaktan duydukları memnuniyeti dile getirerek, grubun daha da büyümesi için üzerlerine düşen katkıyı sunmaktan kıvanç duyacaklarını ifade etti. Katılımcılar özellikle görsel alanda atılacak adımların Kürd medyası anlamında önemli bir mecra olacağını kaydetti. Kürdistan’dan armağanlar Yapılan konuşmaların ardından gecede gazetenin yazarları ve destekçilerine Kürdistani motifler ile ulusal simgeleri temsilen çeşitli hediyeler sunuldu. Yapılan konuşmaların ve takdim edilen hediyelerin ardından toplantı geç saatlere kadar devam etti. Kürdler, Kobanê’de DAİŞ’e karşı büyük bir direniş sergilemeye devam etmektedirler. Dünya Kobanê’yi sahiplenmiş, ancak DAİŞ’i dışlamıştır. DAİŞ’e karşı kurulan uluslararası koalisyon, bu terör çetesinin ve destekçilerinin dünyadan yalıtılmışlıklarını göstermesi açısından önemlidir. DAİŞ, dünyadan yalıtılmasına rağmen, Ortadoğu’daki egemen güçlerin bu terör çetesine vermiş olduğu destek devam etmektedir. DAİŞ, Rojava’daki Kürd direnişini ve varlığını zayıflatmak için kendisine tevdi edilen vekalet savaşı yapma görevini yıkıcı bir şekilde yapmayı sürdürmektedir. DAİŞ çeteleri, bomba yüklü bir araçla, Kürd direnişçilerin elinde bulunan Mürşitpınar sınır kapısına saldırmışlar ve birçok kişinin hayatını kaybetmesin neden olmuşlardır. Mürşitpınar katliamı, DAİŞ’in Rojava’da kendisine yüklenilen vekalet savaşı görevini daha uzun süre devam ettireceğini göstermektedir. Nusra Cephesi denilen bir başka terör örgütünün ise, bu sıralarda Efrin’e saldırmak için ciddi hazırlıkların içinde olması, Kobanê’den sonra Efrin’in de uluslararası bir sorun haline geleceğinin habercisidir. DAİŞ’in Kobanê saldırısına duyulan öfkenin ve tepkinin bir sonucu olarak gerçekleşen 6-7 Ekim olayları sonrası, Türkiye’de yürütülmeye çalışılan çözüm süreci askıya alınmış ve Kürd siyasal hareketinin İmralı’yla temasları kesilmişti. HDP Heyeti İmralı’ya gitti ve bir müzakere taslağıyla döndü. Son günlerin en önemli iki gelişmesi, HDP Heyetinin İmralı’ya gitmesine tekrar izin verilmesi ve DAİŞ’in Mürşitpınar kapısına terörist saldırısını gerçekleştirmesidir. Öcalan, kendisiyle görüşmeye gelen heyete, halka karşı yapma ihtiyacını duyduğu özeleştiriyi ifade etmiştir. Hiçbir kayıt olmadan ve hukuki çerçeve oluşturulmadan süreçte ilerleme sağlanamadığını gördüğünü ve devletin atması gereken adımlar konusundaki beklentisinde yanıldığını ifade etmiştir. Öcalan’ın yapmış olduğu bu özeleştiri, aslında İmralı’nın resmi tutuma olan güvensizliğini göstermesi açısından önemlidir. Resmi politikalara karşı duyulan güvensizliğin özeleştiri olarak ifade edilmiş olması, son görüşmede ortaya çıkan en önemli noktalardan biridir. HDP Heyeti, bir müzakere taslağıyla geri dönmüş bulunmaktadır. Ancak HDP heyetinin getirdiği müzakere taslağı, İmralı ve devlet arasında varılan bir mutabakat taslağı değildir. Bu taslak, devletin mutabakat taslağı değildir. Hükümet kanadından çözüm süreci konusunda somut bir öneriyi ve politikayı içeren hiçbir açıklama yapılmamıştır. HDP sözcüleri, sekreterya, üçüncü göz, silahsızlandırma ve demokratikleşme konularındaki beklentilerini ifade etmeye devam etmektedirler. İmralı’dan getirilen müzakere taslağının en önemli unsuru, sürecin bundan sonra görüşmeler ve sözlü vaatler üzerinden yürütülmemesi gerektiğinin dile getirilmesidir. Müzakere taslağına göre süreçte yol alınması için, sürecin kurumsallaşması ve hukuksallaşması gerekmektedir. İmralı, kurumsallaşmayan ve hukuki bir zemine dayanmayan bir süreçten verimli ve yapıcı sonuçların ortaya çıkacağı beklentisi içinde değildir. Resmi yaklaşımın gündeminde, sürecin kurumsallaşması ve hukuksal nitelik kazanması şeklinde bir konu bulunmamaktadır. Resmi sözcülerin yapmış olduğu açıklamalardan hükümetin, Kürd sorununun çözümü konusunda bir politikaya sahip olmadığı anlaşılmaktadır. Hükümet, çözüm süreciyle PKK’yi silahsızlandırmayı hedeflemektedir. Bundan dolayı İmralı’dan gelen müzakere taslağının hükümet için hiçbir anlam ve önemi bulunmamaktadır. Hükümetin İmralı’dan beklediği bir müzakere taslağı değil, silahsızlanmaya dair bir yol haritasıdır. Suriye savaşı, DAİŞ saldırıları ve silahsızlandırma tartışmaları, önümüzdeki günlerde sürecin gidişatının belirlenmesinde etkili olan faktörler olacaklardır. 12 BasHaberSÖYLEŞİ 8 - 14 Aralık12 2014 MEDYA Sınırda sınırlı gazetecilik halleri Berfîn Mijdar K obanê’de IŞİD ile Kürd güçleri arasında 15 Eylül’de başlayan çatışmalar üçüncü ayına girerken olayları bizzat takip eden, aktaran yerli ve yabancı basın mensupları Kobanê sınırında sınırlı bir şekilde çalışmak zorunda kalıyor. Çatışmaları sınırdan izlemek zorunda kalan basın mensupları bir yandan havan mermilerinin hedefi olurken, diğer yandan sınırda yaşanan zorluklara katlanmak zorunda kaldı. Yerel yönetimlerin ve Valiliğin de zaman zaman sorun çıkarttığı basın mensupları polisin, askerin baskısı yanında zaman zaman da sınırda bekleyen insanların hedefi haline geldi. Urfa’ın Suruç ilçesinde sınırın sıfır noktasında Kobanê’nin tam karşısında bulunan tepeye konumlanan basın mensuplarının bulunduğu tepeye çoğu kez havan mermileri düşerken çoğu zaman da askerin gaz bombalarına maruz kaldı. Sınırda sınırsız trafik kazaları IŞİD’in saldırılarıyla binlerce Kobanêli sivil katliam dolayısıyla Mürşitpınar Sınır Kapısı’na dayanırken ilçede nüfus patlaması yaşandı. Bu nüfus patlaması ilçenin yaşantısını da etkilerken kuşkusuz en çok da trafik yoğunluğu arttı. Sınırda çatışmaları tüm zorlu koşullara rağmen izlemeye çalışan basın mensupları da sık sık trafiğin kurbanı oldu. Sınırın ilk kazasını Eylül ayında Kanal D ekibi yaşadı. Araçları takla atan Kanal D ekibinde can kaybı yaşanmadı ancak ekipte yaralananlar oldu. Ajanlıkla suçlandılar Yine aynı güzergahta meydana gelen kazada ise Lübnan asıllı Press TV Muhabiri Serena Shim yaşamını yitirmiş Kameramanı Judy İrish ise yaralanmıştı. Toplumun haber alma hakkını gözetmek adına aylarca sınırda sıcakta, soğukta, yağmurda, bombaların altında çatışmaları takip eden basın mensupları bir de ajanlıkla suçlandı. İlk olarak trafik kazasında hayatını kaybeden Serena Shim’in Kürd hareketine yakın oluşundan dolayı ajan olduğu iddiaları yayınlandı. Katıldığı televizyon programında tehdit edildiğini belirten Shim’in ölümünün de kaza mı yoksa suikast mı olduğu ise sır olarak kaldı. Polisin de halkın da hedefindeler Sınırda bulunan kitleye saldıran polis ve asker özellikle keyfi uygulamalarla basının çatışmaları izlediği ve Basın Tepesi olarak adlandırılan noktaya gidişleri yasaklarken halka yapılan müdahaleler sırasında BBC ekibinin aracına ve DİHA’nın canlı yayın aracına gaz kapsülleri attı. Peşmerge birliklerinin Kobanê’ye geçişini izlemek için sınıra gelen Kürdistan TV ekibi de polisin şiddetine maruz kaldı. Kanalın Diyarbakır Sorumlusu Mehmet Eren ve ekibi önce darp edildi ardından gözaltına alındı. Bu yaşananları görüntüleyen İMC ekibi de polisin hakaretlerine maruz kaldı. Polisin hedef gösterdiği gazetecilere zaman zaman sınırda bulunan kitle de saldırdı. Bayramın birinci günü Basın tepesinde canlı yayına bağlanan Bugün TV Muhabirinin yayın esnasında “IŞİD militanları” demesi üzerine kitle taşlarla muhabire ve canlı yayın araçlarına saldırdı. Bilgisayar, kamera ve fotoğraf makinesinin gasp edildiği saldırıda Bugün TV’nin aracı da hasar gördü. Ardından bu kez Reuters ekibine saldıran kitle ekibin kamerasını gasp etti. Peşmerge birliğinin Kobanê’ye geçişi sırasında yine gazetecilerin çekim yapma hakkını gasp eden polis ve asker gazetecilerin, geçişin olduğu yola çıkması halinde ateş açma yetkisini kullanacağını belirtti. Mürşitpınar Sınır Kapısı’ndan IŞİD’e Kobanê’ye geçen ÖSO mensupları, kendilerini görüntüleyen Kanal D Ekibi’nin etrafını sararak kameralarına el koydu. Askerin ilk dönemler hem sınırda bulunan köylere hem de Suruç İlçesi’ne yönelik müdahalelerinde yine basın birinci derece hedef halindeydi. Özellikle Dicle Haber Ajansı’nın ilk günlerde yoğun olarak yaşadığı baskılar askerin ve polisin gazetecilere yönelik şiddetiyle sınırlı kalmadı. TOMA’dan ve Akrep tipi askeri araçlardan gazetecilere seslenen asker hakaret ederek tehditler savurdu. Köylere müdahale ederken de öncelikli müdahaleyi basın mensuplarına yönelik gerçekleştiren asker, fotoğraf çeken bazı gazetecilerin makinelerine zarar verirken çekim yapmakta direnen bazı muhabirleri de darp etti. Havanlar birkaç metre ötemize düştü Çatışmaların ve göçlerin başladığı ilk günden itibaren sınırda ekibiyle birlikte çalışan War TV Diyarbakır Sorumlusu Nail Kadirhan da biber gazlarına maruz kalan gazetecilerden biri. Sınırda çalışmanın hayati tehlike açısında son derece riskli olduğunu belirten Kadirhan bunun yanı sıra göçler sırasında yaşanan travmaya şahit olan gazetecilerin psikolojik olarak da zor anlardan geçtiğini ifade ediyor. Sınırda çalışma halini Kadirhan şu sözlerle ifade ediyor; “Gazetecilik yapmak her savaşta olduğu gibi burada da çok önemli sorumluluklar getiriyordu fakat her kurumun yada her gazetecinin bakış açısı yaklaşımı farklıydı. Kimi olayın magazininde kimi trajedi yada farklı hikayeler peşindeydi. Gerçekten Kobanê’de ne olup bittiğini öğrenmek görmek için sınıra yakın köylere giderek hakim tepelerden görüntü ve fotoğraf almaya çalışırken elbette birçok meslektaşımız gibi zaman zaman çok ciddi sıkıntılarla karşılaştık, gidişlere izin verilmemenin yanı sıra bazı meslektaşlarımız tartaklandı. Bunun yanı sıra Kobanê’den gelen havanların defalarca sadece birkaç metre yakınımıza düşmesi olayın bölgede çalışan gazeteciler için ne kadar tehlikeli olduğunu gözler önüne sererken defalarca gazlı müdahalelere maruz kaldık. Gazetecilik yapmak her savaşta olduğu gibi burada da çok önemli sorumluluklar getiriyordu fakat her kurumun ya da her gazetecinin bakış açısı yaklaşımı farklıydı. Kimi olayın magazininde kimi trajedi ya da farklı hikayeler peşindeydi.” Sınır hattına kesinlikle yaklaştırılmayan basın mensuplarının özellikle tel örgülere yaklaşması halinde hemen asker gazetecilere gösterici muamelesi yaparak gaz fişeklerinin yanı sıra plastik ve gerçek mermilerle müdahale de bulunuyordu. İlçe merkezinde de sınırlandırmalar yaşanıyor Freelance Gazetecilik yapan İhsan Tunç ise sınırın yanı sıra ilçe merkezinde yaşadığı zorluklardan yakındı. Özellikle Kobanêli sivillerin yaşadığı çadır kentlere girip görüntü alma konusunda çoğu zaman zorluk yaşadığını belirten Tunç, “Çadır kentlere girmeye çalıştığımız da öncelikli soru ‘Kürd medyası mısın?’ hayır cevabını verdiğimiz anda çekim yapmaya izin vermiyorlar. AFAD çadırlarına girmek zaten imkansız hale getirilirken belediye çadırlarına girmeyi de orada bulunan sorumlular zorlaştırıyor. Hem sesleri duyulsun istiyorlar hem de çekim yapma hakkını engelliyorlar” dedi. Manipüle edilen haberler Basın mensupları sınır hattında ve ilçede zorluklar yaşarken bazen de kendileri durumu olduğundan farklı yansıtmaya çalıştı. Kobanê’de çatışmaların yoğun olarak yaşandığı sırada tepeden çatışmaları izleyen bazı medya mensupları, bazı haberleriyle durumu manipüle etmeye çalıştı. Basın tepesinde askeri mevziiye yatıran basın mensupları namlunun ucunu Suruç’a çevirirken “Kobanê’de sokak çatışmaları başladı” başlığıyla haberi servis etti. Ancak durumun öyle olmadığı anlaşılınca da birçok medya grubu haberi geri çekti. İzin olsa da gözaltına alınıyorlar Çatışmaları yerinde izlemek isteyen gazetecilerin, Kobanê giriş çıkışları bazen Valilik izniyle gerçekleşse de dönüşlerinde bu kez gözaltılar yaşandı. Valilik izniyle Kobanê’ye giden War TV’nin Hewler Ekibi Kobanê dönüşünde asker tarafından gözaltına alınarak 12 saat sorguda kaldı. Kobanê’de IŞİD ile Kürd güçleri arasında çatışmalar ve zorluklara rağmen sınırdan ayrılmayan gazetecilerin de sınırda sınırlı çalışma halleri devam ediyor. Nitekim aylardır sınırda bulunan gazetecilerin en büyük sorunu ise enformasyon kirliliği. İçeride yaşanan çatışmalara dair bilgi almaya çalışan gazeteciler zaman zaman yanlış yönlendiriliyor ve enformasyon kirliliği çerçevesinde haber yapılmasına sebep olunuyor. SÖYLEŞİ BasHaber 8 - 14 Aralık 2014 13 SÖYLEŞİ Şerif Kaplan: Ölümün bir başka formudur sürgün Gazetecilik hayatına 1992 yılında Özgür Gündem gazetesi ile başlayan ve ancak yazdığı yazılar ve muhalifliği nedeni ile ülke dışına zorunlu olarak sürgüne giden Şerif Kaplan, ilk kitabı Diyarbakır zindanını anlatan ‘’Öyle ürkek bakma ölüm’’ ve ikinci kitabı bir Ezdi kadının geirlla yaşamını anlattığı ‘’Kapanmasın Kirpiklerin’’den sonra bu kez sürgün hayatını anlattığı ve sürgün yaşamının aşkları ve çelişkilerini konu aldığı ‘’Şiliya’’ ile okurun karşısına çıktı. ’Sürgün insanların bedenen uzakta ama ruhen memleketinde yaşadığı bir duygu ve yaşamdır. Ölümün başka bir formudur sürgün’’ diyen Şerif Kaplan ile sürgün hayatını ve bunun ‘’Şiliya’’daki yansımalarını konuştuk. Sürgünlüğün anlam evreninizdeki yansımasından biraz bahseder misiniz? Sürgün insanların bedenen uzakta ama ruhen memleketinde yaşadığı bir duygu ve yaşamdır. Zorunlu olarak uzakta yaşıyorsun ama ruhun başka bir yerde oluyor. Ölümün başka bir formudur sürgün. Çünkü genellikle belli bir yaştan sonra sürgün yaşıyorsunuz. Belli bir yaştan sonra yeni bir yaşam, bir kültür, yeni insanlar, yeni alışkanlıklar ediniyorsunuz. Ve bunları zorunlu olarak yaşıyorsunuz. Bedeniniz başka bir yerde olmasına rağmen, çocukluğunuz ve ruhunuz başka bir ülkede, sokaklarda yaşamaya devam ediyor. Sonuç olarak bunları siz yazıyorsunuz ve Chiko’nun hafıza ve duygularını siz belirliyorsunuz? Bunu yazmak zor olmuyor mu? Aslında bu çalışmam daha önce yazdıklarımdan çok farklı, bu bir şekilde yaşayan bir roman gibi bu yüzden en zor seçimi yaparak, zor bir tarzda, zorlu iç çatışmalar yaşadım. Çünkü yaşayan bir romanda hata yapma payınız da bu hatalara tepki alma şansınız da çok fazla ama şöyle bir yöntem izledim ben; birinin kaşını ve gözünü baz alarak obje olarak kullandım ve kuguladım. Sürgün hayatını Chiko üzerinden anlatmaya çalıştım. Bu yüzden yaşanan bir roman o yüzden beni biraz zorladı. Karakterlerinizi, yaşadığınız sürgün mekandan binlerce kilometre uzaktaki herhangi bir yerde yapıntılamanın zorlukları nelerdir? Açıkçası ben sürgünde olsam da gerçekte hiçbir zaman Kürdistan’dan kopmadım ruhum hep orda günlük yaşamım ve yüreğim her zaman orada yaşıyor. Burada olmama rağmen size daha yakın yaşadım. Kürdistan’daki insanlarla daha iç içe yaşadım. Yüreğim ve beynim hep orada olduğu için benim için orası hep öncelikli oldu. Buraya adapte olmamda da biraz zorluk yaşadım zaten. Karakterlerinizde kapitalist ve yalnızlaştırıcı düzene karşı bir istemsizlik olmasına rağmen orada yaşanılanları da yaşamak istiyor? İnsanlar belli bir yaştan sonra buraya sürgün edildiği için şekillendiği, doğduğu yerin yaşam tarzı ve sıcaklığı hep insanın içinde kalıyor. Sürgün olarak geldiğimiz yerde halklar Birkaç soru ve ‘iyi akşamlar’ FERHAD PİRBAL değişiyor, yaşama bakış açısı değişiyor. Dolayısıyla bu iki farklı ucun arasında insanın ruhu gelgitler yaşıyor. Çünkü memleketinde edindiğin alışkanlıkları burada bulamıyorsun ama fiziki olarak burada yaşadığınız için buradaki birçok şeyi yaşamak ve bunlara alışmak zorunda kalıyorsunuz. Bu insanın kendi içinde bir savaşa da neden oluyor. Dolayısıyla sürgünün ve özlemin karaktere yansıması da bu şekilde oluyor. Peki geri dönmek hakkında ne düşünüyorsunuz? Ben özgürlüğüme düşkün bir insanım. Özgürlüğün olmadığı bir yerde yaşamayı pek anlamlı kılamıyorum. Eğer özgür bir Amed’de yaşayacaksam gelmek isterim. Ama başka bir yerde değil. Özgür bir Amed’de yaşayacaksam dönmek isterim. Eğer Amed’e gelirseniz ve hafızanızda bulunan birçok şeyi bulamazsınız ne hissedersiniz? Birkaç boyutu var bunun. Belki o duyguların yarattığı yoğunluk karşısında orada yaşamaya başladığında bir hayal kırıklığı yaşayabilirsiniz. Oradaki duygusal yaşama adapte olamayabilirsiniz. Belki bıraktığımız insan sıcaklığını yakalamayabiliriz. Muhtemelen hafızamızda büyüttüğümüz ve kutsallaştırdığımız birçok şeyi bulamadığımız için hayal kırıklığı yaşayabiliriz. Belli bir süre sonra insanların bakış açıları değişebiliyor insanın buna direnmesi de başlı başına bir hikaye. Direnç noktası ne oluyor genelde? Burada aslında en zorlu şey yalnız olmak. Burada yalnızsınız. Bir insan yalnızlığa ne kadar direnebilir. Bütün hikaye burada başlıyor. Yalnızlığa ne kadar çabuk teslim olursan o kadar hızlı eski hayatından uzaklaşıyorsun. Yalnızlığa direnebildiğin kadar eski hayatını devam ettirme şansın artıyor. Dolayısıyla burada direnç yalnızlıkla ölçülüyor. Yalnızlık bir süre sonra belki başka alışkanlıklara dönüşüyor o alışkanlılarda bir süre sonra hayata bakış açını değiştiriyor. Bakış açısı ideoloji veya hayat felsefesi bunların hepsi değişebiliyor insanın. Şerif Kaplan memleketinde olsaydı ne yapardı? Yazmaya devam ederdim. Yine yazardım ama muhtemelen sürgünler yerine farklı şeyler yazardım sokakları aşkları yazardım. Ama burada olduğumuz için ister istemez içinde bulunduğu durum sizi etkiliyor. Tel: +90 212 243 27 79 Fax: +90 021 243 27 60 İmtiyaz Sahibi: Botan Tahsin E-mail: turkce@basnews.com Hukuk Danışmanı: Av. Hamiyet Çelebi www.basnews.com Görsel Yönetmen: Alp Tekin Babaç Haber Merkezi: Aziz Tekin, Özcan Şahin, Meşelik Sk. No:22 D/3 Beyoğlu/İST ... Fatoş Yıldız, Çimen Gümüş, Baskı: İhlas Matbaası-Yenibosna/İST Diyarbakır: Mustafa Turan BasHaber/BasNûçe Gazetesi’nde yayınlanan haber, yazı ve fotoğrafların her türlü telif hakkı Basnews Medya Limited Şirketi’ne aittir. Yayın Yönetmeni: Faysal Dağlı Editörler: Rawîn Stêrk, Yeter Polat 13 Fransa hükümeti her ne kadar nasyonalist bir yönetim değilse de, büyük ve köklü bir bakanlığı var. Adı Frankofon olan bu bakanlığın temel amacı Fransız kültürünü tüm dünyaya yaymak ve Fransız kültür ve edebiyat ile çalışmalarda bulunanlara yardımda bulunmaktır. Ayrıca hükümetin denetiminde Crous ve CNL adlı dernekler de bulunmaktadır. CNL adlı dernek Frankofoni’nin aksine, Fransa’da ikamet eden yabancı yazarlara akademisyenlere ve öğrencilere burslar vermekte, Fransızca’dan başka dillere çeviriler yapmak isteyenlere, imkanlar yaratmaktadırlar. Derneğin amacı bu tür etkinliklerle Fransız siyaset, kültür ve edebiyatının dünyada yayılmasını sağlamaktır. Eleştirel sorularımı önce Kürdistan Bölgesel Yönetimi’ne sonra da Türkiye’ye yöneltiyorum: Madem kendini ‘nasyonalist’ olarak görüyor, Hewler Yönetimi, Kuzey Kürdistan’dan 50 öğrenciye neden yıllık burs vermeyi düşünmedi? İşleri ve imkanları olmayan öğrenciler, Kürdistan’daki üniversitelere gidip ebebiyat, kültür ve tarihlerini öğrenebilirler. Bu öğrenciler ilerde Güney ve Rojava Kürdistanı için çalışıp hizmette bulunabilir? Ya da hiç olmazsa Kürdçe ve Sorani lehçeleri arasında köprü olabilirler. Acaba buna Türkiye mi izin vermiyor ya da PKK mi bundan rahatsız? İnanmıyorum. Çünkü hepimiz biliyoruz ki; Rojava’nın özgürlük için Peşmerge’ye ne kadar ihtiyacı varsa, Kuzey’in de Hewler Hükümeti tarafından karşılanabilecek, eğitim ve bilim burslarına ihtiyacı var. Türkiye ve Kürdistan Bölgesel yönetimi arasındaki işbirliği şimdiye kadar maalesef petrol, ticaret ve para sınırının ötesine geçmemiştir. Ancak Hz. İsa der ki; “insan sadece ekmek ile yaşayamaz.” Biliniyor ki, düşünce, bilim, sanat, ve kültürlerimizin de birbirlerine ihtiyacı var. Sadece Kürdistan hükümetinin değil, belki de Türkiye hükümetinin de bir manevi, kültürel ve eğitim protokol düşünmesinin şimdi tam vaktidir. Bunlar, öğrenci değişim programları, üniversite bursları, eğitim bursları, ve master bursları olabilir. Ve bununla hem Türkiye ve Kürdistan hükümeti arasındaki ilişkiler, hem de iki ülke yurttaşları arasındaki ilişki gelişmiş ve sağlam temellere oturmuş olacaktır. Kürdistan hükümeti, mesleki, kültürel dergiler ya da gazeteler için çok masraf ediyor. Eğer bu alanda kullanılan paranın yüzde ikisi burs olarak Bakur’daki yazarlar için bağışlansa, inanıyorum ki ülkemiz yazarları ile Başur, Rojava ve Rojhilat düşünürleri arasında sağlam bir köprü kurulabilir. Böyle edebi ve kültürel bir köprü, aslında Hewler Hükümeti Kültür Bakanlığı’nın görevidir. Ve bu durum Kürd edebiyatçılarını olumlu anlamda razı eder, ben de böyle sorularla sizi rahatsız etmem. Bu durumda kendileri de cadde ve restaurantlarda birbirlerine Türkçe “iyi akşamlar” demekten vazgeçer. Bu arada başka bir konuya da dikkat çekmek istiyorum. Edebiyat ve sanatın ideolojik esaslar üzerine kurulması doğru değildir. Mücadele konusundaki işlerimizi modern ve demokratik bir şekilde yürütebiliriz. Ancak edebiyat ve sanat disiplini başka bir şey gerektirir. Edebiyatta militanlık yapmak doğru değildir. Sanat ve edebiyatın bireysel bir dünyası olmalıdır. Sanat ve edebiyat filozofik ve şahsi bir bakış açısını içinde barındırmalıdır. Güney’de bu durumun artık gerçekleştiğini söyleyebiliriz ancak Kuzey Kürdistan’ında bu alan ideolojik ve nasyonalist bir tesirin altında kalmıştır. Nasyonalizm ve ideolojik tutum edebiyat ve sanatın düşmanıdır. Edebiyat konusunda durum böyle ancak müzik konusunda Bakur, Başur’dan daha ileridedir. Bakur müziği bir yorum ve tarza sahiptir. Kuzey’deki müzisyenlerin çoğu sanatçı bir şahsiyete sahiptir. Ancak edebiyatta durum bunun tersidir. Örneğin Ciwan Haco’nun bir ezgisinin müziği dinlediğimde insan hemen onun Ciwan Haco olduğunu anlayabiliyor. Keşke müzik konusundaki bu ilerlemenin yansımaları edebiyat ve sanatın diğer alanlarında da hissedilebilse. 14 BasHaberSÖYLEŞİ 8 - 14 Aralık14 2014 PORTRE Ruhi Su: Van’dan Konya’ya bir sürgün anatomisi 1 Sedat Ulugana 912’de Van’da doğan Ruhi Su’nun asıl adı Mehmet idi. Birinci Dünya Savaşı’nın yetim bıraktığı Vanlı çocuklardan biriydi. Büyük ihtimal Yaşar Kemal’in ailesinin Adana’ya sığındığı günlerde, o da bir aileye sığınarak Torosları aştı. Tahmini yıl 1918’dir. Çünkü bu yıllarda, daha önce kırıma uğramış Van Ermenilerinden arta kalan genç Komitacılar, Rus ordusuyla birlikte Van’a geri dönmüş, “Ermeniler intikamlarını alacak” korkusuyla binlerce sivil Kürd, Van’dan kaçtı. Ruhi Su, Adana’ya geldiğinde 6-7 yaşlarındaydı. Birinci Dünya Savaşı’nın çok çetin geçtiği Van Gölü çevresinde binlerce Kürd ve Ermeni çocuk yetim kalmıştı. Yetim kalmış Ermeni çocukları, 9. Kolordu Komutanı Kazım Karabekir tarafından toplatılıp, “Sıbyan Taburu” adı altında silâh altına alınıp, Ruslara karşı cepheye sürüldü. Kürd ailelere sığınan erkek çocukları daha şanslıydı, şanslı olanları sıcak bir aile ortamı bulabiliyordu. Eğer bu ailenin bir erkek çocuğu olmamışsa, sığınma daha da kolay oluyordu. Ruhi Su da bu erkek çocuklardan biriydi. Ruhi Su’nun oğlu Ilgın Su’nun; “Büyük ihtimal babam bir Ermeni idi. Çünkü bu güne kadar hiçbir akrabası çıkmadı” diyordu. Ruhi Su da 1984 yılında bir söyleşide, “aslını” yine de söyleyemiyor Su, gazetecinin deyişiyle, söz konusu çocukluğu ve aslı olunca dilsiz kesiliyordu: “Demin anlattıklarımı kimselere anlatmadım. Öksüz olduğumu çok kim- seye söyleyemedim. Toplumumuzda hâlâ aşiret anlayışı var. İlk iş ‘Kimlerdensiniz?’ derler. Kendini yetiştirmiş olmanın önemi hâlâ anlaşılamadı.” Van’dan Adana’ya kaçmış yoksul bir Kürd aile tarafından büyütülen Su’nun nüfus kayıtlarında baba ismi Abdullah, ana ismi Hure (Hûrê) olarak geçer. Fransızların Adana’yı işgal etmesiyle birlikte bu aileden de kopan Su, yetimhaneye verilir. İlkokuldan sonra Adana Öğretmen Lisesi’ne kaydolur. Konya ile ilk tanışması da böylece gerçekleşir. Çünkü yaz aylarında evi olan öğrenciler evlerine, evi olmayanları da devlet, Konya’daki Çocuk Esirgeme Kurumu’na gönderir. 1934 yılında Ankara’da müzik okuluna kaydolur. Müzik okulunu başarılı bir şekilde bitirince, Ankara Cumhurbaşkanlığı Orkestrasına seçilir. 1936-1942 yılları arasında Devlet Konservatuarı Opera Bölümü’nü okur. Sonra Devlet Operası’na sanatçı olarak girer. Bu sürecin sonunda Mehmet Ruhi Su, kimliğini yitirerek karşımıza Ankara Radyosu’nda türkü okuyan bir Türk sanatçı olarak çıkar. Mustafa Suphi’ye yazdığı ağıt nedeniyle 1952 yılında tutuklanır. Uzun bir müddet Sansaryan Hanı’nın “Tabutluklar” denilen yerinde kalır. Daha sonra Türkiye Komünist Partisi davasından yargılanan Su, Vedat Türkali ve Mihri Belli gibi isimlerle birlikte Adana Cezaevi’ne nakledilir. TKP’li mahkûmlar birbirine zincirlenmiş şekilde otobüse bindirilir. Otobüs, Ankara-Şereflikoçhisar istikametinden süzülür. Ruhi Su, hiç görmediği uzak Kürdlerin topraklarından geçmiştir. Hasan Dağı civarına geldiğinde otobüs mola verir. Hasan Dağı, Koçhisarlı Kürd eşkıyaların yuvası… Ruhi Su’nun ağzından bir türkü süzülüyor bozkıra: “Hasan Dağı, Hasan Dağı Eğil eğil, eğil bir bak Sıkıyor zincir bileği Jandarmada din iman yok” Ruhi Su Adana zindanına götürülürken eşi Sıdıka Su da aynı davadan İstanbul’da tutuklanır. 5 yılını içerde geçiren Su çifti, 1957 yazında bırakılırlar. Hapis cezasından sonra bir de sürgün cezası alan Su çifti birbirinden koparılır. Sıdıka Su Ankara’ya, Ruhi Su da 7 Temmuz 1957’de Konya’nın küçük bir ilçesi olan Çumra’ya sürgün yerlerine gönderilirler. Ahmet Uçar’ın Sıdıka Su, o dönemde Konya şehir merkezinde sürgün bulunan Fadıl Barkan ve Konya’da avukatlık yapan Lütfü Özçimen’e dayandırdığı anlatıma göre; Ruhi Su, Çumra’da küçük bir otelin tek kişilik bir odasına yerleşir. Haftada bir gün, Konya’ya gelip, Fadıl Barkan ile kaldığı Madam’ın Pansiyonu’nda görüşen Ruhi Su, hep eşi Sıdıka Su’nun yanına gidebilme planları yapar. Daha sonra ünlü bir şair-yazar olacak olan, o zamanlar Konya’da öğretmenlik yapan Oğuz Tansel ile birlikte Meram Bağları’na gidip saz çalıp, türkü okur. Sıdıka’nın anlatımına göre Ruhi Su’nun Çumra günlerinde, kasaba halkı siyasi olması nedeniyle kendisinden uzak durmuştur. Çumra Savcısı Muharrem İlez, Ruhi Su’nun korkulacak biri olmadığını göstermek için bir gün eline bir saz alıp, Su’nun kaldığı otele gider. Bunu gören Çumralı gençler de artık yavaş yavaş Ruhi Su ile konuşmaya başlarlar. Maddi olarak sıkıntı çeken Su için Çumralı gençler iş arayışına girerler. Çumra’da Ruhi Su’ya bir ekmek fırınında iş bulurlar. Bu hareket karşısında duygulanan Su, iş teklifini nazikçe reddeder. Yıllarca türkü söylemiş, saz çalmış, Ankara’da kalabalık korolarda yer almış Ruhi Su’nun Çumra’da bir radyosu bile yoktur. Eşinin sürgün yeri olan Ankara’ya gitmek için gönderdiği bütün dilekçelerin cevapsız kalması sonucu iyice bunalıma giren Su, içine kapanır ve bir müddet otel odasından dışarı çıkmaz. Çok istediği halde Çumra ve Konya yöresinden halk türküsü derleyemez. Bunun için ne imkanları vardır ne de ses kaydedebilecek bir teyibi. Uzun bir aradan sonra, kapandığı otel odasından dışarı çıkan Su, Çumra Belediye Parkı’nda radyo dinler. Bir müddet, günleri böyle geçer. Ruhi Su’nun moralsiz bir şekilde radyonun yanında gören Çumralılar, kendisine yaklaşıp kendisiyle moral amaçlı sohbetler ederler. Çumra’da tek destekçisi savcı Muharrem İlez’dir. Savcının isteğiyle Ruhi Su tekrar Ankara’ya dilekçeler göndermeye başlar. Gün geçtikçe Çumra halkı ile daha da yakınlaşan Su, Çumra hapishanesinde bir de konser verir. Fakat hapishaneye kapıdan değil, çok yüksek olmayan duvarlardan atlayarak savcı Muharrem İlez ile birlikte girer. Tutsaklara saz çalıp türkü söyleyen Su, o günü hiç unutmaz. Daha sonra savcı Muharrem İlez’in yardımıyla naklini Ankara’ya yapmayı başaran Ruhi Su’ya, Çumra’dan ayrılacağı gün; Çumralılar tarafından tren garında bir uğurlama merasimi tertip edilir. Merasim, Su’nun sazlı türkülü katkısıyla bir konsere dönüşür. Sonuç olarak, Ruhi Su 5 ay boyunca bu küçük ilçede her gün akşam gidip polise imza vermiş, geçimini eşinin ailesinden gelen parayla sağlamış, işsiz kalmış, sanatını icra edememiş. Ama eşinin gönderdiği mektuplar, Çumra halkının sıcaklığı, her gün belediye parkındaki radyodan dinlediği türküler onu hayata tutturmuş ve savcının çabalarıyla 20 aylık sürgün cezasının geri kalanını Ankara’da eşinin yanında geçirebilmeyi başarmıştır. SERGİ BasHaber 8 - 14 Aralık 2014 15 SÖYLEŞİ Kürdistanlı inançlar Ami(e)n’de buluşuyor G Gulê Demir AP Bölge Kalkınma İdaresi Başkanlığı ve Ankara Fotoğraf Sanatçıları Derneği’nin (AFSAD) işbirliğinde hayata geçen, Kürdistan kökenli inançların yörenin kültürel, sosyo-ekonomik yapısına olan etkisini, kaybolmaya yüz tutmuş değerlerini, gelenek ve göreneklerini fotoğraflarla saptamayı amaçlayan ‘Güneydoğu Anadolu’da İnançlar ve İnanışlar Fotoğraf Projesi’ Cumhuriyet Sanat Galerisinde gösterime açıldı. Bilindiği gibi Kürdistan’ı da kapsayan Mezopotamya havzası ve çevresi tarihin ilk çağlarından bu yana birçok ilke ev sahipliği yaptığı gibi, birçok inancı ve yaşam tarzını da barındırıyor. Uygarlık tarihini ve seyrini değiştiren Göbekli Tepe’deki Pagan tapınakları, en eski üniversite ve daha birçok ilkin bulunduğu coğrafyanın burası olduğu herkesin malumu. Son yüzyıla kadar bu çeşitliliğini sürdüren kadim topraklar üzerine karabulut gibi çöken yeni devletler ve sınırlarıyla eskinin sürdürülebilirliğini imkansız kılmışlardır. Bir zamanlar kendi topraklarının hakimi olan bu inançların bireyleri zamanla malum sebeplerle bir bir peşinde hayıflanmamız için izlerini bırakıp kayboldular. Kuzeyden esen soğuk rüzgarlar hala Zerdeştilerin, Ezdilerin, Şebeklerin, Süryanilerin, Musevilerin, Hıristiyanların, Kaldanilerin bıraktığı izler üzerinde esmekte. Bir devlet kurumunun desteklediği sergi ‘isminin saçmalığı’ üstüne fikir geliştirmenin saçmalığı ve Kürdistan ya da Kürdlerle bağlantılı kelimeleri kullanmanın ‘dayanılmaz ağırlığını’ bildiğimizden ismini es geçmek daha iyi. Ama kesin olan şey ‘Güneydoğu Anadolu’ isminin yerine oturmadığıdır. Geniş inanç yelpazesi coğrafyası IŞİD’in Ezdilerin yoğun olarak yaşadığı Şengal bölgesine saldırması ve katliamlar yapmasından sonra “bir daha” gündeme gelen Ezdilerin de yer aldığı sergide; Ezdilerin yaşam, gelenek ve göreneklerinin yanı sıra inanç, ölüm ve kendilerine has adetleri de fotoğraflanmış. Fotoğraflarla birlikte yer alan görüşme kayıtlarında bir Ezdi şöyle demekte: “Biz başka dinden insanlara, kendimizden daha önce hürmet veriyoruz. Diyoruz ki, ‘Ya rabim, sen bütün dünyaya rahmet et. Sonra bize, Ezdilere rahmet et.’ Bilindiği gibi yıllarca bu topraklarda hüküm süren Musevilere ait izlerin de yer aldığı sergide, Musevilere ait ibadetler, yıkık mabetler fotoğraflanmış. Bu topraklarda ki Hıristiyanlığın temsilcileri olan Süryaniler her ne kadar şimdilik bu topraklarda yaşamlarını devam etseler de yok olmakla yüz yüzeler. Süryanilerin bu topraklardaki yaşam şekilleri, inançları ve tarihi yapıları sergide yer almakta. Geniş bir coğrafyaya yayılan Müslümanların değerleriyle ilgili görsellerin yer aldığı sergide, Kürdlerin yaşam tarzı, düğünleri, eğlenceleri ve sosyal yaşamları da yer almakta. Sınırlar, ayrılıklar, parçalanmış hayatlar… Sergide en ilginç olan sınır geçişleri hakkındaki bölüm. Bu topraklarda son yüzyılda kurulan devletler bırakın inançları, aileleri bile birbirinden ayıran, büyük travmalara sebebiyet veren yapılara dönüştüler. Bayramlarda ya da sınır izinlerinde bütün çıplaklığıyla ortaya çıkan bu ayrıştırılma çok açık bir şekilde görülmekte. Çok çarpıcı karelerin yer aldığı bu bölümde sınırda bekleşen insanlar, kısa bir süre sonra tekrar ‘kendi sınırlarına’ dönecek insanların akrabalarıyla kucaklaşmaları ve sınır geçişleri bulunmakta. AFSAD’ın GAP İdaresi Başkanlığı’nın desteğiyle yürütülen çalışma olan ve 13 yıllık bir zamana yayılan Güneydoğu Anadolu’da İnançlar, İnanışlar Projesinin Proje Yöneticiliğini Serpil Yıldız, Sergi Küratörlüğünü İbrahim Göğer yapıyor. Sergi, A. Kadir Ekinci, Asuman Ergüney, Aynur Ülker, Dilek Bal, Doğanay Sevindik, Erol Büyükyazıcı, Gülser Günaydın, İbrahim Göğer, Mehtap Yıldız, Mustafa Ertekin, Nureddin Özdener, Orhan Köse, Özcan Yurdalan, Selim Aytaç ve Serpil Yıldız’ın fotoğraflarından oluşuyor. 15 Bütün yollar denize akar SENNUR BAYBUĞA Kimi kadınlar/adamlar vardır çok gördüm ayna ile kurdukları ilişkiye beni hayran bırakan,kendine bakmalara doyamayan.Abartı değil bir keresinde genç bir kızın-evimde misafirken-tam kırk dakika aynanın karşısında hareketsiz durduğuna tanıklık ettim,kendine hayranlıkla bakıp etkili bir gülüş ve duruş yakalama çabasına hasetle izledim.Erkekler gördüm,o aynalarda aradıkları ama bence çokça bulamadıkları muktediri nasıl hevesle ve açlıkla görmeye çalıştıklarını. Kadının aynada güzelliğini ararken,adamın krallığının peşine düştüğünü gördüm.Derin ve sonsuz bir evrende aranan farazi kendimiz. Bir de benim gibi aynaya bakamayanlar var, oradaki sureti ile sorunu olan,o sonsuzlukta kaçtığı ve sakladığı her şeyin suratına çarpı çarpı vereceğinden korkan.Ben bir korkağım,evet. Gerçekle aramda sorun olduğunu düşündüğüm zamanlar oldu, korkaklığımı biraz buna bağladım epey zaman. Direngen olmayı birden terk eden halimin sebebinin de bu olacağını düşündüm.Ama hayır,fark ettim asıl mesele başka. Yaşadığımız iklimin; siyasetin, haber kaynaklarımızın, ve kişisel idrakler dünyamızın yarattığı rüzgarın kaba idealizm bile demeye dilimin varmadığı bir tuhaf subjekitizme dayandığını görüyorum.Aynada değil. Toplumsal meselelerin analizini kitaplardaki cümleler üzerine oturtmaya çalışan, aslında hayatın içinde karşılığı bulunamamış ve aranmasından üşenilen böylesi bir karmaşa ortamında sesinin asla bir kıymetinin olamayacağı, olamayacağı bir yana o kadar bağırtının arasında çıkmasının mümkün olmayacağı bir dönemde sıkça rosa lüksemburg’un 1905 devrimi ile ilgili söylediği cılız kalmış sözü düşünüyorum.( burada demeyeceğim,merak eden bulsun) Barış kelimesinin sürekli şiddetli vurgularla kullanıldığı, ama savaşmayan tarafların bile bahsini ederken her an eline silah almaya hazır kıta durduğu,birlikte yaşamaktan bahseden siyasetlerin sürekli birbirlerini ayrıştıran yerlerden söz kurmaya ve enn bağıranı olmaya çalıştığı,vicdani redci’ lerimizin bile silahlara övgüler düzmeyi iş bellediği bir dönemde,insan yaşamasını kolaylaştıracak hattı siyasetini nasıl bilebilir ve nasıl yaşayabilir. Ve işte o aynalarda aranan veya o aynalara sokulmaya çalışılan suretler,suretler ve yine suretler. Aynanın sadece kişiye özgü bir evrenini izleme malzemesi olmadığı, bir toplumun bir ülkenin de toplu olarak burada kendine bir suret aramaya başladığını söylesem mi artık ? Saçlarını başlarını düzelten kadınlardan kendi krallıklarının yüz hatlarını çizmeye çalışan erkeklere kadar, hepimizde suretler cennetine ve muktedirler alemine gitmek isteyen bir cinnet hali. Şehrin orta yerinden fışkıran oryantalizm, romantizm deyip hakaret etmeyeceğim kavramın kendisine, hayalledikleri ve birbirlerine habire çığlıklarla destek olmaya çalıştıkları suretlerin gerçek dışılığı. Asla ölümün olduğu coğrafyada iki gün bile kabansız çizmesiz kalamayacakları halde merak saldıkları fotoğraf çekme-çektirme hobileri ve evet tümü.Ve bu çığlığa ortak olamayan,olmayı beceremeyen olmayı kendi varlık sebebine yakıştırmayan insanlara karşı kullandıkları sözde barışçı şiddetin o acımasız dili. Bu iklim,evet beni üşütüyor,ve evet sözlerine coşkuyla katılmayı terk ettiğim bir manalar gösterisi de var.Bir yandan da benim gibi suretinden kaçan insanlar olduğunu görüyorum ülkenin her tarafında.İktidarsız,kendini aramasız,rolün peşine düşmeksizin hayatın bir zeytin ağacının gölgesinde serinlemek kadar yalın olduğunu bilecek kadar hala kendi ile barışık olmayı seçen.Ve kendi mütevazi barışını,kendinde var’ı ararken çığlık atmadan herkes için aynı mütevazi hayali kuran,hala kurmayı başaran. İnsan ne kadar kötümser olursa olsun denizi, tüm yollarını bir gün oraya akıtacağını düşleyebilmeli. Hiç görmemiş olsa bile. Evet, ışık olmaza ayna sadece bir eşyadır.Ve bütün yollar denize akar. 16 MÜZİK BasHaberSÖYLEŞİ 8 - 14 Aralık16 2014 Ayla Yılmaz: Karadeniz’in müziği de suyu gibi İlk albümü ‘’LA’’ ile müzik severlerin beğenisini kazanan Ayla Yılmaz, Karadeniz müziğine ve şarkılara özgün sesi ile renk veriyor. Hem aktivist hem sanatçı olarak tanınan sanatçı katıldığı eylemler ve muhalifliğiyle sanatını harmanlıyor. ‘’Popüler kültür sistem Özcan Şahin Müzik ile yollarınızın kesişmesinden bahseder misiniz? Nasıl tanıştınız notalarla? Çocukluğumdan beri müzik hayatında, korolar yarışmalar ve ödüllerle, profesyonel olarak yer aldım. Daha sonra konservatuarla birlikte akademik olarak da müziği tercih ettim. Dayım bağlama çalardı, ailemin de müzikle iç içe olmasından dolayı müzik artık bir yaşam biçimi oldu. Şarkıların yeri bende başkadır. İçinde gurbet, sıla özlem gibi duyguları barındırıyor ve samimi bir müzik tarzı. Daha sonra okul bitti ve dört seneye yakın öğretmenlik yaptım. Albümler çıkardık, düet çalışmaları çok ilgi gördü. Niyazi Koyuncu ve Nurettin Rençber gibi isimlerle birçok düet yaptım. Televizyonda programlar yaptık uzun bir süre daha sonra bazı politik nedenlerden dolayı yolarımız ayrıldı. Karadeniz müziği ve coğrafyasında bir isyan havası vardır. Bu müziğinizi nasıl etkiliyor? Coğrafyanın vermiş olduğu ve hem yaşamınıza hem de kültürünüze yansıyan bir isyan havası var oluyor. Karadeniz’in suyu gibi bir an coşkulanır bir an öfkelenirler. Bizim coğrafyamızın geçmişine de baktığınızda haksızlıklara ve adaletsizliklere karşı başkaldıran bir özelliği vardır. Son dönemlerde yürütülen argümanlarını kullanarak öz kültürü gölge altında bırakıyor. Biz aslında popüler kültürün karşısında değiliz bu kültürün yarattığı yoz kültürün karşısındayız’’ diyen Ayla Yılmaz ile sanatı ve çalışmalarını konuştuk. sistem politikalarıyla bu biraz durulmuş olsa da hala özünde bunu barındırıyor. Bu hava sadece Karadeniz için değil tüm şarkılara yansıyor. Acılar sıkıntılar ayrılıklar isyan bunların hepsi bizim de şarkılarımızda kendini buluyor. Kazım Koyuncu’nun açtığı yol ile birlikte Kürdler arasında Karadeniz kültürüne karşı ilgi de arttı. Siz de oraya gittiniz nasıl tepkiler aldınız? Kazım çok sevdiğimiz bir arkadaşımızdı Kazım’ın açtığı yolda ilerleyen arkadaşlarımız çok ve hepsi çok güzel şeyler yapıyor. Niyazi Koyuncu, Marsis, Selçuk ve birçok sanatçı o yola yeni şeyler koyarak ilerliyorlar. Ama Kazım’ın açtığı başka bir yol vardı. O, bu anlamda iki kültür arasındaki duvarı kaldırdı bu açıdan Kazım’ın yeri çok farklı. Ben ilk kez bölgeye gittiğimde birkaç konser verdik. İlk konserim 4 yıl önce Van Newrozu’nda idim ve ciddi bir katılım vardı. Karadeniz şarkıları söyleyecektim ve sahneye çıkarken benden önce çıkanları düşündüm hepsi Kürdçe konuşuyor ve büyük bir alkış alıyordu. Ben de ne konuşacağım dedim bana sadece şarkılarını söylemen yeterli dediler. Çıktım ve Kürdçe konuşarak Newroz’u kutladım. İlk, Kazım’ın şarkısıyla giriş yaptık ve bir süre sonra ben sustum ve bütün halk beraber ezbere söylemeye devam etti. Anlıyoruz ki müzik insanları birleştirmede çok önemli bir araçtır. Çok mutlu ayrıldım oradan. Keşke hep böyle olsa ve bende kendi bölgeme gelen kürd sanatçı ve arkadaşlarımı böyle iyi karşılasam. Diyarbakır’a bir kültür merkezi açılışına da gittim. Bölgeye gidince oradaki insanların Karadeniz müziğine olan ilgisini de gördük ve bu bizi sevindirdi. Karadeniz’de Kürd müziğine ve kültürüne nasıl bir yaklaşım gelişiyor? Birçok bölgede bu yavaş yavaş kırılmaya başlıyor. İnsanlar artık bazı şeyleri sorgulamaya başlıyor ve bunun sonucunda bazı şeyleri artık kabul etmek zorunda kalıyorlar. Bu kabullenme ile birlikte onlarda anlıyor ki biz birlikte yaşıyoruz ve birbirimizi sevmek zorundayız. Protest tarz kendini ön plana çıkarmaya çalışmasına rağmen her zaman arka planda bırakılıyor. Bunu neye bağlayabiliriz? Mesaj veren her türlü müzik ve sanatsal çalışmanın karşılığı biliyoruz ki geriye itilmedir. Biz bunu yıllardan beri yaşıyoruz. Konserlerimiz yasaklanır, çalışmalarımız engellenir kültür bakanlığında bekletilir vs gibi. Ama her koşulda mesaj veren ve soru sorduran her çalışma bir şekilde engellenip arka planda bırakılıyor. Faşizm kendisiyle ne kadar uyum sağlarsanız sizin o kadar ilerlemenize izin veriyor. Balkon sanatçıları dışında bizim gibi muhalif sanatçılar bunu biraz kırmaya çalışıyor. Bunu gücümüzün yettiği kadar yapmaya çalışıyoruz. Bunun için belli çalışmalar içerisindeyiz sanat meclisi aktivistiyim ve çalışanıyım. Sanat çalışmaları yapıyoruz gündemi takip edip iş cinayetleri ve kentsel dönüşüm gibi toplum zararına ne varsa karşısında tavır alıyoruz. Sanatçılar arasında eylemlere katılım pek olmaz ve eleştirilir. Bir sanatçı ve aktivist olarak katıldığınız eylemlerde kendinize ‘ben nerede durmalıyım’ sorusunu soruyor musunuz? Bu konuda, nerde durmamız gerektiği veya ne kadar içinde olmamız gerektiği konusunda kendi aramızda da tartışmalar yaşarız. Bizim olduğumuz yer tabi ki halkın olduğu yerdir. Halkın olduğu eylemlerde onların yanındayız. Halkın sorun ve sıkıntılarını dile getiren her eylemde yer alırım. Ben sadece sanatçı olarak değil aynı zamanda bir birey olarak da orada yer alıyorum. Müzisyenler ve sanat- Mesaj veren her türlü müzik ve sanatsal çalışmanın karşılığı biliyoruz ki geriye itilmedir. Biz bunu yıllardan beri yaşıyoruz. Konserlerimiz yasaklanır, çalışmalarımız engellenir... Faşizm kendisiyle ne kadar uyum sağlarsanız sizin o kadar ilerlemenize izin veriyor. çılar eylemci değillerdir tabi ki ama bizim yaptığımız iş mesaj verme kaygısı güder ve verilen her mesaj da eylemdir. Sanatçıların görevi hayata dokunmak ve dönüştürmektir sanatçının görevi eğer bunu yapamıyorsa orada bir sorun var demektir. Popüler kültür müziğinin medya ve sistem tarafından bu kadar büyütülüp öz kültürel müziklerin gölge altında bırakması sizi nasıl etkiliyor? Popüler kültür medyası ile sistem argümanlarını kullanarak öz kültürü gölge altında bırakıyor. Biz popüler kültürün değil bu kültürün yarattığı yoz kültürün karşısındayız. Bizim hedefimiz daha geniş kitlelere ulaşmak eğer bunu için popüler kültürü kullanmak gerekirse bunu da kullanacağız. Bizim için her türlü görsel ve işitsel medya çok önemli bunları kullanarak insanlara ulaşamaya çalışıp derdimizi anlatacağız. Ama buna izin vermiyorlar ne yazık ki kimsenin böyle bir kaygısı da yok. Bunun sonuçlarını da çağrılmayarak veya engellenerek görüyoruz. Kültür mirası denilen bir kavram var. Şarkılar da bir nevi bu tanımın içine giriyor ama resmi düzeyde ve insanların bilicinde bu yok. Bu eksiklik size nasıl etki ediyor? Avrupa’da konservatuar eğitimi aldığınızda devlet size destek sağlıyor ve üretim yapmanızı istiyor. Türkiye’de ise eğitim alıyorsunuz ve barlara eğitimli sanatçı olarak çıkıyorsun. Eğer torpilin varsa kültür bakanlığı veya TRT’de yer alıyorsun ama bu da yoksa barlarda yerini alıyorsun. Haliyle ciddi bir sömürü kültürü var. Konserlere çıkıyoruz ama bunların çok büyük çoğunluğu bizim ücret talep etmediğimiz dayanışma konserleri oluyor. Eğer bir yerlerde bu bilinç ve destek olmazsa bir yerlerde bir şeyler eksik olacak ve bu böyle kalacak. Sanatçıyı ve sanatı desteklemek lazım çünkü bizim başka bir gelir kaynağımız yok kendi sanatımızı icra ederek hayatımızı idame ediyoruz.
Benzer belgeler
13.09.2014
Türkiye siyasi tarihininin neredeyse her döneminde seçim sistemleri tartışıldı. Tartışmaları yürütenler her daim “temsilde adalet, yönetimde istikrar” söylemlerini temel argüman olarak aldılar. Par...
Detaylı09.05.2014
barajının kendilerinin işine yaradığını düşünmeye başlıyor.” Öte yandan bir tarafta yönetimde istikrarın diğer tarafta da temsilde istikrar ilkesinin önemli olduğuna vurgu yapan Erdem, ‘’Geçmiş dön...
Detaylı23.02.2015
doğurmaz çünkü zaten daha önce bağımsız olarak girip daha sonra grup kurabiliyorlardı. Ne olabilir bugün 35 milletvekili ise barajın kalkmasıyla birlikte 50–60 milletvekili çok da önemi değil. HDP ...
Detaylı